(Berâe suresi de denmektedir. Medine’de inmiştir, 129 âyettir)
{بَرَاءَةٌ مِنَ اللَّهِ وَرَسُولِهِ إِلَى الَّذِينَ عَاهَدْتُمْ مِنَ الْمُشْرِكِينَ (1) فَسِيحُوا فِي الْأَرْضِ أَرْبَعَةَ أَشْهُرٍ وَاعْلَمُوا أَنَّكُمْ غَيْرُ مُعْجِزِي اللَّهِ وَأَنَّ اللَّهَ مُخْزِي الْكَافِرِينَ (2)}.
1- Kendileriyle antlaşma yaptığınız müşriklere Allah ve Rasûlü tarafından ilişkilerin kesildiğine dâir bir uyarı
(dır bu)!
2-
(Ey müşrikler!) Yeryüzünde dört ay
(daha rahatça) dolaşın. Bilin ki Allah’ı âciz bırakamazsınız ve Allah da kâfirleri elbette rüsvay edecektir.
#
{1 ـ 2} أي: هذه {براءةٌ من الله} ومن {رسوله}: إلى جميع المشركين المعاهدين؛ أنَّ لهم أربعة أشهر يسيحون في الأرض على اختيارهم آمنين من المؤمنين، وبعد الأربعة الأشهر؛ فلا عهد لهم ولا ميثاق. وهذا لمن كان له عهدٌ مطلقٌ غير مقدَّر أو مقدرٌ بأربعة أشهر فأقل، أما من كان له عهد مقدَّر بزيادة على أربعة أشهر؛ فإنه يتعيَّن أن يتمَّم له عهده إذا لم يُخَفْ منه خيانة، ولم يبدأ بنقض العهد.
ثم أنذر المعاهَدين في مدة عهدهم أنَّهم وإن كانوا آمنين؛ فإنهم لن يعجِزوا الله ولن يفوتوه، وأنه من استمر منهم على شركه؛ فإنه لا بدَّ أن يخزيه، فكان هذا مما يجلبهم إلى الدخول في الإسلام إلا من عاند، وأصرَّ، ولم يبال بوعيد الله.
1-2. Bu, Allah ve Rasûlünden Müslümanlarla anlaşması olan bütün müşriklere yönelik, ilişkilerin koparıldığını bildiren bir ihtardır. Şöyle ki yeryüzünde istedikleri gibi ve mü’minlerden yana güven içerisinde rahatça dolaşabilecekleri dört ayları var. Bu dört aylık süreden sonra artık onların göz önünde bulundurulacak herhangi bir ahit ya da antlaşmaları olmayacaktır. Bu, süresi tespit edilmemiş ucu açık yahut da dört ay ve daha az bir süre ile sınırlanmış olan antlaşmalar için geçerlidir. Dört aydan daha uzun süreli olarak belirlenmiş antlaşmaları bulunanların ise eğer hainlik yapacaklarından korkulmuyorsa ve öncelikle onlar bu antlaşmayı bozmayacak olurlarsa, ahitlerinin tamamlanması beklenecektir.
Daha sonra Yüce Allah, antlaşması bulunan müşriklerin her ne kadar antlaşma süresi içerisinde güven içerisinde olsalarda Allah’ı asla aciz bırakamayacakları ve O’nun elinden kurtulamayacaklarını bildirerek uyarmaktadır. Onlardan şirk üzere kalmayı devam ettirenlerin, Allah tarafından hakir ve zelil düşürülmesi kaçınılmazdır. Bu uyarı, -inat eden, küfrü üzere ısrar eden ve Allah’ın tehdidine aldırmayanlar müstesna- onların İslâm’a girmelerine vesile olan hususlar arasında idi.
{وَأَذَانٌ مِنَ اللَّهِ وَرَسُولِهِ إِلَى النَّاسِ يَوْمَ الْحَجِّ الْأَكْبَرِ أَنَّ اللَّهَ بَرِيءٌ مِنَ الْمُشْرِكِينَ وَرَسُولُهُ فَإِنْ تُبْتُمْ فَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ وَإِنْ تَوَلَّيْتُمْ فَاعْلَمُوا أَنَّكُمْ غَيْرُ مُعْجِزِي اللَّهِ وَبَشِّرِ الَّذِينَ كَفَرُوا بِعَذَابٍ أَلِيمٍ (3)}.
3-
(Yine bu), Allah ve Rasûlü’nden hacc-
ı ekber günü insanlara yönelik bir bildiridir: Allah ve Rasûlü, müşriklerden uzaktır. Eğer tevbe ederseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. Yok, eğer yüz çevirirseniz bilin ki siz Allah’ı âciz bırakamazsınız. Kâfirlere can yakıcı bir azabı müjdele!
#
{3} هذا ما وعد الله به المؤمنين من نصر دينه وإعلاء كلمته وخذلان أعدائهم من المشركين الذين أخرجوا الرسول ومَنْ معه من مكة من بيت الله الحرام وأجلَوْهم مما لهم التسلُّط عليه من أرض الحجاز؛ نصر اللهُ رسولَه والمؤمنين حتى افتتح مكة وأذلَّ المشركين وصار للمؤمنين الحكمُ والغَلَبَةُ على تلك الديار، فأمر النبيُّ - صلى الله عليه وسلم - مؤذِّنه أن يؤذِّن يوم الحج الأكبر، وهو يوم النحر، وقت اجتماع الناس مسلمهم وكافرهم من جميع جزيرة العرب: أن يؤذِّن بأنَّ الله بريءٌ ورسوله من المشركين؛ فليس لهم عنده عهدٌ وميثاقٌ؛ فأينما وُجِدوا قُتِلوا، وقيل لهم: لا تقربوا المسجد الحرام بعد عامكم هذا! وكان ذلك سنة تسع من الهجرة، وحجَّ بالناس أبو بكر الصديق رضي الله عنه، وأذَّن ببراءة يوم النحر ابنُ عمِّ رسول الله - صلى الله عليه وسلم - علي بن أبي طالب رضي الله عنه.
ثم رغَّب تعالى المشركين بالتوبة ورهَّبهم من الاستمرار على الشرك، فقال: {فإن تُبْتُم فهو خيرٌ لكم وإن تولَّيْتم فاعلموا أنَّكم غير معجزي الله}؛ أي: فائتيه، بل أنتم في قبضته، قادر أن يسلط عليكم عباده المؤمنين. {وبشر الذين كفروا بعذاب أليم}؛ أي: مؤلم مفظع في الدنيا بالقتل والأسر والجلاء وفي الآخرة بالنار وبئس القرار.
3. Burada Yüce Allah,
mü’minlere yönelik bir vaadini dile getirmektedir: O, dinini zafere kavuşturup kelimesini yüceltecek, Allah’ın peygamberini ve onunla birlikte bulunanları Mekke’den ve Allah’ın Beyt-i Haram’ından çıkartan, onları otoriteleri altında bulunan Hicaz topraklarından süren müşrik düşmanlarını da yardımsız bırakacaktır. Gerçekten de Yüce Allah, Rasûlüne ve mü’minlere yardım etmiş ve nihâyet Mekke fethedilmiş, müşrikleri zelil olmuş, mü’minler ise o topraklar üzerinde egemen olmuş ve galip gelmişlerdir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de münadisine Kurban Bayramının birinci günü olan Hacc-ı Ekber günü, insanların müslümanları ile kâfirleri ile bütün Arap Yarımadası’ndan toplanıp bir araya geldikleri vakit onlara Allah’ın da Rasûlünün de müşriklerden uzak olduğunu ilan etmesini emretmiştir. Bu ilanda artık müşriklerin Allah’ın ve Rasûlünün nezdinde herhangi bir ahit ve antlaşmalarının bulunmadığı, nerede bulunurlarsa öldürülecekleri, artık bu yıldan sonra Mescid-i Haram’a yaklaşamayacakları bildirilmiştir. Bu ilan, hicretin dokuzuncu yılına rastlamakta idi. O sene Ebu Bekir es-Sıddik radıyallahu anh’ın başkanlığında hac yapılmış ve Kurban Bayramının birinci günü, Allah Rasûlü’nün amcasının oğlu Ali b. Ebu Tâlib radıyallahu anh Allah’ın da Rasûlünün de müşriklerden uzak olduğunu ilan etmişti.
Daha sonra Yüce Allah müşrikleri tevbeye teşvik edip şirk üzere kalmaktan sakındırarak şöyle buyurmaktadır: “Eğer tevbe ederseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. Yok eğer yüz çevirirseniz bilin ki siz Allah’ı âciz bırakamazsınız.” O’nun elinden kurtulamazsınız. Aksine siz O’nun idaresi altındasınız. O sizlere mü’min kullarını musallat kılmaya kadir olandır.
“Kâfirlere can yakıcı bir azabı müjdele!” Dünyada öldürülmek, esir alınmak ve yurtlarından sürülmek gibi oldukça ağır, âhirette de kalacak en kötü yer olan cehennem ateşi olmak üzere can yakıcı azabı bildir.
{إِلَّا الَّذِينَ عَاهَدْتُمْ مِنَ الْمُشْرِكِينَ ثُمَّ لَمْ يَنْقُصُوكُمْ شَيْئًا وَلَمْ يُظَاهِرُوا عَلَيْكُمْ أَحَدًا فَأَتِمُّوا إِلَيْهِمْ عَهْدَهُمْ إِلَى مُدَّتِهِمْ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُتَّقِينَ (4)}.
4- Ancak antlaşma yaptığınız müşriklerden size karşı bir kusur yapmamış ve aleyhinizde kimseye yardım etmemiş olanlar müstesnâdır. O nedenle onların ahitlerini sürelerinin sonuna kadar tamamlayın. Şüphesiz Allah takva sahiplerini sever.
#
{4} أي: هذه البراءة التامَّة المطلقة من جميع المشركين، {إلَّا الذين عاهَدْتم من المشركين}: واستمرُّوا على عهدهم، ولم يجرِ منهم ما يوجبُ النقضَ؛ فلا نَقَصوكم شيئاً، ولا عاونوا عليكم أحداً؛ فهؤلاء أَتِمُّوا إليهم عهدهم إلى مدتهم قلَّت أو كثرت؛ لأنَّ الإسلام لا يأمر بالخيانة، وإنما يأمر بالوفاء. {إنَّ الله يحبُّ المتَّقين}: الذين أدَّوْا ما أمروا به، واتَّقوا الشرك والخيانة وغير ذلك من المعاصي.
4. Yani bu, bütün müşriklerden mutlak ve kesin bir ayrılma ve uzaklaşmadır;
“ancak antlaşma yaptığınız müşriklerden... olanlar müstesnâdır.” Yani antlaşmaları üzere devam eden, ahitlerini bozacak bir şey yapmayan, bu konuda size karşı kusur etmeyen ve size karşı başkalarına destek vermeyenlerin ise antlaşmalarını süreleri -az ya da çok olsun- bitinceye kadar sürdürün ve gereğini yerine getirin. Çünkü İslâm hainliği değil, söze bağlılığı emreder.
“Şüphesiz Allah” emrolundukları şeyi eksiksiz yerine getiren, şirkten, hainlikten ve bunların dışında her türlü masiyetten uzak duran
“takva sahiplerini sever.”
{فَإِذَا انْسَلَخَ الْأَشْهُرُ الْحُرُمُ فَاقْتُلُوا الْمُشْرِكِينَ حَيْثُ وَجَدْتُمُوهُمْ وَخُذُوهُمْ وَاحْصُرُوهُمْ وَاقْعُدُوا لَهُمْ كُلَّ مَرْصَدٍ فَإِنْ تَابُوا وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَآتَوُا الزَّكَاةَ فَخَلُّوا سَبِيلَهُمْ إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ (5)}.
5- Haram aylar çıkınca artık müşrikleri nerede bulursanız öldürün, yakalayın, hapsedin ve geçecekleri bütün geçitleri tutun. Eğer tevbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse onları serbest bırakın. Şüphesiz Allah Ğafurdur, Rahimdir.
#
{5} يقول تعالى: {فإذا انسلخَ الأشهرُ الحُرُم}؛ أي: التي حُرِّم فيها قتال المشركين المعاهَدين، وهي أشهر التَّسْيير الأربعة، وتمام المدة لمن له مدة أكثر منها؛ فقد برِئَت منهم الذمة. {فاقتُلوا المشركين حيث وجدتموهم}: في أيِّ مكان وزمان، {وخذوهم}: أسرى، {واحصُروهم}؛ أي: ضيِّقوا عليهم؛ فلا تَدَعوهم يتوسَّعون في بلاد الله وأرضه التي جعلها الله معبداً لعباده؛ فهؤلاء ليسوا أهلاً لسُكناها، ولا يستحقُّون منها شبراً؛ لأنَّ الأرض أرض الله، وهم أعداؤه المنابذون له ولرسله، المحاربون الذين يريدون أن تخلو الأرض من دينه، ويأبى الله إلاَّ أن يُتِمَّ نورَه ولو كره الكافرون. {واقعُدوا لهم كلَّ مرصدٍ}؛ أي: كلَّ ثنيَّة وموضع يمرُّون عليه، ورابطوا في جهادهم، وابذلوا غاية مجهودكم في ذلك، ولا تزالوا على هذا الأمر حتى يتوبوا من شركهم. ولهذا قال: {فإن تابوا}: من شركهم، {وأقاموا الصَّلاة}؛ أي: أدَّوها بحقوقها، {وآتوا الزكاةَ}: لمستحقيها، {فَخلُّوا سبيلَهم}؛ أي: اتركوهم، وليكونوا مثلكم لهم ما لكم، وعليهم ما عليكم. {إنَّ الله غفورٌ رحيمٌ}: يغفر الشرك فما دونه للتائبين، ويرحمهم بتوفيقهم للتوبة ثم قبولها منهم.
وفي هذه الآية دليل على أن من امتنع من أداء الصلاة أو الزكاة؛ فإنه يقاتَل حتَّى يؤديها؛ كما استدلَّ بذلك أبو بكر الصديق رضي الله عنه.
5. Yüce Allah’ın antlaşmalı müşriklerle savaşmayı haram kılmış olduğu
“haram aylar” ki bunlar serbest dolaşılabilecek dört ay ile daha uzun antlaşma süresi bulunanlar için sürenin bitimini ifade eden aylardır
“çıkınca artık” onlara karşı sorumluluk ortadan kalkmış olacağından
“o müşrikleri nerede bulursanız” hangi yer ve zamanda olursa olsunlar
“öldürün. Yakalayın” esir alın,
“hapsedin” sıkıştırın ve Allah’ın gerçek kulları için bir mabed kılmış olduğu arzında rahat rahat dolaşmalarına imkân vermeyin. Çünkü bunlar esasen Allah’ın arzını mesken tutmaya ehil de değildirler ve oradan bir karışlık yer üzerinde dahi hak sahibi olamazlar. Çünkü arz Allah’ındır. Onlar ise Allah’a ve Rasûlüne karşı çıkan, yeryüzünde Allah’ın dininin yer etmesini istemeyen ve O’na karşı savaş açanlar Allah düşmanlarıdır. Ancak Allah kâfirler hoşlanmasa da nurunu mutlaka tamamlayacaktır.
“ve geçecekleri bütün geçitleri tutun.” Onların geçip gidecekleri her bir tepeyi, her bir yeri kontrolünüz altına alın ve onlara karşı cihadda nöbet tutun. Bu uğurda bütün gayretinizi ortaya koyun. Onlar şirklerinden vazgeçip tevbe edinceye kadar da bu halinizi sürdürün.
İşte bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Eğer” şirklerinden “tevbe eder, namaz kılar” o ibadeti hakkı ile eda eder ve hak edenlere
“zekât verirlerse onları serbest bırakın.” Onlara ilişmeyin, onları da sizin gibi kabul edin. Sizin lehinize olan haklar onların da lehinedir, sizin üzerinizde olan vazifeler onların da üzerinde borçtur.
“Şüphesiz Allah Ğafurdur” Tevbe edenlerin, şirk ve diğer günahlarını bağışlar, “Rahimdir.” Onları tevbe etmeye muvaffak kılmakla sonra da tevbelerini kabul etmekle onlara merhamette bulunur.
Bu âyet-i kerimede namaz veya zekâtı edâ etmeyi kabul etmeyenlerle onları edâ edinceye kadar savaşılacağına dair delil vardır. Nitekim Ebû Bekir radıyallahu anh da
(zekat vermeyenlerle savaşırken) bunu delil almıştır.
{وَإِنْ أَحَدٌ مِنَ الْمُشْرِكِينَ اسْتَجَارَكَ فَأَجِرْهُ حَتَّى يَسْمَعَ كَلَامَ اللَّهِ ثُمَّ أَبْلِغْهُ مَأْمَنَهُ ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ قَوْمٌ لَا يَعْلَمُونَ (6)}.
6- Eğer müşriklerden biri senden emân dilerse ona emân ver. Tâ ki Allah’ın kelâmını dinlesin. Sonra da onu güvende olacağı yere kadar ulaştır. Bu, onların bilmeyen bir toplum olmalarından dolayıdır.
#
{6} لما كان ما تقدَّم من قوله: {فإذا انسلخ الأشهرُ الحُرُم فاقتُلوا المشركين حيث وجدتموهم وخُذوهم واحصُروهم واقعُدوا لهم كلَّ مرصد}: أمراً عامًّا في جميع الأحوال وفي كلِّ الأشخاص منهم؛ ذكر تعالى أن المصلحة إذا اقتضت تقريب بعضهم؛ جاز، بل وجب ذلك، فقال: {وإنْ أحدٌ من المشركين استجارَكَ}؛ أي: طلب منك أن تجيره وتمنعه من الضَّرر لأجل أن يسمع كلام الله وينظر حالة الإسلام، {فأجِرْه حتَّى يسمعَ كلام الله}: ثم إنْ أسلم؛ فذاك، وإلاَّ؛ فأبلِغْه مأمَنَه؛ أي: المحل الذي يأمن فيه.
والسبب في ذلك أن الكفار قومٌ لا يعلمون؛ فربَّما كان استمرارُهم على كفرهم لجهل منهم إذا زال اختاروا عليه الإسلام؛ فلذلك أمر الله رسوله. وأمَّتُه أسوتُه في الأحكام أن يجيروا من طَلَبَ أن يسمع كلام الله.
وفي هذا حجةُ صريحةٌ لمذهب أهل السنة والجماعة، القائلين بأن القرآن كلام الله غير مخلوق؛ لأنَّه تعالى هو المتكلِّم به، وأضافه إلى نفسه إضافة الصفة إلى موصوفها، وبطلان مذهب المعتزلة ومن أخذ بقولهم أنَّ القرآن مخلوقٌ، وكم من الأدلَّة الدالَّة على بطلان هذا القول، ليس هذا محل ذكرها!
6.
Yüce Allah’ın bundan önce geçen: “Haram aylar çıkınca artık müşrikleri nerede bulursanız öldürün, yakalayın, hapsedin ve geçecekleri bütün geçitleri tutun” buyruğu, bütün haller ve bütün müşrik kişiler hakkında umumi bir emir olduğundan ötürü Yüce Allah, bu âyet-i kerimede eğer maslahat onların bazılarına yakınlık göstermeyi gerektirecek olursa bunun caiz,
hatta farz olacağını zikrederek şöyle buyurmaktadır: “Eğer müşriklerden biri” Allah’ın kelamını dinlemek ve İslâm’ı incelemek için
“senden eman dilerse” senden kendisini himaye etmeni ve kendisine gelecek zararı önlemeni isterse
“ona eman ver. Tâ ki Allah’ın kelamını dinlesin.” Bundan sonra da artık müslüman olursa ne âla! Aksi takdirde
“onu güvende olacağı yere kadar ulaştır.”
Buna sebepse kâfirlerin
“bilmeyen bir toplum” olmalarıdır. Bazen küfürleri üzere devam edişlerinin sebebi onların bilgisizlikleri olabilir. Bu bilgisizlik ortadan kalktı mı İslâm’ı küfre tercih edebilirler. İşte bundan dolayı Yüce Allah, Rasûlüne ve ahkamda ona uymakla yükümlü olan ümmetine Allah’ın kelamını dinlemek isteyen kimseleri himaye etmelerini emretmektedir.
Bu ayet, Kur’an-ı Kerim’in, Allah’ın kelamı olduğunu ve mahlûk olmadığını kabul eden Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin görüşünün lehine açık bir delildir. Çünkü Kur’an-ı Kerim’i
(kelam sıfatı ile) söyleyen/konuşan bizzat Yüce Allah’tır ve O, bu kelamı, sıfatın mevsufuna izafe edilmesi şeklinde kendi zatına izafe etmiştir.
Yine bu buyruk Mutezile ile onların görüşlerini kabul edenlerin ileri sürdükleri Kur’an’ın mahluk olduğu görüşünün batıl olduğuna da delildir. Esasen bu görüşün batıl olduğunu gösteren deliller pek çoktur, ancak bunları sıralamanın yeri burası değildir.
{كَيْفَ يَكُونُ لِلْمُشْرِكِينَ عَهْدٌ عِنْدَ اللَّهِ وَعِنْدَ رَسُولِهِ إِلَّا الَّذِينَ عَاهَدْتُمْ عِنْدَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ فَمَا اسْتَقَامُوا لَكُمْ فَاسْتَقِيمُوا لَهُمْ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُتَّقِينَ (7)}.
7- Müşriklerin, Allah katında ve Rasûlü yanında bir ahdi nasıl olabilir ki?! Ancak Mescid-i Haram’ın yanında ahitleştikleriniz müstesnadır ki onlar, size karşı dürüst davrandıkları sürece siz de onlara karşı dürüst davranın. Şüphesiz ki Allah takva sahiplerini sever.
#
{7} هذا بيانٌ للحكمة الموجبة لأن يتبرَّأ الله ورسوله من المشركين، فقال: {كيف يكون للمشركين عهدٌ عند الله وعند رسوله}: هل قاموا بواجب الإيمان؟ أم تركوا رسول الله والمؤمنين من أذيتهم؟ أَمَا حاربوا الحقَّ ونصروا الباطل؟! أَمَا سَعَوْا في الأرض فساداً؟! فيحقُّ لهم أن يتبرَّأ الله منهم، وأن لا يكون لهم عهدٌ عنده ولا عند رسوله. {إلَّا الذين عاهدتم}: من المشركين {عند المسجد الحرام}: فإنَّ لهم في العهد ـ وخصوصاً في هذا المكان الفاضل ـ حرمة أوجب أن يراعوا فيها، {فما استقاموا لكم فاستقيموا لهم إن الله يحبُ المتَّقين}.
7. Bu buyruk, Yüce Allah’ın ve Rasûlünün müşriklerden uzak olmalarını gerektiren hikmeti açıklamaktadır.
Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Müşriklerin, Allah katında ve Rasûlü yanında bir ahdi nasıl olabilir ki?!” Bunlar iman farizasını yerine mi getirdiler yoksa Allah’ın Rasûlüne ve mü’minlere eziyetlerinden mi vazgeçtiler? Aksine onlar hakka savaş açıp batıla yardımcı olmadılar mı? Yeryüzünde fesad çıkarmadılar mı? O halde Allah’ın onlardan uzak olmasını, Allah nezdinde ve Rasûlü yanında geçerli herhangi bir ahitlerinin bulunmamasını hak ettiler.
“Ancak Mescid-i Haram’ın yanında ahitleştikleriniz müstesnadır” Çünkü onların özellikle bu faziletli yerde yapılan ahitleri nedeniyle göz önünde bulundurulması gereken bir saygınlıkları vardır.
“onlar size karşı dürüst davrandıkları sürece siz de onlara karşı dürüst davranın. Şüphesiz ki Allah takva sahiplerini sever.” İşte bundan dolayı Yüce Allah bir sonraki âyet-
i kerimede şöyle buyurmaktadır:
{كَيْفَ وَإِنْ يَظْهَرُوا عَلَيْكُمْ لَا يَرْقُبُوا فِيكُمْ إِلًّا وَلَا ذِمَّةً يُرْضُونَكُمْ بِأَفْوَاهِهِمْ وَتَأْبَى قُلُوبُهُمْ وَأَكْثَرُهُمْ فَاسِقُونَ (8) اشْتَرَوْا بِآيَاتِ اللَّهِ ثَمَنًا قَلِيلًا فَصَدُّوا عَنْ سَبِيلِهِ إِنَّهُمْ سَاءَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ (9) لَا يَرْقُبُونَ فِي مُؤْمِنٍ إِلًّا وَلَا ذِمَّةً وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُعْتَدُونَ (10) فَإِنْ تَابُوا وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَآتَوُا الزَّكَاةَ فَإِخْوَانُكُمْ فِي الدِّينِ وَنُفَصِّلُ الْآيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ (11)}.
8- Nasıl olabilir ki?! Zira onlar size karşı üstünlük sağlarlarsa hakkınızda ne akrabalık bağı gözetirler ne de bir ahit! Onlar
(şu durumda güya) ağızlarıyla sizi razı ediyorlar, ama kalpleri
(buna) karşıdır. Onların çoğu fâsık kimselerdir.
9- Onlar, Allah’ın âyetlerini az bir bedel karşılığında sattılar ve O’nun yolundan alıkoydular. Yapmakta oldukları ne kadar da kötüdür!
10- Onlar bir mü’min hakkında ne akrabalık bağı ne de bir ahit gözetmezler. Onlar haddi aşanların ta kendileridir.
11- Eğer tevbe eder, namaz kılar ve zekât verirlerse artık dinde kardeşlerinizdir. Biz, bilen bir toplum için âyetleri ayrıntılı olarak açıklarız.
#
{8} أي: {كيف}: يكون للمشركين عند الله عهدٌ وميثاقٌ. {و}: الحال أنَّهم {إن يظهروا عليكم}: بالقدرة والسلطة لا يرحموكم. و {لا يرقبوا فيكم إلا ولا ذِمَّة}؛ أي: لا ذمة ولا قرابة، ولا يخافون الله فيكم، بل يسومونكم سوء العذاب؛ فهذه حالكم معهم لو ظهروا، ولا يغرَّنَّكم منهم ما يعاملونكم به وقت الخوف منكم؛ فإنهم {يُرضونكم بأفواهِهِم وتأبى قلوبُهم}: الميل والمحبَّة لكم، بل هم الأعداء حقًّا، المبغضون لكم صدقاً. {وأكثرهم فاسقون}: لا ديانة لهم ولا مروءة.
8. Müşriklerin Allah nezdinde uyulması gerekli bir ahit ve antlaşmaları
“nasıl olabilir ki?” Çünkü onlar
“size karşı” güç ve egemenlikleri ile
“üstünlük sağlarlarsa” size acımazlar,
“hakkınızda ne akrabalık bağı gözetirler ne de bir ahit!” Size kötü davranma konusunda Allah’tan korkmazlar. Aksine size en kötü işkenceleri yaparlar. İşte size üstünlük sağlayacak olurlarsa size yapacakları budur! Bu yüzden sakın sizden korktukları dönemlerde size karşı olan davranışları sizi aldatmasın! Çünkü
“onlar (şu durumda güya) ağızlarıyla sizi razı ediyorlar, ama kalpleri” size meyletmeye ve sizi sevmeye
“karşıdır.” isteksizdir. Aksine onlar gerçekten sizin düşmanlarınızdır ve tam anlamı ile sizden nefret eden kimselerdir. “Onların çoğu fâsık kimselerdir.” Onların ne dine bağlılıkları vardır ne de mertlikleri.
#
{9} {اشتروا بآيات الله ثمناً قليلاً}؛ أي: اختاروا الحظَّ العاجل الخسيس في الدنيا على الإيمان بالله ورسوله والانقياد لآيات الله، {فصدُّوا}: بأنفسهم وصدُّوا غيرهم {عن سبيله إنَّهم ساء ما كانوا يعملون}.
9.
“Onlar, Allah’ın âyetlerini az bir bedel karşılığında sattılar.” Yani dünyadaki değersiz ve dünyevi payı Allah’a ve Rasûlüne imana, Allah’ın âyetlerine itaatle boyun eğmeye tercih ettiler.
“Ve O’nun yolundan” hem kendilerini hem de başkalarını
“alıkoydular. Yapmakta oldukları ne kadar da kötüdür!”
#
{10} {لا يَرْقُبون في مؤمن إلا ولا ذمَّةً}؛ أي: لأجل عداوتهم للإيمان وأهله؛ فالوصف الذي جعلهم يعادونكم لأجله ويبغضونكم هو الإيمان.
10.
“Onlar bir mü’min hakkında ne akrabalık bağı ne de bir ahit gözetmezler.” Bunun sebebi imana ve mü’minlere olan düşmanlıklarıdır. Onların size düşmanık etmelerine ve size kin duymalarına sebep, imandır.
#
{11} فَذُبُّوْا عن دينكم وانصُروه واتَّخذوا مَن عاداه عدوًّا ومَن نَصَره لكم وليًّا واجعلوا الحكم يدور معه وجوداً وعدماً، لا تجعلوا الولاية والعداوة طَبْعِيَّةً تميلون بهما حيثما مال الهوى وتتَّبعون فيها النفس الأمَّارة بالسوء، ولهذا [إنْ] {تابوا}: عن شركهم ورجعوا إلى الإيمان، {وأقاموا الصَّلاة وآتوا الزكاة فإخوانكم في الدين}: وتناسَوْا تلك العداوة إذ كانوا مشركين؛ لتكونوا عباد الله المخلصين، وبهذا يكون العبد عبداً حقيقةً. لمَّا بيَّن من أحكامه العظيمة ما بيَّن، ووضَّح منها ما وضَّح أحكاماً وحكَماً وحُكْماً وحِكمةً؛ قال: {ونفصِّل الآيات}؛ أي: نوضحها ونميزها {لقوم يعلمون}: فإليهم سياق الكلام، وبهم تُعرف الآيات والأحكام، وبهم عُرف دين الإسلام وشرائع الدين. اللهمَّ اجعلنا من القوم الذين يعلمون ويعملون بما يعلمون برحمتك وجودك وكرمك وإحسانك يا رب العالمين!
11. Bu yüzden sizler de dininizi koruyun ve ona arka çıkın. Dininize düşmanlık edenleri düşman belleyin. Yanınızda yer alarak dininize yardım edenleri de dost bilin. Sevgi ve düşmanlığınızda dininizi esas alın, vereceğiniz hükümlerde onu belirleyici yapın. Dostluk ve düşmanlığınız hevanıza, kötülüğü emreden nefse ve onun meyillerine göre olmasın. O nedenle de
“eğer” şirklerinden “tevbe eder” imana dönerek
“namaz kılar ve zekât verirlerse artık dinde kardeşlerinizdir.” Artık müşrik oldukları sırada aranızda olan düşmanlığı unutun ki Allah’ın ihlas sahibi kulları olasınız. İşte bu yolla kul, gerçek anlamı ile bir kul olur.
Yüce Allah bunca önemli hükümleri beyan edip pek çok hikmetleri açıkladıktan sonra şöyle buyurmaktadır: “Biz, bilen bir toplum için âyetleri ayrıntılı olarak açıklarız.” Açık bir şekilde beyan ederiz. Bizim bu açıklamalarımız bilen bir toplum içindir. Zira âyetler ve hükümler, onlar aracılığı ile bilinir. İslâm dini ve şer’î hükümleri onlar yolu ile öğrenilir.
Allah’ım, ey âlemlerin Rabbi! Rahmetinle, lütuf, kerem ve ihsanınla sen bizleri bilen ve bildikleri ile amel eden topluluk arasına kat!
{وَإِنْ نَكَثُوا أَيْمَانَهُمْ مِنْ بَعْدِ عَهْدِهِمْ وَطَعَنُوا فِي دِينِكُمْ فَقَاتِلُوا أَئِمَّةَ الْكُفْرِ إِنَّهُمْ لَا أَيْمَانَ لَهُمْ لَعَلَّهُمْ يَنْتَهُونَ (12) أَلَا تُقَاتِلُونَ قَوْمًا نَكَثُوا أَيْمَانَهُمْ وَهَمُّوا بِإِخْرَاجِ الرَّسُولِ وَهُمْ بَدَءُوكُمْ أَوَّلَ مَرَّةٍ أَتَخْشَوْنَهُمْ فَاللَّهُ أَحَقُّ أَنْ تَخْشَوْهُ إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ (13) قَاتِلُوهُمْ يُعَذِّبْهُمُ اللَّهُ بِأَيْدِيكُمْ وَيُخْزِهِمْ وَيَنْصُرْكُمْ عَلَيْهِمْ وَيَشْفِ صُدُورَ قَوْمٍ مُؤْمِنِينَ (14) وَيُذْهِبْ غَيْظَ قُلُوبِهِمْ وَيَتُوبُ اللَّهُ عَلَى مَنْ يَشَاءُ وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ (15)}.
12- Eğer ahitlerinden sonra yeminlerini bozarlar ve dininize dil uzatırlarsa siz de o küfür önderleriyle savaşın. Çünkü onların yeminleri yoktur. Olur ki vazgeçerler.
13- Yeminlerini bozan, Peygamber’i
(yurdundan) çıkarmaya kalkışan, üstelik sizinle ilk olarak kendileri
(savaşmaya) başlayan bir toplulukla savaşmayacak mısınız? Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer mü’min iseniz asıl korkmanız gereken Allah’tır.
14- Onlarla savaşın ki Allah, sizin ellerinizle onlara azap etsin, onları rezil etsin, onlara karşı size zafer versin ve mü’min bir topluluğun gönüllerini ferahlatsın…
15- Kalplerindeki öfkeyi de gidersin. Allah dilediğine tevbe nasip eder. Allah Alimdir, Hakîmdir.
#
{12} يقول تعالى بعدما ذكر أنَّ المعاهدين من المشركين إن استقاموا على عهدهم فاستقيموا لهم على الوفاء: {وإن نَكَثوا أيمانَهم من بعد عهِدهم}؛ أي: نقضوها وحلُّوها؛ فقاتلوكم أو أعانوا على قتالكم أو نقصوكم، {وطعنوا في دينكم}؛ أي: عابوه وسخروا منه، ويدخُل في هذا جميع أنواع الطعن الموجَّهة إلى الدين أو إلى القرآن، {فقاتِلوا أئمَّة الكفر}؛ أي: القادة فيه، الرؤساء الطاعنين في دين الرحمن، الناصرين لدين الشيطان. وخصَّهم بالذكر لعظم جنايتهم ولأنَّ غيرهم تَبَعٌ لهم، وليدلَّ على أن مَن طَعَنَ في الدين، وتصدَّى للردِّ عليه فإنه من أئمة الكفر. {إنهم لا أيْمانَ لهم}؛ أي: لا عهود ولا مواثيق يلازمون على الوفاء بها، بل لا يزالون خائنين ناكثين للعهد لا يوثق منهم. {لعلَّهم}: في قتالكم إياهم {ينتهونَ}: عن الطعن في دينكم، وربما دخلوا فيه.
12. Yüce Allah,
daha önce müşrikler arasından antlaşmalı olanların antlaşmalarına bağlı kalıp dürüst davranmaları halinde müminlerin de onlara karşı dürüst davranıp anlaşmaya bağlı kalmalarını emrettikten sonra burada şöyle buyurmaktadır: “Eğer ahitlerinden sonra yeminlerini bozarlar” yeminlerine uymaz, bağlılıklarını sürdürmezler yahut da size karşı savaşanlara yardım eder ya da ahitlerinin gereğini tam anlamı ile yerine getirmeyecek olurlarsa
“ve dininize dil uzatırlarsa” onu ayıplar ve onunla alay edecek olurlarsa -bunun kapsamına dine ya da Kur’an’a yönelik bütün eleştiri türleri de girmektedir-
“siz de o küfür önderleriyle” Rahman olan Allah’ın dinine dil uzatıp şeytanın dinine yardımcı olan küfür önderleri ve elebaşları ile
“savaşın.” Özellikle önderlerin söz konusu edilmesi, işledikleri cinâyetlerin büyüklüğünden ve başkalarının bu hususta onlara tâbi olmalarından dolayıdır. Ayrıca bu, dine dil uzatan ve onu reddetmeye kalkışan kimselerin, küfrün önderlerine dahil olduğuna da delildir.
“Çünkü onların yeminleri yoktur” Yani bunların bağlı kalmayı sürdürdükleri ve riâyet ettikleri ahitleri de antlaşmaları da yoktur. Aksine bunlar her zaman için hain, ahdi bozan ve kendilerine hiçbir şekilde güven duyulmayan kimselerdir.
“Olur ki” sizin onlarla savaşmanız dolayısı ile dininize dil uzatmaktan “vazgeçerler.” Ve hatta dininize girerler.
#
{13} ثم حثَّ على قتالهم وهيَّج المؤمنين بذكر الأوصاف التي صدرت من هؤلاء الأعداء، والتي هم موصوفون بها، المقتضية لقتالهم، فقال: {ألا تقاتلون قوماً نَكَثوا أيْمانهم وهَمُّوا بإخراج الرسول}: الذي يجب احترامه وتوقيره وتعظيمه، وهمُّوا أن يجلوه ويخرجوه من وطنه، وسعوا في ذلك ما أمكنهم، {وهم بدؤوكم أول مرة}: حيث نقضوا العهود، وأعانوا عليكم وذلك حيث أعانت قريش وهم معاهدون بني بكرٍ حلفاءهم على خزاعة حلفاء رسول الله - صلى الله عليه وسلم -، وقاتلوا معهم كما هو مذكورٌ مبسوطٌ في السيرة. {أتخشَوْنَهم}: في ترك قتالهم؟ {فالله أحقُّ أن تَخْشَوْه إن كنتم مؤمنين}: فالله أمركم بقتالهم، وأكَّد ذلك عليكم غاية التأكيد؛ فإن كنتم مؤمنين؛ فامتثلوا لأمر الله، ولا تخشوهم فتتركوا أمر الله.
13. Daha sonra Yüce Allah, böyleleri ile savaşmayı teşvik etmekte,
o düşmanların yaptıkları işleri ve onlarla savaşmayı gerektiren nitelikleri söz konusu ederek mü’minleri gayrete getirmek üzere şöyle demektedir: “Yeminlerini bozan” kendisine saygı duyulması, ta’zim edilmesi gereken
“Peygamber’i (yurdundan) çıkarmaya kalkışan” onu yurdundan çıkartarak sürmeye yeltenen ve bu hususta bütün imkânlarını ortaya koyan
“üstelik” antlaşmalarını bozup size karşı düşmanlarınıza yardım etmek suretiyle “sizinle ilk olarak kendileri (savaşmaya) başlayan bir toplulukla savaşmayacak mısınız?” Zira Kureyşliler, müslümanlarla antlaşmaları bulunduğu halde Allah Rasûlü ile antlaşması bulunan Huzâa oğullarına karşı kendi antlaşmaları bulunan Bekroğullarına yardım etmişler ve onların yanında yer alarak birlikte savaşmışlardı. Niteki bu konu, sîret kitaplarında genişçe anlatılmıştır.
“Yoksa” böyleleri ile savaşmayı terk ederek “onlardan korkuyor musunuz? Eğer mü’min iseniz asıl korkmanız gereken Allah’tır.” Çünkü onlarla size savaşma emrini veren, bunu oldukça kesin ve pekiştirici ifadeler ile size buyuran Allah’tır. Sizler gerçek mü’minler iseniz Allah’ın emrine uyun, onlardan korkarak Allah’ın emrini terk etmeye kalkışmayın.
#
{14} ثم أمر بقتالهم، وذكر ما يترتب على قتالهم من الفوائد وكل هذا حثٌّ وإنهاضٌ للمؤمنين على قتالهم فقال: {قاتلوهم يعذِّبْهم اللهُ بأيديكم}: بالقتل، {ويُخْزِهِم}: إذا نصركم الله عليهم، وهم الأعداء الذين يطلب خزيهم ويحرص عليه، {ويَنصُرْكم عليهم}: هذا وعدٌ من الله وبشارةٌ قد أنجزها، {ويَشْفِ صدور قوم مؤمنين}.
14-15. Daha sonra Yüce Allah, onlarla savaşma emrini yineleyerek savaşın sağlayacağı faydaları da zikretmektedir. Bütün bunlar mü’minlerin onlara karşı savaşmaya teşvik edilmesi ve gayrete getirilmesi içindir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Onlarla savaşın ki Allah, sizin ellerinizle” onları öldürmek sureti ile
“onlara azap etsin.” Size onlara karşı zafer nasip ederek
“onları rezil etsin.” Çünkü onlar gerçekten rezil olmayı hak eden düşmanlarınızdır.
“onlara karşı size zafer versin.” Bu da Yüce Allah’ın bir vaadi ve bir müjdesi olup O, bunu gerçekleştirmiştir.
“Ve mü’min bir topluluğun gönüllerini ferahlatsın. Kalplerindeki öfkeyi de gidersin.” Çünkü müminlerin kalplerinde onlara karşı öyle bir kin ve öfke vardır ki onlarla savaşmak ve onları öldürmek, adeta mü’minlerin kalplerindeki keder ve üzüntüyü gideren bir şifadır. Zira onlar bu düşmanların Allah ve Rasûlüne karşı savaştıklarını, Allah’ın nurunu söndürmek için gayret edip durduklarını görmekteler. İşte onlarla savaşmak ve onları öldürmek, kalplerinizdeki kin ve öfkeyi gideren bir iştir. Bu da Yüce Allah’ın mü’minleri sevdiğini ve onların hallerine ne kadar ihtimam gösterdiğini ortaya koymaktadır. Zira Yüce Allah, onların kalplerinin ferahlamasını ve öfkelerinin gitmesini, şeriatın maksatları arasında zikretmektedir.
Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah” size karşı savaşan bu kimseler arasından “dilediğine” İslâm’ı kalplerinde süslemek, küfür, fasıklık ve isyandan da tiksindirmek suretiyle İslâm’a girmeye muvaffak kılarak
“tevbe nasib eder. Allah Alimdir, Hakîmdir.” Her şeyi yerli yerine koyar. Kimin iman etmeye elverişli olduğunu bilir ve ona hidâyet verir. Kimin de imana elverişli olmadığını bilir, onu da sapıklığı ve azgınlığı içerisinde bırakır.
{أَمْ حَسِبْتُمْ أَنْ تُتْرَكُوا وَلَمَّا يَعْلَمِ اللَّهُ الَّذِينَ جَاهَدُوا مِنْكُمْ وَلَمْ يَتَّخِذُوا مِنْ دُونِ اللَّهِ وَلَا رَسُولِهِ وَلَا الْمُؤْمِنِينَ وَلِيجَةً وَاللَّهُ خَبِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ (16)}.
16- Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenlerle Allah’tan, Rasûlünden ve mü’minlerden başkasını dost ve sırdaş edinmeyenleri bilip ortaya çıkarmadan bırakılıvereceğinizi mi sandınız? Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.
#
{16} يقول تعالى لعباده المؤمنين بعدما أمرهم بالجهاد: {أم حسبتُم أن تُتْرَكوا}: من دون ابتلاء وامتحان وأمر بما يَبينُ به الصادقُ والكاذب، {ولما يَعْلَمِ اللهُ الذين جاهدوا منكم}؛ أي: علماً يظهر مما في القوة إلى الخارج؛ ليترتَّب عليه الثواب والعقاب، فيعلم الذين يجاهدون في سبيله لإعلاء كلمته، {ولم يتَّخذوا من دون الله ولا رسولِهِ ولا المؤمنينَ وَليجةً}؛ أي: وليًّا من الكافرين، بل يتَّخذون الله ورسوله والمؤمنين أولياء. فشرع الله الجهادَ ليحصُلَ به هذا المقصود الأعظم، وهو أن يتميَّزَ الصادقون الذين لا يتحيَّزون إلاَّ لدين الله من الكاذبين الذين يزعمون الإيمان وهم يتَّخذون الولائج والأولياء من دون الله ولا رسوله ولا المؤمنين. {والله خبيرٌ بما تعملون}؛ أي: يعلم ما يصير منكم ويصدر، فيبتليكم بما يظهر به حقيقة ما أنتم عليه، ويجازيكم على أعمالكم خيرها وشرِّها.
16. Yüce Allah,
mü’min kullarına cihad emrini verdikten sonra şöyle demektedir: “Yoksa siz” sınanıp denenmeksizin, sizden samimi olanı yalancıdan ayırt edecek emirler verilmeksizin ve böylelikle “Allah içinizden cihad edenlerle Allah’tan, Rasûlünden ve mü’minlerden başkasını dost ve sırdaş edinmeyenleri” kâfirleri dost ve sırdaş edinmeyip Allah’ı, Rasûlünü ve mü’minleri dost ve sırdaş edinenlerle kendi yolunda yalnızca kendi dinini yüceltmek için cihad edenleri
“bilip ortaya çıkarmadan” yani içinizde potansiyel olarak bulunanları mükâfaat ve ceza almayı gerektirecek şekilde dış dünyaya çıkartmaksızın
“bırakılıvereceğinizi mi sandınız?” İşte bu yüzden Yüce Allah, bu en büyük maksadın gerçekleşmesi için cihadı teşrî’ buyurmuştur. Bu maksat, yalnız Allah’ın dininin yanında yer alan gerçek ve samimi mü’minlerle iman iddiasında bulunmakla birlikte Allah’tan, Rasûlünden ve mü’minlerden başkalarını dost ve sırdaş edinen yalancıların birbirinden ayırt edilmesidir.
“Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” Sizin ortaya koyduklarınızı da koyacaklarınızı da çok iyi bilir. Bu yüzden sizi gerçek durumunuzu ortaya koyacak şeylerle imtihan eder, hayrı ile şerri ile amellerinizin karşılığını da verir.
{مَا كَانَ لِلْمُشْرِكِينَ أَنْ يَعْمُرُوا مَسَاجِدَ اللَّهِ شَاهِدِينَ عَلَى أَنْفُسِهِمْ بِالْكُفْرِ أُولَئِكَ حَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ وَفِي النَّارِ هُمْ خَالِدُونَ (17) إِنَّمَا يَعْمُرُ مَسَاجِدَ اللَّهِ مَنْ آمَنَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَأَقَامَ الصَّلَاةَ وَآتَى الزَّكَاةَ وَلَمْ يَخْشَ إِلَّا اللَّهَ فَعَسَى أُولَئِكَ أَنْ يَكُونُوا مِنَ الْمُهْتَدِينَ (18)}.
17- Müşriklerin, kendi küfürlerine kendileri şahit iken Allah’ın mescidlerini imar etme hakları yoktur. Onların amelleri boşa gitmiştir ve onlar ebediyen ateşte kalacaklardır.
18- Allah’ın mescitlerini ancak Allah’a ve âhiret gününe iman eden, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve Allah’tan başkasından korkmayan kimseler imar eder. İşte bunların doğru yola erenlerden olmaları umulur.
#
{17} يقول تعالى: {ما كان}؛ أي: ما ينبغي، ولا يليق {للمشركين أن يَعْمُروا مساجد الله}: بالعبادة والصلاة وغيرها من أنواع الطاعات، والحالُ أنهم شاهدون ومقرُّون على أنفسهم بالكفر بشهادة حالهم وفِطرهم وعِلْمِ كثيرٍ منهم أنهم على الكفر والباطل؛ فإذا كانوا {شاهدين على أنفسهم بالكفر} وعدم الإيمان الذي هو شرط لقَبول الأعمال؛ فكيف يزعُمون أنهم عمارُ مساجد الله؛ والأصل منهم مفقودٌ والأعمال منهم باطلةٌ؟! ولهذا قال: {أولئك حَبِطَتْ أعمالهم}؛ أي: بطلت وضلت. {وفي النار هم خالدون}.
17.
“Müşriklerin, kendi küfürlerine” ve amellerin kabul edilmesinin şartı olan imanı kabul etmediklerine
“kendileri şahit iken Allah’ın mescitlerini” ibadet, namaz ve buna benzer çeşitli itaatler ile
“imar etme hakları yoktur.” Bu, onlara yaraşan bir şey değildir. Zira onlar, kendilerinin gerek durumlarının, gerekse fıtratlarının tanıklığı ile küfür üzere bulunduklarına tanıklık ve ikrar ediyorken, içlerinden pek çoğu da küfür ve batıl üzere olduklarını biliyorken Allah’ın mescitlerini imar etmeleri onlara yaraşmaz.
Onlar bu şekilde kâfir olduklarına ve mü’min olmadıklarına şahitlik ediyor iken nasıl Allah’ın mescitlerini imar etmekte oldukları iddiasında bulunabilirler? Amellerinin kabul edilmesine esas olan imanları olmadığına ve amelleri batıl olduğuna göre böyle bir şeyi nasıl iddia edebilirler? İşte bundan dolayı Yüce Allah: “Onların amelleri boşa gitmiştir” batıldır ve dalâlettir
“ve onlar ebediyen ateşte kalacaklardır” buyurmaktadır.
#
{18} ثم ذكر من هم عُمَّار مساجد الله، فقال: {إنَّما يَعْمُرُ مساجدَ الله مَن آمن بالله واليوم الآخر وأقام الصلاة}: الواجبة والمستحبَّة بالقيام بالظَّاهر منها والباطن، {وآتى الزكاة}: لأهلها، {ولم يَخْشَ إلا الله}؛ أي: قَصَرَ خشيته على ربِّه، فكفَّ عن ما حرَّم الله، ولم يقصِّر بحقوق الله الواجبة؛ فوصفهم بالإيمان النافع، وبالقيام بالأعمال الصالحة التي أُمُّها الصلاة والزكاة، وبخشية الله التي هي أصل كلِّ خير؛ فهؤلاء عُمَّار المساجد على الحقيقة وأهلُها الذين هم أهلها. {فعسى أولئك أن يكونوا من المهتدين}: و {عسى} من الله واجبةٌ، وأما مَن لم يؤمن بالله ولا باليوم الآخر ولا عنده خشيةٌ لله؛ فهذا ليس من عمار مساجد الله ولا من أهلها الذين هم أهلُها، وإن زعم ذلك وادَّعاه.
18. Daha sonra Yüce Allah,
Allah’ın mescitlerini gerçekte kimlerin imar ettiklerini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın mescitlerini ancak Allah’a ve âhiret gününe iman eden”, farz ve müstehab namazları, zahirî ve batınî gereklerini yerine getirerek
“namazı dosdoğru kılan, zekâtı” ehil olanlara
“veren ve Allah’tan başkasından korkmayan” yani yalnızca Rabbinden korkarak Allah’ın haram kıldıklarından uzak durup Allah’ın yerine getirilmesi gereken haklarında kusurlu davranmayan
“kimseler imar eder.”
Yüce Allah böylelerini fayda sağlayacak bir imana ve temeli namazla zekât olan salih amelleri yerine getirmekle ve her türlü hayrın esasını oluşturan Allah korkusuna sahip olmakla nitelendirmektedir. İşte böyleleri gerçek anlamı ile mescitleri imar eden ve bu imara ehil olan kimselerdir.
“İşte bunların doğru yola erenlerden olmaları umulur.” Yüce Allah’ın “umulur” anlamındaki buyruklardaki vaadi, muhakkak gerçekleşecek anlamındadır. Allah’a iman etmeyen, âhirete inanmayan, Allah’tan korkmayan bir kimsenin ise Allah’ın mescitlerini imar edenlerden olması ve buna ehil kimselerden sayılması -böyle bir şeyi ileri sürüp iddia etse dahi- söz konusu değildir.
{أَجَعَلْتُمْ سِقَايَةَ الْحَاجِّ وَعِمَارَةَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ كَمَنْ آمَنَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَجَاهَدَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ لَا يَسْتَوُونَ عِنْدَ اللَّهِ وَاللَّهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ (19) الَّذِينَ آمَنُوا وَهَاجَرُوا وَجَاهَدُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنْفُسِهِمْ أَعْظَمُ دَرَجَةً عِنْدَ اللَّهِ وَأُولَئِكَ هُمُ الْفَائِزُونَ (20) يُبَشِّرُهُمْ رَبُّهُمْ بِرَحْمَةٍ مِنْهُ وَرِضْوَانٍ وَجَنَّاتٍ لَهُمْ فِيهَا نَعِيمٌ مُقِيمٌ (21) خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا إِنَّ اللَّهَ عِنْدَهُ أَجْرٌ عَظِيمٌ (22)}.
19- Siz, hacılara su vermeyi ve Mescid-i Haram’ın imarını Allah’a ve âhiret gününe inanan ve Allah yolunda cihad eden kimse
(nin ameli) ile bir mi tutuyorsunuz? Bunlar Allah nezdinde bir değildir. Allah zalim topluluğa yol göstericilik etmez.
20- İman eden, hicret eden, Allah yolunda malları ve canları ile cihad edenler, Allah katında daha büyük bir dereceye sahiptir. Kurtuluşa erenler de işte onlardır.
21- Rableri, onları katından bir rahmet, hoşnutluk ve cennetlerle müjdeler ki orada onlar için bitmez tükenmez nimetler vardır.
22- Onlar orada ebediyen kalacaklardır. Şüphesiz ki Allah katında büyük bir mükâfat vardır.
#
{19} لما اختلف بعضُ المسلمين أو بعضُ المسلمين وبعضُ المشركين في تفضيل عِمارة المسجد الحرام بالبناء والصلاة والعبادة فيه وسقاية الحاجِّ على الإيمان بالله والجهاد في سبيله؛ أخبر الله تعالى بالتفاوتِ بينهما، فقال: {أجعلتُم سِقايةَ الحاجِّ}؛ أي: سقيهم الماء من زمزم؛ كما هو المعروف إذا أطلق هذا الاسم أنه المراد، {وعِمارةَ المسجدِ الحرام كمن آمَنَ بالله واليوم الآخر وجاهَدَ في سبيل الله لا يستوون عند الله}: فالجهادُ والإيمان بالله أفضلُ من سقاية الحاجِّ وعمارة المسجد الحرام بدرجاتٍ كثيرةٍ؛ لأنَّ الإيمان أصلُ الدين وبه تُقبل الأعمال وتزكو الخصال، وأمَّا الجهاد في سبيل الله؛ فهو ذروة سنام الدين، [الذي] به يُحفظ الدين الإسلامي ويتَّسع، ويُنْصَر الحقُّ ويُخْذَل الباطل، وأمَّا عِمارة المسجد الحرام وسقاية الحاجِّ؛ فهي، وإن كانت أعمالاً صالحةً؛ فهي متوقِّفة على الإيمان، وليس فيها من المصالح ما في الإيمان والجهاد؛ فلذلك قال: {لا يستوونَ عند الله واللهُ لا يَهْدي القوم الظالمين}؛ أي: الذين وَصْفُهُمُ الظلمُ، الذين لا يَصْلُحون لقبول شيء من الخير، بل لا يليق بهم إلا الشرُّ.
19. Bazı müslümanlar yahut bazı müslümanlarla bazı müşrikler, Mescid-i Haram’ın binasının yapılması, orada namaz kılınıp ibadet edilmesi suretiyle imar edilmesi ile hacılara su vermenin, Allah’a imana ve Allah yolunda cihada nispetle üstünlüğü hususunda anlaşmazlığa düşünce Yüce Allah,
bu ikisi arasında fark bulunduğunu haber vererek şöyle buyurmuştur:
“Siz hacılara su vermeyi” Zemzem suyu içirmeyi -zira bu ifade
(سقاية) mutlak olarak kullanıldığı zaman hacılara Zemzem suyu vermeyi ifade eder- ”ve Mescid-i Haram’ın imarını Allah’a ve âhiret gününe inanan ve Allah yolunda cihad eden kimse
(nin ameli) ile bir mi tutuyorsunuz? Bunlar Allah nezdinde bir değildir.” Çünkü cihad ve Allah’a iman etmek, hacılara Zemzem suyu içirmekten ve Mescid-i Haram’ı imar etmekten kat kat daha üstündür. Zira iman, dinin temelidir. Ameller onunla kabul olunur ve güzel hasletler onunla gelişir. Allah yolunda cihad ise bu dinin zirvesini teşkil eder. Onun vasıtası ile İslâm dini muhafaza edilir ve yayılır, hak zafere ulaşır ve batıl yenik düşürülür.
Mescid-i Haram’ı imar etmek ile hacılara su vermek ise -her ne kadar salih amel olsalar dahi- bunların kabul edilmesi, iman şartına bağlıdır. Bu işlerdeki menfaatler hiçbir zaman iman ve cihadın özellik ve menfaatlerini taşımaz.
İşte bundan dolayı Yüce Allah devamla şöyle buyurmaktadır: “Bunlar Allah nezdinde bir değildir. Allah zalim topluluğa yol göstericilik etmez.” Yani Yüce Allah, zalim olan, hayır namına herhangi bir şey kabul etmeye elverişli olmayan, aksine kendilerine şerden başka bir şey yaraşmayan kimseleri doğru yola iletmez.
Daha sonra Yüce Allah üstünlük sebebini açıkça ifade ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{20} ثم صرح بالفضل فقال: {الذين آمنوا وهاجروا وجاهدوا في سبيل الله بأموالهم}: بالنفقة في الجهاد وتجهيز الغزاة، {وأنفسهم}: بالخروج بالنفس، {أعظمُ درجةً عند الله وأولئك هم الفائزون}؛ أي: لا يفوز بالمطلوب، ولا ينجو من المرهوب إلاَّ مَنْ اتَّصف بصفاتهم، وتخلَّق بأخلاقهم.
20.
“İman eden, hicret eden, Allah yolunda” cihad ve gazileri donatmak için
“malları”nı harcayan “ve canları ile” fiilen savaşa çıkarak
“cihad edenler, Allah katında daha büyük bir dereceye sahiptir. Kurtuluşa erenler de işte onlardır.” Yani umduklarını elde edenler, korktuklarından kurtulabilenler ancak onların niteliklerini taşıyan ve onların ahlâkı ile ahlâklanan kimselerdir.
#
{21} {يبشِّرُهم ربُّهم}: رحمةً منه وكرماً وبرًّا بهم واعتناء ومحبة لهم، {برحمة منه}: أزال بها عنهم الشرور، وأوصل إليهم بها كلَّ خير، {ورضوانٍ}: منه تعالى عليهم، الذي هو أكبر نعيم الجنة وأجلُّه، فيُحِلُّ عليهم رضوانه؛ فلا يسخط عليهم أبداً، {وجناتٍ لهم فيها نعيمٌ مقيمٌ}: من كلِّ ما اشتهته الأنفس وتَلَذُّ الأعين مما لا يَعْلَمُ وصفَه ومقداره إلا الله تعالى، الذي منه أنَّ الله أعدَّ للمجاهدين في سبيله مائة درجةٍ، ما بين كلِّ درجتين كما بين السماء والأرض، ولو اجتمع الخلقُ في درجةٍ واحدةٍ منها؛ لَوَسِعَتْهم.
21.
