(Mekke’de inmiştir, 109 âyettir)
{الر تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ الْحَكِيمِ (1) أَكَانَ لِلنَّاسِ عَجَبًا أَنْ أَوْحَيْنَا إِلَى رَجُلٍ مِنْهُمْ أَنْ أَنْذِرِ النَّاسَ وَبَشِّرِ الَّذِينَ آمَنُوا أَنَّ لَهُمْ قَدَمَ صِدْقٍ عِنْدَ رَبِّهِمْ قَالَ الْكَافِرُونَ إِنَّ هَذَا لَسَاحِرٌ مُبِينٌ (2)}.
1- Elif, Lâm, Râ. İşte bunlar, hikmet dolu Kitabın âyetleridir.
2-
İçlerinden bir adama: “İnsanları uyar ve iman edenlere de Rableri katında onlar için kadem-i sıdk olduğunu müjdele!” diye vahiy göndermemiz,
insanlar için şaşılacak bir şey mi? Ki o kâfirler: “Şüphesiz bu, apaçık bir büyücüdür” dediler.
#
{1} يقول تعالى: {الر تلك آياتُ الكتاب الحكيم}: وهو هذا القرآنُ، المشتمل على الحكمة والأحكام، الدالَّةُ آياتُه على الحقائق الإيمانية والأوامر والنواهي الشرعيَّة، الذي على جميع الأمة تلقِّيه بالرِّضا والقَبول والانقياد.
1.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Elif, Lâm, Râ. İşte bunlar hikmet dolu Kitabın âyetleridir.” Bu Kitap, bütün ümmetin gönül hoşluğu ile kabul ve itaat etmek ve bağlanmakla yükümlü olduğu, ayetleri imanî hakikatlere, şer’î emir ve yasaklara delâlet eden, hükümleri ve hikmeti içeren Kur’ân’dır.
#
{2} ومع هذا؛ فأعرض أكثرهُم فهم لا يعلمون، فتعجبوا {أن أوْحَيْنا إلى رجل منهم أن أنذِرِ الناس}: عذابَ الله، وخوِّفْهم نِقَمَ الله، وذكِّرهم بآيات الله، {وبشِّر الذين آمنوا}: إيماناً صادقاً {أنَّ لهم قَدَمَ صدقٍ عند ربِّهم}؛ أي: لهم جزاء موفر وثوابٌ مذخور عند ربِّهم بما قدَّموه وأسلفوه من الأعمال الصالحة الصادقة، فتعجَّب الكافرون من هذا الرجل العظيم تعجُّباً حملهم على الكفر به! فَـ {قال الكافرون} عنه: {إنَّ هذا لَساحرٌ مُبينٌ}؛ أي: بيِّن السحر، لا يَخْفى بزعمهم على أحدٍ، وهذا مِن سَفَهِهِم وعنادهم؛ فإنَّهم تعجَّبوا من أمر ليس مما يُتَعَجَّب منه ويُستغرب، وإنما يُتَعَجَّب من جهالتهم وعدم معرفتهم بمصالحهم؛ كيف لم يؤمنوا بهذا الرسول الكريم الذي بَعَثَهُ الله من أنفسهم؛ يعرفونه حقَّ المعرفة، فردُّوا دعوته، وحرصوا على إبطال دينه؟! والله متمُّ نوره ولو كره الكافرون.
2. Bununla birlikte onların çoğu yüz çevirmektedir. Zira onlar, bilmeyen kimselerdir. Bu yüzden
“İçlerinden bir adama: İnsanları” Allah’ın azabı ile
“uyar” Allah’ın intikamından korkut, Allah’ın âyetlerini kendilerine hatırlat! Samimi olarak “iman edenlere de Rableri katında onlar için kadem-i sıdk” yani Rableri nezdinde önceden işlemiş oldukları samimi, doğru ve salih amelleri sebebi ile bol mükâfatlar
“olduğunu müjdele! diye vahiy göndermemiz insanlar için şaşılacak bir şey mi?” Kâfirler, bu büyük insandan ve getirdiklerinden hayrete düştüler ve bu hayretleri onları, onu inkar etmeye itti.
Bu yüzden de onlar onun hakkında: “Şüphesiz bu, apaçık bir büyücüdür, dediler.” Yani -güya- onun büyücülüğü besbellidir, hiçbir kimseye saklı değildir. Herkes bunu anlayabilir. Bu, onların akılsızlıklarından ve inatlarından kaynaklanan bir iddiadan başka bir şey değildir. Çünkü onlar, hiçbir şekilde hayret edilmemesi ve garip karşılanmaması gereken bir işe hayret edip şaşırdılar. Asıl hayret edilecek olan, onların bilgisizlikleri ve kendi faydalarını bilmeyişleridir. Zira onlar, Allah’ın kendi içlerinden gönderdiği ve gayet iyi tanıdıkları bu şerefli Rasûle iman etmediler, onun davetini reddettiler ve onun dinini çürütmeye gayret gösterdiler. Nasıl olur da böyle yaparlar?! Ne var ki Allah, kâfirler hoşlanmasa da nurunu tamamlayacektır.
{إِنَّ رَبَّكُمُ اللَّهُ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ يُدَبِّرُ الْأَمْرَ مَا مِنْ شَفِيعٍ إِلَّا مِنْ بَعْدِ إِذْنِهِ ذَلِكُمُ اللَّهُ رَبُّكُمْ فَاعْبُدُوهُ أَفَلَا تَذَكَّرُونَ (3) إِلَيْهِ مَرْجِعُكُمْ جَمِيعًا وَعْدَ اللَّهِ حَقًّا إِنَّهُ يَبْدَأُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ لِيَجْزِيَ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ بِالْقِسْطِ وَالَّذِينَ كَفَرُوا لَهُمْ شَرَابٌ مِنْ حَمِيمٍ وَعَذَابٌ أَلِيمٌ بِمَا كَانُوا يَكْفُرُونَ (4)}.
3- Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra Arş’ın üzerine istivâ eden Allah'tır. O, işleri yerli yerince yönetir. O’nun izni olmadıkça hiç kimse şefaatçi olamaz. İşte Rabbiniz olan Allah budur. O halde O’na ibadet edin. Hâla düşünmeyecek misiniz?
4- Hepinizin dönüşü yalnızca O’nadır. Bu, Allah’ın hak vaadidir. Zira O, ilkin yaratır, sonra da
(kıyamet günü) tekrar yaratacaktır. Bu, iman edip salih ameller işleyenleri adaletle mükâfatlandırması içindir. Kâfirlere gelince onlar için küfürlerinden ötürü kaynar sudan bir içecek ve can yakıcı bir azap vardır.
#
{3} يقول تعالى مبيناً لربوبيَّتِهِ وإلهيَّتِهِ وعظمتِهِ: {إنَّ ربَّكم الله الذي خَلَقَ السمواتِ والأرض في ستَّة أيام}: مع أنه قادرٌ على خلقها في لحظة واحدة، ولكن لما له في ذلك من الحكمة الإلهية، ولأنَّه رفيقٌ في أفعاله، ومن جملة حكمته فيها أنَّه خلقها بالحقِّ وللحقِّ؛ ليُعْرَفَ بأسمائه وصفاته، ويُفْرَدَ بالعبادة. {ثم}: بعد خَلْق السماوات والأرض {استوى على العرش}: استواءً يليقُ بعظمتِهِ {يدبِّرُ الأمرَ}: في العالم العلويِّ والسفليِّ؛ من الإماتة والإحياء، وإنزال الأرزاق، ومداولة الأيام بين الناس، وكشف الضُّرِّ عن المضرورين، وإجابة سؤال السائلين؛ فأنواع التدابير نازلةٌ منه وصاعدةٌ إليه، وجميع الخلق مذعِنون لعزِّه خاضعون لعظمته وسلطانه. {ما من شفيع إلاَّ من بعد إذنِهِ}: فلا يُقْدِمُ أحدٌ منهم على الشفاعة، ولو كان أفضل الخلق، حتى يأذن الله، ولا يأذنُ إلا لمن ارتضى، ولا يرتضي إلا أهل الإخلاص والتوحيد له. {ذلكم}: الذي هذا شأنُه {الله ربُّكم}؛ أي: هو الله الذي له وصفُ الإلهيَّة الجامعة لصفات الكمال، ووصف الربوبيَّة الجامع لصفات الأفعال. {فاعبُدوه}؛ أي: أفردوه بجميع ما تقدرون عليه من أنواع العبوديَّة. {أفلا تَذَكَّرونَ}: الأدلَّة الدالَّة على أنه وحده المعبودُ المحمودُ ذو الجلال والإكرام.
3. Yüce Allah, rubûbiyetini,
ulûhiyetini ve azametini beyân ederek şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan” halbuki bir anda yaratmaya muktedirdir, ancak bu şekilde yaratmasında ilâhi birtakım hikmetler vardır ve O, fiillerinde de rıfk sahibidir. Bu hikmetlerden birisi de O’nun bunları hak ile ve hak için, isimleri ve sıfatları ile tanınıp yalnızca O’na ibadet edilmesi için yaratmış olmasıdır.
“Sonra” yani gökleri ve yeri yarattıktan sonra “Arş’ın üzerine” azametine layık bir şekilde
“istivâ eden Allah'tır. O,” öldürmek, hayat vermek, rızık indirmek, günleri insanlar arasında döndürüp durmak, sıkıntılıların sıkıntılarını açıp gidermek, dua edenlerin duasını kabul etmek gibi şekillerle ulvi ve sufli alemde
“işleri yerli yerince yönetir.” Bütün işlerin idaresi, O’ndan iner ve O’na yükselir. Bütün mahlukat O’nun izzetinin önünde itaatle boyun eğer. Azamet ve egemenliği karşısında boyun büker.
“O’nun izni olmadıkça hiç kimse şefaatçi olamaz.” Yaratılmışların en faziletlisi olsa dahi Allah izin vermedikçe aralarından hiç kimse şefaate kalkışamaz. Allah da ancak razı olduğu kimselere izin verir ve O, ancak kendisine ihlas ile bağlanan ve O’nu hakkıyla tevhid eden kimselerde razı olur.
“İşte Rabbiniz olan Allah budur.” O Allah, kemal sıfatlarının tümünü içeren ulûhiyet sıfatına ve bütün fiili sıfatları ihtivâ eden rububiyet sıfatına tek başına sahip olandır.
“O halde O’na ibadet edin.” Gücünüzün yettiği her türlü ibadeti yalnızca O’na yapın.
“Hala” övülmeye layık mabudun, celâl ve ikrâm sahibi olanın yalnızca O olduğuna dair deliller üzerinde “düşünmeyecek misiniz?”
#
{4} فلما ذكر حكمه القدريَّ، وهو التدبيرُ العامُّ، وحكمَهُ الدينيَّ، وهو شرعه الذي مضمونه ومقصوده عبادته وحده لا شريك له؛ ذكر الحكمَ الجزائيَّ، وهو مجازاته على الأعمال بعد الموت، فقال: {إليه مرجِعُكم جميعاً}؛ أي: سيجمعكم بعد موتكم لميقاتِ يوم معلوم. {إنه يبدأ الخلق ثم يعيدُه}: فالقادر على ابتداء الخلق قادرٌ على إعادته، والذي يرى ابتداءه بالخلق ثم ينكِرُ إعادته للخلق؛ فهو فاقدُ العقل، منكرٌ لأحد المثلين؛ مع إثبات ما هو أولى منه؛ فهذا دليلٌ عقليٌّ واضحٌ على المعاد. ثم ذكر الدليل النقليَّ، فقال: {وَعْدَ الله حقًّا}؛ أي: وعدُه صادِقٌ لا بُدَّ من إتمامه، {ليجزِيَ الذين آمنوا}: بقلوبهم بما أمرهم الله بالإيمان به، {وعملوا الصالحاتِ}: بجوارِحِهم من واجباتٍ ومستحبَّاتٍ {بالقِسْطِ}؛ أي: بإيمانهم وأعمالهم جزاءً قد بيَّنه لعباده وأخبر أنه لا تعلم نفسٌ ما أخْفِيَ لهم من قُرَّةِ أعينٍ. {والذين كفروا}: بآيات الله، وكذَّبوا رسل الله {لهم شرابٌ من حميم}؛ أي: ماء حارٌّ يشوي الوجوه ويقطع الأمعاء، {وعذابٌ أليمٌ}: من سائر أصناف العذاب، {بما كانوا يكفُرون}؛ أي: بسبب كفرهم وظلمهم، وما ظَلَمَهُمُ الله ولكن أنْفُسَهم يظلِمون.
4. Yüce Allah önce bütün işleri çekip çevirmek demek olan kaderî hükmünü,
sonra da muhtevası ve maksadı hiçbir şeyi ortak koşmaksızın sadece Allah’a ibadet etmek demek olan ve şeriatını kapsayan dinî hükmünü söz konusu ettikten sonra burada da ölümden sonra amellerin karşılıklarını vermek demek olan cezaî hükmünü söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Hepinizin dönüşü yalnızca O’nadır.” Ölümünüzden sonra hepinizi vaadesi belli bir günde toplayıp bir araya getirecektir.
“Bu, Allah’ın hak vaadidir” doğrudur ve tahakkuku kaçınılmaz bir şeydir.
“Zira O, ilkin yaratır, sonra da (kıyamet günü) tekrar yaratacaktır” Çünkü varlıkları yoktan var etmeye kadir olan, onları tekrar yaratmaya da kadirdir. Yüce Allah’ın ilkin varlıkları yoktan var ettiğini kabul etmekle birlikte yaratmayı tekrarlayacağını
(dirilteceğini) inkâr eden bir kimse elbetteki akılsızdır. Böyle bir kimse kabul edilmesi daha güç olanı kabul etmesine rağmen birbirine denk iki şeyin ikincisini kabul etmemektedir. Bu, varlıkların tekrar yaratılmasına dair çok açık aklî bir delildir. Daha önce de naklî delil zikredilmişti ki o da
“Bu, Allah’ın hak vaadidir” buyruğudur.
“Bu,” kalpleri ile Allah’ın emrettiklerine “iman edip” azaları ile de farz ve müstehab türünden
“salih ameller işleyenleri adaletle mükâfatlandırması içindir.” Yani iman ve amelleri karşılığında onlara kullarına açıkladığı mükafatı verecektir ki O, onlara hiçbir kimsenin bilmediği, gözleri aydınlatacak mükâfaatlar hazırlandığını haber vermiştir.
Allah’ın âyetlerini inkâr eden ve Allah’ın peygamberlerini yalanlayan
“kâfirlere gelince onlar için küfürlerinden ötürü” yani kafirlikleri ve zulümleri sebebi ile
“kaynar sudan” yüzleri kavuran ve bağırsakları paramparça eden
“bir içecek ve” çeşitli türlerden
“can yakıcı bir azap vardır.” Allah bu ceza ile onlara zulmiş olmayacaktır; aksine onlar
(dünyada iken) kendi kendilerine zulmediyorlardı.
{هُوَ الَّذِي جَعَلَ الشَّمْسَ ضِيَاءً وَالْقَمَرَ نُورًا وَقَدَّرَهُ مَنَازِلَ لِتَعْلَمُوا عَدَدَ السِّنِينَ وَالْحِسَابَ مَا خَلَقَ اللَّهُ ذَلِكَ إِلَّا بِالْحَقِّ يُفَصِّلُ الْآيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ (5) إِنَّ فِي اخْتِلَافِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَمَا خَلَقَ اللَّهُ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَّقُونَ (6)}.
5- Güneşi ışık
(kaynağı), ayı aydınlık kılan ve aya konak yerleri belirleyen O’dur. Bu, yılların sayısını ve
(vakitlerin) hesabını bilmeniz içindir. Allah, bunları ancak hak ile yaratmıştır. O, bilen bir topluluk için âyetleri geniş geniş açıklar.
6- Şüphesiz gece ve gündüzün değişkenliğinde, Allah’ın göklerde ve yerde yarattığı her şeyde korkup sakınan bir topluluk için pek çok âyetler vardır.
#
{5 ـ 6} لما قرَّر ربوبيَّته وإلهيَّته؛ ذكر الأدلة العقليَّة الأفقيَّة الدالَّة على ذلك وعلى كماله في أسمائه وصفاته؛ من الشمس والقمر والسماوات والأرض: وجميع ما خلق فيهما من سائر أصناف المخلوقات، وأخبر أنها آياتٌ {لقوم يعلمون} و {لقوم يتَّقون}؛ فإنَّ العلم يهدي إلى معرفة الدِّلالة فيها وكيفيَّة استنباط الدلائل على أقرب وجه، والتقوى تُحْدِثُ في القلب الرغبة في الخير والرهبة من الشرِّ، الناشِئَيْن عن الأدلَّة والبراهين وعن العلم واليقين.
وحاصل ذلك أنَّ مجرَّد خلق هذه المخلوقات بهذه الصفة دالٌّ على كمال قدرة الله تعالى وعلمه وحياته وقيُّوميته، وما فيها من الإحكام والإتقان والإبداع والحُسْن دالٌّ على كمال حكمة الله وحسن خَلْقه وسعة علمِهِ، وما فيها من أنواع المنافع والمصالح ـ كجَعْل الشمس ضياءً والقمر نوراً يحصل بهما من النفع الضروريِّ وغيره مما يحصُلُ ـ يدلُّ ذلك على رحمة الله تعالى واعتنائه بعبادِهِ وسَعَة برِّه وإحسانه، وما فيها من التخصيصات دالٌّ على مشيئة الله وإرادته النافذة، وذلك دالٌّ على أنه وحده المعبودُ المحبوبُ المحمودُ ذو الجلال والإكرام والأوصاف العظام، الذي لا تنبغي الرغبةُ والرهبةُ إلا إليه، ولا يُصْرَفُ خالصُ الدُّعاء إلا له لا لغيره من المخلوقات المربوبات المفتقِرات إلى الله في جميع شؤونها.
وفي هذه الآيات الحثُّ والترغيب على التفكر في مخلوقات الله والنظر فيها بعين الاعتبار؛ فإنَّ بذلك تنفسح البصيرة ويزدادُ الإيمان والعقل وتقوى القريحة، وفي إهمال ذلك تهاونٌ بما أمر الله به، وإغلاقٌ لزيادة الإيمان، وجمودٌ للذهن والقريحة.
5-6. Yüce Allah rubûbiyet ve ulûhiyetini vurgulayıp açıkladıktan sonra, hem buna hem de O’nun isim ve sıfatlarının kemaline delil olan aklî ve afakî
(dış dünyadaki) delilleri yani güneş, ay, gökler, yer ve bunlarda yaratmış olduğu diğer bütün mahlukat çeşitlerini söz konusu etmekte ve bunların
“bilen bir topluluk” ile
“korkup sakınan bir topluluk” için birtakım âyetler, deliller ve işaretler içerdiğini haber vermektedir. Çünkü bilgi, onlarda bulunan delalet yollarını bilmeye götürür ve bu delilleri en uygun şekilde kullanma yöntemine ulaştırır. Korkup sakınmak
(takvâ) ise kalpte hayra karşı bir arzu, şerden yana da bir korku meydana getirir ve bunlar da delillerden, belgelerden, ilim ve yakînden neş’et edip ortaya çıkar.
Özetle anlatılmak istenen şudur: Bu nitelikleri ile bunca yaratıkların yaratılmış olması bile tek başına Yüce Allah’ın kudretinin ve ilminin kemaline, hayat sıfatına sahip olduğuna ve her an her şeyin idaresini elinde tuttuğuna delildir. Bunlardaki sağlamlık, mükemmel yapı, harikulâde güzellik de Yüce Allah’ın hikmetinin kemaline, yaratmasının güzelliğine ve ilminin genişliğine delildir. Bu varlıklardaki türlü menfaat ve maslahatlar -örneğin zorunlu ihtiyaçları sağlamak üzere güneşin bir ışık, ayın da aydınlık kılınması vb. gibi faydalar- Yüce Allah’ın rahmetine, kullarına ihtimam gösterdiğine, iyilik ve ihsanının genişliğine delildir. Bunları belirli özelliklerde yaratması da Yüce Allah’ın meşîetine ve etkin iradesine delildir.
Bütün bunlar da Yüce Allah’ın tek ve yegane ma’bud, sevilen, hamdedilen; celâl, ikrâm ve yüce sıfatların sahibi olduğuna delildir. Öyle ki O’ndan başkasından herhangi bir şeyin beklenmemesi ve O’ndan başkasından korkulmaması gerekir. İhlaslı dualar yalnızca O’na yapılmalıdır. Bunlardan herhangi biri O’nun dışında kendileri de bütün hallerinde Allah’a muhtaç olan yaratılmışlara yöneltilmemelidir.
Bu âyet-i kerimelerde Allah’ın yarattıkları üzerinde düşünüp bunlara ibret gözü ile bakmak teşvik edilmektedir. Çünkü böylelikle basiret ufku genişler, iman ve akıl artar, zihin güç kazanır. Bunun ihmal edilmesi ise Allah’ın emrettiği bir hususu önemsememektir. İmanın artışının önünü kapatmak, zihni ve fikri dondurmaktır.
{إِنَّ الَّذِينَ لَا يَرْجُونَ لِقَاءَنَا وَرَضُوا بِالْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَاطْمَأَنُّوا بِهَا وَالَّذِينَ هُمْ عَنْ آيَاتِنَا غَافِلُونَ (7) أُولَئِكَ مَأْوَاهُمُ النَّارُ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ (8)}.
7- Bize kavuşacaklarını ummayanlar, dünya hayatına razı olup onunla tatmin olanlar ve âyetlerimizi görmezden gelenler var ya…
8- İşte onların kazandıkları yüzünden varıp kalacakları yer ateştir.
#
{7} يقول تعالى: {إن الذين لا يرجون لقاءنا}؛ أي: لا يطمعون بلقاء الله، الذي هو أكبر ما طمع فيه الطامعون، وأعلى ما أمَّله المؤمِّلون، بل أعرضوا عن ذلك، وربَّما كذَّبوا به، {ورضوا بالحياة الدُّنيا}: بدلاً عن الآخرة، {واطمأنُّوا بها}؛ أي: ركنوا إليها، وجعلوها غاية أمرهم ونهاية قصدهم؛ فسعوا لها، وأكبُّوا على لَذَّاتها وشهواتها؛ بأيِّ طريقٍ حصلتْ حصَّلوها، ومن أيِّ وجه لاحتِ ابتدروها، قد صرفوا إراداتهم ونيَّاتهم وأفكارهم وأعمالهم إليها، فكأنَّهم خُلِقوا للبقاء فيها، وكأنَّها ليست بدارِ مَمَرٍّ يتزوَّد فيها المسافرون إلى الدار الباقية التي إليها يرحل الأولون والآخرون وإلى نعيمها ولذَّاتها شمَّر الموفَّقون. {والذين هم عن آياتنا غافلون}: فلا ينتفعون بالآيات القرآنيَّة ولا بالآيات الأفقيَّة والنفسيَّة، والإعراضُ عن الدليل مستلزمٌ للإعراض والغفلة عن المدلول المقصودِ.
7.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Bize kavuşacaklarını ummayanlar” yani umut besleyenlerin en büyük umudu, şiddetle istekte bulunanların en üstün dileği olan Allah’a kavuşmayı ummayanlar, aksine bundan yüz çeviren, hatta onu yalanlayanlar, âhireti bırakıp
“dünya hayatına razı olup ona bağlananlar” ona meyleden, varacakları en son nokta ve maksatlarının nihaî hedefi olarak onu kabul edenler, böylelikle dünya için çalışan, dünyevî zevk ve arzulara kapılan, hangi yolla olursa olsun onu elde etmeye çalışan, nereden karşılarına çıkarsa onlara çabucak yönelen, iradelerini de niyetlerini de amellerini de ona yöneltmiş olanlar… İşte böyleleri sanki dünyada kalmak için yaratılmış gibidirler. Sanki dünya gelip geçici değilmiş, öncekilerin de sonrakilerin de kendisine doğru yol aldıkları, ilâhi tevfike mazhar olanların bütün gayretleri ile nimet ve lezzetine yöneldikleri kalıcı ebedî yurda gitmek üzere azıklarını hazırladıkları bir geçiş yurdu değilmiş gibidir onlar için.
“ve âyetlerimizi görmezden gelenler var ya…” hem Kur’anî âyetlerle hem de afakî ve enfusî âyetlerle yararlanmayan, delillerden yüz çevirdikler için onların gösterdiği maksattan da yüz çevirip gafil kalanlar…
#
{8} {أولئك}: الذين هذا وصفُهم، {مأواهُمُ النار}؛ أي: مقرُّهم ومسكنُهم التي لا يرحلون عنها؛ {بما كانوا يكسِبون}: من الكفر والشرك وأنواع المعاصي.
8.
“İşte onların” zikri geçen özelliklere sahip olanların
“kazandıkları yüzünden” küfür, şirk ve türlü masiyetleri sebebi ile
“varıp kalacakları yer” başka bir yere gitmeleri söz konusu olmamak üzere karar kılacakları ve barınacakları yer “ateştir.”
Yüce Allah bunların cezasını söz konusu ettikten sonra itaatkâr kulların da mükâfatını söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
{إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ يَهْدِيهِمْ رَبُّهُمْ بِإِيمَانِهِمْ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهِمُ الْأَنْهَارُ فِي جَنَّاتِ النَّعِيمِ (9) دَعْوَاهُمْ فِيهَا سُبْحَانَكَ اللَّهُمَّ وَتَحِيَّتُهُمْ فِيهَا سَلَامٌ وَآخِرُ دَعْوَاهُمْ أَنِ الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ (10)}.
9- İman edip salih ameller işleyenlere gelince Rableri, imanları sebebi ile onları
(dünya ve ahirette cennete götüren yola) iletir. Nimet dolu cennetlerde altlarından ırmaklar akar.
10-
Oradaki duaları: “Allah’ım, seni tenzih ederiz” sözüdür. Oradaki selamlaşma sözleri ise
“Selâm”dır. Dualarının sonu da: “Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun” sözüdür.
#
{9} يقول تعالى: {إن الذين آمنوا وعملوا الصالحات}؛ أي: جمعوا بين الإيمان والقيام بموجبه ومقتضاه من الأعمال الصالحة، المشتملة على أعمال القلوب وأعمال الجوارح، على وجه الإخلاص والمتابعة. {يهديهم ربُّهم بإيمانهم}؛ أي: بسبب ما معهم من الإيمان يُثيبهم الله أعظم الثواب، وهو الهداية، فيُعَلِّمهم ما ينفعهم، ويَمُنُّ عليهم بالأعمال الناشئة عن الهداية، ويهديهم للنظر في آياته، ويهديهم في هذه الدار إلى الصراط المستقيم، وفي الصراط المستقيم، وفي دار الجزاء إلى الصراط الموصل إلى جنات النعيم، ولهذا قال: {تجري من تحتِهِمُ الأنهارُ}: الجارية على الدوام. {في جنات النعيم}: أضافها الله إلى النعيم لاشتمالها على النعيم التامِّ؛ نعيم القلب بالفرح والسرور والبهجة والحبور ورؤية الرحمن وسماع كلامه والاغتباط برضاه وقربه ولقاء الأحبَّة والإخوان والتمتُّع بالاجتماع بهم وسماع الأصوات المطربات والنغمات المشجيات والمناظر المفرحات، ونعيم البدن بأنواع المآكل والمشارب والمناكح ونحو ذلك مما لا تعلمه النفوس ولا خطر ببال أحدٍ، أو قدر أن يصِفَه الواصفون.
9.
“İman edip salip ameller işleyenlere” yani hem imanı hem de onunla birlikte onun gereği ve sonucu olan kalbî ve bedenî amelleri içine alan salih amelleri ihlâs ve peygambere tâbi olarak yerine getirenlere
“gelince Rableri, imanları sebebi ile” yani sahip oldukları imandan ötürü
“onları (dünya ve ahirette cennete götüren yola) iletir.” Allah, onları en mükemmel mükâfaat olan doğru yola iletilmekle yani hidâyet ile mükâfaatlandırır. Onlara kendilerine fayda verecek şeyleri öğretir. Bu hidâyetten neş’et eden amelleri lütfeder. Âyetleri üzerinde dikkatle düşünme yolunu gösterir. Bu dünya yurdunda dosdoğru yola ilettiği gibi amellerin karşılığının görüleceği âhiret yurdunda da onları nimetlerle dolu cennetlere ulaştıran yola iletir.
Bundan dolayı Yüce Allah devamla şöyle buyurmaktadır:
“Nimet dolu cennetlerde” sürekli olarak
“altlarından ırmaklar akar.” Yüce Allah’ın burada cennetleri nimetlere izafe etmesi, bu cennetlerin eksiksiz ve mükemmel nimetleri içermesinden dolayıdır. Yani sevinç, neşe, zevk, Rahman’ın görülmesi, kelâmının işitilmesi, O’nun rızasına ve yakınlığına nail olunması, kardeşlerle, sevilenlerle bir araya gelinip hoş vakit geçirilmesi, neşelendirici seslerin ve coşturucu nağmelerin işitilmesi, sevince gark eden manzaraların görülmesi gibi hem kalbî nimetler; hem de çeşitli yiyecek, içecek, zevceler ve benzerleri ile kimsenin bilmediği, kimsenin hatırına gelmeyen yahut da nitelendirenlerin nitelendirmekten aciz kalacağı daha pek çok bedenî nimetlerin dolup taştığı mükemmel nimetler oradadır...
#
{10} {دعواهم فيها سبحانك اللهمَّ}؛ أي: عبادتهم فيها لله أولها تسبيحٌ لله وتنزيهٌ له عن النقائص، وآخرها تحميدٌ لله؛ فالتكاليف سقطت عنهمفي دار الجزاء، وإنما بقي لهم أكملُ اللَّذَّات، الذي هو ألذُّ عليهم من المآكل اللَّذيذة، ألا وهو ذِكْرُ الله الذي تطمئنُّ به القلوب وتفرحُ به الأرواح، وهو لهم بمنزلة النفس من دون كلفةٍ ومشقَّةٍ. {و} أما تحيَّتُهم فيما بينَهم عند التلاقي والتَّزاور؛ فهو السلامُ؛ أي: كلامٌ سالمٌ من اللغو والإثم، موصوفٌ بأنه {سلامٌ}. وقد قيل في تفسير قوله: {دعواهُم فيها سبحانك [اللهمّ] ... } إلى آخر الآية: إن أهل الجنة إذا احتاجوا إلى الطعام والشراب ونحوهما؛ قالوا: سبحانك اللهمَّ! فَأُحْضِرَ لهم في الحال، فإذا فرغوا قالوا: {الحمدُ لله ربِّ العالمين}.
10.
“Oradaki duaları: Allah’ım seni tenzih ederiz, sözüdür.” Yani o cennetlerde Allah’a ibadetlerinin başı bu şekilde Yüce Allah tesbih ve eksikliklerden tenzih etmek, sonu ise Allah’a hamd-u senâ etmek olacaktır. Çünkü amellerin karşılığının görüleceği o yurtta mükellefiyetler kaldırılmış olacaktır. Geriye sadece -onlara en lezzetli yiyeceklerden bile daha lezzetli gelen- en mükemmel lezzet kalacaktır. Bu da kalpleri huzura kavuşturan ve ruhları sevince gark eden Allah’ın zikridir. Allah’ı zikretmek de onlar için -herhangi bir külfet ve zorluk söz konusu olmaksızın- nefes alıp vermek gibi kolay olacaktır.
“Oradaki selamlaşma sözleri” karşılaşmaları ve ziyaretleşmeleri esnasında birbirlerine selamlaşmak üzere söyleyecekleri söz
“ise Selâm” olacaktır. Yani her türlü boş ve anlamsız ifadeden, günahtan uzak, “selâm” niteliğine sahip bir söz olacaktır.
Yüce Allah’ın: “Oradaki duaları: Allah’ım seni tenzih ederiz, sözüdür” buyruğundan itibaren âyetin,
tümünün tefsiri ile ilgili olarak şöyle de denilmiştir: Cennetlikler yiyecek,
içecek ve benzeri şeylere ihtiyaç duyacakları takdirde: “Seni tenzih ederiz, Allah’ım”, derler ve derhal bu istedikleri huzurlarına getirilir. Bu ihtiyaçlarının karşılanması bittikten sonra
“Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun” derler.
{وَلَوْ يُعَجِّلُ اللَّهُ لِلنَّاسِ الشَّرَّ اسْتِعْجَالَهُمْ بِالْخَيْرِ لَقُضِيَ إِلَيْهِمْ أَجَلُهُمْ فَنَذَرُ الَّذِينَ لَا يَرْجُونَ لِقَاءَنَا فِي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ (11)}.
11- Eğer Allah, insanlar hayrı istediklerine çabucak verdiği gibi şerri de çabucak verseydi elbette onların ecelleri
(nin bitimi)ne hükmedilirdi.
(Ama) biz, bize kavuşmayı ummayanları azgınlıkları içinde bocalar bir halde bırakırız.
#
{11} وهذا من لطفه وإحسانه بعباده: أنَّه لو عجَّل لهم الشرَّ إذا أتَوْا بأسبابه وبادَرَهم بالعقوبة على ذلك كما يعجِّل لهم الخير إذا أَتَوْا بأسبابه؛ {لَقُضِيَ إليهم أجلُهم}؛ أي: لمحقتهم العقوبة، ولكنه تعالى يمهِلُهم ولا يهملهم ويعفو عن كثيرٍ من حقوقه؛ فلو يؤاخذ الله الناس بظلمهم؛ ما ترك على ظهرها من دابَّة، ويدخل في هذا أن العبد إذا غضب على أولاده أو أهله أو ماله ربَّما دعا عليهم دعوةً لو قُبِلَتْ منه؛ لهلكوا ولأضرَّه ذلك غاية الضرر، ولكنَّه تعالى حليمٌ حكيمٌ. وقوله: {فَنَذَرُ الذين لا يرجون لقاءنا}؛ أي: لا يؤمنون بالآخرة؛ فلذلك لا يستعدُّون لها ولا يعملون ما يُنجيهم من عذاب الله، {في طغيانِهِم}؛ أي: باطلهم الذي جاوزوا به الحقَّ والحدَّ {يعمهون}: يترَّددون حائرين، لا يهتدون السبيل، ولا يوفَّقون لأقوم دليل، وذلك عقوبة لهم على ظلمهم وكفرهم بآيات الله.
11. Yüce Allah, insanlar hayrın sebeplerini yerine getirdikleri takdirde hayrı onlara çabucak verdiği gibi, yine sebeplerini yerine getirmeleri halinde yaptıkları kötülüğe karşılık da hemen ceza verseydi
“elbette onların ecelleri(nin bitimi)ne hükmedilirdi.” Yani ceza onları helak ederdi. Ama Allah kullarına olan lütuf ve ihsanı dolayısı ile onlara -cezalarını ihmal etmemekle birlikte- mühlet verir. Haklarının birçoğunu affeder. Zira Allah zulümleri sebebi ile insanları cezalandıracak olsaydı yeryüzünde canlı tek bir varlık bırakmazdı.
Şu husus da bu kapsama girmektedir: Kul, meselâ çocuklarına, aile halkına veya malına kızdığı kimi zamanlarda bedduada bulunur. Eğer bu bedduası kabul edilse helâk olurlar. Bu da kişiye çok zararlı olur. Ancak Yüce Allah yumuşak huyludur ve hikmeti sonsuzdur.
“(Ama) biz, bize kavuşmayı ummayanları” âhirete iman etmeyen ve bundan dolayı da âhiret için gerekli şekilde hazırlanmayan, Allah’ın azabından kendilerini kurtaracak şeyleri işlemeyen kimseleri
“azgınlıkları” hakkı ve haddi aşmalarına sebep olan batılları
“içinde bocalar bir halde bırakırız.” Tereddütler içerisinde ne yapacaklarını şaşırırlar, doğru yolu bulamazlar, doğru delile sarılma başarısını elde edemezler. Bu da zulümlerine ve Allah’ın âyetlerini inkâr etmelerine karşılık olan bir cezadır.
{وَإِذَا مَسَّ الْإِنْسَانَ الضُّرُّ دَعَانَا لِجَنْبِهِ أَوْ قَاعِدًا أَوْ قَائِمًا فَلَمَّا كَشَفْنَا عَنْهُ ضُرَّهُ مَرَّ كَأَنْ لَمْ يَدْعُنَا إِلَى ضُرٍّ مَسَّهُ كَذَلِكَ زُيِّنَ لِلْمُسْرِفِينَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ (12)}.
12- İnsana bir sıkıntı gelip çattığında yanı üzere
(yatarken), otururken veya ayakta iken bize dua eder. Fakat sıkıntısını giderdiğimiz zaman sanki başına gelen sıkıntı için bize dua etmemiş gibi geçip gider. İşte haddi aşanlara işledikleri böylece süslü gösterilmiştir.
#
{12} وهذا إخبارٌ عن طبيعة الإنسان من حيث هو، وأنَّه إذا مسَّه ضرٌّ من مرض أو مصيبة؛ اجتهد في الدعاء، وسأل الله في جميع أحواله؛ قائماً وقاعداً ومضطجعاً، وألحَّ في الدعاء؛ ليكشف الله عنه ضرَّه، {فلما كشفنا عنه ضُرَّه مَرَّ كأن لم يَدْعُنا إلى ضُرٍّ مسَّه}؛ أي: استمر في غفلته معرضاً عن ربِّه كأنه ما جاءه ضرٌّ فكشفه الله عنه؛ فأيُّ ظلم أعظم من هذا الظلم؛ يطلب من الله قضاء غرضه؛ فإذا أناله إياه؛ لم ينظرْ إلى حقِّ ربِّه؛ وكأنه ليس عليه لله حقٌّ؟! وهذا تزيينٌ من الشيطان زيَّن له ما كان مستهجناً مستقبحاً في العقول والفطر، {كذلك زُيِّن للمسرفين}؛ أي: المتجاوزين للحدِّ {ما كانوا يعملونَ}.
12. Yüce Allah, bu buyruğu ile bize insan tabiatına dair bir haber vermektedir. Şöyle ki insana hastalık yahut musibet gibi herhangi bir sıkıntı gelip çatacak olursa, bütün gayreti ile duaya yönelir. Ayakta iken, otururken, yanı üzere yatarken bütün hallerinde Allah’tan istekte bulunur. Allah’ın bu sıkıntısını gidermesi için ısrarla dua eder durur.
“Fakat sıkıntısını giderdiğimiz zaman sanki başına gelen sıkıntı için bize dua etmemiş gibi geçip gider.” Sanki kendisine bir zarar gelmemiş ve Allah da onun o sıkıntısını gidermemişçesine Rabbinden yüz çevirerek gafletini sürdürür. Peki, bu zulümden daha büyük zulüm ne olabilir? Yüce Allah’tan maksadını gerçekleştirmesini ister, O da bunu ona ihsan ettiği vakit Rabbinin üzerindeki hakkına hiç aldırış etmez. Sanki Allah’ın, üzerinde bir hakkı yokmuş gibi davranır. İşte bu, şeytanın bir süslemesidir.
