(Medine’de inmiştir, 75 âyettir)
{يَسْأَلُونَكَ عَنِ الْأَنْفَالِ قُلِ الْأَنْفَالُ لِلَّهِ وَالرَّسُولِ فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَصْلِحُوا ذَاتَ بَيْنِكُمْ وَأَطِيعُوا اللَّهَ وَرَسُولَهُ إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ (1) إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ إِذَا ذُكِرَ اللَّهُ وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ وَإِذَا تُلِيَتْ عَلَيْهِمْ آيَاتُهُ زَادَتْهُمْ إِيمَانًا وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ (2) الَّذِينَ يُقِيمُونَ الصَّلَاةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ (3) أُولَئِكَ هُمُ الْمُؤْمِنُونَ حَقًّا لَهُمْ دَرَجَاتٌ عِنْدَ رَبِّهِمْ وَمَغْفِرَةٌ وَرِزْقٌ كَرِيمٌ (4)}.
1- Sana
“enfâl”i soruyorlar. De ki: “Enfâl, Allah’ın ve Râsulü’nündür. O halde Allah’tan korkup sakının ve aranızı düzeltin. Eğer mü’min iseniz Allah’a ve Râsulü’ne itaat edin.”
2- Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer, O’nun âyetleri kendilerine okunduğu zaman imanlarını artırır ve ancak Rab’lerine tevekkül ederler.
3- Onlar, namazı dosdoğru kılar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.
4- İşte onlar gerçek mü’minlerin ta kendileridir. Onlar için Rab’leri katında dereceler, mağfiret ve bitmez tükenmez bir rızık vardır.
#
{1} الأنفال: هي الغنائم التي يُنَفِّلُها اللهُ لهذه الأمة من أموال الكفار. وكانت هذه الآيات في هذه السورة قد نزلت في قصَّة بدرٍ، أول غنيمة كبيرة غنمها المسلمون من المشركين، فحصل بين بعض المسلمين فيها نزاعٌ، فسألوا رسولَ الله - صلى الله عليه وسلم - عنها، فأنزل الله: {يسألونَكَ عن الأنفالِ}: كيف تُقْسَمُ؟ وعلى مَن تُقْسَمُ؟ {قل}: لهم الأنفال لله ورسولِهِ يضعانِها حيث شاءا؛ فلا اعتراض لكم على حكم الله ورسوله، بل عليكم إذا حكم الله ورسوله أن ترضوا بحكمهما وتسلِّموا الأمر لهما، وذلك داخلٌ في قوله: {فاتَّقوا الله}: بامتثال أوامره واجتناب نواهيه، {وأصلِحوا ذاتَ بينِكم}؛ أي: أصلِحوا ما بينكم من التشاحن والتقاطع والتدابر بالتوادد والتحاب والتواصل؛ فبذلك تجتمع كلمتُكم ويزولُ ما يحصُلُ بسبب التقاطع من التخاصُم والتشاجُر والتنازع.
ويدخُلُ في إصلاح ذاتِ البين تحسينُ الخُلُق لهم والعفو عن المسيئين منهم؛ فإنه بذلك يزول كثير مما يكون في القلوب من البغضاء والتدابر، والأمر الجامع لذلك كله قوله: {وأطيعوا الله ورسولَه إن كنتم مؤمنين}: فإنَّ الإيمان يدعو إلى طاعة الله ورسوله؛ كما أنَّ من لم يطع الله ورسوله فليس بمؤمنٍ، ومن نقصت طاعتُهُ لله ورسوله؛ فذلك لنقص إيمانه.
1. Enfâl, Yüce Allah’ın bu ümmete kâfirlerin mallarından fazladan
(nafile) olarak verdiği ganimetlerdir. Bu sûrede yer alan bu âyet-i kerimeler, müslümanların müşriklerden ilk olarak büyük miktarda ganimet aldıkları Bedir gazvesi hakkında inmiştir. Bu ganimetler dolayısı ile kimi müslümanlar arasında bazı anlaşmazlıklar baş göstermişti. Bunun üzerine bu ganimetler hakkında Allah Rasûlüne soru sordular.
Yüce Allah da bu buyrukları indirdi: “Sana enfâl’i” ne şekilde ve kimlere paylaştırılacağını
“soruyarlar.” Sen de onlara
“de ki: Enfâl Allah’ın ve Rasûlünündür.” Bu ganimetleri istedikleri gibi paylaştırırlar. Sizin Allah’ın ve Rasûlünün hükmüne itiraz etmeniz söz konusu olamaz. Aksine size Allah ve Rasûlü hüküm verdiği takdirde hükümlerine razı olmak ve bu konuda onların emirlerine teslimiyetle bağlanmak düşer.