“Rableri, onları katından” bir lütuf, kerem, iyilik, ihtimam, sevgi olmak üzere
“bir rahmet” ki onun sayesinden onlardan kötülükleri uzaklaştırır ve onları her türlü hayra ulaştırır
“hoşnutluk” ki o, cennet nimetlerinin en büyüğü ve en üstünüdür. Allah cennetliklerden razı olur ve bir daha ebediyyen onlara gazap etmez “ve cennetlerle müjdeler ki orada onlar için” canların çektiği, gözlerin zevk aldığı, nitelik ve miktarını Allah’tan başka hiçbir kimsenin bilmediği her türlü
“bitmez tükenmez nimetler vardır.” Ki bunlardan biri şöyledir: Yüce Allah kendi yolunda cihad edenler için yüz derece hazırlamıştır ki her iki derece arası gök ile yer arası kadar uzaktır ve eğer bütün insanlar bu derecelerden sadece birisinde toplanacak olurlarsa orası, onların hepsini içine alır.
#
{22} {خالدين فيها أبداً}: لا ينتقلون عنها ولا يبغون عنها حِوَلاً. {إنَّ الله عندَه أجرٌ عظيمٌ}: لا تُستغرب كثرتُه على فضل الله، ولا يُتَعَجَّب من عظمه وحسنه على من يقول للشيء كن فيكون.
22.
“Onlar orada ebediyen kalacaklardır.” Oradan başka bir yere gitmezler ve yerlerinin değiştirilmesini de istemezler.
“Şüphesiz ki Allah katında büyük bir mükâfat vardır.” Bu mükâfatın büyüklüğü, Allah’ın lütfuna kıyasla garipsenmez. Zira dilediği şeyi “Ol!” deyip var eden yüce Zat’a nispetle bu lütuf ve ihsanının büyüklüğü ve güzelliği şaşılacak bir şey değildir.
{يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا آبَاءَكُمْ وَإِخْوَانَكُمْ أَوْلِيَاءَ إِنِ اسْتَحَبُّوا الْكُفْرَ عَلَى الْإِيمَانِ وَمَنْ يَتَوَلَّهُمْ مِنْكُمْ فَأُولَئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ (23) قُلْ إِنْ كَانَ آبَاؤُكُمْ وَأَبْنَاؤُكُمْ وَإِخْوَانُكُمْ وَأَزْوَاجُكُمْ وَعَشِيرَتُكُمْ وَأَمْوَالٌ اقْتَرَفْتُمُوهَا وَتِجَارَةٌ تَخْشَوْنَ كَسَادَهَا وَمَسَاكِنُ تَرْضَوْنَهَا أَحَبَّ إِلَيْكُمْ مِنَ اللَّهِ وَرَسُولِهِ وَجِهَادٍ فِي سَبِيلِهِ فَتَرَبَّصُوا حَتَّى يَأْتِيَ اللَّهُ بِأَمْرِهِ وَاللَّهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ (24)}.
23- Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa babalarınızı ve kardeşlerinizi
(bile) dost edinmeyin. İçinizden kim onları dost edinirse işte onlar zalimlerin ta kendileridirler.
24-
De ki: “Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, durgunluğa uğramasından korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden meskenler sizin için Allah’tan, Rasûlünden ve O’nun yolunda cihaddan daha sevimli ise o halde Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.”
#
{23} يقول تعالى: {يا أيُّها الذين آمنوا}: اعملوا بمقتضى الإيمان؛ بأن توالوا من قام به وتعادوا من لم يَقُم به. و {لا تتَّخذوا آباءكم وإخوانكم}: الذين هم أقرب الناس إليكم، وغيرهم من باب أولى وأحرى؛ فلا تتَّخذوهم {أولياء إن استحبُّوا}؛ أي: اختاروا على وجه الرِّضا والمحبَّة، {الكفر على الإيمان ومَن يتولَّهم منكم فأولئك هم الظالمون}: لأنَّهم تجرَّؤوا على معاصي الله، واتَّخذوا أعداء الله أولياء، وأصلُ الولاية المحبَّة والنُّصرة، وذلك أنَّ اتِّخاذهم أولياء موجب لتقديم طاعتهم على طاعة الله ومحبتهم على محبة الله ورسوله.
23.
“Ey iman edenler!” İman esasını yerine getirenleri dost edinmek, onu gerçekleştirmeyenleri de düşman edinmek sureti ile imanın gereğini yerine getirin ve
“eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa” küfrü severek ve hoşnutlukla imana tercih ediyorlarsa, insanların size en yakınları olan
“babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) dost edinmeyin.” insanların size en yakınlarının durumu buysa diğerler kafirlerin dost edinilmemesi öncelikle söz konusudur.
“İçinizden kim onları dost edinirse işte onlar zalimlerin ta kendileridirler.” Çünkü bunlar Allah’a isyanı gerektiren işleri yapma cesaretini göstermiş ve Allah’ın düşmanlarını dost edinmişlerdir.
Dost edinmenin aslı, sevgi duymak ve yardım edip desteklemektir.
Buradaki yasağın sebebi şudur: Onları dost edinmek onlara itaat etmeyi Allah’a itaat etmenin önüne, onları sevmeyi de Allah ve Rasûlünü sevmenin önüne geçirmeyi gerektirir. İşte bundan dolayı Yüce Allah,
bu yasağı gerektiren sebebi de söz konusu etmektedir ki o da şudur: Allah’ı ve Rasûlünü sevmek, bu sevgiyi her türlü sevginin önüne geçirmeyi ve her şeyi onlara tâbi kabul etmeyi gerektirir. Bundan dolayı Yüce Allah, bir sonraki âyet-
i kerimede şöyle buyurmaktadır:
#
{24} ولهذا ذكر السبب الموجب لذلك، وهو أن محبَّة الله ورسوله يتعيَّن تقديمهُما على محبَّة كلِّ شيء، وجعلُ جميع الأشياء تابعةً لهما، فقال: {قلْ إن كان آباؤكم}: ومثلهم الأمهات، {وإخوانُكم}: في النسب والعشرة، {وأزواجكم وعشيرتكم}؛ أي: قراباتكم عموماً، {وأموالٌ اقْتَرَفْتُموها}؛ أي: اكتسبتموها وتعبتم في تحصيلها، خصَّها بالذِّكر لأنها أرغب عند أهلها، وصاحبها أشدُّ حرصاً عليها ممَّن تأتيه الأموال من غير تعبٍ ولا كدٍّ. {وتجارةٌ تخشَوْن كسادها}؛ أي: رخصها ونقصها، وهذا شاملٌ لجميع أنواع التجارات والمكاسب من عروض التجارات من الأثمان والأواني والأسلحة والأمتعة والحبوب والحروث والأنعام وغير ذلك. {ومساكنُ ترضَوْنَها}: من حُسِنها وزخرفتها وموافقتها لأهوائكم؛ فإن كانت هذه الأشياء {أحبَّ إليكم من الله ورسولِهِ وجهادٍ في سبيله}: فأنتم فَسَقَةٌ ظَلَمَةٌ، {فتربَّصوا}؛ أي: انتظروا ما يَحِلُّ بكم من العقاب، {حتَّى يأتيَ الله بأمره}: الذي لا مَرَدَّ له. {والله لا يهدي القوم الفاسقين}؛ أي: الخارجين عن طاعة الله، المقدِّمين على محبَّة الله شيئاً من المذكورات.
وهذه الآية الكريمة أعظم دليل على وجوب محبَّة الله ورسوله، وعلى تقديمهما على محبَّة كلِّ شيء، وعلى الوعيد الشديد والمَقت الأكيد على مَنْ كان شيءٌ من [هذه] المذكورات أحبَّ إليه من الله ورسوله وجهادٍ في سبيله، وعلامة ذلك أنَّه إذا عرض عليه أمران: أحدُهما يحبُّه الله ورسوله وليس لنفسه فيه هوىً. والآخرُ تحبُّه نفسه وتشتهيه ولكنَّه يفوِّت عليه محبوباً لله ورسوله أو ينقصه؛ فإنَّه إن قدم ما تهواه نفسه على ما يحبُّه الله؛ دلَّ على أنه ظالمٌ تاركٌ لما يجب عليه.
24.
“De ki: Eğer babalarınız” ve aynı şekilde anneleriniz
“oğullarınız” gerek nesep gerek arkadaşlık bağınız olan
“kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz” yani genel olarak bütün akrabalarınız
“kazandığınız” elde ettiğiniz ve kazanmak için çalışıp çabaladığınız
“mallar” özellikle kazanılan malların söz konusu edilmesi, malı çalışıp çabalamadan ve yorulmadan ele geçiren kimseye nispetle çalışarak kazanan kişinin, malına daha tutkun olması ve onu daha çok sevmesinden dolayıdır “durgunluğa uğramasından” yani karı azalıp eksilmesinden
“kortuğunuz ticaret” bu, aynı zamanda para, kap kacak, silah, ticari mallar, tahıllar, ekinler, davarlar vb. gibi çeşitli ticaret malları ile türlü kazanç yollarının tümünü kapsar,
“ve” güzelliği, lüks olması, istek ve arzunuza uygunluğu dolayısı ile “hoşunuza giden meskenler” işte bu gibi şeyler
“sizin için Allah’tan, Rasûlünden ve O’nun yolunda cihaddan daha sevimli ise” böyle bir durumda siz yoldan çıkmış fasıklar ve zalimler olmuşsunuz demektir ki
“o halde” geri çevrilmesi mümkün olmayan “Allah’ın emri gelinceye kadar” yani başınıza gelecek olan azabı
“bekleyedurun. Allah fasıklar topluluğunu” Allah’a itaat sınırlarının dışına çıkan ve sözü geçen şeylerden herhangi birisini Allah’ı sevmekten öne geçiren kimseleri
“hidâyete erdirmez.”
Bu âyet-i kerime Allah’ı ve Rasûlünü sevmenin farz olduğuna, onlara duyulan sevginin her şeyden önce gelmesi gerektiğine, sözü geçen şeylerden herhangi birisini Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha çok seven kimsenin çok ağır bir tehdit ve kesin bir gazaba maruz kalacağına dair en büyük delildir.
Böyle bir sevginin alameti ise şudur: Bir kimsenin önüne birisi Allah ve Rasûlünün sevdiği ama kendi nefsinin arzu ve isteklerine uymayan bir iş, diğeri ise nefsinin sevip arzuladığı, bununla birlikte Allah ve Rasûlünün sevdiği bir şeyi gerçekleştirmesine kısmen ya da tamamen engel olan bir başka iş çıktığı taktirde eğer o, nefsinin arzuladığı şeyi diğerinden öne geçirip ona öncelik tanırsa işte bu, o kimsenin yerine getirmesi gereken farzı terk eden zalim bir kişi olduğunun delilidir.
{لَقَدْ نَصَرَكُمُ اللَّهُ فِي مَوَاطِنَ كَثِيرَةٍ وَيَوْمَ حُنَيْنٍ إِذْ أَعْجَبَتْكُمْ كَثْرَتُكُمْ فَلَمْ تُغْنِ عَنْكُمْ شَيْئًا وَضَاقَتْ عَلَيْكُمُ الْأَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ ثُمَّ وَلَّيْتُمْ مُدْبِرِينَ (25) ثُمَّ أَنْزَلَ اللَّهُ سَكِينَتَهُ عَلَى رَسُولِهِ وَعَلَى الْمُؤْمِنِينَ وَأَنْزَلَ جُنُودًا لَمْ تَرَوْهَا وَعَذَّبَ الَّذِينَ كَفَرُوا وَذَلِكَ جَزَاءُ الْكَافِرِينَ (26) ثُمَّ يَتُوبُ اللَّهُ مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ عَلَى مَنْ يَشَاءُ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ (27)}.
25- Andolsun ki Allah birçok yerde ve
(özellikle de) Huneyn gününde size yardım etmiştir. Hani
(o gün) çokluğunuz sizi böbürlendirmişti de bunun size hiçbir faydası olmamıştı. Yeryüzü genişliğine rağmen başınıza dar gelmişti. Sonra da arkanızı dönüp kaçmıştınız.
26- Sonra Allah, Rasûlüne ve mü’minlere sekînetini indirmişti. Sizin görmediğiniz ordular da indirip kâfirlere azap etmişti. Kâfirlerin cezası işte budur.
27- Sonra Allah, bunun ardından dilediğine tevbe nasip eder. Allah Ğafurdur, Rahimdir.
Yüce Allah, mü’min kullarına düşmanlarla karşılaştıkları pek çok yerde, savaş ve çarpışmaların kızıştığı bir çok alanda yardımcı olduğunu belirterek onlara olan lütfunu hatırlatmaktadır. Öyle ki O, oldukça sıkıntılı bir hale düştükleri, savaştan kaçışın ve çözülmenin bütün genişliğine rağmen yeryüzünü başlarına dar ettiği Huneyn gününde bile onlara yardım etmişti. Şöyle ki Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Mekke’yi fethettiği sırada, Hevazin kabilesinin kendisi ile savaşmak üzere bir araya toplandıklarını duydu. Bunun üzerine hem Mekke’yi fetheden ashabı ile birlikte hem de Mekke halkından İslâm’a girmiş bulunan ve tulakâ/azatlılar diye adlandırılan kimselerle onların üzerine yürüdü. Müslümanların sayısı on iki bin, müşriklerin sayısı ise dört bin idi. Bu nedenle bazı müslümanlar çokluklarından dolayı böbürlenerek: “Şüphesiz bugün azlıktan dolayı yenilgiye uğramayız” dediler. Ancak Hevazinlilerle karşılaştıkları vakit Hevazinliler hep birden müslümanlara saldırınca müslümanlar bozguna uğradılar ve kimse kimseye dönüp bakmaz oldu. Allah Rasûlü ile birlikte ancak yüz kişi kadar sebat gösterdi ve bunlar müşriklerle çarpışmaya koyuldular. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de katırını müşriklere doğru koşturarak: “Ben peygamberim hiç şüphesiz; ben Abdulmuttalib’in oğlu (torunu)yum” diyordu.[20]
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem müslümanların bu durumu görünce Abbas b. Abdulmuttalib’e Ensar’ ve diğer Müslümanlara seslenmesini emretti. Abbas yüksek sesli birisi idi. Şöyle seslendi: “Ey Semura ashabı (ağaç altında bey’atta bulunanlar)! Ey Bakara suresinin sahipleri!” Müslümanlar onun bu seslenişini işitince aynı anda hep birden geri döndüler ve müşriklerle göğüs göğüse çarpışmaya başladılar. Yüce Allah da müşrikleri müthiş bir bozguna uğrattı. Müslümanlar da müşriklerin karargahlarını ele geçirdiler, kadınlarını esir, mallarını ganimet aldılar.
#
{25} وذلك قوله تعالى: {لقد نَصَرَكم الله في مواطنَ كثيرةٍ ويومَ حنينٍ}: وهو اسمٌ للمكان الذي كانت فيه الوقعة بين مكة والطائف، {إذ أعجبتْكم كثرتُكم فلم تُغْنِ عنكم شيئاً}؛ أي: لم تفِدْكم شيئاً قليلاً ولا كثيراً، {وضاقت عليكم الأرض}: ـ بما أصابكم من الهمِّ والغمِّ حين انهزمتم ـ {بما رَحُبَتْ}؛ أي: على رُحْبها وسَعَتها، {ثم ولَّيْتم مدبرينَ}؛ أي: منهزمين.
25.
İşte Yüce Allah’ın: “Andolsun ki Allah birçok yerde ve (özellikle de) Huneyn gününde size yardım etmiştir” buyruğu bunu anlatmaktadır.
“Huneyn” Mekke ile Taif arasında bu olayın cereyan ettiği yerin adıdır.
“Hani çokluğunuz sizi böbürlendirmişti de bunun size hiçbir faydası olmamıştı.” Az ya da çok size bir fayda sağlamamıştı.
“Yeryüzü genişliğine rağmen” bozguna uğrayınca karşılaştığınız üzüntü ve keder dolayısı ile
“başınıza dar gelmişti. Sonra da” bozguna uğrayarak
“arkanızı dönüp kaçmıştınız.”
#
{26} {ثم أنزل الله سكينَتَه على رسوله وعلى المؤمنين}: والسكينةُ: ما يجعله الله في القلوب وقتَ القلاقل والزلازل والمُفْظِعات مما يثبِّتها ويسكِّنها ويجعلها مطمئنةً، وهي من نعم الله العظيمة على العباد، {وأنزل جنوداً لم تَرَوْها}: وهم الملائكةُ، أنزلهم الله معونةً للمسلمين يوم حنين يثبِّتونهم ويبشِّرونهم بالنصر، {وعذَّب الذين كفروا}: بالهزيمة والقتل واستيلاء المسلمين على نسائهم وأولادهم وأموالهم. {وذلك جزاء الكافرين}: يعذِّبهم الله في الدنيا، ثم يردُّهم في الآخرة إلى عذاب غليظ.
26.
“Sonra Allah Rasûlüne ve mü’minlere” sıkıntılı zamanlarda, sarsıntı esnasında ve dehşet verici hallerde kalplere sükûn ve sebat veren, kalpleri rahat ve huzura kavuşturan ve Allah’ın kullar üzerindeki büyük nimetlerinden birisi olan
“sekînetini indirmişti. Sizin görmediğiniz ordular” yani melekleri Allah Huneyn günü müslümanlara sebat vermek, onları zaferle müjdelemek ve onlara destek olmak üzere
“indirip kâfirlere” bozguna uğrama, öldürülme, müslümanlar tarafından kadınlarının, çocuklarının ve mallarının ele geçirilmesi suretiyle
“azap etmiştir. Kâfirlerin cezası işte budur.” Allah onlara dünya hayatında azap ettikten sonra âhirette de onları oldukça ağır bir azaba duçar edecektir.
#
{27} {ثم يتوبُ الله من بعد ذلك على من يشاءُ}: فتاب الله على كثيرٍ ممَّن كانت الوقعة عليهم، وأتوا إلى النبي - صلى الله عليه وسلم - مسلمين تائبين، فردَّ عليهم نساءهم وأولادهم. {والله غفورٌ رحيمٌ}؛ أي: ذو مغفرةٍ واسعةٍ ورحمةٍ عامةٍ، يعفو عن الذنوب العظيمة للتائبين، ويرحمهم بتوفيقهم للتوبة والطاعة والصفح عن جرائمهم وقَبول توباتهم، فلا ييأسنَّ أحدٌ من رحمته ومغفرته، ولو فعل من الذنوب والإجرام ما فعل.
27.
“Sonra Allah bunun ardından dilediğine tevbe nasip eder.” Allah bu savaşı kaybeden pek çok kimseye tevbe nasip etmiş, onlar da tevbe edip İslâm’a girmek üzere Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e gelmişler, o da onlara kadınlarını ve çocuklarını geri vermişti.
“Allah Ğafurdur, Rahimdir.” Yani Yüce Allah'ın mağfireti geniş ve rahmeti engindir. O, tevbe edenlerin pek büyük günahlarını affettiği gibi, onları tevbe ve itaate muvaffak kılmak, günahlarını bağışlamak ve tevbelerini kabul etmekle de onlara merhamet buyurur. Öyleyse sakın hiç kimse -suçları ve günahları ne olursa olsun- O’nun rahmet ve mağfiretinden ümit kesmesin.
{يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِنَّمَا الْمُشْرِكُونَ نَجَسٌ فَلَا يَقْرَبُوا الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ بَعْدَ عَامِهِمْ هَذَا وَإِنْ خِفْتُمْ عَيْلَةً فَسَوْفَ يُغْنِيكُمُ اللَّهُ مِنْ فَضْلِهِ إِنْ شَاءَ إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ حَكِيمٌ (28)}.
28- Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir. Onun için bu yıllarından sonra artık Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar. Eğer fakirlikten korkarsanız
(bilin ki) Allah, dilerse sizi kendi lütfundan zenginleştirir. Şüphesiz Allah Alimdir, Hakimdir.
#
{28} يقول تعالى: {يا أيُّها الذين آمنوا إنما المشركون}: بالله، الذين عبدوا معه غيره {نَجَسٌ}؛ أي: خبثاء في عقائدهم وأعمالهم، وأيُّ نجاسة أبلغُ ممَّن كان يعبد مع الله آلهةً لا تنفع ولا تضرُّ ولا تغني عنه شيئاً، وأعمالهم ما بين محاربةٍ لله وصدٍّ عن سبيل الله ونصرٍ للباطل وردٍّ للحق وعمل بالفساد في الأرض لا في الصلاح؟! فعليكم أن تطهِّروا أشرف البيوت وأطهرها عنهم؛ {فلا يقرَبوا المسجد الحرام بعد عامهم هذا}: وهو سنة تسع من الهجرة، حين حجَّ بالناس أبو بكر الصديق، وبعث النبيُّ - صلى الله عليه وسلم - ابن عمه عليًّا أن يؤذِّن يوم الحجِّ الأكبر ببراءة، فنادى أن لا يحجَّ بعد العام مشركٌ ولا يطوف بالبيت عُريانٌ. وليس المراد هنا نجاسةَ البدن؛ فإن الكافر كغيره طاهر البدن؛ بدليل أن الله تعالى أباح وطء الكتابيَّة ومباشرتها، ولم يأمر بغسل ما أصاب منها ، والمسلمون ما زالوا يباشرون أبدان الكفَّار، ولم يُنْقَل عنهم أنهم تقذَّروا منها تقذُّرهم من النجاسات، وإنما المراد كما تقدَّم نجاستهم المعنويَّة بالشرك؛ فكما أن التوحيد والإيمان طهارةٌ؛ فالشرك نجاسةٌ.
وقوله: {وإن خِفْتُم}: أيُّها المسلمون، {عَيْلَةً}؛ أي: فقراً وحاجة من منع المشركين من قُربان المسجد الحرام؛ بأن تنقطع الأسباب التي بينكم وبينهم من الأمور الدنيويَّة، {فسوف يُغنيكم الله من فضله}: فليس الرزق مقصوراً على باب واحد ومحلٍّ واحد، بل لا ينغلق بابٌ؛ إلاَّ وفُتِحَ غيرُه أبوابٌ كثيرة؛ فإن فضل الله واسع، وجوده عظيم، خصوصاً لمن ترك شيئاً لوجه الكريم؛ فإنَّ الله أكرم الأكرمين، وقد أنجز الله وعده؛ فإنَّ الله أغنى المسلمين من فضله، وبَسَطَ لهم من الأرزاق ما كانوا من أكبر الأغنياء والملوك. وقوله: {إن شاء}: تعليقُ للإغناء بالمشيئة؛ لأن الغنى في الدنيا ليس من لوازم الإيمان، ولا يدلُّ على محبَّة الله؛ فلهذا علَّقه الله بالمشيئة؛ فإنَّ الله يعطي الدنيا من يحبُّ ومن لا يحب، ولا يعطي الإيمان والدين إلا من يحبُّ. {إنَّ الله عليمٌ حكيمٌ}؛ أي: علمه واسعٌ، يعلم مَن يَليق به الغنى ومَن لا يَليق، ويضع الأشياء مواضعها، وينزِلها منازلها.
وتدلُّ الآية الكريمة ـ وهي قوله: {فلا يَقْرَبوا المسجدَ الحرام بعد عامهم هذا} ـ أنَّ المشركين بعدما كانوا هم الملوك والرؤساء بالبيت، ثم صار بعد الفتح الحكم لرسول الله والمؤمنين مع إقامتهم في البيت ومكة المكرمة، ثم نزلت هذه الآية، ولما مات النبيُّ - صلى الله عليه وسلم -؛ أمر أن يُجْلَوا من الحجاز؛ فلا يبقى فيها دينان، وكل هذا لأجل بُعْدِ كلِّ كافر عن المسجد الحرام، فيدخل في قوله: {فلا يقربوا المسجد الحرام بعد عامهم هذا}.
28.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler!” Allah ile birlikte başkasına ibadet eden
“müşrikler ancak bir pisliktir.” İtikat ve amel yönünden pis ve murdar kimselerdir. Allah ile birlikte, fayda sağlamayan, zarar vermeyen ve kişiye gelecek hiçbir zararı önleyemeyen varlıklara ibadet eden, işleri güçleri Allah’a karşı savaş açmak, Allah yolundan alıkoymak, batıla yardım edip hakkı reddetmek, yeryüzünde ıslaha değil fesada çalışmak olan bir kimseden daha pis ne olabilir? O halde sizler de mabedlerin en şerefli ve en temiz olanını onları oraya yaklaştırmamak sureti ile temiz tutmalısınız.
“Onun için bu yıllarından sonra artık Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar.” Sözü edilen yıl, Ebu Bekir es-Sıddik’in hac emirliği yaptığı yıl olan hicretin dokuzuncu yılı idi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem amcasının oğlu Ali’yi de Hacc-ı Ekber günü berâeti
(müşrikler ile ilişkilerin koparıldığını) ilan etmek üzere göndermişti. O da bu yıldan itibaren hiçbir müşrik kimsenin Beyt’i haccedemeyeceğini ve çıplak bir kimsenin Beyt’i tavaf edemeyeceğini ilan etmişti.
Müşriklerin pislik olması, bedenlerinin pis olduğu anlamında değildir. Çünkü başkaları gibi kâfirin de bedeni temizdir. Buna delil ise Yüce Allah’ın Kitap Ehli olan kadınlarla evlenmeyi ve ilişki kurmayı mubah kılması, onların tenine değen yeri yıkmayı da emretmemiş olmasıdır. Müslümanlar da öteden beri kâfirlerin bedenlerine temas etmişlerdir. Ancak necasetlerden sakındıkları gibi onların tenlerine değinmekten sakındıklarına dair herhangi bir şey nakledilmemiştir. O nedenle buradaki pislikten maksat -önceden geçtiği gibi- şirkten kaynaklanan manevi pisliktir. Nasıl ki tevhid ve iman bir temizliktir, şirk de bir pisliktir.
Ey müslümanlar!
“Eğer fakirlikten” müşriklerin Mescid-i Haram’a yaklaşmasının engellenmesi dolayısı ile sizinle onlar arasındaki dünyevi bağların kopmasından ötürü fakir ve muhtaç düşmekten
“korkarsanız (bilin ki) Allah dilerse sizi kendi lütfundan zenginleştirir.” Çünkü rızık yalnızca tek bir kapıya ve tek bir yere münhasır değildir. Aksine bir kapı kapandı mı mutlaka onun dışında pek çok kapılar açılır. Yüce Allah’ın lütfu pek geniştir. O’nun cömertliği ve ihsanı pek büyüktür. Özellikle de O’nun rızası için herhangi bir şeyi terk edenlere karşı Allah, cömertlerin en cömerdidir. Yüce Allah verdiği bu sözünü gerçekleştirmiş, müslümanları kendi lütfundan zenginleştirmiş, onlara bol ve geniş rızıklar ihsan etmiştir. Bu ihsan dolayısı ile de onlar, en büyük zenginler ve hükümdarlar arasına girmişlerdir.
“Dilerse” buyruğu, zengin kılmanın ilahî meşîete bağlı olduğunu ifade etmektedir. Çünkü dünyada zengin olmak, imanın gereklerinden değildir. Yüce Allah, zengin kıldığı kimseyi seviyor diye bir şey de yoktur. Bundan dolayı Yüce Allah, bu zengin kılmayı kendi dilemesine bağlı olarak söz konusu etmiştir. Allah, dünyalığı sevdiği ve sevmediği herkese verirken, imanı ve dini ancak sevdiği kimselere verir.
“Şüphesiz Allah Alimdir.” O’nun ilmi pek geniştir. Kimin zenginliğe layık olduğunu, kimin layık olmadığını bilir.
“Hakimdir” O, hikmeti gereği her şeyi yerli yerince koyar ve onlara hak ettiği değeri verir.
Yüce Allah’ın: “Onun için bu yıllarından sonra artık Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar” buyruğu, müşriklerin önceleri Beytullah’ın başkan ve yöneticileri olduğunu, Mekke fethedildikten sonra ise yönetimin Allah Rasûlünün ve mü’minlerin eline geçtiğini, müşriklerin de Beytullah’ın çevresinde ve Mekke-i Mükerreme’de ikamet etmeye devam ettiklerini ortaya koymaktadır. Bundan sonra ise işte bu âyet-i kerime nazil olmuştur. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de vefatının hemen öncesinde müşriklerin Hicaz bölgesinden sürülmelerini ve o bölgede iki farklı dinin bir arada olmamasını emretmişti. Bütün bunlar, her çeşit kâfirin Mescid-i Haram’dan uzak olması içindir ve bu,
Yüce Allah’ın: “Onun için bu yıllarından sonra artık Mescid-i Harama yaklaşmasınlar” buyruğunun kapsamına girmektedir.
{قَاتِلُوا الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَلَا بِالْيَوْمِ الْآخِرِ وَلَا يُحَرِّمُونَ مَا حَرَّمَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ وَلَا يَدِينُونَ دِينَ الْحَقِّ مِنَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ حَتَّى يُعْطُوا الْجِزْيَةَ عَنْ يَدٍ وَهُمْ صَاغِرُونَ (29)}.
29- Kendilerine kitap verilmiş olup da Allah’a ve âhiret gününe iman etmeyen, Allah’ın ve Rasûlünün haram kıldığını haram saymayan ve hak dini din olarak kabul etmeyenlerle kendi elleri ile zelil bir halde cizye verinceye kadar savaşın.
#
{29} هذه الآية أمرٌ بقتال الكفار من اليهود والنصارى من {الذين لا يؤمنون بالله ولا باليوم الآخر}: إيماناً صحيحاً يصدِّقونه بأفعالهم وأعمالهم، {ولا يحرِّمون ما حرَّم الله}: فلا يتَّبعون شرعه في تحريم المحرمات، {ولا يَدينون دين الحقِّ}؛ أي: لا يدينون بالدين الصحيح، وإن زعموا أنهم على دين؛ فإنه دينُ غير الحق؛ لأنه إما دين مبدَّل وهو الذي لم يشرعه الله أصلاً، وإمَّا دينٌ منسوخٌ قد شرعه الله ثم غيَّره بشريعة محمد - صلى الله عليه وسلم -، فيبقى التمسُّك به بعد النسخ غير جائز. فأمَرَهُ بقتال هؤلاء وحثَّ على ذلك لأنَّهم يدعون إلى ما هم عليه، ويحصل الضرر الكثير منهم للناس، بسبب أنهم أهل كتاب. وغَيَّا ذلك القتال: {حتى يُعطوا الجزيةَ}؛ أي: المال الذي يكون جزاءً لترك المسلمين قتالهم وإقامتهم آمنين على أنفسهم وأموالهم بين أظهر المسلمين، يؤخذ منهم كلَّ عام كلٌّ على حسب حاله من غني وفقير ومتوسط؛ كما فعل ذلك أمير المؤمنين عمر بن الخطاب وغيره من أمراء المؤمنين. وقوله: {عن يدٍ}؛ أي: حتى يبذلوها في حال ذُلِّهم، وعدم اقتدارهم، ويعطوها بأيديهم، فلا يرسلون بها خادماً، ولا غيره، بل لا تُقبل إلاَّ من أيديهم. {وهم صاغرونَ}: فإذا كانوا بهذه الحال، وسألوا المسلمين أن يُقِرُّوهم بالجزية وهم تحت أحكام المسلمين وقهرهم، وحال الأمن من شرِّهم وفتنتهم، واستسلموا للشروط التي أجراها عليهم المسلمون، مما ينفي عزَّهم وتكبُّرَهم وتوجب ذلَّهم وصَغارهم؛ وجب على الإمام أو نائبه أن يعقدَها لهم، وإلاَّ؛ بأن لم يفوا ولم يعطوا الجزية عن يدٍ وهم صاغرون؛ لم يَجُزْ إقرارهم بالجزية، بل يقاتَلون حتى يُسْلِموا.
واستدل بهذه الآية الجمهور الذين يقولون: لا تؤخذ الجزية إلاَّ من أهل الكتاب؛ لأنَّ الله لم يذكر أخذ الجزية إلاَّ منهم، وأمَّا غيرهم؛ فلم يذكر إلا قتالهم حتى يسلموا. وأُلْحِق بأهل الكتاب في أخذ الجزية وإقرارهم في ديار المسلمين المجوس؛ فإنَّ النبيَّ - صلى الله عليه وسلم - أخذ الجزية من مجوس هَجَرَ، ثم أخذها أمير المؤمنين عمر من الفرس المجوس.
وقيل: إن الجزية تُؤخذ من سائر الكفار من أهل الكتاب وغيرهم؛ لأنَّ هذه الآية نزلت بعد الفراغ من قتال العرب المشركين والشروع في قتال أهل الكتاب ونحوهم، فيكون هذا القيد إخباراً بالواقع لا مفهوم له، ويدلُّ على هذا أن المجوس أخذت منهم الجزية وليسوا أهل كتاب، ولأنَّه قد تواتر عن المسلمين من الصحابة ومَنْ بعدهم أنهم يَدْعون من يقاتلونهم إلى إحدى ثلاث: إمَّا الإسلام، أو أداء الجزية، أو السيف؛ من غير فرق بين كتابيٍّ وغيره.
29. Bu âyet-i kerime, yahudi ve hıristiyanlardan oluşan kâfirlerle savaşmayı emretmektedir. Bunlar
“Kendilerine kitap verilmiş olup da Allah’a ve âhiret gününe” amelleri ile tasdik edecek şekilde sağlıklı bir imanla
“iman etmeyen, Allah’ın ve Rasûlünün haram kıldığını haram saymayan” haram kılınan şeyler hususunda onun şeriatına uymayan
“ve hak dini din olarak kabul etmeyenlerle” yani doğru dini kabul etmeyen kimselerle… Her ne kadar kendilerinin bir dine sahip olduklarını iddia etseler de onların dini hak değildir. Çünkü bunların tuttukları din ya değişikliğe uğratılmış ve Yüce Allah’ın hiçbir şekilde teşrî buyurmadığı bir dindir yahut da Yüce Allah tarafından teşrî edilmiş olmakla birlikte Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in şeriatı ile neshedilmiş bir dindir. O halde artık neshedilmesinden sonra o dine bağlılık caiz olmaz. İşte bundan dolayı Yüce Allah, Peygamber’e bu gibi kimselerle savaşmasını emretmiş ve buna teşvik etmiştir. Çünkü bu kitap ehli kimseler, başkalarını da üzerinde bulundukları yola çağırmaktadırlar ve Kitap ehli olmalarından ötürü de insanlara daha çok zararları dokunmaktadır.
Bu savaş onlar
“kendi elleri ile cizye verinceye” kadardır. Cizye ise müslümanların onlarla savaşmayı bırakmalarına ve onların da can ve mal emniyetine sahip olarak müslümanlar arasında yaşamalarına karşılık alınan bir maldır. Bu mal her yıl bir defa herkesten zenginliğine, fakirliğine ve orta halli oluşuna göre alınır. Nitekim mü’minlerin emiri Ömer b. Hattab ile diğer mü’minlerin emirleri de böyle yapmışlardır.
Yüce Allah’ın: “Kendi elleri ile zelil bir halde” ifadesine gelince bu, onlar bunu zelil ve iktidar sahibi olmadıkları bir halde, ayrıca hizmetçi veya bir başkası ile göndermek yerine bizzat kendi elleri ile ödeyinceye kadar demektir. Zira bu cizye onlardan ancak bizzat onların kendi elleri ile vermeleri halinde kabul olunur.
İşte onlar bu şekilde müslümanlardan cizyelerinin kabul edilmesini isteyip müslümanların yönetimleri ve idaresi altına girerseler ve böylelikle onların kötülüklerinden ve fitnelerinden yana güven duyulup da izzet ve tekebbürlerini ortadan kaldıran, onun yerine zelil ve hakir olmalarını gerektiren şartlara teslimiyet gösterirlerse, devlet başkanının yahut da onun vekilinin onlarla cizye akdi yapması farz olur. Eğer bu şartları yerine getirmeyecek olur da zelil bir halde kendi elleri ile cizyeyi vermezlerse onlardan cizye kabul etmek caiz olmaz, bilakis onlarla savaşılır. Ta ki İslam’ı ya da cizyeyi kabul edinceye kadar.
Bu âyet-i kerimeyi cumhûr ulema,
şu görüşlerine delil göstermişlerdir: Cizye ancak kitap ehlinden alınır. Çünkü Yüce Allah ancak onlardan cizye alınacağını söz konusu etmiştir. Onların dışında kalanlarla ise müslüman oluncaya kadar savaşmaktan başka bir hüküm söz konusu etmemiştir.
Cizye karşılığı müslümanların yurdunda yaşamalarına imkân tanınması bakımından Mecusiler de Kitap Ehli gibi mütalaa edilmişlerdir. Zira Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, Hecer Mecusilerinden cizye aldığı gibi daha sonra mü’minlerin emiri de İranlı Mecusilerden cizye almıştır.
[21]
Cizyenin hem Kitap Ehlinden hem de onların dışında kalan diğer kâfirlerden alınacağı da söylenmiş ve bu şöyle izah edilmiştir: Çünkü bu âyet-i kerime müşrik Araplar ile savaşın bitiminden ve Kitap Ehli ve onlara benzer kimselerle savaşmaya başlanmasından sonra inmiştir. O halde bu kayıttan kasıt, mefhumu değil sadece vakıayı haber vermektir. Nitekim Kitap Ehli olmadıkları halde Mecusilerden cizye alınmış olması da buna delildir. Diğer taraftan ashab-ı kiram ve onlardan sonra gelen müslümanlardan tevâtüren nakledilegeldiği üzere onlar,
savaştıkları kimseleri şu üç husustan birisini kabule davet ederlerdi: İslâm’a girmek yahut cizye vermek veya savaş. Bu konuda da Kitap Ehli kimselerle başkaları arasında herhangi bir ayırım gözetmemişlerdir.
{وَقَالَتِ الْيَهُودُ عُزَيْرٌ ابْنُ اللَّهِ وَقَالَتِ النَّصَارَى الْمَسِيحُ ابْنُ اللَّهِ ذَلِكَ قَوْلُهُمْ بِأَفْوَاهِهِمْ يُضَاهِئُونَ قَوْلَ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ قَبْلُ قَاتَلَهُمُ اللَّهُ أَنَّى يُؤْفَكُونَ (30) اتَّخَذُوا أَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ أَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللَّهِ وَالْمَسِيحَ ابْنَ مَرْيَمَ وَمَا أُمِرُوا إِلَّا لِيَعْبُدُوا إِلَهًا وَاحِدًا لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ سُبْحَانَهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ (31) يُرِيدُونَ أَنْ يُطْفِئُوا نُورَ اللَّهِ بِأَفْوَاهِهِمْ وَيَأْبَى اللَّهُ إِلَّا أَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ (32) هُوَ الَّذِي أَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَلَوْ كَرِهَ الْمُشْرِكُونَ (33)}.
30-
Yahudiler: “Uzeyr, Allah’ın oğludur” dediler.
Hristiyanlar da: “(İsa) Mesih Allah’ın oğludur” dediler. Bu, onların ağızlarında geveledikleri sözleridir ki o, daha önceki kâfirlerin sözlerine benziyor. Allah onları kahretsin! Nasıl da döndürülüyorlar?
31- Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını ve râhiplerini rabler edindiler, bir de Meryem oğlu Mesih’i... Halbuki sadece bir tek ilâha ibadet etmekle emrolunmuşlardı. Zira O’ndan başka
(hak) ilâh yoktur. O, onların ortak koşmalarından münezzehtir.
32- Allah’ın nurunu ağızlarıyla söndürmek istiyorlar. Halbuki Allah kendi nurunu tamamlamaktan başkasına razı olmaz. Kâfirler hoşlanmasa bile.
33- O dini bütün dinlere üstün kılmak için Rasûlünü hidâyet ve hak din ile gönderen O’dur. Müşrikler hoşlanmasa bile.
#
{30} لما أمر تعالى بقتال أهل الكتاب ذكر من أقوالهم الخبيثة ما يهيج المؤمنين الذين يغارون لربهم ولدينه على قتالهم والاجتهاد وبذل الوسع فيه، فقال: {وقالتِ اليهود عزيرٌ ابن الله}: وهذه المقالة وإن لم تكن مقالة لعامَّتهم؛ فقد قالها فرقةٌ منهم، فيدلُّ ذلك على أنَّ في اليهود من الخبث والشرِّ ما أوصلهم إلى أن قالوا هذه المقالة التي تجرؤوا فيها على الله وتنقَّصوا عظمته وجلاله. وقد قيل: إن سبب ادِّعائهم في عزير أنه ابن الله: أنه لما تسلَّط الملوك على بني إسرائيل ومزَّقوهم كلَّ ممزَّق وقتلوا حَمَلَةَ التوراة؛ وَجَدوا عُزيراً بعد ذلك حافظاً لها أو أكثرها ، فأملاها عليهم من حفظِهِ، واستنسَخوها. فادَّعوا فيه هذه الدعوى الشنيعة. وقالت النصارى: عيسى ابن مريم {ابنُ الله}، قال الله تعالى: {ذلك}: القول الذي قالوه، {قولُهم بأفواهِهِم}: لم يقيموا عليه حجَّة ولا برهاناً، ومَنْ كان لا يُبالي بما يقول لا يُسْتَغْرَبُ عليه أي قول يقوله؛ فإنه لا دين ولا عقل يحجُزُه عما يريد من الكلام، ولهذا قال: {يضاهِئون}؛ أي: يشابهون في قولهم هذا {قولَ الذين كفروا من قبلُ}؛ أي: قول المشركين الذين يقولون الملائكة بنات الله، تشابهت قلوبهم فتشابهت أقوالهم في البطلان. {قاتلهم الله أنَّى يُؤفكَونَ}؛ أي: كيف يُصرفون عن الحقِّ الصرف الواضح المبين إلى القول الباطل المبين؟!
30. Yüce Allah, Kitap Ehli ile savaşma emrini verdikten sonra,
mü’minlerin Rableri ve dinleri için gayrete gelerek onlarla savaşmalarını ve bu hususta bütün güç ve takatlerini ortaya koymalarını sağlamak için onların çirkin sözlerini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Yahudiler: Uzeyr Allah’ın oğludur, dediler.” Bu söz, her ne kadar onların tümünün söyledikleri bir söz değilse de onların bir kesimi bunu söylemişlerdir. Bu, yahudilerin Allah’a karşı oldukça küstah bir ifade olan bu sözü söyleyerek O’nun azamet ve celaline halel düşürecek bir noktaya varacak kadar kötü ve şerli olduklarını göstermektedir.
Denildiğine göre onların Uzeyr’in Allah’ın oğlu olduğu iddiasında bulunmalarının sebebi şudur: Krallar, İsrailoğullarına musallat olup onları darmadağın ettiler ve Tevrat’ı bilenleri de öldürdüler. Bundan sonra İsrailoğulları Uzeyr’in, Tevrat’ın tamamını ya da büyük bir bölümünü ezbere bildiğini gördüler. O, Tevrat’ı onlara ezberinden okudu, onlar da okuduklarını yazdılar. Bunun üzerine onun hakkında bu çirkin iddiada bulundular.
“Hristiyanlar da: Mesih” Meryem oğlu İsa
“Allah’ın oğludur, dediler.” Yüce Allah bu sözlere karşılık olarak şöyle buyurmaktadır: Onların söyledikleri
“bu” sözler “onların ağızlarında geveledikleri sözleridir ki” buna dair herhangi bir delil ve bir belge ortaya koyamamaktadırlar. Ne söylediğine aldırış etmeyen kimselerin söyledikleri sözler de garip karşılanmaz. Çünkü bu gibi kimselerin, kendilerini istediklerini söylemekten alıkoyacak ne dini duyguları ne de akılları yoktur.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
Onların bu sözleri
“daha önceki kâfirlerin sözlerine” yani
“Melekler Allah’ın kızlarıdır” diyen müşriklerin sözlerine
“benziyor”, böylelikle onların kalpleri birbirine benzediği gibi bu sözleri de batıl oluş açısından birbirini andırmaktadır. “Allah onları kahretsin! Nasıl da döndürülüyorlar?” Yani onlar nasıl olur da bu apaçık olan haktan apaçık batıl olan sözlere döndürülüyor ve saptırılıyorlar?
#
{31} وهذا وإن كان يُستغرب على أمةٍ كبيرةٍ كثيرة أن تتَّفق على قول يدلُّ على بطلانه أدنى تفكُّر وتسليطٍ للعقل عليه؛ فإن لذلك سبباً، وهو أنهم {اتَّخذوا أحبارهم}: وهم علماؤهم، {ورهبانَهم}؛ أي: العباد المتجردين للعبادة، {أرباباً من دون الله}: يُحِلُّون لهم ما حرَّم الله فيُحِلُّونه، ويحرِّمون لهم ما أحلَّ الله فيحرِّمونه، ويَشْرعون لهم من الشرائع والأقوال المنافية لدين الرسل، فيتَّبعونهم عليها، وكانوا أيضاً يغلون في مشايخهم وعُبادهم، ويعظِّمونهم، ويتَّخذون قبورهم أوثاناً تُعبد من دون الله، وتُقصد بالذبائح والدُّعاء والاستغاثة. {والمسيحَ ابن مريم}: اتَّخذوه إلهاً من دون الله، والحال أنَّهم خالفوا في ذلك أمر الله لهم على ألسنة رسله، فما {أُمِروا إلا لِيَعْبُدوا إلهاً واحداً لا إله إلَّا هو}: فيُخلصون له العبادة والطاعة ويخصُّونه بالمحبَّة والدُّعاء، فنبذوا أمر الله، وأشركوا به ما لم يُنَزِّلْ به سلطاناً. {سبحانه}: وتعالى {عمَّا يُشركون}؛ أي: تنزَّه وتقدَّس وتعالت عظمتُه عن شركهم وافترائهم؛ فإنَّهم ينتقِصونه في ذلك ويصِفونه بما لا يَليق بجلاله، والله تعالى العالي في أوصافه وأفعاله عن كل ما نُسِبَ إليه مما يُنافي كماله المقدَّس.
31. Azıcık düşünme ve akıl yormanın bile batıl olduğunu gösterdiği bu türden bir iddiada bulunmak, sayıca çok ve büyük bir ümmet için garip karşılansa da böyle bir iddiada bulunmalarının bir sebebi vardır.
O da şudur: “Onlar Allah’ı bırakıp hahamlarını” alimlerini
“ve râhiplerini” yani kendilerini her şeyden soyutlayarak ibadete vermiş abidlerini
“rabler edindiler.” Âlim ve rahiplerini rabler edinmeleri şöyle olmuştu: Bu âlim ve rahipler, Allah’ın haram kıldığı bir şeyi onlara helâl kıldığı zaman onlar onu helâl sayıyorlardı; Allah’ın helâl kıldığı bir şeyi haram kıldıkları zaman da onu haram kabul ediyorlardı. Âlim ve rahipleri, peygamberlerin dinine aykırı olan birtakım sözler söyleyip hükümler koyunca onlar bu hususlarda onlara uyuyorlardı. Aynı şekilde onlar hocaları, şeyhleri ve kendilerini ibadete vermiş olan abidleri hususunda aşarılığa kaçıyor, onları tazim ediyor, kabirlerini Allah’ın dışında ibadet edilen, kurban kesilen, kendilerine dua edilip yardım istenen putlar haline getiriyorlardı.
“bir de Meryem oğlu Mesih’i...” Meryem oğlu Mesih’i ise Allah’ın dışında bir ilah edinmişlerdi. Ancak onlar bu hususta Allah’ın peygamberleri vasıtası ile kendilerine vermiş olduğu emirlere muhalefet ediyorlardı.
Bu yüzden Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Halbuki sadece bir tek ilâha ibadet etmekle emrolunmuşlardı.” Böylelikle ibadet ve itaatlerini yalnızca O’na halis kılmak, sevgi ve duaları ile yalnızca O’na yönelip boyun eğmekle emrolunmuşlardı. Onlar ise Allah’ın emrini bir kenara bırakarak, O’na hakkında herhangi bir delil indirmediği şeyleri ortak koştular.
“O, onların ortak koşmalarından münezzehtir.” yücedir, mukaddestir. O’nun azameti, onların şirklerinden de iftiralarından da çok çok yücedir. Çünkü onlar, bu hususlarda Allah’ın şanına yakışmayan, celâline yaraşmayan niteliklerle O’nu vasfediyorlar. Halbuki Yüce Allah hem sıfatlarında hem de fiillerinde kemal derecesindeki kudsiyetine aykırı düşen ve kendisine nispet edilen her türlü noksanlıktan yüce ve münezzehtir.
#
{32} فلما تبيَّن أنه لا حُجَّة لهم على ما قالوه ولا برهاناً لما أصَّلوه، وإنَّما هو مجرَّد قول قالوه وافتراء افتروه؛ أخبر أنَّهم {يريدون} بهذا {أن يُطفئوا نور الله بأفواههم}: ونورُ الله دينُه الذي أرسل به الرسل وأنزل به الكتب، وسمَّاه الله نوراً لأنَّه يُستنار به في ظلمات الجهل والأديان الباطلة؛ فإنَّه علمٌ بالحقِّ وعملٌ بالحقِّ، وما عداه فإنه بضدِّه؛ فهؤلاء اليهود والنصارى ومَنْ ضاهاهم من المشركين، يريدون أن يطفِئوا نور الله بمجرَد أقوالهم التي ليس عليها دليلٌ أصلاً. {ويأبى اللهُ إلَّا أن يُتِمَّ نوره}: لأنه النور الباهر، الذي لا يمكن لجميع الخلق لو اجتمعوا على إطفائِهِ أن يطفئوه، والذي أنزله جميع نواصي العباد بيده، وقد تكفَّل بحفظه مِن كلِّ مَن يريده بسوء، ولهذا قال: {ويأبى الله إلا أن يُتِمَّ نوره ولو كره الكافرون}: وسَعَوا ما أمكنهم في ردِّه وإبطاله؛ فإنَّ سعيهم لا يضرُّ الحقَّ شيئاً.
32. Onların iddialarına dâir herhangi bir delilleri bulunmadığı, itikadî bir esas olarak kabul ettikleri bu hususa dâir herhangi bir belgelerinin olmadığı; aksine iddialarının yalnızca geveledikleri bir söz ve uydurdukları bir iftira olduğu ortaya çıktığından dolayı Yüce Allah,
onların bu durumunun nedenini şöyle haber vermektedir: Onlar bu yaptıklarıyla
“Allah’ın nurunu” peygamberlerle gönderdiği ve kitaplarında indirdiği dinini
“ağızlarıyla söndürmek istiyorlar.”
Yüce Allah’ın dinine
“nur” adını vermesi, cehaletin ve batıl dinlerin karanlıklarında onunla aydınlanılmasından dolayıdır. Çünkü Allah’ın dini, hakkı bilmek ve o hak gereğince amel etmektir. Onun dışındaki her şey bunun zıddınadır. İşte yahudiler, hristiyanlar ve onların benzeri olan diğer müşrikler, Allah’ın nurunu asla delillendirilemeyecek türden asılsız sözlerle söndürmek istemektedirler.
“Halbuki Allah kendi nurunu tamamlamaktan başkasına razı olmaz.” Çünkü o, bütün insanlar söndürmek üzere bir araya gelecek olsalar dahi söndürmelerine imkân bulunmayan göz kamaştırıcı bir nurdur. O nuru indiren ise bütün kulların idaresini elinde tutan mutlak hakimdir ve O, bu nuru ona kötülük vermek isteyen herkese karşı korumayı taahhüt etmiştir.
İşte bundan dolayı Yüce Allah: “Halbuki Allah kendi nurunu tamamlamaktan başkasına razı olmaz. Kâfirler hoşlanmasa bile.” buyurmaktadır. Onlar bu nuru geri çevirmek ve söndürmek için bütün imkânlarını ortaya koysalar dahi onların bu çalışıp çabalamalarının hakka en ufak bir zararı olmayacaktır.
#
{33} ثم بيَّن تعالى هذا النور الذي قد تكفَّل بإتمامه وحفظه، فقال: {هو الذي أرسلَ رسولَه بالهدى}: الذي هو العلم النافع، {ودينِ الحقِّ} الذي هو العمل الصالح، فكان ما بعث الله به محمداً - صلى الله عليه وسلم - مشتملاً على بيان الحقِّ من الباطل في أسماء الله وأوصافه وأفعاله، وفي أحكامه وأخباره، والأمر بكلِّ مصلحةٍ نافعة للقلوب والأرواح والأبدان؛ من إخلاص الدين لله وحده، ومحبة الله وعبادته، والأمر بمكارم الأخلاق ومحاسن الشيم والأعمال الصالحة والآداب النافعة، والنهي عن كلِّ ما يضادُّ ذلك ويناقضه من الأخلاق والأعمال السيِّئة المضرَّة للقلوب والأبدان والدنيا والآخرة، فأرسله الله بالهدى ودين الحقِّ؛ {لِيُظْهِرَهُ على الدين كلِّه ولو كره المشركون}؛ أي: ليعليه على سائر الأديان؛ بالحجة والبرهان، والسيف والسنان، وإن كره المشركون ذلك، وبَغَوا له الغوائل، ومكروا مكرهم؛ فإنَّ المكر السيئ لا يضرُّ إلا صاحبه؛ فَوَعْدُ اللهِ لا بدَّ أن ينجِزَه وما ضَمِنَهُ لا بدَّ أن يقوم به.
33. Daha sonra Yüce Allah,
tamamlamayı ve korumayı taahhüt ettiği bu nurun mahiyetini açıklayarak şöyle buyurmaktadır: “O dini bütün dinlere üstün kılmak için Rasûlünü” faydalı ilmin kendisi olan
“hidâyet ve” salih amelin kendisi olan
“hak din ile gönderen O’dur.”
Allah’ın, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ile gönderdiği din; Allah’ın isimleri, sıfatları, fiilleri, hükümleri ve haberleri hususunda hakkı beyânı içerir; kalpler, ruhlar ve bedenler için faydalı olan dinin yalnızca Allah’a halis kılınması, Allah’ı sevip O’na ibadet etmek, ahlâkın üstün değerlerini ve güzel erdemleri, salih amelleri, faydalı adabı emreder; bunun zıddını teşkil eden ve bununla çelişen her türlü kötü ahlakı, kalplere, bedenlere, dünya ve âhirete zarar veren amelleri yasaklar. İşte Yüce Allah, Peygamberini böyle bir hidâyet ve böyle bir hak din ile göndermiştir ve
“müşrikler hoşlanmasa bile” onu
“bütün dinlere üstün” kılacaktır. Yani bu dini gerek delil ve belge ile gerekse kılıç ve silah gücü ile diğer dinlerin üstüne çıkaracaktır. Müşrikler isterse bundan hoşlanmasınlar, isterse bu dine karşı her türlü engeli çıkarsınlar, hile ve tuzaklarını ortaya koysunlar. Hiç şüphesiz hile ve tuzaklar, ancak onları ortaya koyanlara zarar verir. Yüce Allah’ın vaadinin gerçekleşmesi muhakkaktır. O, taahhüdünü mutlaka yerine getirir.
{يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِنَّ كَثِيرًا مِنَ الْأَحْبَارِ وَالرُّهْبَانِ لَيَأْكُلُونَ أَمْوَالَ النَّاسِ بِالْبَاطِلِ وَيَصُدُّونَ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ وَالَّذِينَ يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ وَالْفِضَّةَ وَلَا يُنْفِقُونَهَا فِي سَبِيلِ اللَّهِ فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ (34) يَوْمَ يُحْمَى عَلَيْهَا فِي نَارِ جَهَنَّمَ فَتُكْوَى بِهَا جِبَاهُهُمْ وَجُنُوبُهُمْ وَظُهُورُهُمْ هَذَا مَا كَنَزْتُمْ لِأَنْفُسِكُمْ فَذُوقُوا مَا كُنْتُمْ تَكْنِزُونَ (35)}.
34- Ey iman edenler! Hahamların ve rahiplerin birçoğu insanların mallarını batıl yollarla yerler ve Allah yolundan alıkoyarlar. Altın ve gümüşü yığıp biriktiren ve onları Allah yolunda infak etmeyenler var ya onlara can yakıcı bir azabı müjdele!
35- O gün bunlar, cehennem ateşinde kızdırılacak da onların alınları,
böğürleri ve sırtları onlarla dağlanacak ve onlara: “İşte kendiniz için yığıp biriktirdikleriniz! Haydi, biriktirdiğiniz şeyleri tadın bakalım!” denecek.
#
{34} هذا تحذيرٌ من الله تعالى لعباده المؤمنين عن كثيرٍ من الأحبار والرُّهبان؛ أي: العلماء والعباد الذين يأكلون أموال الناس بالباطل؛ أي: بغير حقٍّ ويصدُّون عن سبيل الله؛ فإنَّهم إذا كانت لهم رواتب من أموال الناس، أو بَذَلَ الناس لهم من أموالهم؛ فإنه لأجل علمهم وعبادتهم ولأجل هُداهم وهدايتهم، وهؤلاء يأخذونها ويصدُّون الناس عن سبيل الله، فيكون أخذهم لها على هذا الوجه سُحتاً وظُلماً؛ فإنَّ الناس ما بذلوا لهم من أموالهم إلا ليدُلُّوهم على الطريق المستقيم، ومن أخذهم لأموال الناس بغير حقٍّ أن يُعطوهم ليفْتوهم، أو يحكموا لهم بغير ما أنزل الله؛ فهؤلاء الأحبار والرُّهبان لِيُحْذَرْ منهم هاتان الحالتان: أخذهم لأموال الناس بغير حقٍّ، وصدُّهم الناس عن سبيل الله.
{والذين يكنِزون الذَّهب والفضَّة}؛ أي: يمسكونهما، {ولا يُنفقونها في سبيل الله}؛ أي: طرق الخير الموصلة إلى الله، وهذا هو الكنز المحرَّم: أن يمسِكَها عن النفقة الواجبة، كأن يمنع منها الزكاة أو النفقات الواجبة للزوجات أو الأقارب أو النفقة في سبيل الله إذا وجبت؛ {فبشِّرْهم بعذابٍ أليم}.
34.
“Ey iman edenler! Hahamların ve rahiplerin birçoğu…” Bu buyrukla Yüce Allah, mü’min kullarını insanların mallarını batıl yollarla yani haksız şekilde yiyen ve Allah’ın yolundan alıkoyan alim ve abidlerden oluşan haham ve rahiplerin birçoğuna karşı uyarmaktadır. Çünkü bunlar, insanların mallarından birtakım maaşlar alıyor yahut da insanlar bunlara kendi mallarının bir kısmını veriyorlarsa hiç şüphesiz bunun sebebi, onların ilimleri, ibadetleri, hidâyette olmaları ve doğru yola iletmeleridir. Bunlar ise bu malları almakla birlikte insanları Allah’ın yolundan alıkoymaktadırlar. Dolayısı ile onların bu malları almaları bir haksız kazanç ve zulümdür. Çünkü insanların bunlara mallarını gönül hoşluğu ile vermelerinin tek amacı, kendilerine Sırat-ı Müstakimi göstermelerini istemeleridir. Onların insanların mallarını haksızca alış şekillerinden birisi de Allah’ın indirdiğinden başka şekillerde fetva yahut da hüküm verme karşılığında mal almalarıdır.