Şeytan ona akıl ve fıtrat gözünde oldukça çirkin ve kötü olan şeyleri süslü göstermiştir: “İşte haddi aşanlara işledikleri böylece süslü gösterilmiştir.”
{وَلَقَدْ أَهْلَكْنَا الْقُرُونَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَمَّا ظَلَمُوا وَجَاءَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ وَمَا كَانُوا لِيُؤْمِنُوا كَذَلِكَ نَجْزِي الْقَوْمَ الْمُجْرِمِينَ (13) ثُمَّ جَعَلْنَاكُمْ خَلَائِفَ فِي الْأَرْضِ مِنْ بَعْدِهِمْ لِنَنْظُرَ كَيْفَ تَعْمَلُونَ (14)}.
13- Andolsun ki sizden önceki nesilleri, peygamberleri kendilerine apaçık deliller getirdikleri halde zulme sapıp da iman etmeyecekleri kesinleşince helâk ettik. İşte günahkârlar topluluğunu biz böyle cezalandırırız.
14- Sonra onların arkalarından neler yapacağınızı görelim diye sizi yeryüzünde halifeler yaptık.
#
{13} يخبر تعالى أنه أهلك الأمم الماضية بظلمهم وكفرهم بعدما جاءتهم البيناتُ على أيدي الرسل تبيِّن الحقَّ، فلم ينقادوا لها، ولم يؤمنوا، فأحلَّ بهم عقابه الذي لا يُرَدُّ عن كلِّ مجرم متجرِّئ على محارم الله، وهذه سنته في جميع الأمم.
13. Yüce Allah, geçmiş ümmetleri küfür ve zulümleri sebebi ile helâk ettiğini haber vermektedir. Halbuki onlara peygamberler aracılığı ile apaçık deliller gelmiş ve hak onlara açıklanmıştı. Ancak bu açıklamalara rağmen delillere boyun eğmediler ve iman etmediler. Bundan dolayı da Yüce Allah, haramları cüretkârca işleyen her günahkârdan geri çevrilmesi söz konusu olmayan cezasını üzerlerine indirdi. İşte O’nun bütün ümmetlerdeki sünneti/kanunu budur.
#
{14} {ثم جعلناكم}؛ أيها: المخاطبون {خلائفَ في الأرض من بعدِهِم لننظر كيف تعملون}؛ فإن أنتم اعتبرتُم، واتَّعظتم بمن قبلكم، واتَّبعتم آيات الله، وصدَّقتم رسله؛ نجوتُم في الدنيا والآخرة، وإن فعلتُم كفعل الظالمين قبلكم؛ أحلَّ بكم ما أحلَّ بهم، ومَنْ أنذرَ فقد أعذرَ.
14.
“Sonra” ey muhataplar! “onların arkalarından neler yapacağınızı görelim diye sizi yeryüzünde halifeler yaptık.” Sizden önce geçenlerin hallerinden ibret ve öğüt alır, Allah’ın âyetlerine uyar, peygamberlerini tasdik ederseniz, dünyada da âhirette de kurtulursunuz. Sizden önceki zalimlerin yaptıklarını yaparsanız, onların başına gelenler sizin de başınıza gelir. Tehlikeyi uyarıp haber veren mazurdur, üzerine düşeni yapmıştır.
{وَإِذَا تُتْلَى عَلَيْهِمْ آيَاتُنَا بَيِّنَاتٍ قَالَ الَّذِينَ لَا يَرْجُونَ لِقَاءَنَا ائْتِ بِقُرْآنٍ غَيْرِ هَذَا أَوْ بَدِّلْهُ قُلْ مَا يَكُونُ لِي أَنْ أُبَدِّلَهُ مِنْ تِلْقَاءِ نَفْسِي إِنْ أَتَّبِعُ إِلَّا مَا يُوحَى إِلَيَّ إِنِّي أَخَافُ إِنْ عَصَيْتُ رَبِّي عَذَابَ يَوْمٍ عَظِيمٍ (15) قُلْ لَوْ شَاءَ اللَّهُ مَا تَلَوْتُهُ عَلَيْكُمْ وَلَا أَدْرَاكُمْ بِهِ فَقَدْ لَبِثْتُ فِيكُمْ عُمُرًا مِنْ قَبْلِهِ أَفَلَا تَعْقِلُونَ (16) فَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَى عَلَى اللَّهِ كَذِبًا أَوْ كَذَّبَ بِآيَاتِهِ إِنَّهُ لَا يُفْلِحُ الْمُجْرِمُونَ (17)}.
15-
Âyetlerimiz onlara apaçık deliller halinde okunduğu zaman bize kavuşmayı ummayanlar: “Ya bundan başka bir Kur’ân getir yahut da onu değiştir” dediler.
De ki: “Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben ancak bana vahyolunana uyarım. Eğer Rabbime isyan edersem, şüphesiz büyük bir günün azabından korkarım.”
16-
De ki: “Eğer Allah dileseydi ben onu size okumazdım ve O da onu size bildirmezdi. Ben bu (Kur'ân’ı size okumadan) önce aranızda bir ömür geçirdim. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?”
17- Bir yalanı Allah’a iftira edenden yahut O’nun âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Şüphe yok ki günahkârlar iflah olmazlar.
#
{15} يذكر تعالى تعنُّت المكذِّبين لرسوله محمد - صلى الله عليه وسلم -، وأنهم إذا تُتلى عليهم آيات الله القرآنية المبيِّنة للحقِّ؛ أعرضوا عنها، وطلبوا وجوه التعنُّت، فقالوا جراءة منهم وظلماً: {ائت بقرآنٍ غير هذا أو بدِّلْه}: فقبَّحهم الله؛ ما أجرأهم على الله وأشدَّهم ظلماً وردًّا لآياته! فإذا كان الرسول العظيم يأمره الله أن يقول لهم: {قلْ ما يكون لي}؛ أي: ما ينبغي ولا يَليقُ {أن أبدِّلَه من تلقاء نفسي}؛ فإني رسولٌ محضٌ، ليس لي من الأمر شيء. {إنْ أتَّبِعُ إلا ما يوحى إليَّ}؛ أي: ليس لي غير ذلك؛ فإني عبدٌ مأمور، {إني أخاف إن عصيتُ ربي عذابَ يوم عظيم}: فهذا قولُ خير الخلق وأدبُه مع أوامر ربِّه ووحيه؛ فكيف بهؤلاء السفهاء الضالِّين الذين جمعوا بين الجهل والضَّلال والظُّلم والعناد والتعنُّت والتعجيز لربِّ العالمين؛ أفلا يخافون عذابَ يوم عظيم؟! فإن زعموا أنَّ قصدهم أن يتبيَّن لهم الحقُّ بالآيات التي طلبوا؛ فهم كَذَبة في ذلك؛ فإنَّ الله قد بيَّن من الآيات ما يؤمن على مثله البشر، وهو الذي يصرِّفها كيف يشاء؛ تابعاً لحكمته الربانيَّة ورحمته بعباده.
15. Yüce Allah, Rasûlü Muhammed’i sallallahu aleyhi ve sellem’i yalanlayanların işi yokuşa sürmek istediklerini, Kur’ân-ı Kerim’deki kendilerine hakkı açıklayan Allah’ın âyetleri okunduğu zaman onlardan yüz çevirdiklerini,
çeşitli şekillerde inatlaşıp haksızlık ederek ve küstahlaşarak: “Ya bundan başka bir Kur’ân getir yahut da onu değiştir” dediklerini dile getirmektedir. Allah onları kahretsin, Allah’a karşı bu ne cüretkârlık! Bundan daha ileri bir zulüm, Allah’ın âyetlerinin bundan daha ileri derecede reddi söz konusu olamaz!
O büyük Peygamber’e Allah,
şöyle demesini emretmektedir: “De ki: Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir.” Bana böyle bir şey yakışmaz, böyle bir şey de yapamam. Çünkü ben sadece bir Rasûlüm ve bu konuda benim elimde olan bir şey yoktur.
“Ben ancak bana vahyolunana uyarım.” Başka bir şey yapma hakkım yoktur, ben emre itaat etmekle yükümlü bir kulum.
“Eğer Rabbime isyan edersem, şüphesiz büyük bir günün azabından korkarım.” İnsanların en hayırlısının söylediği söz ve Rabbinin emir ve vahyine karşı takındığı edebi işte budur. Peki, bu bilgisizliği, sapıklığı, zulmü, inadı, işi yokuşa sürmeyi, alemlerin Rabbini güya âciz düşürme gayretini bir arada işleyen bu sapkın akılsızlara ne oluyor? Bunlar o büyük günün azabından korkmuyorlar mı? Eğer bu sözleri ile gösterilmesini istedikleri âyet ve mucizelerle hakkın kendileri için açık seçik ortaya konması maksadını güttüklerini ileri sürecek olurlarsa şüphesiz bu konuda yalan söylemiş olurlar. Çünkü Yüce Allah, zaten âyetleri insanların iman etmelerini gerektirecek şekilde iyice açıklamıştır. Zira bu âyetleri Rabbânî hikmeti ve kullarına rahmetine bağlı olarak dilediği şekilde türlü türlü, geniş geniş açıklayan O’dur.
#
{16} {قل لو شاء الله ما تلوتُه عليكم ولا أدراكم به فقد لبِثْتُ فيكم عُمُراً} طويلاً {من قبله}؛ أي: قبل تلاوته وقبل درايتكم به وأنا ما خَطَر على بالي ولا وقع في ظني. {أفلا تعقلونَ}: أنِّي حيث لم أتقوَّلُه في مدة عمري، ولا صَدَر مني ما يدلُّ على ذلك؛ فكيف أتقوَّله بعد ذلك، وقد لبثت فيكم عمراً طويلاً، تعرفون حقيقة حالي، بأني أميٌّ لا أقرأ، ولا أكتب، ولا أدرس، ولا أتعلَّم من أحدٍ، فأتيتُكم بكتاب عظيم أعجز الفصحاء وأعيا العلماء؛ فهل يمكن مع هذا أن يكون من تلقاء نفسي؟! أم هذا دليلٌ قاطع أنه تنزيل من حكيم حميد؟! فلو أعملتم أفكاركم وعقولكم، وتدبَّرتم حالي وحال هذا الكتاب؛ لجزمتم جزماً لا يقبل الرَّيْب بصدقِهِ، وأنَّه الحقُّ الذي ليس بعده إلا الضلال، ولكن إذا أبيتم إلا التكذيب والعناد؛ فأنتم لا شكَّ أنكم ظالمون.
16. Yani ben, bu Kur’ân’ı size okumadan ve sizin de onu bilmenizden önce
“aranızda” uzunca “bir ömür geçirdim.” Ama böyle bir şey hatırıma gelmedi ve böyle bir şeyi düşünmedim de.
“Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?” Aranızda geçirdiğim bu ömrüm boyunca size böyle bir şey okumadığımı ve bunu yapmak istediğime dair delil olabilecek herhangi bir şeyin de benden sadır olmadığını görmüyor, aklınıza getirmiyor musunuz? Bu durumda nasıl olur da bunca yıl sonra böyle bir şeyi uydurabilirim? Aranızda uzunca bir ömür geçirdim. Bu süre içinde benim gerçek durumumu, benim kimseden ders almamış, kimseden bir şey öğrenmemiş, okuma-yazma bilmeyen bir ümmi olduğumu biliyorsunuz. İşte size fesahat erbabını âciz bırakan, ilim adamlarını çaresizliğe düşüren muazzam bir Kitap getirdim. Şimdi, bu Kitabı kendiliğimden uydurmuş olmama imkân var mı? Bu durum bu Kitabın hikmeti sonsuz, her türlü hamde layık olan Yüce Allah tarafından indirilmiş olduğuna kesin bir delil değil midir? Eğer sizler aklınızı kullanacak ve düşünecek olursanız benim durumumu ve bu Kitab’ın vaziyetini tetkik edecek olursanız, en ufak bir tereddüde yer olmayacak kesin bir kanaat ile bu Kitab’ın doğruluğuna, gerçeğin ta kendisi olduğuna, onun ötesinde sapıklıktan başka bir şey bulunmadığına kesin karar verirdiniz. Fakat sizler yalanlamaktan ve inat etmekten başka bir yol izlemeyi kabul etmediniz. Öyleyse sizler gerçek zalimlersiniz.
#
{17} و {منْ أظلمُ ممَّن افترى على الله كَذِباً أو كَذَّبَ بآياتِهِ}؛ فلو كنتُ متقوِّلاً؛ لكنتُ أظلم الناس، وفاتني الفلاحُ، ولم تَخْفَ عليكم حالي، ولكني جئتُكم بآيات الله، فكذَّبْتم بها، فتعيَّن فيكم الظُّلم، ولا بدَّ أن أمركم سيضمحلُّ ولن تنالوا الفلاح ما دمتُم كذلك. ودلَّ قوله: {قال الذينَ لا يرجونَ لقاءنا ... } الآية: أنَّ الذي حَمَلَهم على هذا التعنُّت الذي صدر منهم هو عدمُ إيمانهم بلقاء الله وعدمُ رجائه وأنَّ مَن آمن بلقاء الله؛ فلا بدَّ أن ينقادَ لهذا الكتاب ويؤمنَ به، لأنَّه حسن القصد.
17. Eğer Allah adına yalan uyduran bir kimse olsaydım, elbetteki insanların en zalimi olurdum, iflah olmazdım ve benim bu durumum da size gizli kalmazdı. Ne var ki ben, sizlere Allah’ın âyetlerini getirdim, siz ise onları yalanladınız. O halde sizin zalim olduğunuz kesinleşmiştir. Şüphesiz sizin bu haliniz bir gün son bulacaktır ve şüphesiz siz bu halinizi sürdürdüğünüz müddetçe de asla iflah olmayacaksınız.
(15. âyet-i kerimede geçen):
“Bize kavuşmayı ummayanlar” buyruğu,
şuna delildir: Onları böyle bir inatlaşmaya iten şey, Allah’a kavuşacaklarına iman etmeyişleri, böyle bir kavuşmayı ummayışlarıdır. Allah’a kavuşacağına iman eden bir kimsenin Allah’ın Kitabına itaat etmesi, ona iman etmesi kaçınılmazdır. Çünkü böyle birisinin iyi niyetli olur.
{وَيَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ مَا لَا يَضُرُّهُمْ وَلَا يَنْفَعُهُمْ وَيَقُولُونَ هَؤُلَاءِ شُفَعَاؤُنَا عِنْدَ اللَّهِ قُلْ أَتُنَبِّئُونَ اللَّهَ بِمَا لَا يَعْلَمُ فِي السَّمَاوَاتِ وَلَا فِي الْأَرْضِ سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ (18)}.
18- Onlar,
Allah’ın dışında kendilerine ne zarar ne de fayda veremeyecek şeylere tapıyor ve: “Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir” diyorlar.
De ki: “Siz, Allah’a göklerde ve yerde bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?” O, ortak tutmakta oldukları her şeyden münezzeh ve yücedir.
#
{18} يقول تعالى: {ويعبُدون}؛ أي: المشركون المكذِّبون لرسول الله - صلى الله عليه وسلم - {من دونِ الله ما لا يضرُّهم ولا ينفعُهم}؛ أي: لا تملك لهم مثقال ذرة من النفع ولا تدفع عنهم شيئاً {ويقولون}: قولاً خالياً من البرهان: {هؤلاء شفعاؤنا عند الله}؛ أي: يعبدونهم ليقرِّبوهم إلى الله ويشفعوا لهم عنده، وهذا قول من تلقاء أنفسهم، وكلامٌ ابتكروه هم، ولهذا قال مبطلاً لهذا القول: {قل أتنبِّئون الله بما لا يعلم في السموات ولا في الأرض}؛ أي: الله تعالى هو العالم الذي أحاط علماً بجميع ما في السماوات والأرض، وقد أخبركم بأنَّه ليس له شريكٌ ولا إله معه؛ فأنتم يا معشر المشركين تزعُمون أنه يوجد له فيها شركاء، أفتخبرونه بأمر خفي عليه وعلمتموه؟! أأنتم أعلم أم الله؟! فهل يوجد قولٌ أبطلُ من هذا القول المتضمِّن أن هؤلاء الضلال الجهال السفهاء أعلم من رب العالمين؟! فليكتف العاقلُ بمجرَّد تصوُّر هذا القول؛ فإنه يجزم بفساده وبطلانه. {سبحانه وتعالى عما يشركونَ}؛ أي: تقدَّس وتنزَّه أن يكون له شريك أو نظير، بل هو الله الأحدُ الفردُ الصمدُ الذي لا إله في السماوات والأرض إلا هو، وكلُّ معبودٍ في العالم العلويِّ والسفليِّ سواه فإنه باطلٌ عقلاً وشرعاً وفطرةً، {ذلك بأنَّ الله هو الحقُّ وأن ما يدعون من دونه هو الباطل وأنَّ الله هو العليُّ الكبيرُ}.
18.
“Onlar” yani Allah Rasûlünü yalanlayan müşrikler, “Allah’ın dışında kendilerine ne zarar ne de fayda veremeyecek şeylere tapıyor” Tapındıkları mabudlar onlara zerre kadar bir fayda sağlayamadığı gibi, gelecek hiçbir kötülüğü de önleyemez
“ve” herhangi bir delilleri bulunmaksızın: “Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir, diyorlar.” Yani onlara kendilerini Allah’a yakınlaştırsınlar ve O’nun nezdinde kendilerine şefaatçi olsunlar diye tapınıyorlar. Bu ise kendiliklerinden uydurdukları bir sözdür.
Bu yüzden Yüce Allah bu iddialarını çürüterek şöyle buyurmaktadır:
“De ki: Siz Allah’a göklerde ve yerde bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz?” Yani göklerde ve yerde bulunan her şeyi ilmi ile kuşatan Yüce Allah, size kendisinin hiçbir ortağı bulunmadığını, kendisi ile birlikte hiçbir hak ilah olmadığını haber vermektedir. Siz ise ey müşrikler, bunlarda Allah’ın ortaklarının bulunduğunu iddia ediyorsunuz. O halde siz, Yüce Allah’a kendisi için gizli kalan fakat sizin bildiğiniz bir şeyi mi haber veriyorsunuz? Peki, siz mi daha iyi bilirsiniz, Allah mı? Acaba sapık, cahil ve beyinsiz bu kimselerin, alemlerin Rabbinden daha bilgili oldukları anlamına gelen bu sözden daha batıl, daha çürük bir iddia bulunabilir mi? Aklı başında olan bir kimse sadece bu söz üzerinde düşünmekle yetinecek olursa onun, bozuk ve batıl olduğuna kesin karar verecektir.
“O, ortak tutmakta oldukları her şeyden münezzeh ve yücedir.” O’nun herhangi bir ortağının ya da denginin olmasından münezzehtir, çok yücedir. Aksine Allah, bir ve tektir, Sameddir
(kimseye muhtaç değildir, her şey O’na muhtaçtır), göklerde ve yerde O’ndan başka hiçbir hak ilah da yoktur. Ulvi ve süfli alemde hak etmedikleri halde kendilerine tapınılan bütün mabudlar,
aklen de dinen de fıtraten de batıldırlar: “Bu böyledir. Çünkü Allah hakkın ta kendisidir. O’ndan başka taptıkları ise bizatihi batıldır. Şüphesiz ki Allah en yücedir, en büyüktür.” (el-Hac, 22/62)
{وَمَا كَانَ النَّاسُ إِلَّا أُمَّةً وَاحِدَةً فَاخْتَلَفُوا وَلَوْلَا كَلِمَةٌ سَبَقَتْ مِنْ رَبِّكَ لَقُضِيَ بَيْنَهُمْ فِيمَا فِيهِ يَخْتَلِفُونَ (19) وَيَقُولُونَ لَوْلَا أُنْزِلَ عَلَيْهِ آيَةٌ مِنْ رَبِّهِ فَقُلْ إِنَّمَا الْغَيْبُ لِلَّهِ فَانْتَظِرُوا إِنِّي مَعَكُمْ مِنَ الْمُنْتَظِرِينَ (20)}.
19- İnsanlar ancak tek bir ümmetti, sonradan ayrılığa düştüler. Eğer Rabbin tarafından önceden verilmiş bir söz olmasaydı hakkında ayrılığa düştükleri konuda aralarında hüküm verilmiş olurdu.
20-
Onlar: “Ona Rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi?” derler.
De ki: “Gayb ancak Allah’ındır. O halde bekleyedurun. Ben de sizinle birlikte beklemekteyim.”
#
{19} أي: {وما كان الناس إلا أمَّةً واحدةً}: متفقين على الدين الصحيح، ولكنهم اختلفوا، {فبعث الله الرسل مبشِّرين ومنذرين وأنزل معهم الكتاب ليحكم بين الناس فيما اختلفوا فيه}. {ولولا كلمةٌ سبقتْ من ربِّك}: بإمهال العاصين وعدم معاجلتهم بذنوبهم، {لَقُضِيَ بينهم}: بأن ننجِّي المؤمنين ونهلك الكافرين المكذِّبين، وصار هذا فارقاً بينهم {فيما فيه يختلفون}، ولكنه أراد امتحانهم وابتلاء بعضهم ببعض؛ ليتبيَّن الصادق من الكاذب.
19.
“İnsanlar ancak” doğru din üzerinde ittifak halinde bulunan
“tek bir ümmetti, sonradan ayrılığa düştüler.” Sonradan ayrılığa düşmeleri üzerine Yüce Allah, peygamberleri müjdeleyiciler ve uyarıcılar olmak üzere gönderdi ki insanlar arasında anlaşmazlığa düştükleri konularda hüküm versinler. Bunun için de beraberlerinde kitap indirdi.
“Eğer Rabbin tarafından önceden verilmiş bir söz” isyankârlara mühlet verileceğine ve günahları sebebi ile onları çabucak cezalandırmayacağına dair ilâhi bir hüküm
“olmasaydı hakkında ayrılığa düştükleri konuda aralarında hüküm verilmiş olurdu.” Mü’minleri kurtarma, yalanlayan kâfirleri de helâk etme ile hüküm verirdik, böylelikle onlar da kimin hak, kimin batıl üzere olduğunu bilirlerdi. Ancak Yüce Allah, kimin doğru kimin yalancı olduğunu ortaya çıkması için birbirleri ile sınayıp imtihan etmeyi murad etmiştir.
#
{20} {ويقولون}؛ أي: المكذبون المتعنِّتون: {لولا أنزِلَ عليه آيةٌ من ربِّه}؛ يعنون: آيات الاقتراح التي يعيِّنونها؛ كقولهم: {لولا أنزل إليه مَلَكٌ فيكونَ معه نذيرًا ... } الآيات، وكقولهم: {وقالوا لن نؤمنَ لك حتى تَفْجُرَ لنا من الأرض يَنبوعاً ... } الآيات. {فقل}: لهم إذا طلبوا منك آيةً: {إنما الغيبُ لله}؛ أي: هو المحيط علماً بأحوال العباد، فيدبِّرهم بما يقتضيه علمه فيهم وحكمته البديعة، وليس لأحدٍ تدبيرٌ في حكم ولا دليل ولا غاية ولا تعليل. {فانتظروا إني معكم من المنتظرين}؛ أي: كل ينتظر بصاحبه ما هو أهلٌ له فانظروا لمن تكون العاقبة.
20.
“Onlar” Yalanlayarak işi yokuşa sürmek isteyenler: “Ona Rabbinden bir mucize” bununla bizzat kendilerinin teklif ve tayin ettikleri bir mucizeyi kastetmektedirler.
Nitekim: “Uyarıcı olmak üzere beraberinde bir melek indirilmeli değil miydi?” (el-Furkan, 25/7) “Dediler ki: Bize yeryüzünden bir pınar fışkırtmadıkça asla sana inanmayacağız...” (el-İsra, 17/90-93) buyruklarında da ne tür mucizler istedikleri bildirilmektedir.
Senden böyle bir âyet ve mucize istedikleri zaman de ki: “Gayb ancak Allah’ındır.” Kulların durumlarını ilmi ile kuşatan O’dur. O, onlar hakkındaki ilminin, çok üstün ve mükemmel hikmetinin gerektirdiği şekilde işlerini idare eder. Herhangi bir kimsenin herhangi bir hüküm, delil, hedef ve gerekçe ortaya koyma yetkisi söz konusu değildir.
“O halde bekleyedurun. Ben de sizinle birlikte beklemekteyim.” Herkes karşısındaki için, layık olduğu şeyin başına gelmesini bekler. Bekleyin bakalım güzel akıbetin kimin olacağını göreceksiniz!
{وَإِذَا أَذَقْنَا النَّاسَ رَحْمَةً مِنْ بَعْدِ ضَرَّاءَ مَسَّتْهُمْ إِذَا لَهُمْ مَكْرٌ فِي آيَاتِنَا قُلِ اللَّهُ أَسْرَعُ مَكْرًا إِنَّ رُسُلَنَا يَكْتُبُونَ مَا تَمْكُرُونَ (21)}.
21- Başlarına gelen bir sıkıntının ardından insanlara bir rahmet tattırdığımız zaman bir de bakarsın ki âyetlerimiz hakkında bir tuzak peşindeler.
De ki: “Allah’ın tuzağı daha çabuktur. Elçilerimiz de kurduğunuz tuzakları hiç şüphesiz yazıyorlar.”
#
{21} يقول تعالى: {وإذا أذَقْنا الناس رحمةً من بعد ضرَّاء مسَّتهم}: كالصحة بعد المرض والغنى بعد الفقر والأمن بعد الخوف؛ نسوا ما أصابهم من الضرَّاء، ولم يشكُروا الله على الرخاء والرحمة، بل استمرُّوا في طغيانهم ومكرهم، ولهذا قال: {إذا لهم مكرٌ في آياتنا}؛ أي: يسعَوْن بالباطل ليبطلوا به الحق. {قل اللهُ أسرعُ مكراً}: فإنَّ المكرَ السيئ لا يحيق إلا بأهله؛ فمقصودهم منعكسٌ عليهم، ولم يسلموا من التَبِعَة، بل تكتب الملائكة عليهم ما يعملون، ويحصيه الله عليهم، ثم يجازيهم الله عليه أوفر الجزاء.
21.
“Başlarına gelen bir sıkıntının ardından insanlara” hastalıktan sonra sağlık, fakirlikten sonra zenginlik, korkudan sonra güvenlik gibi
“bir rahmet tattırdığımız zaman” kendilerine isabet eden bu sıkıntıyı unuturlar da bolluk, rahatlık ve rahmete karşılık Allah’a şükretmezler. Aksine azgınlıklarını ve hilelerini sürdürür giderler.
Bundan dolayı Yüce Allah devamla şöyle buyurmaktadır: “…bir de bakarsın ki âyetlerimiz hakkında bir tuzak peşindeler.” Yani hakkı batıl ile çürütmek kastı ile batıl uğrunda koşuşturur dururlar.
“De ki: Allah’ın tuzağı daha çabuktur.” Çünkü kötü tuzaklar ancak onu kuranların başına geçer. Maksatları kendi aleyhlerine döner ve sorumluluktan da kurtulamazlar. Aksine melekler onların yaptıklarını yazar, Allah da bu yaptıklarını tespit eder. Sonra da Yüce Allah onları en uygun şekilde cezalandırır.
{هُوَ الَّذِي يُسَيِّرُكُمْ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ حَتَّى إِذَا كُنْتُمْ فِي الْفُلْكِ وَجَرَيْنَ بِهِمْ بِرِيحٍ طَيِّبَةٍ وَفَرِحُوا بِهَا جَاءَتْهَا رِيحٌ عَاصِفٌ وَجَاءَهُمُ الْمَوْجُ مِنْ كُلِّ مَكَانٍ وَظَنُّوا أَنَّهُمْ أُحِيطَ بِهِمْ دَعَوُا اللَّهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ لَئِنْ أَنْجَيْتَنَا مِنْ هَذِهِ لَنَكُونَنَّ مِنَ الشَّاكِرِينَ (22) فَلَمَّا أَنْجَاهُمْ إِذَا هُمْ يَبْغُونَ فِي الْأَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ يَاأَيُّهَا النَّاسُ إِنَّمَا بَغْيُكُمْ عَلَى أَنْفُسِكُمْ مَتَاعَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا ثُمَّ إِلَيْنَا مَرْجِعُكُمْ فَنُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ (23)}.
22- Sizi karada ve denizde gezdiren O’dur. Hatta siz gemilerde bulunduğunuz, o gemiler de içindeki yolcuları hoş bir rüzgarla alıp götürdüğü ve yolcular da bu rüzgar dolayısıyla sevindikleri sırada gemiye şiddetli bir fırtına gelip çatar. Dalgalar dört bir taraftan yolculara hücum eder ve onlar çepeçevre kuşatılıp
(sonlarının geldiğini) anlarlar.
İşte o vakit dini yalnızca Allah’a halis kılarak şöyle dua ederler: “Andolsun eğer bizi bu halden kurtarırsan kesinlikle şükredenlerden olacağız.”
23- Ama Allah onları kurtarınca bir de bakarsın ki yeryüzünde
(yine) haksız yere taşkınlık ediyorlar. Ey insanlar! Taşkınlığınız ancak kendi aleyhinizedir.
(Onunla sadece) dünya hayatının menfaatini elde edersiniz. Sonra dönüşünüz bize olacak ve biz de yaptıklarınızı size haber vereceğiz.
#
{22 ـ 23} لما ذكر تعالى القاعدة العامة في أحوال الناس عند إصابة الرحمة لهم بعد الضرَّاء واليُسر بعد العسر؛ ذَكَرَ حالةً تؤيِّد ذلك، وهي حالهم في البحر عند اشتداده والخوف من عواقبه، فقال: {هو الذي يُسَيِّرُكم في البرِّ والبحر}: بما يسَّر لكم من الأسباب المسيَّرة لكم فيها وهداكم إليها. {حتى إذا كنتُم في الفُلك}؛ أي: السفن البحريَّة، {وجَرَيْنَ بهم بريح طيِّبة}: موافقة لما يهوونه من غير انزعاج ولا مشقَّة، {وفرحوا بها}: واطمأنُّوا إليها؛ فبينما هم كذلك؛ إذ جاءتهم {ريحٌ عاصفٌ}: شديدة الهبوب، {وجاءهُم الموجُ من كلِّ مكان وظنُّوا أنهم أحيطَ بهم}؛ أي: عرفوا أنه الهلاك، فانقطع حينئذٍ تعلُّقهم بالمخلوقين، وعرفوا أنه لا يُنجيهم من هذه الشدَّة إلا الله وحده، فدعوه {مخلصين له الدين}: ووعدوا من أنفسهم على وجه الإلزام، فقالوا: {لئنْ أنجَيْتَنا من هذه لنكوننَّ من الشاكرينَ. فلما أنجاهم إذا هم يبغونَ في الأرض بغير الحقِّ}؛ أي: نسوا تلك الشدة وذلك الدعاء وما ألزموه أنفسهم، فأشركوا بالله مَن اعترفوا أنه لا يُنجيهم من الشدائد ولا يدفع عنهم المضايق؛ فهلا أخلصوا لله العبادة في الرخاء كما أخلصوه في الشدة؟! ولكنَّ هذا البغي يعود وَبالُه عليهم، ولهذا قال: {يا أيُّها الناس إنَّما بغيكم على أنفسكم متاعَ الحياة الدُّنيا}؛ أي: غاية ما تؤمِّلون ببغيكم وشرودكم عن الإخلاص لله أن تنالوا شيئاً من حُطام الدُّنيا وجاهها النزر اليسير الذي سينقضي سريعاً ويمضي جميعاً ثم تنتقلون عنه بالرغم. {ثم إلينا مرجِعُكم}: في يوم القيامة، {فننبِّئكم بما كنتُم تعملونَ}: وفي هذا غايةُ التحذير لهم عن الاستمرار على عملهم.
22. Yüce Allah, sıkıntıdan sonra rahmetin, zorluktan sonra kolaylığın gelmesi halinde insanların tavrı ile ilgili genel kuralı söz konusu ettikten sonra burada da bunu teyit eden bir durumu zikretmektedir. Bu da onların denizdeki şiddetli durum ve korkulu son karşısındaki halleridir.
İşte yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Sizi karada ve denizde” bu ikisinde de sizin için kolaylaştırdığı sebepler ve size gösterdiği yollar ile kolaylık sağlayarak
“gezdiren O’dur. Hatta siz” denizlerde yol alan
“gemilerde bulunduğunuz, o gemiler de içindeki yolcuları” arzularına uygun, rahatsız etmeyen ve zorluk çıkarmayan
“hoş bir rüzgarla alıp götürdüğü ve yolcular da bu rüzgar dolayısıyla sevindikleri” böylelikle de huzur içinde bulundukları bir
“sırada gemiye şiddetli” esen
“bir fırtına gelip çatar. Dalgalar dört bir taraftan yolculara hücum eder ve onlar çepeçevre kuşatılıp (sonlarının geldiğini) anlarlar” yani helâk olacaklarına inanırlar
“İşte o vakit” bütün yaratıklarla olan bağları kesilir ve bu sıkıntıdan kendilerini yalnızca Allah’ın kurtaracağını anlarlar. O nedenle de
“dini yalnızca Allah’a halis kılarak” ve mutlaka yerine getireceklerine dair bir söz vererek
“şöyle dua ederler: Andolsun eğer bizi bu halden kurtarırsan kesinlikle şükredenlerden olacağız.”
23.
“Ama Allah onları kurtarınca bir de bakarsın ki yeryüzünde (yine) haksız yere taşkınlık ediyorlar” Yani o sıkıntıyı da o yaptıkları duayı da kendileri adına verdikleri sözü de unutuverirler. Sıkıntılardan kendilerini kurtaramayacağını ve darlıkları önleyemeyeceğini itiraf ettikleri varlıkları Allah’a ortak koşarlar. Halbuki sıkıntılı hallerde ibadetlerini yalnızca Allah’a halis kıldıkları gibi, rahat ve bolluk hallerinde böyle bir ihlâs ile Allah’a ibadet etmeleri gerekmez mi?! Ancak bu azgınlığın, bu haddi aşmanın vebali onlara döner.
Yüce Allah bunu da şöyle açıklamaktadır: “Ey insanlar! Taşkınlığınız ancak kendi aleyhinizedir. (Onunla sadece) dünya hayatının menfaatini elde edersiniz.” Sizin bu azgınlıkla ve Allah’a ihlastan kaçışınızla elde etmeyi umabileceğiniz en ileri şey, dünya hayatının çabucak geçen ve hepsi de yok olmaya mahkum değersiz menfaatinden ve önemsiz makamlardan başkası değildir. Sonra istemeseniz dahi bütün bunları bırakıp orayı terk edeceksiniz.
“Sonra” kıyamet gününde “dönüşünüz bize olacak ve biz de yaptıklarınızı size haber vereceğiz.” Bu, davranışlarını sürdürmemeleri için ileri derecede bir uyarı ve sakındırmadır.
{إِنَّمَا مَثَلُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا كَمَاءٍ أَنْزَلْنَاهُ مِنَ السَّمَاءِ فَاخْتَلَطَ بِهِ نَبَاتُ الْأَرْضِ مِمَّا يَأْكُلُ النَّاسُ وَالْأَنْعَامُ حَتَّى إِذَا أَخَذَتِ الْأَرْضُ زُخْرُفَهَا وَازَّيَّنَتْ وَظَنَّ أَهْلُهَا أَنَّهُمْ قَادِرُونَ عَلَيْهَا أَتَاهَا أَمْرُنَا لَيْلًا أَوْ نَهَارًا فَجَعَلْنَاهَا حَصِيدًا كَأَنْ لَمْ تَغْنَ بِالْأَمْسِ كَذَلِكَ نُفَصِّلُ الْآيَاتِ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ (24)}.
24- Dünya hayatının misali, ancak gökten indirdiğimiz su gibidir ki o su ile insanların ve hayvanların yedikleri yeryüzü bitkileri yetişip birbirine karışır. Nihayet yeryüzü, ziynetini takınıp süslendiği ve sahipleri de
(onlardan faydalanmaya) kadir olduklarını zannettikleri bir sırada, gece yahut gündüz, ona emrimiz gelir de biz, onu sanki dün hiç yokmuş gibi kökünden biçilmişe çeviririz. İşte biz, düşünen bir toplum için âyetleri böyle geniş geniş açıklıyoruz.
#
{24} وهذا المثل من أحسن الأمثلة، وهو مطابقٌ لحالة الدنيا؛ فإنَّ لذَّاتها وشهواتها وجاهها ونحو ذلك يزهو لصاحبه إن زها وقتاً قصيراً؛ فإذا استكمل وتمَّ؛ اضمحلَّ وزال عن صاحبه أو زال صاحبه عنه، فأصبح صِفْرَ اليدين منها، ممتلئ القلب من همِّها وحزنها وحسرتها؛ فذلك {كماءٍ أنزلناه من السماء فاختلط به نباتُ الأرض}؛ أي: نبت فيها من كل صنفٍ وزوج بهيج، {مما يأكلُ الناس}: كالحبوب والثمار، {و} مما تأكل {الأنعامُ}: كأنواع العشب والكلأ المختلف الأصناف. {حتى إذا أخذتِ الأرضُ زُخْرُفَها وازَّيَّنَتْ}؛ أي: تزخرفت في منظرها واكتست في زينتها فصارت بهجةً للناظرين ونزهةً للمتفرِّجين وآيةً للمتبصِّرين، فصرت ترى لها منظراً عجيباً ما بين أخضر وأصفر وأبيض وغيره. {وظنَّ أهلُها أنَّهم قادرون عليها}؛ أي: حصل معهم طمعٌ بأن ذلك سيستمرُّ ويدوم لوقوف إرادتهم عنده وانتهاء مطالبهم فيه؛ فبينما هم في تلك الحالة؛ أتاها أَمْرُ اللهِ {ليلاً أو نهاراً فجعلناها حصيداً كأن لم تَغْنَ بالأمس}؛ أي: كأنها ما كانت، فهذه حالة الدُّنيا سواء بسواء. {كذلك نفصِّل الآيات}؛ أي: نبيِّنُها ونوضِّحها بتقريب المعاني إلى الأذهان وضرب الأمثال، {لقوم يتفكَّرون}؛ أي: يُعْمِلونَ أفكارهم فيما ينفعهم، وأما الغافل المعرضُ؛ فهذا لا تنفعه الآيات، ولا يزيلُ عنه الشكَّ البيانُ.
24. Bu, dünya hayatına verilen misallerin en güzellerindendir ve dünyanın durumuna son derece uyumludur. Çünkü dünyanın zevkleri, arzuları, makam, mevkii vb. şeyleri sahibine kısa bir süre parlak, allı pullu olarak görünür. Daha sonra nihayetine kavuşup tamamlanacak olursa derhal yok olur ve sahibinin elinden çıkıp gider yahut da sahibi onu bırakır gider. Bunun sonucunda kişi elleri boş, kalbi de keder, üzüntü ve hasretle dolu bir halde kalıverir. İşte
“Dünya hayatının misali, ancak gökten indirdiğimiz su gibidir ki o su ile” tahıl ve meyve gibi
“insanların ve” çeşitli türleri ile otlar, yoncalar gibi
“hayvanların yedikleri yeryüzü bitkileri yetişip birbirine karışır.” Her türden ve göz kamaştırıcı her çiftten bitkiler biter.