Bu mana Yüce Allah’ın: “O halde Allah’tan korkup sakının” buyruğunun kapsamına girmektedir ki, bu da emirlerine riâyet etmek ve yasaklarından kaçınmak sureti ile olur.
“Ve aranızı düzeltin.” Yani aranızdaki kin, güzel ilişkilerin koparılması ve birbirinize sırt dönmek gibi olumsuz ilişkileri karşılıklı sevgi, muhabbet ve birbirinizi görüp gözetmek sureti ile düzeltin. Bu yolla sözbirliği gerçekleşir ve ilişkilerinizi koparmaktan ötürü ortaya çıkmış düşmanlık, anlaşmazlık ve çekişmeler de ortadan kalkar.
“Arayı düzeltme”nin kapsamına mü’minlere karşı güzel ahlaklı davranmak, onların kötü davranışta bulunanlarını affedip bağışlamak da girer. Çünkü böylelikle kalplerde yer alan kin ve birbirine sırt çevirme gibi duyguların önemli bir bölümü ortadan kalkar.
İşte bütün bu emirleri kapsayan da Yüce Allah’ın: “Eğer mü’min iseniz Allah’a ve Rasûlüne itaat edin” buyruğudur. Çünkü iman Allah’a ve Rasûlüne itaate davet eder. Nitekim Allah’a ve Rasûlüne itaat etmeyen birisi de mü’min değildir. Allah’a ve Rasûlüne itaati eksik olan kimsenin bu eksikliğinin sebebi de imanındaki eksikliktir.
İman; övülmeyi, hakkında güzellikle söz edilmeyi ve tam anlamı ile kurtuluşu sağlayan kâmil iman ve kamil olmayan iman olmak üzere iki kısım olduğundan dolayı Yüce Allah,
kâmil imanı söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{2} ولما كان الإيمانُ قسمين: إيماناً كاملاً يترتَّب عليه المدح والثناء والفوزُ التامُّ، وإيماناً دون ذلك؛ ذَكَرَ الإيمانَ الكامل، فقال: {إنما المؤمنون}: الألف واللام للاستغراق لشرائع الإيمان، {الذين إذا ذُكِرَ اللهُ وَجِلَتْ قلوبُهم}؛ أي: خافت ورهبت فأوجبت لهم خشية الله تعالى الانكفافَ عن المحارم؛ فإنَّ خوف الله تعالى أكبر علاماته أن يَحْجُزَ صاحبَه عن الذنوب. {وإذا تُلِيَتْ عليهم آياتُهُ زادتهم إيماناً}: ووجه ذلك أنَّهم يلقون له السمع ويحضِرون قلوبهم لتدبُّره؛ فعند ذلك يزيد إيمانهم؛ لأنَّ التدبُّر من أعمال القلوب، ولأنَّه لا بدَّ أنْ يبيِّن لهم معنىً كانوا يجهلونَه ويتذكَّرون ما كانوا نَسوه أو يُحْدِثَ في قلوبهم رغبةً في الخير واشتياقاً إلى كرامة ربِّهم أو وَجَلاً من العقوبات وازدجاراً عن المعاصي، وكلُّ هذا مما يزداد به الإيمان. {وعلى ربِّهم}: وحده لا شريك له {يتوكَّلون}؛ أي: يعتَمِدون في قلوبهم على ربِّهم في جلب مصالحهم ودفع مضارِّهم الدينيَّة والدنيويَّة، ويثقون بأنَّ الله تعالى سيفعلُ ذلك، والتوكُّل هو الحامل للأعمال كلِّها؛ فلا توجَدُ ولا تكْمُلُ إلا به.
2.
“Mü’minler” bu kelimenin (ٱلۡمُؤۡمِنُونَ ) başındaki “elif-lâm” harf-i tarifi istiğrak içindir; yani bu müminler imanın gerektirdiği bütün şer’i hükümleri kapsayan bir imana sahiptirler.
“...ancak o kimselerdir ki Allah anıldığı zaman kalpleri titrer” ürperir. Bu, onların Yüce Allah’tan saygı içinde kormalarını ve O’nun haram kıldığı şeylerden de kaçınmalarını gerektirir. Çünkü Yüce Allah’tan korkmanın en büyük alameti, bu korkunun kişiyi günahlardan alıkoymasıdır.