İşte bu tür haham ile rahiplerden şu iki halleri dolayısı ile sakınmak gerekir: İnsanların mallarını haksız yollarla almaları ve Allah’ın yolundan alıkoymaları.
“Altın ve gümüşü yığıp biriktiren” saklayan
“ve onları Allah yolunda” yani Allah'a ulaştıran hayır yollarında
“infak etmeyenler var ya…” Burada haram kılınan mal biriktirme
(كنز), kişinin üzerine farz olan harcamayı yapmayıp bundan kaçınmasıdır. İşte haram olan budur. Meselâ verilmesi gereken zekâtı vermemek yahut eşlere ve akrabaya yönelik farz nafakayı temin etmemek ya da farz olması halinde Allah yolunda infakı terk etmek gibi. İşte
“onlara can yakıcı bir azabı müjdele!”
#
{35} ثم فسَّره بقوله: {يومَ يُحمى عليها}؛ أي: على أموالهم {في نار جهنَّم}: فيُحمى كل دينار أو درهم على حدته، {فتُكوى بها جباهُهم وجنوبُهم وظهورُهم}: في يوم القيامة، كلما بردت؛ أعيدتْ، في يوم كان مقداره خمسين ألف سنة، ويقال لهم توبيخاً ولوماً: {هذا ما كنزتُم لأنفسِكم فذوقوا ما كنتُم تكنِزونَ}: فما ظلمكم، ولكنَّكم ظلمتُم أنفسَكم، وعذَّبتموها بهذا الكنز.
وذكر الله في هاتين الآيتين انحراف الإنسان في ماله، وذلك بأحد أمرين: إما أن ينفِقَه في الباطل الذي لا يُجدي عليه نفعاً، بل لا ينالُه منه إلا الضرر المحض، وذلك كإخراج الأموال في المعاصي والشَّهوات التي لا تُعين على طاعة الله، وإخراجها للصدِّ عن سبيل الله. وإما أن يمسِكَ ماله عن إخراجِهِ في الواجبات، والنهي عن الشيء أمرٌ بضدِّه.
35.
Daha sonra Yüce Allah bu azabı şöylece açıklamaktadır: “O gün bunlar” yani biriktirdikleri mallar, her bir dinar yahut dirhem ayrı ayrı
“cehennem ateşinde kızdırılacak da onların” Kıyamet gününde
“alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak” ve süresi elli bin yıl kadar olan bir günde bunlar soğudukça tekrar kızdırılacaktır.
Ayrıca onlara azarlama ve kınama olmak üzere de şöyle denecek: “İşte kendiniz için yığıp biriktirdikleriniz! Haydi, biriktirdiğiniz şeyleri tadın bakalım.” Size hiçbir şekilde zulmedilmiyor. Ancak sizler, bu mallarınızı infak etmemekle kendinize zulmettiniz ve bundan dolayı azap görmektesiniz.
Yüce Allah, bu iki âyet-i kerimede insanın malı ile ilgili tasarruflarındaki sapmasını söz konusu etmektedir.
Bu da iki türlü olmaktadır: Birincisi, kişiye hiçbir şekilde fayda sağlamayan aksine katıksız zarardan başka bir sonuç getirmeyen batıl yollarda malını harcamaktır. Mesela mallarını Yüce Allah’a itaate yardımcı olmayan, aksine nefsi arzular ve günahlar uğrunda ya da Allah yolundan alıkoymak için harcamak buna örnektir. İkincisi de kişinin malını farz olan yollarda harcamayıp saklamasıdır. Bir şeyin yasaklanması ise onun zıddının emredilmesi demektir.
وقوله: {إِنَّ عِدَّةَ الشُّهُورِ عِنْدَ اللَّهِ اثْنَا عَشَرَ شَهْرًا فِي كِتَابِ اللَّهِ يَوْمَ خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ مِنْهَا أَرْبَعَةٌ حُرُمٌ ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ فَلَا تَظْلِمُوا فِيهِنَّ أَنْفُسَكُمْ وَقَاتِلُوا الْمُشْرِكِينَ كَافَّةً كَمَا يُقَاتِلُونَكُمْ كَافَّةً وَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ مَعَ الْمُتَّقِينَ (36)}.
36- Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısına göre Allah katında ayların sayısı, on ikidir. Bunlardan dördü haram aydır. İşte dosdoğru din budur. O halde bu aylarda nefislerinize zulmetmeyin. Bununla beraber müşrikler sizinle nasıl topluca savaşıyorlarsa siz de onlarla topluca savaşın. Bilin ki Allah takva sahipleriyle beraberdir.
#
{36} يقول تعالى: {إنَّ عدة الشهور عند الله}؛ أي: في قضاء الله وقدره {اثنا عشر شهراً}: وهي هذه الشهور المعروفة {في كتاب الله}؛ أي: في حكمه القدريِّ، {يوم خَلَقَ السموات والأرض}: وأجرى ليلها ونهارها، وقدَّر أوقاتها، فقسمها على هذه الشهور الاثني عشر شهراً. {منها أربعةٌ حُرُم}: وهي رجب الفرد وذو القعدة وذو الحجة والمحرم، وسميتْ حُرُماً لزيادة حرمتها وتحريم القتال فيها. {فلا تظلِموا فيهنَّ أنفسكم}: يُحتمل أن الضمير يعود إلى الاثني عشر شهراً، وأن الله تعالى بيَّن أنه جعلها مقادير للعباد، وأن تُعْمَرَ بطاعته، ويُشْكَرَ الله تعالى على منَّته بها، وتقييضها لمصالح العباد، فلْتَحْذروا من ظلم أنفسكم فيها. ويُحتمل أنَّ الضمير يعود إلى الأربعة الحرم، وأنَّ هذا نهي لهم عن الظُّلم فيها خصوصاً، مع النهي عن الظلم كلَّ وقت؛ لزيادة تحريمها وكون الظُّلم فيها أشدَّ منه في غيرها، ومن ذلك النهي عن القتال فيها على قول من قال: إن القتال في الأشهر الحرم لم يُنسخ تحريمهُ؛ عملاً بالنصوص العامة في تحريم القتال فيها، ومنهم من قال: إن تحريم القتال فيها منسوخ أخذاً بعموم نحو قوله: {وقاتلوا المشركينَ كافَّةً كما يقاتلونَكم كافَّةً}؛ أي: قاتلوا جميع أنواع المشركين والكافرين بربِّ العالمين، ولا تخصُّوا أحداً منهم بالقتال دون أحدٍ، بل اجعلوهم كلَّهم لكم أعداءً كما كانوا هم معكم كذلك قد اتَّخذوا أهل الإيمان أعداءً لهم لا يألونهم من الشرِّ شيئاً، ويحتمل أن {كافَّةً} حالٌ من الواو، فيكون معنى هذا: وقاتلوا جميعكم المشركين، فيكون فيها وجوب النفير على جميع المؤمنين، وقد نُسخت على هذا الاحتمال بقوله: {وما كان المؤمنون لِيَنفِروا كافة ... } الآية. {واعلموا أن الله مع المتقين}: بعونه ونصره وتأييده، فلتحرصوا على استعمال تقوى الله في سرِّكم وعلنكم والقيام بطاعته، خصوصاً عند قتال الكفار؛ فإنه في هذه الحال ربَّما ترك المؤمن العمل بالتقوى في معاملة الكفار الأعداء المحاربين.
36.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı” ve onların gecelerini, gündüzlerini vücuda getirip vakitlerinin miktarlarını tayin ettiği
“günkü yazısına” yani O’nun kaderi hükmüne
“göre Allah katında” yani Allah’ın kaza ve kaderinde
“ayların sayısı, on ikidir.” Allah, bu ayları bildiğimiz bu on iki ay şeklinde taksim etmiştir.
“Bunlardan dördü haram aydır” Bunlar, arkasında başka bir haram ay gelmeyen Receb ile arka arkaya gelen Zülkade, Zülhicce ve Muharrem aylarıdır. Bunlara
“haram” niteliğinin verilmesi, hürmet ve saygınlıklarının fazla oluşu ve bu aylarda savaşmanın haram kılınmasındandır.
“İşte dosdoğru din budur. O halde bu aylarda nefislerinize zulmetmeyin.” Bu ayların zikri geçen
“on iki ay” olması muhtemeldir. Buna göre Allah, bu ayları kulları için süreler olarak takdir etmiş, Allah'a itaat ile şenlendirilmesi ve kulların maslahatı için onları takdir etmesi şeklindeki bu lütuf ve ihsanına karşılık O’na şükredilmesi gerektiğini bildirmiş olmaktadır. O halde bu aylarda kendinize zulmetmekten sakınmalısınız, denmektedir. Bu aylardan kastın “dört haram ay” olması da mümkündür. Buna göre her zaman yasak kılınmış olmasına rağmen zulmün özellikle bu aylarda yasak kılınması, bu ayların hürmetlerinin daha bir ileri ve bu aylardaki zulmün de diğer aylara göre daha ağır olması dolayısı iledir.
Bu aylarda savaşın haram kılındığına dair gelen umum naslarla amel edip bu haramlığın nesholmadığını söyleyenlerin görüşlerine göre bu aylarda savaştan kaçınılmaması da bu zulme dahildir. Bununla beraber kimi alimler, bu aylarda savaşın haram olduğu yönündeki hükmün nesholduğunu söylemişlerdir.
Onlar bu kanaatlerine Yüce Allah’ın şu buyruğu ile benzeri umum buyrukları delil gösterirler: “Bununla beraber müşrikler sizinle nasıl topluca savaşıyorlarsa siz de onlarla topluca savaşın” yani her türlü müşrikle, alemlerin Rabbine küfreden her türlü kâfirle savaşın. Bu konuda kimileri ile savaşırken kimileri ile savaşmamak gibi bir yol izlemeyin. Aksine onların hepsi size karşı düşman oldukları gibi siz de onların hepsini düşman bilin. Çünkü onlar bütün iman ehlini kendilerine düşman bellemişlerdir. Onlara ellerinden gelen her türlü kötülüğü yapmaktan geri kalmazlar.
“Topluca” anlamındaki (كَآفَّةٗ ) kelimesinin, (“savaşın” anlamındaki
(وَقَٰتِلُواْ ) kelimesinin faili olan
“vav”) çoğul zamirinden hal olması ihtimali de vardır. Bu durumda buyruğun anlamı (mealde de esas alındığı üzere) hep birlikte, topluca müşriklerle savaşın, demek olur. Buna göre bütün mü’minlerin savaşa katılmaları farz olur. Bu anlama gelme ihtimaline göre bu buyruk, Yüce Allah’ın: “Mü’minlerin topluca savaşa çıkmaları doğru değildir” (et-Tevbe, 9/122) buyruğu ile neshedilmiş olur.
“Bilin ki Allah” yardımı, zaferi ve desteği ile
“takva sahipleriyle beraberdir.” O halde gizli hallerinizde de alenî hallerde de takvalı olmaya, O’na itaatle amel etmeye bütün gücünüzle gayret etmelisiniz. Bilhassa kâfirlerle savaşırken… Çünkü böyle bir durumda mü’min bir kimsenin savaşçı düşman kâfirlerle ilişkilerinde takvâyı terk etme ihtimali vardır.
{إِنَّمَا النَّسِيءُ زِيَادَةٌ فِي الْكُفْرِ يُضَلُّ بِهِ الَّذِينَ كَفَرُوا يُحِلُّونَهُ عَامًا وَيُحَرِّمُونَهُ عَامًا لِيُوَاطِئُوا عِدَّةَ مَا حَرَّمَ اللَّهُ فَيُحِلُّوا مَا حَرَّمَ اللَّهُ زُيِّنَ لَهُمْ سُوءُ أَعْمَالِهِمْ وَاللَّهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ (37)}.
37- Nesî’ ancak küfürde bir artıştır. Onunla kâfirler saptırılır. Onu bir yıl helâl, bir yıl haram sayarlar ki böylece hem Allah’ın haram kıldığı
(aylara) sayıca uyarlar hem de Allah’ın haram kıldığı
(ayları) helâl sayarlar. Kötü amelleri onlara güzel gösterilmiştir. Allah kâfirler topluluğunu hidâyete erdirmez.
#
{37} النسيء هو ما كان أهلُ الجاهلية يستعملونه في الأشهر الحرم، وكان من جملة بدعهم الباطلة أنهم لما رأوا احتياجهم للقتال في بعض أوقات الأشهر الحرم؛ رأوا بآرائهم الفاسدة أن يحافظوا على عدَّة الأشهر الحرم التي حرَّم الله القتال فيها، وأن يؤخِّروا بعض الأشهر الحرم أو يقدِّموه ويجعلوا مكانه من أشهر الحلِّ ما أرادوا؛ فإذا جعلوه مكانه؛ أحلُّوا القتال فيه، وجعلوا الشهر الحلال حراماً؛ فهذا كما أخبر الله عنهم أنه زيادةٌ في كفرهم وضلالهم؛ لما فيه من المحاذير:
منها: أنَّهم ابتدعوه من تلقاء أنفسهم، وجعلوه بمنزلة شرع الله ودينه، والله ورسوله بريئان منه.
ومنها: أنهم قلبوا الدين، فجعلوا الحلال حراماً والحرام حلالاً.
ومنها: أنهم موَّهوا على الله بزعمهم وعلى عباده، ولَبَسوا عليهم دينهم، واستعملوا الخداع والحيلة في دين الله.
ومنها: أن العوائد المخالفة للشرع مع الاستمرار عليها يزول قبحها عن النفوس، وربَّما ظُنَّ أنها عوائد حسنة، فحصل من الغلط والضلال ما حصل.
ولهذا قال: {يُضَلُّ به الذين كفروا يُحِلُّونه عامًا ويحرِّمونه عامًا لِيواطئوا عدَّةَ ما حرَّمَ الله}؛ أي: ليوافقوها في العدد، {فيُحِلُّوا ما حرَّم الله. زُيِّنَ لهم سوءُ أعمالهم}؛ أي: زينت لهم الشياطين الأعمال السيئة، فرأوها حسنة بسبب العقيدة المزيَّنة في قلوبهم. {والله لا يهدي القوم الكافرين}؛ أي: الذين انصبغ الكفر والتكذيب في قلوبهم، فلو جاءتهم كلُّ آية لم يؤمنوا.
37. Nesî’; cahiliye dönemi insanlarının haram aylar hususundaki bir uygulamasıdır.
Şöyle ki onların uydurdukları batıl bid’atlerler arasında şu da vardı: Onlar haram ayların bazı vakitlerinde savaşmaya ihtyaç duyacak olurlarsa kendi bozuk görüşlerine dayanarak, Allah’ın savaşılmasını haram kıldığı haram ayların sayısını olduğu gibi korumakla birlikte kimi haram ayı erteliyor yahut da öne alıyorlardı ve onun yerine de istedikleri helâl aylardan birini geçiriyorlardı. Bu şekilde ayların yerini değiştirince de haram ayda savaşmayı helâl kabul ediyor ve haram olmayan ayı da haram ay yapıyorlardı. İşte bu -Yüce Allah’ın haklarında haber verdiği gibi- onların küfür ve sapıklıklarındaki bir artıştır.
Çünkü bunda çeşitli mahzurlar vardır:
1. Onlar, bu uygulamayı kendiliklerinden uydurmuş, sonra da bunu Allah’ın şeriatı ve dini mesabesinde kabul etmişlerdi. Halbuki Allah ve Râsulü böyle bir hüküm koymaktan uzaktırlar.
2. Onlar bu uygulamaları ile dinin hükümlerini altüst etmiş, helâli haram, haramı helâl kılmış oluyorlardı.
3. Onlar kendi zanlarına göre hem Allah’ı hem de Allah’ın kullarını kandırmış, dinleri konusunda insanların kafalarını karıştırmış ve Allah’ın dininde hile ve aldatma yolunu izlemiş oluyorlardı.
4. Şeriata aykırı olan âdetler uzun süre sürdürülecek olursa onların çirkin olduğu yönündeki kanaat de zamanla ortadan kalkar. Hatta bunların güzel adetler oldukları dahi zannedilebilir ve bunun sonucunda pek çok yanlışlıklar ve sapıklıklar husule gelir.
İşte bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Onunla kâfirler saptırılır. Onu bir yıl helâl, bir yıl haram sayarlar ki böylece hem Allah’ın haram kıldığı (aylara) sayıca uyarlar hem de Allah’ın haram kıldığı (ayları) helâl sayarlar” yani sayı itibariyle haram aylara uygun düşürüp Allah’ın haram kıldığı ayları da helâl kılmak için böyle yapıyorlardı.
“Kötü amelleri onlara güzel gösterilmiştir.” Yani şeytanlar, kötü amelleri onlara süslemiş ve onları güzel görmelerini sağlamıştır. Buna sebep ise kalplerinde kendilerine süslü ve güzel gösterilen inançlarıdır.
“Allah kâfirler topluluğunu” yani küfür ve yalanlama kalplerine işlemiş olan kafirleri
“hidâyete erdirmez.” Zira böylelerine her türlü âyet ve mucize gelse dahi onlar iman etmezler.
{يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا مَا لَكُمْ إِذَا قِيلَ لَكُمُ انْفِرُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ اثَّاقَلْتُمْ إِلَى الْأَرْضِ أَرَضِيتُمْ بِالْحَيَاةِ الدُّنْيَا مِنَ الْآخِرَةِ فَمَا مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا فِي الْآخِرَةِ إِلَّا قَلِيلٌ (38) إِلَّا تَنْفِرُوا يُعَذِّبْكُمْ عَذَابًا أَلِيمًا وَيَسْتَبْدِلْ قَوْمًا غَيْرَكُمْ وَلَا تَضُرُّوهُ شَيْئًا وَاللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (39)}.
38-
Ey iman edenler! Size ne oldu ki: “Allah yolunda savaşa çıkın” denildiği zaman ağırdan alarak yerinize çakılıp kaldınız? Yoksa ahirete karşılık dünya hayatına mı razı oldunuz? Fakat dünya hayatının faydası âhirete göre pek azdır.
39- Eğer savaşa çıkmazsanız Allah, size can yakıcı bir azapla azap eder, yerinize başka bir kavim getirir ve siz de O’na hiçbir zarar veremezsiniz. Allah, her şeye gücü yetendir.
#
{38} اعلم أنَّ كثيراً من هذه السورة الكريمة نزلت في غزوة تبوك، إذ ندب النبي - صلى الله عليه وسلم - المسلمين إلى غزو الروم، وكان الوقت حارًّا والزاد قليلاً والمعيشة عَسِرة ، فحصل من بعض المسلمين من التثاقل ما أوجب أن يعاتِبَهم الله تعالى عليه ويستنهِضَهم، فقال تعالى: {يا أيُّها الذين آمنوا}: ألا تعملون بمقتضى الإيمان ودواعي اليقين من المبادرة لأمر الله والمسارعة إلى رضاه وجهاد أعدائه والنصرة لدينكم؛ فما {لكم إذا قيلَ لكم انفِروا في سبيل الله اثَّاقَلْتُم إلى الأرض}؛ أي: تكاسلتم وملتم إلى الأرض والدَّعة والسكون فيها. {أرَضيتم بالحياة الدُّنيا من الآخرة}؛ أي: ما حالُكم إلاَّ حال مَن رضي بالدنيا وسعى لها ولم يبال بالآخرة؛ فكأنه ما آمن بها. {فما متاعُ الحياة الدنيا}: التي مالت بكم وقدَّمتموها على الآخرة {إلَّا قليلٌ}: أفليس قد جعل الله لكم عقولاً تزنون بها الأمور؟ وأيُّها أحقُّ بالإيثار؟! أفليست الدنيا من أولها إلى آخرها لا نسبة لها في الآخرة؟! فما مقدار عمر الإنسان القصير جدًّا من الدنيا حتى يجعله الغاية التي لا غاية وراءها فيجعلَ سعيَهُ وكدَّه وهمَّه وإرادته لا يتعدَّى الحياة الدُّنيا القصيرة المملوءة بالأكدار المشحونة بالأخطار؟! فبأيِّ رأي رأيتم إيثارها على الدار الآخرة، الجامعة لكلِّ نعيم، التي فيها ما تشتهيه الأنفس وتلذُّ الأعين وأنتم فيها خالدون؟! فوالله ما آثر الدُّنيا على الآخرة من وَقَرَ الإيمان في قلبه، ولا مَنْ جزل رأيه، ولا من عُدَّ من أولي الألباب.
38. Şu bilinmelidir ki bu şerefli sûrenin büyük bir bölümü Tebûk gazvesi hakkında inmiştir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in müslümanları Bizanslılara karşı yapılan bu gazaya çağırması da sıcak bir döneme rastlamıştı. Azıklar azdı ve geçim de zordu. Bu yüzden de bazı müslümanlar işi ağırdan almışlardı. Bu da Yüce Allah’ın kendilerini azarlamasını ve gayrete getirmesini gerektirmiştir.
Bu yüzden Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler!” Allah’ın emirlerini çabucak yerine getirmek, rızasına hızlıca koşmak, Allah'ın düşmanlarına karşı cihad etmek ve dininize destek olmak gibi imanın ve kesin inancın gereği olan amellerde bulunmayacak mısınız?
“Size ne oldu ki: “Allah yolunda topluca savaşa çıkın” denildiği zaman ağırdan alarak yerinize çakılıp kaldınız?” Tembelleştiniz de rahata ve olduğunuz yerde kalmaya meylettiniz.
“Yoksa ahirete karşılık dünya hayatına mı razı oldunuz?” Yani sizin bu durumunuz, ancak dünya hayatı ile yetinen, onun için çalışan ve âhirete -sanki ona iman etmiyormuşçasına- hiç aldırış etmeyen kimselerin halini andırmaktadır.
“Fakat” sizi kendisine meylettiren ve onu âhiretin önüne geçirmenize sebep olan “dünya hayatının faydası, âhirete göre pek azdır.” Allah, size işleri kendi vasıtası ile ölçmenizi ve hangisinin tercih edilmeye değer olduğunu tespit etmenize yarayacak akıllar vermedi mi? Başından sonuna kadar tüm dünya, âhirete kıyas bile edilmeyecek kadar değersiz değil midir? İnsanın dünya hayatındaki kısacık ömrü ne kadardır ki, kişi onu nihâî bir gaye olarak kabul etsin de bütün çalışmalarını, gayret ve çabalarını, istek ve arzularını, kederlerle dolup tehlikelerle taşan şu kısacık dünya hayatına yöneltsin? Siz, neye dayanarak dünya hayatını canların çektiği, gözlerin zevk aldığı pek çok nimetleri barındıran ve içinde ebedî olarak kalacağınız âhiret yurduna tercih ettiniz? Allah’a andolsun ki, kalbinde imanın yer ettiği, sağlam bir görüşe sahip ve akıllılardan sayılan hiçbir kimse dünya hayatını âhirete tercih etmez.
#
{39} ثم توعدهم على عدم النفير، فقال: {إلَّا تَنفِروا يعذِّبكم عذاباً أليماً}: في الدُّنيا والآخرة؛ فإن عدم النفير في حال الاستنفار من كبائر الذُّنوب الموجبة لأشدِّ العقاب؛ لما فيها من المضارِّ الشديدة؛ فإنَّ المتخلِّف قد عصى الله تعالى، وارتكب لنهيه، ولم يساعد على نصر دين الله، ولا ذبَّ عن كتاب الله وشرعه، ولا أعان إخوانه المسلمين على عدوِّهم الذي يريد أن يستأصلهم ويمحقَ دينهم، وربما اقتدى به غيره من ضعفاء الإيمان، بل ربما فتَّ في أعضاد من قاموا بجهاد أعداء الله؛ فحقيقٌ بمن هذا حاله أن يتوعَّده الله بالوعيد الشديد، فقال: {إلَّا تَنفِروا يعذِّبْكم عذاباً أليماً ويستبدلْ قوماً غيركم}: ثم لا يكونوا أمثالكم، {ولا تضرُّوه شيئاً}؛ فإنه تعالى متكفِّل بنصر دينه وإعلاء كلمته؛ فسواءٌ امتثلتم لأمر الله أو ألقيتموه وراءكم ظِهْرِيًّا. {والله على كل شيء قديرٌ}: لا يعجِزُه شيء أراده ولا يغالبه أحدٌ.
39.
Yüce Allah müminlere savaşa çıkmama konusundaki tehdidini bildirerek şöyle buyurmaktadır: “Eğer savaşa çıkmazsanız Allah, size” dünya ve âhirette
“can yakıcı bir azapla azap eder.” Çünkü savaşa çağırılma esnasında bu çağrıyı kabul etmemek en ağır azabı gerektiren büyük günahlardandır. Çünkü bu, oldukça büyük zararları içermektedir. Zira cihad emrinden geri kalan, Yüce Allah’a karşı gelmiş, O’nun yasakladığı bir şeyi işlemiş, Allah’ın dininin zaferi uğrunda yardıma koşmamış, Allah’ın Kitabını ve şeriatını savunmaya katkıda bulunmamış, kendilerini kökten imha etmeyi ve dinlerini ortadan kaldırmayı isteyen düşmanlarına karşı müslüman kardeşlerine yardımcı olmamış olur. Kendisi dışında imanı zayıf birtakım kimseler de bu konuda ona uyabilir. Hatta bu, Allah’ın düşmanlarına karşı cihad eden kimselerin maneviyatını da kırabilir. İşte bu durumda olan bir kimseye Yüce Allah’ın oldukça ağır bir tehditte bulunması gâyet uygundur.
Bundan dolayı Allah şöyle buyurmaktadır:
“Eğer savaşa çıkmazsanız Allah, size can yakıcı bir azapla azap eder, yerinize başka bir kavim getirir” ki onlar sizin gibi olmazlar
“ve siz de O’na hiçbir zarar veremezsiniz.” Çünkü kendi dinini zafere kavuşturmayı ve kelimesini yüceltmeyi bizzat kendisi üstlenmiştir. Öyleyse Allah’ın emrine ister uyun, isterse de onu elinizin tersiyle itin, siz bilirsiniz!
“Allah, her şeye gücü yetendir.” Murad ettiği hiçbir şeyi gerçekleştirmekten aciz olmadığı gibi hiçbir kimse de O’nu yenik düşüremez.
{إِلَّا تَنْصُرُوهُ فَقَدْ نَصَرَهُ اللَّهُ إِذْ أَخْرَجَهُ الَّذِينَ كَفَرُوا ثَانِيَ اثْنَيْنِ إِذْ هُمَا فِي الْغَارِ إِذْ يَقُولُ لِصَاحِبِهِ لَا تَحْزَنْ إِنَّ اللَّهَ مَعَنَا فَأَنْزَلَ اللَّهُ سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ وَأَيَّدَهُ بِجُنُودٍ لَمْ تَرَوْهَا وَجَعَلَ كَلِمَةَ الَّذِينَ كَفَرُوا السُّفْلَى وَكَلِمَةُ اللَّهِ هِيَ الْعُلْيَا وَاللَّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ (40)}.
40- Eğer siz ona yardım etmezseniz, hiç şüphe yok ki Allah ona yardım etmiştir
(yine eder). Hani kâfirler onu iki kişiden biri olarak
(yurdundan) çıkarmışlardı da ikisi de mağarada idiler ve o,
arkadaşına: “Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir” diyordu.
(İşte o zaman) Allah ona sekînetini indirmiş, onu görmediğiniz ordularla desteklemiş ve kâfirlerin sözünü en aşağılara indirmişti. En yüce olansa, ancak Allah’ın sözüdür. Allah Azizdir, Hakîmdir.
#
{40} أي: إلا تنصروا رسوله محمداً - صلى الله عليه وسلم -؛ فالله غنيٌّ عنكم، لا تضرُّونه شيئاً؛ فقد نصره في أقلِّ ما يكون وَأَذَلِّهِ {إذ أخرجه الذين كفروا}: من مكة، لما همُّوا بقتله وسَعَوا في ذلك وحرصوا أشدَّ الحرص فألجؤوه إلى أن يخرج. {ثاني اثنينِ}؛ أي: هو وأبو بكر الصديق رضي الله عنه. {إذ هما في الغار}؛ أي: لما هربا من مكة؛ لجآ إلى غار ثور في أسفل مكة، فمكثا فيه ليبرد عنهما الطلب؛ فهما في تلك الحالة الحرجة الشديدة المشقَّة حين انتشر الأعداء من كلِّ جانب يطلبونهما ليقتلوهما، فأنزل الله عليهما من نصره ما لا يخطُر على البال. {إذ يقولُ}: النبي - صلى الله عليه وسلم - {لصاحبِهِ}: أبي بكر لما حزن واشتدَّ قلقُه: {لا تحزنْ إنَّ الله معنا}: بعونه ونصره وتأييده، {فأنزل الله سكينَتَه عليه}؛ أي: الثبات والطمأنينة والسكون المثبِّتة للفؤاد، ولهذا لما قلق صاحبه؛ سكَّنه وقال: لا تحزنْ إنَّ الله معنا. {وأيَّده بجنودٍ لم تَرَوْها}: وهي الملائكة الكرام، الذين جعلهم الله حرساً له.
{وجعل كلمةَ الذين كفروا السفلى}؛ أي: الساقطة المخذولة؛ فإنَّ الذين كفروا [قد] كانوا على حَرْدٍ قادرين في ظنِّهم على قتل الرسول - صلى الله عليه وسلم - وأخذه حنقين عليه، فعملوا غاية مجهودهم في ذلك، فخذلهم الله ولم يُتِمَّ لهم مقصودَهم، بل ولا أدركوا شيئاً منه، ونصر الله رسوله بدفعه عنه، وهذا هو النصر المذكور في هذا الموضع؛ فإنَّ النصر على قسمين: نصر المسلمين إذا طمعوا في عدوِّهم بأن يُتِمَّ اللهُ لهم ما طلبوا وقصدوا ويستولوا على عدوِّهم ويظهروا عليهم. والثاني: نصر المستضعَف الذي طمع فيه عدوُّه القادر، فنصْرُ اللهِ إياه أن يردَّ عنه عدوَّه، ويدافع عنه، ولعل هذا النصر أنفع النصرين، ونَصْرُ اللَّهِ رسولَه إذ أخرجه الذين كفروا ثاني اثنين من هذا النوع. وقوله: {وكلمةُ اللهِ هي العليا}؛ أي: كلماته القدريَّة وكلماته الدينيَّة هي العالية على كلمة غيره، التي من جملتها قوله: {وكان حقًّا علينا نَصْرُ المؤمنين}، {إنَّا لننصُرُ رسلَنا والذين آمنوا في الحياة الدُّنيا ويوم يقومُ الأشهادُ}، {وإنَّ جندَنا لهم الغالبون}؛ فدين الله هو الظاهر العالي على سائر الأديان بالحجج الواضحة والآيات الباهرة والسلطان الناصر. {والله عزيزٌ}: لا يغالبه مغالبٌ ولا يفوته هاربٌ، {حكيم}: يضعُ الأشياء مواضعها، ويؤخِّرُ نصرَ حزبه إلى وقتٍ آخر اقتضته الحكمة الإلهية.
وفي هذه الآية الكريمة فضيلة أبي بكر الصديق بخصيصة لم تكن لغيره من هذه الأمة، وهي الفوز بهذه المنقبة الجليلة والصحبة الجميلة، وقد أجمع المسلمون على أنَّه هو المراد بهذه الآية الكريمة، ولهذا عدُّوا من أنكر صحبة أبي بكر للنبي - صلى الله عليه وسلم - كافراً؛ لأنَّه منكر للقرآن الذي صرَّح بها. وفيها فضيلةُ السكينة، وأنها من تمام نعمة الله على العبد في أوقات الشدائد والمخاوف التي تطيش لها الأفئدة، وأنها تكون على حسب معرفة العبد بربِّه وثقته بوعدِهِ الصادق وبحسب إيمانه وشجاعتِهِ. وفيها أنَّ الحزن قد يعرض لخواصِّ عباد الله الصديقين، مع أنَّ الأولى إذا نزل بالعبد أن يسعى في ذهابه عنه؛ فإنه مضعِفٌ للقلب موهِنٌ للعزيمة.
40.
“Eğer siz ona yardım etmezseniz” Yani eğer siz, Allah’ın Rasûlü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e yardım etmeyecek olursanız, Allah’ın size bir ihtiyacı yoktur ve O’na hiçbir zarar vermiş olmazsınız. Zira O, Peygamberine en zayıf ve sayıca en az olduğu durumda iken yardım etmiştir.
“Hani kâfirler onu iki kişiden biri olarak” Ebu Bekir es-Sıddîk radıyallahu anh ile birlikte
“(yurdundan) çıkarmışlardı” onu öldürme kararını verip bunu gerçekleştirmeye çalışarak bu yolda bütün gayretlerini ortaya koymuşlar ve böylece onu Mekke’den çıkmak zorunda bırakmışlardı.
“İkisi de mağarada idiler” Yani Mekke’den kaçtıklarında Mekke’nin aşağı tarafındaki Sevr mağarasına sığındılar ve peşlerinde olanlar vazgeçsin diye orada kalmışlardı. İşte Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile Ebû Bekir, düşmanlarının onları takip etmek ve yakalayıp öldürmek kastı ile dört bir tarafa yayılmış oldukları bu son derece zorlu durumda iken Yüce Allah, üzerlerine hiçbir kimsenin hatırına getiremeyeceği türden bir yardım indirmişti.
“O” Peygamber “arkadaşına” son derecede üzülen ve endişelenen Ebu Bekir radıyallahu anh’a:
“Üzülme, çünkü Allah” yardım, zafer ve desteği ile
“bizimle beraberdir, diyordu. (İşte o zaman) Allah ona sekînetini” kalbini yatıştırıcı huzur, sükûn ve sebatını
“indirmiş”; böylece o da tedirgin olan arkadaşına: “Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir” diyerek onu teskin etmiştir,
“onu görmediğiniz ordularla” Yüce Allah’ın onun için koruyucu olsunlar diye görevlendirdiği melaike-i kiram ile
“desteklemiş ve kâfirlerin sözünü en aşağılara indirmişti” yani düşük ve zelil düşürmüş, eliboş çıkarmıştı. Çünkü kâfirler, Allah Rasûlünü yakalayıp öldüreceklerini zannediyor ve bu maksatlarını gerçekleştireceklerini varsayıyorlardı. Ona karşı kinle dolu idiler. Bu yüzden maksatlarını gerçekleştirmek için de ellerinden gelen her şeyi sonuna kadar yaptılar. Allah ise onları eliboş çevirdi, böylece maksatlarına ulaşamadılar. Hatta amaçladıkları hiçbir şeyi gerçekleştiremediler. Zira Allah düşmanlarına karşı Rasûlünü savunarak ona yardımcı olmuştu. İşte burada sözü edilen yardım budur.
Çünkü yardım iki türlüdür:
Birisi, müslümanlar düşmanları üzerine yürüyünce Yüce Allah’ın onların istek ve maksatlarını gerçekleştirmesi sayesinde düşmanlarını yenik düşürmeleri, ele geçirmeleri ve onlara karşı muzaffer olmaları şeklindeki yardımıdır.
Diğeri ise güçlü olan düşman, zayıf haldeki müslümana zarar vermek istediği zaman Allah’ın o zayıf kimsenin düşmanını ondan uzaklaştırıp bertaraf etmesi, onu savunup koruması şeklindeki yardımıdır. Belki böyle bir yardım, iki yardım türünün daha üstün ve faydalı olanıdır. İşte iki kişinin ikincisi olarak kâfirler tarafından yurdundan çıkartılan Allah Rasûlü’ne Allah’ın gönderdiği yardım da bu türdendir.
“En yüce olansa, ancak Allah’ın sözüdür” Allah’ın kaderî sözleri de dinî sözleri de her zaman için diğer sözlerin üstündedir.
Yüce Allah’ın şu buyrukları da bu sözler arasında yer alır: “Mü’minlere yardım etmek, üzerimize bir haktır.” (er-Rum, 30/47);
“Muhakkak biz Peygamberlerimize ve mü’minlere hem dünya hayatında hem de şahitlerin şahitlik yapacakları günde mutlaka yardım ederiz.” (el-Mumin, 40/51);
“Muhakkak galip olanlar, elbette bizim ordumuzdur.” (es-Saffat, 37/173) O halde Allah’ın dini, apaçık belgeler, göz kamaştırıcı mucizeler ve zafere kavuşturan gücü ile diğer bütün dinlerden üstündür.
“Allah Azizdir” kimse onu yenik düşüremez ve O’ndan kaçan kimse O’ndan kurtulamaz. “Hakimdir” her şeyi yerli yerince koyar. Bazen de kendi taraftarlarına yardımını, ilâhi hikmetin gerektirdiği bir başka vakte erteleyebilir.
Bu âyet-i kerimede Ebû Bekr es-Sıddîk’ın bu ümmet arasında başka hiçbir kimseye nasip olmayan bir özelliğinden kaynaklanan fazileti dile getirilmektedir. Bu ise oldukça üstün bir makamı ve son derece güzel bir arkadaşlığı elde etme özelliğidir. Bütün müslümanlar bu âyet-i kerimede kastedilen kişinin, o olduğunda icma etmişlerdir. Bundan dolayı da Ebû Bekr radıyallahu anh’ın Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in sahabisi olduğunu inkâr eden kimsenin kâfir olduğunu kabul etmişlerdir. Çünkü bunu inkâr eden bir kimse, Kur’an-ı Kerim’in açıkça ifade etmiş olduğu bir gerçeği inkâr etmiş olur.
Yine bu âyet-i kerime ilahî sekînetin faziletini ve bu sekînetin Yüce Allah’ın, kalplerin ne yapacağını bilemediği sıkıntılı ve korku dolu zamanlarda Allah’ın kulu üzerindeki nimetlerini tamamlayıcı unsurlarından biri olduğunu ifade etmekte, yine bu sekînete kulun, Rabbini tanıyıp O’nun hak olan vaadine güveni, imanı ve cesareti oranında mazhar olacağını göstermektedir.
Yine âyet-i kerime Yüce Allah’ın sıddıklık derecesindeki has kullarının da bazen üzüleceklerine delildir. Bununla birlikte evla olan, kulun, üzüntü halinde bunu gidermek için çalışması ve gayret etmesidir. Çünkü üzüntü, kalbi zayıflatır ve kararlılık gücünü azaltır.
{انْفِرُوا خِفَافًا وَثِقَالًا وَجَاهِدُوا بِأَمْوَالِكُمْ وَأَنْفُسِكُمْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ إِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ (41) لَوْ كَانَ عَرَضًا قَرِيبًا وَسَفَرًا قَاصِدًا لَاتَّبَعُوكَ وَلَكِنْ بَعُدَتْ عَلَيْهِمُ الشُّقَّةُ وَسَيَحْلِفُونَ بِاللَّهِ لَوِ اسْتَطَعْنَا لَخَرَجْنَا مَعَكُمْ يُهْلِكُونَ أَنْفُسَهُمْ وَاللَّهُ يَعْلَمُ إِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ (42)}.
41- Ağır ve hafif
(her halde) savaşa çıkın ve Allah yolunda mallarınızla da canlarınızla da cihad edin. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır.
42- Eğer yakın bir menfaat ve orta yollu bir yolculuk olsaydı
(münafıklar) elbette arkandan gelirlerdi. Fakat meşakkatli yol onlara uzak geldi.
“Eğer gücümüz yetseydi elbette biz de sizinle beraber (savaşa) çıkardık” diye Allah’a yemin edeceklerdir. Böylece kendilerini helâke sürüklüyorlar. Halbuki Allah biliyor ki onlar kesinlikle yalancıdırlar.
#
{41} يقول تعالى لعباده المؤمنين مهيِّجاً لهم على النفير في سبيله، فقال: {انفِروا خفافاً وثقالاً}: في العسر واليسر، والمنشط والمكره، والحرِّ والبرد، وفي جميع الأحوال، {وجاهدوا بأموالكم وأنفسِكم في سبيل الله}؛ أي: ابذلوا جهدكم في ذلك، واستفرغوا وُسْعَكم في المال والنفس. وفي هذا دليلٌ على أنه كما يجب الجهادُ في النفس يجب [الجهادُ] في المال حيث اقتضت الحاجة ودعت لذلك. ثم قال: {ذلكم خيرٌ لكم إن كنتم تعلمونَ}؛ أي: الجهاد في النفس والمال خيرٌ لكم من التقاعد عن ذلك؛ لأنَّ فيه رضا الله تعالى والفوز بالدرجات العاليات عنده والنصر لدين الله والدُّخول في جملة جنده وحزبه.
41. Yüce Allah,
mü’min kullarını kendi yolunda cihada çıkmak için gayrete getirip teşvik etmek üzere şöyle buyurmaktadır: “Ağır ve hafif (her halde)” zorluk halinde, kolaylık halinde, hoşunuza gitsin, gitmesin, sıcakta ve soğukta ve bütün hallerde
“savaşa çıkın ve Allah yolunda mallarınızla da canlarınızla da cihad edin.” Bu uğurda bütün gayretinizi ortaya koyun. Mal ve can türünden imkânlarınızı bu uğurda harcayın. Bu buyrukta canla cihad farz olduğu gibi ihtiyaç olması halinde mal ile cihadın da farz olduğuna delil vardır.
Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır.” Can ve mal ile cihad etmek, sizin için cihaddan uzak kalıp oturmaktan daha hayırlıdır. Çünkü cihad, Yüce Allah’ı razı eder. Cihad sayesinde Allah nezdinde üstün derecelere ulaşılır, Allah’ın dinine yardım edilir ve cihadla Allah’ın askerleri ve hizbi arasına girilir.
#
{42} {لو كان}: خروجُهم لطلب عرض قريبٍ أو منفعةٍ دنيويَّة سهلة التناول. أو كان السفرُ {سفراً قاصداً}؛ أي: قريباً سهلاً {لاتَّبعوك}: لعدم المشقَّة الكثيرة، {ولكن بَعُدَتْ عليهم الشُّقَّةُ}؛ أي: طالت عليهم المسافة، وصعب عليهم السفر؛ فلذلك تثاقلوا عنك، وليس هذا من أمارات العبوديَّة، بل العبد حقيقةً المتعبِّدُ لربِّه في كلِّ حال، القائم بالعبادة السهلة والشاقَّة؛ فهذا العبد لله على كلِّ حال. {وسيحلفون بالله لو استطعنا لخرجنا معكم}؛ أي: سيحلفون أن تخلفهم عن الخروج أنَّ لهم عذراً، وأنهم لا يستطيعون ذلك، {يُهْلِكون أنفسَهم}: بالقعود والكذب والإخبار بغير الواقع. {والله يعلم إنَّهم لكاذبونَ}.
وهذا العتاب إنما هو للمنافقين، الذين تخلَّفوا عن النبي - صلى الله عليه وسلم - في غزوة تبوك، وأبدوا من الأعذار الكاذبة ما أبدوا، فعفا النبي - صلى الله عليه وسلم - عنهم بمجرَّد اعتذارهم، من غير أن يمتَحِنهم فيتبيَّن له الصادق من الكاذب، ولهذا عاتبه الله على هذه المسارعة إلى عذرهم، فقال:
42.
“Eğer” onların çıkıp gidecekleri yer “yakın bir menfaat” yani kolaylıkla elde edilebilecek ve çabuk ulaşılabilecek bir dünyevi menfaat ve
“orta yollu bir yolculuk” kolay ve yakın mesafeli bir yolculuk
“olsaydı elbette” çok zorluğu gerektirmeyeceğinden dolayı
“arkandan gelirlerdi. Fakat meşakkatli yol onlara uzak geldi.” Bu kadar uzun mesafeyi uzak gördüler ve böyle bir yolculuğa katlanmak onlara zor geldi. İşte bundan dolayı seninle beraber çıkmayı ağırdan aldılar. Oysa bu, Allah’a kulluğun alâmetlerinden değildir. Aksine gerçek kul, her halde Rabbine ibadet eden, kolay olsun, zor olsun her ibadeti yerine getiren kimsedir. İşte her durumda Allah’a kulluk eden gerçek kul, budur.
“Eğer gücümüz yetseydi elbette biz de sizinle beraber (savaşa) çıkardık, diye Allah’a yemin edeceklerdir.” Yani sizinle birlikte cihada çıkmamaktan dolayı mazeretlerinin bulunduğuna ve buna güçlerinin yetmediğine dair yemin edeceklerdir.
“Böylece” savaşa çıkmayıp oturmakla, yalan söylemekle ve durumlarına dair gerçeğe aykırı beyanda bulunmakla “kendilerini helâke sürüklüyorlar. Halbuki Allah biliyor ki onlar kesinlikle yalancıdırlar.”
Bu ayetteki azarlama, Tebûk gazvesinde Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte gazaya çıkmayıp yalan birtakım mazeretleri dile getiren münafıklara yöneliktir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ise kimin doğru kimin yalancı olduğunu açığa çıkartacak bir şekilde onları sınavdan geçirmeksizin sadece mazeret belirtmeleri üzerine onları affetmişti. Bundan dolayı Yüce Allah Peygamber’in,
onların mazeretlerini kabul etmekte acele davranmasına şöylece serzenişte bulunmaktadır:
{عَفَا اللَّهُ عَنْكَ لِمَ أَذِنْتَ لَهُمْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَكَ الَّذِينَ صَدَقُوا وَتَعْلَمَ الْكَاذِبِينَ (43) لَا يَسْتَأْذِنُكَ الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ أَنْ يُجَاهِدُوا بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنْفُسِهِمْ وَاللَّهُ عَلِيمٌ بِالْمُتَّقِينَ (44) إِنَّمَا يَسْتَأْذِنُكَ الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَارْتَابَتْ قُلُوبُهُمْ فَهُمْ فِي رَيْبِهِمْ يَتَرَدَّدُونَ (45)}.
43- Allah seni affetsin! Doğru söyleyenler sana belli oluncaya ve sen yalancıları bilinceye kadar
(beklemeyip) niçin onlara izin verdin?
44- Allah’a ve âhiret gününe iman edenler, mallarıyla ve canlarıyla cihad
(ı terk) etme konusunda senden izin istemezler. Allah takvâ sahiplerini çok iyi bilendir.
45- Senden ancak Allah’a ve âhiret gününe iman etmeyen, kalpleri şüpheye düşüp de şüphelerinin içinde bocalayıp duran kimseler izin isterler.
#
{43} يقول تعالى لرسوله - صلى الله عليه وسلم -: {عفا الله عنك}؛ أي: سامحك وغفر لك ما أجريت. {لم أذنتَ لهم}: في التخلُّف، {حتَّى يتبيَّن لك الذين صَدَقوا وتعلمَ الكاذبين}: بأن تمتَحِنهم ليتبيَّن لك الصادق من الكاذب، فتعذر من يستحقُّ العذر ممَّن لا يستحقُّ ذلك.
43.
Yüce Allah Rasûlüne hitaben şöyle buyurmaktadır: “Allah seni affetsin!” yani Allah yaptığını bağışlasın ve seni müsamaha ile karşılasın. Cihaddan geri kalma hususunda
“doğru söyleyenler sana belli oluncaya ve sen yalancıları bilinceye kadar (beklemeyip) niçin onlara izin verdin?” Onları kimin doğru, kimin yalancı olduğunu ayırt etmek için sınamadan niye onlara izin verdin? Bu sınama sonucunda da mazur görülmeyi hak eden kimseyi hak etmeyenden ayırt edip hak edenleri mazur görmeliydin.
#
{44} ثم أخبر أن المؤمنين بالله واليوم الآخر لا يستأذنون في ترك الجهاد بأموالهم وأنفسهم؛ لأن ما معهم من الرغبة في الخير والإيمان يحملهم على الجهاد من غير أن يحثَّهم عليه حاثٌّ فضلاً عن كونهم يستأذنون في تركِهِ من غير عذرٍ. {والله عليمٌ بالمتَّقين}: فيجازيهم على ما قاموا به من تقواه، ومن علمه بالمتَّقين أنه أخبر أنَّ من علاماتهم أنهم لا يستأذنون في ترك الجهاد.
44. Daha sonra Yüce Allah, Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimselerin mallarıyla ve canlarıyla cihadı terk etmek amacıyla izin istemeyeceklerini haber vermektedir. Çünkü onların hayır arzuları ve imanları, mazeretsiz olarak cihadı terk etmek için izin istemeleri şöyle dursun, teşvik edici herhangi bir sebep bulunmaksızın dahi onları cihada sevkeder.
“Allah takvâ sahiplerini çok iyi bilendir.” Bu yüzden takvâlı davranışları dolayısı ile onları mükâfatlandıracaktır. Yüce Allah takvâ sahiplerini bildiğinden dolayıdır ki takvâlıların alâmetlerinden birisinin de cihadı terk etmek hususunda izin istememeleri olduğunu bildirmiştir.
#
{45} {إنما يستأذنك الذين لا يؤمنون بالله واليوم الآخر وارتابتْ قلوبُهم}؛ أي: ليس لهم إيمانٌ تامٌّ ولا يقينٌ صادقٌ؛ فلذلك قلَّت رغبتُهم في الخير، وجبنوا عن القتال، واحتاجوا أن يستأذنوا في ترك القتال. {فهم في رَيْبِهم يتردَّدون}؛ أي: لا يزالون في الشكِّ والحيرة.
45.
“Senden ancak Allah’a ve âhiret gününe iman etmeyen, kalpleri şüpheye düşüp de şüphelerinin içinde bocalayıp duran kimseler izin isterler.” Yani böyleleri, şüphe ve şaşkınlıkları içerisinde devam edip duran, tam imana sahip olmayan ve samimi bir yakînleri bulunmayan kimselerdir. İşte bundan dolayı onların hayır elde etme istekleri azdır, savaşa katılmaktan korkarlar ve savaşı terk etmek için senden izin istemeye gerek duyarlar.
{وَلَوْ أَرَادُوا الْخُرُوجَ لَأَعَدُّوا لَهُ عُدَّةً وَلَكِنْ كَرِهَ اللَّهُ انْبِعَاثَهُمْ فَثَبَّطَهُمْ وَقِيلَ اقْعُدُوا مَعَ الْقَاعِدِينَ (46) لَوْ خَرَجُوا فِيكُمْ مَا زَادُوكُمْ إِلَّا خَبَالًا وَلَأَوْضَعُوا خِلَالَكُمْ يَبْغُونَكُمُ الْفِتْنَةَ وَفِيكُمْ سَمَّاعُونَ لَهُمْ وَاللَّهُ عَلِيمٌ بِالظَّالِمِينَ (47) لَقَدِ ابْتَغَوُا الْفِتْنَةَ مِنْ قَبْلُ وَقَلَّبُوا لَكَ الْأُمُورَ حَتَّى جَاءَ الْحَقُّ وَظَهَرَ أَمْرُ اللَّهِ وَهُمْ كَارِهُونَ (48)}.
46- Eğer onlar
(savaşa) çıkmak isteselerdi elbet bunun için bir hazırlık yaparlardı.
Fakat Allah onların çıkmalarını hoş görmedi de onları alıkoydu ve kendilerine: “(Savaşa çıkmayıp evde) oturanlarla beraber oturun” denildi.
47- Eğer sizinle birlikte
(savaşa) çıksalardı içinizde fesadı artırmaktan başka bir şey yapmazlardı ve mutlaka sizi fitneye düşürme arzusuyla aranızı bozmaya çalışırlardı. Aranızda onlara kulak verecekler de vardır. Allah zalimleri çok iyi bilendir.
48- Andolsun ki onlar bundan önce de fitne çıkarmak istemişler ve arkandan birtakım işler çevirmişlerdi. Nihâyet hak geldi ve onlar hoşlanmadıkları halde Allah’ın emri üstün geldi.
#
{46} يقول تعالى مبيِّناً أن المتخلِّفين من المنافقين قد ظهر منهم من القرائن ما يبيِّن أنهم ما قصدوا الخروج بالكُلِّية، وأنَّ أعذارهم التي اعتذروها باطلةٌ؛ فإنَّ العذر هو المانعُ الذي يمنع إذا بَذَلَ العبدُ وُسْعَه وسعى في أسباب الخروج ثم منعه مانعٌ شرعيٌّ؛ فهذا الذي يُعذر، {و} أما هؤلاء المنافقون، فلو {أرادوا الخروجَ لأعدُّوا له عُدَّةً}؛ أي: لاستعدُّوا وعملوا ما يمكنهم من الأسباب، ولكن لما لم يُعِدُّوا له عُدَّةً؛ علم أنهم ما أرادوا الخروج، {ولكن كَرِهَ الله انبعاثَهم}: معكم في الخروج للغزو، {فثبَّطهم}: قدراً وقضاءً وإن كان قد أمرهم وحثَّهم على الخروج وجعلهم مقتدرين عليه، ولكن بحكمتِهِ ما أراد إعانتهم، بل خَذَلهم وثبَّطهم، {وقيلَ اقعُدوا مع القاعِدينَ}: من النساء والمعذورين.
46. Yüce Allah cihaddan geri kalan münafıkların durumunu beyan ederek onların durumlarında, savaşa çıkma isteklerinin olmadığını gösteren ve ileri sürdükleri mazeretlerin asılsız olduğunu ortaya koyan birtakım deliller olduğunu ifade etmektedir. Çünkü gerçek mazeret, kulun bütün gücünü ortaya koyup savaşa çıkmanın sebeplerini gerçekleştirmeye çalışmakla birlikte dinen geçerli bir engel ile karşılaşan kimsenin mazeretidir. Kişi ancak bu şekilde mazur görülebilir. Bu münafıklara gelince
“eğer onlar (savaşa) çıkmak isteselerdi, elbet bunun için bir hazırlık yaparlardı.” Gerekli hazırlıkları yapar ve imkânları ölçüsünde savaşa çıkma sebeplerini yerine getirirlerdi. Fakat onlar savaşa çıkmak için hazırlık yapmadıkların için onların savaşa çıkma niyetleri olmadığı anlaşılmış olmaktadır.
“Fakat Allah onların” sizinle birlikte gazaya
“çıkmalarını hoş görmedi de onları” kader ve kazası gereği
“alıkoydu.” Savaşa çıkma emrini vermek ve buna teşvik etmekle birlikte, yine bunu gerçekleştirme kudretini onlara bahşetmekle beraber hikmeti gereği onlara yardımcı olmamayı murad etti. Onları yardımsız bıraktı ve alıkoydu “ve kendilerine” savaşa çıkmamakta mazur olanlardan ve kadınlardan oluşan
“oturanlarla beraber oturun, denildi.” Daha sonra Yüce Allah,
bundaki hikmeti söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{47} ثم ذكر الحكمة في ذلك، فقال: {لو خَرَجوا فيكم ما زادوكم إلَّا خبالاً}؛ أي: نقصاً، {ولأوْضَعوا خِلالكم}؛ أي: ولسَعَوا في الفتنة والشرِّ بينكم وفرَّقوا جماعتكم المجتمعين. {يبغونَكُم الفتنةَ}؛ أي: هم حريصون على فتنتكم وإلقاء العداوة بينكم، {وفيكم}: أناسٌ ضعفاء العقول، {سمَّاعون لهم}؛ أي: مستجيبون لدعوتهم، يغترُّون بهم؛ فإذا كانوا حريصين على خذلانكم وإلقاء الشرِّ بينكم وتثبيطكم عن أعدائكم وفيكم مَنْ يَقْبَلُ منهم ويستنصِحُهم؛ فما ظنُّك بالشرِّ الحاصل من خروجِهم مع المؤمنين والنقص الكثير منهم؟! فللَّه أتمُّ الحكمة حيث ثبَّطهم، ومنعهم من الخروج مع عباده المؤمنين رحمةً بهم، ولطفاً من أن يُداخِلَهم ما لا ينفعهم بل يضرُّهم. {والله عليمٌ بالظالمين}: فيُعلِّم عبادَه كيف يحذرونهم، ويبيِّن لهم من المفاسد الناشئة من مخالطتهم.
47.
“Eğer sizinle birlikte (savaşa) çıksalardı içinizde fesadı artırmaktan” yani cihad gücünüzün eksiltmekten
“başka bir şey yapmazlardı ve mutlaka mutlaka sizi fitneye düşürme arzusuyla aranızı bozmaya çalışırlardı.” Aranızda fitneyi ve kötülüğü körüklemek için çalışır, birliğinizi dağıtmaya gayret ederlerdi. Onlar, aranızda fitne çıkartmaya ve düşmanlık sokmaya gayretle çalışırlardı.
“Aranızda” aklî güçleri zayıf olup “onlara kulak verecekler” onlara aldanarak çağrılarını kabul edecek kimseler
“de vardır.” Bu durumda onlar sizi yardımsız bırakmaya, aranızda kötülükler yaymaya ve düşmanlarınızla savaşmaktan alıkoymaya son derece gayret ederlerken, üstelik aranızda da onların söylediklerini kabul edecek ve onlardan öğüt almak isteyecek kimseler de bulunurken eğer onlar, mü’minlerle birlikte savaşa çıksalardı onlara verecekleri sayısız zararı var sen hesap et! Gerçekten Yüce Allah'ın, onların mü’min kulları ile birlikte savaşa çıkmalarını engellemesi, mükemmel bir ilahî hikmet ve mü’min kulları için de büyük bir rahmettir. O, onlara fayda sağlamayacak, aksine zarar verecek unsurları aralarına katmamakla onlara büyük bir lütufta bulunmuştur.
“Allah zalimleri çok iyi bilendir.” O nedenle kullarına bu zalimlerden nasıl sakınacaklarını öğretir, onlarla içli dışlı olmaktan dolayı meydana gelecek çeşitli fesat ve kötülükleri de beyan eder.
Daha sonra Yüce Allah,
bu münafıkların daha önceden birtakım kötülükler yapmaya kalkıştıklarını da hatırlatarak şöyle buyurmaktadır:
#
{48} ثم ذكر أنه قد سبق لهم سوابق في الشرِّ، فقال: {لقد ابتَغَوُا الفتنة من قبلُ}؛ أي: حين هاجرتم إلى المدينة، بذلوا الجهد، {وقَلَّبوا لك الأمورَ}؛ أي: أداروا الأفكار، وأعملوا الحيل في إبطال دعوتِكم وخِذْلانِ دينِكم، ولم يُقَصِّروا في ذلك. {حتى جاء الحقُّ وظهر أمرُ الله وهم كارهون}: فبَطَلَ كيدُهم، واضمحلَّ باطلُهم؛ فحقيقٌ بمثلِ هؤلاء أن يحذِّر الله عبادَه المؤمنين منهم، وأن لا يبالي المؤمنونَ بتخلُّفهم عنهم.
48.