“Nihayet yeryüzü, ziynetini takınıp süslendiği” yani yeryüzü görünüşü itibari ile süslenip zinetine büründüğü, bakanlara oldukça alımlı, seyredenlere dinlendirici, basiret sahibi olanlara da ilahî kudrete bir alamet olarak ortaya çıktığı vakit, sen yeryüzünün yeşil, sarı, beyaz ve sair renklerden oluşan hayret verici bir görünüme sahip olduğunu gördüğünde
“ve sahipleri de (onlardan faydalanmaya) kadir olduklarını zannettikleri bir sırada” yani iradelerinin nihai hedefi o olduğundan ve bütün istekleri onunla sınırlı olduğundan dolayı bu halin devam edip gideceğini sanarak umutlarını ona bağladıkları bir sırada
“gece yahut gündüz, ona emrimiz gelir de biz, onu sanki dün hiç yokmuş gibi kökünden biçilmişe çeviririz” İşte dünyanın durumu da aynen bunun gibidir.
“İşte biz düşünen bir toplum için” yani kendilerine faydalı olacak şeyler hakkında düşüncelerini kullananlara
“âyetleri böyle geniş geniş açıklıyoruz.” Anlamları bu şekilde anlaşılır hale getirerek ve örnekler vererek beyan ve izah ediyoruz. Gafil olup yüz çevirenlere ise bu âyetlerin herhangi bir faydası olmaz, yapılan açıklamalar şüphelerini gidermez.
Yüce Allah, dünya hayatının durumunu ve nimetlerinin nihaî hallerini söz konusu ettikten sonra ebedi yurda teşvik ederek şöyle buyurmaktadır:
{وَاللَّهُ يَدْعُو إِلَى دَارِ السَّلَامِ وَيَهْدِي مَنْ يَشَاءُ إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ (25) لِلَّذِينَ أَحْسَنُوا الْحُسْنَى وَزِيَادَةٌ وَلَا يَرْهَقُ وُجُوهَهُمْ قَتَرٌ وَلَا ذِلَّةٌ أُولَئِكَ أَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ (26)}.
25- Allah, esenlik yurduna
(Dârusselam’a) çağırır ve O, dilediğini dosdoğru yola iletir.
26- İhsanda bulunanlara en güzeli ve daha fazlası vardır. Yüzlerini de ne toz kaplar, ne de zillet. Onlar cennetliklerdir ve orada ebedi kalacaklardır.
#
{25} عمَّ تعالى عباده بالدعوة إلى دار السلام والحثِّ على ذلك والترغيب، وخصَّ بالهداية من شاء استخلاصه واصطفاءه؛ فهذا فضلُه وإحسانُه، والله يختصُّ برحمته من يشاءُ، وذلك عدلُه وحكمته، وليس لأحدٍ عليه حُجَّةٌ بعد البيان والرسل، وسمى الله الجنة دار السلام لسلامتها من جميع الآفات والنقائص، وذلك لكمال نعيمها وتمامه وبقائه وحسنه من كلِّ وجه.
25. Yüce Allah genel olarak bütün kullarını Dârusselâm’a çağırmakta ve hepsini ona teşvik etmekte, hidâyeti ise özel olarak seçmek istediği kimselere tahsis ettiğini bildirmektedir. Bu, Allah’ın bir lütuf ve ihsanıdır. Allah rahmeti ile lütfunu dilediği kimselere tahsis eder. Bu, O’nun adalet ve hikmetinin bir tecellisidir. Açıklamalardan ve peygamberleri gönderdikten sonra herhangi bir kimsenin O’na karşı ileri sürebileceği bir mazereti kalmaz. Yüce Allah cennete her türlü afet ve eksiklikten uzak olduğu için
“Dârusselâm (esenlik yurdu)” adını vermiştir. Bunun sebebi, nimetlerinin her bakımdan mükemmel, eksiksiz, kalıcı ve güzel oluşudur.
#
{26} ولما دعا إلى دار السلام؛ كأن النفوس تشوَّقت إلى الأعمال الموجبة لها الموصلة إليها، فأخبر عنها بقوله: {للذين أحسنوا الحُسنى وزيادةٌ}؛ أي: للذين أحسنوا في عبادة الخالق، بأنْ عبدوه على وجه المراقبة والنصيحة في عبوديَّته، وقاموا بما قدروا عليه منها، وأحسنوا إلى عباد الله، بما يقدرون عليه من الإحسان القوليِّ والفعليِّ: من بذل الإحسان الماليِّ والإحسان البدنيِّ والأمر بالمعروف والنهي عن المنكر وتعليم الجاهلين ونصيحة المعرضين وغير ذلك من وجوه البرِّ والإحسان؛ فهؤلاء الذين أحسنوا لهم الحسنى، وهي الجنة الكاملة في حسنها، وزيادةٌ، وهي النظر إلى وجه الله الكريم، وسماع كلامه، والفوز برضاه، والبهجة بقربه؛ فبهذا حصل لهم أعلى ما يتمنَّاه المتمنُّون، ويسأله السائلون.
ثم ذكر اندفاع المحذور عنهم، فقال: {ولا يَرْهَقُ وجوهَهم قَتَرٌ ولا ذِلَّةٌ}؛ أي: لا ينالهم مكروهٌ بوجه من الوجوه؛ لأنَّ المكروه إذا وقع بالإنسان؛ تبيَّن ذلك في وجهه وتغيَّر وتكدَّر. وأما هؤلاء؛ فكما قال الله عنهم: {تعرِفُ في وجوههم نَضْرَةَ النعيم}، أولئك أصحاب الجنة الملازمون لها هم فيها خالدون، لا يحولون، ولا يزولون، ولا يتغيَّرون.
26.
Yüce Allah Dârusselâm’a davet edince sanki insanların canları Dârusselâm’a kavuşturacak ve oraya girmeyi sağlayacak amellerin ne olduğunu öğrenmeye arzu duymuş gibi olacağından Yüce Allah devamla bu amelleri şöyle haber vermektedir: “İhsanda bulunanlara en güzeli ve daha fazlası vardır.” Yaratıcıya ibadetlerini, kulluklarının O’nun tarafından görüldüğünü, O’nun gözetimi altında olduklarını bilerek en güzel şekli ile yaparak ihsan derecesinde ibadet eden ve Allah’ın kullarına da güç yetirebildikleri kadarı ile malî ve bedenî iyiliklerde bulunarak, iyiliği emredip kötülükten alıkoymaya çalışarak, bilgisizlere öğreterek, yüz çevirenlere öğüt vererek vb. çeşitli iyilik ve ihsan yolları ile güçlerinin yettiği kadar sözlü ve fiili iyiliklerde bulunan kimseler… işte bunlar, ihsanda bulunan kimselerdir. Onlar için
“en güzeli” yani güzelliği kemâl derecesinde olan cennet vardır. Bir de “daha fazlası vardır” ki bu da Kerim olan Allah’ın yüzüne bakmak, sözünü işitmek, O’nun rızasına nail olup O’na yakın olmanın muazzam sevince gark olmaktır. Böylelikle onlar, temennilerde ve dileklerde bulunanların isteyebilecekleri en üstün şeyi elde etmiş olurlar.
Daha sonra Yüce Allah hoşlanılmayan ve arzu edilmeyen şeylerin onlardan uzak olduğunu söz konusu ederek: “Yüzlerini de ne toz kaplar, ne de zillet.” buyurmaktadır. Yani hiçbir şekilde hoşlanmayacakları bir şey gelip onları bulmayacaktır. Çünkü hoşlanılmayan bir şey insanın başına geldi mi bu, onun yüzünden belli olur. Yüzü değişir ve kederlenir.
Bunların durumu ise Yüce Allah’ın haklarında buyurduğu gibi şöyledir: “O nimetlerin güzelliğini onların yüzlerinden anlarsın.” (el-Mutaffifin, 83/24)
“Onlar cennetliklerdir” oradan ayrılmayacaklardır. Aksine
“Orada ebedi kalacakalrdır.” Başka bir yere gitmezler, yok olmazlar ve hallerinde de herhangi bir değişiklik olmaz.
{وَالَّذِينَ كَسَبُوا السَّيِّئَاتِ جَزَاءُ سَيِّئَةٍ بِمِثْلِهَا وَتَرْهَقُهُمْ ذِلَّةٌ مَا لَهُمْ مِنَ اللَّهِ مِنْ عَاصِمٍ كَأَنَّمَا أُغْشِيَتْ وُجُوهُهُمْ قِطَعًا مِنَ اللَّيْلِ مُظْلِمًا أُولَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ (27)}.
27- Kötülük işleyenlere gelince bir kötülüğün cezası kendisi kadardır ve onları bir zillet kaplayacaktır. Onları Allah’tan kurtaracak hiçbir kimse yoktur. Yüzlerini sanki karanlık gecenin parçaları bürümüştür. İşte bunlar cehennemliktir ve orada ebedi kalacaklardır.
#
{27} لما ذكر أصحاب الجنة؛ ذكر أصحاب النار، فذكر أن بضاعتهم التي اكتسبوها في الدنيا هي الأعمال السيِّئة المُسْخِطَة لله من أنواع الكفر والتَّكذيب وأصناف المعاصي، فجزاؤهم سيئةٌ مثلها؛ أي: جزاء يسؤوهم بحسب ما عملوا من السيئات على اختلاف أحوالهم، {وترهَقُهم}؛ أي: تغشاهم {ذِلَّةٌ}: في قلوبهم وخوفٌ من عذاب الله لا يدفعه عنهم دافعٌ ولا يعصِمُهم منه عاصمٌ، وتسري تلك الذِّلَّة الباطنة إلى ظاهرهم، فتكون سواداً في وجوههم. {كأنَّما أغْشِيَتْ وجوههم قطعاً من الليل مظلماً أولئك أصحابُ النار هم فيها خالدونَ}: فكم بين الفريقين من الفَرْقِ! ويا بُعْدَ ما بينهما من التفاوت! {وجوهٌ يومئذ ناضرةٌ. إلى ربِّها ناظِرَةٌ. ووجوهٌ يومئذٍ باسرةٌ. تَظُنُّ أنْ يُفْعَلَ بها فاقرةٌ}، {وجوهٌ يومئذٍ مسفرةٌ. ضاحكةٌ مستبشرةٌ. ووجوهٌ يومئذٍ عليها غَبَرَةٌ. ترهَقُها قَتَرةٌ. أولئك هم الكفرة الفجرة}.
27. Yüce Allah cennetlikleri söz konusu ettikten sonra, cehennemlikleri de söz konusu etmekte ve onların dünya hayatında kazandıkları şeylerin, Yüce Allah’ı gazaplandıran çeşitli küfür, yalanlama ve türlü masiyetlerden oluşan kötü ameller olduğunu zikretmektedir. Onlaırn işledikleri
“bir kötülüğün cezası kendisi kadardır.” Yani onlara verilecek ve hoşlarına gitmeyecek olan ceza -değişik hallerine uyun olarak- işledikleri kötülüklere göre olacaktır.
“ve onları bir zillet kaplayacaktır.” Kalplerinde de Allah’ın azabından yana bir korku yer edecektir. Bu korkuyu onlardan hiç kimse uzaklaştıramayacak ve bu azaptan da kimse onları koruyamayacaktır. İçlerinde yer eden bu zillet dışlarına da yansıyacak ve yüzlerinde bir siyahlığa dönüşecektir.
“Yüzlerini sanki karanlık gecenin parçaları bürümüştür. İşte bunlar cehennemliktir ve orada ebedi kalacaklardır.”
Bu iki kesim arasında ne kadar büyük bir fark vardır! Bunların derecelerinin arası ne kadar da uzaktır!
“O günde yüzler var ki apaydınlıktır ve Rablerine bakarlar. O günde asık nice suratlar vardır ki kendilerine bel kemiklerini kıran çok belalı işler yapılacağını anlarlar.” (el-Kıyâme, 75/22-25) “O günde apaydınlık yüzler vardır, gülmekte, sevinmektedir. Yine o günde üzerlerini toz toprak kaplamış yüzler de vardır. Bunları da karanlık ve siyahlık kaplayacaktır. İşte bunlar kâfirlerin ve facirlerin ta kendileridir.” (Abese, 80/38-42)
{وَيَوْمَ نَحْشُرُهُمْ جَمِيعًا ثُمَّ نَقُولُ لِلَّذِينَ أَشْرَكُوا مَكَانَكُمْ أَنْتُمْ وَشُرَكَاؤُكُمْ فَزَيَّلْنَا بَيْنَهُمْ وَقَالَ شُرَكَاؤُهُمْ مَا كُنْتُمْ إِيَّانَا تَعْبُدُونَ (28) فَكَفَى بِاللَّهِ شَهِيدًا بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ إِنْ كُنَّا عَنْ عِبَادَتِكُمْ لَغَافِلِينَ (29) هُنَالِكَ تَبْلُو كُلُّ نَفْسٍ مَا أَسْلَفَتْ وَرُدُّوا إِلَى اللَّهِ مَوْلَاهُمُ الْحَقِّ وَضَلَّ عَنْهُمْ مَا كَانُوا يَفْتَرُونَ (30)}.
28-
O gün hepsini bir araya toplayacak sonra da şirk koşanlara: “Siz de Allah’a eş koştuklarınız da durun yerinizde!” diyeceğiz. Sonra onları tamamen birbirinden ayıracağız.
O zaman ortak koştukları da: “Siz bize tapmıyordunuz ki!” diyecekler.
29-
“Bizimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. Sizin ibadetinizden bizim haberimiz bile yoktu.”
30- İşte orada herkes önceden ne gönderdi ise onun imtihanını verecektir. Artık onlar gerçek mevlâları olan Allah’a döndürülmüşlerdir ve uydurmakta oldukları da kaybolup gitmiştir.
#
{28} يقول تعالى: {ويوم نَحْشُرُهم جميعاً}؛ أي: نجمع جميع الخلائق لميعاد يوم معلوم، ونحضِرُ المشركين وما كانوا يعبدون من دون الله، {ثم نقولُ للذين أشركوا مكانَكم أنتم وشركاؤكم}؛ أي: الْزَمُوا مكانكم ليقعَ التَّحاكمُ والفَصْلُ بينكم وبينهم، {فَزَيَّلْنا بينَهم}؛ أي: فرَّقنا بينهم بالبعد البدني والقلبي، فحصلت بينَهم العداوةُ الشديدةُ بعد أن بَذَلوا لهم في الدُّنيا خالص المحبَّة وصفو الوداد، فانقلبت تلك المحبَّة والولاية بغضاً وعداوة. وتبرأ شركاؤهم منهم وقالوا: {ما كنتُم إيَّانا تعبدونَ}: فإننا ننزِّه الله أن يكون له شريكٌ أو نديدٌ.
28.
“O gün hepsini bir araya toplayacak” Bütün mahlukatı belli bir günde bir araya toplayacak ve müşrikleri de Allah’tan başka tapındıklarını da huzura getirecek
“sonra da şirk koşanlara: Siz de Allah’a eş koştuklarınız da durun yerinizde!” mahkemeleşmek ve sizinle onlar arasında ilahî hükmün verilmesi için yerinizden ayrılmayın
“diyeceğiz.”
“Sonra onları tamamen birbirinden ayıracağız.” Aralarında bedenen de kalben de uzaklık meydana getireceğiz. Böylelikle dünya hayatında iken tapındıkları varlıklara içten sevgi duymalarına, son derece samimiyetle bağlı olmalarına rağmen âhirette aralarında bu derece ileri bir düşmanlık meydana gelecektir. O sevgi ve bağlılık, nefret ve düşmanlığa dönüşecektir.
“O zaman ortak koştukları da” kendilerini Allah'a eş koşanlardan uzak olduklarını belirterek:
“Siz bize tapmıyordunuz ki, diyecekler.” Biz, Yüce Allah’ı herhangi bir ortağı veya dengi bulunmasından tenzih ederiz.
#
{29} {فكفى بالله شهيداً بيننا وبينكم إن كُنَّا عن عبادتكم لَغافلين}: ما أمرناكم بها ولا دعوناكم لذلك، وإنما عبدتم من دعاكم إلى ذلك، وهو الشيطان؛ كما قال تعالى: {ألم أعْهَدْ إليكم يا بني آدمَ أن لا تعبُدوا الشيطان إنَّه لكم عدوٌّ مبينٌ}، وقال: {ويومَ يحشُرُهم جميعاً ثم يقولُ للملائكة أهؤلاءِ إيَّاكم كانوا يعبدُونَ. قالوا سبحانَكَ أنت وَلِيُّنا من دونِهِم بل كانوا يعبُدونَ الجِنَّ أكثرُهُم بهم مؤمنونَ}: فالملائكة الكرام والأنبياء والأولياء ونحوهم يتبرؤون ممَّن عبدهم يوم القيامة، ويتنصَّلون من دعائهم إياهم إلى عبادتهم، وهم الصادقون البارُّون في ذلك.
29.
“Bizimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. Sizin ibadetinizden bizim haberimiz bile yoktu.” Biz size böyle bir ibadeti emretmediğimiz gibi, böyle bir şeye de çağırmadık. Siz ancak sizi böyle bir ibadete çağırana ibadet etmiştiniz ki o da şeytandır.
Nitekim Yüce Allah şöye buyurmaktadır: “Ey Âdemoğulları! Şeytana tapmayın. Çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır, diye size emretmemiş miydim?” (Yâsîn, 36/60) Bir başka yerde de Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“O günde onların hepsini haşredecek, sonra da meleklere şöyle diyecek: Bunlar mı size ibadet ederlerdi? Melekler de diyecekler ki: Tenzih ederiz Seni, bizim velimiz onlar değil Sensin! Aksine onlar cinlere ibadet ediyorlardı, bunların çoğu onlara inanıyorlardı.” (Sebe, 34/40-41) Böylece şerefli melekler, peygamberler, Allah’ın gerçek dostları ve benzerleri, Kıyamet gününde kendilerine ibadet etmiş olanlardan uzaklaşacak, onları kendilerine tapmaya davet etme yönündeki iddiaları reddedeceklerdir. Onlar, bu söylediklerinde haklı olup doğruyu dile getirmiş olacaklardır.
#
{30} فحينئذٍ يتحسَّر المشركون حسرةً لا يمكن وصفها، ويعلمون مقدار ما قدَّموا من الأعمال وما أسلفوا من رديء الخصال، ويتبيَّن لهم يومئذٍ أنهم كانوا كاذبين، وأنهم مفترون على الله، قد ضلَّت عبادتهم واضمحلَّت معبوداتهم وتقطَّعت بهم الأسباب والوسائل، ولهذا قال: {هنالك}؛ أي: في ذلك اليوم، {تَبْلو كلُّ نفس ما أسلفتْ}: أي: تتفقَّد أعمالها وكسبها وتتبعه بالجزاء وتجازى بحسبه إن خيراً فخيرٌ وإن شرًّا فشرٌّ، {وضلَّ عنهم ما كانوا يفترونَ}: من قولهم بصحَّة ما هم عليه من الشرك، وأنَّ ما يعبدون من دون الله تنفعهم، وتدفع عنهم العذاب.
30. İşte o vakit müşrikler, anlatılması imkânsız bir pişmanlık duyacaklardır. İşlemiş oldukları amelleri görüp önceden göndermiş oldukları o kötü hasletleri bileceklerdir. O vakit kendilerinin yalan söylediklerini, Allah’a iftira etmiş olduklarını kavrayacaklardır. Bu ibadetlerinin boşa gittiğini, tapındıkları varlıkların kaybolup gittiğini, aralarındaki her türlü ilişki ve bağın da koparılıp paramparça olduğunu göreceklerdir.
İşte bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “İşte orada” yani o günde
“herkes önceden ne gönderdi ise onun imtihanını verecektir.” Kendi amellerini ve kazançlarını gözden geçirecek, arkasından da bunların cezalarını çekeceklerdir.
Amellerine göre ceza ve karşılık göreceklerdir: Hayır yaptılarsa hayır, şer yaptılarsa şer…
“Artık onlar gerçek mevlâları olan Allah’a döndürülmüşlerdir” tutturdukları şirkin doğruluğuna, Allah’tan başka ibadet ettikleri varlıkların kendilerine faydalı olup onlara gelecek azabı önleyeceğine dair
“uydurmakta oldukları” sözleri
“de kaybolup gitmiştir.”
{قُلْ مَنْ يَرْزُقُكُمْ مِنَ السَّمَاءِ وَالْأَرْضِ أَمَّنْ يَمْلِكُ السَّمْعَ وَالْأَبْصَارَ وَمَنْ يُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَيُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَيِّ وَمَنْ يُدَبِّرُ الْأَمْرَ فَسَيَقُولُونَ اللَّهُ فَقُلْ أَفَلَا تَتَّقُونَ (31) فَذَلِكُمُ اللَّهُ رَبُّكُمُ الْحَقُّ فَمَاذَا بَعْدَ الْحَقِّ إِلَّا الضَّلَالُ فَأَنَّى تُصْرَفُونَ (32) كَذَلِكَ حَقَّتْ كَلِمَتُ رَبِّكَ عَلَى الَّذِينَ فَسَقُوا أَنَّهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ (33)}.
31-
De ki: “Size gökten ve yerden rızık veren kimdir? Ya o gözlere ve kulaklara mâlik olan kimdir? Ölüden diriyi çıkartan ve diriden de ölüyü çıkartan kimdir? İşleri yerli yerince kim yönetiyor?” Hemen:
“Allah” diyeceklerdir. De ki: “O halde korkmaz mısınız?”
32- İşte gerçek rabbiniz olan Allah budur. Artık haktan sonra sapıklıktan başka ne vardır ki? O halde nasıl oluyor da döndürülüyorsunuz?
33- İşte böylece Rabbinin, fâsık olanlar hakkındaki
“Onlar iman etmezler” sözü gerçekleşmiş olmaktadır.
#
{31} أي: قل لهؤلاء الذين أشركوا بالله ما لم ينزِّلْ به سلطاناً محتجًّا عليهم بما أقرُّوا به من توحيد الرُّبوبية على ما أنكروه من توحيد الإلهية: {قُلْ من يرزُقكم من السماء والأرض}: بإنزال الأرزاق من السماء وإخراج أنواعها من الأرض وتيسير أسبابها فيها. {أم من يملِكُ السمع والأبصار}؛ أي: من هو الذي خلقهما وهو مالكهما؟ وخصَّهما بالذكر من باب التنبيه على المفضول بالفاضل، ولكمال شرفهما ونفعهما. {ومن يُخْرِجُ الحيَّ من الميِّت}؛ كإخراج أنواع الأشجار والنبات من الحبوب والنَّوى، وإخراج المؤمن من الكافر، والطائر من البيضة ... ونحو ذلك، {ويخرِجُ الميِّتَ من الحيِّ}: عكس هذه المذكورات. {ومن يدبِّر الأمرَ}: في العالم العلويِّ والسفليِّ، وهذا شاملٌ لجميع أنواع التدابير الإلهيَّة؛ فإنك إذا سألتهم عن ذلك؛ {فسيقولونَ اللهُ}: لأنهم يعترفون بجميع ذلك، وأنَّ الله لا شريك له في شيء من المذكورات، {فقل} لهم إلزاماً بالحجَّة: {أفلا تتَّقون}: الله فتُخْلِصون له العبادة وحدَه لا شريك له، وتخلَعون ما تعبدُون من دونِهِ من الأنداد والأوثان.
31. Yani Allah’a hakkında herhangi bir delil indirmediği şeyleri ortak koşan şu kimselere, ulûhiyetin tevhidini inkâr etmelerine rağmen rubûbiyetin tevhidini kabul etmelerini karşı bir delil getirmek sureti ile
“De ki: Size gökten” rızıkları indirmek sureti ile
“ve yerden” türlü rızıkları çıkarmak sureti ile ve rızık sebeplerini kolaylaştırmak yoluyla “rızık veren kimdir?”
“Ya o gözlere ve kulaklara malik olan kimdir?” Bunları yaratan ve bunlara mutlak sahip olan kimdir? Özellikle bunların söz konusu edilmesi, daha değerli ve üstün olanları zikredip daha aşağıdakilere dikkat çekmek kabilindendir. Bir de bunların değer ve faydalarına işaret etmek içindir.
“Ölüden diriyi çıkartan” tane ve tohumlardan çeşitli ağaç ve bitkileri, kâfirden mü’mini, yumurtadan kuşu vb. çıkaran
“ve diriden de ölüyü” sözü geçenlerin aksini
“çıkaran kimdir?”
“İşleri” gerek ulvi âlemde gerek süfli âlemde “yerli yerince kim yönetiyor?” Bu ise bütün ilâhî tedbir ve idare çeşitlerinin hepsini kapsamaktadır.
İşte sen onlara bütün bunları soracak olursan: “Hemen: Allah, diyeceklerdir.” Çünkü onlar, bütün bunları itiraf etmekte, Yüce Allah’ın sözü geçen bu hususların hiç birisinde ortağı bulunmadığını kabul etmektedirler.
O halde sen de onlara susturucu delili getirerek: “De ki: O halde” Allah’tan
“korkmaz mısınız?” O’ndan korup da ibadetinizi hiçbir kimseyi ortak koşmaksızın yalnızca O’na ihlasla yapmayacak ve O’nun dışında tapındığınız her türlü ortak ve putları bir kenara itmeyecek misiniz?!
#
{32} {فذلِكُم}: الذي وصف نفسه بما وصفها به {الله ربُّكم}؛ أي: المألوه المعبود المحمود المربِّي جميع الخلق بالنِّعم، وهو {الحقُّ فماذا بعد الحقِّ إلا الضلالُ}: فإنه تعالى المنفرد بالخلق والتدبير لجميع الأشياء، الذي ما بالعباد من نعمة إلا منه، ولا يأتي بالحسنات إلا هو، ولا يدفع السيئات إلا هو، ذو الأسماء الحسنى والصفات الكاملة العظيمة والجلال والإكرام. {فأنَّى تُصْرَفون}: عن عبادة مَنْ هذا وصفُه إلى عبادة الذي ليس له من وجوده إلا العدم ولا يملِكُ لنفسه نفعاً ولا ضرًّا ولا موتاً ولا حياةً ولا نُشوراً؛ فليس له من الملك مثقال ذرة، ولا شركة له بوجهٍ من الوجوه، ولا يشفع عند الله إلا بإذنه.
32.
“İşte” kendi zatını nitelendirdiği bu vasıflara sahip “gerçek rabbiniz olan” kendisine ibadet olunan, hamd olunan, bütün yaratıkları nimetleri ile besleyip büyüten
“Allah budur.” O hakkın, gerçeğin ta kendisidir.
“Artık haktan sonra sapıklıktan başka ne vardır ki?” Çünkü tek başına yaratan, her şeyi çekip çeviren, idare eden, kulların sahip olduğu bütün nimetleri yalnız kendisi veren O’dur. İyilikleri O’ndan başka veren olmadığı gibi, kötülükleri de O’ndan başka kimse bertaraf edemez. En güzel isimlere, en kâmil ve yüce vasıflara sahip olan, celal ve ikram sahibi olan O’dur.
“O halde nasıl oluyor da” bu sıfatlara sahip olana ibadet etmekten
“döndürülüyorsunuz” da, gerçek bir varlığa sahip olmayan, kendisine dahi fayda ve zararı olmayan, hiçbir şekilde ölüme, hayata ve öldükten sonra diriltme imkânına sahip bulunmayan varlıklara ibadete yöneliyorsunuz? Bu gibi batıl varlıkların zerre ağırlığı kadar bir şeye mülkiyetleri söz konusu değildir. Hiçbir şekilde bunların Allah’a ortaklıkları da yoktur. Allah nezdinde ise O’nun izni ile olmadıkça hiçbir kimse şefaatçi olamayacaktır. Yazıklar olsun O’na ortak koşanlara, vay haline O’nu inkâr edenlerin! Çünkü bunlar önce dinlerini kaybettiler, sonra akıllarını, hatta dünyalarını da âhiretlerini de kaybettiler.
Bu bakımdan Yüce Allah haklarında şöyle buyurmaktadır:
#
{33} فتبًّا لمن أشرك به، وويحاً لمن كفر به؛ لقد عَدِموا عقولَهم بعد أن عَدِموا أديانهم، بل فقدوا دنياهم وأخراهم، ولهذا قال تعالى عنهم: {كذلك حقَّت كلمةُ ربِّك على الذين فَسَقوا أنَّهم لا يؤمنون}: بعد أن أراهم الله من الآيات البيِّنات والبراهين النيِّرات ما فيه عبرةٌ لأولي الألباب وموعظةٌ للمتَّقين وهدىً للعالمين.
33.
“İşte böylece Rabbinin, fâsık olanlar hakkındaki “Onlar iman etmezler” sözü gerçekleşmiş olmaktadır.” Yüce Allah, onlara özlü akıl sahipleri için ibret, gerçek takvâlılara dair bir öğüt ve bütün alemlere bir hidâyet ihtiva eden onca açık âyetleri, belgeleri, parıl parıl parıldayan delilleri kendilerine göstermesine rağmen onlar iman etmezler.
{قُلْ هَلْ مِنْ شُرَكَائِكُمْ مَنْ يَبْدَأُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ قُلِ اللَّهُ يَبْدَأُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ فَأَنَّى تُؤْفَكُونَ (34) قُلْ هَلْ مِنْ شُرَكَائِكُمْ مَنْ يَهْدِي إِلَى الْحَقِّ قُلِ اللَّهُ يَهْدِي لِلْحَقِّ أَفَمَنْ يَهْدِي إِلَى الْحَقِّ أَحَقُّ أَنْ يُتَّبَعَ أَمَّنْ لَا يَهِدِّي إِلَّا أَنْ يُهْدَى فَمَا لَكُمْ كَيْفَ تَحْكُمُونَ (35) وَمَا يَتَّبِعُ أَكْثَرُهُمْ إِلَّا ظَنًّا إِنَّ الظَّنَّ لَا يُغْنِي مِنَ الْحَقِّ شَيْئًا إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ بِمَا يَفْعَلُونَ (36)}.
34-
De ki: “Allah’a ortak koştuklarınızın içinde yoktan yaratıp (ölümden) sonra da diriltecek biri mi var?” De ki:
“Oysa Allah, yoktan yaratır (ölümden) sonra da diriltir. O halde nasıl döndürülüyorsunuz?”
35-
De ki: “Peki, Allah'a ortak koştuklarınız içinde hakka ileten biri var mı?” De ki:
“Ama Allah hakka iletir. O halde acaba hakka ileten mi uyulmaya daha layıktır, yoksa kendisine yol gösterilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan mı? Ne oluyor size, nasıl (böyle yanlış) hükmediyorsunuz?”
36- Onların çoğu sadece zanna uyarlar. Zan ise hak olan hiçbir şeyin yerini tutmaz. Şüphesiz ki Allah yaptıklarını çok iyi bilendir.
#
{34} يقول تعالى مبيِّناً عجز آلهة المشركين وعدم اتِّصافها بما يوجب اتِّخاذها آلهةً مع الله: {قل هل مِنْ شركائِكم مَن يَبْدَأ الخلقَ}؛ أي: يبتديه، {ثم يُعيده}: وهذا استفهامٌ بمعنى النفي والتقرير؛ أي: ما منهم أحدٌ يبدأ الخلق ثم يعيدُه، وهي أضعف من ذلك وأعجزُ، {قل الله يبدأ الخَلْق ثم يُعيده}: من غير مشاركٍ ولا معاونٍ له على ذلك. {فأنَّى تؤفَكون}؛ أي: تصرفون وتُحرفون عن عبادة المنفرد بالابتداء والإعادة إلى عبادة مَنْ لا يَخْلُقُ شيئاً وهم يُخْلَقون.
34. Yüce Allah,
müşriklerin uydurma ilâhlarının âcizliklerini ve Allah ile birlikte ilâh edinilmelerini gerektirecek vasıflara sahip olmadıklarını beyan etmek üzere şöyle buyurmaktadır: “De ki: “Allah’a ortak koştuklarınızın içinde yoktan yaratıp” yaratmayı ilkin başlatıp
“(ölümden) sonra da diriltecek biri mi var?” Bu soru, nefy ve takrir anlamındadır. Yani onlar, arasında ilkin yaratmayı başlatıp sonra onu tekrar edip diriltecek hiçbir kimse yoktur. Çünkü onlar bunu yapamayacak kadar zayıf ve acizdirler.
“De ki: “Oysa Allah” ortağı söz konusu olmaksızın ve bu hususta yardımcısı bulunmaksızın yalnızca
“yoktan yaratır (ölümden) sonra da diriltir. O halde nasıl döndürülüyorsunuz?” Nasıl tek başına ilkin yaratan ve sonra onu tekrarlayan yüce Zat’a ibadetten döndürülüp de hiçbir şey yaratamayan, aksine kendileri yaratılmış olan varlıklara ibadete sapıyorsunuz?
#
{35} {قل هل من شركائِكُم من يَهْدي إلى الحقِّ}: ببيانه وإرشاده أو بإلهامه وتوفيقه، {قل اللهُ}: وحده {يَهْدي}: إلى الحقِّ بالأدلَّة والبراهين وبالإلهام والتوفيق والإعانة إلى سلوك أقوم طريق. {أمَّنْ لا يَهِدِّي}؛ أي: لا يهتدي {إلاَّ أن يُهْدى}: لعدم علمه ولضلاله، وهي شركاؤهم التي لا تهدي ولا تهتدي إلا أن تُهدى. {فما لكم كيف تحكُمون}؛ أي: أيُّ شيء جعلكم تحكمون هذا الحكم الباطل بصحَّة عبادة أحدٍ مع الله بعد ظهور الحجة والبرهان أنه لا يستحقُّ العبادة إلا الله وحدَه؟! فإذا تبيَّن أنه ليس في آلهتهم التي يعبُدون مع اللَّه أوصافٌ معنويَّة ولا أوصافٌ فعليَّة تقتضي أن تُعبد مع الله، بل هي متَّصفة بالنقائص الموجبة لبطلان إلهيَّتها؛ فلأيِّ شيء جُعِلتْ مع الله آلهة؟!
35.
“De ki: “Peki, Allah'a ortak koştuklarınız içinde hakka ileten” hakkı açıklayıp ona irşad eden yahut hakkı ilham eden ve onu izleme muvaffakiyetini veren
“biri var mı? De ki: Ama Allah” delilleri ile, belgeleri ile, onu izleme ilham ve muvaffakiyetini vermesi ile en doğru yolu izlemeye yardımcı olmak sureti ile tek başına
“hakka iletir.”
“O halde acaba hakka ileten mi uyulmaya daha layıktır, yoksa” bilgisizliği ve sapıklığı dolayısı ile
“kendisine yol gösterilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan mı?” Bunlar, Allah'a ortak koştukları ve başkasını doğruya iletemeyen, hatta kendileri doğruya iletilmedikçe kendi kendilerine doğru yolu da bulamayan varlıklardır.
“Ne oluyor size, nasıl (böyle yanlış) hükmediyorsunuz?” Bu batıl hükmü vermenize sebep olan şey nedir? Bunca delil ve belge yalnızca Allah’tan başka hiçbir kimsenin ibadeti hak etmediğini ortaya koyduktan sonra Allah ile beraber bir kimseye ibadetin doğru olduğunu iddia eden bu batıl hükmü, neye dayanarak veriyorsunuz? Allah ile birlikte tapındıkları ilahlarında Allah ile birlikte tapınmalarını gerektirecek manevi ya da fiili hiçbir vasıf bulunmadığı açıkça ortaya çıktığına ve bu ilahların ilahlıklarının batıl olmasını gerektiren türlü eksik vasıflara sahip oldukları da belli olduğuna göre bunlar,
Allah ile birlikte ne diye ilah olarak kabul edildiler?
Cevap: Bu, şeytanın insana en çirkin iftirayı ve en büyük sapıklığı süslemesi sonucu bunun bir gerçek olduğuna inandırması, insanın da buna alışması, bunu -gerçekle hiçbir ilgisi bulunmadığı halde- gerçek sanmasıdır.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah'ı bırakıp da başkalarına yalvaranlar, aslında koştukları ortaklara değil, ancak zanna uyuyorlar.” (Yunus, 10/66) Burada da şöyle buyurmaktadır:
#
{36} فالجواب: إنّ هذا من تزيين الشيطان للإنسان أقبحَ البهتان وأضلَّ الضلال، حتى اعتقد ذلك، وألفه، وظنَّه حقًّا وهو لا شيء، ولهذا قال: {وما يتَّبِعُ الذين يدعون من دون الله شركاء}؛ أي: ما يتبعون في الحقيقة شركاء لله؛ فإنه ليس لله شريكٌ أصلاً عقلاً ولا نقلاً، وإنَّما يتَّبِعون الظَّنَّ، و {إنَّ الظنَّ لا يغني من الحقِّ شيئاً}: فسمَّوها آلهة وعبدوها مع الله؛ {إن هي إلا أسماءٌ سمَّيْتموها أنتم وآباؤكم ما أنزلَ الله بها من سلطانٍ}. {إنَّ الله عليمٌ بما يفعلون}: وسيجازيهم على ذلك بالعقوبة البليغة.
36. Yani onlar gerçekte Allah’a ortak olan varlıklara uymuyorlar. Çünkü Allah’ın asla bir ortağı yoktur. Ne akıl ile ne nakil ile bunu ortaya koyan bir delil bulunmamaktadır. Dolayısıyla da
“Onların çoğu sadece zanna uyarlar. Zan ise hak olan hiçbir şeyin yerini tutmaz.” Onlar bu uydurma mabudlara ilah adını verdiler ve Allah ile birlikte onlara ibadet ettiler. Oysa
“onlar ancak sizin ve atalarınızın adlandırdığı ve Allah’ın kendileri hakkında hiçbir delil indirmediği birtakım isimlerden ibarettir.” (en-Necm, 53/23)
“Şüphesiz ki Allah yaptıklarını çok iyi bilendir” ve bu yaptıklarına karşılık en büyük cezayı verecektir.
{وَمَا كَانَ هَذَا الْقُرْآنُ أَنْ يُفْتَرَى مِنْ دُونِ اللَّهِ وَلَكِنْ تَصْدِيقَ الَّذِي بَيْنَ يَدَيْهِ وَتَفْصِيلَ الْكِتَابِ لَا رَيْبَ فِيهِ مِنْ رَبِّ الْعَالَمِينَ (37) أَمْ يَقُولُونَ افْتَرَاهُ قُلْ فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِثْلِهِ وَادْعُوا مَنِ اسْتَطَعْتُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ (38) بَلْ كَذَّبُوا بِمَا لَمْ يُحِيطُوا بِعِلْمِهِ وَلَمَّا يَأْتِهِمْ تَأْوِيلُهُ كَذَلِكَ كَذَّبَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ فَانْظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الظَّالِمِينَ (39) وَمِنْهُمْ مَنْ يُؤْمِنُ بِهِ وَمِنْهُمْ مَنْ لَا يُؤْمِنُ بِهِ وَرَبُّكَ أَعْلَمُ بِالْمُفْسِدِينَ (40) وَإِنْ كَذَّبُوكَ فَقُلْ لِي عَمَلِي وَلَكُمْ عَمَلُكُمْ أَنْتُمْ بَرِيئُونَ مِمَّا أَعْمَلُ وَأَنَا بَرِيءٌ مِمَّا تَعْمَلُونَ (41)}.