“O’nun âyetleri kendilerine okunduğu zaman imanlarını artırır.” Bu da şöyle olur: Bu buyrukları can kulağı ile dinler ve üzerinde iyice düşünmek için kalplerini uyanık tutarlar. İşte bu da imanlarını artırır. Çünkü iyice düşünmek, kalbin amelleri arasında yer alır. Diğer taraftan böyle bir dinlemenin, unutmuş olduklarını hatırlamalarını, bilmedikleri şeyleri anlamlarını sağlaması ya da kalplerinde hayra karşı bir istek, Rablerinin lütuf ve ihsanına gerçek bir özlem uyandırması yahut da Allah’ın cezalarından korkmalarını ve masiyetlerden çekinmelerini sağlaması kaçınılmazdır. İşte bütün bunlar da imanı artıran hususlardandır.
“Ve ancak” hiçbir ortağı bulunmayan “Rab’lerine tevekkül ederler.” Yani menfaatlerini gerçekleştirmek, dinî ve dünyevî zararları önlemek hususunda Rab’lerine yürekten güvenip dayanırlar. Yüce Allah’ın, bu arzularını gerçekleştireceğine inanırlar. Tevekkül, amellere sevkeden bir güçtür. Ameller de tevekkül olmaksızın meydana gelmeyeceği gibi kemale de erişemez.
#
{3} {الذين يقيمون الصلاة}: من فرائض ونوافل، بأعمالها الظاهرة والباطنة؛ كحضور القلب فيها، الذي هو رُوح الصلاة ولُبُّها، {ومما رزقْناهم ينفقونَ}: النفقاتِ الواجبةَ؛ كالزكوات والكفَّارات والنفقة على الزوجات والأقارب وما ملكت أيمانهم، والمستحبَّة؛ كالصدقة في جميع طرق الخير.
3.
“Onlar” farz olsun, nafile olsun “namazı” hem zahirî amelleriyle hem namazın ruhunu ve özünü oluşturan kalp huzuru gibi batıni amelleri ile
“dosdoğru kılar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.” Zekât, keffaretler, zevcelerin, yakın akrabanın ve kölelerin nafakalarının temini gibi farz olan infakları da bütün hayır yollarında tasaddukta bulunmak gibi müstehab olan infakları da yerine getirirler.
#
{4} {أولئك}: الذين اتَّصفوا بتلك الصفات، {هم المؤمنون حقًّا}: لأنهم جمعوا بين الإسلام والإيمان، بين الأعمال الباطنة والأعمال الظاهرة، بين العلم والعمل، بين أداء حقوق الله وحقوق عباده.
وقدَّم تعالى أعمال القلوب لأنَّها أصلٌ لأعمال الجوارح وأفضلُ منها. وفيها دليلٌ على أن الإيمان يزيدُ وينقُصُ؛ فيزيدُ بفعل الطاعة وينقُصُ بضدِّها. وأنه ينبغي للعبد أن يتعاهَدَ إيمانه ويُنْميه. وأنَّ أولى ما يحصُلُ به ذلك تدبُّر كتاب الله تعالى والتأمُّل لمعانيه. ثم ذكر ثواب المؤمنين حقًّا، فقال: {لهم درجاتٌ عند ربِّهم}؛ أي: عاليةٌ بحسب علوِّ أعمالهم. {ومغفرةٌ}: لذُنوبهم، {ورزقٌ كريمٌ}: وهو ما أعدَّ الله لهم في دار كرامته مما لا عين رأتْ ولا أذن سمعتْ ولا خطر على قلبِ بشرٍ. ودلَّ هذا على أنَّ مَن لم يصِلْ إلى درجتهم في الإيمان وإن دَخَلَ الجنة؛ فلن ينال ما نالوا من كرامةِ الله التامَّةِ.
4.
“İşte onlar” bu niteliklere sahip olanlar
“gerçek mü’minlerin ta kendileridir.” Çünkü bunlar batınî ameller ile zahirî amelleri, ilim ve ameli, Allah’ın hakları ile kulların haklarını bir arada ifa ederek İslâm’ı ve imanı da bir arada gerçekleştirmiş kimselerdir. Yüce Allah kalbî amelleri daha önce zikretmiştir. Çünkü onlar, azaların amellerinin temelini teşkil ederler ve onlardan daha faziletlidirler.