“Andolsun ki onlar bundan önce de” Medine’ye hicret ettiğiniz sırada, bütün gayretlerini ortaya koyarak
“fitne çıkarmak istemişler ve arkandan birtakım işler çevirmişlerdi.” Yani davanızı boşa çıkarmak ve dininizi yardımsız bırakmak için düşünce alışverişinde bulunmuşlar, hilelere başvurmuşlar ve bu hususta ellerinden gelen her şeyi yapmışlardı.
“Nihâyet hak geldi ve onlar hoşlanmadıkları halde Allah’ın emri üstün geldi.” Böylelikle onların hileleri boşa çıktı ve batıl maksatları da yıkılıp gitti. İşte Bbu gibi kimselerden Allah’ın mü’min kullarını sakındırması gerçekten yerindedir. Mü’minlerin de kendilerinden geri kalmaları dolayısı ile onlara aldırmamaları da çok yerindedir.
{وَمِنْهُمْ مَنْ يَقُولُ ائْذَنْ لِي وَلَا تَفْتِنِّي أَلَا فِي الْفِتْنَةِ سَقَطُوا وَإِنَّ جَهَنَّمَ لَمُحِيطَةٌ بِالْكَافِرِينَ (49)}.
49-
Onlardan bazıları da: “Bana izin ver, beni fitneye düşürme!” derler. Bilin ki onlar zaten fitnenin ortasına düşmüşlerdir. Şüphe yok ki cehennem, kâfirleri çepeçevre kuşatacaktır.
#
{49} أي: ومن هؤلاء المنافقين من يستأذن في التخلُّف ويعتذر بعذرٍ آخر عجيب، فيقول: {ائذن لي}: في التخلُّف، {ولا تَفْتِنِّي}: في الخروج؛ فإني إذا خرجت فرأيت نساء بني الأصفر لا أصبر عنهن؛ كما قال ذلك الجدُّ بن قيس، ومقصوده قبَّحه الله الرياء والنفاق؛ بأن مقصودي مقصودٌ حسن؛ فإنَّ في خروجي فتنةً، وتعرضاً للشرِّ، وفي عدم خروجي عافيةً وكفًّا عن الشرِّ. قال الله تعالى مبيِّناً كذب هذا القول: {ألا في الفتنةِ سَقَطوا}: فإنه على تقدير صدق هذا القائل في قصدِهِ؛ في التخلُّف مفسدةٌ كبرى وفتنةٌ عظمى محقَّقة، وهي معصية الله ومعصية رسوله والتجرِّي على الإثم الكبير والوزر العظيم، وأما الخروجُ؛ فمفسدةٌ قليلة بالنسبة للتخلُّف، وهي متوهَّمة، مع أنَّ هذا القائل قصده التخلُّف لا غير، ولهذا توعَّدهم الله بقوله: {وإنَّ جهنَّم لمحيطةٌ بالكافرين}: ليس لهم عنها مَفَرٌّ ولا مناصٌ ولا فكاكٌ ولا خلاصٌ.
49.
Yani bu münafıklar arasından cihaddan geri kalmak için izin isteyen ve şaşılacak başka bir mazeret belirten kimseler de vardır ki bunlar şöyle derler: “Bana” geri kalmak için “izin ver” ve savaşa çıkararak
“beni fitneye düşürme!” “Çünkü ben savaşa gidecek olursam Bizanslıların kadınlarını görürüm de onlara karşı kendimi tutamam.” Nitekim el-Ced b. Kays böyle demişti. Onun asıl maksadı ise riyakarlık ve münafıklık idi.
O dili ile: Benim niyetim güzel ve iyidir; çünkü benim savaşa çıkmama, fitneye düşmeme sebep olur ve ben kötülüğe maruz kalırım. Çıkmayışım ise esenlikte kalmama ve kötülükten uzak olmama vesile olacaktır, diyordu.
Yüce Allah ise bu sözün yalan olduğunu beyan ederek: “Bilin ki onlar zaten fitnenin ortasına düşmüşlerdir” buyurmaktadır. Bu sözü söyleyenin maksadının samimi ve doğru olduğunu kabul etsek dahi savaştan geri kalmak büyük bir fesat, gerçekleşmesi kesin ve büyük bir fitnedir. Zira bu, Allah’a ve Rasûlüne isyan, oldukça büyük bir günaha ve büyük bir vebale karşı da cüretkârlıktır. Savaşa çıkmanın sebep olacağı kötülük ise geri kalmaya nispetle oldukça azdır ve böyle bir kötülüğün gerçekleşmesi de bir varsayımdan ibarettir. Bununla birlikte bu sözü söyleyenin, savaştan geri kalmaktan başka bir maksadı da yoktur.
Bundan dolayı Yüce Allah onları şöyle tehdit etmektedir: “Şüphe yok ki cehennem, kâfirleri çepeçevre kuşatacaktır.” Onların bu cehennemden kurtuluşları, kaçışları, yakalarını ondan kurtarmaları ve uzaklaşmaları mümkün olmayacaktır.
{إِنْ تُصِبْكَ حَسَنَةٌ تَسُؤْهُمْ وَإِنْ تُصِبْكَ مُصِيبَةٌ يَقُولُوا قَدْ أَخَذْنَا أَمْرَنَا مِنْ قَبْلُ وَيَتَوَلَّوْا وَهُمْ فَرِحُونَ (50) قُلْ لَنْ يُصِيبَنَا إِلَّا مَا كَتَبَ اللَّهُ لَنَا هُوَ مَوْلَانَا وَعَلَى اللَّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ (51)}.
50- Eğer sana bir güzellik erişirse bu, onları üzer.
Şâyet başına bir musibet gelirse: “Biz önceden tedbirimizi almıştık” der ve sevinç içinde dönüp giderler.
51-
De ki: “Allah’ın bizim için yazdığından başkası asla bize erişmez. O, bizim mevlâmızdır. O halde mü’minler yalnız Allah’a tevekkül etsinler.”
#
{50} يقول تعالى مبيناً أن المنافقين هم الأعداء حقًّا المبغضون للدين صرفاً: {إن تُصِبْكَ حسنةٌ}: كنصر وإدالة على العدو {تَسُؤْهم}؛ أي: تحزنهم وتغمهم، {وإن تُصِبْكَ مصيبةٌ}: كإدالة العدو عليك {يقولوا}: متبجِّحين بسلامتهم من الحضور معك: {قد أخَذْنا أمرنا من قبلُ}؛ أي: قد حذرنا وعملنا بما يُنجينا من الوقوع في مثل هذه المصيبة، {ويتولَّوْا وهم فرحون}: بمصيبتك وبعدم مشاركتهم إياك فيها.
50. Yüce Allah gerçek düşmanların ve dine karşı tam bir nefret besleyenlerin,
münafıklar olduğunu beyan ederek şöyle buyurmaktadır: “Eğer sana” ilâhi yardıma mazhar olmak, düşmanlara karşı zafer kazanmak gibi “bir güzellik erişirse bu, onları üzer.” Onları kederlendirir ve hoşlarına gitmez.
“Şâyet başına” düşmanın sana karşı zafer kazanması gibi
“bir musibet gelirse” seninle birlikte olmamaları sayesinde esenliğe kavuşmalarıyla böbürlenerek:
“Biz önceden tedbirimizi almıştık” yani bizler, önceden tedbir aldık ve bizi böyle bir musibete düşmekten kurtaracak işleri yerine getirdik
“der ve sevinç içinde dönüp giderler” hem senin başına gelen musibete hem de bu musibette seninle ortak olmamalarına sevinirler.
Yüce Allah bu konuda onların kanaatlerini reddederek şöyle buyurmaktadır:
#
{51} قال تعالى رادًّا عليهم في ذلك: {قل لن يُصيَبنا إلَّا ما كَتَبَ الله لنا}؛ أي: قدَّره وأجراه في اللوح المحفوظ. {هو مولانا}؛ أي: متولي أمورنا الدينيَّة والدنيويَّة؛ فعلينا الرِّضا بأقداره، وليس في أيدينا من الأمر شيء. {وعلى الله}: وحده {فليتوكَّل المؤمنون}؛ أي: يعتمدوا عليه في جلب مصالحهم ودفع المضارِّ عنهم ويثقوا به في تحصيل مطلوبهم؛ فلا خاب من توكَّل عليه، وأما من توكَّل على غيره؛ فإنه مخذول غير مدرك لما أمل.
51.
“De ki: Allah’ın bizim için yazdığından” yani Levh-i Mahfuz’da yazdığı, takdir edip uygulamaya koyduğundan
“başkası asla bize erişmez. O, bizim mevlâmızdır” dinî ve dünyevî bütün işlerimizi yürüten O’dur. Bize düşen de O’nun kaderine razı olmaktır. Bu konuda elimizden gelecek bir şey yoktur.
“O halde mü’minler yalnız Allah’a tevekkül etsinler.” Maslahatlarını gerçekleştirmek, zararları uzaklaştırmak hususunda O’na güvensinler, isteklerini elde etmekte yalnız O’na dayansınlar. Çünkü O’na tevekkül eden, asla hüsrana uğramaz. O’ndan başkasına güvenip dayanan ise yardımsız kalır ve hiçbir zaman istediğini elde edemez.
{قُلْ هَلْ تَرَبَّصُونَ بِنَا إِلَّا إِحْدَى الْحُسْنَيَيْنِ وَنَحْنُ نَتَرَبَّصُ بِكُمْ أَنْ يُصِيبَكُمُ اللَّهُ بِعَذَابٍ مِنْ عِنْدِهِ أَوْ بِأَيْدِينَا فَتَرَبَّصُوا إِنَّا مَعَكُمْ مُتَرَبِّصُونَ (52)}.
52-
De ki: “Siz, bizim başımıza iki güzel (akıbetten) birinin gelmesinden başka neyi bekleyebilirsiniz ki? Halbuki biz, Allah’ın sizi ya kendi katından yahut da bizim ellerimizle bir azaba uğratmasını bekliyoruz. Öyleyse bekleyin, şüphesiz biz de sizinle beraber bekliyoruz.”
#
{52} أي: قل للمنافقين الذين يتربَّصون بكم الدوائر: أيَّ شيء تربَّصون بنا؟ فإنكم لا تربَّصون بنا إلا أمراً فيه غاية نفعنا، وهو إحدى الحسنيين: إما الظَّفَر بالأعداء والنصر عليهم ونيل الثواب الأخروي والدنيوي، وإما الشهادة التي هي من أعلى درجات الخَلْق وأرفع المنازل عند الله. وأما تربُّصنا بكم يا معشر المنافقين؛ فنحن {نتربَّص بكم أن يصيبَكم الله بعذابٍ من عنده} لا سبب لنا فيه {أو بأيدينا}؛ بأن يسلِّطنا عليكم فنقتلكم، {فتربَّصوا}: بنا الخير، {إنا معكم متربِّصون}: بكم الشرَّ.
52. Başınıza türlü musibetlerin gelmesini bekleyen münafıklara
“de ki:” Sizin başımıza gelmesini beklediğiniz şey nedir? Sizler ancak bizim için son derece faydalı bir şey beklemektesiniz ki bu da şu iki güzel şeyden birisidir: Ya düşmana karşı zafer kazanıp onlara karşı ilahî yardıma mazhar olmak ve böylelikle dünyevî ve uhrevî mükâfaatı elde etmek yahut da insanların ulaşabilecekleri en üstün derece ve Allah nezdindeki en yüce mevki olan şehadete kavuşmak. Bizim sizin başınıza gelmesini beklediğimiz şeye gelince ey münafıklar, biz Yüce Allah’ın sizi ya kendi nezdinden bizim sebep olmayacağımız bir azaba çarptırmasını yahut da bizim ellerimizle yani bizi size musallat kılarak ve böylece sizi öldürmemizi sağlayarak başınıza bir musibet getirmesini bekliyoruz.
“Öyleyse” siz bizim hakkımızda hayır
“bekleyin, şüphesiz biz de sizinle beraber” başınıza gelecek kötülükleri
“bekliyoruz.”
{قُلْ أَنْفِقُوا طَوْعًا أَوْ كَرْهًا لَنْ يُتَقَبَّلَ مِنْكُمْ إِنَّكُمْ كُنْتُمْ قَوْمًا فَاسِقِينَ (53) وَمَا مَنَعَهُمْ أَنْ تُقْبَلَ مِنْهُمْ نَفَقَاتُهُمْ إِلَّا أَنَّهُمْ كَفَرُوا بِاللَّهِ وَبِرَسُولِهِ وَلَا يَأْتُونَ الصَّلَاةَ إِلَّا وَهُمْ كُسَالَى وَلَا يُنْفِقُونَ إِلَّا وَهُمْ كَارِهُونَ (54)}.
53-
De ki: “İster gönülden gelerek isterse de gönülsüz olarak infak edin (fark etmez, zira) sizden asla kabul edilmeyecektir. Çünkü siz, fâsık bir topluluk oldunuz.”
54-
İnfaklarının onlardan kabul edilmesini engelleyense sadece şudur: Onlar, Allah’ı ve Rasûlünü inkar ederler, namaza ancak üşene üşene gelirler ve infâklarını da ancak istemeye istemeye yaparlar.
#
{53} يقول تعالى مبيِّناً بطلان نفقات المنافقين وذاكراً السبب في ذلك، {قل} لهم: {أنفقوا طوعاً}: من أنفسكم، {أو كرهاً}: على ذلك بغير اختياركم. {لن يُتَقَبَّل منكم}: شيء من أعمالكم، لأنّكم {كنتم قوماً فاسقين}: خارجين عن طاعة الله.
53. Yüce Allah,
münafıkların infaklarının boşa gideceğini açıklamakta ve bunun sebebini de söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: Onlara
“de ki: İster gönülden” içinizden
“gelerek isterse de gönülsüz olarak” istemeye istemeye, zorla
“infak edin (fark etmez, zira) sizden asla” amellerinizin hiç birisi
“kabul edilmeyecektir. Çünkü siz, fasık” Allah’a itaatin dışına çıkan
“bir topluluk oldunuz.”
#
{54} ثم بيَّن صفة فسقهم وأعمالهم [فقال]: {وما مَنَعَهم أن تُقْبَلَ منهم نفقاتُهم إلَّا أنَّهم كفروا بالله وبرسوله}: والأعمال كلُّها شرطُ قبولها الإيمان؛ فهؤلاء لا إيمان لهم ولا عمل صالح، حتى إنَّ الصلاة التي هي أفضل أعمال البدن إذا قاموا إليها قاموا كسالى؛ قال: {ولا يأتون الصلاة إلَّا وهم كُسالى}؛ أي: متثاقلون لا يكادون يفعلونها من ثقلها عليهم. {ولا يُنفقون إلا وهم كارهونَ}: من غير انشراح صدر وثبات نفس؛ ففي هذا غاية الذمِّ لمن فعل مثل فعلهم، وأنه ينبغي للعبد أن لا يأتي الصلاة إلا وهو نشيطُ البدن والقلب إليها، ولا ينفق إلا وهو منشرح الصدر ثابت القلب يرجو ذُخرها وثوابها من الله وحده، ولا يتشبَّه بالمنافقين.
54. Daha sonra Yüce Allah,
onların ne tür bir fasıklık içinde olduklarını ve amellerinin niteliklerini şu buyrukları ile beyan etmektedir: “Onlar, Allah’ı ve Rasûlünü inkar ederler.” Bütün amellerin kabul edilebilmesi için iman şarttır. Bunların ise imanları da salih amelleri de yoktur. Hatta bedenî amellerin en faziletlisi olan namaza kalkacak olurlarsa üşene üşene, tembel tembel kalkarlar.
Nitekim Yüce Allah bunu da açıklayarak şöyle buyurmaktadır: “Namaza ancak üşene üşene gelirler” yani namaz onlara o kadar ağır gelir ki, neredeyse namaz kılmayacaklardır; kıldıkları vakit de isteksizlikten kaynaklanan bir nedenle işi ağırdan alırlar.
“İnfâklarını da ancak istemeye istemeye yaparlar.” Gönül hoşluğu ile ve bu konuda sebat ve kararlılık ile infâkta bulunmazlar. Burada onlar gibi davrananlar çok ileri derecede yerilmektedir. Kulun namaza hem bedeni hem de kalbi ile canlı ve istekli bir halde gitmesi gerekir. Yine ancak gönül hoşluğu ile ve sebat bulmuş bir kalple, mükâfatını da yalnızca Yüce Allah’tan bekleyerek infakta bulunmalıdır, münafıklara benzememelidir.
{فَلَا تُعْجِبْكَ أَمْوَالُهُمْ وَلَا أَوْلَادُهُمْ إِنَّمَا يُرِيدُ اللَّهُ لِيُعَذِّبَهُمْ بِهَا فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَتَزْهَقَ أَنْفُسُهُمْ وَهُمْ كَافِرُونَ (55) وَيَحْلِفُونَ بِاللَّهِ إِنَّهُمْ لَمِنْكُمْ وَمَا هُمْ مِنْكُمْ وَلَكِنَّهُمْ قَوْمٌ يَفْرَقُونَ (56) لَوْ يَجِدُونَ مَلْجَأً أَوْ مَغَارَاتٍ أَوْ مُدَّخَلًا لَوَلَّوْا إِلَيْهِ وَهُمْ يَجْمَحُونَ (57)}.
55- O halde onların malları da evlatları da seni imrendirmesin. Allah onlar sebebiyle ancak dünya hayatında onlara azap etmeyi ve canlarının da kâfir olarak çıkmasını ister.
56- Onlar, kesinlikle sizden olduklarına dair Allah’a yemin ederler. Halbuki onlar sizden değildir. Fakat onlar korkak bir topluluktur.
57- Eğer sığınacak bir yer veya mağaralar yahut da sokulacak bir delik bulsalardı arkalarını dönüp o tarafa koşarlardı.
#
{55} يقول تعالى: فلا تعجبْك أموالُ هؤلاء المنافقين ولا أولادُهم؛ فإنه لا غبطة فيها، وأول بركاتها عليهم أن قدَّموها على مراضي ربِّهم وعصوا الله لأجلها. {إنَّما يريد الله ليعذِّبَهم بها في الحياة الدُّنيا}: والمراد بالعذاب هنا ما ينالهم من المشقَّة في تحصيلها والسعي الشديد في ذلك وهمِّ القلب فيها وتعب البدن؛ فلو قابلت لَذَّاتهم فيها بمشقَّاتهم؛ لم يكن لها نسبة إليها؛ فهي لَمَّا ألهتهم عن الله وذكره؛ صارت وبالاً عليهم حتى في الدنيا، ومن وبالها العظيم الخطر أنَّ قلوبهم تتعلَّق بها وإراداتهم لا تتعداها، فتكون منتهى مطلوبِهم وغاية مرغوبِهم، ولا يبقى في قلوبهم للآخرة نصيبٌ، فيوجب ذلك أن ينتقلوا من الدنيا، {وَتَزْهَقَ أنفسُهُم وهم كافرون}؛ فأي عقوبة أعظم من هذه العقوبة الموجبة للشَّقاء الدائم والحسرة الملازمة؟!
55. Yüce Allah,
şöyle buyurmaktadır: Bu münafıkların malları da evlatları da seni imrendirmesin. Çünkü bunlarda imrenilecek bir şey yoktur. Bunların aleyhlerine dönüşmesi, ilk olarak bunları Rablerinin rızasının önüne geçirmeleri ve onlar sebebi ile Allah’a isyan etmeleridir.
“Allah onlar sebebiyle ancak dünya hayatında onlara azap etmeyi... ister.” Burada azaptan kasıt, bunları elde etmek için karşı karşıya kaldıkları sıkıntılar, bu uğurdaki dur durak bilmeyen çabaları, kalbi gayretleri ve bedeni yorgunluklarıdır. Onların nimet gibi görünen bu şeylerden aldıkları lezzet, çektikleri sıkıntılar ile karşılaştırılacak olursa bu lezzetlerden söz edilmeye bile değmez. Çünkü bunlar, kendilerini Allah’tan ve O’nu anmaktan alıkoyduklarından dolayı onlar aleyhinde dünyada bile ağır bir yük ve vebal olurlar. Bu büyük ve tehlikeli veballerden biri, kalp ve iradeleri ile bunlara bağlanarak onları aşamamaları, bütün isteklerinin ve arzularının onlardan öteye geçememesi, kalplerinde de âhirete hiç yer kalmamasıdır. Bu durum da onların dünyadan
“kâfirler olarak çıkmasını” gerektirir. Şimdi, ebedi bedbahtlığı ve sürekli bir pişmanlığı gerektiren böyle bir cezadan daha büyük bir ceza olabilir mi?
#
{56} {ويحلفون بالله إنَّهم لمنكم وما هم منكم ولكنهم}: قصدهم في حلفهم هذا أنهم {قومٌ يَفْرَقون}؛ أي: يخافون الدوائر، وليس في قلوبهم شجاعة تحملهم على أن يبيِّنوا أحوالهم، فيخافون إن أظهروا حالهم منكم ويخافون أن تتبرَّؤوا منهم فيتخطَّفهم الأعداء من كل جانب، وأما حال قويِّ القلب ثابت الجنان؛ فإنه يحمله ذلك على بيان حاله حسنةً كانت أو سيئةً، ولكن المنافقين خُلِعَ عليهم خِلْعةُ الجبن، وحُلُّوا بحِلْيَةِ الكذب.
56.
“Onlar, kesinlikle sizden olduklarına dair Allah’a yemin ederler. Halbuki onlar sizden değildir” Bu yeminleri etmelerinin sebebi ise onların
“korkak bir topluluk” olmalarıdır. Yani başlarına gelecek musibetlerden korkarlar. Kalplerinde gerçek durumlarını açıklamayı sağlayacak cesaret yoktur. Onlar, durumlarını açığa vurdukları takdirde sizden korkarlar, sizin onlardan uzaklaşmanızdan, bunun sonucunda da düşmanların dört bir yandan gelip onları yakamasından ve öldürmesinden korkarlar. Yürekli ve cesur kimse ise gerçek halini -iyi ya da kötü olsun- olduğu gibi açıklar. Fakat münafıklar, korkaklık elbisesine bürünmüş ve yalan ile bezenmişlerdir.
#
{57} ثم ذكر شدَّة جبنهم، فقال: {لو يجدون ملجأ}: يلجؤون إليه عندما تنزل بهم الشدائد، {أو مغاراتٍ}: يدخلونها فيستقرُّون فيها، {أو مدخلاً}؛ أي: محلاًّ يدخلونه فيتحصَّنون فيه، {لَوَلَّوا إليه وهم يَجْمحون}؛ أي: يسرعون ويُهْرَعون؛ فليس لهم مَلَكة يقتدرون بها على الثبات.
57. Daha sonra Yüce Allah,
onların korkaklıklarının büyüklüğünü söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Eğer” sıkıntılarla karşı karşıya kaldıklarında “sığınacak bir yer veya” içine girecekleri ve orada yerleşecekleri
“mağaralar yahut da sokulacak” ve böylelikle kendilerini korunma altında hissedecekleri
“bir delik bulsalardı, arkalarını dönüp” süratle
“o tarafa koşarlardı.” Çünkü onların sebat ve metanet gösterebilecekleri melekeleri yoktur.
{وَمِنْهُمْ مَنْ يَلْمِزُكَ فِي الصَّدَقَاتِ فَإِنْ أُعْطُوا مِنْهَا رَضُوا وَإِنْ لَمْ يُعْطَوْا مِنْهَا إِذَا هُمْ يَسْخَطُونَ (58) وَلَوْ أَنَّهُمْ رَضُوا مَا آتَاهُمُ اللَّهُ وَرَسُولُهُ وَقَالُوا حَسْبُنَا اللَّهُ سَيُؤْتِينَا اللَّهُ مِنْ فَضْلِهِ وَرَسُولُهُ إِنَّا إِلَى اللَّهِ رَاغِبُونَ (59)}.
58- Onlardan bazıları da sadakalar hususunda sana dil uzatırlar. Zira eğer kendilerine onlardan verilirse hoşnut olurlar. Kendilerine onlardan bir şey verilmezse de hemen kızarlar.
59- Keşke onlar,
Allah’ın ve Rasûlünün kendilerine verdiğine razı olsalardı da: “Bize Allah yeter. Elbet Allah bize lütfundan verecektir, Rasûlü de. Şüphesiz biz ancak Allah’tan umarız” deselerdi.
#
{58} أي: ومن هؤلاء المنافقين مَن يَعيبك في قسمة الصَّدقات وينتقد عليك فيها، وليس انتقادُهم فيها وعيبُهم لقصدٍ صحيح ولا لرأي رجيح، وإنَّما مقصودُهم أن يُعْطَوا منها. {فإنْ أُعْطوا منها رَضُوا وإن لم يُعْطَوْا منها إذا هم يسخطونَ}: وهذه حالةٌ لا تنبغي للعبد أن يكون رضاه وغضبه تابعاً لهوى نفسه الدنيويِّ وغرضه الفاسد، بل الذي ينبغي أن يكون [هواه تبعاً] لمرضاة ربِّه؛ كما قال النبي - صلى الله عليه وسلم -: «لا يؤمن أحدُكم حتَّى يكون هواهُ تَبَعاً لما جئت به».
58. Yani münafıklar arasından senin sadakaları pay etmeni ayıplayan ve bu konuda seni tenkit eden kimseler de vardır. Ancak onların bu hususta seni tenkit edip ayıplamalarının sebebi, doğru bir maksad olmadığı gibi sağlıklı bir görüşe de dayanmıyordu. Onların asıl maksadı bu sadakalardan da kendilerine bir şeyler verilmesidir. O nedenle de
“eğer kendilerine onlardan verilirse hoşnut olurlar. Kendilerine onlardan bir şey verilmezse de hemen kızarlar.” Halbuki gerçek bir kulun hoşnutluğunun da gazabının da nefsinin dünyevî isteklerine ve kötü maksatlarına tâbi olmaması gerekir. Aksine iyi bir kulun tutum ve davranışlarında Rabbinin rızasını gözetmesi gerekir.
Nitekim Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Sizden herhangi bir kimsenin hevâsı getirdiklerime tâbi olmadıkça o kimse iman etmiş olmaz.”[22]
Yüce Allah daha sonra da şöyle buyurmaktadır:
#
{59} وقال هنا: {ولو أنَّهم رَضوا ما آتاهم الله ورسولُه}؛ أي: أعطاهم من قليل وكثيرٍ، {وقالوا حسبُنا الله}؛ أي: كافينا الله فنرضى بما قَسَمه لنا، وليؤملوا فضله وإحسانه إليهم بأن يقولوا: {سيؤتينا الله من فضلِهِ ورسولُهُ إنَّا إلى الله راغبون}؛ أي: متضرِّعون في جلب منافعنا ودفع مضارِّنا؛ [لسلموا من النفاق، ولهدوا إلى الإيمانِ والأحوالِ العاليةِ].
59.
“Keşke onlar Allah’ın ve Rasûlünün kendilerine” az ya da çok olsun
“verdiğine razı olsalardı da: Bize Allah yeter” O’nun bize ayırdığına razıyız, hoşnutuz
“Elbet Allah bize lütfundan verecektir, Rasûlü de Şüphesiz biz ancak Allah’tan umarız” Allah’ın lütuf ve ihsanını umarak: Menfaatlerimizi elde etmek ve bize gelecek zararları önlemek hususunda O’na niyaz ederiz,
“deselerdi.” Eğer böyle yapsalardı elbette nifaktan kurtulur, imana ve yüce makamlara ulaştırılırlardı.
Daha sonra Yüce Allah farz sadakaların (yani zekâtın) pay ediliş şeklini beyan ederek şöyle buyurmaktadır:
{إِنَّمَا الصَّدَقَاتُ لِلْفُقَرَاءِ وَالْمَسَاكِينِ وَالْعَامِلِينَ عَلَيْهَا وَالْمُؤَلَّفَةِ قُلُوبُهُمْ وَفِي الرِّقَابِ وَالْغَارِمِينَ وَفِي سَبِيلِ اللَّهِ وَابْنِ السَّبِيلِ فَرِيضَةً مِنَ اللَّهِ وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ (60)}.
60- Sadakalar, ancak fakirlere, yoksullara, zekat işinde çalışanlara, kalpleri
(İslam’a) ısındırılmak istenenlere, kölelere, borçlulara, Allah yolunda olanlara ve yolda kalmışlara mahsustur. Bu, Allah tarafından belirlenmiş bir farzdır. Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.
#
{60} يقول تعالى: {إنَّما الصدقات}؛ أي: الزكوات الواجبة، بدليل أن الصَّدقة المستحبَّة لكل أحدٍ لا يخصُّ بها أحدٌ دون أحدٍ؛ [أي]: {إنَّما الصَّدقات}: لهؤلاء المذكورين دون مَنْ عداهم؛ لأنه حصرها فيهم، وهم ثمانية أصناف:
الأول والثاني: الفقراء والمساكين، وهم في هذا الموضع صنفان متفاوتان؛ فالفقير أشدُّ حاجةً من المسكين؛ لأنَّ الله بدأ بهم، ولا يُبدأ إلا بالأهمِّ فالأهمِّ؛ فَفُسِّرَ الفقير بأنه الذي لا يجد شيئاً أو يجد بعض كفايته دون نصفها، والمسكين الذي يجد نصفها فأكثر، ولا يجد تمام كفايته؛ لأنَه لو وجدها؛ لكان غنيًّا، فيعطَون من الزكاة ما يزول به فقرهم ومسكنتهم.
والثالث: العاملون على الزكاة، وهم كلُّ من له عملٌ وشغل فيها من حافظٍ لها و جابٍ لها من أهلها أو راعٍ أو حاملٍ لها أو كاتبٍ أو نحو ذلك، فيعطَوْن لأجل عمالتهم، وهي أجرة لأعمالهم فيها.
والرابع: المؤلَّفة قلوبهم، والمؤلَّف قلبُه هو السيد المطاع في قومه ممَّن يُرجَى إسلامه أو يُخشى شرُّه أو يُرجى بعطيَّته قوة إيمانه أو إسلام نظيرِهِ أو جبايتها ممَّن لا يعطيها، فيُعطى ما يحصُلُ به التأليف والمصلحة.
الخامس: الرقاب، وهم المكاتَبون الذين قد اشتروا أنفسَهم من ساداتهم؛ فهم يسعَوْن في تحصيل ما يفكُّ رقابَهم، فيعانون على ذلك من الزكاة. وفكُّ الرقبة المسلمة التي في حبس الكفار داخلٌ في هذا، بل أولى. ويدخل في هذا أنَّه يجوز أن يعتق [منها] الرقاب استقلالاً؛ لدخوله في قوله: {وفي الرِّقاب}.
السادس: الغارمون، وهم قسمان: أحدهما: الغارمون لإصلاح ذات البين، وهو أن يكون بين طائفتين من الناس شرٌّ وفتنةٌ، فيتوسط الرجل للإصلاح بينهم بمال يبذُلُه لأحدهم أو لهم كلّهم، فُجِعلَ له نصيبٌ من الزكاة؛ ليكون أنشط له وأقوى لعزمِهِ، فيُعْطى ولو كان غنيًّا. والثاني: من غَرِمَ لنفسه ثم أعسر؛ فإنَّه يُعطى ما يُوفي به دينَه.
والسابع: الغازي في سبيل الله، وهم الغزاة المتطوِّعة الذين لا ديوان لهم، فيُعْطَوْن من الزكاة ما يُعينهم على غزوهم من ثمن سلاح أو دابَّةٍ أو نفقة له ولعياله؛ ليتوفَّر على الجهاد ويطمئنَّ قلبُه، وقال كثير من الفقهاء: إن تفرَّغ القادر على الكسب لطلب العلم؛ أعطي من الزكاة؛ لأنَّ العلم داخلٌ في الجهاد في سبيل الله. وقالوا أيضاً: يجوز أن يُعطى منها الفقير لحجِّ فرضِهِ. وفيه نظر.
والثامن: ابن السبيل، وهو الغريب المنقطَعُ به في غير بلده، فيُعطى من الزكاة ما يوصله إلى بلده. فهؤلاء الأصناف الثمانية الذين تُدفع إليهم الزكاة وحدهم. {فريضةً من الله}: فرضها وقدَّرها تابعةً لعلمه وحكمه، {والله عليمٌ حكيمٌ}.
واعلم أن هذه الأصناف الثمانية ترجع إلى أمرين: أحدهما: مَنْ يُعطى لحاجته ونفعه؛ كالفقير والمسكين ونحوهما. والثاني: من يعطى للحاجة إليه وانتفاع الإسلام به.
فأوجب الله هذه الحصَّة في أموال الأغنياء لسدِّ الحاجات الخاصَّة والعامَّة للإسلام والمسلمين، فلو أعطى الأغنياء زكاة أموالهم على الوجه الشرعيِّ؛ لم يبقَ فقيرٌ من المسلمين، ولحصلَ من الأموال ما يسدُّ الثغور، ويجاهَدُ به الكفارُ، وتحصُلُ به جميع المصالح الدينية.
60.
“Sadakalar” yani zekâtlar, çünkü müstehab olan sadakanın belli kimselere tahsis edilmesi söz konusu değildir, herkese verilebilir “ancak” sözü edilen şu kimselere verilir, onlardan başkasına verilmez. Çünkü Yüce Allah,
zekâtların sadece burada sözü edilen sekiz ayrı kesime verilebileceğini belirtmiştir ki bunlar şunlardır:
1, 2- Fakirler ve yoksullar
(miskinler): Burada fakir ve miskin birbirinden farklı iki ayrı kesimdir. Fakir; miskinden daha ileri derecede ihtiyaç sahibidir. Çünkü Yüce Allah, öncelikle fakirleri söz konusu etmektedir. Böyle bir durumda ise ancak daha önemli olan başa alınır. Fakir; hiçbir şey bulamayan yahut da kendisine yetecek miktarın yarısından daha azını bulabilen kimse şeklinde açıklanırken; miskin/yoksul, ihtiyacının yarısını ve ondan fazlasını bulmakla birlikte yeterli miktarın tümünü bulamayan kimse şeklinde açıklanmıştır. Çünkü kendisine yetecek miktarın tümünü bulacak olursa zengin olur. İşte bu iki kesime fakirlik ve yoksulluklarını ortadan kaldıracak miktarda zekâttan pay verilir.
3-
Zekat işinde çalışanlara: Bunlar, zekâtı muhafaza etmek, zekât vermesi gerekenlerden zekâtı toplamak, zekât olarak alınan hayvanların çobanlığını yapmak yahut zekâtı taşımak, yazıcılığını yapmak vb. gibi zekât ile ilgili herhangi bir iş ve faaliyette bulunan herkestir. İşte bunlara da çalışmaları dolayısı ile işlerinin karşılığı olan ücret zekat malından verilir.
4- Kalpleri
(İslam’a) ısındırılmak istenenler
(el-muellefetu kulûbuhum): Kalbi ısındırılmak istenen kimseler, kavmi arasında sözü dinlenen efendiler olup ya İslâm’a girmesi umulan yahut kötülüğünden endişelenilen ya da ona yapılacak bağış ile imanının güçlenmesi beklenen veya kendisine verilen zakat sebebiyle onun konumundakilerin İslâm’a girmesi yahut da zekât vermeleri umulan kişilerdir. İşte böylelerine bu tür bir ısındırmayı ve maslahatı gerçekleştirecek miktarda zekâttan pay verilir.
5-
Köleler: Bunlar, efendilerinden hürriyetlerini satın almak üzere sözleşme
(mukâtebe akdi) yapmış kölelerdir. Bunlar kendilerini kölelikten kurtaracak kadar malı elde etmek için çalışırlar. İşte bu gibi kimselere zekâttan pay verilerek yardımcı olunur. Kâfirlerin hapsi/esareti altında olan müslüman bir kimsenin kurtarılması da bunun kapsamına -hem de daha öncelikli olarak- girer. Yine zekat malından köle azat etmek de caizdir.
Çünkü bu da Yüce Allah’ın: “kölelere” buyruğunun kapsamı içerisindedir.
6- Borçlular: Bunlar iki kısımdır. Bir kısmı insanların arasını düzeltmek için borca girmiş olanlardır. Bu kişi iki grup insan arasındaki mevcut anlaşmazlık ve fitneyi kaldırıp onların aralarını düzeltmek için aracılık yaparak onlardan birisine veya hepsine mal bağışında bulunur. İşte bu durumdaki bir kimseye de bu gibi işlere daha çok gayrette bulunması amacıyla ve azmini güçlendirmek için -zengin dahi olsa- zekâttan bir pay verilir. İkinci tür borçlu ise kendi adına borç almakla birlikte daha sonra ödemekte zorlanan kimsedir. İşte böyle bir kimseye de borcunu ödeyecek miktar verilir.
7- Allah yolunda olan gaziler: Bunlar herhangi bir şekilde divana tâbi olmayan (devletten asker olarak maaş almayan) gönüllü gazilerdir. Bunlara da gazalarına yardımcı olacak şekilde silah yahut binek bedeli ya da kendisinin ve çoluk çocuğunun nafakasını karşılayacak şekilde zekâttan pay verilir ki kendisini cihada verebilsin ve bu konuda içi rahat olun.
Fukahadan pek çok kimse şöyle demektedir: Çalışıp kazanma gücü olmakla birlikte bir kimse kendisini ilim talebine adamışsa ona da zekâttan pay verilir. Çünkü ilim de Allah yolunda cihadın kapsamına girmektedir. Yine fukahânın dediğine göre farz haccı ifa etmesi için fakir bir kimseye de zekâttan pay verilebilir. Ancak bu görüş tartışmaya açıktır.
8- Yolda kalmışlar: Bunlar, kendi memleketlerinde bulunmayan ve yolculuk sırasında muhtaç düşen yabancılardır. Bu gibi kimselere de zekâttan kendilerini memleketlerine ulaştıracak kadar bir pay verilir.
İşte zekâtın sadece kendilerine verileceği sekiz grup bunlardır. “Bu, Allah tarafından belirlenmiş bir farzdır.” Allah bunu ilim ve hikmetine göre takdir ve tayin edip farz kılmıştır.
“Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.”
Şunu da belirtelim ki bu sekiz sınıf iki grup altında toplanabilir: Birincisi, fakir, yoksul vb. kimselerde olduğu gibi bizatihi kendi ihtiyacı ve menfaati dolayısı ile zekâttan pay alanlar, ikincisi de kendisine ihtiyaç duyulduğu ve İslâm’ın kendisinden fayda sağladığı kimseler.
Yüce Allah’ın zenginlerin mallarında zekâtı farz kılması, İslâm’ın ve müslümanların özel ve genel ihtiyaçlarını sağlamak içindir. Eğer zenginler şeriata uygun bir şekilde mallarının zekâtını verecek olurlarsa, hem müslümanlar arasında fakir kimse kalmayacaktır hem de İslâm devletinin sınırlarını korumak ve kâfirlere karşı cihad etmek için gerekli olan mallar elde edilecektir ki bu sayede de bütün dinî maslahatlar tahakkuk edecektir.
{وَمِنْهُمُ الَّذِينَ يُؤْذُونَ النَّبِيَّ وَيَقُولُونَ هُوَ أُذُنٌ قُلْ أُذُنُ خَيْرٍ لَكُمْ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَيُؤْمِنُ لِلْمُؤْمِنِينَ وَرَحْمَةٌ لِلَّذِينَ آمَنُوا مِنْكُمْ وَالَّذِينَ يُؤْذُونَ رَسُولَ اللَّهِ لَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ (61) يَحْلِفُونَ بِاللَّهِ لَكُمْ لِيُرْضُوكُمْ وَاللَّهُ وَرَسُولُهُ أَحَقُّ أَنْ يُرْضُوهُ إِنْ كَانُوا مُؤْمِنِينَ (62) أَلَمْ يَعْلَمُوا أَنَّهُ مَنْ يُحَادِدِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ فَأَنَّ لَهُ نَارَ جَهَنَّمَ خَالِدًا فِيهَا ذَلِكَ الْخِزْيُ الْعَظِيمُ (63)}.
61-
Onların içinde Peygambere eziyet edenler ve: “O, (söylenen her şeyi dinleyip kabul eden) bir kulaktır” diyenler de vardır.
De ki: “O, sizin için hayırlı (sözleri dinleyen) bir kulaktır, Allah’a iman eder ve mü’minlere inanır. O, içinizden iman edenler için de bir rahmettir.” Allah’ın Rasûlünü incitenler için can yakıcı bir azap vardır.
62- Sizi hoşnut etmek için Allah’a yemin ederler. Halbuki en doğrusu, Allah’ı ve Rasûlünü hoşnut etmeleridir.
(Tabi) eğer mü’min iseler.
63- Bilmezler mi ki her kim Allah’a ve Rasûlüne karşı çıkarsa ona içinde ebedî kalacağı cehennem ateşi vardır. İşte bu, en büyük rüsvaylıktır.
#
{61} أي: ومن هؤلاء المنافقين، {الذين يُؤْذونَ النبي}: بالأقوال الرديَّة والعَيْب له ولدينه، {ويقولون هو أذُنٌ}؛ أي: لا يبالون بما يقولون من الأذيَّة للنبيِّ، ويقولون: إذا بلغه عنَّا بعض ذلك؛ جئنا نعتذر إليه، فيقبلُ منَّا؛ لأنه أذُنٌ؛ أي: يقبل كلَّ ما يُقال له، لا يُمَيِّزُ بين صادقٍ وكاذب، وقصدهم ـ قبَّحهم الله ـ فيما بينهم أنهم غير مكترثين بذلك ولا مهتمِّين به؛ لأنه إذا لم يبلُغْه؛ فهذا مطلوبهم، وإن بلغه؛ اكتفَوْا بمجرَّد الاعتذار الباطل، فأساؤوا كلَّ الإساءة من أوجه كثيرةٍ:
أعظمها: أذيَّة نبيِّهم الذي جاء لهدايتهم وإخراجهم من الشَّقاء والهلاك إلى الهدى والسعادة.
ومنها: عدم اهتمامهم أيضاً بذلك، وهو قدر زائدٌ على مجرَّد الأذيَّة.
ومنها: قدحُهم في عقل النبيِّ - صلى الله عليه وسلم - وعدم إدراكه وتفريقه بين الصادق والكاذب، وهو أكملُ الخلق عقلاً وأتمُّهم إدراكاً وأثقبُهم رأياً وبصيرةً، ولهذا قال تعالى: {قُلْ أذُنُ خيرٍ لكم}؛ أي: يقبلُ مَن قال له خيراً وصدقاً، وأما إعراضُه وعدم تعنيفه لكثير من المنافقين المعتذرين بالأعذار الكذب؛ فلِسَعَة خُلُقه وعدم اهتمامه بشأنهم وامتثاله لأمر الله في قوله: {سيحلِفون بالله لكم إذا انقلبتُم إليهم لِتُعْرِضوا عنهم فأعِرضوا عنُهم إنَّهم رِجْسٌ}، وأما حقيقة ما في قلبه ورأيه؛ فقال عنه: {يؤمِنُ بالله ويؤمِنُ للمؤمنين}: الصادقين المصدِّقين، ويعلم الصادق من الكاذب، وإن كان كثيراً يُعْرِضُ عن الذين يَعْرِفُ كذِبَهم وعدم صدقِهِم، {ورحمةٌ للذين آمنوا منكم}: فإنَّهم به يهتدون وبأخلاقِهِ يقتدون، وأما غير المؤمنين؛ فإنَّهم لم يقبلوا هذه الرحمة، بل ردُّوها فخسروا دنياهم وآخرتهم. {والذين يؤذون رسولَ الله}: بالقول والفعل {لهم عذابٌ أليم}: في الدُّنيا والآخرة، ومن العذاب الأليم أنه يتحتَّم قتلُ مؤذيه وشاتمه.
61.
“Onların içinde” yani bu münafıkların arasında, çirkin sözler söyleyerek, onu ve dinini ayıplayarak
“peygambere eziyet edenler ve: O, (söylenen her şeyi dinleyip kabul eden) bir kulaktır, diyenler de vardır” Yani Peygamberi rahatsız eden sözlerine aldırış etmeyen kimseler vardır.
Bunlar şöyle derlerdi: Eğer söylediklerinizin bir kısmı ona ulaşacak olursa, gidip ona mazeret beyan ederiz, o da bizim özrümüzü kabul eder. Çünkü
“o, bir kulaktır” yani söylenen her şeyi kabul eder, doğru söyleyenle yalancı arasında ayrım gözetmez. Onların kasıtları ise -kahrolasıcalar- kendi aralarında bu işi önemsemedikleri ve aldırış etmedikleridir. Zira söyledikleri sözler Peygamber’e ulaşmayacak olursa zaten istedikleri budur. Eğer ulaşacak olursa o zaman da gerçekle ilgisi olmayan bir mazeret beyan etmekle yetinirler. Böylelikle onlar birçok yönden alabildiğine büyük bir kötülük işlemiş oluyorlar. Bu ktülüğün en büyüğü, kendilerine hidâyet vermek, onları bedbahtlıktan ve helak oluştan kurtarıp hidâyete ve mutluluğa ulaştırmak için gelmiş olan Peygamberlerine eziyet etmeleridir. Diğer bir kötülükleri ise bu söylediklerini önemsemeyişleridir. Bu ise eziyet vermekten ayrı ve fazladan bir kötülüktür. Bir diğer kötülükleri de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in aklına dil uzatmaları, onu idraksizlikle nitelendirmeleri ve doğru söyleyenle yalancıyı ayırt edemediğini söylemeleridir. Halbuki o, bütün insanlar arasında aklı en kâmil, idraki en mükemmel, görüş ve basireti de en derin olan kişidir.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“De ki: O sizin için hayırlı (sözleri dinleyen) bir kulaktır” Yani o, kendisine hayır ve doğru söz söyleyenlerin sözlerini kabul eder. Yalan mazeretler ile özür beyan eden birçok münafığı azarlamayıp onlardan yüz çevirmesi ise geniş ahlakından,
onlara önem vermediğinden ve Yüce Allah’ın şu emrine uyduğundan dolayıdır: “Yanlarına döndüğünüzde onlardan yüz çevirmeniz için önünüzde Allah’a yemin edeceklerdir. O halde siz de onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardırlar.” (et-Tevbe, 9/95)
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in kalbindeki gerçeğe ve bu husustaki görüşüne gelince bu konuda da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Allah’a iman eder ve mü’minlere inanır.” Doğru sözlü ve doğruyu tasdik eden müminlere inanır. Kimin doğru, kimin yalan söylediğini bilir. Çoğu zaman yalan söyleyenlerden, doğru söylemediğini bildiği kimselerden yüz çevirmekle birlikte durum budur.
“O, içinizden iman edenler için de bir rahmettir.” Çünkü onunla hidâyet bulurlar ve onun ahlâkına uyarlar. Mü’min olmayanlar ise bu rahmeti kabul etmezler. Aksine onlar, bu rahmeti reddettikleri için dünyalarını da âhiretlerini de kaybetmiş ve hüsrana uğramış kimselerdir. Söz ve davranışları ile
“Allah'ın Rasûlünü incitenler için” dünyada da âhirette de
“can yakıcı bir azap vardır.” Peygamber’e eziyet edip ona dil uzatarak söven kimselerin öldürülmesi de bu can yakıcı azabın bir parçasıdır.
#
{62} {يحلفون بالله لكم لِيُرْضوكم}: فيتبرؤوا مما صدر منهم من الأذيَّة وغيرها، فغايتهم أن ترضَوْا عليهم. {والله ورسوله أحقُّ أن يُرْضوه إن كانوا مؤمنين}: لأنَّ المؤمن لا يقدِّم شيئاً على رضا ربِّه [ورضا رسوله]، فدلَّ هذا على انتفاء إيمانهم؛ حيث قدَّموا رضا غير الله ورسوله.
62.
“Sizi hoşnut etmek için Allah’a yemin ederler.” böylece kendilerinden sadır olan rahatsız edici tavırlardan ve benzeri hallerden uzak olduklarını ileri sürerler. Bundan amaçları ise sizin kendilerinden hoşnut olmanızı sağlamaktır.
“Halbuki en doğrusu, Allah’ı ve Rasûlünü hoşnut etmeleridir. (Tabi) eğer mü’min iseler.” Çünkü mü’min, hiçbir şeyi Rabbinin ve Rasulünün rızasından önde tutmaz. Bu da onların mü’min olmadıklarının delilidir. Onlar, başkalarının rızasını Allah ve Rasûlünün rızasının önünde tutmuşlardır.
#
{63} وهذا محادَّة لله ومشاقَّة له، وقد توعَّد من حادَّه بقوله: {ألم يعلَموا أنَّه مَن يحاددِ اللهَ ورسولَه}: بأن يكون في حدٍّ وشِقٍّ مبعدٍ عن الله ورسوله؛ بأن تهاون بأوامر الله وتجرَّأ على محارمه، {فأنَّ له نارَ جهنَّم خالداً فيها} و {ذلك الخزيُ العظيم}: الذي لا خزيَ أشنعُ ولا أفظعُ منه، حيث فاتهم النعيم المقيم، وحصلوا على عذاب الجحيم؛ عياذاً بالله من حالهم.
63. Böyle bir tutum ise Allah’a karşı gelmek, Peygamberine karşı çıkmaktır. Bu nedenle Yüce Allah,
kendisine karşı çıkanları şu buyruğu ile tehdit etmektedir: “Bilmezler mi ki her kim” Allah’ın emirlerini önemsememek ve O’nun haram kıldığı şeylere cüret etmek sureti ile Yüce Allah’tan ve Rasûlünden uzak ve ayrı bir tarafta bulunarak
“karşı çıkarsa ona içinde ebedî kalacağı cehennem ateşi vardır. İşte bu, en büyük rüsvaylıktır” ondan daha ağır ve daha korkunç bir rüsvaylık yoktur. Çünkü onlar, ebedî nimetleri elden kaçırmış, buna karşılık ebedî cehennem azabına mahkûm olmuşlardır. Onların hallerinden Allah’a sığınırız.
{يَحْذَرُ الْمُنَافِقُونَ أَنْ تُنَزَّلَ عَلَيْهِمْ سُورَةٌ تُنَبِّئُهُمْ بِمَا فِي قُلُوبِهِمْ قُلِ اسْتَهْزِئُوا إِنَّ اللَّهَ مُخْرِجٌ مَا تَحْذَرُونَ (64) وَلَئِنْ سَأَلْتَهُمْ لَيَقُولُنَّ إِنَّمَا كُنَّا نَخُوضُ وَنَلْعَبُ قُلْ أَبِاللَّهِ وَآيَاتِهِ وَرَسُولِهِ كُنْتُمْ تَسْتَهْزِئُونَ (65) لَا تَعْتَذِرُوا قَدْ كَفَرْتُمْ بَعْدَ إِيمَانِكُمْ إِنْ نَعْفُ عَنْ طَائِفَةٍ مِنْكُمْ نُعَذِّبْ طَائِفَةً بِأَنَّهُمْ كَانُوا مُجْرِمِينَ (66)}.
64- Münafıklar, kendileri hakkında kalplerinde olanı kendilerine haber verecek bir sûrenin indirilmesinden çekinirler.
De ki: “Siz alay edin bakalım! Şüphesiz Allah, çekindiğiniz şeyleri açığa çıkaracaktır.”
65-
Şayet onlara soracak olursan elbette şöyle diyeceklerdir: “Biz sadece lafa dalmış şakalaşıyorduk.” De ki:
“Allah ile O’nun âyetleri ile ve Rasûlü ile mi alay ediyordunuz?”
66-
(Boşuna) özür dilemeyin. Siz iman ettikten sonra gerçekten kâfir oldunuz. İçinizden bir grubu affetsek bile diğer bir gruba günahkâr kimseler oldukları için azap edeceğiz.
#
{64} كانت هذه السورة الكريمة تسمى الفاضحة؛ لأنها بيَّنت أسرار المنافقين وهتكت أستارهم؛ فما زال الله يقول: ومنهم، ومنهم ... ويذكر أوصافهم؛ إلاَّ أنه لم يعيِّن أشخاصهم لفائدتين:
إحداهما: أن الله سِتِّيرٌ يحبُّ الستر على عباده.
والثانية: أن الذَّمَّ على مَن اتَّصف بذلك الوصف من المنافقين الذين توجَه إليهم الخطاب وغيرهم إلى يوم القيامة، فكان ذكر الوصف أعمَّ وأنسبَ، حتى خافوا غاية الخوف؛ قال الله تعالى: {لئن لم يَنتَهِ المنافقون والذين في قلوبهم مرضٌ والمرجِفونَ في المدينةِ لَنُغْرِيَنَّكَ بهم ثم لا يجاوِرونَكَ فيها إلاَّ قليلاً. ملعونينَ أينما ثُقِفوا أُخِذوا وَقُتِّلوا تَقْتيلاً}.
وقال هنا: {يَحْذَرُ المنافقون أن تنزل عليهم سورةٌ تنبِّئهم بما في قلوبهم}؛ أي: تخبرهم وتفضحهم وتبيِّن أسرارهم، حتى تكون علانيةً لعباده، ويكونوا عبرة للمعتبرين. {قل استهزِئوا}؛ أي: استمرُّوا على ما أنتم عليه من الاستهزاء والسُّخرية. {إنَّ الله مخرجٌ ما تحذرونَ}: وقد وفى تعالى بوعدِهِ، فأنزل هذه السورة التي بيَّنتهم، وفضحتهم، وهتكت أستارهم.
64. Bu sûre-i kerime aynı zamanda
“el-Fadıha (gizli kötülükleri açıklayarak rezil eden)” diye de adlandırılırmıştır. Çünkü bu sûre, münafıkların gizli sırlarını açıklamış ve onların ipliğini pazara çıkarmıştı. Nitekim Yüce Allah,
onlar hakkında defalarca: “Onlardan kimisi şöyledir...”,
“Onların içinde şöyle olanlar vardır” anlamındaki buyruklarla onların niteliklerini söz konusu etmiştir.
Bununla birlikte onlardan şahıs belirterek söz etmediğini görüyoruz ki bunun iki önemli sebebi vardır:
Birincisi, Yüce Allah kullarının kötülüklerini örten Settâr’dır ve onları gizli kötülüklerini örtmeyi sever.
İkincisi, bu ayetlerle hem kendilerine hitabın yöneltildiği kimselerin hem de onların dışında kıyamet gününe kadar gelecek olup bu niteliklere sahip bütün münafıkların yerilmesi hedeflenmiştir. Bu yüzden niteliklerin söz konusu edilmesi, daha kapsayıcı ve daha uygun bir üsluptur. Öyle ki münafıklar bundan oldukça korkuya kapılmışlardır.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Eğer münafıklar, kalplerinde hastalık bulunanlar ve Medine’de yalan haber yayanlar (yaptıklarından) vazgeçmezlerse andolsun ki sana onlarla çarpışmanı emrederiz, sonra da onlar orada ancak az bir süre sana komşuluk ederler. Lanete uğramışlar olarak, nerede ele geçirilirlerse yakalanır ve alabildiğine öldürülürler.” (el-Ahzab, 33/60-61)
İşte burada da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Münafıklar, kendileri hakkında kalplerinde olanı kendilerine haber verecek” bildirecek, onları rezil edecek ve sırlarını açıklayacak böylece Allah’ın kulları tarafından açıkça tanınacakları ve ibret alanlara ibret olacakları
“bir sûrenin indirilmesinden çekinirler.”
“De ki: Siz alay edin” alayınızı sürdürmeye devam edin ”bakalım. Şüphesiz Allah, çekindiğiniz şeyleri açığa çıkaracaktır.” Yüce Allah bu vaadini yerine getirmiş ve onları açığa çıkartıp rezil eden ve gizliliklerini ortaya çıkartan bu sûreyi indirmiştir.
#
{65 ـ 66} {ولئن سألتَهم}: عما قالوه من الطعن في المسلمين وفي دينهم، يقولُ طائفةٌ منهم في غزوة تبوك: ما رأينا مثلَ قُرَّائنا هؤلاء ـ يعنون: النبي - صلى الله عليه وسلم - وأصحابه ـ أرغب بطوناً وأكذب ألسناً وأجبن عند اللقاء ... ونحو ذلك ، لما بلغهم أن النبي - صلى الله عليه وسلم - قد علم بكلامهم؛ جاؤوا يعتذرون إليه ويقولون: {إنَّما كُنَّا نخوضُ ونلعبُ}؛ أي: نتكلَّم بكلام لا قصدَ لنا به ولا قَصَدْنا الطعن والعيب، قال الله تعالى مبيِّناً عدم عذرهم وكذبهم في ذلك: {قل} لهم: {أبالله وآياتِهِ ورسوله كنتم تستهزئون. لا تعتذروا قد كفرتم بعد إيمانكم}؛ فإنَّ الاستهزاء بالله ورسوله كفرٌ مخرجٌ عن الدين؛ لأنَّ أصل الدين مبنيٌّ على تعظيم الله وتعظيم دينه ورسله، والاستهزاء بشيء من ذلك منافٍ لهذا الأصل ومناقضٌ له أشدَّ المناقضة، ولهذا؛ لما جاؤوا إلى الرسول يعتذرون بهذه المقالة، والرسول لا يزيدهم على قوله: {أبالله وآياتِهِ ورسوله كنتُم تستهزِئون. لا تعتَذِروا قد كفرتُم بعد إيمانِكم}. وقوله: {إن نعفُ عن طائفةٍ منكم}: لتوبتهم واستغفارهم وندمهم، {نعذِّبْ طائفةً}: منكم بسبب أنهم {كانوا مجرمين}: مقيمين على كفرِهم ونفاقهم.
وفي هذه الآيات دليلٌ على أن من أسرَّ سريرة، خصوصاً السريرة التي يمكر فيها بدينه ويستهزئ به وبآياته ورسوله؛ فإنَّ الله تعالى يظهرها ويفضح صاحبها ويعاقبُهُ أشدَّ العقوبة. وأنَّ مَن استهزأ بشيء من كتاب الله أو سنة رسوله الثابتة عنه أو سَخِرَ بذلك أو تنقَّصه أو استهزأ بالرسول أو تنقَّصه؛ فإنَّه كافرٌ بالله العظيم. وأنَّ التوبة مقبولةٌ من كلِّ ذنبٍ وإن كان عظيماً.
65-66.