37- Bu Kur’ân, Allah’tan
(gelmeyip de) başkası tarafından uydurulmuş bir şey değildir. Fakat o, kendisinden öncekileri doğrulamakta ve o kitabı açıklamaktadır. Onda hiçbir şüphe yoktur. O, âlemlerin Rabbindendir.
38-
Yoksa onlar: “Onu kendisi uydurdu” mu diyorlar? De ki:
“O halde eğer doğru söyleyenler iseniz onun benzeri bir sûre getirin ve (bunun için) Allah’tan başka kimi (yardıma) çağırabilecekseniz çağırın!”
39- Hayır, onlar ilmini kavrayamadıkları ve te’vili kendilerine henüz gelmemiş bir şeyi yalanlamaktadırlar. Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Ama bak, zalimlerin sonu nasıl oldu!
40- Aralarından ona inanan kimseler de vardır, ona iman etmeyenler de vardır. Rabbin, fesatçıları en iyi bilendir.
41-
Eğer onlar seni yalanlarlarsa de ki: “Benim yaptığım bana, sizin yaptığınız da size. Siz, benim yaptıklarımdan uzaksınız, ben de sizin yaptıklarınızdan uzağım.”
#
{37} يقول تعالى: {وما كان هذا القرآن أن يُفْتَرى من دون الله}؛ أي: غير ممكن ولا متصوَّر أن يُفترى هذا القرآن على الله [تعالى]؛ لأنه الكتابُ العظيم، الذي لا يأتيه الباطل من بين يديه ولا من خلفه، تنزيلٌ من حكيمٍ حميدٍ، وهو الكتاب الذي لو اجتمعت الإنسُ والجنُّ على أن يأتوا بمثله لا يأتون بمثله ولو كان بعضُهم لبعض ظهيراً، وهو الكتاب الذي تكلَّم به ربُّ العالمين؛ فكيف يقدِرُ أحدٌ من الخلق أن يتكلم بمثله أو بما يقاربه والكلام تابع لعظمة المتكلم ووصفه؟!! فإن كان أحدٌ يماثل اللهَ في عظمتِهِ وأوصاف كمالِهِ؛ أمكن أن يأتي بمثل هذا القرآن، ولو تنزَّلنا على الفرض والتقدير، فتقوَّله أحدٌ على ربِّ العالمين؛ لعاجله بالعقوبة وبادره بالنَّكال.
ولكنَّ الله أنزل هذا الكتاب رحمةً للعالمين وحجَّةً على العباد أجمعين، أنزله {تصديقَ الذي بين يديه}: من كتب الله السماوية؛ بأن وافَقَها وصدَّقها بما شهدت به وبشَّرت بنزوله، فوقع كما أخبرت، {وتفصيلَ الكتاب}: للحلال والحرام والأحكام الدينيَّة والقدريَّة والإخبارات الصادقة. {لا ريبَ فيه من ربِّ العالمين}؛ أي: لا شكَّ ولا مِرْيَةَ فيه بوجهٍ من الوجوه، بل هو الحقُّ اليقين، تنزيلٌ من ربِّ العالمين، الذي ربَّى جميع الخلق بنعمه، ومن أعظم أنواع تربيته أن أنزلَ عليهم هذا الكتاب الذي فيه مصالحهم الدينيَّة والدنيويَّة، المشتمل على مكارم الأخلاق ومحاسن الأعمال.
37.
Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Bu Kur’ân, Allah’tan (gelmeyip de) başkası tarafından uydurulmuş bir şey değildir.” Bu Kur’ân’ı uydurup da Allah'a nispet etmek imkânsız bir şeydir ve düşünülemez. Çünkü o, öyle yüce bir kitaptır ki
“Önünden de arkasından da batıl ona erişemez. Hikmeti sonsuz, her hamde layık olan tarafından indirilmiştir.” (Fussilet, 41/42) Yine o, öyle bir Kitaptır ki
“Bir benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplansalar, birbirine yardımcı olsalar dahi yine bir benzerini getiremezler” (el-İsra, 17/88)
O, âlemlerin Rabbinin kelâmı olan bir Kitap’tır. Herhangi bir insanın onun gibi yahut ona yakın bir söz söylemesi nasıl mümkün olabilir? Çünkü söz, söyleyenin azametine ve sahip olduğu sıfatlara uygundur. Eğer azameti ve sıfatlarının kemali bakımından Allah’a benzer bir kimse varsa o takdirde onun, bu Kur’an’ın benzerini getirmesi de mümkün olur. Farz-ı muhal herhangi bir kimsenin, bu Kur’an’ı alemlerin Rabbi Allah’a iftira ederek uydurduğunu kabul etsek dahi Yüce Allah, onu derhal cezalandırır ve hiç vakit geçirmeden onu ibretli bir cezaya çarptırır.
“Fakat” Yüce Allah, bu Kitabı alemlere bir rahmet, bütün kullara karşı da bir delil olmak üzere indirmiştir ve “o, kendisinden öncekileri” daha önce Allah’ın indirmiş olduğu semavi kitapları, onlara uygun düşmek, onların tanıklık ettikleri hususları doğrulamak, ineceği yönündeki müjdelerini haklı çıkartıp onların haber verdikleri gibi indirilmek suretiyle
“doğrulamakta ve o kitabı” helâli, haramı, dinî ve kaderî hükümleri, doğru haberleri
“açıklamaktadır.”
“Onda hiçbir şüphe yoktur. O âlemlerin Rabbindendir.” Hakkında hiçbir şekilde şüphe ve tereddüt söz konusu değildir. Bilakis o, son derece kesin hakkın ta kendisidir.
“O” bütün yaratıkları nimetleri ile besleyip büyüten, terbiye eden “âlemlerin Rabbindendir.” Onun tarafından indirilmiştir. Yüce Allah’ın rubûbiyetinin en büyük tecellilerinden biri de insanların dini ve dünyevi maslahatlarını, üstün ahlaki değerleri ve güzel amelleri ihtiva eden bu Kitabı onlara indirmiş olmasıdır.
#
{38} {أم يقولون}؛ أي: المكذِّبون به عناداً وبغياً: {افتراه}: محمدٌ على الله واختلقه، {قل}: لهم ملزماً لهم بشيءٍ، إن قدروا عليه؛ أمكن ما ادَّعوه، وإلاَّ كان قولهم باطلاً: {فأتوا بسورةٍ مثلِهِ وادْعوا مَنِ استطعتُم من دون الله إن كنتُم صادقينَ}: يعاونكم على الإتيان بسورةٍ مثله، وهذا محالٌ، ولو كان ممكناً؛ لادَّعوا قدرتهم على ذلك، ولأتوا بمثله، ولكنْ لما بانَ عجزُهم؛ تبيَّن أن ما قالوه باطلٌ، لا حظَّ له من الحجة.
38.
“Yoksa onlar” yani haksızlık ederek ve inatlaşarak Kur'ân’ı yalanlayanlar:
“Onu” Muhammed, Allah’a iftira ederek “kendisi uydurdu, mu diyorlar?” Onlara, eğer güç yetirecek olurlarsa iddialarının mümkün olduğunu ortaya koyacak, aksi takdirde sözlerinin batıl olduğunu ortaya çıkaracak bağlayıcı bir hususa davet ederek
“de ki: O halde eğer doğru söyleyenler iseniz onun benzeri bir sûre getirin ve (bunun için) Allah’tan başka kimi (yardıma) çağırabilirseniz çağırın” da onun benzeri bir sûre getirmek üzere size yardımcı olsunlar. Ama böyle bir şey ise imkânsızdır. Çünkü eğer böyle bir şey mümkün olsa idi, hiç şüphesiz bunu yapabileceklerini iddia eder ve Kur'ân’ın bir benzerini ortaya koyarlardı. Ancak, onların buna güç yetiremedikleri açıkça ortaya çıktığına göre, söylediklerinin batıl olduğu ve delil olacak bir tarafının da bulunmadığı ortaya çıkmaktadır.
#
{39} والذي حملهم على التكذيب بالقرآن المشتمل على الحقِّ الذي لا حقَّ فوقه أنَّهم لم يحيطوا به علماً؛ فلو أحاطوا به علماً وفهِموه حقَّ فهمِهِ؛ لأذعنوا بالتصديق به، وكذلك إلى الآن لم يأتهم تأويلُهُ الذي وعدهم أن يُنْزِلَ بهم العذابَ، ويُحِلَّ بهم النَّكالَ، وهذا التكذيب الصادرُ منهم من جنس تكذيب مَن قَبْلِهم، ولهذا قال: {كذلك كذَّب الذين من قبلهم فانظُرْ كيف كان عاقبةُ الظالمينَ}: وهو الهلاك الذي لم يبقِ منهم أحداً؛ فليحذر هؤلاء أن يستمرُّوا على تكذيبهم، فيحلَّ بهم ما أحلَّ بالأمم المكذبين والقرون المهلكين.
وفي هذا دليلٌ على التثبُّت في الأمور، وأنه لا ينبغي للإنسان أن يبادِرَ بقَبول شيء أو ردِّه قبل أن يحيطَ به علماً.
39. Onları, hakkı içeren ve ondan öte hakkın bulunmadığı bu Kur’an-ı Kerim’i yalanlamaya iten neden onların, ilmini kavrayamadıkları bir şeyi yalanlamaya kalkışmalarıdır. Eğer onlar ilmini kuşatabilmiş olsalardı ve onu gereği gibi kavrasalardı, hiç şüphesiz onu doğrular ve ona itaatle boyun eğerlerdi. Aynı şekilde onlara şu ana kadar
“onun tevili” de gelmemiştir. Yani üzerlerine inmekle tehdit ettiği azap, kendilerini gelip bulacağını vaad ettiği ibretli ceza henüz onlara gelmemiştir. O nedenle yalanlamaya devam etmektedirler. Onların bu yalanlamaları ise kendilerinden öncekilerin yalanlamaları kabilindendir.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Onlardan öncekiler de böyle yalanlamışlardı. Ama bak, zalimlerin sonu nasıl oldu!” Zalimlerin sonu, geriye onlardan hiçbir kimseyi bırakmayan helak oluştur. İşte bunlar da yalanlamayı sürdürmekten sakınsınlar. Aksi takdirde onlara da yalanlayan ümmetlerin ve helâk edilmiş nesillerin başına gelenlerin aynısı gelir.
Bu buyrukta işleri iyice araştırıp tetkik etmek gerektiğine ve insanın herhangi bir şeyi iyice anlayıp kavramadan önce kabul veya reddetmekte aceleci davranmaması gerektiğine delil vardır.
#
{40} {ومنهم مَن يؤمنُ به}؛ أي: بالقرآن وما جاء به، {ومنهم من لا يؤمنُ به وربُّك أعلم بالمفسدين}: وهم الذين لا يؤمنون به على وجه الظُّلم والعناد والفساد، فسيجازيهم على فسادهم بأشدِّ العذاب.
40.
“Aralarından ona” Kur’ân-ı Kerim’e ve onun getirdiklerine
“inanan kimseler de vardır, ona iman etmeyenler de vardır. Rabbin fesatçıları en iyi bilendir.” Fesatçılar ise zulme saparak, inatlaşarak ve bozgunculuğa yönelerek Kur’ân’a iman etmeyen kimselerdir. İşte Yüce Allah onları bu fesatlarına karşılık en çetin azap ile cezalandıracaktır.
#
{41} {وإن كَذَّبوكَ}: فاستمرَّ على دعوتك، وليس عليك من حسابهم من شيء، وما من حسابِكَ عليهم من شيءٍ، لكلٍّ عمله. {فقل لي عملي ولكم عمُلكم أنتم بريئون مما أعملُ وأنا بريٌ مما تعملون}؛ كما قال تعالى: {مَنْ عَمِلَ صالحاً فلنفسِهِ ومن أساء فَعَلَيْها}.
41.
“Eğer onlar seni yalanlarlarsa” sen yine davetini sürdür, onların hesaplarından sana bir şey düşmediği gibi senin hesabından da onlara bir şey düşmez. Herkesin ameli kendine. O bakımdan
“de ki: Benim yaptığım bana, sizin yaptığınız da size. Siz, benim yaptıklarımdan uzaksınız, ben de sizin yaptıklarınızdan uzağım.” Bu, Yüce Allah’ın şu buyruğuna benzemektedir.
“Kim bir salih amel işlerse kendi lehinedir, kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir.” (Fussilet, 41/46; el-Casiye 45/15)
{وَمِنْهُمْ مَنْ يَسْتَمِعُونَ إِلَيْكَ أَفَأَنْتَ تُسْمِعُ الصُّمَّ وَلَوْ كَانُوا لَا يَعْقِلُونَ (42) وَمِنْهُمْ مَنْ يَنْظُرُ إِلَيْكَ أَفَأَنْتَ تَهْدِي الْعُمْيَ وَلَوْ كَانُوا لَا يُبْصِرُونَ (43) إِنَّ اللَّهَ لَا يَظْلِمُ النَّاسَ شَيْئًا وَلَكِنَّ النَّاسَ أَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ (44)}.
42- Onların içinde sana kulak verenler de vardır. Fakat sağırlara, üstelik akıllarını da kullanmıyorlarsa, sen nasıl duyuracaksın ki?!
43- Onların içinde sana bakanlar da vardır. Fakat körlere, üstelik basiretleri de yoksa, sen doğru yolu nasıl gösterebilirsin ki?!
44- Şüphe yok ki Allah, insanlara hiç zulmetmez. Fakat insanlar kendi kendilerine zulmederler.
#
{42} يخبر تعالى عن بعض المكذِّبين للرسول ولما جاء به: {و} إنَّ {منهم مَن يستمعون}: إلى النبيِّ - صلى الله عليه وسلم - وقت قراءته للوحي، لا على وجه الاسترشاد، بل على وجه التفرُّج والتكذيب وتطلُّب العثرات، وهذا استماعٌ غير نافع ولا مجدٍ على أهله خيراً، لا جرم انسدَّ عليهم باب التوفيق وحرموا من فائدة الاستماع، ولهذا قال: {أفأنت تُسْمِعُ الصُّمَّ ولو كانوا لا يعقلون}: وهذا الاستفهام بمعنى النفي المتقرِّر؛ أي: لا تُسمع الصمَّ الذين لا يستمعون القول ولو جهرتَ به، وخصوصاً إذا كان عقلُهم معدوماً؛ فإذا كان من المحال إسماع الأصمِّ الذي لا يعقل للكلام؛ فهؤلاء المكذِّبون كذلك ممتنعٌ إسماعك إيَّاهم إسماعاً ينتفعون به، وأما سماع الحجة؛ فقد سمعوا ما تقومُ عليهم به حجَّة الله البالغة؛ فهذا طريقٌ عظيمٌ من طرق العلم قد انسدَّ عليهم، وهو طريق المسموعات المتعلِّقة بالخبر.
42.
Allah Teala Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’i ve onun getirdiklerini yalanlayan bazı kimselerden söz ederek şöyle buyurmaktadır: “Onların içinde sana” Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e, vahyi okuduğu vakit doğru yolu bulmak kastı ile değil de seyretmek, yalanlamak, yanlışlıklarını tespit etmeye çalışmak maksadı ile
“kulak verenler de vardır.” Bu ise fayda vermeyen bir dinlemedir. Onun, bu şekilde dinleyenlere bir hayrı olmaz. Şüphesiz böylelerine karşı ilahî tevfikin kapıları kapanmıştır ve onlar, dinlemenin faydasını görmekten mahrum kılınmışlardır.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Fakat sağırlara, üstelik akıllarını da kullanmıyorlarsa, sen nasıl duyuracaksın ki?!” Bu soru, kesinleşmiş nefiy manasındadır. Yani sen, yüksek sesle söylesen bile işitmek istemeyen sağırlara işittiremezsin. Özellikle de böylelerinin aklı yoksa, hiç işittiremezsin. Sözü anlamayan sağır bir kimseye bir sözü işittirmek nasıl imkânsız bir şeyse bu yalanlayan kimselere de senin yararlanmalarını sağlayacak şekilde bir şeyler işittirmen öyle imkânsız bir şeydir. Delilin işitilmesine gelince onlar, Yüce Allah’ın daha ilerisi mümkün olmayan en üstün delilini kendilerine karşı açıkça ortaya konmuş şekilde işitmişlerdir.
İşte bu yol, ilim yolları arasında oldukça büyük bir yol olmakla birlikte onlar için kapanmış bulunmaktadır. Bu yol ise hayır ile ilgili işitilen şeylerden yararlanma yoludur.
#
{43} ثم ذكر انسداد الطريق الثاني، وهو طريق النظر فقال: {ومنهم من ينظرُ إليك}: فلا يفيدُه نظرُه إليك، ولا سَبَرَ أحوالك شيئاً فكما أنَّك لا تهدي العمي ولو كانوا لا يبصرون؛ فكذلك لا تهدي هؤلاء؛ فإذا فسدت عقولُهم وأسماعهم وأبصارهم التي هي الطرق الموصلة إلى العلم ومعرفة الحقائق؛ فأين الطريق الموصل لهم إلى الحق؟!
ودلَّ قوله: {ومنهم من ينظُرُ إليك ... } الآية: أن النظر إلى حالة النبيِّ - صلى الله عليه وسلم - وهديه وأخلاقه وأعماله وما يدعو إليه من أعظم الأدلَّة على صدقه وصحَّة ما جاء به، وأنَّه يكفي البصير عن غيره من الأدلة.
43. Daha sonra Yüce Allah,
onlar için ikinci yol olan görme yolunun da tıkanmış olduğunu söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Onların içinde sana bakanlar da vardır.” Fakat onların sana bakmalarının kendilerine bir faydası olmaz. Zira senin durumunu inceleyip tetkik etmezler. Sen basiretleri kapalı körleri hidâyet edemediğin gibi bunları da doğru yola iletemezsin.
İlme ve gerçekleri bilmeye ulaştıran yollar olan akılları,
kulakları ve gözleri işlevini yerine getirmediğine göre artık bunları hangi yol hakka ulaştırabilir ki?
Yüce Allah’ın: “Onların içinde sana bakanlar da vardır...” buyruğu şuna delildir: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in durumuna, onun yol göstericiliğine, ahlâkına, amellerine ve onun davet ettiği şeylere bakıp bunlar üzerinde düşünmek, doğru söylediğinin ve getirdiklerinin hak olduğunun en büyük delillerinden birisidir ve bu, basiret sahibi kimse için başka herhangi bir delile ihtiyaç bırakmayacak yeterliliktedir.
#
{44} وقوله: {إنَّ الله لا يظلِمُ الناس شيئاً}: فلا يزيدُ في سيِّئاتهم ولا يَنْقُص من حسناتهم، {ولكنَّ الناس أنفسهم يَظْلِمونَ}: يجيئهم الحقُّ قلا يقبلونه، فيعاقِبُهم الله بعد ذلك بالطبع على قلوبهم، والختم على أسماعهم وأبصارهم.
44.
“Şüphe yok ki Allah, insanlara hiç zulmetmez.” Onların günahlarını artırmadığı gibi iyiliklerini de azaltmaz.
“Fakat insanlar kendi kendilerine zulmederler.” Hak kendilerine gelmekle birlikte onu kabul etmezler. Yüce Allah bundan sonra kalplerini mühürlemek, kulaklarına ve gözlerine mühür vurmak sureti ile onları cezalandırır.
{وَيَوْمَ يَحْشُرُهُمْ كَأَنْ لَمْ يَلْبَثُوا إِلَّا سَاعَةً مِنَ النَّهَارِ يَتَعَارَفُونَ بَيْنَهُمْ قَدْ خَسِرَ الَّذِينَ كَذَّبُوا بِلِقَاءِ اللَّهِ وَمَا كَانُوا مُهْتَدِينَ (45)}.
45- Allah'ın onları haşredeceği o gün, sanki
(dünyada) ancak gündüzün bir saati kadar kalmışlar gibi
(gelecek onlara); birbirlerini tanıyacaklar. Allah’a kavuşmayı yalanlayanlar, hüsrana uğramışlardır ve doğru yolu da bulamamışlardır.
#
{45} يخبر تعالى عن سرعة انقضاء الدنيا، وأن الله تعالى إذا حشر الناس وجمعهم ليوم لا ريبَ فيه كأنَّهم ما لبثوا إلا ساعةً من نهار، وكأنَّه ما مرَّ عليهم نعيمٌ ولا بؤسٌ، وهم يتعارفون بينهم كحالهم في الدنيا؛ ففي هذا اليوم يربح المتَّقون، ويخسر {الذين كذَّبوا بلقاء الله وما كانوا مهتدين} إلى الصراط المستقيم والدين القويم حيث فاتهم النعيمُ، واستحقُّوا دخول النار.
45. Yüce Allah, dünya hayatının çabucak geçtiğini ve insanları gerçekleşeceğinde şüphe bulunmayan bir günde haşredip bir araya toplayacağı vakit onlara sanki dünyada ancak bir günün kısa bir süresi kadar kalmışlar gibi geleceğini, yine sanki dünyada hiçbir nimet ve hiçbir sıkıntı ile karşılaşmamış gibi bir kanaate sahip olacaklarını haber vermektedir. Onlar, dünya hayatında olduğu gibi birbirlerini tanıyacaklardır. O günde takvâ sahibi kimseler kâr edeceklerdir. Allah’a kavuşmayı yalanlayanlar ve dosdoğru yola, dosdoğru dine uymak sureti ile hidâyet bulmayanlar ise hüsrana uğrayacaklardır. Çünkü onlar, cennet nimetlerini elden kaçırmış ve cehenneme girmeyi hak etmiş olacaklardır.
{وَإِمَّا نُرِيَنَّكَ بَعْضَ الَّذِي نَعِدُهُمْ أَوْ نَتَوَفَّيَنَّكَ فَإِلَيْنَا مَرْجِعُهُمْ ثُمَّ اللَّهُ شَهِيدٌ عَلَى مَا يَفْعَلُونَ (46)}.
46- Onları tehdit ettiğimiz şeylerin bir kısmını sana göstersek de yahut
(bundan önce) senin ruhunu alsak da onların dönüşü yalnız Bize olacaktır. Hem Allah, yaptıklarına şahittir.
#
{46} أي: لا تحزن أيها الرسول على هؤلاء المكذِّبين، ولا تستعجلْ لهم؛ فإنهم لا بدَّ أن يصيبهم الذي نَعِدُهم من العذاب: إما في الدنيا فتراه بعينك وتَقَرُّ به نفسُك، وإما في الآخرة بعد الوفاء؛ فإنَّ مرجِعَهم إلى الله، وسينبِّئهم بما كانوا يعملون أحصاهُ [اللهُ] ونسوهُ، والله على كلِّ شيءٍ شهيدٌ؛ ففيه الوعيد الشديد لهم والتسلية للرسول الذي كذَّبه قومُه وعاندوه.
46. Yani ey Peygamber! Sen bu yalanlayanlar için üzülme, onlar hakkında acele de etme! Onları tehdit ettiğimiz azabın bunlara gelip çatması kaçınılmaz bir şeydir. Bu azap ya dünyada gelip onları bulacaktır ki sen de bunu gözlerinle görecek ve böylelikle için huzur bulacaktır yahut da bu azabı onlara ölümden sonra âhirette göstereceğiz. Her halükarda onların dönüşü Allah’adır. O da dünyada iken yaptıklarını kendilerine haber verecektir. Allah yaptıklarını tek tek tespit ettiği halde onlar unutmuşlardır. Allah, her şeye şahit olandır. Bu buyrukta hem onlara büyük bir tehdit vardır, hem de kavmi tarafından yalanlanan ve ona inatla karşı çıkılan Allah Rasûlüne de bir teselli vardır.
{وَلِكُلِّ أُمَّةٍ رَسُولٌ فَإِذَا جَاءَ رَسُولُهُمْ قُضِيَ بَيْنَهُمْ بِالْقِسْطِ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ (47) وَيَقُولُونَ مَتَى هَذَا الْوَعْدُ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ (48) قُلْ لَا أَمْلِكُ لِنَفْسِي ضَرًّا وَلَا نَفْعًا إِلَّا مَا شَاءَ اللَّهُ لِكُلِّ أُمَّةٍ أَجَلٌ إِذَا جَاءَ أَجَلُهُمْ فَلَا يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً وَلَا يَسْتَقْدِمُونَ (49)}.
47- Her ümmetin bir peygamberi vardır. Rasûlleri onlara geldiği zaman aralarında adaletle hükmedilir ve onlara zulmedilmez.
48-
“Eğer doğru söyleyenler iseniz bu tehdit ne zaman (gerçekleşecek)?” diyorlar.
49-
De ki: “Ben kendim için Allah’ın dilediğinden başka ne bir fayda sağlayabilirim, ne de bir zarar(ı defedebilirim). Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri geldiği zaman ne bir an ne geri kalabilirler ne de öne geçebilirler.”
#
{47} يقول تعالى: {ولكلِّ أمةٍ}: من الأمم الماضية {رسولٌ}: يدعوهم إلى توحيد الله ودينه. فإذا جاءهم {رسولُهم} بالآيات؛ صدَّقه بعضُهم وكذَّبه آخرون، فيقضي الله بينَهم بالقسط بنجاة المؤمنين وإهلاك المكذبين. {وهم لا يُظْلَمونَ}: بأن يعذَّبوا قبل إرسال الرسول وبيان الحجَّة، أو يعذَّبوا بغير جرمهم.
47. Geçmiş ümmetlerden
“her ümmetin” kendilerini Allah’ı tevhid etmeye ve Allah’ın dinini kabul etmeye çağıran
“bir peygamberi vardır. Rasûlleri” onlara âyet ve mucizelerle
“geldiği zaman” kimisi onu doğruladı, kimileri de yalanladı. Onların
“aralarında” Allah tarafından mü’minlerin kurtarılması ve yalanlayanların helak edilmesi şeklinde
“adaletle hükmedilir ve” peygamberlerin gönderilmesinden ve delillerin açıklanmasından önce yahut da suçsuz yere azap edilmek sureti ile
“onlara zulmedilmez.”
#
{48 ـ 49} فليحذر المكذِّبون لك من مشابهة الأمم المهلَكين فيحلَّ بهم ما حلَّ بأولئك ولا يستبطئوا العقوبة ويقولوا: {متى هذا الوعدُ إن كنتُم صادقينَ}: فإنَّ هذا ظلمٌ منهم؛ حيث طَلَبوه من النبيِّ - صلى الله عليه وسلم -؛ فإنه ليس له من الأمر شيءٌ، وإنما عليه البلاغ والبيان للناس، وأما حسابُهم وإنزال العذاب عليهم؛ فمن الله تعالى، يُنزَّلُ عليهم إذا جاء الأجلُ الذي أجَّله فيه والوقت الذي قدَّره فيه الموافقُ لحكمته الإلهية؛ فإذا جاء ذلك الوقت؛ لا يستأخرون ساعة ولا يستقدمون. فليحذرِ المكذِّبون من الاستعجال؛ فإنهم مستعجلون بعذاب الله الذي إذا نزل لا يُرَدُّ بأسُه عن القوم المجرمين. ولهذا قال:
48-49. Artık seni yalanlayanlar da helak edilen ümmetlere benzemekten sakınsınlar. O takdirde öncekilerin başına gelenlerin bir benzeri bunların da başına gelir.
Hiçbir zaman da kendilerine vaad edilen cezanın geciktiği kanaatine kapılarak: “Eğer doğru söyleyenler iseniz bu tehdit ne zaman (gerçekleşecek)?” demesinler. Çünkü bu bir zulümdür. Zira onlar, bu azabı peygamberden istemektedirler. Halbuki onun bu gibi işlerde bir yetkisi yoktur. Ona düşen insanlara tebliğ etmek ve açıklamaktır. Onların hesabını görmek ve onlara azap indirmek ise Allah’a aittir. Bu azap da Allah’ın tayin ettiği vade dolunca, O’nun ilahî hikmetine uygun olarak tespit ve takdir ettiği vakti gelince gelir. Bu zaman geldi mi de
“ne bir an ne geri kalabilirler ne de öne geçebilirler.” O bakımdan yalanlayanlar azabı çabuk istemekten çekinmelidirler. Çünkü onlar, aslında Allah’ın azabını acele istemektedirler ki bu azap bir indi mi, artık onun belası günahkârlar topluluğundan asla geri çevrilemez.
Bundan dolayı Yüce Allah devamla şöyle buyurmaktadır:
{قُلْ أَرَأَيْتُمْ إِنْ أَتَاكُمْ عَذَابُهُ بَيَاتًا أَوْ نَهَارًا مَاذَا يَسْتَعْجِلُ مِنْهُ الْمُجْرِمُونَ (50) أَثُمَّ إِذَا مَا وَقَعَ آمَنْتُمْ بِهِ آلْآنَ وَقَدْ كُنْتُمْ بِهِ تَسْتَعْجِلُونَ (51) ثُمَّ قِيلَ لِلَّذِينَ ظَلَمُوا ذُوقُوا عَذَابَ الْخُلْدِ هَلْ تُجْزَوْنَ إِلَّا بِمَا كُنْتُمْ تَكْسِبُونَ (52)}.
50-
De ki: “Eğer O’nun azabı geceleyin veya gündüzün size gelip çatsa (ne olacak), söyleyin bana o günahkârlar (böyle bir) azabın nesini acele isterler?”
51-
“(Başınıza) geldikten sonra mı ona iman edeceksiniz? (O zaman size şöyle denir:) Şimdi mi (iman ediyorsunuz)? Hani siz onun çabucak gelmesini istiyordunuz?”
52-
Sonra da zulmedenlere: “Ebedi azabı tadın! Siz ancak kazanmakta olduklarınızın karşılığı ile cezalandırılacaksınız?”
#
{50} يقول تعالى: {قل أرأيتُم إن أتاكُم عذابُه بياتاً}: وقت نومكم بالليل، {أو نهاراً}: في وقت غفلتكم، {ماذا يَسْتَعْجِلُ منه المجرمون}؛ أي: أيَّ بشارة استعجلوا بها، وأيَّ عقاب ابتدروه؟
50.
“De ki: Eğer O’nun azabı geceleyin” uyku vaktinizde
“veya gündüzün” gafil olduğunuz bir zamanda
“size gelip çatsa (ne olacak), söyleyin bana o günahkârlar (böyle bir) azabın nesini acele isterler?” Çabucak gelmesini istedikleri iyi bir şey midir, yoksa bir ceza mıdır?
(Bir düşünsünler!)
#
{51} {أثُمَّ إذا ما وقع آمنتُم به}: فإنه لا ينفع الإيمان حين حلول عذاب الله، ويقال لهم توبيخاً وعتاباً في تلك الحال التي زعموا أنهم يؤمنون: {آلآن}: تؤمنون في حال الشدَّة والمشقَّة، {وقد كنتُم به تستعجلونَ}: فإنَّ سنة الله في عباده أنه يعتبهم إذا استعتبوه قبل وقوع العذاب؛ فإذا وقع العذابُ؛ لا ينفع نفساً إيمانُها؛ كما قال تعالى عن فرعون لما أدركه الغرق: {قالَ آمنتُ أنَّه لا إله إلاَّ الذي آمنت به بنو إسرائيل وأنا من المسلمينَ}، وأنَّه يُقال له: {آلان وقد عصيتَ قبلُ وكنت من المفسدين}، وقال تعالى: {فلم يكُ ينفعُهم إيمانُهم لما رأوا بأسنا سُنَّةَ الله التي قد خَلَتْ في عبادِهِ}، وقال هنا: {أثُمَّ إذا ما وقع آمنتُم به آلآنَ}: تدَّعون الإيمان ، {وقد كنتُم به تستعجلون}: فهذا ما عملت أيديكم، وهذا ما استعجلتُم به.
51.
“(Başınıza) geldikten sonra mı ona iman edeceksiniz?” Allah’ın azabı gelip çattığında imanın faydası olmaz.
İman edeceklerini iddia ettikleri o durumda onlara bir azar ve çıkışma olmak üzere şöyle denir: “Şimdi mi?” şu zorluk ve sıkıntı halinde mi iman ediyorsunuz? “Hani siz onun çabucak gelmesini istiyordunuz?”
Allah’ın kulları hakkındaki sünneti/kanunu şudur: O, azabın gerçekleşmesinden önce kullar, mühlet isteyecek olurlarsa onlara mühlet verir; fakat azap gelip çattı mı artık hiç kimseye -eğer daha önce iman etmemiş ise- imanının faydası olmaz.
Nitekim Yüce Allah boğulma noktasına gelen Firavun hakkında şöyle buyurmaktadır: “Nihâyet boğulacağı anda: İsrailoğullarının iman ettiklerinden başka bir ilâhın olmadığına inandım, ben de müslümanlardanım., deyince ona şöyle dendi: “Şimdi mi? Halbuki sen bundan önce isyan etmiş ve fesatçılardan olmuştun.” (Yûnus, 10/90-91) Yine Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
“Ama bizim azabımızı gördüklerinde imanları onlara fayda vermedi. Bu, Allah’ın kulları hakkında geçerli olagelen sünnetidir/kanunudur.” (el-Mü’min, 40/85)
Yüce Allah burada da şöyle buyurmaktadır:
“(Başınıza) geldikten sonra mı ona iman edeceksiniz? Şimdi mi” iman ettiğinizi iddia ediyorsunuz?
“Hani siz onun çabucak gelmesini istiyordunuz?” İşte ellerinizin yaptıkları ve işte çabucak gelmesini istediğiniz şey!
#
{52} {ثم قيل للذين ظلموا}: حين يوفون أعمالهم يوم القيامة: {ذوقوا عذابَ الخُلْدِ}؛ أي: العذاب الذي تخلدون فيه، ولا يَفْتُرُ عنكم ساعة. {هل تُجْزَوْنَ إلا بما كنتُم تكسِبون}: من الكفر والتكذيب والمعاصي.
52.
“Sonra da zulmedenlere” kıyamet gününde amellerinin karşılığı kendilerine verileceği sırada:
“Ebedi azabı” yani içinde ebediyyen kalacağınız ve bir an dahi asla dindirilmeyecek olan bu azabı
“tadın! Siz ancak” küfür, yalanlamak ve masiyet türünden
“kazanmakta olduklarınızın karşılığı ile cezalandırılacaksınız?”
{وَيَسْتَنْبِئُونَكَ أَحَقٌّ هُوَ قُلْ إِي وَرَبِّي إِنَّهُ لَحَقٌّ وَمَا أَنْتُمْ بِمُعْجِزِينَ (53) وَلَوْ أَنَّ لِكُلِّ نَفْسٍ ظَلَمَتْ مَا فِي الْأَرْضِ لَافْتَدَتْ بِهِ وَأَسَرُّوا النَّدَامَةَ لَمَّا رَأَوُا الْعَذَابَ وَقُضِيَ بَيْنَهُمْ بِالْقِسْطِ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ (54) أَلَا إِنَّ لِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ أَلَا إِنَّ وَعْدَ اللَّهِ حَقٌّ وَلَكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ (55) هُوَ يُحْيِي وَيُمِيتُ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ (56)}.
53-
“Sahi, gerçek mi o?” diye senden haber sorarlar.
De ki: “Evet, Rabbim hakkı için o, kesinlikle haktır ve siz Allah’ı âciz bırakacak değilsiniz.”
54- Zulmeden herkes eğer yeryüzünde bulunan her şeye sahip olsaydı elbette onu
(azaptan kurtulmak için) fidye olarak verirdi. Onlar, azabı gördüklerinde pişmanlıklarını gizlerler. Aralarında adaletle hükmedilir ve kendilerine asla zulmedilmez.
55- İyi bilin ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Şunu da iyi bilin ki Allah’ın vaadi haktır. Fakat onların çoğu bilmezler.
56- O, diriltir ve öldürür. Siz O’na döndürüleceksiniz.
#
{53} يقول تعالى لنبيِّه - صلى الله عليه وسلم -: {ويستنبئونك أحقٌّ هو}؛ أي: يستخبرك المكذِّبون على وجه التعنُّت والعناد لا على وجه التبيُّن والاسترشاد. {أحقٌّ هو}؛ أي: أصحيح حشر العباد وبعثهم بعد موتهم ليوم المعاد وجزاء العباد بأعمالهم إن خيراً فخيرٌ وإن شرًّا فشرٌّ؟ {قل}: لهم مقسماً على صحَّته مستدلاًّ عليه بالدليل الواضح والبرهان: {إي ورَبِّي إنَّه لحقٌّ}: لا مِرْيَةَ فيه ولا شبهة تعتريه، {وما أنتُم بمعجِزين}: لله أن يبعثكم؛ فكما ابتدأ خلقكم ولم تكونوا شيئاً؛ كذلك يعيدكم مرَّة أخرى ليجازِيَكم بأعمالكم.
53.
Yüce Allah peygamberine hitaben şöyle buyurmaktadır: “Sahi, gerçek mi o?” diye senden haber sorarlar.” Yani yalanlayanlar -gerçeği açıkça anlamak ve doğruyu görmek kastı ile değil de- inatlaşmak ve zora koşma kastı ile senden bilgi almak isterler ve
“Sahi, gerçek mi o?” diye sorarlar. Yani kulların öldükten sonra diriltilecekleri ve amellerinin karşılıklarını görmek üzere tekrar kendilerine hayat verileceği, kulların amellerinin karşılığını hayırsa hayır, şer ise şer olarak göreceği doğru mudur?
Sen de bu konuda açık ve kesin deliller göstererek ve doğruluğuna dair yemin ederek onlara
“de ki: Evet, Rabbim hakkı için o, kesinlikle haktır.” Bunda en ufak bir tereddüt ve şüphe söz konusu değildir.
“Ve siz Allah’ı” sizi diriltmesine karşı koymak sureti ile
“âciz bırakacak değilsiniz.” Yokken sizi var edip yarattığı gibi amellerinizin karşılığını vermek için de sizi tekrar diriltecektir.
#
{54} {و} إذا كانت القيامة، فلو {أنَّ لكلِّ نفس ظلمتْ}: بالكفر والمعاصي جميع {ما في الأرض}: من ذهب وفضَّة وغيرهما؛ لتفتدي به من عذاب الله، {لافتدتْ به}: ولما نَفَعَها ذلك، وإنما النفع والضُّرُّ والثواب والعقاب على الأعمال الصالحة والسيئة، {وأسرُّوا}؛ أي: الذين ظلموا، {الندامةَ لما رأوا العذابَ}: ندموا على ما قدَّموا ولات حين مناص، {وقُضِيَ بينهم بالقِسْطِ}؛ أي: العدل التامِّ الذي لا ظلم ولا جور فيه بوجه من الوجوه.