“Şayet onlara” müslümanları ve dinlerini tenkit eden sözleri hakkında
“soracak olursan...” Onlardan bir kesim Tebûk gazvesi’nde Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile ashabını kastederek:
“Bizler şu okuyucularımız kadar midelerine düşkün, bunlar kadar dilleri yalan söyleyen ve düşmanla karşılaştıkları vakit bunlar kadar korkak kimseler görmedik.” demişler, bu ve benzeri sözler söylemişlerdi.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in bu sözleri öğrendiği haberi kendilerine ulaşınca da onun yanına giderek ondan özür dilemeye ve: “Biz sadece lafa dalmış şakalaşıyorduk” yani biz, tenkit ve ayıplama maksadı gütmeden, laf olsun diye konuşuyorduk. Yüce Allah ise onların bu mazeretlerinin gerçek olmadığını,
bu konuda yalan söylediklerini beyan ederek şöyle buyurmaktadır:
Onlara
“de ki: Allah ile O’nun âyetleri ve Rasûlü ile mi alay ediyordunuz?” Allah ve Rasûlü ile alay etmek ise küfürdür, kişiyi dinden çıkartır. Çünkü din Allah’ın, O’nun dininin ve peygamberlerinin tazim edilmesi esası üzerine kuruludur. Bunlardan herhangi birisi ile alay etmek, bu esasa aykırı ve tamamen zıttır. Bundan dolayı onlar,
Allah Rasûlüne gelip bu sözleri söyleyerek özür beyan ettiklerinde Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onlara sadece: “Allah ile O’nun âyetleri ile ve Rasûlü ile mi eğleniyordunuz? Özür dilemeyin, siz iman ettikten sonra gerçekten kâfir oldunuz” diyor, başka bir şey söylemiyordu.
“İçinizden bir grubu” tevbeleri, Allah’tan mağfiret dilemeleri ve pişmanlıkları dolayısı ile
“affetsek bile” aranızdan
“bir gruba günahkâr kimseler oldukları için” küfür ve münafıklıklarını sürdürdüklerinden ötürü
“azap edeceğiz.”
Bu âyet-i kerimelerde içinde herhangi bir hususu gizleyen özellikle de Allah’ın dinine karşı tuzak kurma mahiyetinde, Allah’ın âyetleri ve Rasûlü ile alay etme maksadını güderek bir şeyler saklayan kimsenin bu sırrını Yüce Allah’ın şüphesiz ortaya çıkartacağına, o kimseyi rezil ederek en ağır şekilde cezalandıracağına delil vardır. Aynı şekilde Allah’ın Kitabından herhangi bir şey ile ve Rasûlünden sabit olmuş Sünnet ile alay eden yahut bunu küçümseyen ya da Peygamber ile alay eden ya da onu küçümseyen herhangi bir kimsenin, Yüce Allah’ı inkar etmiş bir kâfir olduğuna da delil vardır. Bununla birlikte büyük olsa dahi her türlü günahtan yapılacak tevbe makbuldür.
{الْمُنَافِقُونَ وَالْمُنَافِقَاتُ بَعْضُهُمْ مِنْ بَعْضٍ يَأْمُرُونَ بِالْمُنْكَرِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمَعْرُوفِ وَيَقْبِضُونَ أَيْدِيَهُمْ نَسُوا اللَّهَ فَنَسِيَهُمْ إِنَّ الْمُنَافِقِينَ هُمُ الْفَاسِقُونَ (67) وَعَدَ اللَّهُ الْمُنَافِقِينَ وَالْمُنَافِقَاتِ وَالْكُفَّارَ نَارَ جَهَنَّمَ خَالِدِينَ فِيهَا هِيَ حَسْبُهُمْ وَلَعَنَهُمُ اللَّهُ وَلَهُمْ عَذَابٌ مُقِيمٌ (68)}.
67- Münafık erkeklerle münafık kadınlar birbirlerindendir. Onlar kötülüğü emreder, iyilikten alıkoyar ve ellerini de
(cimrilikten) sıkı tutarlar. Onlar Allah’ı unuttular, O da onları unuttu. Şüphesiz münafıklar fâsıkların ta kendileridirler.
68- Allah, erkek münafıklara, kadın münafıklara ve tüm kâfirlere içinde ebediyen kalacakları cehennem ateşini vaat etmiştir. Orası onlara yeter. Allah onlara lanet etmiştir. Onlar için daimi bir azap vardır.
#
{67} يقول تعالى: {المنافقون والمنافقات بعضُهم من بعض}: لأنهم اشتركوا في النفاق، فاشتركوا في تولِّي بعضهم بعضاً، وفي هذا قطعٌ للمؤمنين من ولايتهم. ثم ذكر وصف المنافقين العام الذي لا يخرُجُ منه صغيرٌ منهم ولا كبيرٌ، فقال: {يأمرون بالمنكر}: وهو الكفر والفسوق والعصيان، {وينهَوْن عن المعروف}: وهو الإيمان والأخلاق الفاضلة والأعمال الصالحة والآداب الحسنة، {ويَقْبِضون أيدِيَهم}: عن الصدقة وطرق الإحسان؛ فوصْفُهم البخلُ. {نَسوا الله}: فلا يذكُرونه إلا قليلاً، {فنَسِيَهم}: من رحمته؛ فلا يوفِّقهم لخيرٍ ولا يدخِلُهم الجنة، بل يترُكهم في الدرك الأسفل من النار خالدين فيها مخلَّدين. {إنَّ المنافقين هم الفاسقون}: حصر الفسقَ فيهم؛ لأنَّ فسقهم أعظم من فسق غيرهم؛ بدليل أن عذابهم أشدُّ من عذاب غيرهم، وأن المؤمنين قد ابتُلوا بهم إذ كانوا بين أظهرهم، والاحتراز منهم شديدٌ.
67.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Münafık erkeklerle münafık kadınlar birbirlerindendir.” Çünkü münafıklık hepsinin ortak özelliğidir. O yüzden birbirlerini dost ve yardımcı edinmekte de ortaktırlar. Bu buyrukla mü’minlerin onlar ile dostluk bağları kesilmektedir. Daha sonra Yüce Allah,
münafıklar ait olup küçükleri olsun büyükleri olsun hiçbirinin dışarıda kalmayacağı genel bir niteliği söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Onlar kötülüğü” küfrü, fasıklığı ve isyanı
“emreder, iyilikten” iman, üstün ahlak, salih amel ve güzel adabdan
“alıkoyarlar ve ellerini de (cimrilikten) sıkı tutarlar” sadakadan ve hayır hasenat yollarından uzak dururlar, onların temel bir vasfı cimriliktir.
“Onlar Allah’ı unuttular.” O’nu pek az anarlar.
“O da onları” rahmetinden mahrum etmek suretiyle
“unuttu.” O nedenle onları hayra muvaffak kılmaz, cennete de sokmaz. Aksine onları cehennemin en alt tabakasında bırakır da onlar orada ebediyyen kalırlar.
“Şüphesiz münafıklar fasıkların ta kendileridir.” Allah fıskın onlara münhasır olduğunu belirtmektedir. Çünkü onların fasıklıkları başkalarınkinden daha büyüktür. Buna delil ise onların azaplarının başkalarının azabından daha ağır olacağı ve bir de mü’minlerin onlar ile sınanmalarıdır. Çünkü münafıklar mü’minler arasında bulunuyorlardı ki bu durumda onlardan sakınmak oldukça güçtür.
#
{68} {وعد الله المنافقين والمنافقات والكفار نار جهنم خالدين فيها هي حسبهم ولعنهم الله ولهم عذابٌ مقيمٌ}: جمع المنافقين والكفار في نار جهنَّم واللعنةِ والخلودِ في ذلك لاجتماعهم في الدُّنيا على الكفر والمعاداة لله ورسوله والكفر بآياته.
68. Bu buyrukta kâfirlerle münafıkların cehennem ateşine girmede, lanete uğramada ve bu hal içinde ebedî kalmada ortak oldukları belirtilmektedir. Bunun sebebi ise onların, dünya hayatında iken kâfir olmada, Allah’a ve Rasûlüne düşmanlık etmede ve Allah’ın âyetlerini inkâr etmede ortak olmalarıdır.
{كَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ كَانُوا أَشَدَّ مِنْكُمْ قُوَّةً وَأَكْثَرَ أَمْوَالًا وَأَوْلَادًا فَاسْتَمْتَعُوا بِخَلَاقِهِمْ فَاسْتَمْتَعْتُمْ بِخَلَاقِكُمْ كَمَا اسْتَمْتَعَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ بِخَلَاقِهِمْ وَخُضْتُمْ كَالَّذِي خَاضُوا أُولَئِكَ حَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ وَأُولَئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ (69) أَلَمْ يَأْتِهِمْ نَبَأُ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ قَوْمِ نُوحٍ وَعَادٍ وَثَمُودَ وَقَوْمِ إِبْرَاهِيمَ وَأَصْحَابِ مَدْيَنَ وَالْمُؤْتَفِكَاتِ أَتَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ فَمَا كَانَ اللَّهُ لِيَظْلِمَهُمْ وَلَكِنْ كَانُوا أَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ (70)}.
69-
(Ey münafıklar!) Siz de kendinizden öncekiler gibisiniz. Üstelik onlar sizden daha güçlü idi, malları ve evlatları da daha çoktu. Onlar kendi nasipleri ile faydalandılar. Sizden öncekiler kendi nasipleri ile faydalandıkları gibi siz de kendi nasiplerinizle faydalandınız ve onlar
(batıla) daldığı gibi siz de daldınız. İşte bunlar, dünyada da âhirette de amelleri boşa gitmiş olanlardır. Onlar zarara uğrayanların ta kendileridir.
70- Kendilerinden öncekilerin; Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin, İbrahim’in kavminin, Medyen ehlinin ve altüst edilen şehirlerin haberi onlara gelmedi mi? Peygamberleri onlara apaçık delillerle gelmişti
(ama iman etmediler). Allah asla onlara zulmetmedi. Fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.
#
{69 ـ 70} يقول تعالى محذِّراً للمنافقين أن يُصيبَهم ما أصابَ مَنْ قبلَهم من الأمم المكذِّبة؛ {قوم نوح وعادٍ وثمودَ وقوم إبراهيمَ وأصحاب مَدْيَنَ والمؤتفكاتِ}؛ أي: قرى قوم لوطٍ؛ فكلُّهم {أتتهم رسلهم بالبيِّنات}؛ أي: بالحق الواضح الجليِّ المبيِّن لحقائق الأشياء، فكذَّبوا بها، فجرى عليهم ما قصَّ الله علينا؛ فأنتُم أعمالُكم شبيهةٌ بأعمالهم. {استمتعتُم بخَلاقكم}؛ أي: بنصيبكم من الدنيا، فتناوَلْتموه على وجه اللَّذَّة والشهوة، معرضين عن المراد منه، واستعنتم به على معاصي الله، ولم تتعدَّ همَّتُكم وإرادتكم ما خُوِّلتم من النعم كما فعل الذين من قبلكم. {وخضتُم كالذي خاضوا}؛ أي: وخضتم بالباطل والزُّور وجادلتم بالباطل لِتُدْحِضوا به الحقَّ؛ فهذه أعمالُهم وعلومهم: استمتاعٌ بالخَلاق، وخوضٌ بالباطل؛ فاستحقُّوا من العقوبة والإهلاك ما استحقَّ من قبلهم مِمَّن فعلوا كفعلهم، وأما المؤمنون فهم وإن استمتعوا بنصيبهم وما خُوِّلوا من الدُّنيا؛ فإنَّه على وجه الاستعانة به على طاعة الله، وأما علومهم؛ فهي علوم الرسل، وهي: الوصول إلى اليقين في جميع المطالب العالية، والمجادلة بالحقِّ لإدحاض الباطل. قوله: {فما كان اللهُ لِيَظْلِمَهم}: إذا وقع بهم من عقوبته ما أوقع، {ولكن كانوا أنفسَهم يظلمِون}: حيث تجرؤوا على معاصيه، وعَصَوا رسلهم، واتبعوا أمر كل جبار عنيد.
69-70.
Yüce Allah münafıkları kendilerinden önce geçmiş olan inkarcı ümmetlere gelip çatan musibetlerden sakındırarak şöyle buyurmaktadır: “Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin, İbrahim’in kavminin, Medyen ehlinin ve altüst edilen şehirlerin” yani Lût kavmine ait şehirlerin
“haberleri onlara gelmedi mi?” Çünkü bunların hepsine
“peygamberleri apaçık delillerle” yani varlıkların gerçek yüzünü beyan eden, açık ve seçik hak ile
“gelmişlerdi.” Ancak onlar bunları yalanladılar. O nedenle de başlarına Yüce Allah’ın, anlattığı musibetler gelip çattı. İşte -ey münafıklar- sizlerin de amelleri bu ümmetlerin amellerine benzemektedir. Zira
“Siz de kendi nasibinizle faydalandınız” dünyadaki payınız kadar yararlandınız, onu zevk ve arzu ile aldınız ve bu paydan gözetilen maksattan yüz çevirdiniz. Onları Yüce Allah’a isyanda kullandınız. Sizin bütün gayret ve iradeniz, tıpkı sizden öncekilerin yaptığı gibi size bağışlanan dünyalık nimetlerden öteye geçmedi.
“Ve onlar (batıla) daldığı gibi siz de daldınız.” Siz de batıla ve yalana dalıp batıl ile hakkı çürütmek amacıyla batıl adına mücadele verdiniz. İşte onların amelleri ve ilimleri, kendi paylarından yararlanmak ve batıla dalmaktan ibaretti. Bundan dolayı onlar, kendilerinden öncekilerin yaptıklarını yaparak onların hak ettikleri cezayı ve helaki de hak ettiler.
Müminlere gelince onlar her ne kadar kendi nasipleri ile ve onlara verilen dünya nimetleri ile faydalansalar da bunları Yüce Allah’a itaate yardımcı olmak üzere kullanmışlardır. Onların ilimlerine gelince bu, peygamberlerin getirdikleri ilimdir. O da bütün üstün maksatlarda kesin bir kanaate ulaşmak ve batılı ortadan kaldırmak için hak ile mücadele vermektir.
“Allah” helak ettiği kavimleri cezalandırmak sureti ile “asla onlara zulmetmedi. Fakat onlar” Allah’a isyan etmek cesaretini gösterdikleri, peygamberlerine asi olup inatçı ve zorba olan herkesin emrine uydukları için
“kendi kendilerine zulmediyorlardı.”
{وَالْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاءُ بَعْضٍ يَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَيُطِيعُونَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ أُولَئِكَ سَيَرْحَمُهُمُ اللَّهُ إِنَّ اللَّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ (71) وَعَدَ اللَّهُ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا وَمَسَاكِنَ طَيِّبَةً فِي جَنَّاتِ عَدْنٍ وَرِضْوَانٌ مِنَ اللَّهِ أَكْبَرُ ذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ (72)}.
71- Mü’min erkeklerle mü’min kadınlar birbirlerinin dostlarıdır. Onlar iyiliği emreder, kötülükten alıkoyar, namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, Allah’a ve Rasûlüne itaat ederler. İşte Allah, bunlara merhamet edecektir. Şüphesiz Allah Azizdir, Hakîmdir.
72- Allah, mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara altlarından ırmaklar akan ve içlerinde ebediyen kalacakları cennetler vaat etmiştir. Bir de Adn cennetlerinde hoş meskenler… Allah’ın rızası ise hepsinden daha büyüktür. İşte en büyük kazanç budur.
#
{71} لما ذكر أنَّ المنافقين بعضهم من بعض ؛ ذكر أن المؤمنين بعضهم أولياء بعض، ووصفهم بضدِّ ما وصف به المنافقين، فقال: {والمؤمنون والمؤمناتُ}؛ أي: ذكورهم وإناثهم، {بعضُهم أولياءُ بعضٍ}: في المحبَّة والموالاة والانتماء والنُّصرة. {يأمرون بالمعروف}: وهو اسمٌ جامعٌ لكلِّ ما عُرِف حسنه من العقائد الحسنة والأعمال الصالحة والأخلاق الفاضلة، وأول مَن يدخُلُ في أمرهم أنفسُهم. {وينهَوْن عن المنكر}: وهو كلُّ ما خالف المعروف، وناقَضَه من العقائد الباطلة والأعمال الخبيثة والأخلاق الرذيلة، {ويطيعونَ الله ورسوله}؛ أي: لا يزالون ملازمين لطاعة الله ورسوله على الدوام. {أولئك سيرحمُهُم الله}؛ أي: يدخلهم في رحمته ويشمَلُهم بإحسانه. {إنَّ الله عزيزٌ حكيمٌ}؛ أي: قويٌّ قاهرٌ، ومع قوته؛ فهو حكيمٌ يضع كل شيء موضعَه اللائق به الذي يُحمد على ما خلقه وأمر به.
71.
Yüce Allah münafıkların birbirlerinden olduklarını söz konusu ettikten sonra mü’minlerin de birbirlerinin dost ve yardımcıları olduğunu ifade etmekte ve onları münafıkları nitelendirdiği sıfatların aksi ile nitelendirerek şöyle buyurmaktadır: “Mü’min erkeklerle mü’min kadınlar” erkekleri ile kadınları ile mü’minler sevgi, dostluk, bağlılık ve yardımlaşma bakımından
“birbirlerinin dostlarıdır.”
“Onlar iyiliği emreder.” İyilik
(ma’ruf) güzel itikat, salih ameller, üstün ahlak gibi güzel olarak bilinen her şeyi içine alan kapsamlı bir isimdir. Onların bu kabilden verdikleri emirlerin ilk muhatabı da bizzat kendileridir.
“Kötülükten alıkoyar.” Kötülük
(münker) ise batıl itikat, kötü ameller ve çirkin ahlâk gibi iyiliğe
(ma’rufa) taban tabana zıt ve aykırı olan şeylerdir.
“Allah’a ve Rasûlüne itaat ederler.” Onlar sürekli olarak Allah’a ve Rasûlüne itaat üzerdirler. Bundan ayrılmazlar.
“İşte Allah bunlara merhamet edecektir.” Onları rahmetinin kapsamına alacak ve ihsanı ile onları kuşatacaktır.
“Şüphesiz Allah Azizdir” üstün bir güce sahiptir. Bununla birlikte O “Hakîmdir.” Hikmet sahibidir, her şeyi kendisine yakışan yerine koyar. O, yarattığı ve emrettiği şeylerden dolayı hamdedilmeye layıktır.
Daha sonra Yüce Allah bu mü’minlere hazırlamış olduğu mükâfaatı söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{72} ثم ذكر ما أعد الله لهم من الثواب، فقال: {وعد الله المؤمنين والمؤمنات جناتٍ تجري من تحتها الأنهار}: جامعةٍ لكلِّ نعيم وفرح، خاليةٍ من كلِّ أذىً وتَرَح، تجري من تحت قصورها ودورها وأشجارها الأنهار الغزيرة المروية للبساتين الأنيقة التي لا يعلم ما فيها من الخيرات والبركات إلا الله تعالى. {خالدين فيها}: لا يبغون عنها حِوَلاً. {ومساكنَ طيبة في جنات عدن}: قد زخرفت وحسنت وأعِدَّت لعباد الله المتَّقين، قد طاب مرآها وطاب منزِلُها ومَقيلها، وجمعت من آلات المساكن العالية ما لا يتمنى فوقه المتمنُّون، حتى إن الله تعالى قد أعدَّ لهم غرفاً في غاية الصفاء والحسن، يُرى ظاهِرُها من باطنها، وباطِنُها من ظاهرها؛ فهذه المساكن الأنيقة التي حقيقٌ بأن تَسْكُنَ إليها النفوس وتنزِعَ إليها القلوب وتشتاقَ لها الأرواح؛ لأنَّها {في جنات عدنٍ}؛ أي: إقامة، لا يظعنون عنها ولا يتحوَّلون منها. {ورضوانٌ من الله}: يُحِلُّه على أهل الجنة {أكبر}: مما هم فيه من النعيم؛ فإنَّ نعيمهم لم يَطِبْ إلا برؤية ربِّهم ورضوانه عليهم، ولأنَّه الغاية التي أمَّها العابدون، والنهاية التي سعى نحوها المحبُّون؛ فرضا ربِّ الأرض والسماوات أكبرُ من نعيم الجنات. {ذلك هو الفوزُ العظيم}: حيث حَصلوا على كلِّ مطلوب، وانتفى عنهم كلُّ محذور، وحسنتْ وطابت منهم جميع الأمور، فنسأل الله أن يجعلنا معهم بجودِهِ.
72.
“Allah, mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara altlarından ırmaklar akan ve içlerinde ebediyen kalacakları” ayrılıp da başka bir yere gitmek istemeyecekleri
“cennetler vaat etmiştir.” Bu cennetlerde her türlü nimet ve sevinç vardır. Rahatsızlık verecek ve kederlendirecek her şey de oradan uzaktır. Onun köşklerinin, saraylarının, sık ağaçlarının altından nehirler akar ki bu nehirler, içindeki hayırları ve bereketleri Allah’tan başka hiç kimsenin bilmediği son derece güzel bahçeleri sular.
“Bir de Adn cennetlerinde hoş meskenler…” onların olacaktır. Bu meskenler en güzel şekilde süslenmiş ve Allah’ın takvâ sahibi kulları için hazırlanmıştır. Bunların görünüşleri de güzeldir, bunlarda konaklamak ve dinlenmek de güzeldir. En üstün konaklarda bulunan ve hiçbir kimsenin daha ötesini arzulayamayacağı özellikler bu meskenlerde bulunacaktır. Hatta Yüce Allah, onlar için oldukça şeffaf ve güzel köşkler hazırlamıştır. Bunların dış tarafları içlerinden, iç tarafları da dışlarından görülür. İşte nefislerin beğenip kabul edeceği, kalplerin kendilerine meyledeceği, ruhların arzu ve iştiyak duyacağı en güzel meskenler bunlardır. Çünkü bunlar Adn cennetlerinde yani hiçbir şekilde ayrılıp gitmeyecekleri, başka yere gitmek üzere terk etmeyecekleri, aksine devamlı kalacakları cennetlerde olacaktır.
“Allah’ın” cennet ehline ihsan edeceği “rızası ise” onların içinde bulundukları nimetlerin
“hepsinden daha büyüktür.” Çünkü onların içinde bulundukları nimetler, ancak Rablerini görmek ve O’nun rızasına erişmekle en üstün seviyesine ulaşır. Ayrıca bu, bütün âbidlerin hedeflediği bir amaç, gerçek sevenlerin de nihai hedefidir. O nedenle yerin ve göklerin Rabbinin rızası, cennetin bütün nimetlerinden daha büyüktür.
“İşte en büyük kazanç budur.” Çünkü bütün isteklerini elde etmiş, her türlü mahzurdan da kurtulmuşlardır. Her şeyleri hoş ve güzeldir. Yüce Allah’tan lütf-u keremi ile bizleri de onlarla birlikte kılmasını niyaz ederiz.
{يَاأَيُّهَا النَّبِيُّ جَاهِدِ الْكُفَّارَ وَالْمُنَافِقِينَ وَاغْلُظْ عَلَيْهِمْ وَمَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ وَبِئْسَ الْمَصِيرُ (73) يَحْلِفُونَ بِاللَّهِ مَا قَالُوا وَلَقَدْ قَالُوا كَلِمَةَ الْكُفْرِ وَكَفَرُوا بَعْدَ إِسْلَامِهِمْ وَهَمُّوا بِمَا لَمْ يَنَالُوا وَمَا نَقَمُوا إِلَّا أَنْ أَغْنَاهُمُ اللَّهُ وَرَسُولُهُ مِنْ فَضْلِهِ فَإِنْ يَتُوبُوا يَكُ خَيْرًا لَهُمْ وَإِنْ يَتَوَلَّوْا يُعَذِّبْهُمُ اللَّهُ عَذَابًا أَلِيمًا فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ وَمَا لَهُمْ فِي الْأَرْضِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَصِيرٍ (74)}.
73- Ey Peygamber! Kâfirlere ve münâfıklara karşı cihâd et ve onlara karşı sert ol! Onların yerleri cehennemdir. O, ne kötü bir dönüş yeridir!
74-
(O çirkin sözü) söylemediklerine dair Allah’a yemin ederler. Andolsun ki o küfür sözünü söylediler ve İslam’a girdikten sonra kâfir oldular. Onlar başaramadıkları bir işe de yeltendiler. İntikam almaya kalkışmalarının tek sebebi ise Allah’ın ve Peygamberinin onları lütfuyla zengin kılmasından başka bir şey değildir! Eğer tevbe ederlerse bu, onlar için hayırlı olur. Eğer yüz çevirirlerse Allah onları dünyada da âhirette de can yakıcı bir azaba uğratır. Onların yeryüzünde ne bir dostları vardır, ne de bir yardımcıları.
#
{73} يقول تعالى لنبيِّه - صلى الله عليه وسلم -: {يا أيُّها النبيُّ جاهد الكفار والمنافقين}؛ أي: بالغ في جهادهم، والغلظة عليهم حيث اقتضت الحال الغِلْظة عليهم، وهذا الجهاد يدخل فيه الجهاد باليد والجهاد بالحجة واللسان؛ فمن بارز منهم بالمحاربة؛ فيجاهَد باليد واللسان والسيف والسنان ، ومن كان مذعناً للإسلام بذمَّة أو عهدٍ؛ فإنه يجاهَدُ بالحجة والبرهان، ويبيَّن له محاسن الإسلام ومساوئ الشرك والكفران ؛ فهذا ما لهم في الدنيا، {و} أما في الآخرة؛ فَمَأواهم {جهنم}؛ أي: مقرُّهم الذي لا يخرجون منها، {وبئس المصير}.
73.
Yüce Allah Peygamberine hitaben şöyle buyurmaktadır: “Ey Peygamber! Kâfirlere ve münâfıklara karşı cihâd et.” Onlara karşı cihadı en ileri dereceye götür
“ve” durum onlara karşı sert olmayı gerektirdiğinde de “onlara karşı sert ol!” Bu cihadın kapsamına el ile cihad da dil ve delille cihad da girmektedir. Onlardan savaş açanlara karşı hem el ile, hem dil ile hem de kılıç ve silahla cihad edilir. Ahit veya zimmet akdi gereği İslâmî yönetime boyun eğen kimselere karşı ise sadece delil ve belgeler ile cihad edilir; böylelerine İslâm’ın güzellikleri, şirk ve küfrün de kötülükleri açıklanır. Onlar için dünyada bunlar vardır. Âhirete gelince
“onların” içinden asla çıkamayacakları ve devamlı kalacakları “yerleri cehennemdir. O, ne kötü bir dönüş yeridir!”
#
{74} {يحلفونَ بالله ما قالوا ولقد قالوا كلمةَ الكفرِ}؛ أي: إذا قالوا قولاً كقول من قال منهم: {لَيُخْرِجَنَّ الأعزُّ منها الأذلَّ}، والكلام الذي يتكلَّم به الواحد بعد الواحد في الاستهزاء بالدين وبالرسول؛ فإذا بلغهم أن النبيَّ - صلى الله عليه وسلم - قد بلغه شيء من ذلك؛ جاؤوا إليه يحلفون بالله ما قالوا، قال تعالى مكذِّباً لهم: {ولقد قالوا كلمةَ الكفر وكفروا بعد إسلامهم}: فإسلامهم السابق، وإن كان ظاهره أنه أخرجهم من دائرة الكفر؛ فكلامُهم الأخير ينقُضُ إسلامهم ويدخِلُهم بالكفر. {وهمُّوا بما لم ينالوا}: وذلك حين همُّوا بالفتك برسول الله - صلى الله عليه وسلم - في غزوة تبوك، فقصَّ الله عليه نبأهم، فأمر من يصدُّهم عن قصدهم. {و} الحال أنهم {ما نقموا} وعابوا من رسول الله - صلى الله عليه وسلم - {إلَّا أنْ أغناهم اللهُ ورسولُه من فضله}: بعد أن كانوا فقراء معوزين، وهذا من أعجب الأشياء: أن يستهينوا بمن كان سبباً لإخراجهم من الظلمات إلى النور، ومغنياً لهم بعد الفقر! وهل حقُّه عليهم إلا أن يعظِّموه ويؤمنوا به ويُجِلُّوه؟! [فاجتمع الدَّاعي الديني وداعي المروءة الإنسانية]. ثم عرض عليهم التوبة، فقال: {فإن يتوبوا يكُ خيراً لهم}؛ لأن التوبة أصلٌ لسعادة الدُّنيا والآخرة، {وإن يَتَوَلَّوا}: عن التوبة والإنابة {يعذِّبْهم الله عذاباً أليماً في الدُّنيا والآخرة}: في الدنيا بما ينالهم من الهم والغم والحزن على نصرة الله لدينه وإعزاز نبيِّه وعدم حصولهم على مطلوبهم، وفي الآخرة في عذاب السعير. {وما لهم في الأرض من وليٍّ}: يتولَّى أمورهم ويُحَصِّلُ لهم المطلوب، {ولا نصيرٍ}: يدفع عنهم المكروه، وإذا انقطعوا من ولاية الله تعالى؛ فثمَّ أصناف الشرِّ والخسران والشقاء والحرمان.
74.
“(O çirkin sözü) söylemediklerine dair Allah’a yemin ederler.” Yani aralarından bazılarının söylediği bir söz olan:
“Eğer Medine’ye dönersek elbetteki en şerefli ve güçlü olan, en hakir olanı oradan mutlaka çıkartacaktır.” (el-Münâfıkûn, 63/8) türü bir söz, yine din ile, peygamber ile alay içeren sözleri söyleyip de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in, bu sözlerin bir bölümünü işittiğini haber alınca, hemen onun yanına giderek öyle bir söz söylemediklerine dâir Allah adına yemin ederler.
Yüce Allah da onları yalanlayarak şöyle buyurmaktadır:
“Andolsun ki o küfür sözünü söylediler ve İslam’a girdikten sonra kâfir oldular.” Önceki müslümanlıkları her ne kadar onları zahiri itibari ile küfür dairesinin dışına çıkartmış görünüyor ise de sonradan söyledikleri bu sözler, müslümanlıklarını iptal edip onları küfre sokmaktadır.
“Onlar başaramadıkları bir işe de yeltendiler.” Bu, Tebûk gazvesi esnasında Allah Rasûlü’ne suikastte bulunmak istedikleri sırada olmuştu. Yüce Allah, Peygamberine onların durumunu haber vermiş, bunun üzerine o da bazı kimselere emirler vererek onların maksatlarını gerçekleştirmelerini engellemişti.
“İntikam almaya” ve Allah Rasûlünü ayıplamaya
“kalkışmalarının tek sebebi” daha önceleri muhtaç ve fakir kimseler iken
“Allah’ın ve Peygamberinin onları lütfu ile zengin kılmasından başka bir şey değildir.” Kendilerini karanlıklardan aydınlığa çıkartmaya ve fakirlikten sonra zenginleştirmeye vesile olan bir zatı küçümsemeleri ne kadar da şaşırtıcıdır! Halbuki ona karşı yapaları gereken, onu tazim etmek, ona iman etmek ve onu yüceltmekten başka ne olabilir ki? Zira dini gerekler de insanlığın gerekleri de bir arada bunu gerektirir.
Daha sonra Yüce Allah onlara tevbe teklifinde bulunarak şöyle buyurmaktadır: “Eğer tevbe ederlerse bu, onlar için hayırlı olur.” Çünkü tevbe etmek dünya ve âhiret mutluluğunun esasıdır.
“Eğer” tevbe etmekten, Allah’ın yoluna dönmekten “yüz çevirirlerse Allah onları dünyada da âhirette de can yakıcı bir azaba uğratır.” Dünyada maruz kalacakları azap; gam, keder, Allah’ın dinini zafere kavuşturması ve Peygamberini güçlendirmesi sebebi ile üzülmeleri, istediklerini de elde edememeleridir. Âhiretteki azaba gelince onlar için alevli ateşin azabı vardır.
“Onların yeryüzünde” işlerini üstlenecek ve isteklerini gerçekleştirmelerini sağlayacak
“ne bir dostları vardır, ne de” hoşlarına gitmeyecek şeyleri kendilerinden uzaklaştıracak
“bir yardımcıları.” Artık Allah onların dostları olmadığına göre geride onlar için sadece türlü türlü kötülük, hüsran, bedbahtlık ve mahrumiyet vardır.
{وَمِنْهُمْ مَنْ عَاهَدَ اللَّهَ لَئِنْ آتَانَا مِنْ فَضْلِهِ لَنَصَّدَّقَنَّ وَلَنَكُونَنَّ مِنَ الصَّالِحِينَ (75) فَلَمَّا آتَاهُمْ مِنْ فَضْلِهِ بَخِلُوا بِهِ وَتَوَلَّوْا وَهُمْ مُعْرِضُونَ (76) فَأَعْقَبَهُمْ نِفَاقًا فِي قُلُوبِهِمْ إِلَى يَوْمِ يَلْقَوْنَهُ بِمَا أَخْلَفُوا اللَّهَ مَا وَعَدُوهُ وَبِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ (77) أَلَمْ يَعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ يَعْلَمُ سِرَّهُمْ وَنَجْوَاهُمْ وَأَنَّ اللَّهَ عَلَّامُ الْغُيُوبِ (78)}.
75-
Onlardan bazısı da: Eğer bize lütfundan ihsan ederse, andolsun ki sadaka vereceğiz ve kesinlikle salihlerden olacağız, diyerek Allah’a söz vermişti.
76- Ama Allah kendilerine lütfundan ihsan edince cimrilik ettiler ve yüz çevirerek gerisin geriye döndüler.
77- Allah’a verdikleri sözlerini tutmadıkları ve yalan söyleyegeldikleri için sonunda Allah, kalplerine huzuruna çıkacakları güne kadar
(sürecek) bir nifak soktu.
78- Onlar bilmezler mi ki Allah, sırlarını da gizli konuşmalarını da kesinlikle bilmektedir ve Allah, gaybı çok iyi bilendir?
#
{75} أي: ومن هؤلاء المنافقين من أعطى الله عهدَهُ وميثاقَهُ، {لئن آتانا من فضلِهِ}: من الدنيا فبسطها لنا ووسَّعها، {لَنَصَّدَّقَنَّ ولَنكونَنَّ من الصالحين}: فنصل الرحم ونُقري الضيف، ونعينُ على نوائب الحقِّ، ونفعل الأفعال الحسنة الصالحة.
75.
“Onlardan bazısı da” yani bu münafıklar arasından:
“Eğer bize lütfundan ihsan ederse” dünyalıklardan bize bol bol verirse
“andolsun ki sadaka vereceğiz ve kesinlikle salihlerden olacağız” akrabalık bağlarını gözeteceğiz, misâfire ikramda bulunacağız, hak yoluna yardımcı olacağız, güzel ve salih işlerde bulunacağız,
“diyerek Allah’a söz vermiş” kimseler vardır.
#
{76} {فلما آتاهُم من فضلِهِ}: لم يفوا بما قالوا، بل {بَخِلوا} و {وتولَّوْا}: عن الطاعة والانقياد، {وهم معرضون}؛ أي: غير ملتفتين إلى الخير.
76.
“Ama Allah kendilerine lütfundan ihsan edince ” sözlerini yerine getirmediler, aksine
“cimrilik ettiler ve” Allah’a ve Peygamberine itaatten, emirlerine boyun eğmekten
“yüz çevirerek” hayra iltifat etmeksizin
“gerisin geriye döndüler.”
#
{77} فلما لم يفوا بما عاهدوا الله عليه؛ عاقبهم و {أعقبهم نفاقاً في قلوبهم}: مستمر {إلى يوم يَلْقَوْنَهُ بما أخلفوا اللهَ ما وعدوه وبما كانوا يكذبون}: فليحذر المؤمنُ من هذا الوصف الشنيع أن يعاهد ربَّه إن حصل مقصودُهُ الفلانيُّ؛ ليفعلنَّ كذا وكذا، ثم لا يفي بذلك؛ فإنَّه ربما عاقبه الله بالنفاق كما عاقب هؤلاء، وقد قال النبيُّ - صلى الله عليه وسلم - في الحديث الثابت في «الصحيحين»: «آية المنافق ثلاثٌ: إذا حدَّثَ كَذَبَ، وإذا عاهد غَدَرَ، وإذا وَعَدَ أَخْلَفَ»؛ فهذا المنافق الذي وعد الله وعاهده لئن أعطاه الله من فضله؛ ليصَّدَّقن وليكوننَّ من الصالحين: حدَّث فكذب، وعاهد [فغدر] ، ووعد فأخلف.
77. Onlar,
Allah’a vermiş oldukları sözlerini yerine getirmeyince Yüce Allah da onları şöyle cezalandırmıştır: “Allah’a verdikleri sözlerini tutmadıkları ve yalan söyleyegeldikleri için sonunda Allah, kalplerine huzuruna çıkacakları güne kadar (sürecek)” kesintisiz olarak sürekli devam edecek
“bir nifak soktu.” Öyleyse mü’minlerin oldukça çirkin olan bu nitelikten sakınmaları gerekir. Şu maksadım gerçekleşecek olursa mutlaka şunları şunları yapacağım, diyerek Rabbine söz verdikten sonra bu maksadı gerçekleştiği halde sözünü yerine getirmemekten kaçınmalıdır. Çünkü Yüce Allah, bu kimseleri cezalandırdığı gibi onu da münafıklıkla cezalandırabilir.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de Buhari ile Müslim’de sabit olan sahih bir hadisinde şöyle buyurmuştur: “Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler, ahitleştiği zaman ahdini bozar, söz verdiği zaman da yerine getirmez.”[23] İşte eğer lütfundan kendisine ihsanda bulunacak olursa,
mutlaka sadaka vereceğine ve salihlerden olacağına dair Yüce Allah’a ahit ve söz veren bu münafığın durumu da aynıdır: O konuşmuş, ama yalan söylemiştir, ahitte bulunmuş ama onu bozmuştur ve söz vermiş ama sözünü tutmamıştır.
#
{78} ولهذا توعَّد من صدر منهم هذا الصنيع بقوله: {ألم يعلموا أنَّ الله يعلم سرَّهم ونجواهم وأنَّ الله علام الغيوب}: وسيجازيهم على ما عملوا من الأعمال التي يعلمها الله تعالى.
وهذه الآيات نزلت في رجل من المنافقين يقال له ثعلبة، جاء إلى النبي - صلى الله عليه وسلم -، وسأله أن يدعوَ الله له أن يعطِيَه الله من فضله، وأنه إن أعطاه ليتصدقنَّ ويصل الرحم ويعين على نوائب الحقِّ، فدعا النبي - صلى الله عليه وسلم - له، فكان له غنم، فلم تزل تتنامى حتى خرج بها عن المدينة، فكان لا يحضر إلاَّ بعض الصلوات الخمس، ثم أبعد فكان لا يحضر إلا صلاة الجمعة، ثم كثرت فأبعدها فكان لا يحضر جمعة ولا جماعة، ففقده النبيُّ - صلى الله عليه وسلم -، فأخبر بحاله، فبعث من يأخذ الصدقات من أهلها، فمروا على ثعلبة، فقال: ما هذه إلا جزية، ما هذه إلا أخت الجزية. فلما لم يعطهم؛ جاؤوا فأخبروا بذلك النبي - صلى الله عليه وسلم -، فقال: «يا ويح ثعلبة، يا ويح ثعلبة!» ثلاثاً. فلما نزلت هذه الآية فيه وفي أمثاله؛ ذهب بها بعض أهله، فبلَّغه إيَّاها، فجاء بزكاته، فلم يقبلْها النبيُّ - صلى الله عليه وسلم -، ثم جاء بها إلى أبي بكر بعد وفاة النبي - صلى الله عليه وسلم -، فلم يقبلها، ثم جاء بها بعد أبي بكر إلى عمر، فلم يقبلها، فيقال: إنه هلك في زمن عثمان.
78. Bundan dolayı da Yüce Allah,
bu şekilde davrananları şöyle tehdit etmiştir: “Onlar bilmezler mi ki Allah, sırlarını da gizli konuşmalarını da kesinlikle bilmektedir ve Allah, gaybı çok iyi bilendir?” Yüce Allah, bildiği o amellerine karşılık onları cezalandıracaktır.
Bu âyet-i kerimeler münafıklardan Sa’lebe diye bilinen bir kişi hakkında inmiştir. Bu kişi Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e gelerek Yüce Allah’a, kendisine lütfundan bir şeyler vermesi için dua etmesini istedi ve eğer Allah ona bir şeyler verecek olursa mutlaka sadaka vereceğini, akrabalık bağını gözeteceğini, hak yolda karşı karşıya kalınan sıkıntılara destek vereceğini söyledi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de onun için dua etti. Bu adamın koyunları vardı, koyunları sürekli olarak arttı ve nihâyet onları alıp Medine’nin dışına çıktı. Beş vakit namazdan ancak bir ikisinde cemaate katılabiliyordu. Sonra daha da uzaklara gitti ve sadece Cuma namazına gelebilir oldu. Koyunları arttıkça daha da uzaklaştı. Bu sefer Cuma namazlarına da katılamaz oldu.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem onun görünmediğini fark edince halini sordu, ona durumu haber verildi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem zekât vereceklerden zekât almak üzere görevliler gönderdiğinde bunlar Sa’lebe’ye de uğradılar.
O da: “Bu (zekat değil) ancak cizye olabilir. Bu cizyeye eşdeğer bir şeydir” dedi. Zekâtı tahsil etmekle görevli memurlara zekâtını vermeyince onlar da gelip Peygamber’e durumu haber verdiler.
Bunun üzerine Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem üç kere: “Yazıklar olsun Salebe’ye!” buyurdu.
Onun ve benzerlerinin hakkında bu âyet-i kerimeler nazil olunca da yakınlarından birisi gidip ona bu âyeti ona tebliğ etti. Bu sefer Sa’lebe zekâtını getirdi ise de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem onu kabul etmedi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in vefatından sonra zekâtını getirip Ebu Bekir’e vermek istedi, o da kabul etmedi. Ebu Bekir’den sonra Ömer’e getirip vermek istedi, o da kabul etmedi. Onun Osman döneminde öldüğü söylenir.
[24]
{الَّذِينَ يَلْمِزُونَ الْمُطَّوِّعِينَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ فِي الصَّدَقَاتِ وَالَّذِينَ لَا يَجِدُونَ إِلَّا جُهْدَهُمْ فَيَسْخَرُونَ مِنْهُمْ سَخِرَ اللَّهُ مِنْهُمْ وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ (79) اسْتَغْفِرْ لَهُمْ أَوْ لَا تَسْتَغْفِرْ لَهُمْ إِنْ تَسْتَغْفِرْ لَهُمْ سَبْعِينَ مَرَّةً فَلَنْ يَغْفِرَ اللَّهُ لَهُمْ ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ كَفَرُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ وَاللَّهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ (80)}.
79- Mü’minlerden gönülden bağışta bulunanları
(verdikleri fazla) sadakalar hakkında ayıplayanlar ve güçlerinin yettiğinden başkasını bulamay
(ıp az sadaka veren) kimselerle de alay edenler var ya, Allah da onlarla alay eder. Onlar için can yakıcı bir azap vardır.
80- O
(münafıklar) için ister mağfiret dile, ister dileme
(fark etmez). Onlar için yetmiş defa mağfiret dilesen bile yine de Allah onları kesinlikle bağışlamayacaktır. Çünkü onlar, Allah’ı ve Peygamberi inkar edip kafir olmuşlardır. Allah fâsıklar topluluğuna hidâyet vermez.
#
{79} وهذا أيضاً من مخازي المنافقين، فكانوا قبَّحهم الله لا يدعون شيئاً من أمور الإسلام والمسلمين يرون لهم مقالاً؛ إلا قالوا وطعنوا بغياً وعدواناً، فلما حثَّ الله ورسوله على الصدقة؛ بادر المسلمون إلى ذلك، وبذلوا من أموالهم كل على حسب حاله، منهم المكثر ومنهم المقل، فيلمزون المكثر منهم بأنَّ قصدَه بنفقته الرياء والسمعة، وقالوا للمقلِّ الفقير: إنَّ الله غنيٌّ عن صدقة هذا، فأنزل الله تعالى: {الذين يَلْمِزون}؛ أي: يعيبون ويطعنون {المُطَّوِّعين من المؤمنين في الصدقات}: فيقولون: مراؤون قصدُهم الفخر والرياء {و} يلمزون {الذين لا يَجِدون إلا جُهْدَهم}: فيخرِجون ما استطاعوا ويقولون: الله غنيٌّ عن صدقاتهم، {فيسخرون منهم}، فقابلهم الله على صنيعهم بأن سَخِرَ منهم، {ولهم عذابٌ أليم}؛ فإنَّهم جمعوا في كلامهم هذا بين عدة محاذير:
منها: تتبُّعهم لأحوال المؤمنين وحرصهم على أن يجدوا مقالاً يقولونه فيهم، والله يقول: {إنَّ الذين يحبُّون أن تشيع الفاحشة في الذين آمنوا لهم عذابٌ أليمٌ}.
ومنها: طعنهم بالمؤمنين لأجل إيمانهم كفراً بالله تعالى وبغضاً للدين.
ومنها: أن اللَّمز محرمٌ، بل هو من كبائر الذنوب في أمور الدنيا، وأما اللَّمز في أمر الطاعة؛ فأقبحُ وأقبح.
ومنها: أنَّ من أطاع الله وتطوَّع بخَصْلةٍ من خصال الخير؛ فإنَّ الذي ينبغي إعانته وتنشيطه على عمله، وهؤلاء قصدوا تثبيطهم بما قالوا فيهم، وعابوهم عليه.
ومنها: أنَّ حكمهم على من أنفق مالاً كثيراً بأنه مراءٍ غلطٌ فاحشٌ وحكم على الغيب ورجمٌ بالظن، وأيُّ شرٍّ أكبر من هذا؟!
ومنها: أن قولهم لصاحب الصدقة القليلة: اللهُ غنيٌّ عن صدقة هذا! كلامٌ مقصوده باطلٌ؛ فإنَّ الله غنيٌ عن صدقة المتصدِّق بالقليل والكثير، بل وغني عن أهل السماوات والأرض، ولكنه تعالى أمر العباد بما هم مفتقرون إليه؛ فالله وإن كان غنيًّا عنه؛ فهم فقراء إليه؛ {فمن يعملْ مثقال ذرَّةٍ خيراً يره}، وفي هذا القول من التثبيط عن الخير ما هو ظاهرٌ بيّن، ولهذا كان جزاؤهم أن يسخر الله منهم، {ولهم عذابٌ أليمٌ}.
79. İşte bu da münafıkların rezil davranışlarından biridir. Onlar -kahrolasıcalar- İslâm ve Müslümanlar hakkında aleyhte bir şeyler söyleyecek bir fırsat buldular mı mutlaka söyleceklerini söyler, haksızca ve haddi aşarak onlara dil uzatırlardı. İşte Yüce Allah ve Rasûlü, sadaka vermeye teşvik edince müslümanlar bu işe yöneldiler ve herkes kendi durumuna göre mallarından bir şeyleri cömertçe feda etti. Çok verenler olduğu gibi az verenler de oldu. Münafıklar da çok veren kimseleri bu sadakasını riya olsun ve işitilsin diye verdiğini söyleyerek ayıplıyor,
az miktarda sadaka veren fakirler hakkında da: Şüphesiz Allah bunun sadakasına muhtaç değildir, diyorlardı.
Bunun üzerine Yüce Allah şöyle buyurdu:
“Mü’minlerden gönülden bağışta bulunanları (verdikleri fazla) sadakalar hakkında ayıplayanlar” onları ayıplayarak tenkid edenler ve: Bunlar, övünme ve riya maksadı ile sadaka veren riyakarlardır, diyenlerle
“güçlerinin yettiğinden başkasını bulamay(ıp az sadaka veren)” ancak güç yetirebildikleri kadarını sadaka olarak veren
“kimselerle de alay edenler” ve: Allah’ın bunların sadakalarına ihtiyacı yoktur, diyenler
“var ya, Allah da” yaptıklarına karşılık olarak davranışlarının benzeri bir ceza olmak üzere
“onlarla alay eder. Onlar için can yakıcı bir azap vardır.” Çünkü onlar bu sözleri ile birçok sakıncalı hususları bir arada işlemiş oluyorlardı:
1. Mü’minlerin hallerini araştırıyorlar ve haklarında iler geri konuşup tenkid edecek bir taraf bulmaya çalışıyorlardı.
Halbuki Yüce Allah: “Şüphe yok ki mü’minler arasında hayasızlıkların yayılmasını arzulayanlara dünyada da âhirette de çok acı bir azap vardır” (en-Nur, 24/19) buyurmaktadır.
2. Bir diğer sakıncalı husus ise imanları sebebi ile mü’minlere -Yüce Allah’ı inkâr ve dine buğz ederek- dil uzatıp onları tenkid etmeleridir.
3. İnsanları ayıplamak, onlara dil uzatıp tenkit etmek haramdır. Hatta bu, dünyevî hususlarda büyük günahlar arasında yer alır ki dini hususlarda bu, çok çok daha çirkindir.
4. Allah’a itaat ederek herhangi bir hayır yolunda bağışta bulunan kimseye yardımcı olmak ve onu bu ameline teşvik etmek gerekir. Bunlar ise bu kimseler hakkında söyledikleri sözleri ile onların gayret ve maneviyatlarını kırmak istediler ve onları bundan dolayı ayıpladılar.
5. Çok miktarda mal infak eden kimse hakkında onun riyakâr olduğuna dair hüküm vermeleri çok büyük bir yanlıştır. Ayrıca gayb olan bir konuda hüküm vermek ve zanna dayanarak karanlığa kurşun sıkmaktır. Bundan daha büyük bir kötülük olabilir mi?
6.
Diğer taraftan onların az miktarda sadaka veren kimse hakkında: “Allah’ın bunun sadakasına ihtiyacı yoktur” demeleri, batıl bir maksat ile söylenmiş bir sözdür. Çünkü Allah, az sadaka verenin de çok verenin de sadakasına muhtaç değildir. Hatta O, göklerde ve yerde bulunanların hiçbirine muhtaç değildir. Aksine O, kullarına kendilerinin muhtaç oldukları emirleri vermiştir. O nedenle Yüce Allah, her ne kadar verdiği emirlere muhtaç değil ise de onların, o emirlere ihtiyacı vardır. Zira
“kim zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa onu görecektir.” (ez-Zilzal, 99/7)
Böyle bir sözün ise hayra karşı şevki kırdığı açıkça ortadadır. Bundan dolayı da onların cezaları, Allah’ın da onlarla alay etmesi, onları maskaraya çevirmesi olmuştur. Ayrıca onlar için can yakıcı bir azap vardır.
#
{80} {استغفرْ لهم أو لا تستغفرْ لهم إن تستغفرْ لهم سبعين مرَّةً}: على وجه المبالغة، وإلاَّ؛ فلا مفهوم لها، {فلن يغفرَ الله لهم}؛ كما قال في الآية الأخرى: {سواءٌ عليهم أسْتَغْفَرْتَ لهم أم لم تستغفِرْ لهم لن يَغْفِرَ الله لهم}. ثم ذكر السبب المانع لمغفرة الله لهم، فقال: {ذلك بأنَّهم كفروا بالله ورسوله}: والكافر لا ينفعه الاستغفار ولا العمل ما دام كافراً. {والله لا يهدي القوم الفاسقين}؛ أي: الذين صار الفسقُ لهم وصفاً؛ بحيث لا يختارون عليه سواه، ولا يبغون به بدلاً، يأتيهم الحقُّ الواضح فيردُّونه فيعاقبهم الله تعالى بأنْ لا يوفِّقهم له بعد ذلك.
80.
“O (münafıklar) için ister mağfiret dile, ister dileme (fark etmez). Onlar için yetmiş defa” bu, mübalağa kastı ile kullanılmış bir ifadedir. Aksi takdirde hiçbir anlamı olmazdı
“mağfiret dilesen bile yine de Allah onları kesinlikle bağışlamayacaktır.” Nitekim bir başka âyet-
i kerimede Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Onlar için mağfiret dilesen de dilemesen de haklarında birdir. Allah onlara asla mağfiret etmez.” (el-Münafıkûn, 63/6)
Daha sonra da Allah,
onların günahlarını bağışlamasını engelleyen sebebi söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Çünkü onlar, Allah'ı ve Peygamberi inkar edip kafir olmuşlardır.” Kâfire ise mağfiret dilemenin de kendi amelinin de -kâfir kaldığı sürece- hiçbir faydası olmaz.
“Allah fâsıklar topluluğuna hidâyet vermez.” Yani fâsıklık, onu başkasını tercih etmeyecek ve onu başkaları ile değiştirmeyecek şekilde ayrılmaz bir nitelikleri olan ve kendilerine gelen apaçık hakkı reddeden yoldan çıkmışları, Allah hidâyete iletmez ve hakka muvaffak kılmamak suretiyle onları cezalandırır.
{فَرِحَ الْمُخَلَّفُونَ بِمَقْعَدِهِمْ خِلَافَ رَسُولِ اللَّهِ وَكَرِهُوا أَنْ يُجَاهِدُوا بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنْفُسِهِمْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ وَقَالُوا لَا تَنْفِرُوا فِي الْحَرِّ قُلْ نَارُ جَهَنَّمَ أَشَدُّ حَرًّا لَوْ كَانُوا يَفْقَهُونَ (81) فَلْيَضْحَكُوا قَلِيلًا وَلْيَبْكُوا كَثِيرًا جَزَاءً بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ (82) فَإِنْ رَجَعَكَ اللَّهُ إِلَى طَائِفَةٍ مِنْهُمْ فَاسْتَأْذَنُوكَ لِلْخُرُوجِ فَقُلْ لَنْ تَخْرُجُوا مَعِيَ أَبَدًا وَلَنْ تُقَاتِلُوا مَعِيَ عَدُوًّا إِنَّكُمْ رَضِيتُمْ بِالْقُعُودِ أَوَّلَ مَرَّةٍ فَاقْعُدُوا مَعَ الْخَالِفِينَ (83)}.
81- Allah’ın Rasûlüne muhalefet edip de ondan geri kalanlar,
(savaşa çıkmayıp evde) oturmalarından dolayı sevindiler.
Malları ve canları ile Allah yolunda cihad etmeyi hoş görmediler ve: “Bu sıcakta savaşa çıkmayın!” dediler.
De ki: “Cehennem ateşi daha sıcaktır.” Keşke anlasalardı!
82- Artık onlar kazandıklarının bir cezası olarak az gülsünler, çok ağlasınlar.
83- Eğer Allah seni onlardan bir topluluğun yanına döndürür de onlar
(savaşa) çıkmak için senden izin isterlerse de ki:
“Siz benimle beraber asla (savaşa) çıkmayacaksınız ve benimle beraber hiçbir düşmanla da savaşmayacaksınız. Çünkü siz ilk seferinde oturmaya razı oldunuz. O halde (şimdi de) geride kalanlarla beraber oturun.”
#
{81} يقول تعالى مبيناً تبجُّح المنافقين بتخلُّفهم وعدم مبالاتهم بذلك الدالِّ على عدم الإيمان واختيار الكفر على الإيمان: {فرِحَ المخلَّفون بمَقْعَدِهم خلافَ رسول الله}: وهذا قدر زائد على مجرَّد التخلُّف؛ فإنَّ هذا تخلُّفٌ محرَّمٌ، وزيادةُ رضا بفعل المعصية وتبجحٍ به. {وكرهوا أن يجاهدوا بأموالهم وأنفسهم في سبيل الله}: وهذا بخلاف المؤمنين، الذين إذا تخلَّفوا ولو لعذرٍ؛ حزنوا على تخلُّفهم، وتأسَّفوا غاية الأسف، ويحبُّون أن يجاهدوا بأموالهم وأنفسهم في سبيل الله؛ لما في قلوبهم من الإيمان، ويرجون من فضل الله وإحسانه وبره وامتنانه. {وقالوا}؛ أي: المنافقون: {لا تنفِروا في الحرِّ}؛ أي: قالوا: إنَّ النفير مشقَّةٌ علينا بسبب الحرِّ فقدموا راحة قصيرة منقضية على الراحة الأبدية التامة، وحذروا من الحرِّ الذي يقي منه الظلال ويُذْهِبُه البكر والآصال على الحرِّ الشديد الذي لا يُقادَرُ قدره، وهو النار الحامية، ولهذا قال: {قل نارُ جهنَّم أشدُّ حرًّا لو كانوا يفقهون}.
81. Yüce Allah, münafıkların cihaddan geri kalmaları ile övünüşlerini ve buna aldırış etmemelerini açıklamaktadır ki bu davranışları, onların iman etmediklerine ve küfrü imana tercih ettiklerine açık bir delildir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın Rasûlüne muhalefet edip de ondan geri kalanlar, (savaşa çıkmayıp evde) oturmalarından dolayı sevindiler.” Bu sevinme, sadece geri kalmaktan daha ileri bir suçtur. Çünkü böyle bir geri kalış haramdır, bir de işlenen bu günaha rıza gösterme ve ondan dolayı böbürlenip sevinme söz konusudur.
“Malları ve canları ile Allah yolunda cihad etmeyi hoş görmediler.” Bu, cihaddan geri kalan mü’minlerin halinden farklıdır. Çünkü mü’minler, geçerli bir mazeretleri sebebiyle olsa bile cihaddan geri kalacak olsalar buna üzülürler ve son derece kederlenirler. Kalplerindeki imanın gereği olarak malları ve canları ile Allah yolunda cihad etmeyi arzularlar ve Allah’ın lütuf, ihsan, iyilik ve bağışını umarlar.
“Ve” o münafıklar: “Bu sıcakta savaşa çıkmayın, dediler.” Yani savaşa çıkmak sıcak sebebi ile bizim için zordur. Böylece onlar, geçici ve kısacık bir rahatı eksiksiz ve ebedi bir rahata tercih ettiler. Bununla birlikte gölge ile kendisine karşı korunulabilecek, sabah ve akşamların etkisini azalttığı sıcaktan sakındılar da ölçüsü hiçbir şeyle ölçülemeyecek derecede kızgın olan cehennem ateşinden sakınmaya gerek görmediler.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “De ki: Cehennem ateşi daha sıcaktır. Keşke anlasalardı!”
#
{82} لَمَّا آثروا ما يفنى على ما يبقى، ولَمَّا فرُّوا من المشقَّة الخفيفة المنقضية إلى المشقَّة الشديدة الدائمة؛ قال تعالى: {فَلْيَضْحكوا قليلاً ولْيَبْكوا كثيراً}؛ أي: فليتمتَّعوا في هذه الدار المنقضية، ويفرحوا بلذَّاتها، ويَلْهوا بلعبها، فسيبكون كثيراً في عذاب أليم. {جزاءً بما كانوا يكسِبونَ}: من الكفر والنفاق وعدم الانقياد لأوامر ربِّهم.
82. Onlar, gelip geçici olanı, kalıcı olana tercih ettikleri,
yine geçici zorluktan kaçarken sürekli ve oldukça çetin bir zorluğa yöneldikleri için Allah şöyle buyurmuştur: “Artık onlar kazandıklarının” küfür, münafıklık, Rablerinin emirlerine itaatsizlik suçlarının
“bir cezası olarak az gülsünler, çok ağlasınlar.” Gelip geçici bu dünyadan yararlansınlar, lezzetleri ile sevinsinler, oyunlarıyla eğlenedursunlar. Çünkü can yakıcı azabın içerisinde çok ağlayacaklardır.