54. Kıyamet günü geldiğinde dünyada iken küfür ve masiyete yönelmek sureti ile
“zulmeden herkes, eğer yeryüzünde bulunan” altın, gümüş ve onların dışındaki
“her şeye sahip olsaydı” ve Allah’ın azabından kurtulmak için bunu fidye olarak verme imkânı bulunsaydı
“elbette onu fidye olarak verirdi.” Ama bunun bile ona faydası olmazdı. Çünkü fayda ve zarar, mükâfaat ve ceza, salih ya da kötü amellere göre olacaktır.
O zulmedenler
“azabı gördüklerinde pişmanlıklarını gizlerler.” onlar yaptıklarına pişman olacaklardır ama o vakit kurtuluş vakti değildir.
“Aralarında” herhangi bir zulüm ve haksızlık söz konusu olmaksızın tam ve eksiksiz bir
“adaletle hükmedilir ve kendilerine asla zulmedilmez.”
#
{55} {ألا إن لله ما في السموات والأرض}: يحكم فيهم بحكمه الدينيِّ والقَدَريِّ، وسيحكم فيهم بحكمه الجزائيِّ، ولهذا قال: {ألا إنَّ وعدَ الله حقٌّ ولكن أكثرهم لا يعلمون}: فلذلك لا يستعدُّون للقاء الله، بل ربَّما لم يؤمنوا به، وقد تواترت عليه الأدلَّة القطعيَّة والبراهين النقليَّة والعقليَّة.
55.
“İyi bilin ki göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır.” Allah onlar hakkında dinî ve kaderî hükmünü vermektedir. Pek yakında da onlara amellerinin karşılığını vermek sureti ile cezaî hükmünü de verecektir.
Bundan dolayı daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Şunu da iyi bilin ki şüphesiz Allah’ın vaadi haktır. Fakat onların çoğu bilmezler.” Bundan dolayı da Allah’ın huzuruna çıkacakları vakte hazırlanmazlar. Hatta buna iman etmiyorlar belki de. Oysa bu konuda kat’i deliller ardı arkasına gelmiştir. Aklî ve naklî belgeler sayılamayacak kadar pek çoktur.
#
{56} {هو يُحيي ويُميتُ}؛ أي: هو المتصرِّف بالإحياء والإماتة وسائر أنواع التدابير لا شريك له في ذلك. {وإليه تُرجعون}: يوم القيامة، فيجازيكم بأعمالكم خيرها وشرِّها.
56.
“O, diriltir ve öldürür.” Yani diriltme ve öldürme ile diğer idare ve tasarruf türlerinde mutlak tasarruf sahibi O’dur, bunların hiçbirisinde O’nun hiçbir ortağı yoktur.
“Siz” Kıyamet gününde “O’na döndürüleceksiniz.” O da iyisi ile kötüsü ile amellerinizin karşılığını size verecektir.
{يَاأَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءَتْكُمْ مَوْعِظَةٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَشِفَاءٌ لِمَا فِي الصُّدُورِ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ (57) قُلْ بِفَضْلِ اللَّهِ وَبِرَحْمَتِهِ فَبِذَلِكَ فَلْيَفْرَحُوا هُوَ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ (58)}.
57- Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, kalplerde olanlara bir şifa, mü’minler için de bir hidâyet ve rahmet gelmiştir.
58-
De ki: “Allah’ın lütfu ve rahmeti ile işte yalnız bunlarla sevinsinler. Bu, onların topladıklarından daha hayırlıdır.”
#
{57} يقول تعالى مرغِّباً للخلقِ في الإقبال على هذا الكتاب الكريم بذكْر أوصافه الحسنة الضروريَّة للعباد فقال: {يا أيُّها الناس قد جاءتكم موعظةٌ من ربِّكم}؛ أي: تعظكم وتنذركم عن الأعمال الموجبة لسخط الله، المقتضية لعقابه، وتحذِّركم عنها ببيان آثارها ومفاسدها، {وشفاءٌ لما في الصدور}: وهو هذا القرآن، شفاءٌ لما في الصدور من أمراض الشهوات الصَّادة عن الانقياد للشرع، وأمراض الشُّبهات القادحة في العلم اليقينيِّ؛ فإنَّ ما فيه من المواعظ والترغيب والترهيب والوعد والوعيد مما يوجب للعبد الرغبة والرهبة، وإذا وُجِدَتْ فيه الرغبة في الخير والرَّهبة عن الشرِّ ونمتا على تكرُّر ما يرد إليها من معاني القرآن؛ أوجب ذلك تقديم مراد الله على مراد النفس، وصار ما يرضي اللهَ أحبَّ إلى العبد من شهوة نفسه، وكذلك ما فيه من البراهين والأدلَّة التي صرَّفها الله غاية التصريف وبيَّنها أحسن بيان مما يزيل الشُّبه القادحة في الحقِّ ويصل به القلب إلى أعلى درجات اليقين، وإذا صحَّ القلب من مرضه، ورَفَلَ بأثواب العافية؛ تبعتْه الجوارحُ كلُّها؛ فإنها تصلُح بصلاحه وتفسُد بفساده.
{وهدىً ورحمةٌ للمؤمنين}: فالهدى هو العلم بالحقِّ والعمل به، والرحمةُ هي ما يحصل من الخير والإحسان والثواب العاجل والآجل لمن اهتدى به؛ فالهدى أجلُّ الوسائل، والرحمةُ أكملُ المقاصد والرغائب، ولكنْ لا يهتدي به ولا يكون رحمةً إلاَّ في حقِّ المؤمنين، وإذا حصل الهدى وحلَّت الرحمة الناشئة عنه؛ حصلت السعادةُ والفلاح والربح والنجاح والفرح والسرور.
57. Yüce Allah, insanları bu Kitab’a yönelmeye teşvik etmek üzere bu Kitab-
ı Kerim’in güzel ve kullar için gerçekten zorunlu olan niteliklerini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Ey insanlar! Size Rabbinizden”, size öğüt veren, Allah’ın gazabını ve cezasını gerektiren amellere karşı sizi uyaran ve bu gibi amellerin de doğuracağı sonuçları ve kötülükleri açıklayarak sizi sakındıran
“bir öğüt, kalplerde olanlara bir şifa...” Bu Kur’an-ı Kerim kalplerde bulunan ve hem şeriata uymaktan alıkoyan arzulara ve şehevî hastalıklara hem de kesin bilgiye zarar veren şüphe hastalıklarına karşı bir şifadır. Çünkü Kur’an-ı Kerim’deki öğütler, teşvikler, korkutmalar, vaatler ve tehditler kulun hem ümide hem de korkuya sahip olmasına vesile olur. Kulun kalbinde hayra karşı bir arzu, kötülüklere karşı da bir korku meydana gelir, Kur’ân-ı Kerim’in bu konudaki buyrukları da tekrarlanarak bunlar gelişecek olursa bu, Yüce Allah’ın muradını nefsin isteklerinden önde tutmayı gerektirir. Böylece kul, Allah’ı razı ve hoşnut kılacak şeyleri kendi nefsinin arzularından daha çok sever. Aynı şekilde Kur’an-ı Kerim’de bulunan ve Yüce Allah’ın en mükemmel şekilde tekrarladığı ve açıkladığı kat’i deliller ve belgeler de hakka yöneltilebilecek tüm şüpheleri ortadan kaldırır. Kalbi yakînin en yüksek dereceye ulaştırır. Kalp, hastalığından kurtulup sağlığına kavuşur ve esenlik elbiselerine bürünecek olursa bütün azalar da ona uyar. Çünkü azalar, kalbin düzelişi ile düzelir, bozulması ile bozulurlar.
“Mü’minler için de bir hidâyet ve bir rahmet gelmiştir.” Hidâyet, hakkı bilmek ve hakkın gereğince amel etmektir. Rahmet ise Kur’ân ile hidâyet bulan kimselerin nail oldukları hayır, ihsan, dünyevî ve uhrevî mükâfattır. Hidâyet, yolların en üstün ve değerlisidir. Rahmet de maksat ve arzuların en mükemmelidir. Ancak Kur’ân ile hidâyet bulmak, yalnızca mü’minler için söz konusudur ve yalnızca mü’minler hakkında Kur’ân-ı Kerim bir rahmettir. Hidâyet gerçekleşip de bundan doğan rahmet, kişiye eriştiği takdirde artık mutluluk, kurtuluş, kâr, başarı, sevinç ve neşe de tahakkuk eder.
Bundan dolayı Yüce Allah bunlarla sevinmeyi emrederek şöyle buyurmaktadır:
#
{58} ولذلك أمر تعالى بالفرح بذلك، فقال: {قلْ بفضل الله}: الذي هو القرآنُ، الذي هو أعظم نعمة ومِنَّة وفضل تفضَّل الله به على عباده، ورحمتِهِ: الدين والإيمان وعبادة الله ومحبَّته ومعرفته. {فبذلك فَلْيَفْرَحوا هو خيرٌ مما يجمعون}: من متاع الدُّنيا ولذَّاتها؛ فنعمة الدين المتَّصلة بسعادة الدارين لا نسبة بينها وبين جميع ما في الدُّنيا مما هو مضمحلٌّ زائل عن قريب. وإنَّما أمر الله تعالى بالفرح بفضله ورحمته؛ لأنَّ ذلك مما يوجب انبساط النفس ونشاطها وشكرها لله تعالى وقوَّتها وشدَّة الرغبة في العلم والإيمان الداعي للازدياد منهما، وهذا فرحٌ محمودٌ؛ بخلاف الفرح بشهوات الدُّنيا ولذَّاتها أو الفرح بالباطل؛ فإنَّ هذا مذمومٌ؛ كما قال تعالى عن قوم قارون له: {لا تَفْرَحْ إنَّ الله لا يحبُّ الفرحين}، وكما قال تعالى في الذين فرحوا بما عندهم من الباطل المناقض لما جاءت به الرسل: {فلَّما جاءتْهم رسلُهم بالبيِّناتِ فرحوا بما عندَهم من العلم}.
58.
“De ki: Allah’ın lütfu” yani Allah’ın kullarına lütfedip ihsan buyurduğu nimetlerinin ve lütuflarının en büyüğü olan Kur’an-ı Kerim
“ve” din, iman, Allah’a ibadet, O’nu sevmek ve O’nu tanımak olan “rahmeti ile işte yalnız bunlarla sevinsinler. Bu, onların topladıklarından” dünya mallarından ve zevklerinden
“daha hayırlıdır.” Çünkü hem dünya hem âhiret mutluluğunu içeren din nimeti, gelip geçici ve kısa bir süre sonra zeval bulacak olan tüm dünya mülkü kıyas bile kabul etmez. Şanı Yüce Allah’ın, kendi lütuf ve rahmeti ile sevinmeyi emretmesi, sevincin ruhun rahatlamasını, gayrete gelmesini, Yüce Allah’a şükredip güçlenmesini ve bunların daha da artmasını sağlayan ilim ve imana rağbeti artırmasına vesile olmasındandır. Bu, övülen bir sevinmedir ve dünyanın arzu ve lezzetleri dolayısı ile yahut da batıl ile sevinmekten farklıdır. Zira bu sonuncusu
(şımarıklıktır ve) yerilen bir şeydir. Nitekim Yüce Allah,
Kârûn’un kavminin ona: “Şımarma! Çünkü Allah şımaranları sevmez.” (el-Kasas, 28/76) dediklerini nakletmektedir. Yine Yüce Allah,
peygamberlerin getirdikleri hakka zıt olan batılla sevinip şımaranlarla ilgili olarak da şöyle buyurmaktadır: “Peygamberleri onlara apaçık deliller ile geldiklerinde onlar sahip oldukları ilim dolayısı ile şımardılar.” (el-Mü’min, 40/83)
{قُلْ أَرَأَيْتُمْ مَا أَنْزَلَ اللَّهُ لَكُمْ مِنْ رِزْقٍ فَجَعَلْتُمْ مِنْهُ حَرَامًا وَحَلَالًا قُلْ آللَّهُ أَذِنَ لَكُمْ أَمْ عَلَى اللَّهِ تَفْتَرُونَ (59) وَمَا ظَنُّ الَّذِينَ يَفْتَرُونَ عَلَى اللَّهِ الْكَذِبَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّ اللَّهَ لَذُو فَضْلٍ عَلَى النَّاسِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَشْكُرُونَ (60)}.
59-
De ki: “Allah’ın sizin için indirdiği ve (kendi arzularınıza göre) bir kısmını haram bir kısmını da helâl yaptığınız rızka ne diyeceksiniz?” De ki:
“Allah mı size izin verdi yoksa Allah’a iftira mı ediyorsunuz?”
60- Yalan uydurup Allah’a iftira edenler, Kıyamet günü ne
(olacağını) zannediyorlar? Şüphesiz ki Allah insanlara karşı lütufkârdır. Fakat onların çoğu şükretmezler.
#
{59} يقول تعالى منكراً على المشركين الذين ابتدعوا تحريم ما أحلَّ الله وتحليلَ ما حرَّمه: {قلْ أرأيتُم ما أنزل الله لكم من رزقٍ}؛ يعني: أنواع الحيوانات المحلَّلة التي جعلها الله رزقاً لهم ورحمة في حقِّهم، قل لهم موبِّخاً على هذا القول الفاسد: {آللهُ أذِنَ لكم أم على الله تفترونَ}: ومن المعلوم أنَّ الله لم يأذنْ لهم؛ فعُلِمَ أنهم مفترون.
59. Şanı Yüce Allah, kendisinin helâl kıldığını haram,
haram kıldığını da helâl kılmak şeklinde uydurma hükümler ortaya koyan müşriklerin tutumunu reddederek şöyle buyurmaktadır: “De ki: “Allah’ın sizin için indirdiği ve (kendi arzularınıza göre) bir kısmını haram bir kısmını da helâl yaptığınız rızka ne diyeceksiniz?” Yani Yüce Allah’ın size bir rızık ve bir rahmet olmak üzere yaratmış ve helâl kılmış olduğu çeşitli hayvan türleri hakkında yaptığınız bu uygulama nedir? Sen, onlara bu bozuk görüşleri dolayısı ile azarlayıcı bir üslupla
“de ki: Allah mı size izin verdi yoksa Allah’a iftira mı ediyorsunuz?” Bilindiği gibi Yüce Allah, bu konuda onlara izin vermemiştir. O halde onların iftiracı oldukları ortaya çıkmaktadır.
#
{60} {وما ظنُّ الذين يفترون على الله الكذبَ يوم القيامة}: أن يفعل الله بهم من النَّكال ويُحِلَّ بهم من العقاب؛ قال تعالى: {ويومَ القيامة ترى الذين كذبوا على الله وجوهُهُم مسودَّةٌ}.
{إنَّ الله لذو فضل على الناس}: كثير وذو إحسان جزيل. ولكنَّ أكثر الناس لا يشكرون، إما أن لا يقوموا بشكرها، وإما أن يستعينوا بها على معاصيه، وإما أن يحرِّموا منها، ويردُّوا ما منَّ الله به على عباده، وقليلٌ منهم الشاكر الذي يعترف بالنعمة، ويثني بها على الله، ويستعين بها على طاعته.
ويستدل بهذه الآية على أنَّ الأصل في جميع الأطعمة الحلُّ؛ إلاَّ ما وَرَدَ الشرع بتحريمه؛ لأن الله أنكر على من حرَّم الرزق الذي أنزله لعباده.
60.
“Yalan uydurup Allah’a iftira edenler, Kıyamet günü ne (olacağını) zannediyorlar?” Allah’ın kendilerine nasıl bir azapta bulunacağını ve kendilerini ne şekilde cezalandıracağını düşünüyorlar.
Zira Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Kıyamet gününde Allah’a yalan söyleyenleri, yüzleri kapkara bir halde görürsün.” (ez-Zümer, 39/60)
“Şüphesiz ki Allah insanlara karşı” oldukça
“lütufkârdır.” Onlara bol bol ihsanlarda bulunandır.
“Fakat onların çoğu şükretmezler.” Onlar ise ya bu nimetlerin ve ihsanların şükrünü yerine getirmezler yahut da o nimetleri Allah’a isyan yolunda kullanırlar veyahut da bunların bazılarını haram kılarak Allah’ın kullarına olan lütuf ve ihsanını reddederler. Allah’ın nimetlerini itiraf edip bundan dolayı Yüce Allah’a hamd-ü senada bulunan, bunları Allah’a itaat yolunda değerlendiren ve şükreden kişiler ise pek azdır.
Bu âyet-i kerime, bütün yiyeceklerde aslolanın mubahlık olduğuna delildir. Ancak Allah’ın haram olduğunu bildirdikleri müstesnâdır. Çünkü Yüce Allah, kulları için indirmiş olduğu rızkı haram kılanların bu tutumlarına karşı çıkmakta ve bunu reddetmektedir.
{وَمَا تَكُونُ فِي شَأْنٍ وَمَا تَتْلُو مِنْهُ مِنْ قُرْآنٍ وَلَا تَعْمَلُونَ مِنْ عَمَلٍ إِلَّا كُنَّا عَلَيْكُمْ شُهُودًا إِذْ تُفِيضُونَ فِيهِ وَمَا يَعْزُبُ عَنْ رَبِّكَ مِنْ مِثْقَالِ ذَرَّةٍ فِي الْأَرْضِ وَلَا فِي السَّمَاءِ وَلَا أَصْغَرَ مِنْ ذَلِكَ وَلَا أَكْبَرَ إِلَّا فِي كِتَابٍ مُبِينٍ (61)}.
61- Sen, herhangi bir işte bulunsan, Kur’ân’dan herhangi bir şey okusan ve siz
(ey insanlar) herhangi bir iş yapsanız, o işe daldığınızda Biz mutlaka üzerinizde şahidizdir. Zira yerde olsun, gökte olsun zerre ağırlığınca bir şey Rabbinden gizli kalmaz. Bundan daha küçük ya da daha büyük her ne varsa mutlaka hepsi apaçık bir kitaptadır.
#
{61} يخبر تعالى عن عموم مشاهدته واطِّلاعه على جميع أحوال العباد في حركاتهم وسَكَناتهم، وفي ضمن هذا الدعوة لمراقبته على الدوام، فقال: {وما تكونُ في شأنٍ}؛ أي: حال من أحوالك الدينيَّة والدنيويَّة، {وما تتلو منه من قرآنٍ}؛ أي: وما تتلو من القرآن الذي أوحاه الله إليك، {ولا تعملون من عمل}: صغيرٍ أو كبيرٍ، {إلاَّ كنَّا عليكم شهوداً إذ تُفيضون فيه}؛ أي: وقت شروعكم فيه واستمراركم على العمل به، فراقبوا الله في أعمالكم، وأدُّوها على وجه النصيحة والاجتهاد فيها، وإيَّاكم وما يَكره الله تعالى؛ فإنه مطَّلع عليكم عالمٌ بظواهركم وبواطنكم. {وما يعزُبُ عن ربِّك}؛ أي: ما يُغابُ عن علمه وسمعه وبصره ومشاهدته {من مثقال ذرَّةٍ في الأرض ولا في السماء ولا أصغرَ من ذلك ولا أكبرَ إلا في كتابٍ مُبين}؛ أي: قد أحاط به علمُه وجرى به قلمُه. وهاتان المرتبتان من مراتب القضاء والقدر كثيراً ما يُقرِنُ الله بينهما، وهما العلم المحيط بجميع الأشياء وكتابته المحيطة بجميع الحوادث؛ كقوله تعالى: {ألم تَعْلَمْ أنَّ الله يعلمُ ما في السماء والأرض إنَّ ذلك في كتابٍ إنَّ ذلك على الله يسيرٌ}.
61. Yüce Allah, her şeyi müşahade ettiğini, kulların hareket hallerinde, hareketsizlik hallerinde bütün durumlarına muttali olduğunu haber vermektedir. Bildirdiği bu gerçeğin kapsamı içerisine sürekli olarak Allah’ın gözetimi altında olduğunu
(murakabe) hatırdan uzak tutmamaya bir çağrı vardır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Sen, herhangi bir işte bulunsan” dinî ya da dünyevî herhangi bir iş yapsan
“Kur’ân’dan herhangi bir şey okusan” Allah’ın sana vahyetmiş olduğu Kur’ân’dan bir bölüm okusan
“ve siz (ey insanlar)” küçük ya da büyük
“herhangi bir iş yapsanız, o işe daldığınızda” o işe başladığınızda ve onu işlemeye devam ettiğinizde
“Biz mutlaka üzerinize şahidizdir.” O halde siz amellerinizde Allah’ın gözetimi altında olduğunuzu bilin. O bakımdan amellerinizi samimi olarak, ihlasla ve bu konuda bütün gayretinizi ortaya koyarak edâ edin. Yüce Allah’ın hoşlanmadığı şeylerden de alabildiğine sakının. Çünkü O, sizi görür ve sizin açığa vurduğunuzu da gizlediğinizi de bilir.
“Zira yerde olsun, gökte olsun zerre ağırlığınca bir şey Rabbinden” onun ilminden, işitmesinden, görmesinden ve gözetmesinden
“gizli kalmaz. Bundan daha küçük ya da daha büyük her ne varsa mutlaka hepsi apaçık bir kitaptadır.” Yani Yüce Allah’ın ilmi onu kuşatmış ve kalemi de bunu yazmıştır. Bunlar, Yüce Allah’ın çoğunlukla bir arada söz konusu ettiği kaza ve kaderin iki ayrı mertebesidir. Bu mertebelerin biri, Yüce Allah’ın her şeyi kuşatan ilmidir, diğeri ise bütün olayları çevreleyen yazısıdır.
Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Bilmez misin ki Allah, gökte ve yerde olan her şeyi bilir. Şüphesiz ki bütün bunlar bir kitaptadır. Gerçekten bu, Allah’a çok kolaydır.” (el-Hacc, 22/70)
{أَلَا إِنَّ أَوْلِيَاءَ اللَّهِ لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ (62) الَّذِينَ آمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ (63) لَهُمُ الْبُشْرَى فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَفِي الْآخِرَةِ لَا تَبْدِيلَ لِكَلِمَاتِ اللَّهِ ذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ (64)}.
62- Haberiniz olsun ki Allah’ın dostlarına hiçbir korku yoktur ve onlar üzülecek de değildirler.
63- Onlar, iman edip takvâlı olanlardır.
64- Müjde, dünya hayatında da âhirette de onlar içindir. Allah’ın sözlerinde asla değişiklik olmaz. İşte en büyük kurtuluş, budur.
#
{62} يخبر تعالى عن أوليائه وأحبائه ويذكر أعمالهم وأوصافهم وثوابهم، فقال: {ألا إنَّ أولياء الله لا خوفٌ عليهم}: فيما يستقبلونه مما أمامهم من المخاوف والأهوال، {ولا هم يحزنونَ}: على ما أسلفوا؛ لأنهم لم يسلِفوا إلاَّ صالح الأعمال، وإذا كانوا لا خوفٌ عليهم ولا هم يحزنون؛ ثبت لهم الأمنُ والسعادةُ والخير الكثير الذي لا يعلمه إلا الله تعالى.
62. Şanı Yüce Allah, gerçek dostlarından ve gerçek sevenlerinden haber vermekte, onların amellerini,
niteliklerini ve mükâfatlarını da şöylece bildirmektedir: “Haberiniz olsun ki Allah’ın dostlarına” ileride karşılaşılacak korku ve dehşetli hallerden yana onlara
“hiçbir korku yoktur ve onlar” geride bıraktıkları için
“üzülecek de değildirler.” Çünkü onlar, geride salih amellerden başka bir şey bırakmamışlardır. Onlar hakkında korku söz konusu olmayacağına ve üzülmeyeceklerine göre onlar için güvenlik, mutluluk ve Yüce Allah’tan başka hiçbir kimsenin bilmediği pek çok hayırlar söz konusu olacaktır. Daha sonra Yüce Allah,
onların niteliklerini zikrederek şöyle buyurmaktadır:
#
{63} ثم ذكر وصفَهم، فقال: {الذين آمنوا}: بالله وملائكته وكتبه ورسله واليوم الآخر وبالقدر خيره وشرِّه، وصدَّقوا إيمانهم باستعمال التقوى بامتثال الأوامر واجتناب النواهي؛ فكلُّ من كان مؤمناً تقيًّا؛ كان لله تعالى وليًّا.
63.
“Onlar” Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, hayrı ve şerri ile kadere “iman edip takvâlı olanlardır.” Emirleri yerine getirmek, yasaklardan kaçınmak sureti ile takvalı davranarak imanlarını tasdik edenlerdir. Buna göre takvalı olan her mü’min, Yüce Allah’ın velisi/dostudur.
#
{64} و {لهم البُشرى في الحياة الدنيا وفي الآخرة}: أما البشارة في الدُّنيا؛ فهي الثناء الحسن والمودَّة في قلوب المؤمنين والرؤيا الصالحة وما يراه العبد من لطف الله به وتيسيره لأحسن الأعمال والأخلاق وصرفه عن مساوئ الأخلاق، وأما في الآخرة؛ فأولها البشارة عند قبض أرواحهم؛ كما قال تعالى: {إنَّ الذين قالوا ربُّنا الله ثم استقاموا تتنزَّلُ عليهم الملائكة ألا تخافوا ولا تحزنوا وأبشروا بالجنَّة التي كنتُم توعَدون}: وفي القبر ما يُبَشَّر به من رضا الله تعالى والنعيم المقيم، وفي الآخرة تمام البشرى بدخول جنات النعيم والنجاة من العذاب الأليم. {لا تبديلَ لكلماتِ الله}: بل ما وعد الله؛ فهو حقٌّ لا يمكن تغييره ولا تبديله؛ لأنَّه الصادق في قيله، الذي لا يقدر أحدٌ أن يخالفه فيما قدره وقضاه. {ذلك هو الفوزُ العظيمُ}: لأنه اشتمل على النجاة من كلِّ محذور، والظَّفر بكل مطلوب محبوب، وحَصَرَ الفوز فيه؛ لأنه لا فوز لغير أهل الإيمان والتقوى.
والحاصل أنَّ البُشرى شاملةٌ لكل خير وثواب رتَّبه الله في الدنيا والآخرة على الإيمان والتقوى، ولهذا أطلق ذلك فلم يقيِّده.
64. İşte bu bakımdan
“Müjde, dünya hayatında da âhirette de onlar içindir.” Dünyadaki müjde; güzel övgü, mü’minlerin kalplerindeki sevgi ve salih
(doğru çıkan) rüyalardır; kulun, Allah’tan gördüğü lütuflar, en güzel amellere, en güzel ahlaka sahip olmasının kolaylaştırılması ve kötü ahlaktan alıkonulmasıdır. Âhiretteki müjdeye gelince bunun ilki, ruhlarının kabzedilmeleri esnasındaki müjdedir. Nitekim Yüce Allah,
şöyle buyurmaktadır: “Muhakkak: Rabbim Allah’tır, deyip sonra dosdoğru olanların üzerine melekler: Korkmayın, üzülmeyin ve size vaadolunan cennetle sevinin, diyerek inerler.” (Fussilet, 41/30) Kabirde de kişiye Yüce Allah’ın rızası ve ebedi kalıcı nimetlerin müjdesi verilir. Âhirette de nimet dolu cennetlere girmek ve can yakıcı azaptan kurtuluş ile tamamlanıp kemale erer.
“Allah’ın sözlerinde asla değişiklik olmaz.” Aksine Allah’ın vaadi, gerçeğin ta kendisidir, onun değişikliğe uğramasına ve değiştirilmesine imkân yoktur. Çünkü O, sözü doğru olandır, kimse O’nun kader ve kazasında O’na muhalefet edebilme gücüne sahip değildir.
“İşte en büyük kurtuluş, budur.” Çünkü bu, her türlü kötülükten kurtuluşu ve arzu edilen, istenen, sevilen her şeyi de elde etmeyi ihtiva etmektedir. Burada kurtuluşun sadece onlara hasredilmesi, kurtuluşun iman ve takvâ ehli olanlardan başkası için söz konusu olmadığından dolayıdır. Kısaca müjde, her türlü hayır ve mükâfatı kapsayan bir şeydir ve Allah, bu müjdeyi dünya ve âhiret hayatında iman ve takvâya bağlamıştır. Bundan dolayı Yüce Allah, onu mutlak olarak zikretmiş ve ayrıca bunun için bir kayıt getirmemiştir.
{وَلَا يَحْزُنْكَ قَوْلُهُمْ إِنَّ الْعِزَّةَ لِلَّهِ جَمِيعًا هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ (65)}.
65- Onların söyledikleri seni üzmesin, çünkü izzet bütünü ile Allah’ındır. O, hakkıyla işitendir, bilendir.
#
{65} أي: ولا يحزُنْك قول المكذِّبين فيك من الأقوال التي يتوصَّلون بها إلى القدح فيك وفي دينك؛ فإن أقوالهم لا تُعِزُّهم ولا تضرُّك شيئاً. {إنَّ العزَّة لله جميعاً}؛ يؤتيها من يشاء ويمنعها ممن يشاء، قال تعالى: {من كان يريد العزة فلله العزة جميعاً} أي: فليطلبها بطاعته؛ بدليل قوله بعده: {إليه يصعدُ الكَلِمُ الطِّيبُ والعمل الصالح يرفعُه}: ومن المعلوم أنك على طاعة الله، وأنَّ العزَّة لك ولأتباعك من الله. {ولله العزَّةُ ولرسوله وللمؤمنين}. وقوله: {هو السميع العليم}؛ أي سمعه قد أحاط بجميع الأصوات؛ فلا يخفى عليه شيء منها؛ وعلمه قد أحاط بجميع الظواهر والبواطن؛ فلا يَعْزُبُ عنه مثقالُ ذرة في السماوات والأرض ولا أصغر من ذلك ولا أكبر، وهو تعالى يسمعُ قولك وقول أعدائك فيك، ويعلم ذلك تفصيلاً؛ فاكتفِ بعلم الله وكفايته؛ فمن يتَّق الله فهو حسبه.
65. Yani yalanlayanların senin hakkında söyledikleri, sana ve senin dinine dil uzatacak kadar ileriye götürdükleri sözleri seni üzmesin. Çünkü onların bu söyledikleri sözler kendilerine izzet ve güç kazandırmaz, sana da hiçbir şekilde zarar vermez.
“Çünkü izzet bütünü ile yalnız Allah’ındır.” Onu dilediği kimselere verir ve dilediklerinden de alıkoyar. Nitekim Yüce Allah,
bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Kim aziz olmak istiyorsa bilsin ki gerçekten izzet bütünü ile Allah’ındır.” (Fâtır, 35/10) Yani o izzete, Allah’a itaat etmek sureti ile ulaşmaya gayret etsin.
Buna delil de bundan sonra Yüce Allah’ın: “Güzel söz yalnız O’na yükselir, onu da salih amel yükseltir.” (Fâtır, 35/10) diye buyurmasıdır. Bilindiği gibi ey Peygamber, sen de Allah’a itaat üzeresin, sana uyanlar da. Şüphesiz izzet,
Allah tarafından sana ve sana uyanlara verilecektir: “İzzet, Allah’ındır, Rasûlünündür ve mü’minlerindir.” (el-Mu’minûn, 63/8)
“O, hakkıyla işitendir, bilendir” yani O’nun işitmesi bütün sesleri kapsar. Onlardan hiçbir şey O’na gizli ve saklı kalmaz. O’nun ilmi de gizli açık her şeyi kuşatmıştır. Göklerde olsun, yerde olsun zerre ağırlığı kadar bir şey hatta bundan daha küçük veya daha büyük hiçbir şey O’nun bilgisi dışında değildir. O Yüce Allah hem senin sözlerini hem de düşmanlarının senin hakkında söylediklerini işitir. Bunları bütün teferruatı ile bilir. O halde sen de Yüce Allah’ın bilmesi ile yetin, O’nun senin adına düşmanlarının hakkından geleceğinden emin ol! Çünkü Allah’tan korkana Allah yeter.
{أَلَا إِنَّ لِلَّهِ مَنْ فِي السَّمَاوَاتِ وَمَنْ فِي الْأَرْضِ وَمَا يَتَّبِعُ الَّذِينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ شُرَكَاءَ إِنْ يَتَّبِعُونَ إِلَّا الظَّنَّ وَإِنْ هُمْ إِلَّا يَخْرُصُونَ (66) هُوَ الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ اللَّيْلَ لِتَسْكُنُوا فِيهِ وَالنَّهَارَ مُبْصِرًا إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَسْمَعُونَ (67)}.
66- İyi bilin ki göklerde ve yerde kim varsa hepsi, Allah’ındır. Allah'ın dışında birtakım ortaklara yalvaranlar aslında onlara uymuyorlar. Onlar, ancak zanna uyuyorlar ve ancak yalan söylüyorlar.
67- Geceyi içinde dinlenmeniz için
(karanlık), gündüzü de aydınlık olarak yaratan O’dur. Şüphe yok ki bunda dinleyen bir topluluk için ibretler vardır.
#
{66} يخبر تعالى أن له ما في السماوات والأرض خلقاً وملكاً [وعبيدًا]، يتصرَّف فيهم بما يشاء من أحكامه؛ فالجميع مماليك لله مسخَّرون مدبَّرون لا يستحقُّون شيئاً من العبادة وليسوا شركاء لله بوجه من الوجوه، ولهذا قال: {وما يتَّبع الذين يدعون من دون الله شركاء إن يتَّبِعون إلاَّ الظَّنَّ}: الذي لا يغني من الحقِّ شيئاً، {وإنْ هم إلاَّ يخرصُون}: في ذلك خرصٌ وإفك وبهتان؛ فإن كانوا صادقين في أنها شركاء لله؛ فليُظْهِروا من أوصافها ما تستحقُّ به مثقال ذرَّة من العبادة؛ فلن يستطيعوا؛ فهل منهم أحدٌ يخلق شيئاً أو يرزق أو يملك شيئاً من المخلوقات أو يدبِّر الليل والنهار الذي جعله الله قياماً للناس؟!
66. Yüce Allah, göklerde ve yerde bulunun her şeyin, hem yaratılış, hem mülkiyet, hem de kulluk itibari ile kendisinin olduğunu ve onlarda dilediği şekilde hüküm vererek tasarrufta bulunduğunu haber vermektedir. Herkes ve her şey, Allah’ın mülküdür, O’nun emrine ram olmuştur, O’nun tarafından idare olunmaktadır. İbadet namına hiçbir şeye hak kazanmamışlardır. Hiçbir şekilde Allah’ın ortağı da değillerdir.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah'ın dışında birtakım ortaklara yalvaranlar aslında onlara uymuyorlar. Onlar ancak” hak adına hiçbir şey ifade etmeyen
“zanna uyuyorlar ve ancak” bu hususta
“yalan söylüyorlar.” Onların söyledikleri bir iftiradır. Eğer onlar, tapındıkları şeylerin Allah'ın ortakları olduğu iddialarında doğru söyleyen kimseler iseler haydi bu mahlukların zerre kadar ibadeti hak ettiklerine dair bir özelliklerinin olduğunu ortaya koysunlar. Buna asla güçleri yetmez. Bunların içinde bir şey yaratan yahut bir şeyin rızkını veren yahut da yaratıklardan herhangi birisine malik olan, veyahut Yüce Allah’ın insanların hayatı için vazgeçilmez bir unsur olarak ortaya koyduğu gece ve gündüzü idare edebilen bir kimse var mıdır?
#
{67} و {هو الذي جعل لكم الليل لتسكنوا فيه}: في النوم والراحة بسبب الظلمة التي تغشى وجه الأرض؛ فلو استمرَّ الضياءُ؛ لما قروا ولما سكنوا. {و} جعل الله {النهار مبصراً}؛ أي: مضيئاً يبصر به الخلقُ فيتصرَّفون في معايشهم ومصالح دينهم ودنياهم. {إنَّ في ذلك لآيات لقوم يسمعون}: عن الله سمعَ فَهْم وقَبول واسترشاد، لا سمع تعنُّت وعناد؛ فإنَّ في ذلك لآيات لقوم يسمعون يستدلُّون بها على أنه وحده المعبود، وأنَّه الإله الحق، وأن إلهية ما سواه باطلة، وأنه الرءوف الرحيم العليم الحكيم.
67.
“Geceyi içinde” yeryüzünü örten karanlık sebebi ile dinlenmek ve rahatlamak sureti ile -çünkü aydınlık devam edip gidecek olursa asla rahat bulup dinlenemezler-
“dinlenmeniz için, gündüzü de” insanların görmesini sağlayacak şekilde
“aydınlık olarak” O yaratmıştır. Böylelikle onlar, gündüzün geçimlerini sağlamak, din ve dünyalarının maslahatlarını gerçekleştirmek için etrafa dağılırlar.
“Şüphe yok ki bunda” Yüce Allah’tan gelenleri kavramak, kabul etmek ve doğru yolu bulmak kastı ile işitmek üzere
“kulak verecek bir topluluk için ibretler vardır.” Yoksa zorluk çıkarmak ve inatlaşmak için dinleyenlere bunun faydası olmaz. Şüphesiz ki bunlardaki ibretler ve işaretler, dinleyen ve bunları yegane hak mâbûdun Yüce Allah olduğuna, O’nun dışındakilerin ulûhiyetlerinin ise bâtıl olduğuna, Yüce Allah’ın ise son derece merhametli, her şeyi bilen ve hikmeti sonsuz olduğuna delil olarak görenler içindir.
{قَالُوا اتَّخَذَ اللَّهُ وَلَدًا سُبْحَانَهُ هُوَ الْغَنِيُّ لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ إِنْ عِنْدَكُمْ مِنْ سُلْطَانٍ بِهَذَا أَتَقُولُونَ عَلَى اللَّهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ (68) قُلْ إِنَّ الَّذِينَ يَفْتَرُونَ عَلَى اللَّهِ الْكَذِبَ لَا يُفْلِحُونَ (69) مَتَاعٌ فِي الدُّنْيَا ثُمَّ إِلَيْنَا مَرْجِعُهُمْ ثُمَّ نُذِيقُهُمُ الْعَذَابَ الشَّدِيدَ بِمَا كَانُوا يَكْفُرُونَ (70)}.
68-
“Allah evlat edindi” dediler. O bundan münezzehtir. O, hiçbir şeye muhtaç olmayandır. Göklerde ve yerde ne varsa hep O’nundur. Elinizde buna dair hiçbir delil yoktur. O halde Allah hakkında bilmediğiniz şeyler mi söylüyorsunuz?
69-
De ki: “Allah’a karşı yalan söyleyip iftira edenler asla kurtuluşa eremeyeceklerdir.”
70- Dünyada
(az) bir faydalanmadan sonra dönüşleri ancak Bize olacaktır. Sonra da küfre saptıkları için onlara o şiddetli azabı tattıracağız.