#
{83} {فإن رَجَعَكَ الله إلى طائفةٍ منهم}: وهم الذين تخلَّفوا من غير عذرٍ ولم يحزنوا على تخلُّفهم. {فاستأذنوك للخروج}: لغير هذه الغزوة إذا رأوا السهولة، {فقل} لهم عقوبةً: {لن تخرجوا معي أبداً ولن تقاتلوا معي عدوًا}: فسيُغني الله عنكم، {إنَّكم رضيتُم بالقعود أولَ مرَّةٍ فاقعُدوا مع الخالفين}: وهذا كما قال تعالى: {ونُقَلِّبُ أفئِدَتَهم وأبصارَهم كما لم يؤمِنوا به أولَ مرَّةٍ}؛ فإنَّ المتثاقل المتخلِّف عن المأمور به عند انتهازِ الفرصة لن يوفَّق له بعد ذلك ويُحال بينه وبينه، وفيه أيضاً تعزيرٌ لهم؛ فإنَّه إذا تقرَّر عند المسلمين أنَّ هؤلاء من الممنوعين من الخروج إلى الجهاد لمعصيتهم؛ كان ذلك توبيخاً لهم وعاراً عليهم ونَكالاً أن يفعلَ أحدٌ كفعلِهم.
83.
“Eğer Allah seni onlardan” mazeretsiz olarak cihada çıkmaktan geri kalan ve geri kalışlarına da üzülmeyen
“bir topluluğun yanına döndürür de onlar” kolaylığını görmeleri halinde, bundan başka bir gazaya
“çıkmak için senden izin isterlerse” ceza olmak üzere onlara ”de ki: Siz benimle beraber asla
(savaşa) çıkmayacaksınız ve benimle beraber hiçbir düşmanla savaşmayacaksınız.” Allah beni size muhtaç etmeyecektir.
“Çünkü siz ilk seferinde oturmaya razı oldunuz. O halde (şimdi de) geri kalanlarla beraber oturun.” Bu,
Yüce Allah’ın şu buyruğuna benzemektedir: “Onların kalplerini ve gözlerini çeviririz de ilk defa ona iman etmedikleri gibi (yine iman etmezler) ve biz de onları azgınlıkları içerisinde şaşkın bir halde bırakırız.” (el-En’âm, 6/110) Fırsat bulduğu takdirde kendisine verilen emri ağırdan alarak yerine getirmeyip geri kalan bir kimse, artık bir daha onu yerine getirme başarısını elde edemez, aksine önüne mutlaka bir engel çıkar.
Bu buyrukta söz konu kimseler azarlanmaktadır. Çünkü Müslümanlar, bu gibi kimselerin masiyetleri dolayısı ile cihada çıkmalarının engellendiğini bildikleri taktirde bu, o kimseler için bir azar ve utanılacak bir husus olur, herhangi bir kimsenin onların yaptıklarını yapmaması için de ibretli bir ceza olur.
{وَلَا تُصَلِّ عَلَى أَحَدٍ مِنْهُمْ مَاتَ أَبَدًا وَلَا تَقُمْ عَلَى قَبْرِهِ إِنَّهُمْ كَفَرُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ وَمَاتُوا وَهُمْ فَاسِقُونَ (84)}.
84- Onlardan ölen hiçbir kimsenin namazını asla kılma, kabrinin başında da durma! Çünkü onlar Allah’ı ve Rasûlünü ikar edip kâfir oldular ve fâsık olarak öldüler.
#
{84} يقول تعالى: {ولا تصلِّ على أحدٍ منهم مات}: من المنافقين، {ولا تَقُمْ على قبرِهِ}: بعد الدفن لتدعو له؛ فإنَّ صلاته ووقوفه على قبورهم شفاعةٌ منه لهم، وهم لا تنفع فيهم الشفاعة، {إنَّهم كفروا بالله ورسولِهِ وماتوا وهم فاسقون}: ومن كان كافراً ومات على ذلك؛ فما تنفعُه شفاعةُ الشافعين، وفي ذلك عبرةٌ لغيرهم وزجرٌ ونَكالٌ لهم، وهكذا كلُّ من عُلم منه الكفر والنِّفاق؛ فإنَّه لا يصلَّى عليه.
وفي هذه الآية دليلٌ على مشروعيَّة الصلاة على المؤمنين والوقوف عند قبورِهم للدُّعاء لهم كما كان النبيُّ - صلى الله عليه وسلم - يفعل ذلك في المؤمنين؛ فإنَّ تقييد النهي بالمنافقين يدلُّ على أنه قد كان متقرراً في المؤمنين.
84.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Onlardan” münafıklardan “ölen hiçbir kimsenin namazını asla kılma!” Ona dua etmek üzere de defnedildikten sonra
“kabrinin başında da durma!” Çünkü Peygamber’in namaz kılması ve kabirlerinin başında durması, onlar için bir şefaattir. Onlar hakkında şefaatin ise hiçbir faydası yoktur.
“Çünkü onlar Allah’ı ve Rasûlünü ikar edip kâfir oldular ve fâsık olarak öldüler.” Kim kâfir olup da bu şekilde ölürse artık şefaatçilerin şefaatinin ona bir faydası olmaz. Bu emirde, başkalarına yönelik bir ibret ve bir azar, onlar için de ibretlik bir ceza vardır. Kâfir ve münafık olduğu bilinen herkesin durumu da budur. Namazları kılınmaz.
Bu âyet-i kerimede mü’minlerin cenaze namazlarını kılmanın meşru olduğuna ve onlara dua etmek için kabirlerinin başında durulabileceğine delil vardır. Nitekim Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de mü’minlere bu şekilde davranmıştır. Yüce Allah’ın bu yasağı münafıklar ile kayıtlaması, bunun mü’minler hakkında bilinen ve uygulanan bir iş olduğunu gösterir.
{وَلَا تُعْجِبْكَ أَمْوَالُهُمْ وَأَوْلَادُهُمْ إِنَّمَا يُرِيدُ اللَّهُ أَنْ يُعَذِّبَهُمْ بِهَا فِي الدُّنْيَا وَتَزْهَقَ أَنْفُسُهُمْ وَهُمْ كَافِرُونَ (85)}.
85- Onların malları da evlatları da seni imrendirmesin. Allah onlar sebebiyle ancak dünya hayatında onlara azap etmeyi ve canlarının da kâfir olarak çıkmasını ister.
#
{85} أي: لا تغترَّ بما أعطاهم الله في الدُّنيا من الأموال والأولاد؛ فليس ذلك لكرامتهم عليه، وإنَّما ذلك إهانة منه لهم. {يريد الله أن يعذِّبهم بها في الدنيا}: فيتعبون في تحصيلها، ويخافون من زوالها، ولا يتهنَّون بها، بل لا يزالون يعانون الشدائد والمشاقَّ فيها، وتُلهيهم عن الله والدار الآخرة، حتى ينتقلوا من الدنيا، {وتزهقَ أنفسُهم وهم كافرون}: قد سَلَبَهم حبُّها عن كلِّ شيء، فماتوا وقلوبهم بها متعلِّقة وأفئدتهم عليها متحرِّقة.
85. Yani Yüce Allah’ın dünyalık olarak onlara vermiş olduğu mallara, evlatlara aldanma! Çünkü bunlar, onların Allah nezdindeki değerlerinden ileri gelmiyor. Aksine bu, Allah’ın onları hakir düşürmesi içindir. Zira
“Allah onlar sebebiyle ancak dünya hayatında onlara azap etmeyi” dünyalığı elde etmek için yorulmalarını, onun ellerinden gitmesinden korkmalarını ve böylelikle ondan afiyetle yararlanamamalarını, aksine sürekli olarak bu uğurda zorluk ve sıkıntılarla karşı karşıya kalmalarını, bunların kendilerini oyalayarak Allah’tan, âhiret yurdunu hatırlamaktan oyalayıp dünyadan ayrılacakları vakte kadar alıkoymasını
“ve canlarının da kâfir olarak çıkmasını ister” Dünya sevgisi onların akıllarını başlarından almış bir halde, kalpleri dünyaya bağlı kalarak ve ciğerleri dünyalık için yanıp tutuşarak ölürler.
{وَإِذَا أُنْزِلَتْ سُورَةٌ أَنْ آمِنُوا بِاللَّهِ وَجَاهِدُوا مَعَ رَسُولِهِ اسْتَأْذَنَكَ أُولُو الطَّوْلِ مِنْهُمْ وَقَالُوا ذَرْنَا نَكُنْ مَعَ الْقَاعِدِينَ (86) رَضُوا بِأَنْ يَكُونُوا مَعَ الْخَوَالِفِ وَطُبِعَ عَلَى قُلُوبِهِمْ فَهُمْ لَا يَفْقَهُونَ (87)}.
86-
“Allah’a iman edin, Rasûlü ile birlikte cihad edin” diye
(emreden) bir sûre indirildiği zaman içlerinden servet ve imkan sahipleri senden izin isterler ve:
“Bizi bırak da oturanlarla birlikte kalalım” derler.
87-
(Savaştan) geri kalan kadınlarla birlikte olmaya razı oldular.
(Böylece) kalplerine mühür vuruldu. Artık onlar anlamazlar.
#
{86} يقول تعالى في بيان استمرار المنافقين على التثاقل عن الطاعات وأنها لا تؤثِّر فيهم السور والآيات: {وإذا أنزِلَتْ سورةٌ}: يؤمرون فيها بالإيمان بالله والجهاد في سبيل الله، {استأذَنَكَ أولو الطَّوْل منهم}؛ يعني: أولي الغنى والأموال الذين لا عُذْرَ لهم، وقد أمدَّهم الله بأموال وبنين، أفلا يشكرون الله ويَحْمَدونه ويقومون بما أوجبه عليهم وسهل عليهم أمره؟! ولكن أبوا إلا التكاسل والاستئذان في القعود، {وقالوا ذَرْنا نَكُن مع القاعدين}.
86. Şanı Yüce Allah,
münafıkların sürekli olarak Allah’a itaati gerektiren işleri ağırdan aldıklarını ve sûrelerin de âyetlerin de onları etkilemediğini beyan ederek şöyle buyurmaktadır: Allah’a iman etmeleri ve Allah yolunda cihad etmeleri emrolunan
“bir sûre indirildiği zaman içlerinden servet ve imkan sahipleri” yani cihada çıkmamakta haklı bir mazeretleri bulunmayan, mal-mülk sahibi ve varlıklı olanlar
“senden izin isterler” Halbuki Allah, onlara mal ve evlat vermiştir. O halde onlar, Allah’a şükretmeleri, hamd etmeleri ve Allah’ın kendilerine farz kıldığı ve verdiği imkânlarla da kolaylaştırdığı görevleri ifa etmeleri gerekmez mi? Ancak onlar tembellik ettiler ve cihada çıkmayıp oturmak için izin istediler.
Başka bir yolu kabul etmeyerek: “Bizi bırak da oturanlarla birlikte kalalım” dediler.
#
{87} قال تعالى: {رَضوا بأن يكونوا مع الخوالف}؛ أي: كيف رضوا لأنفسهم أن يكونوا مع النساء المتخلِّفات عن الجهاد؟! هل معهم فقهٌ أو عقلٌ دلَّهم على ذلك أم {طَبَعَ الله على قلوبهم}؟! فلا تعي الخير ولا يكونُ فيها إرادةٌ لفعل ما فيه الخير والفلاح؛ فهم لا يفقهون مصالحهم؛ فلو فقهوا حقيقة الفقه؛ لم يرضَوْا لأنفُسِهم بهذه الحال التي تحطُّهم عن منازل الرجال.
87.
“(Savaştan) geri kalan kadınlarla birlikte olmaya razı oldular” Yani cihaddan geri kalan kadınlarla birlikte kalmayı kendilerine nasıl yedirebildiler? Onlara bu yolu gösteren bir bilgi veya bir parça akılları var mı acaba? Yoksa Allah kalplerine mühür vurdu da o yüzden mi hayrı fark edemiyorlar? Yine bu yüzden kalplerinde hayır ve kurtuluşu gerektiren işleri yapma iradesi mi kalmamış?
“Artık onlar anlamazlar.” Onlar faydalarına olan şeylerin farkına varamıyorlar. Eğer gerçekten anlayışlı kimseler olsalardı, kendilerini erkeklerin konumlarından aşağılara düşüren böyle bir hale razı olmazlardı.
{لَكِنِ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ جَاهَدُوا بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنْفُسِهِمْ وَأُولَئِكَ لَهُمُ الْخَيْرَاتُ وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ (88) أَعَدَّ اللَّهُ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا ذَلِكَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ (89)}.
88- Fakat Peygamber ve beraberindeki mü’minler, malları ve canları ile cihad ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır ve onlar, felaha erenlerin ta kendileridir.
89- Allah, onlara altlarından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. Orada ebediyen kalacaklardır. İşte en büyük kazanç budur.
#
{88} يقول تعالى: إذا تخلَّف هؤلاء المنافقون عن الجهاد؛ فالله سيُغْني عنهم، ولله عبادٌ وخواصٌّ من خلقِهِ اختصَّهم بفضله يقومون بهذا الأمر، وهم {الرسول}: محمدٌ - صلى الله عليه وسلم -، {والذين آمنوا معه} يجاهدون {بأموالهم وأنفسهم}: غير متثاقلين ولا كَسِلين، بل هم فرحون مستبشرون، فأولئك {لهم الخيراتُ}: الكثيرةُ في الدُّنيا والآخرة. فأولئك {هم المفلحون}: الذين ظَفِروا بأعلى المطالب وأكمل الرغائب.
88.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Bu münafıklar cihaddan geri kalsalar dahi Yüce Allah onların yerlerini dolduracak ve onlara ihtiyaç bırakmayacaktır. Zira Yüce Allah’ın bu emri yerine getirecek ve O’nun, lütfunu kendilerine tahsis ettiği özel kulları vardır. Bunlar ise
“Peygamber” Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem “ve beraberindeki mü’minler” olup onlar
“malları ve canları ile cihad” ederler. İşi ağırdan almaz ve tembellik göstermezler; aksine bunu sevinç ve neşe ile yerine getirirler.
“İşte” dünya ve âhiretteki pek çok “hayırlar onlarındır ve onlar” en üstün isteklerine ve en mükemmel arzularına kavuşmuş olan
“felaha erenlerin ta kendileridir.”
#
{89} {أعدَّ الله لهم جناتٍ تجري من تحتها الأنهارُ خالدين فيها ذلك الفوزُ العظيمُ}: فتبًّا لمن لم يرغبْ بما رغبوا فيه وخَسِرَ دينه ودنياه وأخراه، وهذا نظيرُ قوله تعالى: {قل آمِنوا به أو لا تؤمنوا إنَّ الذين أوتوا العلمَ من قبلِهِ إذا يُتلى عليهم يَخِرَّون للأذقانِ سُجَّداً}، وقوله: {فإن يَكْفُرْ بها هؤلاءِ فقد وكلنا بها قوماً ليسوا بها بكافرينَ}.
89. O halde böylelerinin rağbet ettikleri şeylere rağbet etmeyerek dünyasını, dinini ve âhiretini kaybederek ziyana uğrayan kimselere yazıklar olsun! Bu son ayetler,
Yüce Allah’ın şu buyruklarına benzemektedir:
“De ki: Ona ister iman edin, ister iman etmeyin. Çünkü o, bundan önce kendilerine ilim verilmiş olanlara okununca onlar çenelerinin üzerine yüz üstü secdeye kapanırlar.” (el-İsrâ, 17/107)
“Şimdi bunlar, o (âyetlerimizi) inkâr ederlerse (bilsinler ki) biz de yerlerine onları inkâr etmeyen bir topluluğu onlara vekil kılmışızdır” (el-En’am, 6/89)
{وَجَاءَ الْمُعَذِّرُونَ مِنَ الْأَعْرَابِ لِيُؤْذَنَ لَهُمْ وَقَعَدَ الَّذِينَ كَذَبُوا اللَّهَ وَرَسُولَهُ سَيُصِيبُ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ (90) لَيْسَ عَلَى الضُّعَفَاءِ وَلَا عَلَى الْمَرْضَى وَلَا عَلَى الَّذِينَ لَا يَجِدُونَ مَا يُنْفِقُونَ حَرَجٌ إِذَا نَصَحُوا لِلَّهِ وَرَسُولِهِ مَا عَلَى الْمُحْسِنِينَ مِنْ سَبِيلٍ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ (91) وَلَا عَلَى الَّذِينَ إِذَا مَا أَتَوْكَ لِتَحْمِلَهُمْ قُلْتَ لَا أَجِدُ مَا أَحْمِلُكُمْ عَلَيْهِ تَوَلَّوْا وَأَعْيُنُهُمْ تَفِيضُ مِنَ الدَّمْعِ حَزَنًا أَلَّا يَجِدُوا مَا يُنْفِقُونَ (92) إِنَّمَا السَّبِيلُ عَلَى الَّذِينَ يَسْتَأْذِنُونَكَ وَهُمْ أَغْنِيَاءُ رَضُوا بِأَنْ يَكُونُوا مَعَ الْخَوَالِفِ وَطَبَعَ اللَّهُ عَلَى قُلُوبِهِمْ فَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ (93)}.
90- Bedevilerden özür beyan edenler, kendilerine izin verilmesi için geldiler. Allah’a ve Rasûlüne yalan söyleyenler ise oturup kaldılar. İçlerinden kâfir olanlar, can yakıcı bir azaba uğrayacaklardır.
91- Zayıflara, hastalara ve harcayacak bir şey bulamayanlara, Allah’a ve Rasûlüne karşı samimi olmaları şartı ile
(savaşa çıkmama konusunda) hiçbir vebal yoktur. Zira iyilik edenlerin aleyhine bir sorumluluk yoktur. Allah Ğafûrdur, Rahîmdir.
92-
Bir de sana kendilerine binek temin etmen için geldiklerinde: “Size bir binek bulamıyorum” dediğin zaman harcayacak bir şey bulamadıklarından dolayı üzülüp gözleri yaş döke döke geri dönen kimselere de
(bir vebal yoktur).
93- Vebal, ancak zengin oldukları halde senden izin isteyenleredir. Onlar
(savaştan) geri kalanlarla beraber olmaya razı oldular. Allah da kalplerini mühürledi. Artık onlar bilmezler.
#
{90} يقول تعالى: {وجاء المعذِّرونَ من الأعراب لِيُؤْذَنَ لهم}؛ أي: جاء الذين تهاونوا وقصَّروا منهم في الخروج لأجل أن يؤذنَ لهم في ترك الجهاد؛ غيرَ مبالين في الاعتذار لجفائهم وعدم حيائهم وإتيانهم بسبب ما معهم من الإيمان الضعيف، وأما الذين كذبوا الله ورسوله منهم؛ فقعدوا وتركوا الاعتذار بالكلِّيَّة. ويُحتمل أنَّ معنى قوله: {المعذِّرون}؛ أي: الذين لهم عذرٌ أتوا إلى الرسول - صلى الله عليه وسلم - لِيَعْذِرَهم، ومن عادته أن يَعْذِرَ مَن له عذرٌ، {وَقَعَدَ الذين كَذَبوا الله ورسوله}: في دعواهم الإيمان المقتضي للخروج وعدم عملهم بذلك. ثم توعدهم بقوله: {سيُصيب الذين كفروا منهم عذابٌ أليمٌ}: في الدُّنيا والآخرة.
90.
“Bedevilerden özür beyan edenler kendilerine izin verilmesi için geldiler” Yani bedevilerden savaşa çıkmak hususunda işi önemsemeyen ve bu konuda gerekeni yapmayan kimseler, cihadı terk etmek hususunda kendilerine izin verilmesi için -kabalıkları ve utanmazlıkları dolayısı ile özür dilemeye hiç aldırış etmeksizin- geldiler. Onların bu gelişleri, imanlarının zayıf oluşu sebebiyledir. İçlerinden
“Allah’a ve Rasûlüne yalan söyleyenler”e gelince onlar, oturup kaldılar ve hiç özür beyan etmediler.
“Özür beyan edenler” buyruğunun manasının,
“mazereti olup da kendilerini mazur görmesi için Allah Rasûlüne gelenler”, şeklinde olma ihtimali vardır. Zira mazereti olan kimselerin mazeretini kabul etmek onun âdeti idi. Aralarından iman iddialarında
“Allah’a ve Rasûlüne yalan söyleyenler ise oturup kaldılar.” Halbuki iman, savaşa çıkmayı ve böyle yapmamayı gerektirir.
Daha sonra Yüce Allah,
onları şu buyruğu ile tehdit etmektedir: “İçlerinden kâfir olanlar” dünyada da âhirette de
“can yakıcı bir azaba uğrayacaklardır.”
#
{91} لما ذكر المعتذرين، وكانوا على قسمين: قسم معذور في الشرع، وقسم غير معذورٍ؛ ذَكَرَ ذلك بقوله: {ليس على الضُّعفاء}: في أبدانهم وأبصارهم، الذين لا قوَّة لهم على الخروج والقتال، {ولا على المرضى}: وهذا شاملٌ لجميع أنواع المرض، التي لا يقدر صاحبُهُ على الخروج والجهاد من عَرَج وعمىً وحُمَّى وذات الجنب والفالج وغير ذلك. {ولا على الذين لا يَجِدونَ ما يُنفقون}؛ أي: لا يجدون زاداً ولا راحلةً يتبلَّغون بها في سفرهم؛ فهؤلاء ليس عليهم حَرَجٌ، بشرط أن ينصحوا لله ورسوله؛ بأن يكونوا صادقي الإيمان، وأن يكون من نيَّتهم وعزمهم أنهم لو قدروا لجاهدوا، وأن يفعلوا ما يقدِرون عليه من الحثِّ والترغيب والتَّشجيع على الجهاد.
{ما على المحسنين من سبيل}؛ أي: من سبيل يكونُ عليهم فيه تَبِعَةٌ؛ فإنهم بإحسانهم فيما عليهم من حقوق الله وحقوق العباد أسقطوا توجُّه اللوم عليهم، وإذا أحسن العبدُ فيما يقدِرُ عليه؛ سقط عنه ما لا يقدرُ عليه.
ويُستدلُّ بهذه الآية على قاعدة، وهي أنَّ مَن أحسن على غيره في نفسه أو في ماله ونحو ذلك، ثم ترتَّب على إحسانه نقصٌ أو تلفٌ: أنَّه غير ضامن؛ لأنه محسنٌ، ولا سبيل على المحسنين؛ كما أنه يدلُّ على أن غير المحسن، وهو المسيء؛ كالمفرط؛ أن عليه الضمان. {والله غفورٌ رحيم}: من مغفرته ورحمته عفا عن العاجزين، وأثابهم بنيَّتهم الجازمة ثوابَ القادرين الفاعلين.
91. Allah daha önce özür beyan edenleri söz konusu etmişti. Bu kimseler, bir bölümü dinen mazereti kabul edilenler, bir bölümü de kabul edilmeyenler olmak üzere iki kısım olduklarından dolayı Yüce Allah,
bu hususu şöyle söz konusu etmektedir: Cihada çıkmaya ve savaşmaya güçleri yetmeyen, bedenlerinde ve gözlerinde zaaf bulunan
“zayıflara, hastalara”; bu hastalık, kişinin cihada çıkma gücünü ortadan kaldıran topallık, körlük, sıtma, felç vb. bütün hastalık türlerini kapsar,
“ve harcayacak bir şey bulamayanlara” yani savaş yolculuğunda kendilerini gidecekleri yere ulaştıracak kadar azık ve binek bulamayanlara;
“Allah’a ve Rasûlüne karşı samimi olmaları şartı ile” yani imanlarında samimi olmaları ve eğer cihada güçleri yetmiş olsaydı mutlaka güçlerinin yettiği kadarı ile cihada çıkma niyet ve azmini taşımaları, ellerinden geldiği kadar cihada çıkmaya teşvik etmeleri ve bu konuda insanların arzularını harekete geçirmeleri şartıyla cihada çıkmamalarından dolayı onlara
“hiçbir vebal yoktur.”
“Zira iyilik edenlerin aleyhine bir sorumluluk yoktur.” Yani bunların aleyhlerinde sorumluluğu gerektirecek bir durum yoktur. Çünkü bunlar, üzerlerinde olan Allah’ın ve kulların haklarını iyi bir şekilde yerine getirerek kendilerine yöneltilebilecek kınamalara açık kapı bırakmamışlardır. Zira kul, gücü yeten hususlarda üzerine düşeni güzel bir şekilde yerine getirecek olursa güç yetiremediği şeylerin sorumluluklarından kurtulur.
Bu âyet-
i kerime şöyle bir kaideye delil gösterilmektedir: Kişi şahsı veya malı ile veya buna benzer yollarla başkasına iyilikte bulunacak olup da bilahare bu iyiliği dolayısıyla herhangi bir eksiklik ya da bir şeylerin telef olması sonucunu doğuran bir iş meydana gelirse o, bu eksiklik ve telefin tazminatını ödemez. Çünkü o, iyilik yapan bir kimsedir. İyilik yapanların aleyhine de bir yol ve sorumluluk yoktur. Aynı zamanda bu, iyilik yapmayan, yani kötü olan kimsenin görevini ihmal eden kimse gibi sayıldığına ve sebep olduğu zararların tazminatını ödeyeceğine de delildir.
“Allah Ğafûrdur, Rahîmdir.” O’nun mağfiret ve rahmetinin bir tecellisi olarak O, gücü yetmeyenleri affetmiştir. Samimi ve kararlı niyetleri dolayısı ile de cihada güç yetiren ve fiilen cihad eden kimselere verdiği sevabın aynısını onlara verir.
#
{92} {ولا على الذين إذا ما أتَوْكَ لِتَحْمِلَهم}: فلم يصادفوا عندك شيئاً. {قلتَ}: لهم معتذراً: {لا أجِدُ ما أحمِلُكم عليه تَوَلَّوْا وأعينُهم تفيضُ من الدمع حَزَناً أن لا يجدوا ما ينفقون}: فإنهم عاجزون باذلون لأنفسهم، وقد صدر منهم من الحزن والمشقَّة ما ذكره الله عنهم؛ فهؤلاء لا حَرَجَ عليهم، وإذا سقط الحرجُ عنهم؛ عاد الأمر إلى أصله، وهو أنَّ مَن نوى الخير واقترن بنيَّته الجازمة سَعْيٌ فيما يقدِرُ عليه ثم لم يقدِرْ؛ فإنَّه ينزَّلُ منزلة الفاعل التامِّ.
92.
“Bir de sana kendilerine binek temin etmen için geldiklerinde” senin böyle bir imkâna sahip olmadığını gören,
senin de kendilerine özür beyan ederek: “Size bir binek bulamıyorum, dediğin zaman harcayacak bir şey bulamadıklarından dolayı üzülüp gözleri yaş döke döke geri dönen kimselere de” bir vebal ve günah yoktur. Çünkü bunlar, aciz kimselerdir ve kendilerini fedaya hazırdırlar. İmkân bulamadıklarından dolayı Yüce Allah’ın söz ettiği şekilde üzülmüş ve zorlukla karşı karşıya kalmışlardır. İşte bunlar için de bir vebal yoktur. Bunların vebali kalktığına göre durum,
asıl haline döner ki o da şudur: Bir hayra niyet edip de bu kararlı niyeti ile birlikte gücünün yettiği çalışma ve çabayı ortaya koymasına rağmen maksadına güç yetiremeyen kimse, o işi tam ve eksiksiz olarak yapmış gibi sayılır.
#
{93} {إنَّما السبيل}: يتوجَّه واللوم يتناول {الذين يستأذِنونك وهم أغنياءٌ}: قادرون على الخروج لا عذرَ لهم؛ فهؤلاء {رضوا} لأنفسهم، ومن دينهم {أن يكونوا مع الخَوالِفِ}؛ كالنساء والأطفال ونحوهم. {و} إنَّما رضوا بهذه الحال لأنَّ الله طَبَعَ {على قلوبهم}؛ أي: خَتَمَ عليها؛ فلا يدخُلها خيرٌ، ولا يحسُّون بمصالحهم الدينيَّة والدنيويَّة، {فهم لا يعلمون}: عقوبةً لهم على ما اقترفوا.
93.
“Vebal” ve kınama “ancak zengin oldukları” hiçbir mazeretleri bulunmadığı ve cihada çıkmaya güç yetirebildikleri
“halde senden izin isteyenleredir.” Ancak böyleleri hakkında vebal ve kınama söz konusu olur. İşte
“onlar” hem kendileri hem de dinleri açısından “geri kalanlarla” kadın, çocuk ve benzerleri ile
“beraber olmaya razı oldular.” Çünkü
“Allah da kalplerini mühürledi. Bunun için onlar bilmezler.” Kalplerine hayır namına bir şey girmez ve onlar dinî ve dünyevî menfaatlerini fark edemezler. Bu, işlediklerine karşılık bir cezadır.
{يَعْتَذِرُونَ إِلَيْكُمْ إِذَا رَجَعْتُمْ إِلَيْهِمْ قُلْ لَا تَعْتَذِرُوا لَنْ نُؤْمِنَ لَكُمْ قَدْ نَبَّأَنَا اللَّهُ مِنْ أَخْبَارِكُمْ وَسَيَرَى اللَّهُ عَمَلَكُمْ وَرَسُولُهُ ثُمَّ تُرَدُّونَ إِلَى عَالِمِ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ (94) سَيَحْلِفُونَ بِاللَّهِ لَكُمْ إِذَا انْقَلَبْتُمْ إِلَيْهِمْ لِتُعْرِضُوا عَنْهُمْ فَأَعْرِضُوا عَنْهُمْ إِنَّهُمْ رِجْسٌ وَمَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ جَزَاءً بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ (95) يَحْلِفُونَ لَكُمْ لِتَرْضَوْا عَنْهُمْ فَإِنْ تَرْضَوْا عَنْهُمْ فَإِنَّ اللَّهَ لَا يَرْضَى عَنِ الْقَوْمِ الْفَاسِقِينَ (96)}.
94- Kendilerine döndüğünüz vakit size özür beyan edeceklerdir.
De ki: “
(Boşuna) özür dilemeyin. Size asla inanmayız. Zira Allah size dair birtakım haberleri bize bildirmiştir. Allah da Rasûlü de sizin yapacaklarınızı görecek, sonra görüneni de görünmeyeni de bilene döndürüleceksiniz. O da size yaptıklarınızı haber verecektir.
95- Yanlarına döndüğünüzde onlardan yüz çevirmeniz için Allah’a yemin edeceklerdir. O halde siz de onlardan yüz çevirin. Çünkü onlar murdardırlar. Kazandıklarının cezası olarak varacakları yer de cehennemdir.
96- Kendilerinden hoşnut olmanız için size yemin ederler. Siz onlardan hoşnut olsanız da şüphesiz Allah, o fâsıklar topluluğundan hoşnut olmaz.
#
{94} لما ذكر تخلُّف المنافقين الأغنياء، وأنه لا عذر لهم؛ أخبر أنهم سيعتذرون {إليكم إذا رجعتُم إليهم}: من غزاتكم، {قُلْ} لهم: {لا تعتِذروا لن نؤمنَ لكم}؛ أي: لن نصدِّقَكم في اعتذاركم الكاذب، {قد نبَّأنا الله من أخبارِكم}: وهو الصادق في قيله، فلم يبقَ للاعتذار فائدةٌ؛ لأنهم يعتذِرون بخلاف ما أخبر الله عنهم، ومحالٌ أن يكونوا صادقين فيما يخالِفُ خَبَرَ الله الذي هو أعلى مراتب الصدق. {وسيرى اللهُ عمَلَكم ورسولُه}: في الدُّنيا؛ لأنَّ العمل هو ميزان الصدق من الكذب، وأما مجرَّد الأقوال؛ فلا دلالة فيها على شيء من ذلك، {ثم تُرَدُّون إلى عالم الغيبِ والشهادة}: الذي لا يخفى عليه خافيةٌ، {فينبِّئُكم بما كنتُم تعملون}: من خيرٍ وشرٍّ، ويجازيكم بعدله أو بفضله؛ من غير أن يظلِمَكم مثقالَ ذرَّةٍ.
94. Yüce Allah,
zengin oldukları ve cihaddan geri kalmakta haklı mazeretleri bulunmadığı halde münafıkların cihaddan geri kaldıklarını söz konusu ettikten sonra onların daha sonra mazeretler beyan edeceklerini şöyle haber vermektedir: “Kendilerine” gazadan
“döndüğünüz vakit size özür beyan edeceklerdir.” Sen de onlara
“de ki: (Boşuna) özür dilemeyin. Size asla inanmayız.” Hiçbir zaman sizin mazeret olarak uydurduğunuz bu yalanların doğru olduğunu kabul etmeyiz. Çünkü
“Allah size dair birtakım haberleri bize bildirmiştir.” Sözü doğru olan da O’dur. Artık özür dilemenizin bir faydası kalmamıştır. Çünkü onlar, Allah’ın bildirdiğinden farklı mazeretler ileri sürerek özür dilemeye kalkışmışlardı. Doğruluğun en üst mertebesinde bulunan Allah’ın haberine aykırı olan sözlerinin doğru olmasına ise imkân yoktur.
“Allah da Rasûlü de sizin” dünyada
“yapacaklarınızı görecek” Çünkü doğru ile yalanın asıl ölçüsü, yapılan davranışlardır. Kuru sözlerin bu konuda hiçbir anlamı yoktur.
“Sonra görüneni de görünmeyeni de bilene” ve kendisine hiçbir şey gizli kalmayana
“döndürüleceksiniz. O da size” hayır ve şer türünden
“yaptıklarınızı haber verecektir.” Size zerre ağırlığı kadar zulmetmeksizin de adalet ve lütfuyla o amellerinizin karşılığını verecektir.
#
{95} واعلم أن المسيء المذنب له ثلاثُ حالاتٍ: إما يُقْبَلُ قولُه وعذرُه ظاهراً وباطناً ويُعفى عنه بحيث يبقى كأنه لم يذنبْ. [فهذه الحالة هي المذكورة هنا في حق المنافقين أن عذرهم غير مقبول، وأنه قد تقررت أحوالهم الخبيثة وأعمالهم السيئة]. وإما أن يُعاقبوا بالعقوبة والتَّعزير الفعليِّ على ذنبهم. وإما أن يُعْرَضَ عنهم، ولا يقابَلوا بما فعلوا بالعقوبة الفعليَّة. وهذه الحال الثالثة هي التي أمر الله بها في حقِّ المنافقين، ولهذا قال: {سيحلفون باللهِ لكم إذا انقلبتُم إليهم لتُعْرِضوا عنهم فأعرِضوا عنهم}؛ أي: لا توبِّخوهم ولا تجلِدوهم أو تقتُلوهم. {إنَّهم رجسٌ}؛ أي: إنهم قذرٌ خبثاء، ليسوا بأهل لأن يُبالى بهم، وليس التوبيخ والعقوبة مفيداً فيهم. {و} تكفيهم عقوبة {جهنَّم جزاءً بما كانوا يكسِبون}.
95. Şunu bilmek gerekir ki,
günahkâr kimsenin üç hali vardır: Ya sözü ve mazereti zahiren de batınen de kabul edilir ve hiç günah işlememiş gibi affa mazhar olur yahut günahları dolayısı ile fiilen cezalandırılır ve azarlanır. Yahut da ondan yüz çevrilerek yaptığının karşılığı olan fiili ceza ile cezalandırılmaz. İşte Yüce Allah’ın burada münafıklar hakkında sözünü ettiği hal budur. Zira onların mazeretleri geçerli değildir ve çirkin halleri ile kötü amelleri kesinlik kazanmıştır. O nedenle Allah'ın bu münafıklar hakkında uygulanmasını emrettiği şey işte bu üçüncü haldir.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “O halde siz de onlardan yüz çevirin.” Onları azarlamayın, onlara sopa cezası uygulamayın yahut öldürmeyin.
“Çünkü onlar murdardırlar.” Pis ve kötü kimselerdir. Onları önemsemeye değmez. Azarlamanın ve cezanın da onlara bir faydası yoktur.
“Kazandıklarının cezası olarak varacakları yer de cehennemdir” ki bu da ceza olarak onlara yeter.
#
{96} وقوله: {يحلفون لكم لترضَوْا عنهم}؛ أي: ولهم أيضاً هذا المقصد الآخر منكم غير مجرَّد الإعراض، بل يحبُّون أن ترضَوْا عنهم كأنَّهم ما فعلوا شيئاً. {فإن ترضَوْا عنهم فإنَّ الله لا يرضى عن القوم الفاسقينَ}؛ أي: فلا ينبغي لكم أيُّها المؤمنون أن ترضَوْا عن من لم يرضَ اللهُ عنه، بل عليكم أن توافقوا ربَّكم في رضاه وغضبه. وتأمَّلْ كيف قال: {فإنَّ الله لا يرضى عن القوم الفاسقين}، ولم يقلْ: فإنَّ الله لا يرضى عنهم؛ ليدلَّ ذلك على أن باب التوبة مفتوح، وأنهم مهما تابوا هم أو غيرهم؛ فإنَّ الله يتوب عليهم ويرضى عنهم، وأما ما داموا فاسقين؛ فإنَّ الله لا يرضى عليهم؛ لوجود المانع من رضاه، وهو خروجهم عن ما رضيه الله لهم من الإيمان والطاعة إلى ما يُغْضِبُه من الشرك والنفاق والمعاصي.
وحاصل ما ذكره الله أنَّ المنافقين المتخلِّفين عن الجهاد من غير عذر إذا اعتذروا للمؤمنين وزعموا أن لهم أعذاراً في تخلُّفهم؛ فإنَّ المنافقين يريدون بذلك أن تُعْرِضوا عنهم وتَرْضَوْا وتقبلوا عذرَهم: فأمَّا قَبولُ العذر منهم والرضا عنهم؛ فلا حبًّا ولا كرامةً لهم. وأمَّا الإعراض عنهم؛ فيعرِض المؤمنون عنهم إعراضَهم عن الأمور الرديَّة الرجس.
وفي هذه الآيات إثباتُ الكلام لله تعالى في قوله. {قد نبَّأنا الله من أخباركم}، وإثبات الأفعال الاختياريَّة لله الواقعة بمشيئته وقدرته في هذا وفي قوله: {وسيرى الله عَمَلَكُم ورسولُه}؛ أخبر أنه سيراه بعد وقوعه. وفيها إثبات الرِّضا لله عن المحسنين والغضب والسخط على الفاسقين.
96.
“Kendilerinden hoşnut olmanız için size yemin ederler.” Onların kendilerinden yüz çevirip onları rahat bırakmanızın dışında sizden görmek istedikleri bir başka maksatları daha vardır. Şöyle ki onlar, sanki hiçbir şey yapmamışlar gibi onlardan razı olmanızı isterler.
“Siz onlardan hoşnut olsanız da şüphesiz Allah, o fâsıklar topluluğundan hoşnut olmaz.” Yani ey mü’minler! Allah’ın kendilerinden hoşnut olmadığı kimselerden hoşnut olmamanız gerekir. Hoşnutluk ve gazabında Rabbinize uygun hareket etmelisiniz.
Yüce Allah’ın: “Şüphesiz Allah, o fâsıklar topluluğundan hoşnut olmaz” buyurup da
“şüphesiz Allah onlardan hoşnut olmaz” buyurmaması üzerinde dikkatle düşünelim. Bu ifade, tevbe kapısının açık olduğunu, onların da başkalarının da tevbe etmeleri halinde Yüce Allah’ın tevbelerini kabul edip onlardan hoşnut olacağını ifade etmektedir. Ancak fasıklıklarını sürdürdükleri sürece şüphesiz Yüce Allah -rızasının önündeki engelin varlığı dolayısı ile- onlardan hoşnut olmayacaktır. Bu engel de onların Allah’ın razı olduğu iman ve itaatin dışına çıkmarak Allah’ın gazabına sebeb olan şirk, münafıklık ve masiyetlere yönelmiş olmalarıdır.
Yüce Allah’ın bu son buyruklarda sözünü ettiği hususların özeti şudur: Mazeretsiz olarak cihaddan geri kalan münafıklar, mü’minlere özür beyan edip de geri kalmaları hakkında birtakım mazeretlerinin bulunduğunu ileri sürecek olsalar dahi hiç şüphesiz münafıklar, bununla sizin kendilerinden yüz çevirmenizi hatta onlardan hoşnut olup mazeretlerini kabul etmenizi isterler. Onların mazeretlerinin kabul edilip onlardan hoşnut olunmasının ise kendilerine en ufak bir faydası olmaz. Şöyle ki onların özrünün kabul edilmesi ve onlardan razı olunması, onlara olan sevgi ve saygıdan değildir. Onlardan yüz çevirmeye gelince mü’minler, onlardan seviyesiz ve pis şeylerden yüz çevirdikleri gibi yüz çevirirler.
Bu âyet-
i kerimelerde yani Yüce Allah’ın: “Zira Allah size dair birtakım haberleri bize bildirmiştir” (94. âyet) buyruğunda Yüce Allah’ın kelâm sıfatına sahip olduğu ifade edildiği gibi, O’nun meşîet ve kudreti ile ortaya çıkan ihtiyarî fiillere sahip olduğu da ortaya konmaktadır.
Yine bu son hususu Yüce Allah’ın: “Allah da Rasûlü de sizin yapacaklarınızı görecek” buyruğunda da görmek mümkündür. Zira Yüce Allah, burada bu fiilleri meydana gelişinden sonra göreceğini haber vermektedir. Yine bu âyet-i kerimelerde Yüce Allah’ın iyilikte bulunanlardan razı olacağı, fasık kimselere de gazap edeceği ifade edilerek rıza ve gazap sıfatları olduğu bildirilmektedir.
{الْأَعْرَابُ أَشَدُّ كُفْرًا وَنِفَاقًا وَأَجْدَرُ أَلَّا يَعْلَمُوا حُدُودَ مَا أَنْزَلَ اللَّهُ عَلَى رَسُولِهِ وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ (97) وَمِنَ الْأَعْرَابِ مَنْ يَتَّخِذُ مَا يُنْفِقُ مَغْرَمًا وَيَتَرَبَّصُ بِكُمُ الدَّوَائِرَ عَلَيْهِمْ دَائِرَةُ السَّوْءِ وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ (98) وَمِنَ الْأَعْرَابِ مَنْ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَيَتَّخِذُ مَا يُنْفِقُ قُرُبَاتٍ عِنْدَ اللَّهِ وَصَلَوَاتِ الرَّسُولِ أَلَا إِنَّهَا قُرْبَةٌ لَهُمْ سَيُدْخِلُهُمُ اللَّهُ فِي رَحْمَتِهِ إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ (99)}.
97- Bedevîler, küfür ve nifâk bakımından daha beterdirler. Allah’ın, Rasûlüne indirdiklerinin sınırlarını bilmemeye de daha yatkındırlar. Allah Alîmdir, Hakîmdir.
98- Bedevîlerden öyleleri vardır ki yaptıkları infakı zarar sayarlar ve başınıza türlü belalar gelmesini gözlerler. Belânın kötüsü kendi başlarındadır. Allah her şeyi işitendir, bilendir.
99- Bedevilerden öyleleri de vardır ki Allah’a ve âhiret gününe iman eder, yaptıkları infakı Allah’a yakın olmaya ve Peygamberin dualarını almaya vesile edinirler. İyi bilin ki bu
(infakları), onlar için gerçekten bir yakınlık vesilesidir. Allah, onları rahmetine alacaktır. Şüphesiz ki Allah Ğafurdur, Rahimdir.
#
{97} يقول تعالى: {الأعرابُ}: وهم سكان البادية والبراري، {أشدُّ كفراً ونفاقاً}: من الحاضرة الذين فيهم كفرٌ ونفاقٌ، وذلك لأسبابٍ كثيرة؛ منها: أنهم بعيدون عن معرفة الشرائع الدينيَّة والأعمال والأحكام؛ فهم أحرى {وأجدرُ أن لا يعلموا حدودَ ما أنزلَ الله على رسوله}: من أصول الإيمان وأحكام الأوامر والنواهي؛ بخلاف الحاضرة؛ فإنَّهم أقرب لأن يعلموا حدود ما أنزل الله على رسولِهِ، فيحدُثُ لهم بسبب هذا العلم تصوُّرات حسنة وإرادات للخير الذي يعلمون ما لا يكون في البادية. وفيهم من لطافة الطبع والانقياد للدَّاعي ما ليس في البادية. ويجالسون أهل الإيمان، ويخالطونهم أكثر من أهل البادية؛ فلذلك كانوا أحرى للخير من أهل البادية، وإن كان في البادية والحاضرة كفارٌ ومنافقون؛ ففي البادية أشدُّ وأغلظ مما في الحاضرة.
97.
“Bedeviler” çölde ve meskûn olmayan yerlerde yaşayan Araplar “küfür ve nifâk bakımından” aralarında küfür ve nifak ehli bulunan şehir sakinlerine göre
“daha beterdirler.” Bunun pek çok sebebi vardır. Dinî ve şer’î hükümleri, ameli ve ahkâmı bilmekten uzak olmaları bunlardan bazılarıdır. Bundan dolayı onlar,
“Allah’ın, Rasûlüne” iman esasları, emir ve yasaklara dair hükümler kabilinden
“indirdiklerinin sınırlarını bilmemeye de daha yatkındırlar.” Oysa şehir ve kasabalarda yaşayanlar böyle değildir. Zira onların Allah’ın, Rasûlüne indirdiklerinin sınırlarını bilme imkânları ve ihtimalleri daha çoktur. Bu bilgi dolayısı ile de onlar, güzel düşüncelere sahip olurlar ve çölde yaşayanlara nispetle -çöldekiler bilme imkânını bulamadıkları için- daha çok hayır yapmak istekleri söz konusu olur. Yine onların, çölde yaşayanlara göre huyları daha yumuşak ve davetçiye itaat etme ihtimalleri de daha fazladır. Yine onlar, çöldekilere nispetle iman ehli kimselerle daha çok oturur kalkar ve onlarla daha fazla içli dışlı olurlar. Bu sebepten ötürü onlar, çölde yaşayanlara göre hayır işlerine daha yatkındırlar. Her ne kadar hem çölde yaşayanlar arasında hem de şehirlerde yaşayanlar arasında kâfir ve münafıklar bulunmakta ise de çöldekilerin küfür ve nifakı, şehirlerde yaşayanlara göre daha çok ve daha ileridir.
#
{98} ومن ذلك أنَّ الأعراب أحرصُ على الأموال وأشحُّ فيها؛ فمنهم {من يتَّخذُ ما ينفِقُ}: من الزكاة والنفقة في سبيل الله وغير ذلك، {مغرماً}؛ أي: يراها خسارة ونقصاً، لا يحتسب فيها، ولا يريد بها وجه الله، ولا يكادُ يؤدِّيها إلا كرهاً، {ويتربَّص بكم الدوائرَ}؛ أي: من عداوتهم للمؤمنين وبُغضهم لهم أنهم يودُّون وينتظرون فيهم دوائر الدَّهر وفجائع الزمان، وهذا سينعكس عليهم. فعليهم {دائرةُ السَّوْء}، أما المؤمنون؛ فلهم الدائرةُ الحسنةُ على أعدائهم، ولهم العُقبى الحسنة. {والله سميعٌ عليمٌ}: يعلم نيات العباد وما صدرت منه الأعمال من إخلاص وغيره.
98. Bedevî Arapların bu özelliklerinden biri de mala karşı daha tutkun ve daha cimri olmalarıdır. Bu nedenle
“bedevilerden öyleleri vardır ki yaptıkları infakı” verdikleri zekâtı, Allah yolunda yaptıkları tasaddukları vb.
“zarar sayarlar” Bunu bir ziyan ve malı eksilten bir sebep olarak kabul ederler. Ondan dolayı ecir beklemez ve bu infakı ile de Allah’ın rızasını gözetmezler. Hemen hemen bu gibi bütün infaklarını istemeye istemeye, zorla yerine getirirler.
“Ve başınıza türlü belalar gelmesini gözlerler.” Mü’minlere olan düşmanlıkları ve kinleri dolayısı ile onların başına çeşitli musibetlerin gelmesini ve türlü facialarla karşı karşıya kalmalarını arzularlar. Ancak bu, kendi aleyhlerine dönecektir. Böylelikle
“belânın kötüsü kendi başlarına” gelecektir. Mü’minlere gelince onlar, düşmanlarına karşı güzel sonuçlar elde ederler ve güzel âkıbet onlarındır.
“Allah her şeyi işitendir, bilendir.” Kullarının niyetlerini, ihlaslı olsun olmasın yaptıkları tüm işleri bilir.
#
{99} وليس الأعراب كلُّهم مذمومين، بل منهم {مَن يؤمنُ بالله واليوم الآخر}: فيسلم بذلك من الكفر والنفاق، ويعمل بمقتضى الإيمان، {ويتَّخِذُ ما ينفِقُ قُرُباتٍ عند الله}؛ أي: يحتسب نفقته ويقصد بها وجهَ الله تعالى والقربَ منه، {و} يجعَلُها وسيلةً لِصَلَواتِ {الرسول}؛ أي: دعائه لهم وتبريكه عليهم. قال تعالى مبيِّناً لنفع صلوات الرسول: {ألا إنَّها قُربةٌ لهم}: تقرِّبهم إلى الله، وتُنمي أموالهم، وتُحِلُّ فيها البركة. {سيدخِلُهم الله في رحمته}: في جملة عباده الصالحين. إنَّه {غفورٌ رحيمٌ}: فيغفر السيئاتِ العظيمةَ لمن تاب إليه، ويَعُمُّ عباده برحمتِهِ التي وسعت كلَّ شيء، ويخصُّ عباده المؤمنين برحمةٍ يوفِّقهم فيها إلى الخيرات، ويحميهم فيها من المخالفات، ويجزِلُ لهم فيها أنواع المثوبات.
وفي هذه الآية دليلٌ على أنَّ الأعراب كأهل الحاضرة؛ منهم الممدوح ومنهم المذموم، فلم يذمُّهم الله على مجرَّد تعرُّبهم وباديتهم، إنَّما ذمَّهم على ترك أوامر الله، وأنهم في مظنة ذلك.
ومنها: أنَّ الكفر والنفاق يزيد وينقص ويغلُظُ، ويخِفُّ بحسب الأحوال.
ومنها: فضيلة العلم، وأنَّ فاقِدَه أقرب إلى الشرِّ ممَّن يعرفه؛ لأنَّ الله ذمَّ الأعراب، وأخبر أنهم أشدُّ كفراً ونفاقاً، وذكر السبب الموجب لذلك، وأنَّهم أجدر أن لا يعلموا حدود ما أنزل الله على رسوله.
ومنها: أن العلم النافع الذي هو أنفع العلوم معرفة حدود ما أنزل الله على رسوله من أصول الدين وفروعه؛ كمعرفة حدود الإيمان والإسلام والإحسان والتقوى والفلاح والطاعة والبرِّ والصِّلة والإحسان والكفر والنفاق والفسوق والعصيان والزنا والخمر والربا ونحو ذلك؛ فإن في معرفتها يُتَمَكَّن من فعلها إن كانت مأموراً بها أو تركها إن كانت محظورة، ومن الأمر بها أو النهي عنها.
ومنها: أنه ينبغي للمؤمن أن يؤدي ما عليه من الحقوق، منشرح الصدر، مطمئن النفس، ويحرص أن تكون مغنماً ولا تكون مغرماً.
99. Bedevilerin tamamı yerilmeyi hak etmiş kötü kimseler değillerdir. Aksine
“bedevilerden öyleleri de vardır ki Allah’a ve âhiret gününe iman eder” Böylelikle küfür ve münafıklıktan esenliğe kavuşur, imanın gereğini yaparlar.
“yaptıkları infakı Allah’a yakın olmaya ve Peygamberin dualarını almaya vesile edinirler” İnfakının ecrini Allah’tan bekler, onunla Allah’ın rızasını gözetir ve O’na yakın olmayı isterler. Aynı şekilde o infakları vesilesiyle Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in kendileri için dua etmesi ve bereket dilemesini arzularlar.
Yüce Allah da Peygamberinin dualarının fayda sağlayacağını beyan ederek şöyle buyurmaktadır: “İyi bilin ki bu (infakları), onlar için gerçekten” kendilerini Allah’a yakınlaştıran
“bir yakınlık vesilesidir.” Ayrıca bu, mallarını daha da artırır, onlara bereket ihsan edilmesine vesile olur.
“Allah, onları” salih kulları arasına katarak
“rahmetine alacaktır. Şüphesiz ki Allah Ğafurdur, Rahimdir.” Tevbe ederek kendisine yönelenlerin, büyük de olsa günahlarını bağışlar. Her şeyi kuşatan rahmeti ile kullarını merhametle kuşatır. Mü’min kullarına da kendilerini hayırlara muvaffak ettiği, emirlerine muhalefetten koruyup türlü mükâfatlara mazhar kıldığı özel rahmetini tahsis eder.
Bu son âyet-
i kerimelerde şu hususlara delil vardır:
1- Şehirlerde yaşayanlar arasında da bedeviler arasında da yerilmeyi hak eden kimseler olduğu gibi övülmeye değer kimseler de vardır. Yüce Allah bedevileri yalnızca bedevi oldukları ve çöllerde yaşadıkları için yermemektedir. Aksine onları Allah’ın emirlerini terk ettiklerinden ve bu şekilde davranmalarının daha kuvvetle muhtemel olduğundan dolayı yermektedir.
2- Küfür ve münafıklık duruma göre artar, eksilir, ağırlaşır ve de hafifler.
3- İlmin ne kadar faziletli olduğu ve ilim sahibi olmayanın ilim sahibine oranla kötülüğe daha yakın olduğu da bu ayetlerden anlaşılmaktadır. Çünkü Yüce Allah bedevileri yermekte, onların küfür ve nifaklarının daha ileri olduğunu bildirmekte, ardından da bunu gerektiren sebebi de onların Allah’ın, Rasûlüne indirdiklerinin sınırlarını bilmemeye daha yatkın oldukları şeklinde bildirmektedir.
4- Bütün ilimler arasında en faydalı bilgi Allah’ın, Rasûlüne bildirdiklerinin sınırlarını, dinin aslî ve fer’î hükümlerini bilmektir. Mesela imanın, İslâm’ın, ihsanın, takvanın, felâhın, itaatin, iyiliğin, akrabalık ve yakınlık bağlarını gözetmenin, iyilikte bulunmanın, küfrün, münafıklığın, fasıklığın, isyanın, zinanın, içkinin, faizin vb. şeylerin sınırlarını bilmek gibi. Çünkü bunları bilen bir kimse, eğer söz konusu olan, yapılması gereken şeyler ise onları yapma imkânını elde eder. Şâyet yapılmaması emredilmiş yahut yasaklanmış şeyler ise onları terk etme imkânına sahip olur.
5- Mü’minin, üzerindeki hakları gönül hoşluğu içinde ve razı bir kalple yerine getirmesi, bu hakları eda etmeyi bir ganimet bilmesi ve onları bir külfet ve yük olarak görmemesi gerekir.
{وَالسَّابِقُونَ الْأَوَّلُونَ مِنَ الْمُهَاجِرِينَ وَالْأَنْصَارِ وَالَّذِينَ اتَّبَعُوهُمْ بِإِحْسَانٍ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ وَأَعَدَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي تَحْتَهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا ذَلِكَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ (100)}.
100- Öne geçen ilk Muhacirler ve Ensar ile onlara güzellikle tabi olanlar var ya işte Allah, onlardan razı olmuş, onlar da O’ndan razı olmuşlardır. O, onlar için içlerinde ebediyen kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu, en büyük kazançtır.
#
{100} السابقون هم الذين سبقوا هذه الأمة وبَدَروها إلى الإيمان والهجرة والجهاد وإقامة دين الله، {من المهاجرين}: {الذين أُخْرِجوا من ديارهم وأموالهم يبتغونَ فضلاً من الله ورضواناً وينصُرون الله ورسولَه أولئك هم الصادقون}. {و} من {الأنصار}: {الذين تبوؤا الدار والإيمان من قبلِهِم يحبُّون من هاجر إليهم ولا يجدون في صدورِهم حاجةً مما أوتوا ويؤثِرون على أنفسِهم ولو كان بهم خَصاصَةٌ}. {والذين اتَّبَعوهم بإحسانٍ}: بالاعتقادات والأقوال والأعمال؛ فهؤلاء هم الذين سَلِموا من الذَّمِّ وحصل لهم نهاية المدح وأفضلُ الكرامات من الله. {رضي الله عنهم}: ورضاه تعالى أكبرُ من نعيم الجنة، {ورَضوا عنه وأعدَّ لهم جناتٍ تجري تحتَها الأنهار}: الجارية التي تُساق إلى سقي الجنان والحدائق الزاهية الزاهرة والرياض الناضرة. {خالدين فيها أبداً}: لا يبغون عنها حِوَلاً ولا يطلبون منها بدلاً؛ لأنَّهم مهما تمنَّوه أدركوه، ومهما أرادوه وجدوه. {ذلك الفوز العظيم}: الذي حصل لهم فيه كلُّ محبوبٍ للنفوس ولذَّة للأرواح ونعيم للقلوب وشهوة للأبدان، واندفع عنهم كلُّ محذور.
100.
“Öne geçen” yani iman, hicret, cihad ve Allah’ın dinini yayma konusunda bu ümmetin en önüne geçen “ilk Muhacirler” ki onlar
“yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılmış, Allah'tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah'ın dinine ve Peygamberine yardım edenlerdir. İşte dosdoğru olanlar bunlardır.” (el-Haşr, 59/8) “ve Ensar” ki onlar “Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine imanı yerleştirmiş olan, kendilerine göç edip gelenleri seven ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmeyen, kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih edenlerdir.” (el-Haşr, 59/9) “ile onlara” itikatları ile sözleri ile davranışları ile
“güzellikle tabi olanlar var ya işte Allah” yerilmekten kurtulup en ileri derecede övgüye mazhar olan, Allah’tan en büyük lütuf ve ihsanlara nail olan bu kimselerden
“razı olmuş,” O’nun rızası ise cennet nimetlerinin en büyüğüdür.
“Onlar da O’ndan razı olmuşlardır. O, onlar için içlerinde ebediyen kalmak üzere” öyle ki oradan ayrılıp başka bir yere gitmek ve onun yerine başka bir yerde olmak istemeyeceklerdir. Çünkü temenni ettikleri her şeyi, elde etmeyi istedikleri her nimeti orada bulacaklardır.
“altlarından” cennetin güzel bahçelerine, oldukça bol ve güzel ağaçlıklı bağlarına akan ve oaraları sulayan
“ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu, en büyük kazançtır.” Zira canların istediği, ruhların lezzet aldığı, kalplerin hoşlandığı ve bedenlerin arzuladığı her güzel şeyi elde etmişler ve her türlü sıkıntıdan da uzak olmuşlardır.
{وَمِمَّنْ حَوْلَكُمْ مِنَ الْأَعْرَابِ مُنَافِقُونَ وَمِنْ أَهْلِ الْمَدِينَةِ مَرَدُوا عَلَى النِّفَاقِ لَا تَعْلَمُهُمْ نَحْنُ نَعْلَمُهُمْ سَنُعَذِّبُهُمْ مَرَّتَيْنِ ثُمَّ يُرَدُّونَ إِلَى عَذَابٍ عَظِيمٍ (101)}.
101- Çevrenizdeki bedeviler içinde de Medine ahalisi içinde de münafıklar vardır. Onlar münafıklıkta direten kimselerdir. Sen onları bilmezsin,
(ama) biz onları biliriz. Biz onları iki kere azaba uğratacağız. Sonra da onlar, büyük bir azaba itileceklerdir.
#
{101} يقول تعالى: {وممَّن حولَكم من الأعراب منافقون ومن أهل المدينة}: أيضاً منافقون، {مَرَدُوا على النِّفاق}؛ أي: تمرَّنوا عليه [واستمرّوا] وازدادوا فيه طغياناً، {لا تعلَمُهم}: بأعيانهم فتعاقبهم أو تعاملهم بمقتضى نفاقهم؛ لما لله في ذلك من الحكمة الباهرة. {نحن نعلمُهم سنعذِّبهم مرتينِ}: يُحتمل أن التثنية على بابها، وأنَّ عذابَهم عذابٌ في الدنيا وعذابٌ في الآخرة؛ ففي الدُّنيا ما ينالهم من الهمِّ والغمِّ والكراهة لما يصيب المؤمنين من الفتح والنصر، وفي الآخرة عذابُ النار وبئس القرار، ويُحتمل أنَّ المراد سنغلِّظُ عليهم العذاب، ونضاعفه عليهم، ونكرِّره.
101.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Çevrenizdeki bedeviler içinde de Medine ahalisi içinde de münafıklar vardır.” Bu münafıklar
“münafıklıkta direten kimselerdir.” Yani bunlar nifakı âdet edinen, onda inat eden ve münafıklıkta ileri gidip azıtan kimselerdir.
“Sen onları bilmezsin” şahısları itibari ile tanımazsın ki onları cezalandırasın yahut da münafıklıklarının gereği ne ise onlara öylece davranasın. Bunun böyle olmasında Yüce Allah’ın çok büyük hikmetleri vardır.
“(ama) biz onları biliriz. Biz onları iki kere azaba uğratacağız.” Buradaki
“iki kere” ifadesinin, malum “iki” anlamına gelme ve söz konusu azabın biri dünya hayatında diğeri de âhirette olmak üzere iki ayrı azap olma ihtimali vardır. Buna göre dünyadaki azapları karşı karşıya kaldıkları keder, endişe, mü’minlerin elde ettikleri fetih ve zaferlerden hoşlanmamalarıdır. Âhiretteki azapları ise ateş azabıdır ki orası, ne kötü bir yerdir! “İki kere” ifadesindeki kastın, onların azabını ağırlaştıracağız, katmerleştireceğiz ve tekrarlayacağız olma ihtimali de vardır.
{وَآخَرُونَ اعْتَرَفُوا بِذُنُوبِهِمْ خَلَطُوا عَمَلًا صَالِحًا وَآخَرَ سَيِّئًا عَسَى اللَّهُ أَنْ يَتُوبَ عَلَيْهِمْ إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ (102) خُذْ مِنْ أَمْوَالِهِمْ صَدَقَةً تُطَهِّرُهُمْ وَتُزَكِّيهِمْ بِهَا وَصَلِّ عَلَيْهِمْ إِنَّ صَلَاتَكَ سَكَنٌ لَهُمْ وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ (103)}.
102- Diğer bir kısmı da günahlarını itiraf ettiler. Bunlar, salih amellere kötü ameller karıştırmışlardır. Olur ki Allah onların tevbelerini kabul eder. Şüphesiz Allah, Ğafurdur, Rahimdir.
103- Mallarından sadaka al ki bununla kendilerini temizleyip arındırmış olasın. Onlara dua da et, çünkü senin duan şüphesiz onlara huzur verir. Allah, hakkıyla işiten ve bilendir.
#
{102} يقول تعالى: {وآخرون}: ممَّن بالمدينة ومَنْ حولها، بل ومن سائر البلاد الإسلاميَّة، {اعترفوا بذنوبهم}؛ أي: أقرُّوا بها وندموا عليها وسعوا في التوبة منها والتطهُّر من أدرانها، {خلطوا عملاً صالحاً وآخر سيِّئاً}: ولا يكون العمل صالحاً إلا إذا كان مع العبد أصلُ التوحيد والإيمان المخرِجُ عن الكفر والشرك الذي هو شرطٌ لكلِّ عمل صالح؛ فهؤلاء خلطوا الأعمال الصالحة بالأعمال السيئة من التجرِّي على بعض المحرَّمات والتقصير في بعض الواجبات مع الاعتراف بذلك والرجاء بأن يغفر الله لهم؛ فهؤلاء {عسى اللهُ أن يتوبَ عليهم}: وتوبتُه على عبده نوعان: الأولُ: التوفيقُ للتوبة. والثاني: قبولُها بعد وقوعها منهم. {إنَّ الله غفورٌ رحيم}؛ أي: وصفه المغفرة والرحمة اللتان لا يخلو مخلوقٌ منهما، بل لا بقاء للعالم العلويِّ والسفليِّ إلا بهما؛ فلوْ يؤاخِذُ اللهُ الناسَ بظُلْمهم ما ترك على ظهرها من دابَّةٍ، {إنَّ الله يمسك السمواتِ والأرضَ أن تزولا ولئن زالتا إنْ أمَسكَهما من أحدٍ من بعدِهِ إنَّه كان حليماً غفوراً}، ومن مغفرته أن المسرفين على أنفسهم الذين قطعوا أعمارهم بالأعمال السيئة إذا تابوا إليه وأنابوا، ولو قُبيل موتهم بأقلِّ القليل؛ فإنَّه يعفو عنهم ويتجاوزُ عن سيئاتهم. فهذه الآية دالةٌ على أن المخلِّط المعترف النادم الذي لم يتب توبةً نصوحاً؛ أنه تحت الخوف والرجاء، وهو إلى السلامة أقرب، وأما المخلِّط الذي لم يعترفْ، ولم يندم على ما مضى منه، بل لا يزال مصرًّا على الذُّنوب؛ فإنه يخاف عليه أشدُّ الخوف.
102. Medine’de ve Medine’nin çevresinde bulunanlar arasında hatta diğer İslâm beldelerinde olanlardan
“diğer bir kısım da günahlarını itiraf ettiler.” Günahlarını kabul ederek onlara pişman oldular, bu günahlardan tevbe etmeye ve onların kirlerinden arınmaya koştular.
“Bunlar, salih amellere kötü ameller karıştırmışlardır.” Bir amel, ancak kul, tevhidin ve imanın küfür ve şirkten kurtaran asgari derecesine sahip olduğu takdirde salih olur. Zira böyle bir iman ve tevhid, her türlü salih amel için şarttır. İşte bunlar da salih amelleri kötü amellere karıştırmışlardır. Bazı haramları işlemek ve bazı farzları yerine getirmekte kusurlu davranmak gibi. Bununla birlikte onlar, günahlarını itiraf etmekte ve Yüce Allah’ın günahlarını bağışlamasını ummaktadırlar. İşte böyleleri
“olur ki Allah, onların tevbelerini kabul eder.” Allah’ın kulunun tevbesini kabul etmesi ise iki şekilde olur: Ona tevbe etme muvaffakiyetini ihsan etmesi ve fiilen tevbe etmelerinden sonra da bu tevbelerini kabul etmesi.
“Şüphesiz Allah, Ğafurdur, Rahimdir.” Yani mağfiret ve rahmet, Yüce Allah'ın, hiçbir mahlukun uzak olmadığı, hatta ulvi ve süfli alemin varlığını devam ettirmesinin kendilerine bağlı olduğu iki sıfatıdır.
Zira Yüce Allah zulümleri sebebi ile insanları cezalandıracak olsa yeryüzünde canlı tek bir varlık bırakmazdı: “Muhakkak ki Allah, göklerle yeri düzenleri bozulmasın diye tutar. Eğer düzenleri bozulacak olsa andolsun ki O’ndan başka hiçbir kimse onları tutamaz. Muhakkak ki O, hilim sahibidir, mağfiret edendir.” (Fâtır, 35/41)
Kendi aleyhlerine kötülük işlemede ileri giderek ömürlerini kötülükler işlemekle berbat eden kimseleri, -ölümlerinden çok az bir süre önce dahi olsa- tevbe edip Allah’a yöneldikleri takdirde affedip bağışlaması da Allah’ın mağfiretinin bir tecellisidir.
Bu âyet-i kerime hem iyilikler hem de kötülükler işleyen, kötülüklerini itiraf eden, samimi bir tevbe yapmamış olmakla birlikte bunlardan pişman olan bir kimsenin korku ile ümit arasında olduğuna, bununla birlikte kurtuluş ihtimalinin daha yüksek olduğuna delildir. Hem iyilikler hem de kötülükler işlemekle birlikte günahını itiraf etmeyen ve yaptıklarına pişman olmayan, aksine günahlar üzerinde ısrar edip duran kimsenin durumu ise çok endişe vericidir, onun azaba uğraması büyük bir ihtimaldir.
#
{103} قال تعالى لرسوله ومَنْ قام مقامه آمراً له بما يطهِّر المؤمنين ويتمِّم إيمانهم: {خُذْ من أموالهم صدقةً}: وهي الزكاة المفروضة، {تطهِّرُهم وتزكِّيهم بها}؛ أي: تطهِّرهم من الذُّنوب والأخلاق الرذيلة، {وتزكِّيهم}؛ أي: تنميهم، وتزيد في أخلاقهم الحسنة وأعمالهم الصالحة، وتزيد في ثوابهم الدنيوي والأخروي، وتنمي أموالهم، {وصَلِّ عليهم}؛ أي: ادع لهم؛ أي: للمؤمنين عموماً وخصوصاً عندما يدفعون إليك زكاة أموالهم. {إنَّ صلاتَك سَكَنٌ لهم}؛ أي: طُمَأنينة لقلوبهم واستبشار لهم. {والله سميع}: لدعائك سمعَ إجابة وقَبول. {عليمٌ}: بأحوال العباد ونيَّاتهم، فيجازي كلَّ عامل بعمله وعلى قدر نيته. فكان النبيُّ - صلى الله عليه وسلم - يمتثِلُ لأمر الله، ويأمُرُهم بالصدقة، ويبعثُ عمَّاله لجبايتها؛ فإذا أتاه أحدٌ بصدقته؛ دعا له وبرَّك.
ففي هذه الآية دلالةٌ على وجوب الزكاة في جميع الأموال، وهذا إذا كانت للتجارة ظاهرة؛ فإنَّها أموالٌ تنمى ويُكتسب بها؛ فمن العدل أن يواسي منها الفقراء بأداء ما أوجب الله فيها من الزكاة. وما عدا أموال التجارة؛ فإن كان المال ينمى كالحبوب والثمار والماشية المتَخذة للنماء والدرِّ والنسل؛ فإنَّها تجب فيها الزكاة، وإلاَّ؛ لم تجبْ فيها؛ لأنَّها إذا كانت للقُنْية؛ لم تكن بمنزلة الأموال التي يتَّخذها الإنسان في العادة مالاً يُتَمَوَّل ويُطلب منه المقاصد المالية، وإنَّما صرف عن المالية بالقُنية ونحوها.
وفيها: أن العبد لا يمكنه أن يتطهَّر، ويتزكَّى حتى يخرِجَ زكاة مالِهِ، وأنَّه لا يكفِّرها شيءٌ سوى أدائها؛ لأنَّ الزكاة والتطهير متوقِّف على إخراجها.
وفيها: استحباب الدُّعاء من الإمام أو نائبه لمن أدَّى زكاته بالبركة، وأن ذلك ينبغي أن يكون جهراً؛ بحيث يسمعه المتصدِّق فيسكنُ إليه.
ويؤخذ من المعنى أنه ينبغي إدخالُ السرور على المؤمن بالكلام الليِّن والدعاء له ونحو ذلك مما يكون فيه طمأنينة وسكونٌ لقلبِهِ. [وأنه ينبغي تنشيط من أنفق نفقةً، وعمل عملاً صالحاً بالدِّعاء له والثناء ونحو ذلك].
103. Yüce Allah Rasûlüne ve onun ardından onun konumunda olacak
(yönetici) kimselere, mü’minleri arındırıp tertemiz edecek,
imanlarını kemale erdirecek bir hususu şöylece emretmektedir: “Mallarından sadaka” farz olan zekâtı
“al ki bununla kendilerini” günahlardan ve kötü ahlaktan
“temizleyip arındırmış” Mallarını artırmış, güzel huylarını, salih amellerini, dünyevî ve uhrevî mükâfaatlarını da çoğaltmış
“olasın.”
“Onlara dua da et.” Yani genel olarak bütün mü’minlere, özel olarak da mallarının zekâtını verenlere dua et.
“Çünkü senin duan şüphesiz onlara” kalplerine
“huzur” ve sevinç “verir.”
“Allah hakkıyla işitendir” senin duanı da işitir ve kabul eder; “bilendir.” kullarının hallerini ve niyetlerini bilir. Amelde bulunan herkese ilmine ve niyetine göre karşılık verir.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de Yüce Allah’ın bu emrine uyarak müminlere zekât vermelerini emreder ve zekât toplamak için görevlilerini gönderirdi. Zekât görevlisi zekâtı getirip de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem onu teslim aldı mı zekât sahibine dua eder, malına bereket ihsan etmesini Allah'tan niyaz ederdi.
Bu âyet-i kerimede bütün mallarda zekâtın farz olduğuna delil vardır. Şayet bu mallar, ticaret içinse zekatın farz olma nedeni açıktır. Çünkü ticaret malı artıp çoğalır ve onunla daha çok mal kazanılır. O nedenle tüccarın, Yüce Allah’ın ticaret mallarında farz kılmış olduğu zekâtı eda etmek sureti ile fakirleri gözetmesi, adaletin bir gereğidir. Ticaret malları dışındaki mallara gelince gelir getirmesi ve üreyip çoğalması amacı güdülen tahıl, zirai mahsul ve hayvanlara da zekât düşer. Bu amacı taşımayalara ise zekât düşmez. Çünkü bu tür mallar
(ticaret dışında maişet vb. için) edinilirse o zaman âdeten ticaret yapmak ve maldan gözetilen maksatların gerçekleştirilmesi için sahip olunan mallar seviyesinde olmazlar. Bu gibi malların ticaret amacı olmaksızın elde tutulması, bunların artan mal oluş özelliklerini ortadan kaldırır.
Yine bu âyet-i kerimede malının zekâtını vermedikçe kulun, arınıp temizlenmesinin imkânı bulunmadığına ve bu günahın, zekâtı eda etmekten başka keffareti olmadığına delil vardır. Çünkü temizlenip arınma, zekâtın verilmesine bağlıdır.
Bu ayet, imamın
(İslâm devlet başkanının) yahut onun vekilinin, zekâtını veren kimsenin malına bereket ihsan etmesi için Allah'a dua etmesinin müstehab oldğunu göstermektedir. Bunun da zekâtını veren kimsenin işiteceği ve böylelikle huzur bulacağı bir şekilde açıkça yapılması gerekir.
Bu ayetten şu da anlaşılmaktadır: Tatlı sözler söylemek, dua etmek vb. gibi kalbe huzur ve sükûn verecek şeylerle mü’minin sevindirilmesi gerekir. Yine Allah yolunda mal harcayan ve salih bir amel işleyen kimsenin dua, övgü vb. ile teşvik edilmesi gerekir.
{أَلَمْ يَعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ هُوَ يَقْبَلُ التَّوْبَةَ عَنْ عِبَادِهِ وَيَأْخُذُ الصَّدَقَاتِ وَأَنَّ اللَّهَ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ (104)}.
104- Bilmezler mi ki kullarından tevbeyi ancak Allah kabul eder, sadakaları O alır ve gerçekten Allah, Tevvâb ve Rahîmdir.
#
{104} أي: أما علموا سَعَةَ رحمة الله وعمومَ كرمه، وأنه {يقبلُ التوبةَ عن عبادِهِ}: التائبين من أيِّ ذنبٍ كان، بل يفرحُ تعالى بتوبة عبده إذا تاب أعظم فرحٍ يقدَّر، {ويأخُذُ الصدقاتِ}: منهم؛ أي: يقبلها ويأخُذُها بيمينه، فيُرَبِّيها لأحدهم كما يُربِّي الرجل فَلُوَّهُ، حتى تكون التمرةُ الواحدة كالجبل العظيم؛ فكيف بما هو أكبر وأكثر من ذلك. {وأنَّ الله هو التوابُ الرحيمُ}؛ أي: كثير التوبة على التائبين؛ فمنْ تاب إليه؛ تاب عليه، ولو تكررتْ منه المعصيةُ مراراً، ولا يَمَلُّ الله من التوبة على عباده حتى يَمَلُّوا هم، ويأبوا إلا النَّفارَ والشُّرودَ عن بابه وموالاتَهم عدوَّهم. {الرحيم}: الذي وسعت رحمتُهُ كلَّ شيءٍ، وكَتَبَها للذين يتَّقون، ويؤتون الزكاة، ويؤمنون بآياته، ويتَّبعون رسوله.
104. Yani onlar Allah’ın rahmetinin genişliğini, lutuf ve kereminin genelliğini, hangi günah olursa olsun kulları içinde tevbe edenlerden sadır olan tevbeyi O’nun kabul ettiğini bilmezler mi? Öyle ki O, kulunun tevbe etmesi halinde düşünülebilecek en ileri derecede sevinir. Yine onlar sadakaları alanın, yani verdikleri sadakayı kabul edenin ancak Allah olduğunu bilmezler mi? Öyle ki O, sadakayı sağ eliyle alıp onu o kimse için, sizden herhangi bir kimsenin tayını büyütmesi gibi büyütür de nihâyet o -tek bir hurma dahi olsa- kocaman bir dağ kadar oluverir.
[25] Hurmadan daha büyük ve daha çok olan sadakaları ne yapacağını var sen hesap et! Yine onlar, Allah'ın
“Tevvâb” olduğunu bilmezler mi? Yani O, tevbeleri çokça kabul edendir. Kendisine tevbe ederek yönelen kimsenin -işlediği günahı defalarca tekrarlasa bile- tevbesini kabul eder. Kulları bizzat kendileri tevbeden usanmadıkça, O’nun kapısından kaçıp düşmanlarına dostluk yapmadıkça onların tevbesini kabul etmekten usanmaz. O, aynı zamanda “Rahîm” olandır. O’nun rahmeti her şeyi kuşatmıştır. O, bu rahmetini takva sahibi olanlara, zekâtı veren, âyetlerine iman eden ve Peygamberine uyanlara yazmıştır.
{وَقُلِ اعْمَلُوا فَسَيَرَى اللَّهُ عَمَلَكُمْ وَرَسُولُهُ وَالْمُؤْمِنُونَ وَسَتُرَدُّونَ إِلَى عَالِمِ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ (105)}.
105-
De ki: “Haydi amel edin. Zira Allah, Rasûlü ve mü’minler amelinizi görecektir. (Sonra) siz görüneni de görünmeyeni de bilene döndürüleceksiniz. O da size yaptıklarınızı haber verecektir.”
#
{105} يقول تعالى: {وقُلْ} لهؤلاء المنافقين: {اعمَلوا}: ما ترون من الأعمال، واستمرُّوا على باطلكم؛ فلا تحسَبوا أنَّ ذلك سيخفى، {فسيرى اللهُ عَمَلَكم ورسولُه والمؤمنونَ}؛ أي: لا بدَّ أن يتبيَّن عملكم ويتَّضح، {وستردُّون إلى عالم الغيب والشهادة فينبِّئكم بما كنتُم تعملون}: من خيرٍ وشرٍّ ففي هذا التهديد والوعيد الشديد على مَن استمرَّ على باطله وطغيانه وغيِّه وعصيانه. ويُحتمل أنَّ المعنى: إنَّكم مهما عملتُم من خيرٍ أو شرٍّ؛ فإنَّ الله مطَّلعٌ عليكم، وسَيُطْلِعُ رسولَه وعباده المؤمنين على أعمالكم ولو كانت باطنةً.
105.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Bu münafıklara
“de ki: Haydi” dilediğiniz gibi
“amel edin” ve bâtılınız üzere devam edin. Ama bunun gizli kalacağını sanmayın. Çünkü “Allah, Rasûlü ve mü’minler amelinizi görecektir.” Yaptıklarınızın açığa çıkması, ayan beyan görünmesi kaçınılmaz bir şeydir.
“(Sonra) siz görüneni de görünmeyeni de bilene döndürüleceksiniz. O da size” hayır ya da şer tüm
“yaptıklarınızı haber verecektir.”
Bu buyruk bâtılını, azgınlığını, sapkınlığını ve isyanını sürdürmeye devam eden kimselere yönelik oldukça ağır bir tehdittir.
Ayetin şöyle anlaşılması da mümkündür: Siz hayır ya da şer türünden her ne yaparsanız muhakkak Allah sizin bu yaptıklarınızı bilir. Ayrıca O, Rasûlünü ve mü’min kullarını da o yaptıklarınızdan -siz gizli işlemiş olsanız dahi- haberdar edecektir.
{وَآخَرُونَ مُرْجَوْنَ لِأَمْرِ اللَّهِ إِمَّا يُعَذِّبُهُمْ وَإِمَّا يَتُوبُ عَلَيْهِمْ وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ (106)}.
106- Diğer bir kısım da Allah’ın emrine bırakılmışlardır. Allah ya onlara azaba edecek ya da tevbelerini kabul edecektir. Allah, her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.
#
{106} أي: {وآخرون}: من المخلَّفين مؤخَّرون {لأمرِ الله إمَّا يعذِّبُهم وإمَّا يتوبُ عليهم}: ففي هذا التخويف الشديد للمتخلِّفين والحث لهم على التوبة والندم. {واللهُ عليمٌ}: بأحوال العباد ونياتهم، {حكيمٌ}: يضع الأشياء مواضعها، وينزِلُها منازلَها؛ فإذا اقتضت حكمتُه أن يغفر لهم ويتوب عليهم؛ غفر لهم وتاب عليهم. وإن اقتضت حكمتُه أن يخذُلَهم ولا يوفِّقهم للتوبة؛ فعل ذلك.
106. Yani savaşa katılmayarak geri kalanlar arasından
“diğer bir kısım da Allah’ın emrine bırakılmışlardır.” O’na havale edilmiş,
(haklarıdaki hüküm) ertelenmiştir.
“Allah ya onlara azaba edecek ya da tevbelerini kabul edecektir.” Bu buyruk, savaştan geri kalanlara yönelik ileri derecede bir korkutma, aynı zamanda tevbe edip pişmanlık duymaları için bir teşvik içermektedir.
“Allah, her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.” Her şeyi yerli yerine koyar, olması gereken yere oturtur. Eğer O’nun hikmeti onları yardımsız bırakarak tevbeye muvaffak kılmamayı gerektirirse bunu yapar.
{وَالَّذِينَ اتَّخَذُوا مَسْجِدًا ضِرَارًا وَكُفْرًا وَتَفْرِيقًا بَيْنَ الْمُؤْمِنِينَ وَإِرْصَادًا لِمَنْ حَارَبَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ مِنْ قَبْلُ وَلَيَحْلِفُنَّ إِنْ أَرَدْنَا إِلَّا الْحُسْنَى وَاللَّهُ يَشْهَدُ إِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ (107) لَا تَقُمْ فِيهِ أَبَدًا لَمَسْجِدٌ أُسِّسَ عَلَى التَّقْوَى مِنْ أَوَّلِ يَوْمٍ أَحَقُّ أَنْ تَقُومَ فِيهِ فِيهِ رِجَالٌ يُحِبُّونَ أَنْ يَتَطَهَّرُوا وَاللَّهُ يُحِبُّ الْمُطَّهِّرِينَ (108) أَفَمَنْ أَسَّسَ بُنْيَانَهُ عَلَى تَقْوَى مِنَ اللَّهِ وَرِضْوَانٍ خَيْرٌ أَمْ مَنْ أَسَّسَ بُنْيَانَهُ عَلَى شَفَا جُرُفٍ هَارٍ فَانْهَارَ بِهِ فِي نَارِ جَهَنَّمَ وَاللَّهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ (109) لَا يَزَالُ بُنْيَانُهُمُ الَّذِي بَنَوْا رِيبَةً فِي قُلُوبِهِمْ إِلَّا أَنْ تَقَطَّعَ قُلُوبُهُمْ وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ (110)}.
107-
(Münafıklar arasında) zarar vermek, kafirlik etmek, mü’minler arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah’a ve Rasûlüne savaş açan kimseleri beklemek üzere bir mescid edinenler
(de vardır).
Onlar: “Bizim iyilikten başka bir maksadımız yoktu!” diye yemin edeceklerdir. Allah şahit ki onlar, kesinlikle yalancıdır.
108- O
(mescidin) içerisinde asla namaza durma! İlk günden temeli takvâ üzerine atılan mescid, içinde namaza durmana elbette daha layıktır. Orada tertemiz olmayı arzu eden erkekler vardır. Allah da çokça temizlenenleri sever.
109- Binasını Allah korkusu ve rızası üzerine kuran kimse mi hayırlıdır yoksa binasını yıkılmaya yüz tutmuş bir uçurumun kenarına kurup da onunla birlikte kendisi de cehennem ateşine yuvarlanan kimse mi? Allah zalimler topluluğuna yol göstermez.
110- Kurdukları o bina, yürekleri parça parça olmadıkça kalplerinde daimi bir kuşku kaynağı olmaya devam edecektir. Allah hakkıyla bilendir, hikmet sahibidir.
#
{107} كان أناسٌ من المنافقين من أهل قُباء اتَّخذوا مسجداً إلى جنب مسجد قباء يريدون به المضارَّة والمشاقَّة بين المؤمنين، ويُعِدُّونه لمن يرجونه من المحاربين لله ورسوله؛ يكون لهم حصناً عند الاحتياج إليه، فبيَّن تعالى خِزْيَهم، وأظهر سِرَّهم، فقال: {والذين اتَّخذوا مسجداً ضراراً}؛ أي: مضارَّة للمؤمنين ولمسجدهم الذي يجتمعون فيه، {وكفراً}؛ أي: مقصدهم فيه الكفر إذا قصد غيرهم الإيمان، {وتفريقاً بين المؤمنين}؛ أي: ليتشعبوا ويتفرَّقوا ويختلفوا، {وإرصاداً}؛ أي: إعداداً {لمن حارب الله ورسوله مِن قبلُ}؛ أي: إعانة للمحاربين لله ورسوله، الذين تقدَّم حرابهم واشتدَّت عداوتهم، وذلك كأبي عامر الراهب، الذي كان من أهل المدينة، فلما قدم النبيُّ - صلى الله عليه وسلم - وهاجر إلى المدينة؛ كفر به، وكان متعبِّداً في الجاهلية، فذهب إلى المشركين يستعين بهم على حرب رسول الله - صلى الله عليه وسلم -، فلما لم يدرك مطلوبه عندهم؛ ذهب إلى قيصر بزعمه أنه ينصره، فهلك اللعين في الطريق، وكان على وعدٍ وممالئة هو والمنافقون، فكان مما أعدُّوا له مسجد الضِّرار، فنزل الوحي بذلك، فبعث إليه النبي - صلى الله عليه وسلم - من يهدمه ويحرقه ، فهُدم، وحُرق، وصار بعد ذلك مزبلةً.
قال تعالى بعد ما بيَّن من مقاصدهم الفاسدة في ذلك المسجد: {ولَيَحْلِفُنَّ إن أردْنا} في بنائنا إيَّاه {إلا الحسنى}؛ أي: الإحسان إلى الضعيف والعاجز والضرير. {والله يشهدُ إنَّهم لكاذبونَ}: فشهادة الله عليهم أصدق من حلفهم.
107. Kubâ ahalisi arasında münafık birtakım kimseler vardı. Bunlar, Kubâ Mescidi yakınında bir mescid yaptılar. Bununla mü’minlere zarar vermek ve aralarına ayrılık sokmak istiyorlardı. Ayrıca Allah ve Rasûlüne karşı savaş açan ve yanlarına gelmesini bekledikleri kimselere de ihtiyaç duyulması halinde sığınacakları bir barınak olması için bu mescidi yapmışlardı. İşte Yüce Allah,
bu rezilliklerini açıklayarak içlerinde gizlediklerini su yüzüne çıkartıp şöyle buyurmaktadır: Mü’minlere ve içinde toplandıkları mescitlerine
“zarar vermek, kafirlik etmek” yani başkaları iman etme kastı içinde olursa onlar küfrü amaçlarlar
“mü’minler arasına ayrılık sokmak” gruplara ayrılmalarını, tefrikaya ve anlaşmazlığa düşmelerini isteyerek
“ve daha önce Allah’a ve Rasûlüne savaş açan kimseleri beklemek” daha önce Allah’a ve Rasûlüne karşı savaş açıp düşmanlıkları ileri dereceye ulaşmış kimselere yardımcı olmak üzere… Meselâ, Ebû Âmir er-Râhib bunlara bir örnektir. Bu şahıs, Medine ahalisinden idi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Medine’ye hicret edince onu inkâr edip kâfir oldu. Cahiliye döneminde ise o, kendini ibadete vermiş birisi idi. Bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e karşı savaşmak üzere müşriklerin yanına gidip yardımlarını istedi. Onlardan istediğini elde edemeyince de kanaatince kendisine yardım eder ümidi ile Bizans Kayserine gitti ve lanet olasıca, yolda öldü. Ancak o, münafıklar ile sözleşmiş ve bazı noktalarda ittifaka varmıştı. İşte onların bu maksatla ve o şahıs için yaptıkları hazırlıklardan birisi de Mescid-i Dırâr idi. Bu konuda vahiy nazil olunca Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, o mescidi yakıp yıkacak kimseleri gönderdi. Bunun üzerine o mescid yakılıp yıkıldı. Bundan sonra da orası bir çöplük oldu.
Yüce Allah,
bu mescidi yapmaktaki kötü niyetlerini açıkladıktan sonra şöyle buyurmaktadır: “Biz” bu mescidi yapmak sureti ile “iyilikten başka bir maksadımız yoktu” Biz, bununla sadece güçsüzlere, acizlere ve gözleri görmeyenlere yardımcı olmak istedik,
“diye yemin edeceklerdir.”
“Allah şahit ki onlar, kesinlikle yalancıdır.” Allah’ın onlar hakkındaki şahitliği, onların yemin ile söyledikleri kendi sözlerinden elbette daha doğrudur.
#
{108} {لا تقم فيه أبداً}؛ أي: لا تصلِّ في ذلك المسجد الذي بُني ضراراً أبداً؛ فالله يُغنيك عنه، ولست بمضطرٍّ إليه. {لمسجدٌ أسِّس على التَّقوى من أول يوم}: ظهر فيه الإسلام في قُباء، وهو مسجد قُباء أسِّس على إخلاص الدين لله وإقامة ذكره وشعائر دينه، وكان قديماً في هذا عريقاً فيه؛ فهذا المسجد الفاضل {أحقُّ أن تقومَ فيه}: وتتعبَّد وتذكر الله تعالى؛ فهو فاضل وأهله فضلاء، ولهذا مدحهم الله بقوله: {فيه رجالٌ يحبُّون أن يتطهَّروا}: من الذُّنوب، ويتطهَّروا من الأوساخ والنجاسات والأحداث، ومن المعلوم أنَّ مَن أحبَّ شيئاً؛ لا بدَّ أن يسعى له ويجتهد فيما يحبُّ؛ فلا بدَّ أنهم كانوا حريصين على التطهُّر من الذُّنوب والأوساخ والأحداث، ولهذا كانوا ممَّن سبق إسلامه، وكانوا مقيمين للصلاة، محافظين على الجهاد مع رسول الله - صلى الله عليه وسلم - وإقامة شرائع الدين، وممَّن كانوا يتحرَّزون من مخالفة الله ورسوله.
وسألهم النبيُّ - صلى الله عليه وسلم - بعدما نزلت هذه الآية في مدحهم عن طهارتهم؟ فأخبروه أنَّهم يُتْبِعون الحجارة الماء، فحمدهم على صنيعهم.
{والله يحبُّ المطَّهِّرين}: الطهارة المعنوية كالتنزُّه من الشرك والأخلاق الرذيلة، والطهارة الحسيَّة كإزالة الأنجاس ورفع الأحداث.
108.
“O (mescidin) içerisinde asla namaza durma!” Zarar vermek kastı ile yapılmış olan bu mescidde ebediyen namaz kılma! Allah seni o mescide muhtaç etmeyecektir, sen de orda namaz kılmaya mecbur değilsin.
“İlk günden temeli takvâ üzerine atılan” içinde İslâm’ın açıkça ilan edildiği
“mescid” yani Kubâ mescidi “içinde namaza durmana elbette daha layıktır.” Çünkü Kubâ mescidi, dinin Allah'a has klınması için, ihlas için, O’nun anılması ve dininin buyruklarının yerine getirilmesi için kurulmuştur. Bu özellik, bu mescidde oldukça köklüdür. İşte, böyle üstün bir
“mescid, içinde namaza durmana elbette daha layıktır.” Orada ibadet etmen, Allah’ı anman daha uygundur. Çünkü o mescidin bir fazileti vardır. O mescide devam edenler de faziletli kimselerdir.
Bundan dolayı Yüce Allah onları şu buyrukları ile övmektedir: “Orada tertemiz olmayı arzu eden” günahlardan, pisliklerden, necasetlerden ve hadesten temizlenmek isteyen
“erkekler vardır.” Bilindiği gibi bir kimse bir şeyi sevdi mi mutlaka onun için çalışır ve onu gerçekleştirmek maksadı ile gayret gösterir. Şüphesiz onlar da günahlardan, pisliklerden ve hadeslerden temizlenip arınmaya çokça gayret eden kimseler idiler. İşte bundan dolayı İslâm’a ilk girenlerden olmuşlardı. Bunlar, namazı vakitlerinde ve dosdoğru kılar, Allah Rasûlü ile birlikte cihada sarılır, Allah’ın dininin hükümlerini uygulamaya dikkat ederlerdi. Allah ve Rasûlüne muhalefet etmekten çokça çekinirlerdi.
Onların temizlenmelerinin övülmesine dair bu âyetin nüzulünden sonra Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, taharetleri ile ilgili onlara soru sorunca, önce taş ile temizlendikten sonra su ile de aharet aldıklarını bildirdiler.
[26] Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de bu yaptıkları dolayısı ile onları övdü.
“Allah da çokça temizlenenleri sever.” Gerek şirkten ve kötü huylardan uzak durmak sureti ile manevi olarak, gerekse de necasetleri gidermek ve hadesi kaldırmak sureti ile maddi yolla temizlenenleri sever.
#
{109} ثم فاضَلَ بين المساجد بحسب مقاصد أهلها وموافقتها لرضاه، فقال: {أفمن أسَّس بنيانَه على تقوى من الله}؛ أي: على نيَّة صالحة وإخلاص، {ورضوانٍ}: بأن كان موافقاً لأمره، فجمع في عمله بين الإخلاص والمتابعة. {خيرٌ أم منْ أسَّس بنيانَه على شفا}؛ أي: على طرف؛ {جُرُفٍ هارٍ}؛ أي: بالٍ، قد تداعى للانهدام، {فانهار به في نارِ جهنَّم واللهُ لا يهدي القوم الظالمين}: لما فيه مصالح دينهم ودنياهم.
109. Daha sonra Yüce Allah,
mescidlere devam edenlerin maksatları ve Allah’ın rızasına uygunlukları açısından mescidler arasındaki fazilet farkına işaret ederek şöyle buyurmaktadır: “Binasını Allah korkusu ve” Allah’ın emrine uygun olması sureti ile
“rızası üzerine kuran” böylelikle amelinde hem ihlâsı hem de hakka tâbi olmayı bir arada gerçekleştiren
“kimse mi hayırlıdır yoksa binasını yıkılmaya yüz tutmuş” çökecek hale gelmiş
“bir uçurumun kenarına kurup da onunla birlikte kendisi de cehennem ateşine yuvarlanan kimse mi? Allah zalimler topluluğuna” din ve dünyalarında menfaatlerine olan şeylere
“yol göstermez.”
#
{110} {لا يزالُ بنيانُهم الذي بَنَوْا رِيبةً في قلوبِهِم}؛ أي: شكًّا وريباً ماكثاً في قلوبهم، {إلَّا أن تَقَطَّعَ قلوبُهم}: بأن يندموا غاية الندم، ويتوبوا إلى ربِّهم، ويخافوه غاية الخوف؛ فبذلك يعفو الله عنهم، وإلاَّ؛ فبنيانُهم لا يزيدهم إلا ريباً إلى ريبهم، ونفاقاً إلى نفاقهم. {والله عليمٌ}: بجميع الأشياء؛ ظاهرها وباطنها، خفيِّها وجليِّها، وبما أسرَّه العباد وأعلنوه، {حكيمٌ}: لا يفعل ولا يخلُقُ ولا يأمر ولا ينهى إلاَّ ما اقتضته الحكمة وأمر به؛ فلله الحمد.
وفي هذه الآيات عدة فوائد:
منها: أنَّ اتِّخاذ المسجد الذي يقصد به الضِّرار لمسجدٍ آخر بقربه أنه محرَّم، وأنه يجب هدمُ مسجد الضرار الذي اطُّلع على مقصود أصحابه.
ومنها: أن العمل، وإن كان فاضلاً، تغيِّره النية، فينقلب منهيًّا عنه؛ كما قَلَبَتْ نيةُ أصحاب مسجد الضرار عملَهم إلى ما ترى.
ومنها: أنَّ كل حالة يحصُلُ بها التفريق بين المؤمنين؛ فإنها من المعاصي التي يتعيَّن تركُها وإزالتها؛ كما أنَّ كل حالة يحصُلُ بها جمع المؤمنين وائتلافهم يتعيَّن اتِّباعها والأمرُ بها والحثُّ عليها؛ لأنَّ الله علَّل اتِّخاذهم لمسجد الضرار بهذا المقصد الموجب للنهي عنه كما يوجب ذلك الكفر والمحاربة لله ورسوله.
ومنها: النهي عن الصلاة في أماكن المعصية والبعد عنها وعن قربها.
ومنها: أن المعصية تؤثر في البقاع كما أثرت معصية المنافقين في مسجد الضرار ونُهي عن القيام فيه، وكذلك الطاعة تؤثر في الأماكن كما أثرت في مسجد قُباء، حتى قال الله فيه: {لَمَسْجِدٌ أسِّس على التقوى من أول يوم أحقُّ أن تقومَ فيه}: ولهذا كان لمسجد قباء من الفضل ما ليس لغيره، حتى كان - صلى الله عليه وسلم - يزور قُباء كلَّ سبتٍ يصلي فيه ، وحثَّ على الصلاة فيه.
ومنها: أنه يُستفادُ من هذه التعاليل المذكورة في الآية أربعُ قواعدَ مهمَّة، وهي: كل عمل فيه مضارَّة لمسلم، أو فيه معصيةٌ لله؛ فإن المعاصي من فروع الكفر، أو فيه تفريقٌ بين المؤمنين، أو فيه معاونةٌ لمن عادى الله ورسوله؛ فإنه محرَّم ممنوع منه، وعكسه بعكسه.
[ومنها: أن الأعمال الحسيّة الناشئة عن معصية الله، لا تزال مبعدة لفاعلها عن الله، بمنزلة الإصرار على المعصية حتى يزيلها ويتوبَ منها توبةً تامَّةً؛ بحيث يتقطع قلبُه من الندم والحسرات].
ومنها: أنه إذا كان مسجدُ قُباء مسجداً أسِّس على التقوى؛ فمسجد النبيِّ - صلى الله عليه وسلم - الذي أسَّسه بيده المباركة، وعمل فيه، واختاره الله له من باب أولى وأحرى.
ومنها: أن العمل المبنيَّ على الإخلاص والمتابعة هو العمل المؤسَّس على التَّقوى الموصل لعاملِهِ إلى جنات النعيم، والعمل المبنيَّ على سوء القصد وعلى البِدَع والضَّلال هو العمل المؤسَّس على شفا جُرُفٍ هارٍ، فانهار به في نارِ جهنَّم. والله لا يهدي القوم الظالمين.
110.
“Kurdukları o bina, yürekleri” son derece pişmanlık duymak, Rablerine tevbe etmek ve O’ndan nihaî derecede korkmak sureti ile
“parça parça olmadıkça kalplerinde daimi bir kuşku kaynağı olmaya devam edecektir.” Ancak bu hallerinden vazgeçip tevbe ederlerse Allah onları affeder. Aksi takdirde onların yaptıkları bu bina şüphelerine şüphe katar, münafıklıklarını artırır durur.
“Allah” içi ile dışı ile, açığı ile gizlisi ile her şeyi, kulların gizleyip sakladıklarını da açıkladıklarını da “hakkıyla bilendir, hikmet sahibidir.” O, ancak hikmetin gerektirdiği şeyi yapar, yaratır, emreder ve yasaklar. Yüce Allah’a hamdu senalar olsun.
Bu âyet-
i kerimelerle birtakım gerçekler dile getirilmektedir:
1. Yakınında bulunan bir başka mescide zarar vermek maksadı ile mescid edinmek haramdır ve onu yapanların maksadı bilindikten sonra bu zarar veren mescidi yıkmak gerekir.
2. Bir amel faziletli olsa dahi niyet, onu değiştirip yasak hale dönüştürebilir. Nitekim Dırar Mescidini yapanların niyetleri, bu amellerini gördüğümüz bu şekle dönüştürmüştür.
3. Mü’minlerin arasında tefrika doğuran her bir hal, mutlaka terk edilmesi ve ortadan kaldırılması gereken masiyetlerdendir. Diğer taraftan mü’minlerin bir araya gelmelerini, birbirleri ile kaynaşmalarını gerçekleştirecek her bir şeye uymak, onu emretmek ve teşvik etmek gerekir. Çünkü Yüce Allah onların, Dırar Mescidini bu maksatla yaptıklarını ve bu maksadın da onun yasak kılınmasını gerektirdiğini beyan etmiştir. Aynı zamanda bu, küfre girmeyi, Allah ve Rasûlüne karşı savaş açmayı da gerektiren bir maksattır.
4. Allah'a isyan edilen yerlerde namaz kılmak, bu gibi yerlere yaklaşmak yasaktır, bunlardan uzak durmak gerekir.
5. Günah, işlendiği yerlere de etki eder. Nitekim münafıkların günahı, Mescid-i Dırarı etkilemiş ve orada namaz kılmak yasaklanmıştır. İtaat de aynı şekilde -Kubâ mescidini etkilediği gibi- bulunduğu yerlere etki eder.
Nitekim Yüce Allah Kûba Mescidi hakkında şöyle buyurmuştur: “İlk günden temeli takva üzerine atılan Mescid, içinde namaza durmana elbette daha layıktır.” Bundan dolayı Kubâ mescidinin başka mescidlerde bulunmayan bir fazileti ve üstünlüğü vardır. O kadar ki Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem her cumartesi günü Kubâ mescidini ziyaret edip orada namaz kılar ve orada namaz kılmayı teşvik ederdi.
[27]
6. Âyet-
i kerimede sözü edilen gerekçelerden dört önemli kaide ortaya çıkmaktadır: Müslüman bir kimseye zarar veren veya Allah’a isyan olan -zira Allah’a isyanlar küfrün dallarındandır- ya da mü’minlerin arasını ayıran yahut da Allah ve Rasûlüne düşmanlık edenlere destek mahiyetinde bulunan her bir amel, haramdır ve yasaktır. Bu amellerin aksi de hükmün de aksi olmasını gerektirir.
7. Allah'a isyandan kaynaklanan somut ameller, günahta ısrar gibi olup failinin sürekli olarak Allah'tan uzaklaşmasına neden olur. Ta ki ona son verip tam manasıyla ondan tevbe edinceye kadar ki bu da pişmanlıktan ve üzüntüden dolayı kalbi parçalanacak dereceye gelmesi ile olur.
8. Kubâ Mescidi takvâ üzere kurulmuş bir mescid olduğuna göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in mübarek eli ile temelini attığı, yapımında çalıştığı ve Allah’ın onun için seçtiği Mescid-i Nebevî’nin böyle olması öncelikle söz konusudur.
9. İhlas ve Peygamber’e tâbi olma esası üzere yapılan bir amel, takva üzere yapılmış ve yapanını nimetlerle dolu cennetlere ulaştıran ameldir. Kötü bir maksat, bid’at ve sapıklık üzere yapılan bir amel ise yıkılmaya yüz tutmuş bir uçurumun kenarında kurulmuş ve yıkılıp sahibini de beraberinde cehenneme götüren bir ameldir. Allah zalimler topluluğunu doğruya iletmez.
{إِنَّ اللَّهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ أَنْفُسَهُمْ وَأَمْوَالَهُمْ بِأَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ يُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ فَيَقْتُلُونَ وَيُقْتَلُونَ وَعْدًا عَلَيْهِ حَقًّا فِي التَّوْرَاةِ وَالْإِنْجِيلِ وَالْقُرْآنِ وَمَنْ أَوْفَى بِعَهْدِهِ مِنَ اللَّهِ فَاسْتَبْشِرُوا بِبَيْعِكُمُ الَّذِي بَايَعْتُمْ بِهِ وَذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ (111)}.
111- Şüphesiz Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını, cennet onların olması karşılığında satın almıştır. Onlar, Allah yolunda savaşır, öldürür ve öldürülürler. Bu, Allah'ın yerine getirmeyi Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’ân’da taahhüt ettiği hak bir vaadidir. Kim vaadine Allah’tan daha sadık olabilir ki? O halde yapmış olduğunuz bu alışverişe sevinin. En büyük kazanç işte budur.
#
{111} يخبر تعالى خبراً صدقاً ويعدُ وعداً حقًّا بمبايعةٍ عظيمةٍ ومعاوضةٍ جسيمةٍ، وهو أنه {اشترى}: بنفسه الكريمة {من المؤمنين أنفسهم وأموالهم}: فهي الثَّمن والسلعة المَبيعة، {بأنَّ لهم الجنة}: التي فيها ما تشتهيه الأنفس وتَلَذُّ الأعين من أنواع اللَّذَّات والأفراح والمسرَّات والحور الحسان والمنازل الأنيقات، وصفة العقد والمبايعة بأن يبذُلوا لله نفوسَهم وأموالَهم في جهاد أعدائه؛ لإعلاء كلمتِهِ وإظهار دينه. فيقاتلون {في سبيل الله فيَقْتُلون ويُقْتَلونَ}: فهذا العقد والمبايعة قد صدرت من الله مؤكَّدة بأنواع التأكيدات. {وعداً عليه حقًّا في التوراة والإنجيل والقرآن}: التي هي أشرفُ الكتب التي طرقَتِ العالم وأعلاها وأكملها، وجاء بها أكملُ الرسل أولو العزم، وكلُّها اتَّفقت على هذا الوعد الصادق. {ومن أوفى بعهدِهِ من الله فاستَبْشِروا}: أيُّها المؤمنون، القائمون بما وعدكم الله {ببيعِكُمُ الذي بايَعْتُم به}؛ أي: لتفرحوا بذلك وليبشِّر بعضُكم بعضاً ويحثَّ بعضُكم بعضاً. {وذلك هو الفوز العظيم}: الذي لا فوز أكبرُ منه ولا أجلُّ؛ لأنه يتضمَّن السعادةَ الأبديَّة والنعيم المقيم، والرِّضا من الله الذي هو أكبر من نعيم الجنات.
وإذا أردت أن تعرف مقدار الصفقة؛ فانظُرْ إلى المشتري؛ مَنْ هو؟ وهو الله جلَّ جلاله، وإلى العِوَضِ، وهو أكبر الأعواض وأجلُّها؛ جنات النعيم، وإلى الثمن المبذول فيها، وهو النفس والمال، الذي هو أحبُّ الأشياء للإنسان، وإلى مَن جرى على يديه عقدُ هذا التبايُع، وهو أشرف الرسل، وبأيِّ كتاب رُقِمَ؟ وهي كتب الله الكبار المنزلة على أفضل الخلق.
111. Yüce Allah, büyük bir alışveriş ve muazzam bir değiş tokuş ile ilgili olarak doğru bir haber vermekte ve gerçek bir vaadde bulunmaktadır.
Bu vaat şudur: Şanı yüce Allah, bizzat kendisi
“mü’minlerden canlarını ve mallarını” bunlar,
satılan mala biçilen değer ve ücrettir; satılan mal ise şudur: “cennet onların olması karşılığında” yani içinde canların çektiği, gözlerin zevk aldığı türlü lezzetler, sevinçler, ferahlatıcı hususlar, güzel huriler, son derece zarif ve mükemmel köşkler bulunan cennet karşılığında
“satın almıştır.”
Bu alışveriş ve akdin niteliği ise şudur: Mü’minler, Allah’ın düşmanlarına karşı cihad uğrunda, O’nun adını yüceltmek ve dinini üstün kılmak için canlarını ve mallarını feda ederler. Bu maksatla da
“Allah yolunda savaşır, öldürür ve öldürülürler.” İşte böyle bir akit ve alışveriş, Allah tarafından kabul edilmiş ve bu kabul, çeşitli şekillerde tekid edilip pekiştirilmiştir.
“Bu, Allah'ın yerine getirmeyi Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’ân’da taahhüt ettiği hak bir vaadidir” bu kitaplar, dünyada görülmüş kitapların en şereflisi, en üstünü, en mükemmelidir, en üstün ve azim sahibi peygamberler tarafından getirilmişlerdir ve hepsi de o hak vaadi ittifakla dile getirmişmiştir ki
“Kim vaadine Allah’tan daha sadık olabilir ki? O halde” Ey Allah’ın size verdiği vaadin gereğini yerine getiren mü’minler!
“Yapmış olduğunuz bu alışverişe sevinin!” Birbirinizi bununla müjdeleyin ve bu uğurda birbirinizi teşvik edin.
“En büyük kazanç işte budur.” Ondan daha büyük kazanç ve başarı olamaz. Bundan daha üstünü olamaz; çünkü böyle bir kazanç, ebedi bir mutluluğu, sonu gelmez nimetleri ve cennet nimetlerinden çok daha büyük olan Allah’ın rızasını içermektedir.
Bu alışverişin büyüklüğünü anlamak isteyen kimse, satın alanın kim olduğuna bir baksın. Zira O, aziz ve celil olan Allah’tır. Bu alışverişte verilen bedele de bir baksın ki o da verilen bedellerin en büyüğü, en değerlisi olan nimetler dolu cennetlerdir. Bu uğurda harcanan değere de bir baksın. Bu ise insanın en sevdiği şeyler olan canı ve malıdır. Bu alışveriş akdinin kimin vasıtası ile gerçekleştiğine de bir baksın ki bunlar, peygamberlerin en şereflisidir. Bu alışverişe vaadinin hangi kitaplarda yazılı olduğuna da bir baksın. Onlar, insanların en üstünleri üzerine indirilen Yüce Allah’ın kitaplarındadır.
{التَّائِبُونَ الْعَابِدُونَ الْحَامِدُونَ السَّائِحُونَ الرَّاكِعُونَ السَّاجِدُونَ الْآمِرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَالنَّاهُونَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَالْحَافِظُونَ لِحُدُودِ اللَّهِ وَبَشِّرِ الْمُؤْمِنِينَ (112)}.
112-
(Onlar) tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, sefer edenler, rükû’ edenler, secde edenler, iyiliği emredenler, kötülükten alıkoyanlar ve Allah’ın sınırlarını koruyanlardır. O mü’minleri müjdele!
#
{112} كأنه قيل: من هم المؤمنون الذين لهم البشارةُ من الله بدخول الجنات ونَيْل الكرامات؟ فقال: هم: {التائبون}؛ أي: الملازمون للتوبة في جميع الأوقات عن جميع السيئات. {العابدونَ}؛ أي: المتَّصفون بالعبوديَّة لله والاستمرار على طاعته من أداء الواجبات والمستحبَّات في كل وقتٍ؛ فبذلك يكون العبد من العابدين. {الحامدون}: لله في السرَّاء والضرَّاء واليسر والعسر، المعترفون بما لله عليهم من النعم الظاهرة والباطنة، المثنون على الله بذكرها وبذكره في آناء الليل وآناء النهار. {السائحون}: فسِّرت السياحة بالصيام، أو السياحة في طلب العلم، وفسِّرت بسياحة القلب في معرفة الله ومحبته والإنابة إليه على الدوام، والصحيح أنَّ المرادَ بالسياحة السفرُ في القُرُبات؛ كالحجِّ والعمرة والجهاد وطلب العلم وصلة الأقارب ونحو ذلك. {الراكعون الساجدون}؛ أي: المكثرون من الصلاة، المشتملة على الركوع والسجود. {الآمرون بالمعروف}: ويدخل فيه جميع الواجباتِ والمستحبَّات. {والناهون عن المنكر}: وهي جميع ما نهى الله ورسوله عنه. {والحافظون لحدود الله}: بتعلُّمهم حدودَ ما أنزل الله على رسوله، وما يدخُلُ في الأوامر والنواهي والأحكام، وما لا يدخل، الملازمون لها فعلاً وتركاً. {وبشِّر المؤمنين}: لم يذكُرْ ما يبشِّرهم به؛ ليعمَّ جميع ما رتَّب على الإيمان من ثواب الدُّنيا والدين والآخرة؛ فالبشارةُ متناولةٌ لكلِّ مؤمن، وأما مقدارُها وصفتُها؛ فإنَّها بحسب حال المؤمنين وإيمانهم قوةً وضعفاً وعملاً بمقتضاه.
112. Daha sonra Yüce Allah, sanki
“Allah’tan kendilerine cennete girecekleri ve bu büyük lütuflara nail olacakları müjdesi verilen bu mü’minler kimlerdir?” diye bir soru sorulmuş gibi şöyle buyurmaktadır:
“(Onlar) tevbe edenler” her zaman ve her kötülükten tevbe etmeyi sürdürenler;
“ibadet edenler” Allah’a kulluk vasfına sahip olarak, farzları ve müstehabları her vakit edâ ederek Allah’a itaat üzere devam edenler -çünkü kul ancak böyle hakkıyla ibadet edenlerden olur-
“hamd edenler” kolaylıkta, zorlukta, darlıkta, genişlikte, Allah’a hamd ederek O’nun, üzerlerindeki görünen ve görünmeyen nimetlerini itiraf eden, bunları söz konusu ederek Allah’ı gece ve gündüzün çeşili vakitlerinde anan ve O’ndan övgü ile söz edenler.
“Sefer edenler”; ayette geçen (ve
“sefer edenler” diye meal verilen)
“ٱلسَّٰٓئِحُونَ ” kelimesi, oruç tutanlar şeklinde tefsir edilmiştir. Yine ilim talebi için sefer etmek diye açıklandığı gibi kalbin, sürekli olarak marifetullahta, muhabbetullahta ve O’na yönelmekte yol alması diye de açıklanmıştır. Doğru olan ise bu ifadenin hac, umre, cihad, ilim talep etmek, akrabalık bağlarını gözetmek vb. gibi Allah’a yakınlaştırıcı ibadetler uğrunda yolculuk yapmaktır.
“rükû’ edenler, secde edenler” rükû’ ve secdeyi içeren namazı çokça kılanlar;
“iyiliği emredenler” bunun kapsamına bütün farz ve müstehablar girer,
“kötülükten alıkoyanlar” bu da Allah ve Rasûlünün yasakladığı her şeyi içerir.
“Allah’ın sınırlarını koruyanlardır.” Allah’ın, Peygamberine indirdiği hükümlerin sınırlarını; emirlerin, yasakların ve ahkamın kapsamına giren ve girmeyen şeyleri öğrenmek suretiyle ve yapılması gerekenleri yapmak, terk edilmesi gerekenleri de terk etmek suretiyle bu sınırları muhafaza edenlerdir.
“O mü’minleri müjdele!” Yüce Allah, burada ne ile müjdeleneceklerini söz konusu etmemektedir ki bu, imanın gereği olan her türlü dünyevî, dinî ve uhrevî mükâfaatı kapsasın diyedir. Müjde, bütün mü’minleri kapsamına alır. Ancak müjdelenen şeyin miktarına ve niteliğine gelince bu, mü’minlerin haline, imanlarının kuvvetine ve zayıflığına, imanın gereğini yapmalarına göre değişiklik arz eder.
{مَا كَانَ لِلنَّبِيِّ وَالَّذِينَ آمَنُوا أَنْ يَسْتَغْفِرُوا لِلْمُشْرِكِينَ وَلَوْ كَانُوا أُولِي قُرْبَى مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمْ أَنَّهُمْ أَصْحَابُ الْجَحِيمِ (113) وَمَا كَانَ اسْتِغْفَارُ إِبْرَاهِيمَ لِأَبِيهِ إِلَّا عَنْ مَوْعِدَةٍ وَعَدَهَا إِيَّاهُ فَلَمَّا تَبَيَّنَ لَهُ أَنَّهُ عَدُوٌّ لِلَّهِ تَبَرَّأَ مِنْهُ إِنَّ إِبْرَاهِيمَ لَأَوَّاهٌ حَلِيمٌ (114)}.
113- Ne peygamberin ne de iman edenlerin, akrabaları bile olsa cehennemlik oldukları açıkça ortaya çıktıktan sonra müşrikler için mağfiret dilemeleri olacak şey değildir.
114- İbrahim’in babasına mağfiret dilemesi, ancak ona verdiği bir sözden dolayı idi. Ancak onun Allah’ın düşmanı olduğu kendisine açıkça belli olunca ondan uzaklaştı. Şüphesiz İbrahim,
(Allah’a) için için yalvaran ve yumuşak huylu biri idi.
#
{113} يعني: ما يليق ولا يَحْسُنُ للنبيِّ وللمؤمنين به، {أن يستغفِروا للمشركين}؛ أي: لمن كفر به وعبد معه غيره، {ولو كانوا أولي قُربى من بعدِ ما تبيَّن لهم أنهم أصحابُ الجحيم}: فإنَّ الاستغفار لهم في هذه الحال غلطٌ غير مفيد؛ فلا يليقُ بالنبيِّ والمؤمنين؛ لأنَّهم إذا ماتوا على الشرك أو عُلِمَ أنهم يموتون عليه؛ فقد حقَّت عليهم كلمة العذاب، ووجب عليهم الخلودُ في النار، ولم تنفعْ فيهم شفاعةُ الشافعين ولا استغفارُ المستغفرين. وأيضاً؛ فإنَّ النبيَّ والذين آمنوا معه عليهم أن يوافقوا ربَّهم في رضاه وغضبه، ويوالوا مَنْ والاه الله، ويُعادوا من عاداه الله، والاستغفار منهم لمن تبيَّن أنه من أصحاب النار منافٍ لذلك مناقضٌ له.