#
{68} يقول تعالى مخبراً عن بهت المشركين لربِّ العالمين: {قالوا اتَّخذ الله ولداً}: فنزَّه نفسه عن ذلك بقوله: {سبحانه}؛ أي: تنزه عما يقول الظالمون في نسبة النقائص إليه علوًّا كبيراً. ثم برهن عن ذلك بعدة براهين: أحدها قوله: {هو الغنيُّ}؛ أي: الغِنَى منحصرٌ فيه، وأنواع الغنى مستغرقة فيه؛ فهو الغني الذي له الغنى التامُّ بكل وجه واعتبار من جميع الوجوه؛ فإذا كان غنيًّا من كل وجه؛ فلأيِّ شيء يتَّخذ الولد؟! ألحاجة منه إلى الولد؟ فهذا منافٍ لغناه؛ فلا يتَّخِذ أحدًا ولداً إلا لنقص في غناه؟!
البرهان الثاني قوله: {له ما في السموات وما في الأرض}: وهذه كلمة جامعة عامةٌ، لا يخرج عنها موجودٌ من أهل السماوات والأرض، الجميع مخلوقون عبيدٌ مماليك، ومن المعلوم أن هذا الوصفَ العامَّ ينافي أن يكون له [منهم] ولدٌ؛ فإنَّ الولد من جنس والده، لا يكون مخلوقاً ولا مملوكاً؛ فملكيَّته لما في السماوات والأرض عموماً تنافي الولادة.
البرهان الثالث قوله: {إن عندكم من سُلطانٍ بهذا}؛ أي: هل عندكم من حجَّةٍ وبرهان يدلُّ على أنَّ لله ولداً؟! فلو كان لهم دليلٌ؛ لأبدَوْه، فلما تحدَّاهم وعجَّزهم عن إقامة الدليل؛ عُلم بطلان ما قالوه، وأنَّ ذلك قولٌ بلا علم، ولهذا قال: {أتقولون على الله ما لا تعلمون}: فإنَّ هذا من أعظم المحرَّمات.
68.
Yüce Allah müşriklerin âlemlerin Rabbi hakkındaki iftiralarını haber vererek şöyle buyurmaktadır: “Allah evlat edindi, dediler.” Şanı Yüce Allah:
“O bundan münezzehtir” diyerek kendi zatını bundan tenzih etmektedir. Yüce Allah, kendisine eksiklikleri nispet eden zalimlerin söylediklerinden çok yüce ve münezzehtir. Daha sonra Yüce Allah,
buna dair çeşitli deliller söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
1.
“O, hiçbir şeye muhtaç olmayandır.” Yani muhtaç olmayış yalnız O’na hastır. Her türlü muhtaç olmayışı kendisinde toplamıştır. O, bütün yönleri ile ve bütün bakımlardan tam ve eksiksiz manası ile Ğanidir
(zengindir, muhtaç olmayandır). O her bakımdan Ğani olduğuna göre ne diye evlat edinsin? Evlada olan ihtiyacından dolayı mı? Böyle bir şey O’nun Ğaniliğine aykırıdır. Çünkü evlad edinen kimse, ancak ğaniliğindeki eksiklikten ötürü evlat edinir.
2. İkinci delil,
Yüce Allah’ın: “Göklerde ve yerde ne varsa hep O’nundur” buyruğunda dile getirilmektedir. Bu, oldukça kapsamlı ve genel bir ifadedir. Göklerde ve yerde bulunan varlıklardan hiçbiri bunun dışında değildir. Hepsi, O’nun yarattığı kullarıdır, O’nun mülkiyeti altındadırlar. Bilindiği gibi bu genel vasıf, bu varlıklar içinden birinin O’nun evladı olmasına aykırıdır. Çünkü çocuk, babasının cinsinden olur. Hiçbir zaman sahipli ya da köle olmaz. Yüce Allah’ın genel olarak gökte ve yerde bulunan her şeyin sahip ve idarecisi olması, onlardan birini evlat edinmesine aykırıdır.
3.
Üçüncü delil de Yüce Allah’ın: “Elinizde buna dair hiçbir delil yoktur” buyruğu ile ifade edilmektedir. Yani elinizde Yüce Allah’ın evladı olduğuna delil teşkil eden bir kanıt, bir belge var mıdır? Şâyet ellerinde bir delilleri olsaydı mutlaka bunu açıklarlardı. Yüce Allah, kullara meydan okuyup buna dair delil getirmekten aciz olduklarını ortaya koyduğuna göre onların söylediklerinin batıl olduğu ve bunun bilgiye dayalı olmayan bir iddia olduğu ortaya çıkmaktadır.
İşte bundan dolayı Yüce Allah: “O halde Allah hakkında bilmediğiniz şeyler mi söylüyorsunuz?” buyurmaktadır. Şüphesiz ki böyle bir şey haramların en büyüklerindendir.
#
{69 ـ 70} {قل إنَّ الذين يفترون على الله الكذبَ لا يفلحون}؛ أي: لا ينالون مطلوبهم ولا يحصُل لهم مقصودهم، وإنما يتمتَّعون في كفرهم وكذبهم في الدُّنيا قليلاً، ثم ينتقلون إلى الله ويرجعون إليه، فيذيقهم {العذاب الشديد بما كانوا يكفرون}، وما ظلمهم الله، ولكن أنفسهم يظلمون.
69-70.
“De ki: Allah’a karşı yalan söyleyip iftira edenler asla kurtuluşa eremeyeceklerdir.” Hiçbir zaman isteklerini elde edemeyecekler, hiçbir zaman maksatları gerçekleşmeyecektir. Onlar, küfür ve yalanlarında sadece dünya hayatında az bir süre faydalanırlar. Sonra da Yüce Allah’ın huzuruna gidecekler, O’na döndürülecekler. O da kâfir olmaları sebebi ile oldukça çetin azabı onlara tattıracaktır.
“Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlar.” (Âl-i İmrân, 3/117)
{وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَأَ نُوحٍ إِذْ قَالَ لِقَوْمِهِ يَاقَوْمِ إِنْ كَانَ كَبُرَ عَلَيْكُمْ مَقَامِي وَتَذْكِيرِي بِآيَاتِ اللَّهِ فَعَلَى اللَّهِ تَوَكَّلْتُ فَأَجْمِعُوا أَمْرَكُمْ وَشُرَكَاءَكُمْ ثُمَّ لَا يَكُنْ أَمْرُكُمْ عَلَيْكُمْ غُمَّةً ثُمَّ اقْضُوا إِلَيَّ وَلَا تُنْظِرُونِ (71) فَإِنْ تَوَلَّيْتُمْ فَمَا سَأَلْتُكُمْ مِنْ أَجْرٍ إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَى اللَّهِ وَأُمِرْتُ أَنْ أَكُونَ مِنَ الْمُسْلِمِينَ (72) فَكَذَّبُوهُ فَنَجَّيْنَاهُ وَمَنْ مَعَهُ فِي الْفُلْكِ وَجَعَلْنَاهُمْ خَلَائِفَ وَأَغْرَقْنَا الَّذِينَ كَذَّبُوا بِآيَاتِنَا فَانْظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُنْذَرِينَ (73)}.
71- Onlara Nûh’un haberini oku! Hani o,
kavmine şöyle demişti: “Ey kavmim, eğer aranızda kalmam ve Allah’ın âyetleriyle öğüt vermem size ağır geliyorsa (bilin ki) ben ancak Allah’a tevekkül ettim. Haydi siz de ortaklarınızla birlikte işinizi karara bağlayın. Hem işiniz gizli kapaklı da olmasın. Sonra da hakkımdaki kararınızı uygulayın ve bana mühlet tanımayın.”
72-
“Eğer yüz çevirirseniz zaten ben sizden bir ücret istemedim. Benim ecrimi ancak Allah verecektir. Ve bana müslümanlardan olmam emrolundu.”
73- Onu yalanladılar, biz de onu ve onunla birlikte gemide bulunanları kurtardık ve onları
(diğerlerinin ardında yeryüzünde) halifeler kıldık. Âyetlerimizi yalanlayanları da boğduk. Uyarılanların
(ama iman etmeyenlerin) sonunun nasıl olduğuna bir bak!
#
{71} يقول تعالى لنبيه: واتلُ على قومك {نبأ نوح}: في دعوته لقومه حين دعاهم إلى الله مدةً طويلةً فمكث فيهم ألف سنة إلا خمسين عاماً، فلم يزدهم دعاؤه إياهم إلا طغياناً، فتملَّلوا منه وسئموا، وهو عليه الصلاة والسلام غير متكاسل ولا متوانٍ في دعوتهم، فقال لهم: {يا قوم إن كانَ كَبُرَ عليكم مَقامي وتذكيري بآيات الله}؛ أي: إن كان مقامي عندكم وتذكيري إيَّاكم ما ينفعهم بآيات الله الأدلَّة الواضحة البيِّنة، قد شقَّ عليكم، وعَظُم لديكم، وأردتم أن تنالوني بسوء أو تردُّوا الحقَّ. {فعلى الله توكَّلْتُ}؛ أي: اعتمدتُ على الله في دفع كلِّ شرٍّ يُراد بي وبما أدعو إليه؛ فهذا جندي وعدتي. وأنتم؛ فأتوا بما قدرتم عليه من أنواع العُدَد والعَدَد، {فأجمِعوا أمركم}: كلكم بحيث لا يتخلَّف منكم أحدٌ ولا تدَّخروا من مجهودكم شيئاً، {و} أحضروا {شركاءكم}: الذين كنتم تعبدونهم وتوالونهم من دون الله ربِّ العالمين، {ثم لا يكُنْ أمرُكم عليكم غُمَّةً}؛ أي: مشتبهاً خفيًّا، بل ليكنْ ذلك ظاهراً علانيةً. {ثم اقضوا إليَّ}؛ أي: اقضوا عليَّ بالعقوبة والسوء الذي في إمكانكم، {ولا تنظرون}؛ أي: لا تمهلوني ساعةً من نهار.
فهذا برهانٌ قاطعٌ وآيةٌ عظيمةٌ على صحة رسالته وصدق ما جاء به؛ حيث كان وحده لا عشيرة تحميه ولا جنود تؤويه، وقد بَادَى قومه بتسفيه آرائهم وفساد دينهم وعَيْب آلهتهم، وقد حملوا من بغضه وعداوته ما هو أعظم من الجبال الرواسي، وهم أهل القدرة والسطوة، وهو يقولُ لهم: اجتمعوا أنتم وشركاؤكم ومن استطعتم، وأبدوا كلَّ ما تقدرون عليه من الكيد، فأوقعوا بي إن قدرتُم على ذلك، فلم يقدروا على شيءٍ من ذلك، فعُلِمَ أنه الصادق حقًّا، وهم الكاذبون فيما يدعون.
71. Yüce Allah,
Peygamberine hitaben şöyle buyurmaktadır: “Onlara” kavmine “Nûh’un” kavmine olan daveti hakkındaki
“haberini oku!” Çünkü o, kavmini uzun süre Allah yoluna davet etmiştir. Zira aralarında dokuz yüz elli yıl kalmıştı. Ancak onun, kavmini davet etmesi, onların azgınlıklarını artırmaktan başka bir işe yaramadı. Ondan alabildiğine bezdiler, usandılar. O ise -salât ve selâm ona olsun- hiç tembellik etmiyor ve onları davete ara vermiyordu.
O nedenle onlara şöyle demişti: “Ey kavmim, eğer aranızda kalmam ve Allah’ın âyetleri ile öğüt vermem size ağır geliyorsa” yani benim aranızda duruşum ve sizlere faydanıza olacak şeyleri, açık-seçik delillerden ibaret olan Allah’ın âyetlerini hatırlatmam size ağır geliyor ve gözünüzde büyüyor ise ve siz bana bir kötülük yapmak yahut da hakkı reddetmekte kararlıysanız
“(bilin ki) ben ancak Allah’a tevekkül ettim.” Bana ve benim kendisine davet ettiğim şeylere yapılmak istenen her türlü kötülüğü önlemekte yalnız Allah’a güvenip dayanmışımdır. Benim askerlerim ve silahım budur. Sizler de gücünüzün yettiği kadarı ile türlü asker ve araç-gereç getirin.
“Haydi siz de ortaklarınızla birlikte” hep beraber
“işinizi karara bağlayın.” Öyle ki sizden kimse geri kalmasın ve elinizden gelen hiçbir şeyi de ardınıza koymayın. Âlemlerin Rabbi olan Allah dışında kendilerine ibadet ettiğiniz ve dost edindiğiniz ortaklarınızı da çağırın.
“Hem işiniz gizli kapaklı da olmasın.” Aksine gâyet açık ve aleni olsun.
“Sonra da hakkımdaki kararınızı uygulayın.” Gücünüzün yettiği kötülüğü ve cezayı yapın
“ve bana mühlet tanımayın” kısa bir süre dahi olsa bana süre tanımayın.
İşte bu, Nûh’un risaletinin doğruluğuna, getirdiğinin gerçekliğine dair kesin bir belge ve büyük bir delildir. Çünkü o, kendisini koruyacak aşireti, himaye edecek askeri bulunmayan, tek başına bir kimse idi. Önce kavminin görüşlerinin mantıksız, dinlerinin bozuk olduğunu söylemiş ve ilahlarını yermişti. Onlar da ona karşı kin ve düşmanlık beslemeye koyulmuşlardı. Bu kin ve düşmanlıkları ise sapasağlam dağlardan daha büyüktü. Diğer taraftan kavmi, kudret sahibi ve güçlü kimselerdi.
Buna rağmen Nuh onlara: Siz de ortaklarınız da gücünüz yeten kimselerle birlikte bir araya gelip toplanın, gücünüzün yettiği tuzakları kurun ve eğer gücünüz yeterse bana zarar verin. Sizler bana hiçbir şey yapamayacaksınız, diyerek meydan okuyordu. Ancak onlar ona hiçbir şey yapamadılar. Böylelikle Nûh’un gerçekten doğru sözlü olduğu, onların ise iddialarında yalancı oldukları ortaya çıkmış oldu.
Bu nedenle Nûh onlara şöyle demişti:
#
{72} ولهذا قال: {فإن تولَّيْتم}: عن ما دعوتكم إليه؛ فلا موجب لتولِّيكم؛ لأنه تبيَّن أنكم لا تولون عن باطل إلى حقٍّ، وإنما تولُّون عن حقٍّ قامت الأدلَّة على صحته إلى باطل قامت الأدلَّة على فساده، ومع هذا؛ {فما سألتكم من أجرٍ}: على دعوتي وعلى إجابتكم، فتقولوا: هذا جاءنا ليأخذ أموالنا فتمتنعون لأجل ذلك. {إن أجري إلاَّ على الله}؛ أي: لا أريدُ الثواب والجزاء إلا منه، {و} أيضاً؛ فإني ما أمرتكم بأمر وأخالفكم إلى ضدِّه. بل {أمِرْتُ أن أكون من المسلمين}: فأنا أولُ داخل وأولُ فاعل لما أمرتكم به.
72.
“Eğer” benim size davetimden “yüz çevirirseniz” şunu bilin ki yüz çevirmenizi gerektirecek bir sebep yoktur. Çünkü sizin batıldan hakka dönmeyeceğiniz açıkça ortaya çıkmıştır. Sizler ancak doğruluğuna dair delillerin ortaya konduğu haktan yüz çevirip, tutarsızlığına ve bozukluğuna dair delillerin ortada olduğu bir batıla yöneliyorsunuz. Bununla birlikte
“zaten ben sizden bir ücret de istemedim.” Sizi davet etmem ve bu davetimi kabul etmeniz karşılığında sizden hiçbir ücret istemedim ki siz benim hakkımda: Bu, bize mallarımızı almak üzere gelmiştir, diyesiniz ve bu sebepten çağrımı kabul etmekten yüz çeviresiniz.
“Benim ecrimi ancak Allah verecektir.” Ben mükâfat ve amelimin karşılığını yalnız O’ndan beklerim. Aynı zamanda size vermiş olduğum emre ben aksini yaparak muhalefet etmem.
Bilakis: “Bana müslümanlardan olmam emrolundu.” İşte ben size emretmiş olduğum şeye ilk giren ve onu ilk uygulayan kişiyim.
#
{73} {فكذَّبوه}: بعدما دعاهم ليلاً ونهاراً وسرًّا وجهاراً فلم يزِدْهم دعاؤه إلا فراراً. {فنجَّيْناه ومن معه في الفلك}: الذي أمرناه أن يصنعه بأعيننا، وقلنا له: إذا فار التنُّور؛ فاحمل فيها من كلٍّ زوجين اثنين، وأهلَك؛ إلاَّ مَن سَبَقَ عليه القول، ومَنْ آمن، ففعل ذلك، فأمر الله السماء بماءٍ منهمرٍ، وفجَّر الأرض عيوناً فالتقى الماء على أمرٍ قد قُدِرَ، وحملناهُ على ذاتِ ألواح ودُسُر، تجري بأعيننا. {وجعلناهم خلائف}: في الأرض بعد إهلاك المكذِّبين، ثم بارك الله في ذرِّيَّته وجعل ذريته هم الباقين، ونشرهم في أقطار الأرض، {وأغرقنا الذين كذبوا بآياتنا}: بعد ذلك البيان وإقامة البرهان. {فانظرْ كيف كان عاقبةُ المنذَرين}: وهو الهلاك المخزي واللعنة المتتابعة عليهم في كلِّ قرنٍ يأتي بعدهم، لا تسمع فيهم إلا لوماً، ولا ترى إلا قدحاً وذمًّا؛ فليحذر هؤلاء المكذِّبون أن يحلَّ بهم ما حلَّ بأولئك الأقوام المكذِّبين من الهلاك والخزي والنَّكال.
73. Nûh aleyhisselam onları gece gündüz, gizli ve açık davet etmekle birlike onun bu daveti, onların kaçışlarından başka bir şeylerini artırmadı ve
“onu yalanladılar, biz de onu ve onunla birlikte” gözümüzün önünde yapmasını emrettiğimiz
“gemide bulunanları kurtardık” Ve ona tandırın kaynayacağı zaman:
“Her birinden çifter çifter ve -aleyhinde söz geçmiş olanlar hariç- aile efradını ve iman edenleri içine yükle.” (Hud, 11/40) diye emir verdik. O da verilen bu emri yerine getirdi. Yüce Allah da semaya sağnak sağnak yağmur yağdırmasını emretti, yeryüzünden de pınarlar fışkırttı. Su, takdir edilmiş bir seviyeye geldi ve
“onu levhaları ve çivileri olan (gemi) üzerinde taşıdık. O gemi gözümüzün önünde, korumamız altında akıyordu.” (el-Kamer, 54/13-14)
“Ve onları halifeler kıldık.” Yalanlayanların helâk edilmesinden sonra yeryüzünde onları halife yaptık. Daha sonra Yüce Allah, onun zürriyetini mübarek kıldı ve geriye kalanlar onun zürriyeti oldu. Böylece Allah onları yeryüzünün dört bir yanında yaydı.
“Âyetlerimizi” bunca açıklamadan ve delillerin ortaya konulmasından sonra
“yalanlayanları da boğduk. Uyarılanların sonunun nasıl olduğuna bir bak!” Bu son, rüsvay edici bir helâk ve onlardan sonra gelen bütün nesiller arasında ardı arkası kesilmeyen bir lanettir. Sonradan gelen nesiller arasında onlar hakkında kınamadan başka bir şey işitilmez, onların tenkit ve yerilmelerinden başka bir şeye rastlanmaz. İşte bu yalanlayanlar da bundan önce yalanlayan kavimlerin başına gelen helâk, rezillik ve ibretlik cezaların kendilerini gelip bulmasından sakınsınlar.
{ثُمَّ بَعَثْنَا مِنْ بَعْدِهِ رُسُلًا إِلَى قَوْمِهِمْ فَجَاءُوهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ فَمَا كَانُوا لِيُؤْمِنُوا بِمَا كَذَّبُوا بِهِ مِنْ قَبْلُ كَذَلِكَ نَطْبَعُ عَلَى قُلُوبِ الْمُعْتَدِينَ (74)}.
74- Sonra onun arkasından nice peygamberleri kendi kavimlerine gönderdik. Onlar kavimlerine apaçık deliller getirdiler. Fakat daha önce
(hakkı) yalanlamaları sebebiyle
(onlara) iman etmediler. İşte biz haddi aşanların kalplerine böyle mühür basarız.
#
{74} أي: ثم بعثنا من بعد نوح عليه السلام، {رسلاً إلى قومِهم}: المكذِّبين يدعونهم إلى الهدى ويحذِّرونهم من أسباب الرَّدى، {فجاؤوهم بالبيِّنات}؛ أي: كل نبي أيدَّ دعوته بالآيات الدالَّة على صحة ما جاء به. {فما كانوا ليؤمنوا بما كذَّبوا به من قبلُ}؛ يعني: أن الله تعالى عاقبهم حيث جاءهم الرسول فبادروا بتكذيبه، طبع الله على قلوبهم، وحال بينهم وبين الإيمان بعد أن كانوا متمكِّنين منه؛ كما قال تعالى: {ونقلِّبُ أفئِدَتَهم وأبصارهم كما لم يؤمنوا به أولَ مرَّةٍ}. ولهذا قال هنا: {كذلك نطبعُ على قلوب المعتدين}؛ أي: نختم عليها فلا يدخلها خيرٌ، وما ظلمهم الله، ولكنَّهم ظلموا أنفسهم بردِّهم الحقَّ لما جاءهم وتكذيبهم الأول.
74.
“Sonra onun” Nûh aleyhisselam’ın
“arkasından nice” hidâyete davet eden ve helak olmaya götüren sebeplerden sakındıran
“peygamberleri” onları yalanlayan
“kendi kavimlerine gönderdik. Onlar kavimlerine apaçık deliller getirdiler.” Yani her bir peygamber, kendi davetini, getirdiklerinin doğruluğuna delil teşkil eden mucize ve delillerle destekledi.
“Fakat daha önce (hakkı) yalanlamaları sebebiyle (onlara) iman etmediler.” Yani Yüce Allah kendilerine peygamber gönderdiğinde hemen onu yalanlamaları üzerine kalplerine mühür vuruldu ve önceleri iman etme imkânını bulmuş iken bunu reddettikleri için kendileri ile iman arasına engel konarak cezalandırdılar.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Onların kalplerini ve gözlerini çeviririz de ilk defa ona iman etmedikleri gibi (yine iman etmezler) ve biz de onları azgınlıkları içerisinde şaşkın bir halde bırakırız.” (el-En’am, 6/110)
İşte bundan dolayı burada da:
“İşte biz haddi aşanların kalplerine böyle mühür basarız” da artık onlara hayır namına bir şey girmez. Allah onlara zulmetmemiştir, aksine onlar hak kendilerine gelince onu reddetmek ve ilk defasında onu yalanlamak sureti ile kendi kendilerine zulmetmişlerdir.
{ثُمَّ بَعَثْنَا مِنْ بَعْدِهِمْ مُوسَى وَهَارُونَ إِلَى فِرْعَوْنَ وَمَلَئِهِ بِآيَاتِنَا فَاسْتَكْبَرُوا وَكَانُوا قَوْمًا مُجْرِمِينَ (75) فَلَمَّا جَاءَهُمُ الْحَقُّ مِنْ عِنْدِنَا قَالُوا إِنَّ هَذَا لَسِحْرٌ مُبِينٌ (76) قَالَ مُوسَى أَتَقُولُونَ لِلْحَقِّ لَمَّا جَاءَكُمْ أَسِحْرٌ هَذَا وَلَا يُفْلِحُ السَّاحِرُونَ (77) قَالُوا أَجِئْتَنَا لِتَلْفِتَنَا عَمَّا وَجَدْنَا عَلَيْهِ آبَاءَنَا وَتَكُونَ لَكُمَا الْكِبْرِيَاءُ فِي الْأَرْضِ وَمَا نَحْنُ لَكُمَا بِمُؤْمِنِينَ (78) وَقَالَ فِرْعَوْنُ ائْتُونِي بِكُلِّ سَاحِرٍ عَلِيمٍ (79) فَلَمَّا جَاءَ السَّحَرَةُ قَالَ لَهُمْ مُوسَى أَلْقُوا مَا أَنْتُمْ مُلْقُونَ (80) فَلَمَّا أَلْقَوْا قَالَ مُوسَى مَا جِئْتُمْ بِهِ السِّحْرُ إِنَّ اللَّهَ سَيُبْطِلُهُ إِنَّ اللَّهَ لَا يُصْلِحُ عَمَلَ الْمُفْسِدِينَ (81) وَيُحِقُّ اللَّهُ الْحَقَّ بِكَلِمَاتِهِ وَلَوْ كَرِهَ الْمُجْرِمُونَ (82) فَمَا آمَنَ لِمُوسَى إِلَّا ذُرِّيَّةٌ مِنْ قَوْمِهِ عَلَى خَوْفٍ مِنْ فِرْعَوْنَ وَمَلَئِهِمْ أَنْ يَفْتِنَهُمْ وَإِنَّ فِرْعَوْنَ لَعَالٍ فِي الْأَرْضِ وَإِنَّهُ لَمِنَ الْمُسْرِفِينَ (83) وَقَالَ مُوسَى يَاقَوْمِ إِنْ كُنْتُمْ آمَنْتُمْ بِاللَّهِ فَعَلَيْهِ تَوَكَّلُوا إِنْ كُنْتُمْ مُسْلِمِينَ (84) فَقَالُوا عَلَى اللَّهِ تَوَكَّلْنَا رَبَّنَا لَا تَجْعَلْنَا فِتْنَةً لِلْقَوْمِ الظَّالِمِينَ (85) وَنَجِّنَا بِرَحْمَتِكَ مِنَ الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ (86) وَأَوْحَيْنَا إِلَى مُوسَى وَأَخِيهِ أَنْ تَبَوَّآ لِقَوْمِكُمَا بِمِصْرَ بُيُوتًا وَاجْعَلُوا بُيُوتَكُمْ قِبْلَةً وَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ وَبَشِّرِ الْمُؤْمِنِينَ (87) وَقَالَ مُوسَى رَبَّنَا إِنَّكَ آتَيْتَ فِرْعَوْنَ وَمَلَأَهُ زِينَةً وَأَمْوَالًا فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا رَبَّنَا لِيُضِلُّوا عَنْ سَبِيلِكَ رَبَّنَا اطْمِسْ عَلَى أَمْوَالِهِمْ وَاشْدُدْ عَلَى قُلُوبِهِمْ فَلَا يُؤْمِنُوا حَتَّى يَرَوُا الْعَذَابَ الْأَلِيمَ (88) قَالَ قَدْ أُجِيبَتْ دَعْوَتُكُمَا فَاسْتَقِيمَا وَلَا تَتَّبِعَانِّ سَبِيلَ الَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ (89) وَجَاوَزْنَا بِبَنِي إِسْرَائِيلَ الْبَحْرَ فَأَتْبَعَهُمْ فِرْعَوْنُ وَجُنُودُهُ بَغْيًا وَعَدْوًا حَتَّى إِذَا أَدْرَكَهُ الْغَرَقُ قَالَ آمَنْتُ أَنَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا الَّذِي آمَنَتْ بِهِ بَنُو إِسْرَائِيلَ وَأَنَا مِنَ الْمُسْلِمِينَ (90) آلْآنَ وَقَدْ عَصَيْتَ قَبْلُ وَكُنْتَ مِنَ الْمُفْسِدِينَ (91) فَالْيَوْمَ نُنَجِّيكَ بِبَدَنِكَ لِتَكُونَ لِمَنْ خَلْفَكَ آيَةً وَإِنَّ كَثِيرًا مِنَ النَّاسِ عَنْ آيَاتِنَا لَغَافِلُونَ (92) وَلَقَدْ بَوَّأْنَا بَنِي إِسْرَائِيلَ مُبَوَّأَ صِدْقٍ وَرَزَقْنَاهُمْ مِنَ الطَّيِّبَاتِ فَمَا اخْتَلَفُوا حَتَّى جَاءَهُمُ الْعِلْمُ إِنَّ رَبَّكَ يَقْضِي بَيْنَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فِيمَا كَانُوا فِيهِ يَخْتَلِفُونَ (93)}.
75- Sonra bunların ardından da Mûsâ’yı ve Hârûn’u mucizelerimizle Firavun’a ve onun ileri gelenlerine gönderdik. Fakat onlar büyüklük tasladılar. Onlar zaten günahkâr bir kavim idi.
76-
Katımızdan kendilerine hak geldiği zaman: “Şüphesiz bu, apaçık bir sihirdir” dediler.
77-
Mûsâ: “Size gelen hakka böyle mi diyorsunuz? Bu mu sihirdir? Halbuki sihirbazlar kurtuluşa eremezler” dedi.
78-
Dediler ki: “Sen, bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz yoldan döndürmek için ve ülkede hakimiyet ikinizin olsun diye mi bize geldin? Biz ikinize de inanmıyoruz.”
79-
Firavun: “Bütün bilgin sihirbazları bana getirin” dedi.
80-
Nihâyet sihirbazlar gelince Mûsâ onlara: “Atacağınızı atın” dedi.
81-
Onlar atınca Mûsâ dedi ki: “Sizin bu yaptığınız sihirdir. Şüphesiz Allah onu boşa çıkartacaktır. Çünkü Allah, bozguncuların işini düzeltmez.”
82- Allah, günahkârların hoşuna gitmese de kelimeleri ile hakkı ortaya koyar.
83- Mûsâ’ya kavminden birtakım gençler dışında kimse iman etmedi. Bunlar da Firavun’un ve ileri gelenlerinin kendilerini fitneye düşürmelerinden korkuyorlardı. Çünkü Firavun gerçekten ülkede üstün
(güç sahibi) bir kişi idi ve o, gerçekten haddi aşanlardandı.
84-
Mûsâ: “Ey kavmim! Eğer siz Allah’a iman etmiş ve O’na teslim olmuşsanız artık O’na güvenip dayanın.” dedi.
85-
Onlar da şöyle dediler: “Biz yalnız Allah’a güvenip dayandık. Ey Rabbimiz! Bizi o zalimler topluluğunun fitnesine uğratma!
86- “Ve rahmetinle bizi o kâfirler topluluğundan kurtar!”
87-
Mûsâ’ya ve kardeşine: “Mısır’da kavminize evler hazırlayın. O evlerinizi namazgah yapın ve namazı dosdoğru kılın. Müminleri de müjdele!” diye vahyettik.
88-
Mûsâ: “Ey Rabbimiz, dedi, gerçekten sen Firavun ve ileri gelenlerine dünya hayatında ihtişam ve nice mallar verdin. Onlarsa, ey Rabbimiz, senin yolundan saptırıyorlar! Rabbimiz, mallarını yok et ve kalplerini de mühürle de onlar can yakıcı azabı görmedikçe iman etmesinler.”
89-
Buyurdu ki: “İkinizin de duası kabul olundu. O halde dosdoğru yürümeye devam edin, sakın bilmeyenlerin yoluna uymayın.”
90- İsrailoğullarını denizden geçirdik. Firavun ve askerleri de haddi aşıp saldırganlık etmek üzere onların peşine düştü.
Nihâyet Firavun boğulacağı anda şöyle dedi: “İsrailoğullarının iman ettiklerinden başka bir ilâhın olmadığına iman ettim. Ben de müslümanlardanım.”
91-
(Ona şöyle dendi:) Şimdi mi?! Halbuki sen bundan önce isyan etmiş ve fesatçılardan olmuştun.
92- Senden sonrakilere bir ibret olman için bugün seni
(n sadece) bedenini kurtaracağız. Ne var ki insanların birçoğu ibret verici delillerimizden kesinlikle gafildirler.
93- Andolsun ki Biz İsrailoğullarını güzel bir yere yerleştirdik. Onları hoş ve temiz şeylerle rızıklandırdık. Kendilerine ilim gelinceye kadar da anlaşmazlığa düşmediler. Şüphesiz Rabbin, hakkında anlaşmazlığa düştükleri konuda Kıyamet günü aralarında hüküm verecektir.
#
{75} أي: ثم بعثْنا من بعد هؤلاء الرسل الذين أرسلهم الله إلى القوم المكذِّبين المهلَكين {موسى}: ابن عمران كليم الرحمن أحد أولي العزم من المرسلين وأحد الكبار المقتدى بهم المنزَّل عليهم الشرائع المعظَّمة الواسعة. {و} جعلنا معه أخاه {هارون} وزيراً. بعثناهما {إلى فرعون ومَلَئِهِ}؛ أي: كبار دولته ورؤسائهم؛ لأنَّ عامتهم تَبَعٌ للرؤساء، {بآياتنا}: الدالة على صدق ما جاء به من توحيد الله والنهي عن عبادة ما سوى الله تعالى. {فاستكبروا}: عنها ظلماً وعلوًّا بعدما استيقنوها، {وكانوا قوماً مجرِمين}؛ أي: وصفهم الإجرام والتكذيب.
75.
“Sonra bunların” Yüce Allah’ın yalanlayan ve helâk edilen kavimlere göndermiş olduğu bu peygamberlerin
“ardından da Mûsâ’yı” rasûllerden ve azim sahibi peygamberlerden biris olan, üzerine geniş ve muazam şer’î hükümler indirilmiş, kendisine uyulan büyük önderlerden birisi olan, Rahman olan Allah ile konuşmuş, İmran oğlu Musa’yı
“ve” onunla birlikte bir yardımcı kıldığımız “Hârûn’u” Yüce Allah’ın tevhidini, Allah’ın dışındaki varlıklara ibadet etmeyi yasaklamayı ihtiva eden ve getirdiklerinin doğruluğuna delil teşkil eden
“mucizelerimizle Firavun’a ve onun ileri gelenlerine” Firavun’un devletinin büyüklerine, önderlerine
“gönderdik.” Çünkü avam da bu önderlerin arkasından giderdi.
“Fakat onlar” bu âyetlerin doğruluğuna kesin olarak inanmakla birlikte büyüklenerek ve haksızlığa saparak bu aâyetlere karşı
“büyüklük tasladılar. Onlar zaten günahkâr bir kavim idi.” Onların ayrılmaz vasfı, günahkârlık ve vahyi yalanlamaktı.
#
{76} {فلما جاءهم الحقُّ من عندنا}: الذي هو أكبر أنواع الحقِّ وأعظمُها، وهو من عند الله، الذي خضعت لعظمته الرقاب، وهو ربُّ العالمين المربِّي جميع خلقه بالنعم، فلما جاءهم الحقُّ من عند الله على يد موسى؛ ردُّوه فلم يقبلوه، و {قالوا إنَّ هذا لسحرٌ مبينٌ}: لم يكفهم قبحهم الله إعراضهم ولا ردُّهم إياه، حتى جعلوه أبطل الباطل، وهو السحر الذي حقيقته التمويه، بل جعلوه سحراً مبيناً ظاهراً، وهو الحقُّ المبين.
76.
“Katımızdan kendilerine” hakkın en büyük ve en muazzam türü olan, azameti önünde boyunların eğildiği ve bütün mahlukatı nimetleri ile terbiye eden âlemlerin Rabbi Allah nezdinden olan
“hak geldiği zaman” Allah tarafından Mûsâ vasıtası ile kendilerine hak geldiğinde onu reddettiler,
kabul etmediler ve: “Şüphesiz bu, apaçık bir sihirdir, dediler.” Kahrolasıcalar, haktan yüz çevirmekle ve onu reddetmekle kalmadılar, onu en batıl şey olan sihirle nitelendirdiler. Sihir ise gerçekte bir göz boyamadır. Hatta onlar bununla da yetinmeyip apaçık olan bu hakkı, apaçık ve aşikar bir sihir olarak kabul ettiler.
Bundan dolayı Mûsâ onlara şöyle cevap vermişti:
#
{77} ولهذا {قال} لهم {موسى} موبخاً لهم عن ردِّهم الحقَّ الذي لا يردُّه إلا أظلم الناس: {أتقولون للحقِّ لما جاءكم}؛ أي: أتقولون: إنَّه سحرٌ مبينٌ. {أسحرٌ هذا}؛ أي: فانظروا وصفه وما اشتمل عليه؛ فبمجرَّد ذلك يجزم بأنه الحق، {ولا يفلح الساحرون}: لا في الدنيا ولا في الآخرة؛ فانظروا لمن تكون له العاقبة، ولمن له الفلاحُ وعلى يديه النجاحُ، وقد علموا بعد ذلك وظهر لكلِّ أحدٍ أن موسى عليه السلام هو الذي أفلح، وفاز بظَفَر الدُّنيا والآخرة.
77.
“Mûsâ” en zalim insanlardan başkasının reddetmeyeceği hakkı reddetmeleri dolayısı ile onları azarlayarak şöyle dedi: “Size gelen hakka böyle mi diyorsunuz?” Yani siz onun için
“apaçık bir sihirdir” mi diyorsunuz?
“Bu mu sihirdir?” Getirdiğim hakkın niteliklerine ve muhtevasına bir bakın. Yalnızca bu bile onun hakkın ta kendisi olduğunu kesin olarak anlamaya yeterlidir.
“Halbuki sihirbazlar” dünyada olsun âhirette olsun
“kurtuluşa eremezler, dedi.” İşte siz de güzel akıbetin ve kurtuluşun kimin olacağını ve kimin başarıya ulaşacağını göreceksiniz. Daha sonra onlar ve herkes açıkça şunu anladı ki kurtuluşa eren, dünya ve âhirette zafere kavuşan, Musa aleyhisselam olmuştu.
#
{78} {قالوا} لموسى رادِّين لقوله بما لا يرد به: {أجئتنا لِتَلْفِتَنا عمَّا وَجَدْنا عليه آباءنا}؛ أي: أجئتنا لتصدَّنا عما وَجَدْنا عليه آباءنا من الشرك وعبادة غير الله وتأمرنا بأن نعبد الله وحده لا شريك له؛ فجعلوا قول آبائهم الضالين حجَّة يردُّون بها الحقَّ الذي جاءهم به موسى عليه السلام. وقوله: {وتكون لكما الكبرياءُ في الأرض}؛ أي: وجئتمونا لتكونوا أنتم الرؤساء ولتخرِجونا من أراضينا؟ وهذا تمويهٌ منهم وترويجٌ على جهالهم وتهييجٌ لعوامِّهم على معاداة موسى وعدم الإيمان به، وهذا لا يحتجُّ به من عرف الحقائق وميَّز بين الأمور؛ فإنَّ الحجج لا تُدفَعُ إلا بالحجج والبراهين، وأما من جاء بالحقِّ؛ فَرُدَّ قوله بأمثال هذه الأمور؛ فإنها تدلُّ على عجز موردها عن الإتيان بما يردُّ القول الذي جاء به خصمه؛ لأنه لو كان له حجَّة؛ لأوردها، ولم يلجأ إلى قوله: قصدك كذا أو مرادك كذا، سواء كان صادقاً في قوله وإخباره عن قصد خصمه أم كاذباً، مع أنَّ موسى عليه الصلاة والسلام كلُّ من عرف حاله وما يدعو إليه؛ عرف أنه ليس له قصدٌ في العلو في الأرض، وإنما قصده كقصد إخوانه المرسلين، هداية الخلق وإرشادهم لما فيه نفعهم. ولكن حقيقة الأمر كما نطقوا به بقولهم: {وما نحن لكما بمؤمنين}؛ أي: تكبُّراً وعناداً، لا لبطلان ما جاء به موسى وهارون، ولا لاشتباهٍ فيه، ولا لغير ذلك من المعاني سوى الظلم والعدوان وإرادة العلوِّ الذي رموا به موسى وهارون.