113.
“Ne peygamberin ne de iman edenlerin, akrabaları bile olsa cehennemlik oldukları açıkça ortaya çıktıktan sonra” Yüce Allah’ı inkar edip O’nunla birlikte başka varlıklara ibadet eden
“müşrikler için mağfiret dilemeleri olacak şey değildir” onlara hiçbir şekilde yakışmaz, yaraşmaz, uygun olmaz. Çünkü böyle bir durumda olanlar için mağfiret dilemek, büyük bir yanlıştır ve faydasızdır. O nedenle Peygambere de mü’minlere de yaraşmaz. Çünkü böyleleri, şirk üzere öldükleri yahut da şirk üzere ölecekleri kesin olarak bilinen kimselerdir ki bu durumda onlar için azap sözü hak olmuş, ebediyyen cehennemde kalmaları kesinlik kazanmıştır. Artık ne şefaatçilerin şefaatinin, ne mağfiret dileyenlerin mağfiretlerinin onlara hiçbir faydası yoktur.
Diğer taraftan Peygamber de onunla birlikte bulunan mü’minler de Rab’lerine hem rızasında hem de gazabında uygun hareket etmeli, Allah’ın dost edindiğini dost, düşman ilan ettiğini de düşman edinmelidirler. Cehennemliklerden olduklarını açıkça bildikleri kimselere mağfiret dilemeleri ise bu duruma aykırıdır ve onunla çelişir.
#
{114} ولئن وُجِدَ الاستغفار من خليل الرحمن إبراهيم عليه السلام لأبيه؛ فإنه {عن موعدةٍ وَعَدَها إيَّاه}: في قوله: {سأستغفِر لك ربِّي إنه كان بي حَفِيًّا}: وذلك قبل أن يعلم عاقبةَ أبيه، {فلما تبيَّن}: لإبراهيم أن أباه {عدوٌّ لله}: سيموت على الكفر، ولم ينفع فيه الوعظ والتذكير؛ {تبرَّأ منه}: موافقةً لربِّه وتأدباً معه. {إنَّ إبراهيم لأوَّاهٌ}؛ أي: رجَّاعٌ إلى الله في جميع الأمور، كثير الذِّكر والدُّعاء والاستغفار والإنابة إلى ربِّه. {حليمٌ}؛ أي: ذو رحمة بالخلق، وصفح عما يصدُرُ منهم إليه من الزلاَّت، لا يستفزُّه جهلُ الجاهلين، ولا يقابل الجاني عليه بجُرْمِهِ، فأبوه قال له: {لأرْجُمنَّكَ}، وهو يقول له: {سلامٌ عليك سأستغفرُ لك ربِّي}؛ فعليكم أن تقتدوا وتتَّبعوا مِلَّةَ إبراهيم في كلِّ شيء إلا قول إبراهيم لأبيه: {لأستغفرنَّ لك}؛ كما نبَّهكم الله عليها وعلى غيرها. ولهذا قال:
114. Halilurrahman İbrahim aleyhisselam’ın babasına mağfiret dilemesine gelince bu, onun babasına
“verdiği bir sözden dolayı idi.” Bu söz,
şu ayette ifade edilmektedir: “İbrahim:… Rabbimden senin için mağfiret dileyeceğim. Çünkü O, bana karşı çok lütufkârdır, dedi.” (Meryem, 19/47) Ancak bu, İbrahim’in, babasının âkıbetini bilmesinden önce olmuştu.
“Ancak onun” babasının
“Allah’ın düşmanı olduğu” ve küfür üzere öleceği, öğüt ve hatırlatmanın ona hiçbir fayda sağlamayacağı
“kendisine açıkça belli olunca ondan uzaklaştı.” Bu konuda Rabbine uygun hareket etmek için ve Rabbine karşı edebi dolayısı ile böyle bir tutum takındı.
“Şüphesiz İbrahim (Allah’a) için için yalvaran” yani bütün işlerinde Allah’a çokça dönen, Allah’ı çokça anan, çokça dua eden, çokça mağfiret dileyen, Rabbine çokça yönelen
“ve yumuşak huylu biri idi” kullara karşı merhametliydi, onların kendisine karşı yaptıkarı kusurları affederdi, cahillerin bilgisizce tutumları onu kızdırmazdı, kendisine karşı suç işleyenlerin suçlarını da cezalandırmazdı.
Çünkü babası ona: “Seni kesinlikle taşlarım” dediği halde o,
babasına: “Selam olsun sana! Ben, Rabbimden senin için mağfiret isteyeceğim.” (Meryem, 19/46-47) demişti.
O halde sizin de İbrahim’e uymanız ve her hususta İbrahim’in dinine tabi olmanız gerekir. Ancak bundan onun, babasına söylediği
“Mutlaka senin için mağfiret dileyeceğim” (el-Mümtehine, 60/64) şeklindeki sözü müstesnâdır. Nitekim Yüce Allah, bu hususa ve diğerlerine dikkatlerimizi çekmiş bulunmaktadır.
Bundan dolayı O da şöyle buyurmaktadır:
{وَمَا كَانَ اللَّهُ لِيُضِلَّ قَوْمًا بَعْدَ إِذْ هَدَاهُمْ حَتَّى يُبَيِّنَ لَهُمْ مَا يَتَّقُونَ إِنَّ اللَّهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ (115) إِنَّ اللَّهَ لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ يُحْيِي وَيُمِيتُ وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَصِيرٍ (116)}.
115- Allah'ın, bir topluma hidâyet verdikten sonra sakınacakları şeyleri kendilerine apaçık bildirmedikçe onları saptırması olacak şey değildir. Şüphesiz Allah, her şeyi çok iyi bilendir.
116- Şüphesiz ki göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’ındır. O, diriltir ve öldürür. Sizin için Allah’tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.
#
{115} يعني: أن الله تعالى إذا مَنَّ على قوم بالهداية وأمرهم بسلوك الصراط المستقيم؛ فإنه تعالى يتمِّم عليهم إحسانه، ويبيِّن لهم جميع ما يحتاجون إليه وتدعو إليه ضرورتُهم؛ فلا يتركُهم ضالِّين جاهلين بأمور دينهم. ففي هذا دليلٌ على كمال رحمته، وأن شريعته وافيةٌ بجميع ما يحتاجُه العبادُ في أصول الدين وفروعه. ويُحتمل أنَّ المراد بذلك: {وما كان الله لِيُضِلَّ قوماً بعد إذ هَداهم حتَّى يُبَيِّنَ لهم ما يتَّقونَ}: فإذا بيَّن لهم ما يتَّقون، فلم ينقادوا له؛ عاقبهم بالإضلال جزاءً لهم على ردِّهم الحقَّ المبينَ، والأول أولى. {إنَّ الله بكلِّ شيءٍ عليم}: فلكمال علمِهِ وعمومه علَّمكم ما لم تكونوا تعلمونَ، وبيَّن لكم ما به تنتفعون.
115. Yani Yüce Allah bir kavme hidâyet lütfedip onlara dosdoğru yolu izlemelerini emretmişse onlar üzerindeki ihsanını mutlaka tamamlar. Onlara gerek duyacakları her şeyi, kendileri için zorunlu olan her hususu beyan eder. Onları sapmış bir halde ve dinleri konusunda cehalet içerisinde bırakmaz. İşte bu buyruk, Yüce Allah’ın rahmetinin mükemmel olduğuna, şeriatının da kulların -gerek dinin temel esasları ile ilgili olsun gerek fer’i hükümleri ile ilgili olsun- gerek duyacakları her şeyi açıklamış olduğuna delildir.
Yüce Allah’ın: “Allah'ın, bir topluma hidâyet verdikten sonra sakınacakları şeyleri kendilerine apaçık bildirmedikçe onları saptırması olacak şey değildir” buyruğu ile şu mananın kastedilmiş olma ihtimali de vardır: Yüce Allah, onlara sakınacakları şeyleri beyan eder de onlar, bunlara riâyet etmeyecek olurlarsa apaçık hakkı reddetmelerinin bir cezası olarak O, onları haktan saptırmakla cezalandırır. Ancak birinci tefsir, daha uygundur.
“Şüphesiz Allah, her şeyi çok iyi bilendir.” O’nun ilminin kamil ve her şeyi kapsayıcı olması dolayısı iledir O, size daha önceden bilmediğiniz şeyleri öğretmiş ve kendisi ile yararlanacağınız şeyleri açıkça bildirmiştir.
#
{116} {إنَّ الله له ملك السمواتِ والأرض يُحيي ويُميتُ}؛ أي: هو المالك لذلك، المدبِّر لعباده بالإحياء والإماتة وأنواع التدابير الإلهيَّة؛ فإذا كان لا يُخِلُّ بتدبيره القدريِّ؛ فكيف يُخِلُّ بتدبيره الدينيِّ المتعلِّق بإلهيَّته ويترك عبادَه سدى مهمَلين أو يدعُهم ضالِّين جاهلين وهو أعظم تولِّيه لعبادِهِ؟! فلهذا قال: {وما لَكُم من دونِ الله من وليٍّ ولا نصيرٍ}؛ أي: وليٍّ يتولاَّكم بجلب المنافع لكم أو نصيرٍ يدفع عنكم المضارَّ.
116. Yani bütün bunların mutlak sahibi O’dur. Canlarını almak, hayat vermek ve türlü ilâhi tedbirlerle kulların işlerini çekip çeviren de O’dur. O’nun kevnî-kaderî idaresi hiçbir şekilde düzensizlik arzetmediğine göre,
uluhiyetini ilgilendiren dinî idaresi ve hükümleri nasıl düzensizlik ve tutarsızlık arz edebilir?! Nasıl kullarını başıboş bırakır ve onları ihmal eder?! Yahut da o kullarını en ileri derecede dost edinmekle birlikte nasıl onları sapkın ve cahil bir halde bırakır?! Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Sizin için Allah’tan başka ne” size faydaları olan şeyleri sağlamak sureti ile işlerinizi üstlenecek gerçek
“bir dost, ne de” size zarar verecek şeyleri sizden uzaklaştıracak
“bir yardımcı vardır.”
{لَقَدْ تَابَ اللَّهُ عَلَى النَّبِيِّ وَالْمُهَاجِرِينَ وَالْأَنْصَارِ الَّذِينَ اتَّبَعُوهُ فِي سَاعَةِ الْعُسْرَةِ مِنْ بَعْدِ مَا كَادَ يَزِيغُ قُلُوبُ فَرِيقٍ مِنْهُمْ ثُمَّ تَابَ عَلَيْهِمْ إِنَّهُ بِهِمْ رَءُوفٌ رَحِيمٌ (117) وَعَلَى الثَّلَاثَةِ الَّذِينَ خُلِّفُوا حَتَّى إِذَا ضَاقَتْ عَلَيْهِمُ الْأَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ وَضَاقَتْ عَلَيْهِمْ أَنْفُسُهُمْ وَظَنُّوا أَنْ لَا مَلْجَأَ مِنَ اللَّهِ إِلَّا إِلَيْهِ ثُمَّ تَابَ عَلَيْهِمْ لِيَتُوبُوا إِنَّ اللَّهَ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ (118)}.
117- Andolsun ki Allah, hem Peygamberinin hem de Muhacirlerle Ensarın tevbelerini kabul etmiştir. Zira onlar, o zor zamanda, içlerinden bir grubun gönüllerinin neredeyse kayacak duruma gelmesinin ardından Peygambere tabi olmuşlardır. Sonra da Allah onların tevbelerini kabul buyurmuştur. Çünkü O, onlara karşı çok şefkatli ve pek merhametlidir.
118- Geri bırakılan üç kişinin de
(tevbesini kabul buyurmuştur). Öyle
(bunalmışlardı) ki yeryüzü onca genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihâyet Allah’a karşı yine O’ndan başka sığınacak bir yer olmadığını anladılar. Sonra tevbe etsinler diye Allah, onları tevbeye muvaffak buyurdu. Şüphesiz Allah tevbeleri kabul edendir, çok merhametlidir.
#
{117} يخبر تعالى أنه من لطفه وإحسانه {تاب على النبيِّ}: محمد - صلى الله عليه وسلم -، {والمهاجرين والأنصار}: فغفر لهم الزَّلاَّت ووفَّر لهم الحسنات ورقَّاهم إلى أعلى الدرجات، وذلك بسبب قيامهم بالأعمال الصعبة الشاقَّات، ولهذا قال: {الذين اتَّبعوه في ساعةِ العُسْرَةِ}؛ أي: خرجوا معه لقتال الأعداء في غزوة تبوك ، وكانت في حرٍّ شديد وضيق من الزاد والركوب وكثرة عدوٍ مما يدعو إلى التخلُّف، فاستعانوا الله تعالى، وقاموا بذلك {من بعدِ ما كاد يَزيغُ قلوبُ فريق منهم}؛ أي: تنقلب قلوبهم ويميلوا إلى الدَّعة والسكون، ولكنَّ الله ثبَّتهم وأيَّدهم وقوَّاهم.
وزيغُ القلب هو انحرافُه عن الصراط المستقيم؛ فإن كان الانحراف في أصل الدين؛ كان كفراً، وإنْ كان في شرائعِهِ؛ كان بحسب تلك الشريعة التي زاغَ عنها: إما قصَّر عن فعلها، أو فَعَلَها على غير الوجه الشرعيِّ. وقوله: {ثمَّ تاب عليهم}؛ أي: قبل توبتهم. {إنَّه بهم رءوفٌ رحيمٌ}: ومن رأفته ورحمته أنْ مَنَّ عليهم بالتوبة وقبلها منهم، وثبَّتهم عليها.
117. Yüce Allah, lütuf ve ihsanının bir tecellisi olarak Peygamberi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in de Muhacir ve Ensarın da tevbelerini kabul ettiğini, onların hatalarını bağışlayarak onların iyiliklerini artırdığını ve onları en yüksek derecelere yükselttiğini haber vermektedir. Bunun sebebi ise oldukça zor ve ağır birtakım amelleri yerine getirmeleridir.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “o zor zamanda… Peygambere tâbi olmuşlardır.” Yani Tebûk gazvesinde düşmanlarla savaşmak üzere onunla birlikte sefere çıkmışlardır. Zira Tebûk gazvesi, oldukça sıcak bir dönemde gerçekleşmişti. Azıkların ve bineklerin az, buna karşılık düşmanın çok olması gibi savaştan geri kalmaya iten pek çok sebep vardı. İşte onlar, Yüce Allah’ın yardımını isteyerek bu işi yerine getirmeye koyuldular. Ancak bu,
“içlerinden bir grubun gönüllerinin neredeyse kayacak duruma gelmesinin ardından” olmuştu. Yani kalpleri tersyüz olup savaşa çıkmayarak oturmaya ve rahata meyletmek üzere idi. Ancak Allah onlara da sebat verdi, onları destekledi ve güçlerini pekiştirdi.
Kalbin kayması, Sırat-ı Müstakimden sapması demektir. Eğer bu sapma, dinin aslında olursa küfürdür. Şayet şer’i hükümlerde olursa hükmü de söz konusu şer’i hükme göre olur. Bu tür bir sapma da ya o şer’î hükmü işlemekteki bir kusur şeklinde yahut da onu şer’i şekle uygun olmayan bir biçimde yapmak şeklinde tezahür eder.
“Sonra da Allah onların tevbelerini kabul buyurmuştur. Çünkü O, onlara karşı çok şefkatli ve pek merhametlidir.” Bundan dolayı onlara tevbeyi lütfetmiş, onlardan bu tevbeyi kabul etmiş ve yaptıkları tevbe üzerinde kendilerine sebat vermiştir.
#
{118} {و} كذلك لقد تاب [اللهُ] {على الثلاثة الذين خُلِّفوا}: عن الخروج مع المسلمين في تلك الغزوة، وهم كعبُ بن مالك وصاحباه، وقصَّتُهم مشهورةٌ معروفةٌ في الصحاح والسنن. {حتى إذا}: حزنوا حزناً عظيماً، و {ضاقتْ عليهم الأرضُ بما رَحُبَتْ}؛ أي: على سعتها ورحبها، {وضاقت عليهم أنفسُهُم}: التي هي أحبُّ إليهم من كلِّ شيءٍ، فضاق عليهم الفضاء الواسع والمحبوبُ الذي لم تجرِ العادة بالضيق منه، وذلك لا يكون إلا من أمرٍ مزعج بَلَغَ من الشدَّة والمشقَّة ما لا يمكن التعبيرُ عنه، وذلك لأنهم قدَّموا رضا الله ورضا رسوله على كلِّ شيءٍ. {وظنُّوا أن لا مَلْجَأ من الله إلا إليه}؛ أي: تيقَّنوا وعرفوا بحالهم أنه لا يُنْجي من الشدائد ويُلْجَأ إليه إلاَّ الله وحده لا شريك له، فانقطع تعلُّقهم بالمخلوقين، وتعلَّقوا بالله ربِّهم، وفرُّوا منه إليه، فمكثوا بهذه الشدَّة نحو خمسين ليلةً. {ثمَّ تاب عليهم}؛ أي: أذن في توبتهم ووفَّقهم لها، {لِيَتوبوا}؛ أي: لتقعَ منهم فيتوبَ الله عليهم. {إنَّ الله هو التوَّابُ}؛ أي: كثير التوبة والعفو والغفران عن الزلاَّت والنُّقصان ، {الرحيمُ}: وَصْفُهُ الرحمة العظيمة التي لا تزال تَنْزِلُ على العباد في كلِّ وقت وحينٍ، في جميع اللحظات ما تقوم به أمورُهم الدينيَّة والدنيويَّة.
وفي هذه الآيات دليلٌ على أن توبة الله على العبد أجلُّ الغايات وأعلى النهايات؛ فإنَّ اللَّه جعلها نهاية خواصِّ عباده، وامتنَّ عليهم بها حين عملوا الأعمال التي يحبُّها ويرضاها.
ومنها: لطف الله بهم، وتثبيتهم في إيمانهم عند الشدائد والنوازل المزعجة.
ومنها: أنَّ العبادة الشاقَّة على النفس لها فضلٌ ومزيَّة ليست لغيرها، وكلَّما عظُمت المشقة؛ عظم الأجر.
ومنها: أن توبة الله على عبده بحسب ندمِهِ وأسفِهِ الشديد، وأنَّ من لا يبالي بالذنب ولا يُحْرَجُ إذا فعله؛ فإنَّ توبته مدخولةٌ، وإنْ زَعَمَ أنَّها مقبولةٌ.
ومنها: أنَّ علامة الخير وزوال الشدَّة إذا تعلَّق القلب بالله تعالى تعلُّقاً تامًّا وانقطع عن المخلوقين.
ومنها: أنَّ من لطف الله بالثلاثة أنْ وَسَمَهم بوسم ليس بعارٍ عليهم، فقال: {خُلِّفوا}؛ إشارةً إلى أن المؤمنين خَلَّفوهم أو خُلِّفوا عن مَنْ بُتَّ في قَبول عذرِهم أو في ردِّه، وأنهم لم يكن تخلُّفهم رغبةً عن الخير، ولهذا لم يقلْ: تَخَلَّفوا.
ومنها: أن الله تعالى منَّ عليهم بالصدق، ولهذا أمر بالاقتداء بهم، فقال:
118. Yüce Allah aynı şekilde bu gazada müslümanlarla birlikte savaşa çıkmayıp
“geri bırakılan üç kişinin de” tevbelerini kabul buyurmuştur. Bu üç kişi ise Ka’b b. Malik ile iki arkadaşı
(Hilal ve Murara) idiler. Bunların başından geçen olay, sahih hadis kitapları ile Sünenlerde mevcut ve meşhurdur.
[28]
“Öyle” büyük bir üzüntüye kapılmışlardı “ki yeryüzü onca genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı.” Her şeyden daha çok sevdikleri canları bile onlara dar gelmişti. Hem oldukça geniş olan dünya onlara dar gelmiş hem de âdeten kendilerini sıkmaması gereken o sevdikleri canları da kendilerine dar gelmişti. Böyle bir hal ise ancak oldukça ileri dereceye ulaşmış ve ifade edilmesi imkânsız, son derece rahatsız edici bir işten dolayı olur. Zira onlar Allah’ın ve Rasûlünün rızasını her şeyin önünde tutmuşlardı.
“Nihâyet Allah’a karşı yine O’ndan başka sığınacak bir yer olmadığını anladılar.” Yani onlar şuna kesinlikle inandılar ki sıkıntılardan kurtulacakları ve bunlardan dolayı sığınacakları tek yer, ancak hiçbir ortağı bulunmayan Allah’tır. Bu yüzden onlar yaratılmışlarla olan bağlarını koparıp yalnızca Rab’leri olan Allah’a yöneldiler. O’ndan kaçıp yine O’na sığındılar. Onların bu zorlu ve sıkıntılı halleri elli gün devam etti.
“Sonra tevbe etsinler diye onları tevbeye muvaffak buyurdu.” Allah onların tevbesini kabul etmek için onları tevbe etmeye muvaffak kıldı ve bu izni onlara verdi.
“Şüphesiz Allah tevbeleri kabul edendir.” O, her türlü yanılmaları, eksiklikleri, çokça affedip bağışlayandır, bunlardan tevbe edenlerin tevbelerini kabul edendir.
“çok merhametlidir.” O’nun büyük rahmeti, kullarına dinî ve dünyevî bütün ihtiyaçlarını ayakta tutacak şekilde her zaman ve her anda iner durur.
Bu âyet-i kerimelerde, Yüce Allah’ın kulun tevbesini kabul etmesinin en ileri gaye ve en üstün sonuç olduğuna delil vardır. Yüce Allah bunu has kullarının ulaşacakları bir hedef olarak tespit etmiş ve kendisinin sevip razı olacağı amelleri işledikleri takdirde onları tevbeye muvaffak kılmasının, onlara bir lütfu olduğunu ifade buyurmuştur.
Bu ayetlerde ifade edilen diğer bazı hususlar da şöyledir:
1. Allah, müminlere lütufta bulunmuş, zorlu hallerde ve oldukça tedirgin eden musibetlerde imanlarına sebat vermiştir.
2. Nefse ağır gelen bir ibadetin, başka amellerde bulunmayan bir üstünlüğü ve bir meziyeti vardır. İbadet dolayısı ile katlanılan zorluk, büyüdükçe ecir de büyük olur.
3. Yüce Allah’ın kulunun tevbesini kabul etmesi, onun pişmanlığı ve üzülmesi oranındadır. Günahına aldırış etmeyen, onu işlediği vakit sıkıntı duymayan bir kimsenin tevbesi ise şaibelidir, velev ki tevbesinin kabul olunduğunu zannetse bile.
4. Kalp, Yüce Allah’a tam anlamı ile bağlanır, yaratılmışlar ile ilgisini kesecek olursa bu, hayrın gerçekleşeceğinin ve her türlü sıkıntının son bulacağının bir alametidir.
5. Yüce Allah’ın bu üç kişiye lütuf ve ihsanlarından birisi de onları, kendileri için utanç sebebi olmayacak bir sıfatla zikretmesidir. Zira O, onlardan
“geri bırakılan” kimseler diye söz etmiştir. Bu, mü’minlerin onları arkalarında bıraktıklarına yahut da özürlerinin kabul ya da reddedildiği hususunda kesin hüküm verilenlerden sonraya bırakıldıklarına, yoksa onların geri kalışlarının, hayrı istemediklerinden dolayı olmadığına bir işarettir. Bundan dolayıdır ki Yüce Allah onlar hakkında
(diğer ayetlerde olduğu gibi) “savaştan geri kalanlar” buyurmamıştır.
6. Yüce Allah, onlara doğruluğu lütuf ve ihsan etmiştir.
Bu yüzden de onlara uymayı emrederek şöyle buyurmaktadır:
{يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ وَكُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ (119)}.
119- Ey iman edenler! Allah’tan korkup sakının ve doğrularla beraber olun.
#
{119} أي: {يا أيُّها الذين آمنوا}: بالله وبما أمر الله بالإيمان به! قوموا بما يقتضيه الإيمانُ، وهو القيام بتقوى الله تعالى؛ باجتناب ما نهى الله عنه والبعد عنه، {وكونوا مع الصَّادقينَ}: في أقوالهم وأفعالهم وأحوالهم، الذين أقوالهم صدقٌ، وأعمالهم وأحوالهم لا تكون إلا صدقاً، خليَّةً من الكسل والفتور، سالمة من المقاصد السيئة، مشتملة على الإخلاص والنيَّة الصالحة؛ فإنَّ الصدق يهدي إلى البرِّ، وإنَّ البرَّ يهدي إلى الجنة؛ قال تعالى: {هذا يومُ ينفَعُ الصادقين صِدْقُهم ... } الآية.
119. Yani
“ey” Allah’a ve Allah’ın iman edilmesini emrettiği şeylere “iman edenler!” İmanın gereği ne ise onu yapın. Bu da Allah’ın yasaklarından sakınmak ve uzak durmak sureti ile Allah’tan korkup takvanın gereğini yerine getirmektir.
“Ve” sözlerinde, davranışlarında ve hallerinde dürüst olan “doğrularla beraber olun.” Onların sözleri de amelleri de halleri de doğruluk üzeredir, tembellikten ve gevşeklikten uzaktır, kötü maksatlardan arınmıştır, ihlas ve güzel niyete sahiptir. Siz de onlarla olun;
“çünkü doğruluk iyiliğe götürür, iyilik de cennete götürür.”[29] Nitekim Yüce Allah:
“Bugün doğru söyleyenlerin doğruluklarının kendilerine fayda vereceği gündür.” (el-Maide, 5/119) buyurmaktadır.
{مَا كَانَ لِأَهْلِ الْمَدِينَةِ وَمَنْ حَوْلَهُمْ مِنَ الْأَعْرَابِ أَنْ يَتَخَلَّفُوا عَنْ رَسُولِ اللَّهِ وَلَا يَرْغَبُوا بِأَنْفُسِهِمْ عَنْ نَفْسِهِ ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ لَا يُصِيبُهُمْ ظَمَأٌ وَلَا نَصَبٌ وَلَا مَخْمَصَةٌ فِي سَبِيلِ اللَّهِ وَلَا يَطَئُونَ مَوْطِئًا يَغِيظُ الْكُفَّارَ وَلَا يَنَالُونَ مِنْ عَدُوٍّ نَيْلًا إِلَّا كُتِبَ لَهُمْ بِهِ عَمَلٌ صَالِحٌ إِنَّ اللَّهَ لَا يُضِيعُ أَجْرَ الْمُحْسِنِينَ (120) وَلَا يُنْفِقُونَ نَفَقَةً صَغِيرَةً وَلَا كَبِيرَةً وَلَا يَقْطَعُونَ وَادِيًا إِلَّا كُتِبَ لَهُمْ لِيَجْزِيَهُمُ اللَّهُ أَحْسَنَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ (121)}.
120- Medine ahalisinin ve onların çevresinde bulunan bedevilerin, Allah’ın Rasûlünden
(savaşta) geri kalmaları ve kendi canlarını onunkine tercih etmeleri olacak şey değildir. Çünkü Allah yolunda susuzluk, yorgunluk ve açlık çekmeleri, kâfirleri kızdıracak bir yere ayak basmaları, bir düşmana karşı başarı elde etmeleri karşılığında mutlaka kendilerine salih bir amel yazılır. Şüphesiz Allah, iyilik edenlerin mükâfatını zayi etmez.
121- Yine onların
(savaş için) infâk ettikleri küçük büyük her şey ve katettikleri her bir vadi karşılığında muhakak onlara
(sevap) yazılır. Bu, Allah'ın onları yapmakta olduklarının en güzeli ile mükâfatlandırması içindir.
#
{120} يقول تعالى حاثًّا لأهل المدينة المنوَّرة من المهاجرين والأنصار ومَنْ حولَها من الأعراب الذين أسلموا فَحَسُنَ إسلامهم: {ما كان لأهل المدينة ومَنْ حولَهم من الأعراب أن يتخَلَّفوا عن رسول الله}؛ أي: ما ينبغي لهم ذلك ولا يَليق بأحوالهم. {ولا يرغَبوا بأنفسِهِم}: في بقائها وراحتها، وسكونه {عن نفسه}: الكريمة الزكيَّة، بل النبيُّ أولى بالمؤمنين من أنفسهم؛ فعلى كلِّ مسلم أن يفدي النبيَّ - صلى الله عليه وسلم - بنفسه ويقدِّمَه عليها؛ فعلامة تعظيم الرسول ومحبَّته والإيمان التامِّ به أن لا يتخلَّفوا عنه. ثم ذكر الثواب الحامل على الخروج، فقال: {ذلك بأنَّهم}؛ أي: المجاهدين في سبيل الله، {لا يصيبُهم ظمأٌ ولا نَصَبٌ}؛ أي: تعبٌ ومشقَّة، {ولا مَخْمَصَةٌ في سبيل الله}؛ أي: مجاعةٌ، {ولا يطؤونَ موطئاً يَغيظُ الكفارَ}: من الخَوْضِ لديارهم والاستيلاء على أوطانهم {ولا ينالون من عَدُوٍّ نَيْلاً}: كالظَّفَر بجيش أو سريَّة أو الغنيمة لمال، {إلَّا كُتِبَ لهم به عملٌ صالحٌ}: لأنَّ هذه آثار ناشئةٌ عن أعمالهم. {إنَّ الله لا يُضيعُ أجرَ المحسنين}: الذين أحسنوا في مبادرتهم إلى أمر الله وقيامهم بما عليهم من حقِّه وحقِّ خلقه؛ فهذه الأعمالُ آثارٌ من آثار عملهم.
120.
Yüce Allah Medine halkını teşkil eden Muhacirlerle Ensar’ı ve Medine çevresinde bulunup da İslâm’a giren ve İslâm’a güzel bir şekilde bağlanan Bedevi Arapları cihada teşvik ederek şöyle buyurmaktadır: “Medine ahalisinin ve onların çevresinde bulunan bedevilerin, Allah’ın Rasûlünden (savaşta) geri kalmaları ve kendi canlarını” hayatta kalmak, rahat ve huzur içerisinde bulunma açısından
“onunkine” onun o pak ve şerefli canına “tercih etmeleri olacak şey değildir.” Böyle bir şey yapmamalıdırlar, bu onlara yaraşmaz. Aksine Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem mü’minlere kendi canlarından bile daha yakındır, öyle olmalıdır. O halde her müslümanın, canını Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e feda etmesi ve onu kendi canından önde tutmasu gerekir. Allah Rasûlünü tazim etmenin, ona sevgi duymanın, ona tam bir iman ile bağlanmanın alameti, savaşta ondan geri kalmamaktır.
Daha sonra Yüce Allah cihada çıkmaya teşvik eden mükâfatı söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Çünkü” Allah yolunda cihad eden bu mücahidler “Allah yolunda susuzluk, yorgunluk”, meşakkat
“ve açlık çekmeleri, kâfirleri kızdıracak bir yere ayak basmaları” kâfirlerin yurtlarına girerek onların vatanlarını istila etmeleri
“bir düşmana karşı başarı elde etmeleri” herhangi bir ordu yahut bir askeri birliğe karşı zafer kazanmaları yahut da bir malı ganimet olarak elde etmeleri
“karşılığında mutlaka kendilerine salih bir amel yazılır.” Çünkü bunlar, onların amellerinden kaynaklanan sonuçlardır.
“Şüphesiz Allah iyilik edenlerin” emrini yerine getirmekte ellerini çabuk tutan, gerek Allah’ın, gerekse onun kullarının hakkını ifa eden ve böylece güzel davrananların
“mükâfatını zayi etmez.” Çünkü bu ameller de onların yaptıkları diğer iyi işlerin bir sonucudur.
#
{121} ثم قال: {ولا ينفقونَ نفقةً صغيرةً ولا كبيرةً ولا يقطعون وادياً}: في ذهابهم إلى عدوِّهم، {إلا كُتِبَ لهم لِيَجْزِيَهم الله أحسنَ ما كانوا يعملون}: ومن ذلك هذه الأعمال إذا أخلصوا فيها لله، ونصحوا فيها.
ففي هذه الآيات أشدُّ ترغيب وتشويق للنفوس إلى الخروج إلى الجهاد في سبيل الله والاحتساب لما يصيبهم فيه من المشقَّات، وأن ذلك لهم رِفْعَةُ درجاتٍ، وأن الآثار المترتِّبة على عمل العبد له فيها أجرٌ كبيرٌ.
121.
Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Yine onların (savaş için) infâk ettikleri küçük büyük her şey ve” düşmanlarının üzerlerine giderken
“katettikleri her bir vadi karşılığında muhakak onlara (sevap) yazılır. Bu, Allah'ın onları yapmakta olduklarının en güzeli ile mükâfatlandırması içindir.” İşte mükâfatlandıracağı ameller arasında -Allah için, ihlasla ve samimiyetle yerine getirdikleri takdirde- bu ameller de vardır.
Bu âyet-i kerimelerde, Allah yolunda cihada çıkmak, bu uğurda başa gelen zorluk ve sıkıntıların ecrini Allah’tan bekleme hususunda kullar için çok büyük bir teşvik bulunmakta, böyle bir amelde bulunmanın, onlar için derecelerin yükselmesine vesile olacağı, yine kulun bu gibi amelleri yerine getirmesinin doğruduğu sonuçlar karşılığında ona büyük bir ecir verileceği ifade edilmektedir.
{وَمَا كَانَ الْمُؤْمِنُونَ لِيَنْفِرُوا كَافَّةً فَلَوْلَا نَفَرَ مِنْ كُلِّ فِرْقَةٍ مِنْهُمْ طَائِفَةٌ لِيَتَفَقَّهُوا فِي الدِّينِ وَلِيُنْذِرُوا قَوْمَهُمْ إِذَا رَجَعُوا إِلَيْهِمْ لَعَلَّهُمْ يَحْذَرُونَ (122)}.
122- Mü’minlerin toptan savaşa çıkmaları da olacak şey değildir.
(Aksine) onların her kesiminden bir topluluk savaşa çıkmalıydı! Bu,
(geride kalanların) dinde fıkıh sahibi olmaları ve
(savaşa çıkan) kavimleri kendilerine döndüğü zaman onları uyarmaları içindir. Olur ki sakınırlar.
#
{122} يقول تعالى منبهاً لعباده المؤمنين على ما ينبغي لهم: {وما كان المؤمنون لينفروا كافَّةً}؛ أي: جميعاً لقتال عدوهم؛ فإنه يحصُلُ عليهم المشقَّة بذلك، ويفوت به كثيرٌ من المصالح الأخرى، {فلولا نَفَرَ من كلِّ فرقةٍ منهم}؛ أي: من البلدان والقبائل والأفخاذ {طائفةٌ}: تحصُلُ بها الكفاية والمقصودُ؛ لكان أولى.
ثم نبَّه على أنَّ في إقامة المقيمين منهم وعدم خروجهم مصالحَ لو خَرَجوا لفاتَتْهم، فقال: {ليتفقَّهوا}؛ أي: القاعدون {في الدِّين ولِيُنذِروا قومَهم إذا رجعوا إليهم}؛ أي: ليتعلَّموا العلم الشرعيَّ، ويَعْلَموا معانيه، ويفقهوا أسراره، ولِيُعَلِّموا غيرهم، ولِيُنْذِروا قومهم إذا رجعوا إليهم.
ففي هذا فضيلة العلم، وخصوصاً الفقه في الدين، وأنه أهم الأمور، وأن من تعلَّم علماً؛ فعليه نشره وبثُّه في العباد ونصيحتهم فيه؛ فإن انتشار العلم عن العالم من بركته وأجره الذي ينمي ، وأما اقتصار العالم على نفسه وعدم دعوتِهِ إلى سبيل الله بالحكمة والموعظة الحسنة وترك تعليم الجهَّال ما لا يعلمون؛ فأيُّ منفعة حصلت للمسلمين منه؟! وأي نتيجة نتجت من علمه؟! وغايتُه أن يموت فيموت علمُهُ وثمرته، وهذا غاية الحرمان لمن آتاه الله علماً، ومَنَحَهُ فهماً.
وفي هذه الآية أيضاً دليلٌ وإرشادٌ وتنبيهٌ لطيف لفائدة مهمَّةٍ، وهي أن المسلمين ينبغي لهم أن يُعِدُّوا لكلِّ مصلحةٍ من مصالحهم العامَّة مَن يقوم بها، ويوفِّر وقته عليها، ويجتهد فيها، ولا يلتفت إلى غيرها؛ لتقوم مصالحهم، وتتمَّ منافعهم، ولتكون وجهة جميعهم ونهاية ما يقصدون قصداً واحداً، وهو قيام مصلحة دينهم ودنياهم، ولو تفرَّقت الطرق وتعدَّدت المشارب؛ فالأعمال متباينةٌ، والقصد واحدٌ، وهذه من الحكمة العامَّة النافعة في جميع الأمور.
122. Yüce Allah mü’min kullarına hitaben,
yapmaları gerekenlere dikkatlerini çekerek şöyle buyurmaktadır: “Mü’minlerin” düşmanları ile savaşmak üzere
“toptan” hep birlikte “savaşa çıkmaları da olacak şey değildir.” Çünkü o takdirde zorlukla karşılaşırlar ve başka pek çok maslahatları da elden kaçırırlar.
“(Aksine) onların her kesiminden” farklı beldelerden, kabilelerden ve boylardan yeterli olacak ve maksadı gerçekleştirecek kadar
“bir topluluk savaşa çıkmalıydı!” eğer böyle yapsalardı daha uygun olurdu.
Daha sonra Yüce Allah, aralarından bazılarının cihada çıkmayıp geride kalmalarının,
birtakım maslahatları içerdiğine ve eğer onlar da savaşa çıkarlarsa bu maslahatları elden kaçıracaklarına dikkat çekerek şöyle buyurmaktadır: “Bu,” geride kalanların “dinde fıkıh sahibi olmaları” şer’î ilimleri öğrenmeleri, anlamlarını kavramaları, sırlarını derinliğine bilmeleri ve bunları başkalarına da öğretmeleri
“ve (savaşa çıkan) kavimleri kendilerine döndüğü zaman onları uyarmaları içindir.”
Bu âyet-i kerimede ilmin, özellikle de dinde fıkıh
(derinlemesine bilgi) sahibi olmanın faziletine ve bunun en mühim işler arasında yer aldığına delil vardır. Aynı şekilde herhangi bir ilmi öğrenen bir kimsenin, kullar arasında bunu yaymak ve yaygınlaştırmakla görevli olduğuna ve bu hususta onlara samimiyetle öğüt vermekle yükümlü olduğuna da delil vardır. Çünkü ilim adamının ilmi yayması, onun bereketindendir ve ecir ve mükâfatının sürekli artmasına vesiledir. Alimin ilmi yalnızca kendisine hasrederek hikmetle ve güzel sözle Allah yoluna davet etmeyip cahillere bilmediklerini öğretmeyi terk etmesi halinde bu alimden müslümanlara gelecek fayda ne olabilir ki? Böyle birisinin ilminden nasıl bir sonuç elde edilebilir? Nihâyet bu kişi ölecek ve onunla beraber ilmi ve bu ilminin semeresi de ölüp gidecektir. Bu ise Yüce Allah’ın kendisine ilim verip kavrayış bağışladığı bir kimsenin başına gelebilecek mahrumiyetin en ileri derecesidir.
Yine bu âyet-i kerimede oldukça önemli bir hususa dair bir delil,
bir yönlendirme ve ince bir üslûpla bir dikkat çekme söz konusudur ki o da şudur: Müslümanların, kamu maslahatlarından her bir maslahatı yerine getirecek kimseleri belirlemeleri ve bu kimselerin de bu alana zamanını ayırarak bütün gayretleri ile bu uğurda çalışmaları, ondan başka hiçbir şeyle de uğraşmamaları gerekir. Böylelikle onların menfaatine olan işler yerine gelir ve faydaları tamama erer. Hepsinin hedefi ve nihaî maksadı tek olur. O da din ve dünyalarının menfaatine olan şeylerin ayakta tutulmasıdır. Yollar ayrılsa, meşrepler çoğalsa bile yapılan işler birbirinden farklı olmakla birlikte, maksat bir olur. İşte bu da bütün hususlarda faydalı olan genel hikmetlerden biridir.
{يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا قَاتِلُوا الَّذِينَ يَلُونَكُمْ مِنَ الْكُفَّارِ وَلْيَجِدُوا فِيكُمْ غِلْظَةً وَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ مَعَ الْمُتَّقِينَ (123)}.
123- Ey iman edenler! Size yakın olan kafirlerle savaşın. Onlar sizde
(kendilerine karşı) bir sertlik bulsunlar. Bilin ki Allah takvâ sahipleri ile beraberdir.
#
{123} وهذا أيضاً إرشادٌ آخر: بعدما أرشدهم إلى التدبير فيمن يباشر القتال؛ أرشدهم إلى أنهم يبدؤون بالأقرب فالأقرب من الكفار والغلظة عليهم والشدة في القتال والشجاعة والثبات. {واعلموا أنَّ الله مع المتَّقين}؛ أي: وليكنْ لديكم علمٌ أن المعونة من الله تنزِلُ بحسب التقوى؛ فلازموا على تقوى الله؛ يُعِنْكُم وينصُرْكم على عدوِّكم. وهذا العموم في قوله: {قاتلوا الذين يلونكم من الكفار}: مخصوصٌ بما إذا كانت المصلحةُ في قتال غير الذين يلوننا، وأنواع المصالح كثيرة جدًّا.
123. Yüce Allah fiilen savaşa katılacak olanlarla ilgili izlenecek idari politikayı gösterdikten sonra burada da müminleri bir başka konuda yönlendirmektedir. Onlara sırasıyla kendilerine en yakın olan kâfirlerden başlayarak savaşma, savaş esnasında onlara karşı kararlı ve sert olma, cesaret ve sebatı elden bırakmama yolunu göstermektedir.
“Bilin ki Allah takva sahipleri ile beraberdir.” Yani sizler şunu bilmelisiniz ki Allah’ın yardımı takvaya göre iner. Öyleyse Allah’a karşı takvayı elden bırakmayın ki O da size yardımcı olsun ve düşmanınıza karşı size zafer versin.
Yüce Allah’ın: “Size yakın olan kafirlerle savaşın” buyruğundaki umumi ifade, bize yakın olmayan başka kafirlerle savaşmakta maslahat bulunması hali ile tahsis edilmiştir
(maslahat halinde uzaktakilerle de savaşılır). Maslahatın çeşitleri ise pek çoktur.
{وَإِذَا مَا أُنْزِلَتْ سُورَةٌ فَمِنْهُمْ مَنْ يَقُولُ أَيُّكُمْ زَادَتْهُ هَذِهِ إِيمَانًا فَأَمَّا الَّذِينَ آمَنُوا فَزَادَتْهُمْ إِيمَانًا وَهُمْ يَسْتَبْشِرُونَ (124) وَأَمَّا الَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ فَزَادَتْهُمْ رِجْسًا إِلَى رِجْسِهِمْ وَمَاتُوا وَهُمْ كَافِرُونَ (125) أَوَلَا يَرَوْنَ أَنَّهُمْ يُفْتَنُونَ فِي كُلِّ عَامٍ مَرَّةً أَوْ مَرَّتَيْنِ ثُمَّ لَا يَتُوبُونَ وَلَا هُمْ يَذَّكَّرُونَ (126)}.
124-
Bir sûre indirildiği zaman içlerinden bazıları: “Bu (sure), hanginizin imanını artırdı?” derler. İman edenlere gelince o
(sure) onların imanını artırır ve onlar birbirlerini müjdelerler.
125- Kalplerinde hastalık bulunanlara gelince onların da murdarlıklarına murdarlık katıp artırır ve onlar, kâfir olarak ölüp giderler.
126- Görmüyorlar mı ki onlar, her yıl bir veya iki kere deneniyorlar? Ama ne tevbe ediyorlar ne de ibret alıyorlar!
#
{124} يقول تعالى مُبيِّناً حال المنافقين وحال المؤمنين عند نزول القرآن وتفاوُتَ ما بين الفريقين، فقال: {وإذا ما أنزِلَتْ سورةٌ}: فيها الأمر والنهي والخبر عن نفسه الكريمة وعن الأمور الغائبة والحثُّ على الجهاد. {فمنهم من يقولُ أيُّكم زادتْه هذه إيماناً}؛ أي: حصل الاستفهام لمن حصل له الإيمانُ بها من الطائفتين. قال تعالى مبيِّناً الحال الواقعة: {فأما الذين آمنوا فزادَتْهم إيماناً}: بالعلم بها وفهمها واعتقادِها والعمل بها والرغبةِ في فعل الخير والانكفافِ عن فعل الشرِّ. {وهم يستبشرونَ}؛ أي: يبشِّر بعضُهم بعضاً بما منَّ الله عليهم من آياته والتوفيق لفهمها والعمل بها، وهذا دالٌّ على انشراح صدورهم لآيات الله، وطمأنينة قلوبهم، وسرعة انقيادهم لما تحثُّهم عليه.
124. Yüce Allah, Kur’ân-
ı Kerim’in nüzûlü konusunda münafıklarla mü’minlerin hallerini ve her iki kesim arasındaki farkı açıklayarak şöyle buyurmaktadır: Emir, yasak, Yüce Allah’ın zatına ve gaybe dair haberler ve cihada teşvikin yer aldığı
“bir sûre indirildiği zaman içlerinden bazıları: Bu (sure) hanginizin imanını artırdı?, derler.” Her iki kesim içinde bu sûre ile kime iman hasıl oldu diye sorarlar.
Yüce Allah da gerçekleşen durumu şöylece beyan etmektedir: “İman edenlere gelince o (sure)” o sûreyi bilmek, kavramak, ona inanmak, gereğince amel etmek, hayır işleri yapma arzusunu duymak ve kötülükleri işlemekten uzak durmak sureti ile
“onların imanını artırır ve onlar birbirlerini müjdelerler.” Yani Yüce Allah’ın kendilerine lütfettiği âyetleri, bunları kavrama ve gereklerince amel etme muvaffakiyeti dolayısı ile birbirlerine müjde verirler. Bu da Allah’ın âyetlerini gönülleri huzur ve sevinç içinde karşıladıklarını ve o sûrelerin kendilerini teşvik ettiği şeylere de derhal itaat ettiklerini göstermektedir.
#
{125} {وأما الذين في قلوبهم مرضٌ}؛ أي: شكٌّ ونفاق، {فزادتهم رِجْساً إلى رِجْسِهم}؛ أي: مرضاً إلى مرضهم، وشَكًّا إلى شكِّهم؛ من حيث إنهم كفروا بها وعاندوها وأعرضوا عنها، فازداد لذلك مرضُهم، وترامى بهم إلى الهلاك والطبع على قلوبهم حتى {ماتوا وهم كافرون}، وهذا عقوبةٌ لهم لأنَّهم كفروا بآيات الله، وعصوا رسوله، فأعقَبَهم نفاقاً في قلوبهم إلى يوم يَلْقَوْنَه.
125.
“Kalplerinde hastalık” şüphe ve nifak
“bulunanlara gelince onların da murdarlıklarına murdarlık” hastalıklarına hastalık, şüphelerine şüphe
“katıp artırır.” Çünkü onlar bu sureyi inkâr edip ona karşı inatlaşırlar, ondan yüz çevirirler. Bundan dolayı hastalıkları artar ve helake doğru hızlıca yönelmiş olurlar.
“Ve” kalplerine mühür vurulur da nihâyet “onlar, kâfir olarak ölüp giderler.” İşte bu, onlar için bir cezadır, çünkü onlar Allah’ın âyetlerini inkâr etmiş, Rasûlüne asi olmuşlardır. Bu nedenle de
“Allah, kalplerine huzuruna çıkacakları güne kadar (sürecek) bir nifak sokmuştur.” (et-Tevbe, 9/77)
#
{126} قال تعالى موبِّخاً على إقامتهم على ما هم عليه من الكفر والنفاق: {أوَلا يَرَوْن أنَّهم يُفتنون في كلِّ عام مرَّةً أو مرَّتين}: بما يصيبُهم من البلايا والأمراض، وبما يُبْتَلَون من الأوامر الإلهيَّة التي يُراد بها اختبارهم، {ثم لا يتوبون}: عمّا هم عليه من الشرِّ، {ولا هم يَذَّكَّرون}: ما ينفعهم فيفعلونه وما يضرهم فيتركونه؛ فالله تعالى يبتليهم كما هي سنَّته في سائر الأمم بالسرَّاء والضرَّاء وبالأوامر والنواهي ليرجِعوا إليه، ثم لا يتوبون، ولا هم يَذَّكَّرون.
وفي هذه الآيات دليل على أنَّ الإيمان يزيدُ وينقُص، وأنه ينبغي للمؤمن أن يتفقَّد إيمانه، ويتعاهده، فيجدِّده، ويُنْميه، ليكونَ دائماً في صعود.
126. Yüce Allah,
bu gibilerini devam ettirdikleri küfür ve münafıklıkları dolayısı ile azarlayarak şöyle buyurmaktadır: “Görmüyorlar mı ki onlar, her yıl bir veya iki kere” kendilerine isabet eden çeşitli belalar, hastalıklar ve kendilerini sınamak maksadı ile onlara yöneltilen ilahî emirler ile
“deneniyorlar? Ama ne” sürdürmekte oldukları kötülüklerinden
“tevbe ediyorlar ne de öğüt ve ibret alıyorlar!” Kendilerine faydalı olan şeyleri belleyip yapmıyorlar, zarar verecek şeyleri de kavrayıp terk etmiyorlar. Yüce Allah -geçmiş ümmetlerdeki sünnetinde/kanununda olduğu gibi- onları bollukla, sıkıntılarla, emirlerle, yasaklarla sınar ki kendisine dönsünler. Onlar ise tevbe de etmiyorlar, öğüt de almıyorlar.
Bu âyet-i kerimelerde imanın artıp eksildiğine, mü’minin ise her zaman imanını kontrol edip gözden geçirmesi gerektiğine, onun sürekli olarak artış içerisinde olması için devamlı imanını yenilemesi gerektiğine delil vardır.
{وَإِذَا مَا أُنْزِلَتْ سُورَةٌ نَظَرَ بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ هَلْ يَرَاكُمْ مِنْ أَحَدٍ ثُمَّ انْصَرَفُوا صَرَفَ اللَّهُ قُلُوبَهُمْ بِأَنَّهُمْ قَوْمٌ لَا يَفْقَهُونَ (127)}.
127-
Bir sûre indirilince birbirlerine bakarlar ve: “Sizi biri görüyor mu?” (derler), sonra da yüz çevirip giderler. Allah da onların kalplerini çevirir. Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur.
#
{127} يعني: أن المنافقين الذين يحذرون أن تنزل عليهم سورةٌ تنبِّئهم بما في قلوبهم. إذا نَزَلَتْ سورةٌ ليؤمنوا بها ويعملوا بمضمونها، {نَظَرَ بعضُهم إلى بعضٍ}: جازمين على ترك العمل بها، ينتظرون الفرصة في الاختفاء عن أعين المؤمنين، ويقولون: {هل يراكُم مِن أحدٍ ثم انصرفوا}: متسلِّلين وانقلبوا معرضين، فجازاهم الله بعقوبةٍ من جنس عملهم؛ فكما انصرفوا عن العمل؛ {صَرَفَ الله قلوبَهم}؛ أي: صدَّها عن الحقِّ وخذلها، {بأنَّهم قومٌ لا يفقهون}: فقهاً ينفعهم؛ فإنَّهم لو فقهوا؛ لكانوا إذا نزلت سورةٌ آمنوا بها وانقادوا لأمرها. والمقصودُ من هذا بيانُ شدَّة نفورهم عن الجهادِ وغيره من شرائع الإيمان؛ كما قال تعالى عنهم: {فإذا أنزِلَتْ سورةٌ محكَمَةٌ وذُكِرَ فيها القتالُ رأيت الذين في قلوبهم مرضٌ ينظرون إليك نَظَرَ المغشيِّ عليه من الموتِ}.
127. Yani haklarında kalplerinde bulunanı bildiren bir sûre indirilmesinden çekinen münafıklara, iman etsinler ve gereğince amel etsinler diye
“bir sûre indirilince” gereğince ameli terke azmedip mü’minlerin gözlerinden saklanmak için fırsat bekleyerek
“birbirlerine bakarlar ve: Sizi biri görüyor mu?” derler
“sonra da yüz çevirip” sıvışarak
“giderler.” Kimseye görünmeden saklanarak ve yüz çevirerek ayrılıp uzaklaşırlar. Yüce Allah da onları bu amellerine benzer bir cezayla cezalandırdı. Onlar amelden yüz çevirdikleri gibi “Allah da onların kalplerini” haktan
“çevirir.” ve hakka ulaşma yardımını onlara ihsan etmez. “Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur.” Kendilerine fayda sağlayacak bir anlayıştan mahrumdurlar. Onlar gereği gibi anlayan kimseler olsalardı bir sûre indi mi ona iman etmeleri ve derhal o sûrenin emirlerine boyun eğmeleri gerekirdi.
Burada maksat, cihad ve buna benzer imanın gereği olan şer’î hükümlerden şiddetle kaçışlarını açıklamaktır.
Nitekim Yüce Allah bir başka yerde haklarında şöyle buyurmaktadır: “Muhkem bir sûre indirilip de içinde savaş emri verilince kalplerinde hastalık bulunanların üzerlerine ölüm baygınlığı gelmiş gibi sana baktıklarını görürsün.” (Muhammed, 47/20)
{لَقَدْ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مِنْ أَنْفُسِكُمْ عَزِيزٌ عَلَيْهِ مَاعَنِتُّمْ حَرِيصٌ عَلَيْكُمْ بِالْمُؤْمِنِينَ رَءُوفٌ رَحِيمٌ (128) فَإِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِيَ اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ (129)}
128- Andolsun ki içinizden size öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona pek ağır gelir, size çok düşkündür, mü’minlere karşı oldukça şefkatli ve merhametlidir.
129-
Eğer yüz çevirirlerse de ki: “Bana Allah yeter. Ondan başka hiçbir (hak) ilah yoktur. Ben yalnızca O’na tevekkül ettim. O, yüce Arşın Rabbidir.”
#
{128} يمتنُّ تعالى على عباده المؤمنين بما بعث فيهم النبيَّ الأميَّ، الذي من أنفسهم، يعرفون حاله، ويتمكَّنون من الأخذ عنه، ولا يأنفون عن الانقياد له، وهو - صلى الله عليه وسلم - في غاية النُّصح لهم والسعي في مصالحهم. {عزيزٌ عليه ما عَنِتُّم}؛ أي: يَشُقُّ عليه الأمر الذي يَشُقُّ عليكم ويُعْنِتُكم. {حريصٌ عليكم}: فيحبُّ لكم الخير، ويسعى جهدَه في إيصاله إليكم، ويحرص على هدايتكم إلى الإيمان، ويكره لكم الشرَّ، ويسعى جهده في تنفيركم عنه. {بالمؤمنين رءوفٌ رحيمٌ}؛ أي: شديد الرأفة والرحمة بهم، أرحم بهم من والديهم، ولهذا كان حقُّه مقدماً على سائر حقوق الخلق، وواجب على الأمة الإيمان به وتعظيمه وتوقيره وتعزيره.
128. Yüce Allah, mü’min kullarına kendi içlerinden durumunu yakından bildikleri, ondan öğrenme imkânını bulabildikleri, kendisine itaatle boyun eğmekten yüksünmeyecekleri ümmi bir peygamber göndermiş olduğu lütfunu hatırlatmaktadır. Bu peygamber onların iyiliğini samimi olarak istemekte ve bütün gayreti ile onların faydalarına çalışmaktadır.
“Sizin sıkıntıya uğramanız ona pek ağır gelir.” Sizi sıkıntıya sokan, sizi yoran ve size ağır gelen işler ona da ağır gelir.
“Size çok düşkündür.” İyiliğinizi arzu eder. Bütün gayreti ile size iyilik ulaştırmanın yollarını arar. İmana ulaşmanız için bütün gayreti ile çalışır, size kötülük gelmesinden ise hoşlanmaz ve sizi kötülükten uzaklaştırmak için bütün gayreti ile çalışıp çabalar.
“Mü’minlere karşı oldukça şefkatli ve merhametlidir.” Onlara olan şefkat ve merhameti en ileri derecededir. Onlara kendi öz anne ve babalarından daha çok merhametlidir. Bu yüzden onun hakkı diğer bütün insanların haklarından önce gelir. O nedenle ümmetin, ona iman etmesi, onu tazim etmesi, ona saygı duyması ve onu tebcil etmesi görevidir.
#
{129} {فإن} آمنوا؛ فذلك حظُّهم وتوفيقهم، وإن {تَوَلَّوْا} عن الإيمان والعمل؛ فامضِ على سبيلك، ولا تزل في دعوتك، وقل: {حسبيَ الله}؛ أي: الله كافِيَّ في جميع ما أهمني. {لا إله إلَّا هو}؛ أي: لا معبود بحقٍّ سواه. {عليه توكلتُ}؛ أي: اعتمدت ووثقت به في جلب ما ينفع ودفع ما يضرُّ. {وهو ربُّ العرش العظيم}: الذي هو أعظم المخلوقات، وإذا كان ربَّ العرش العظيم الذي وسع المخلوقات؛ كان ربًّا لما دونه من باب أولى وأحرى.
129. Eğer iman ederlerse bu, onların güzel bir kısmete ve ilâhi tevfike mazhar olmalarıdır.
“Eğer” iman ve salih amelden “yüz çevirirlerse” sen kendi yoluna devam et. Çağrını kararlılıkla sürdür ve
“de ki: Bana Allah yeter.” Bütün hususlarda O bana yeter.
“O’ndan başka hiçbir (hak) ilah yoktur.” O’nun dışında ibadete layık, ibadeti hak eden bir mabud yoktur.
“Ben yalnızca O’na tevekkül ettim.” Faydalı olacak şeyleri gerçekleştirmek, zararlı olacak şeyleri de uzaklaştırmak hususunda güvencim de dayanağım da O’dur.
“O,” yaratılmışların en büyüğü olan “yüce Arşın Rabbidir.” Bütün mahlukatı kuşatan o büyük Arşın Rabbi O olduğuna göre O’nun dışında ve Arştan daha küçük olan diğer mahlukatın da Rabbi olması öncelikle söz konusudur.
Yüce Allah’ın yardımı ve lütfu ile Tevbe sûresinin tefsiri burada sona ermektedir.
Hamd, önünde de sonunda da zahiren de batınen de yalnızca Allah’a mahsustur.