78.
Mûsâ’nın sözlerini olmayacak şekilde reddederek ona şöyle dediler: “Sen bizi atalarımızı üzerinde bulduğumuz yoldan” atalarımızı üzerinde bulduğumuz şirkten, Allah’tan başkasına ibadetten
“döndürmek için” ve bize yalnızca Allah’a, O’na hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ibadet etmeyi emretmek
“ve ülkede hakimiyet ikinizin olsun diye mi bize geldin?” Siz bize sizler başkanlar olasınız ve bizi yurdumuzdan çıkartasınız diye mi geldiniz? Bu ifadeleri ile onlar, sapık atalarının sözlerini, Mûsâ aleyhisselam’ın kendilerine getirmiş olduğu hakkı reddedecekleri bir dayanak olarak değerlendirdiler. Ayrıca
“ülkede hakimiyet ikinizin olsun diye mi” şeklindeki sözleri de gerçeği ters yüz etmek, aralarından cahil olanları kandırmak, halkı Mûsâ aleyhisselam’a düşmanlık edip ona iman etmemek için kışkırtmak kastı ile söylenmiş sözlerdi.
Gerçekleri bilen, işleri birbirinden ayırt edebilen bir kimse böyle şeyleri gerekçe göstermez. Çünkü deliller, ancak onlar gibi bir delil ve belge ile reddedilebilir. Kendisine gelen hakkı bu gibi şeylerle reddetmeye kalkışan bir kimsenin bu hali, hasmı olan karşı tarafın söylediği sözü reddedecek bir şey bulmaktan aciz olduğunu gösterir. Çünkü hakkı reddeden kimsenin eğer bir delili bulunsaydı, elbette onu ortaya koyar ve hiçbir zaman
“Senin maksadın şudur, gayen budur” demeye sığınmazdı. O, söylediği bu sözde ve hasmının maksadına dair verdiği bu haberde ister doğru olsun, ister yalancı olsun fark etmez, böyle bir şey yapmazdı. Üstelik Mûsâ aleyhisselam’ı tanıyan ve onun neye davet ettiğini bilen herkes, onun hiçbir zaman yeryüzünde üstünlük sağlamak gibi bir maksadı olmadığını çok iyi bilir. Onun maksadı, ancak diğer peygamber kardeşlerinin maksadında olduğu gibi insanları hidâyete iletmek ve onlara faydalarına olan şeyleri göstermektir.
Ancak işin gerçek mahiyeti,
onların bizzat kendi ağızları ile de ifade ettikleri gibi şuydu: “Biz ikinize de inanmıyoruz” yani kibir ve inadımız dolayısı ile dediklerini kabul etmiyoruz. Yoksa Mûsâ ile Hârûn’un getirdiklerinin batıl oluşundan ve hakkında herhangi bir şüphelerinin olduğundan yahut da başka herhangi bir sebep dolayısı ile değil. Bunun tek sebebi, onların zalimlikleri, haksızlıkları ve Mûsâ ile Hârûn’a -ikisine de selam olsun- iftira ile yakıştırdıkları üstünlük sağlama arzularından başkası değildir.
#
{79} {وقال فرعون}؛ معارضاً للحقِّ الذي جاء به موسى ومغالباً لملئِهِ وقومه: {ائتوني بكلِّ ساحر عليم}؛ أي: ماهر بالسحر متقن له. فأرسل في مدائن مصر من أتاه بأنواع السَّحرة على اختلاف أجناسهم وطبقاتهم.
79.
“Firavun” Mûsâ aleyhisselam’ın getirdiği hakka karşı çıkarak ve ileri gelenleri ile kavminin galip gelmesini isteyerek: “Bütün bilgin sihirbazları bana getirin, dedi.” Yani sihirde becerikli ve bunu çok iyi bilen kim varsa getirin. Sonra da Mısır şehirlerine, çeşitli tür ve seviyeleri ile değişik sihirbazları kendilerine getirecek kimseler gönderdi.
#
{80} {فلما جاء السحرة}: للمغالبة لموسى ، {قال لهم موسى ألقوا ما أنتم ملقون}؛ أي: أيَّ شيء أردتم، لا أعيِّن لكم شيئاً، وذلك لأنَّه جازمٌ بغلبتِهِ غير مبالٍ بهم وبما جاؤوا به.
80.
“Nihâyet sihirbazlar” Mûsâ ile yarışmak üzere
“gelince Mûsâ onlara: Atacağınızı atın, dedi” Yani siz neyi atmak istiyorsanız atabilirsiniz. Ben size, belirli bir şeyi atın, demiyorum. Çünkü Mûsâ kesin olarak galip geleceğini biliyordu. Onlara ve onların neler yapacaklarına da hiç aldırış etmiyordu.
#
{81} {فلما ألقوا}: حبالَهم وعصيَّهم إذا هي كأنها حيَّاتٌ تسعى، فقال {موسى ما جئتم به السحر}؛ أي: هذا السحر الحقيقي العظيم، ولكن مع عظمته {إنَّ الله سيبطِلُه إنَّ الله لا يُصْلِحُ عمل المفسدين}؛ فإنَّهم يريدون بذلك نصر الباطل على الحق، وأيُّ فساد أعظم من هذا؟! وهكذا كل مفسد عمل عملاً واحتال كيداً أو أتى بمكرٍ؛ فإنَّ عملَه سيبطُل ويضمحلُّ، وإن حصل لعمله روجان في وقت ما؛ فإن مآله الاضمحلال والمَحْق، وأما المصلحون الذين قصدُهم بأعمالهم وجهُ الله تعالى، وهي أعمال ووسائل نافعةٌ مأمورٌ بها؛ فإنَّ الله يصلحُ أعمالهم ويرقِّيها ويُنَمِّيها على الدوام.
81.
“Onlar” iplerini ve sopalarını “atınca” hepsi de yürüyen yılanlarmış gibi göründü. Bunun üzerine
“Mûsâ dedi ki: Sizin bu yaptığınız sihirdir.” Yani bu, büyük ve gerçek bir sihirdir. Fakat büyüklüğüne rağmen
“şüphesiz Allah onu boşa çıkaracaktır. Çünkü Allah, bozguncuların işini düzeltmez.” Onlar bu yaptıkları ile hakka karşı batılın zafere kavuşmasını istemişlerdi. Bundan daha büyük bir bozgunculuk olabilir mi? İşte herhangi bir iş yapan, herhangi bir tuzak kurmaya çalışan veya herhangi bir komplo düzenleyen her bir fesatçının durumu böyledir. Onun yaptığı mutlaka boşa çıkar, darmadağın olur gider. Bir süre, onun yaptığı iş revaç bulsa da önünde sonunda o yok olacaktır, boşa çıkacaktır. Yaptıkları işlerle maksatları Yüce Allah’ın rızasına kavuşmak olan ve bu işleri esas itibari ile işlenmesi emredilen faydalı işler olan ıslah edicilere gelince şüphesiz Yüce Allah, onların amellerini düzeltir, ilerletir ve sürekli olarak geliştirir.
#
{82} فألقى موسى عصاه، فتلقَّفت جميع ما صنعوا، فبطل سِحْرُهم، واضمحلَّ باطلهم. {و} أحقَّ {اللهُ الحقَّ بكلماته ولو كره المجرمون}: فألقي السحرة حين تبيَّن لهم الحقُّ، فتوعَّدهم فرعون بالصلب وتقطيع الأيدي والأرجل، فلم يبالوا بذلك، وثبتوا على إيمانهم.
82. Mûsâ asasını atınca büyük bir olup onların yaptıkları büyüleri yutuvermeye başladı. Böylelikle onların büyüleri boşa çıktı ve batılları yok olup gitti. Böylece Allah, hakkı ortaya koymuş oldu. Sihirbazlar hakkı açıkça görünce secdeye kapandılar. Firavun onları asmakla, el ve ayaklarını kesmekle tehdit ettiyse de buna aldırış etmeyip imanları üzere sebat gösterdiler. Ne Firavun, ne onun yanındaki ileri gelenler ne de onların tabilerinden hiç kimse iman etmedi. Aksine bunlar azgınlıkları içinde bocalamaya devam ettiler.
Bu nedenle şöyle buyrulmuştur:
#
{83} وأما فرعون ومَلَؤه وأتباعهم؛ فلم يؤمن منهم أحدٌ، بل استمرُّوا في طغيانهم يعمهون، ولهذا قال: {فما آمن لموسى إلا ذُرِّيَّةٌ من قومه}؛ أي: شباب من بني إسرائيل صبروا على الخوف لما ثبت في قلوبهم الإيمان، {على خوفٍ من فرعون ومَلَئِهم أن يفتِنَهم}: عن دينهم. {وإنَّ فرعونَ لعالٍ في الأرض}؛ أي: له القهر والغلبة فيها؛ فحقيقٌ بهم أن يخافوا من بطشته، {و} خصوصاً {إنه كان من المسرفين}؛ أي: المتجاوزين للحدِّ في البغي والعدوان. والحكمة ـ والله أعلم ـ بكونه ما آمن لموسى إلا ذُرِّيَّةٌ من قومه: أنَّ الذُّرِّيَّة والشباب أقبلُ للحقِّ وأسرع له انقياداً؛ بخلاف الشيوخ ونحوهم ممَّن تربَّى على الكفر؛ فإنهم بسبب ما مكث في قلوبهم من العقائد الفاسدة أبعد من الحقِّ من غيرهم.
83.
“Mûsâ’ya kavminden birtakım gençler dışında kimse iman etmedi.” Yani İsrailoğullarına mensup birtakım gençler, korkmalarına rağmen iman kalplerinde iyice yerleştiği için sabredip imanlarını sürdürdüler.
“Bunlar da Firavun’un ve ileri gelenlerinin kendilerini” dinlerinden çevirmek suretiyle
“fitneye düşürmelerinden korkuyorlardı. Çünkü Firavun gerçekten ülkede üstün (güç sahibi) bir kişi idi.” Onun ülkeden üstünlüğü ve baskın bir gücü vardı. O bakımdan onun cezalandırmasından korkmakta haklı idiler. Özellikle de
“o, gerçekten” azgınlıkta ve düşmanlıkta
“haddi aşanlardandı.”
Mûsâ’ya ancak kavminin gençlerinden bir topluluğun iman edip başka kimselerin iman etmeyişindeki hikmet -doğrusunu en iyi Allah bilir ama- gençlerin ve çocukların hakkı kabule daha yatkın, hakka daha çok itaat edip boyun eğen kimseler oluşundan dolayı olsa gerektir. Küfür üzere yetişen yaşlı ve yetişkinler ise böyle değildir. Çünkü bu yaşlılar, kalplerinde bozuk akidelerin yer etmiş olması ve uzun bir süre öylece kalması dolayısı ile başkalarına göre haktan daha uzaktırlar.
#
{84} {وقال موسى}: موصياً لقومه بالصبر، ومذكِّراً لهم ما يستعينون به على ذلك، فقال: {يا قوم إن كنتُم آمنتُم بالله}: فقوموا بوظيفة الإيمان، وعلى الله {توكَّلوا إن كنتُم مسلمينَ}؛ أي: اعتمدوا عليه والجؤوا إليه واستنصروه.
84.
Mûsâ kavmine sabrı tavsiye ederek ve bu hususta kimin yardımını alacaklarını hatırlatarak: “Ey kavmim! Eğer siz Allah’a iman etmiş ve O’na teslim olmuşsanız” Allah’a imanın gereğini yerine getirin ve
“artık O’na güvenip dayanın, dedi.”
#
{85} {فقالوا}: ممتثلين لذلك: {على الله توكَّلْنا ربَّنا لا تَجْعَلْنا فتنةً للقوم الظالمين}؛ أي: لا تسلطهم علينا فَيَفْتِنُونا أو يَغْلِبُونا، فَيُفْتَنُون بذلك، ويقولون: لو كانوا على حقٍّ لما غُلِبوا.
85.
“Onlar da” Mûsâ’nın bu emrine uyarak “şöyle dediler: Biz yalnız Allah’a güvenip dayandık. Ey Rabbimiz bizi o zalimler topluluğunun fitnesine uğratma!” Yani onları bize musallat etme! Çünkü o vakit onlar bizi dinimizden çevirmek kastı ile bize işkence yaparlar yahut da bize galip gelirler de böylelikle kendileri de fitneye düşüp: Eğer bunlar hak üzere olsalardı yenik düşmezlerdi, derler.
#
{86} {ونجِّنا برحمتك من القوم الكافرين}: لنسلم من شرِّهم ولنقيم على ديننا على وجهٍ نتمكَّن به من إقامة شرائعه وإظهاره من غير معارض ولا منازع.
86.
“Ve rahmetinle bizi o kâfirler topluluğundan kurtar” ki onların şerlerinden kurtulalım ve dinimiz üzere kalmaya devam edelim. Dinimizi ve şer’î hükümlerini, herhangi bir karşı çıkan ve bu konuda bizimle anlaşmazlık çıkartan olmaksızın uygulama imkânını bulabilelim.
#
{87} {وأوحينا إلى موسى وأخيه}: حين اشتدَّ الأمر على قومهما من فرعون وقومه وحرصوا على فتنتهم عن دينهم، {أن تبوَّآ لقومكما بمصر بيوتاً}؛ أي: مروهم أن يجعلوا لهم بيوتاً يتمكَّنون به من الاستخفاء فيها، {واجعلوا بيوتَكم قبلةً}؛ أي: اجعلوها محلاًّ تصلون فيها حيث عجزتم عن إقامة الصلاة في الكنائس والبيع العامَّة. {وأقيموا الصلاة}: فإنها معونةٌ على جميع الأمور، {وبشِّر المؤمنين}: بالنصر والتأييد وإظهار دينهم؛ فإن مع العسر يسراً، إن مع العسر يسراً. وحين اشتدَّ الكرب وضاق الأمر؛ فرَّجه الله ووسعه.
87. Firavun ve kavminin İsrailoğulları üzerindeki baskıları ağırlaşıp da onları dinlerinden çevirmeye çalışmaları üzerine
“Mûsâ’ya ve kardeşine: Mısır’da kavminize evler hazırlayın” yani onlara içlerinde gizlenebilecekleri şekilde evler yapmalarını emredin.
“O evlerinizi namazgah yapın” yani halka açık mabedlerde namaz kılma imkânını bulamadığınızda evlerinizi içlerinde namaz kılabileceğiniz bir yer haline getirin
“ve namazı dosdoğru kılın.” Çünkü namaz her türlü sıkıntılara karşı bir yardımcıdır.
“Müminleri de” zafer, yardım ve dinlerinin üstün geleceği müjdesiyle
“müjdele, diye vahyettik.” “Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık (daha) vardır.” (el-İnşirah, 94/5-6) Sıkıntılar artık bunalım haline dönüştü mü Allah onları giderip ferahlık verir.
#
{88} فلما رأى موسى القسوة والإعراض من فرعون وملئهم؛ دعا عليهم وأمَّن هارون على دعائه، فقال: {ربَّنا إنك آتيت فرعونَ وملأَهُ زينةً}: يتزينون بها من أنواع الحليِّ والثياب والبيوت المزخرفة والمراكب الفاخرة والخدام، {وأموالاً}: عظيمةً {في الحياة الدُّنيا ربَّنا لِيُضِلُّوا عن سبيلك}؛ أي: إن أموالهم لم يستعينوا بها إلاَّ على الإضلال في سبيلك فيَضِلُّون ويُضِلُّون. {ربَّنا اطمسْ على أموالهم}؛ أي: أتلفها عليهم إما بالهلاك وإما بجعلها حجارةً غير منتفع بها، {واشدُدْ على قلوبهم}؛ أي: قسِّها، {فلا يؤمنوا حتَّى يَرَوُا العذاب الأليم}: قال ذلك غضباً عليهم حيث تجرؤوا على محارم الله وأفسدوا عباد الله وصدُّوا عن سبيله، ولكمال معرفته بربِّه بأنَّ الله سيعاقبهم على ما فعلوا بإغلاق باب الإيمان عليهم.
88. Mûsâ Firavun’un ve ileri gelenlerin katılığını ve yüz çevirişlerini görünce onlara beddua etmiş, Hârûn da
“Amin” demişti. Şöyle ki: “Mûsâ: Ey Rabbimiz, dedi, gerçekten sen Firavun ve ileri gelenlerine dünya hayatında ihtişam” süslenecekleri türlü süs eşyaları, elbiseler, dayalı döşeli evler, gösterişli binekler, hizmetçiler
“ve nice” pek çok miktarda “mallar verdin. Onlarsa, ey Rabbimiz, senin yolundan saptırıyorlar!” Yani onlar, bu malları Senin yolundan insanları saptırmak için kullanıyorlar; hem kendileri sapıyorlar hem de başkalarının da sapmasına sebep oluyorlar.
“Rabbimiz, mallarını yok et” onları helak etmek yahut da taşa dönüştürmek gibi mallarını yararlanılmayacak bir şekle sokarak telef et!
“ve kalplerini de mühürle” yani katılaştır da
“onlar can yakıcı azabı görmedikçe iman etmesinler!”
Mûsâ aleyhisselam bu sözlerini onlara olan öfkesinden dolayı söylemişti. Çünkü onlar, Allah’ın haram kıldığı şeyleri işlemek cüretkârlığını göstermiş, Allah’ın kullarını fesada boğmuş ve insanları Allah’ın yolundan alıkoymuşlardı. Ayrıca Mûsâ aleyhisselam Rabbinin, yüzlerine karşı iman kapısını kapatmak sureti ile yaptıklarına karşılık olarak onları cezalandıracağını tam anlamı ile bildiğinden dolayı böyle yapmıştı.
#
{89} {قال} الله تعالى: {قد أُجيبتْ دعوتُكما}: هذا دليلٌ على أن موسى يدعو وهارون يؤمِّن على دعائه، وإن الذي يؤمِّن يكون شريكاً للداعي في ذلك الدعاء. {فاستقيما}: على دينكما، واستمرَّا على دعوتكما، {ولا تتَّبِعانِّ سبيل الذين لا يعلمون}؛ أي: لا تتبعانِّ سبيل الجهَّال الضلاَّل، المنحرفين عن الصراط المستقيم، المتَّبعين لطرق الجحيم.
89. Yüce Allah
“buyurdu ki: İkinizin de duası kabul olundu.” Bu, Mûsâ’nın dua ettiğine Hârûn’un da onun duasına
“Âmin” dediğine, ayrıca “Âmin” diyen kimsenin de yapılan duada dua edene ortak olduğuna delil vardır.
“O halde” dininiz üzere “dosdoğru yürümeye devam edin” davetinizi sürdürün.
“Sakın bilmeyenlerin yoluna uymayın.” Yani dosdoğru yoldan ayrılmış, cehenneme götüren yolu izleyen sapmışların, dalalete düşen cahillerin yoluna asla uymayın.
#
{90} فأمر الله موسى أن يسري ببني إسرائيل ليلاً، وأخبره أنهم سَيَتَّبِعُونه ، وأرسل فرعونُ في المدائن حاشرين يقولون: إنَّ هؤلاء ـ أي: موسى وقومه ـ لشرذِمَةٌ قليلون. وإنَّهم لنا لغائظونَ. وإنا لجميعٌ حاذرونَ. فجمع جنودَه قاصيهم ودانيهم، فأتبعهم بجنوده بغياً وعدواً؛ أي: خروجهم باغين على موسى وقومه ومعتدين في الأرض، وإذا اشتدَّ البغي واستحكم الذنبُ؛ فانتظِر العقوبةَ. {وجاوزنا ببني إسرائيل البحر}: وذلك أنَّ الله أوحى إلى موسى لما وصل البحر أن يضرِبَه بعصاه، فضربه، فانفلق اثني عشر طريقاً، وسلكه بنو إسرائيل، وساق فرعون وجنودهم خلفهم داخلين، فلما استكمل موسى وقومُه خارجين من البحر وفرعونُ وجنودُه داخلين فيه؛ أمر الله البحر، فالتطم على فرعون وجنوده، فأغرقَهم وبنو إسرائيل ينظُرون، حتى إذا أدرك فرعونَ الغرقُ وجزم بهلاكه؛ {قال آمنتُ أنَّه لا إله إلاَّ الذي آمنتْ به بنو إسرائيلَ}: وهو الله الإله الحقُّ الذي لا إله إلا هو، {وأنا من المسلمينَ}؛ أي: المنقادين لدين الله، ولما جاء به موسى.
90. Şanı Yüce Allah, Musa’ya İsrailoğulları ile birlikte geceleyin yola koyulmayı emretti ve ona Firavun ve beraberindekilerin onu izleyeceklerini haber verdi.
Firavun ise şehirlere toplayıcılar göndermişti: Onlar şöyle diyorlardı:
“Gerçekten bunlar (Mûsâ ve kavmi) az bir topluluktur ve onlar bizi gerçekten kızdırdılar. Biz ise uyanık ve tedbirli bir topluluğuz.” (eş-Şuarâ, 26/54-56) Böylece Firavun, uzak yakın bütün askerlerini topladı. Askerleri ile
“haddi aşıp saldırganlık etmek üzere” yani yeryüzünde de haddi aşmak ve Mûsâ ile kavmine saldırmak üzere arkalarından yola koyuldu. Haddi aşma iyice artıp günah pekişti mi, artık geriye cezayı beklemekten başka bir şey kalmaz.
“İsrailoğullarını denizden geçirdik.” Şöyle ki Yüce Allah, Mûsâ’ya denize ulaştı mı ona asasıyla vurmasını emretmişti. Mûsâ da asasıyla denize vurdu ve deniz yarılıp on iki yola ayrıldı. İsrailoğulları da o yolları izledi. Firavun ve askerleri de arkalarından denizin içerisine girerek yola koyuldular. Mûsâ ve kavmi denizin dışına çıktıklarında ve Firavun ile askerleri de hala denizin içerisinde bulunuyorken Yüce Allah, denize emretti ve deniz, Firavun ve askerlerinin üzerine kapandı. İsrailoğullarının gçzü önünde hepsini suda boğdu. Nihâyet Firavun da boğulma noktasına gelip artık kesinlikle öleceğini anlayınca
“şöyle dedi: İsrailoğullarının iman ettiklerinden başka bir ilâhın olmadığına iman ettim.” İşte kendisinden başka ilah olmayan, tek hak ilah olan Allah O’dur,
“ben de müslümanlardanım!” Allah’ın dinine ve Mûsâ’nın getirdiklerine itaat edenlerdenim.
#
{91} قال الله تعالى مبيِّناً أنَّ هذا الإيمان في هذه الحالة غير نافع له: {آلآنَ}: تؤمن وتقرُّ برسول الله، {وقد عصيتَ قبلُ}؛ أي: بارزت بالمعاصي والكفر والتكذيب، {وكنت من المفسدينَ}: فلا ينفعُك الإيمان كما جرتْ عادةُ الله أن الكفار إذا وصلوا إلى هذه الحالة الاضطراريَّة أنَّه لا ينفعهم إيمانهم؛ لأنَّ إيمانهم صار إيماناً مشاهداً؛ كإيمان من ورد القيامة، والذي ينفعُ إنما هو الإيمان بالغيب.
91.
Yüce Allah böyle bir durumda iman etmenin kendisine herhangi bir fayda sağlamayacağını beyan ederek şöyle buyurmaktadır: “Şimdi mi?” iman ediyor ve Allah’ın Rasûlünü tasdik ettiğini ifade ediyorsun? “Halbuki sen bundan önce isyan etmiş” masiyetlerle, küfür ve yalanlamakla meydan okumuş
“ve fesatçılardan olmuştun.” Bu konuda Yüce Allah’ın uygulayageldiği kanunu gereği iman etmenin sana hiçbir faydası olmayacaktır. Çünkü kâfirler, iman etmenin artık kaçınılmaz olduğu böyle bir duruma ulaştıkları takdirde edecekleri imandan yararlanamayacaklardır. Zira onların imanları, tıpkı Kıyamet gününe ulaşan kimsenin iman etmesi gibi gözle görme sonucu iman etmeye benzer. Oysa fayda veren iman, görmeden olan imandır.
#
{92} {فاليوم ننجِّيك ببدنِكَ لتكون لمن خلفك آيةً}: قال المفسِّرون: إنَّ بني إسرائيل لما في قلوبهم من الرعب العظيم من فرعون، كأنَّهم لم يصدِّقوا بإغراقه، وشكُّوا في ذلك، فأمر الله البحر أن يلقِيَهُ على نجوة مرتفعةٍ ببدنه؛ ليكون لهم عبرة وآية. {وإنَّ كثيراً من الناس عن آياتنا لغافلون}: فلذلك تمرُّ عليهم وتتكرَّر فلا ينتفعون بها؛ لعدم إقبالهم عليها، وأما من له عقلٌ وقلبٌ حاضر؛ فإنَّه يرى من آيات الله ما هو أكبر دليل على صحَّة ما أخبرت به الرسل.
92.
“Senden sonrakilere bir ibret olman için bugün seni(n sadece) bedenini kurtaracağız.” Müfessirler derler ki: İsrailoğulları, Firavun’a karşı duydukları büyük korku dolayısı ile onun suda boğulduğunu kabul etmemiş ve bundan şüphe etmişlerdi. Bunun üzerine Yüce Allah denize onun bedenini -onlara bir ibret ve alamet olsun diye- yüksekçe bir tepeye bırakmasını emretmişti.
“Ne var ki insanların birçoğu ibret verici delillerimizden kesinlikle gafildirler.” Bundan dolayıdır ki bu deliller gözlerinin önünde geçer, tekrarlanır durur; fakat onlara yönelmeyişleri dolayısı ile bu âyetlerden gereği gibi yararlanamazlar. Uyanık bir akıl ve dikkatli bir kalbe sahip olan kimse ise Yüce Allah’ın âyetleri ile delillerinden, peygamberlerin bildirdiklerinin doğruluğuna delalet eden en büyük delilleri görürler.
#
{93} {ولقد بوَّأنا بني إسرائيل مُبَوَّأ صِدْقٍ}؛ أي: أنزلهم الله وأسكنهم في مساكن آل فرعون، وأورثهم أرضهم وديارهم، {ورزقناهم من الطيِّباتِ}: من المطاعم والمشارب وغيرهما، {فما اختلفوا}: في الحقِّ {حتَّى جاءهم العلمُ}: الموجب لاجتماعهم وائتلافهم، ولكن بغى بعضهم على بعضٍ، وصار لكثيرٍ منهم أهوية وأغراض تخالف الحقَّ، فحصل بينهم من الاختلاف شيء كثيرٌ. {إنَّ ربَّك يقضي بينَهم يوم القيامة فيما كانوا فيه يختلفون}: بحكمه العدل الناشئ عن علمه التامِّ وقدرته الشاملة.
وهذا هو الداء الذي يعرض لأهل الدين الصحيح، وهو أنَّ الشيطان إذا أعجزوه أن يطيعوه في ترك الدين بالكلِّيَّة، سعى في التحريش بينهم وإلقاء العداوة والبغضاء، فحصل من الاختلاف ما هو موجبُ ذلك، ثم حصل من تضليل بعضهم لبعضٍ وعداوة بعضهم لبعض ما هو قرَّة عين اللعين، وإلا؛ فإذا كان ربُّهم واحداً ورسولهم واحداً ودينهم واحداً ومصالحهم العامة متَّفقة؛ فلأيِّ شيء يختلفون اختلافاً يفرِّق شملهم ويشتِّت أمرهم ويَحُلُّ رابطتهم ونظامهم فيفوِّتُ من مصالحهم الدينيَّة والدنيويَّة ما يفوِّت ويموت من دينهم بسبب ذلك ما يموت؟! فنسألك اللهمَّ لطفاً بعبادك المؤمنين، يجمع شملهم، ويرأبُ صدعَهم، ويردُّ قاصِيَهم على دانيهم يا ذا الجلال والإكرام!
93.
“Andolsun ki Biz İsrailoğullarını güzel bir yere yerleştirdik.” Yani Yüce Allah, onları Firavun hanedanının meskenlerine yerleştirdi, onların yerlerini ve ülkelerini İsrailoğullarına miras verdi.
“Onları hoş ve temiz” yiyecek, içecek ve bunların dışında kalan
“şeylerle rızıklandırdık. Kendilerine” bir araya gelip toplanmalarını ve birbirleri ile kaynaşmalarını gerektiren
“ilim gelinceye kadar da” hakka dair
“anlaşmazlığa düşmediler.” Ancak kendilerine bu ilim gelince birbirlerine haksızlık ettiler. Onların pek çoğu hakka muhalif birtakım nefsi görüş ve maksatlara sahip oldu. Böylelikle aralarında pek çok konuda ayrılıklar ortaya çıktı.
“Şüphesiz Rabbin, hakkında anlaşmazlığa düştükleri konuda Kıyamet günü aralarında hüküm verecektir.” Eksiksiz ilmi ve herşeyi kapsayan kudretinin tecellisi olan adaletli hükmünü verecektir.
İşte bu, doğru dine mensup kimselerin karşı karşıya kaldıkları bir hastalıktır. Şeytan artık büsbütün dinlerini terk etmelerini sağlayarak onları kendisine itaate yöneltmekten aciz kalınca aralarını bozmaya, aralarına kin ve düşmanlık sokmaya çalışır ve bunun neticesinde de birtakım ihtilaflar ortaya çıkar. Daha sonra da biri diğerini sapıklıkla itham eder ve birbirlerine düşman olurlar. Bu da o lanetli şeytanın çok sevdiği bir sonuçtur. Yoksa hak dine iman edenlerin Rableri bir, peygamberleri bir, dinleri bir ve genel menfaatleri de birbirine uygun olduğu halde ne diye birliklerini dağıtacak, vahdetlerini parçalayacak, bağlarını çözecek ve düzenlerini bozacak bir şekilde ihtilafa düşüyorlar da dini ve dünyevi bir yığın maslahatları gerçekleştiremedikleri ve dinlerinin de pek çok hükmünün adeta ölü hale geldiği bir duruma düşsünler!
Ey celal ve ikram sahibi Allahım! Senden mü’min kullarına onları bir araya getirmeni, parçalanmışlıklarını gidermeni ve uzak olanları birbirlerine yaklaştırmanı lütfetmeni niyaz ederiz!
{فَإِنْ كُنْتَ فِي شَكٍّ مِمَّا أَنْزَلْنَا إِلَيْكَ فَاسْأَلِ الَّذِينَ يَقْرَءُونَ الْكِتَابَ مِنْ قَبْلِكَ لَقَدْ جَاءَكَ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ فَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الْمُمْتَرِينَ (94) وَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الَّذِينَ كَذَّبُوا بِآيَاتِ اللَّهِ فَتَكُونَ مِنَ الْخَاسِرِينَ (95)}.
94- Eğer sana indirdiğimizden yana şüphede isen senden önce kitabı okuyanlara sor. Andolsun ki hak, sana Rabbinden gelmiştir. O halde sakın şüphe edenlerden olma!
95- Allah’ın âyetlerini yalanlayanlardan da olma, sonra zarara uğrayanlardan olursun.
#
{94} يقول تعالى لنبيِّه محمدٍ - صلى الله عليه وسلم -: {فإن كنتَ في شكٍّ مما أنزلنا إليك}: هل هو صحيحٌ أم غير صحيح، {فاسأل الذين يقرؤون الكتاب من قبلك}؛ أي: اسأل أهل الكتب المنصفين والعلماء الراسخين؛ فإنهم سيقرُّون لك بصدق ما أخبرت به وموافقته لما معهم.
فإن قيل: إن كثيراً من أهل الكتاب من اليهود والنصارى، بل ربما كان أكثرهم ومعظمهم، كذَّبوا رسول الله، وعاندوه، وردُّوا عليه دعوته، والله تعالى أمر رسوله أن يستشهدَ بهم، وجعل شهادتَهم حجةً لما جاء به وبرهاناً على صدقه؛ فكيف يكونُ ذلك؟! فالجوابُ عن هذا من عدة أوجه:
منها: أنَّ الشهادة إذا أضيفت إلى طائفةٍ أو أهل مذهبٍ أو بلدٍ ونحوهم؛ فإنَّها إنما تتناول العدول الصادقين منهم، وأما مَنْ عداهم؛ فلو كانوا أكثر من غيرهم؛ فلا عبرة فيهم؛ لأن الشهادة مبنيَّة على العدالة والصدق، قد حصل ذلك بإيمان كثيرٍ من أحبارهم الرَّبانيِّين؛ كعبد الله بن سلام وأصحا به وكثيرٍ ممَّن أسلم في وقت النبيِّ - صلى الله عليه وسلم - وخلفائه ومن بعدهم.
ومنها: أن شهادة أهل الكتاب للرسول مبنيَّة على كتابهم التوراة الذي ينتسبون إليه؛ فإذا كان موجوداً في التوراة ما يوافق القرآن ويصدِّقُه ويشهدُ له بالصحَّة؛ فلو اتَّفقوا من أولهم وآخرهم على إنكار ذلك؛ لم يقدحْ بما جاء به الرسول.
ومنها: أنَّ الله تعالى أمر رسوله أن يستشهد بأهل الكتاب على صحَّة ما جاءه وأظهر ذلك وأعلنه على رؤوس الأشهاد، ومن المعلوم أن كثيراً منهم من أحرص الناس على إبطال دعوة الرسول محمدٍ - صلى الله عليه وسلم -؛ فلو كان عندهم ما يردُّ ما ذكره الله؛ لأبدَوْه وأظهروه وبيَّنوه، فلما لم يكنْ شيءٌ من ذلك؛ كان عدم ردِّ المعادي وإقرار المستجيب من أدلِّ الأدلَّة على صحَّة هذا القرآن وصدقه.
ومنها: أنه ليس أكثر أهل الكتاب ردَّ دعوة الرسول، بل أكثرُهم استجاب لها وانقاد طوعاً واختياراً؛ فإنَّ الرسولَ بُعِثَ وأَكْثَرُ أهل الأرض المتديِّنين أهل الكتاب ، فلم يمكثْ دينُه مدةً غير كثيرة حتى انقاد للإسلام أكثر أهل الشام ومصر والعراق وما جاورها من البلدان التي هي مقرُّ دين أهل الكتاب ولم يبقَ إلا أهل الرياسات الذين آثروا رياساتهم على الحقِّ ومَنْ تبِعَهم من العوامِّ الجهلة ومن تديَّن بدينهم اسماً لا معنى؛ كالإفرنج الذين حقيقة أمرهم أنَّهم دهريَّة منحلُّون عن جميع أديان الرسل، وإنَّما انتسبوا للدين المسيحيِّ ترويجاً لملكهم وتمويهاً لباطلهم؛ كما يعرف ذلك من عرف أحوالهم البيِّنة الظاهرة.
وقوله: {لقد جاءك الحق}؛ أي: الذي لا شكَّ فيه بوجه من الوجوه، {من ربِّك فلا تكوننَّ من الممترينَ }: كقوله تعالى: {كتابٌ أُنزِلْ إليكَ فلا يكن في صدرك حرجٌ منه}.
94. Yüce Allah,
peygamberi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e hitaben şöyle buyurmaktadır: “Eğer sana indirdiğimizden yana” acaba o doğru mudur, değil midir, diye
“şüphede isen, senden önce kitabı okuyanlara sor.” Yani Kitap ehli arasından insaflı ve gerçekten derin bilgi sahibi olanlara sor. Onlar sana senin bildirdiklerinin doğru olduğunu ve yanlarında bulunan bilgilere uygun düştüğünü ifade edeceklerdir.
Şayet
“Yahudi ve hristiyanlardan oluşan kitap ehlinin bir çoğu hatta büyük çoğunluğu, Allah Rasûlünü yalanladılar, ona karşı inat ettiler ve onun çağrısını kabul etmediler. Yüce Allah ise Peygamberine onların tanıklıklarına başvurmasını ve tanıklıklarının, getirdiğinin doğruluğuna bir delil, gerçek söylediğine bir belge olarak kabul etmesini emretmektedir. Bu nasıl olur?” denilecek olursa buna birkaç şekilde cevap verilebilir:
1. Tanıklık/şahitlik, herhangi bir kesime yahut mezhebe veya beldeye vs. izafe edilecek olursa bu, ancak aralarından adaletli ve doğru söyleyen kimseleri kapsar. Bunların dışında kalanlara gelince çoğunluk onlar olsa bile onlara itibar edilmez. Çünkü şahitliğin esası, adalet ve doğruluktur. Nitekim bu tanıklık da onların Rabbani alimlerinin birçoğunun imana gelmesi ile gerçekleşmiştir. Mesela Abdullah b. Selam ve arkadaşları ile gerek Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in döneminde gerekse de halifeleri ile onlardan sonraki dönemlerde İslâm’a giren pek çok kitap ehli gibi.
2. Kitap ehlinin Peygamber lehine yapacakları şahitlikleri, onların mensubu bulundukları kitapları Tevrat’a dayanmaktadır. Şâyet Tevrat’ta Kur’an’a uygun ve Kur’an’ı tasdik eden, onun doğuluğuna tanıklık eden şeyler varsa yahudiler baştan sona kadar onları inkârda birleşseler dahi bu, Allah Rasûlünün getirdiklerini tenkit etmeye yeterli bir sebep değildir.
3. Yüce Allah, peygamberine kitap ehlinden, getirdiklerinin doğruluğuna tanıklık etmelerini istemeyi emretmiş ve bunu açıkça ortaya koyup herkese ilan etmişti. Bilindiği gibi onların pek çoğu, insanlar arasında Allah’ın Rasûlü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in çağrısını çürütmeye en çok gayret edenlerlerdendir. Eğer onlar gerçekten Yüce Allah’ın sözünü ettiği şeyleri reddedecek bilgilere sahip olsalardı hiç şüphesiz bunu açıklar ve ortaya koyarlardı. Bunların hiçbirisi olmadığına göre düşmanlık edenin, bu iddiayı reddetmeyerek böyle bir şeyi kabul ve ikrar etmesi, Kur’an-ı Kerim’in doğruluğunun ve gerçekliğinin en büyük delillerinden birisidir.
4. Şu da bir gerçek ki Kitap ehlinin pek çoğu Allah Rasûlünün davetini reddetmiş değildir. Aksine onların çoğu bu daveti kabul etmiş, kendi istek ve iradesi ile buna uymuştur. Allah Rasûlü, peygamber olarak gönderildiğinde yeryüzü insanlarının arasında dine mensup olanların çoğunluğu kitap ehli idi. Onun getirdiği bu din üzerinden fazla bir zaman geçmeden Şam’ın
(Suriye’nin), Mısır’ın, Irak’ın ve onlara komşu olan kitap ehli dininin yerleşmiş olduğu beldelerin büyük çoğunluğu İslâm’a boyun eğdi. Geriye liderliklerini hakka tercih eden ileri konumdaki kimseler ile onlara uyan cahil avamdan, gerçek anlamda değil de ismen onların dinlerine bağlı bulunanlardan başkaları kalmadı. Bu tür ismen kitap ehli olanlara misal, gerçekte bütün peygamberlerin dinlerini terk etmiş ve dehrî/ateist olan batılılar gösterilebilir. Bunların hristiyanlığa mensubiyetleri, sadece kendi yönetimlerinin propagandasını yapmak ve kendi batıllarını güzel göstermek için olmuştur. Nitekim onların aşikar hallerini bilen kimseler de bu gerçeği açıkça bilirler.
“Andolsun ki hak sana Rabbinden gelmiştir.” ki onda hiçbir bakımdan şüphe söz konusu olmaz.
“O halde sakın şüphe edenlerden olma!” Bu,
Yüce Allah’ın şu buyruğuna benzemektedir: “(Bu), sana indirilen bir kitaptır. Sakın ondan dolayı göğsünde bir sıkıntı olmasın.” (el-A’raf, 7/2)
#
{95} {ولا تكونَنَّ من الذين كذَّبوا بآيات الله فتكون من الخاسرين}: وحاصل هذا أنَّ الله نهى عن شيئين: الشكِّ في هذا القرآن، والامتراء منه. وأشد من ذلك التكذيب به، وهو آيات الله البينات، التي لا تقبل التكذيب بوجه، ورتَّب على هذا الخسار، وهو عدم الربح أصلاً، وذلك بفوات الثواب في الدنيا والآخرة، وحصول العقاب في الدنيا والآخرة، والنهي عن الشيء أمرٌ بضدِّه، فيكون أمراً بالتصديق التامِّ بالقرآن وطمأنينة القلب إليه والإقبال عليه علماً وعملاً؛ فبذلك يكون العبدُ من الرابحين، الذين أدركوا أجلَّ المطالب وأفضل الرغائب وأتمَّ المناقب، وانتفى عنهم الخسارُ.
95.
“Allah’ın âyetlerini yalanlayanlardan da olma, sonra zarara uğrayanlardan olursun.” Bu son iki âyet-i kerime ile Yüce Allah,
iki hususu yasaklamaktadır: Bu Kur’an hakkında şüphe ve tereddüde düşmek, bundan daha ileri derecede olmak üzere de onu yalanlamaktır. Oysa bu Kur’an, Yüce Allah’ın hiçbir şekilde yalanlamayı kabul etmeyen apaçık âyetleridir. Yalanlanması halinde ise zarar ve ziyan söz konusudur. Zarar ise asla kâr etmemek demektir. Bu da dünya ve âhirette mükâfatın elden kaçırılması, buna karşılık dünya ve âhirette cezanın söz konusu olmasıyla olur. Diğer taraftan bir şeyin yasaklanması, onun zıddını emredilmesi demektir. O halde bu Kur’ân’ı Kerim’in tam anlamı ile tasdik edilmesi, kalbin ondan yana mutmain olması, ilim ve amel ile ona yönelmesi bu ayette emrediliyor demektir. Böylelikle kul, en üstün maksadı gerçekleştirmiş, en değerli arzuyu ve en üstü şerefi elde etmiş bulunan
“kâr edenlerden” olur ve zarara uğramaktan uzak kalır.
{إِنَّ الَّذِينَ حَقَّتْ عَلَيْهِمْ كَلِمَتُ رَبِّكَ لَا يُؤْمِنُونَ (96) وَلَوْ جَاءَتْهُمْ كُلُّ آيَةٍ حَتَّى يَرَوُا الْعَذَابَ الْأَلِيمَ (97)}.
96-97- Doğrusu üzerlerine Rabbinin sözü hak olmuş bulunanlar, onlara her türlü mucize gelse bile yine de can yakıcı azabı görmedikçe iman etmezler.
#
{96 ـ 97} يقول تعالى: {إنَّ الذين حقَّتْ عليهم كلمةُ ربِّك}؛ أي: إنهم من الضالين الغاوين أهل النار، لا بدَّ أن يصيروا إلى ما قدَّره الله وقضاه؛ فلا يؤمنون ولو جاءتهم كلُّ آية؛ فلا تزيدُهم الآيات إلا طغياناً وغيًّا إلى غيِّهم، وما ظلمهم الله ولكن ظلموا أنفسهم بردِّهم للحقِّ لما جاءهم أول مرة، فعاقبهم الله بأن طبع على قلوبهم وأسماعهم وأبصارهم فلا يؤمنوا حتى يَرَوا العذاب الأليم الذي وُعِدوا به؛ فحينئذٍ يعلمون حقَّ اليقين أنَّ ما هم عليه هو الضلال وأنَّ ما جاءتهم به الرسلُ هو الحقُّ، ولكنْ في وقتٍ لا يُجدي عليهم إيمانهم شيئاً؛ فيومئذٍ لا ينفع الذين ظلموا معذِرَتُهم ولا هم يُسْتَعْتَبون. وأما الآياتُ؛ فإنَّها تنفعُ مَنْ له قلبٌ أو ألقى السمع وهو شهيدٌ.
96-97.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Doğrusu üzerlerine Rabbinin sözü hak olmuş bulunanlar” yani cehennem ehlinden, azgın ve sapıklardan olanlar, mutlaka Allah’ın kader ve kazası ile tayin ettiği duruma gelirler ve onlara her türlü mucize gelse bile iman etmezler. Mucizeler onların ancak tuğyanlarını artırır, azgınlıklarına azgınlık katar. Allah bu yolla onlara zulmetmemiştir, ancak onlar hak kendilerine geldiği ilk seferinde hakkı reddetmek sureti ile kendi kendilerine zulmetmişlerdir. Yüce Allah da kalplerine, kulaklarına ve gözlerine mühür vurmakla onları cezalandırmıştır. O bakımdan onlar tehdit olunageldikleri can yakıcı azabı görünceye kadar iman etmezler. İşte o vakit üzerinde bulundukları halin kesinlikle sapıklık olduğunu, peygamberlerin kendilerine getirdiklerinin ise hakkın ta kendisi olduğunu bileceklerdir. Fakat bu zamanda iman etmelerinin kendilerine bir faydası olmayacaktır. O zaman zulmedenlere mazeretleri fayda vermeyeceği gibi mazeret belirtmelerine ve rızalık almaya çalışmalarına da müsaade edilmeyecektir. Ayetler ve mucizeler, ancak kalbi bulunanlara ve hazır bulunup kalpten kulak verene faydalı olur.
{فَلَوْلَا كَانَتْ قَرْيَةٌ آمَنَتْ فَنَفَعَهَا إِيمَانُهَا إِلَّا قَوْمَ يُونُسَ لَمَّا آمَنُوا كَشَفْنَا عَنْهُمْ عَذَابَ الْخِزْيِ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَمَتَّعْنَاهُمْ إِلَى حِينٍ (98)}.
98-
(Azabı gördüğünde) iman edip de imanı kendisine fayda sağlamış bir ülke olaydı ya! Ancak
(böyle bir şey olmamıştır) Yunus’un kavmi müstesna. Onlar iman edince üzerlerinden dünya hayatındaki rüsvay edici azabı kaldırdık ve onları bir süreye kadar faydalandırdık.
#
{98} يقول تعالى: {فلولا كانت قريةٌ}: من القرى المكذبين، {آمنتْ}: حين رأتِ العذاب، {فنفعها إيمانُها}؛ أي: لم يكن منهم أحدٌ انتفع بإيمانه حين رأى العذاب؛ كما قال تعالى عن فرعون ما تقدَّم قريباً لما قال: {آمنتُ أنَّه لا إله إلا الذي آمنت به بنو إسرائيلَ وأنا من المسلمين}، فقيل له: {آلآن وقد عصيتَ قبلُ وكنتَ من المفسدين}، وكما قال تعالى: {فلمَّا جاءهم بأسُنا قالوا آمنَّا بالله وحدَه وكَفَرْنا بما كُنَّا به مشركين. فلم يك يَنْفَعُهُم إيمانُهم لما رأوا بأسنا سُنَّةَ الله التي قد خلتْ في عباده}، وقال تعالى: {حتى إذا جاء أحدَهُم الموتُ قال ربِّ ارجعونِ. لعلِّي أعملُ صالحاً فيما تركتُ، كلاَّ}، والحكمة في هذا ظاهرةٌ؛ فإنَّ الإيمان الاضطراريَّ ليس بإيمان حقيقة، ولو صرف عنه العذاب والأمر الذي اضطره إلى الإيمان؛ لرجع إلى الكفران. وقوله: {إلاَّ قومَ يونس لما آمنوا بعدما رأوا العذاب كَشَفْنا عنهم عذابَ الخِزْي في الحياة الدُّنيا ومتعناهم إلى حين}: فهم مستَثْنَوْن من العموم السابق، ولا بدَّ لذلك من حكمة لعالم الغيب والشَّهادة لم تصلْ إلينا ولم تدرِكْها أفهامُنا؛ قال الله تعالى: {وإنَّ يونُسَ لمن المرسلين ... } إلى قوله: {فأرسلْناه إلى مائةِ ألفٍ أو يزيدونَ. فآمنوا فمتَّعْناهم إلى حينٍ}. ولعلَّ الحكمة في ذلك أنَّ غيرهم من المهلَكين لو رُدُّوا لعادوا لما نُهوا عنه، وأما قوم يونس؛ فإنَّ اللهَ أعلمَ أنَّ إيمانهم سيستمرُّ، بل قد استمرَّ فعلاً، وثبتوا عليه. والله أعلم.
98. Yalanlayan ülke halkları arasında azabı gördüğü vakit
“iman edip de imanı kendisine fayda sağlamış bir ülke olaydı ya!” Yani azabı gördüğü vakit iman edip de imanından fayda sağlayan hiçbir kimse olmamıştır. Tıpkı Yüce Allah'ın az önce
(90 ve 91. ayette) Firavun hakkında belirttiği gibi.
Zira Firavun azabı gördüğünde: “İsrailoğullarının iman ettiklerinden başka bir ilahın olmadığına iman ettim. Ben de müslümanlardanım” demişti,
ancak ona şöyle karşılık verilmişti: “Şimdi mi? Halbuki sen bundan önce isyan etmiş ve fesatçılardan olmuştun.” Bir başka yerde de Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Onlar bizim azabımızı gördüklerinde: Yalnızca Allah’a iman ettik ve O’na eş tutmakta olduğumuz şeyleri de inkâr ettik, dediler. Ama bizim azabımızı gördüklerinde imanları onlara fayda vermedi. Bu, Allah’ın kulları hakkında geçerli olagelen sünnetidir/kanunudur.” (el-Mü’min, 40/84-85);
“Onların her birine ölüm geldiğinde: Rabbim beni döndürün, umulur ki geride bırak(ıp zayi ettiğim ömrüme) karşılık salih amel işlerim, der. Asla! Bu, onun söylemiş olduğu bir sözden ibarettir.” (el-Mü’mimûn, 23/99-100) Buradaki hikmet açıktır. Çünkü zorunlu hallerdeki iman, gerçek bir iman değildir. Eğer bu azap uzaklaştırılacak ve kişiyi imana mecbur eden bu durum kaldırılacak olsa o kimse, yine küfre döner.
“Yunus’un kavmi müstesna. Onlar iman edince üzerlerinden dünya hayatındaki rüsvay edici azabı kaldırdık ve onları bir süreye kadar faydalandırdık.” İşte onlar, sözü geçen bu genel durumdan istisna edilmişlerdir. Elbette bunun gizliyi de açığı da bilen Allah'ın bize ulaşmamış ve zihnimizin idrak edemediği bir hikmeti vardır.
Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Muhakkak Yunus da gönderilen (peygamber)lerdendi... Biz onu yüz bin hatta daha fazlasına gönderdik. Onlar imana geldiler, biz de onları bir zamana kadar faydalandırdık.” (es-Sâffât, 37/139-148) Buradaki hikmet şu olabilir: Onların dışında helak edilenler, eğer azap kaldırılıp geri döndürülecek olsalardı yine onlara yasak kılınan şeylere dönerlerdi. Yûnus kavminin ise Yüce Allah, imanlarının devam edeceğini bilmiştir. Hatta fiilen de imanları devam etmiş ve onlar imanları üzerinde sebat göstermişlerdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
{وَلَوْ شَاءَ رَبُّكَ لَآمَنَ مَنْ فِي الْأَرْضِ كُلُّهُمْ جَمِيعًا أَفَأَنْتَ تُكْرِهُ النَّاسَ حَتَّى يَكُونُوا مُؤْمِنِينَ (99) وَمَا كَانَ لِنَفْسٍ أَنْ تُؤْمِنَ إِلَّا بِإِذْنِ اللَّهِ وَيَجْعَلُ الرِّجْسَ عَلَى الَّذِينَ لَا يَعْقِلُونَ (100)}.
99- Eğer Rabbin dileseydi elbette yeryüzünde bulunanların hepsi, istisnasız iman ederlerdi. Böyle iken sen mümin olsunlar diye insanları zorlayacak mısın?
100- Allah’ın izni olmadan hiçbir kimsenin iman etmesi mümkün değildir. O, murdarlığı akıl etmeyenlerin üzerine bırakır.
#
{99} يقول تعالى لنبيِّه محمد - صلى الله عليه وسلم -: {ولو شاء ربُّك لآمن مَن في الأرض كلهم جميعاً}: بأن يلهمهم الإيمان ويوزعَ قلوبهم للتقوى؛ فقدرتُه صالحةٌ لذلك، ولكنَّه اقتضتْ حكمته أن كان بعضهم مؤمنين وبعضهم كافرين. {أفأنت تكرِهُ الناس حتى يكونوا مؤمنين}؛ أي: لا تقدِرُ على ذلك، وليس في إمكانك، ولا قدرة غير الله شيء من ذلك.
99.
Yüce Allah Peygamberine hitaben şöyle buyurmaktadır: “Eğer Rabbin dileseydi elbette yeryüzünde bulunanların hepsi, istisnasız birden iman ederlerdi.” Onlara iman etmeleri ilhamını verip kalplerini takvaya doğru yöneltmesi ile bunu yapardı. Çünkü bu, O’nun kudreti için basittir. Ancak hikmeti, onların kimilerinin mü’min, kimilerinin de kâfir olmalarını gerektirmiştir.
“Böyle iken sen mümin olsunlar diye insanları zorlayacak mısın?” Yani senin buna gücün yetmez, bu senin gücün çerçevesinde olan bir şey değildir. Böyle bir şeye Yüce Allah’tan başka hiçbir kimse kadir olamaz.
#
{100} {وما كان لنفس أن تؤمنَ إلاَّ بإذنِ الله}: بإرادته ومشيئته وإذنه القَدَرِيِّ الشرعيِّ؛ فمن كان من الخَلْقِ قابلاً لذلك يزكو عنده الإيمان؛ وفَّقه وهداه، {ويجعلُ الرجسَ}؛ أي: الشرَّ والضلال {على الذين لا يعقلِونَ}: عن الله أوامرَهُ ونواهيه، ولا يُلقون بالاً لنصائحه ومواعظه.
100.
“Allah’ın izni” irade ve meşîeti, O’nun kaderî ve şer’î izni
“olmadan hiçbir kimsenin iman etmesi mümkün değildir.” O bakımdan insanlar arasından bu imanı kabule yatkın ve imanını geliştirecek durumda olanlara Allah, tevfikini ihsan edip hidâyet verir. Buna karşılık
“murdarlığı” şerri ve sapıklığı da
“akıl etmeyenlerin” Allah’ın emir ve yasaklarını düşünmeyenlerin, O’nun öğüt ve nasihatlerine iltifat etmeyenlerin
“üzerine bırakır.”
{قُلِ انْظُرُوا مَاذَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا تُغْنِي الْآيَاتُ وَالنُّذُرُ عَنْ قَوْمٍ لَا يُؤْمِنُونَ (101) فَهَلْ يَنْتَظِرُونَ إِلَّا مِثْلَ أَيَّامِ الَّذِينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِهِمْ قُلْ فَانْتَظِرُوا إِنِّي مَعَكُمْ مِنَ الْمُنْتَظِرِينَ (102) ثُمَّ نُنَجِّي رُسُلَنَا وَالَّذِينَ آمَنُوا كَذَلِكَ حَقًّا عَلَيْنَا نُنْجِ الْمُؤْمِنِينَ (103)}.
101-
De ki: “Göklerde ve yerde neler var bir bakın!” Ama âyetler ve uyarılar, iman etmeyen bir topluluğa fayda vermez.
102- Yoksa onlar ille de kendilerinden önce geçmiş olan kimselerin
(başına gelen azap) günlerinin benzerini mi bekliyorlar? De ki:
“Haydi bekleyin. Ben de sizinle beraber beklemekteyim.”
103- Sonunda biz
(yalanlayan kavimleri helak edip) peygamberlerimizi ve iman edenleri kurtarırız. İşte mü’minleri böyle kurtarırız ki bu, üzerimize bir haktır.
#
{101} يدعو تعالى عباده إلى النظر لما في السماوات والأرض، والمراد بذلك نظر الفكر والاعتبار والتأمُّل لما فيها وما تحتوي عليه والاستبصار؛ فإن في ذلك لآياتٍ لقوم يؤمنون وعبراً لقوم يوقنون، تدلُّ على أنَّ الله وحده المعبود المحمود ذو الجلال والإكرام والأسماء والصفات العظام، {وما تُغني الآياتُ والنُّذُر عن قوم لا يؤمنون}؛ فإنهم لا ينتفعون بالآيات؛ لإعراضهم وعنادهم.
101. Yüce Allah, kullarını göklerde ve yerde bulunanlara dikkatle bakmaya çağırmaktadır. Bundan kasıt ise onların ihtiva ettiği şeyler üzerinde düşünmek, bunlardan ibret almak, onlara dikkat etmek ve basiretini kullanmaktır. Çünkü bunlarda iman eden bir topluluk için âyetler, kesin kanaate sahip olan bir topluluk için ibretler vardır. Bunlar, Yüce Allah’ın vahdaniyetine, mabud oluşuna, övülmeye layık olduğuna, celal ve ikram sahibi, yüce isim ve vasıfların yegane sahibi olduğuna delalet eder.
“Ama âyetler ve uyarılar, iman etmeyen bir topluluğa fayda vermez.” Çünkü bunlar Allah’ın âyetlerinden yüz çevirmeleri ve inatları dolayısı ile onlardan gereği gibi yararlanamazlar.
#
{102 ـ 103} {فهل ينتظرون إلاَّ مثلَ أيام الذين خَلَوْا من قبلهم}؛ أي: فهل ينتظر هؤلاء الذين لا يؤمنون بآيات الله بعدَ وضوحها إلاَّ مثلَ أيام الذين خَلَوْا من قبلهم؛ أي: من الهلاك والعقاب؛ فإنَّهم صنعوا كصنيعهم، وسنةُ الله جاريةٌ في الأولين والآخرين. {قُلْ فانتظِروا إني معكم من المنتظرين}: فستعلمون لمَن تكون له العاقبة الحسنةُ والنجاةُ في الدنيا والآخرة. وليست إلاَّ للرسل وأتباعهم، ولهذا قال: {ثم نُنَجِّي رسلنا والذين آمنوا}: من مكاره الدنيا والآخرة وشدائدهما. {كذلك حقًّا علينا}: أوجبناه على أنفسنا، {نُنْجِ المؤمنين}: فإنَّ الله يدافعُ عن الذين آمنوا؛ فإنَّه بحسب ما مع العبد من الإيمان؛ تحصُلُ له النجاة من المكاره.
102.
“Yoksa onlar” yani Allah’ın âyetleri gereği gibi açıklandıktan sonra onlara iman etmeyen şu kimseler
“ille de kendilerinden önce geçmiş olan kimselerin (başına gelen azap) günlerinin benzerini mi bekliyorlar?” Helak edilmek ve cezaya çarptırılmaktan başka ne bekliyorlar ki? Çünkü bunlar da onların yaptıklarını yaptılar. Yüce Allah’ın sünneti/kanunu ise öncekilerde de sonrakilerde de aynı şekilde geçerlidir.
“De ki: Haydi bekleyin, ben de sizinle beraber beklemekteyim.” O vakit güzel akıbetin, dünya ve âhiretteki kurtuluşun kimin olacağını bileceksiniz. Bu da ancak Peygamberlere ve onlara tâbi olanlara aittir.
Bundan dolayı şöyle buyurmaktadır:
103.
“Sonunda biz (yalanlayan kavimleri helak edip) peygamberlerimizi ve iman edenleri” dünya ve âhirette hoşlanılmayan şeylerden ve sıkıntılardan
“kurtarırız. İşte mü’minleri böyle kurtarırız ki bu, üzerimize” vacip kıldığımız
“bir haktır.” Şüphesiz Yüce Allah, iman edenleri savunur. O bakımdan kulun, hoşuna gitmeyecek şeylerden kurtuluşu sahip olduğu imana göre olur.
{قُلْ يَاأَيُّهَا النَّاسُ إِنْ كُنْتُمْ فِي شَكٍّ مِنْ دِينِي فَلَا أَعْبُدُ الَّذِينَ تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ وَلَكِنْ أَعْبُدُ اللَّهَ الَّذِي يَتَوَفَّاكُمْ وَأُمِرْتُ أَنْ أَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ (104) وَأَنْ أَقِمْ وَجْهَكَ لِلدِّينِ حَنِيفًا وَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الْمُشْرِكِينَ (105) وَلَا تَدْعُ مِنْ دُونِ اللَّهِ مَا لَا يَنْفَعُكَ وَلَا يَضُرُّكَ فَإِنْ فَعَلْتَ فَإِنَّكَ إِذًا مِنَ الظَّالِمِينَ (106)}.
104-
De ki: “Ey insanlar! Eğer benim dinimden yana bir şüphe içinde iseniz (bilin ki) ben, sizin Allah’ın dışında taptıklarınıza tapmam. Ben ancak sizin canınızı alacak olan Allah’a ibadet ederim. Bana mü’minlerden olmam emredildi.
105- Yine (bana): “Yüzünü hanif olarak dine döndür ve sakın müşriklerden olma!”
106-
“Allah’tan başka sana ne fayda ne de zarar veremeyen şeylere de dua etme! Eğer böyle bir şey yaparsan o takdirde kesinlikle zalimlerden olursun.” (dendi.)
#
{104} يقول تعالى لنبيِّه محمدٍ - صلى الله عليه وسلم - سيد المرسلين وإمام المتقين وخير الموقنين: {قل يا أيُّها الناس إن كنتُم في شكٍّ من ديني}؛ أي: في ريب واشتباه؛ فإني لست في شكٍّ منه، بل لديَّ العلم اليقيني أنه الحقُّ وأن ما تدعون من دون الله باطلٌ، ولي على ذلك الأدلَّةُ الواضحةُ والبراهينُ الساطعةُ، ولهذا قال: {فلا أعبدُ الذين تعبدونَ من دون الله}: من الأنداد والأصنام وغيرهما؛ لأنها لا تَخْلُقُ ولا ترزقُ ولا تدبِّر شيئاً من الأمور، وإنما هي مخلوقةٌ مسخَّرة ليس فيها ما يقتضي عبادتها. {ولكنْ أعبدُ الله الذي يتوفَّاكم}؛ أي: هو الله الذي خلقكم، وهو الذي يميتكم ثم يبعثكم ليجازيكم بأعمالكم؛ فهو الذي يستحقُّ أن يُعبد، ويصلَّى له، [ويخضع]، ويسجد، {وأمِرْتُ أن أكون من المؤمنين}.
104. Yüce Allah, peygamberlerin efendisi,
takvâ sahiplerinin önderi ve kesin inanca sahip olanların en hayırlısı olan Peygamberi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e hitaben şöyle buyurmaktadır: “De ki: Ey insanlar, eğer benim dinimden yana bir şüphe içinde iseniz” ondan yana bir tereddüdünüz varsa haberiniz olsun ki benim ondan yana hiçbir şüphe ve tereddüdüm yoktur. Aksine ben kesinlikle onun hak olduğunu ve sizin Allah’tan başka yalvardıklarınızın ise batıl olduğunu biliyor ve buna dair elimde açık deliller ve kesin belgeler bulunduğunu da size bildiriyorum. O nedenle
“Ben, sizin Allah’ın dışında taptıklarınıza tapmam.” Putlara, heykellere ve diğerlerine ibadet etmem. Çünkü bunlar, hiçbir şey yaratamaz, rızık veremez, hiçbir işi çekip çeviremezler. Bunlar, Allah tarafından yaratılmış ve O’nun emrine tabi varlıklardır. Bunların kendilerine ibadet edilmesini gerektiren bir özellikleri yoktur.
“Ben ancak canınızı alacak olan Allah’a ibadet ederim.” Yani sizi yaratan Allah’tır ve sizi öldürecek olan da O’dur. Sonra amellerinizin karşılığını vermek üzere sizi öldükten sonra diriltecektir. İşte ibadete, kendisi için namaz kılınmaya, duaya, huzurunda secde edilmeye layık olan da yalnız O’dur.
#
{105} {وأن أقِمْ وجهكَ للدين حنيفاً}؛ أي: أخلص أعمالك الظاهرة والباطنة لله، وأقم جميع شرائع الدين، {حنيفاً}؛ أي: مقبلاً على الله معرضاً عما سواه. {ولا تكوننَّ من المشركين}: لا في حالهم ولا تكنْ معهم.
105.
“Yine (bana): “Yüzünü hanif olarak dine döndür” Yani zahiri ve batıni bütün amellerini yalnız Allah için ihlasla yap! Dinin şer’î bütün emirlerini bir
“hanif” olarak, yani O’nun dışındaki her şeyden yüz çevirmiş olarak Yüce Allah’a yönelen bir kimse olarak yerine getir. “ve sakın müşriklerden olma!” onların hallerine sahip olma ve onlarla berbaer de bulunma!
#
{106} {ولا تدعُ من دون الله ما لا ينفعُك ولا يضرُّك}: وهذا وصفٌ لكلِّ مخلوق أنه لا ينفع ولا يضرُّ، وإنما النافع الضارُّ هو الله تعالى. {فإن فعلت}؛ أي: دعوت من دون الله ما لا ينفعك ولا يضرك، {فإنَّك إذاً} لمن {الظالمين}؛ أي: الضارين أنفسهم بإهلاكها، وهذا الظلم هو الشرك؛ كما قال تعالى: {إنَّ الشِّرك لظلمٌ عظيمٌ}: فإذا كان خيرُ الخلق لو دعا مع الله غيره؛ لكان من الظالمين المشركين؛ فكيف بغيره؟!
106.
“Allah’tan başka sana ne fayda ne de zarar veremeyen şeylere de dua etme!” Fayda sağlayamamak ve zarar verememek, bütün yaratıkların sıfatıdır. Hiçbiri de fayda sağlayamaz, zarar veremez. Fayda da veren, zarar da veren ancak Yüce Allah’tır.
“Eğer böyle bir şey yaparsan” yani Allah’tan başka sana fayda sağlayamayan ve zarar veremeyen varlıklara dua edersen
“o takdirde kesinlikle zalimlerden olursun.” Nefsini helâke sürüklemek sureti ile onu zarara uğratanlardan olursun. Buradaki zulümden kasıt,
Yüce Allah’ın: “Şüphesiz ki şirk, çok büyük bir zulümdür” (Lokman, 31/13) buyruğunda olduğu gibi, şirktir. Şayet insanların en hayırlısı, faraza Allah ile birlikte başkasına dua edecek olursa müşrik ve zalimlerden oluyorsa peki, ya başkasının hali ne olur?
{وَإِنْ يَمْسَسْكَ اللَّهُ بِضُرٍّ فَلَا كَاشِفَ لَهُ إِلَّا هُوَ وَإِنْ يُرِدْكَ بِخَيْرٍ فَلَا رَادَّ لِفَضْلِهِ يُصِيبُ بِهِ مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ وَهُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ (107)}.
107- Şayet Allah, sana bir sıkıntı dokundurursa onu O’ndan başka hiç kimse kaldıramaz. Eğer senin için bir hayır murat ederse O’nun lütfuna engel olacak hiç kimse yoktur. O, lütfunu kullarından dilediğine eriştirir. O, çok bağışlayıcıdır, pek merhametlidir.
#
{107} هذا من أعظم الأدلَّة على أن الله وحده المستحقُّ للعبادة؛ فإنَّه النافع الضارُّ المعطي المانع الذي إذا مسَّ بضُرٍّ كفقر ومرض ونحوها: {فلا كاشف له إلاَّ هو}: لأن الخلق لو اجتمعوا على أن ينفعوا بشيء لم ينفعوا إلا بما كتبه الله ولو اجتمعوا على أن يضرُّوا أحداً؛ لم يقدروا على شيء من ضرره إذا لم يرده [اللهُ]. ولهذا قال: {وإن يُرِدْكَ بخيرٍ فلا رادَّ لفضله}؛ أي: لا يقدر أحدٌ من الخلق أن يردَّ فضله وإحسانه؛ كما قال تعالى: {ما يَفْتَح الله للناس من رحمةٍ فلا مُمْسِكَ لها وما يُمْسِك فلا مرسِلَ له من بعده}. {يصيبُ به مَن يشاء مِن عباده}؛ أي: يختص برحمته من شاء من خلقه والله ذو الفضل العظيم، {وهو الغفور}: لجميع الزَّلات، الذي يوفِّق عبده لأسباب مغفرته، ثم إذا فعلها العبد؛ غفر الله ذنوبه كبارها وصغارها، {الرحيمُ}: الذي وسعت رحمتُه كلَّ شيء ووصل جودُه إلى جميع الموجودات؛ بحيث لا تستغني عن إحسانه طرفة عين.
فإذا عرف العبد بالدليل القاطع أن الله هو المنفرد بالنعم وكشف النقم وإعطاء الحسنات وكشف السيئات والكربات، وأنَّ أحداً من الخلق ليس بيده من هذا شيءٌ إلا ما أجراه الله على يده؛ جزم بأنَّ الله هو الحقُّ وأن ما يدعون من دونه هو الباطلُ ولهذا لما بين الدليل الواضح؛ قال بعده:
107. Bu, Yüce Allah’ın tek başına ibadete layık olduğunun en büyük delillerindendir. Fayda sağlayan, zarar veren, bağışlayan, vermeyip alıkoyan O’dur. Fakirlik, sıkıntı ve buna benzer herhangi bir darlık gelip çattığında
“onu O’ndan başka hiç kimse kaldıramaz.” Çünkü bütün yaratıklar herhangi bir hususta faydalı olmak üzere toplansalar Allah’ın yazdığı kadarı müstesna, bir fayda sağlayamazlar. Eğer herhangi bir kimseye zarar vermek için bir araya toplansalar Allah dilememiş ise o kimseye en ufak bir zarar vermeye güçleri yetmez.
İşte bu nedenle Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Eğer senin için bir hayır murat ederse O’nun lütfuna engel olacak hiç kimse yoktur.” Yarattıklarından hiç kimse O’nun lütuf ve ihsanını geri çeviremez.
Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Allah insanlara herhangi bir rahmeti açacak olursa onu engelleyecek olmaz, engellediğini de O’ndan başka salıverecek bulunmaz.” (Fâtır, 35/2)
“O, lütfunu kullarından dilediğine eriştirir.” Yani rahmetini yaratıklarından dilediği kimseye tahsis eder. Çünkü Allah pek büyük lütuf sahibidir.
“O, çok bağışlayıcıdır,” bütün hataları affeder. Kuluna, mağfirete nail olmak için gerekli sebepleri gerçekleştirme tevfikini ihsan eder, kul bunları yerine getirecek olursa da küçüğü ile büyüğü ile onun bütün günahlarını bağışlar.
“pek merhametlidir.” O’nun rahmeti her şeyi kuşatmıştır. O’nun ihsanı bütün varlıklara ulaşmıştır. Öyle ki bu varlıklar, göz açıp kapayacak kadar bir süre dahi O’nun ihsanı olmadan varlıklarını sürdüremezler.
Kul, kesin bir delille nimetleri ihsan edenin, sıkıntıları açıp giderenin, iyilikleri verenin, kötülükleri ve bunalımları kaldıranın yalnızca Yüce Allah olduğunu, yaratılmışlardan hiçbir kimsenin bunlardan hiçbirini -Allah’ın onun vasıtası ile geçerli olacağını takdir ettikleri müstesna- yapamayacaklarını bilecek olursa hakkın ta kendisinin Allah olduğuna, O’nun dışında dua ve ibadet edilenlerin batıl olduğuna kesin olarak kanaat getirir. Bundan dolayı Yüce Allah,
bu açık delili beyan ettikten sonra şöyle buyurmaktadır:
{قُلْ يَاأَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءَكُمُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكُمْ فَمَنِ اهْتَدَى فَإِنَّمَا يَهْتَدِي لِنَفْسِهِ وَمَنْ ضَلَّ فَإِنَّمَا يَضِلُّ عَلَيْهَا وَمَا أَنَا عَلَيْكُمْ بِوَكِيلٍ (108) وَاتَّبِعْ مَا يُوحَى إِلَيْكَ وَاصْبِرْ حَتَّى يَحْكُمَ اللَّهُ وَهُوَ خَيْرُ الْحَاكِمِينَ (109)}.
108-
De ki: “Ey insanlar! Şüphe yok ki size Rabbinizden hak gelmiştir. Artık kim hidâyet bulursa o, ancak kendi yararına hidâyet bulmuş olur. Kim de saparsa yalnız kendi zararına sapmış olur. Ben başınıza bekçi değilim.”
109- Sen, sana vahyolunana uy ve Allah hükmünü verinceye kadar sabret! O, hükmedenlerin en hayırlısıdır.
#
{108} أي: {قل}: يا أيها الرسول لما تبيَّن البرهان: {يا أيها الناس قد جاءكم الحقُّ من ربِّكم}؛ أي: الخبر الصادق المؤيَّد بالبراهين الذي لا شكَّ فيه بوجهٍ من الوجوه، وهو واصلٌ إليكم من ربِّكم، الذي من أعظم تربيته لكم أن أنزل إليكم هذا القرآن، الذي فيه تبيانٌ لكلِّ شيء، وفيه من أنواع الأحكام والمطالب الإلهية والأخلاق المَرْضِيَّة ما فيه أعظم تربيةٍ لكم وإحسانٍ منه إليكم؛ فقد تبيَّن الرشد من الغي، ولم يبقَ لأحدٍ شبهة. {فمن اهتدى}: بهدى الله؛ بأن علم الحقَّ وتفهَّمه وآثره على غيره فلنفسه. والله تعالى غنيٌّ عن عباده، وإنَّما ثمرة أعمالهم راجعةٌ إليهم. {ومن ضلَّ}: عن الهدى؛ بأن أعرض عن العلم بالحقِّ أو عن العمل به، {فإنما يَضِلُّ عليها}: ولا يضرُّ الله شيئاً فلا يضر إلا نفسه. {وما أنا عليكم بوكيل}: فأحفظُ أعمالكم وأحاسبكم عليها، وإنَّما أنا لكم نذيرٌ مبينٌ، والله عليكم وكيلٌ؛ فانظروا لأنفسكم ما دمتم في مدة الإمهال.
108. Yani ey Peygamber! Bu kesin delil açıkça ortaya çıktığına göre
“de ki: Ey insanlar! Şüphe yok ki size Rabbinizden hak gelmiştir.” Hakkında şüphenin hiçbir şekilde söz konusu olmayacağı ve kat’i delillerle desteklenen o doğru haber size ulaşmış bulunuyor ki o, size Rabbinizden gelmiştir. O’nun rubûbiyetinin en büyük tecellisi de size bu Kur’an-ı Kerim’i indirmiş olmasıdır. Bu Kur’an’da her şeye dair açıklamalar vardır. Bunda türlü ilâhi hükümler ve ilâhi istekler, O’nun razı olacağı güzel ahlak vardır. Bu ise sizin için en büyük bir terbiye ve O’nun size büyük bir lütuf ve ihsanıdır. Artık sizin için doğru eğriden açıkça ayrılmıştır ve hiç kimse için herhangi bir şüphe kalmamıştır.
“Artık kim” Yüce Allah’ın gönderdiği hakkı bilip gereği gibi kavrar ve onu başkasına tercih etmek sureti ile “hidâyet bulursa o, ancak kendi yararına hidâyet bulmuş olur.” Yoksa Yüce Allah’ın kullarına ihtiyacı yoktur. Onların amellerinin faydası kendilerinedir.
“Kim de” hakkı bilmekten yahut da gereğince amel etmekten yüz çevirmek sureti ile hidâyetten “saparsa yalnız kendi zararına sapmış olur.” Allah’a en ufak bir zararı olmaz. Kendisinden başka bir kimseye de zararı olmaz.
“Ben başınıza bekçi değilim.” Amellerinizi tespit edip onlardan dolayı sizi hesaba çekecek olan ben değilim. Ben, sizin için ancak apaçık bir uyarıcıyım. Üzerinizde gözcü Yüce Allah’tır. O bakımdan size mühlet verilen bu süre zarfında siz lehinize olacak şeylere bakın!
#
{109} {واتبع}: أيها الرسول ما أوحي إليك علماً وعملاً وحالاً ودعوةً إليه، {واصبرْ}: على ذلك؛ فإنَّ هذا أعلى أنواع الصبر، وإنَّ عاقبته حميدةٌ؛ فلا تكسل ولا تضجر، بل دُمْ على ذلك واثبتْ، {حتى يحكم الله}: بينك وبين مَنْ كذَّبك. {وهو خير الحاكمين}: فإنَّ حكمه مشتملٌ على العدل التامِّ والقِسْط الذي يُحمد عليه. وقد امتثل - صلى الله عليه وسلم - أمر ربِّه، وثبت على الصراط المستقيم، حتى أظهر الله دينه على سائر الأديان، ونصره على أعدائه بالسيف والسنان، بعدما نصره الله عليهم بالحجَّة والبرهان، فلله الحمدُ والثناء الحسن كما ينبغي لجلاله وعظمته وكماله وسعة إحسانه.
109. Ey Peygamber!
“Sen sana vahyolunana” ilim ile, amel ile, halin ile ve ona davet etmek sureti ile
“uy ve Allah” seninle seni yalanlayanlar arasında
“hükmünü verinceye kadar” buna
“sabret!” İşte bu, sabır türlerinin en üstünüdür. Bunun sonucu da övülmeye değerdir. O halde gevşeme ve usanma. Aksine bu halin üzere devam et ve sebat göster. “O, hükmedenlerin en hayırlısıdır.” Çünkü O’nun hükmü tam adalettir. Övülmeye layık, gerçek adaleti ihtiva eder. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de Rabbinin verdiği bu emre riâyet etmiş, Allah dinini diğer dinlere üstün kılıncaya, düşmanlarına karşı onu delil ve belge ile muzaffer kılmasından sonra kılıçla ve silahla da muzaffer kılıncaya kadar dosdoğru yol üzerinde sebat göstermiştir. Yüce Allah’a celâline, azametine, kemaline ve geniş ihsanına yakışır şekilde güzel hamdler ve senalar olsun.
Yûnus Sûresi’nin tefsiri burada sona ermektedir. Âlemlerin Rabbi Allah’a hamd olsun.
***