Bu buyruklarda imanın artıp eksildiğine delil vardır. İman itaatlerin işlenmesi ile arttığı gibi onların aksinin yapılması ile de eksilir. Diğer taraftan kulun, her zaman için imanını gözden geçirmesi ve onu artırması gerekir. Bunu öncelikle sağlayan şey ise Yüce Allah’ın Kitabı üzerinde dikkatle düşünmek ve anlamlarını tefekkür etmektir.
Daha sonra Yüce Allah gerçek mü’minlerin mükâfatını söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Onlar için Rab’leri katında dereceler” yani amellerinin üstünlüğüne uygun olan yüksek dereceler, günahları için de
“mağfiret ve bitmez tükenmez bir rızık vardır.” Bu ise Yüce Allah’ın lütuf ve ihsan yurdu olan cennette hazırlamış olduğu, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın hatırından bile geçmeyen nimetlerdir. Bu da iman bakımından onların derecesine ulaşamayan kimselerin, cennete girmekle birlikte Allah’ın mükemmel lütuf ve ihsanından onlaırn nail oldukları mükâfaatlara nail olamayacağına delildir.
{كَمَا أَخْرَجَكَ رَبُّكَ مِنْ بَيْتِكَ بِالْحَقِّ وَإِنَّ فَرِيقًا مِنَ الْمُؤْمِنِينَ لَكَارِهُونَ (5) يُجَادِلُونَكَ فِي الْحَقِّ بَعْدَ مَا تَبَيَّنَ كَأَنَّمَا يُسَاقُونَ إِلَى الْمَوْتِ وَهُمْ يَنْظُرُونَ (6) وَإِذْ يَعِدُكُمُ اللَّهُ إِحْدَى الطَّائِفَتَيْنِ أَنَّهَا لَكُمْ وَتَوَدُّونَ أَنَّ غَيْرَ ذَاتِ الشَّوْكَةِ تَكُونُ لَكُمْ وَيُرِيدُ اللَّهُ أَنْ يُحِقَّ الْحَقَّ بِكَلِمَاتِهِ وَيَقْطَعَ دَابِرَ الْكَافِرِينَ (7) لِيُحِقَّ الْحَقَّ وَيُبْطِلَ الْبَاطِلَ وَلَوْ كَرِهَ الْمُجْرِمُونَ (8)}.
5- Nitekim Rabbin seni hak uğrunda evinden çıkardığında da mü’minlerden bir kesim gerçekten isteksizdiler.
6- Hak apaçık meydana çıktıktan sonra onun hakkında sanki göz göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi seninle tartışıyorlardı.
7- Hani Allah size o iki gruptan birinin sizin olacağını vaat ediyordu. Siz, gücü ve silahı olmayanın sizin olmasını arzu ediyordunuz. Allah da sözleri ile hakkı üstün kılmayı ve kâfirlerin ardını kesmeyi istiyordu.
8- Tâ ki O, hakkı üstün kılsın ve batılı yok etsin, velev ki günahkârlar hoşlanmasa bile.
Yüce Allah bu büyük ve mübarek gazveye dair açıklamalarda bulunmadan önce mü’minlerin yerine getirmekle yükümlü oldukları birtakım nitelikleri söz konusu etmektedir. Çünkü bunları gerçekleştiren kimsenin hali istikamet bulur ve amelleri de -ki bunların en büyüklerinden birisi Allah yolunda cihaddır- salih olur.
#
{5 ـ 6} فكما أنَّ إيمانهم هو الإيمان الحقيقي وجزاءهم هو الحقُّ الذي وعدهم الله به؛ كذلك أخرج الله رسوله - صلى الله عليه وسلم - من بيته إلى لقاء المشركين في بدرٍ بالحقِّ الذي يحبُّه الله تعالى وقد قدَّره وقضاه، وإنْ كان المؤمنون لم يخطُرْ ببالهم في ذلك الخروج أنَّه يكون بينهم وبين عدوِّهم قتالٌ؛ فحين تبيَّن لهم أنَّ ذلك واقعٌ؛ جعل فريقٌ من المؤمنين يجادلون النبي - صلى الله عليه وسلم - في ذلك ويكرهون لقاء عدوِّهم كأنَّما يُساقونَ إلى الموت وهم ينظُرون! والحال أن هذا لا ينبغي منهم، خصوصاً بعدما تبيَّن لهم أن خروجهم بالحقِّ ومما أمر الله به ورضيه؛ فبهذه الحال ليس للجدال فيها محلٌّ؛ لأنَّ الجدال محلُّه وفائدته عند اشتباه الحقِّ والتباس الأمر، فأما إذا وَضَحَ وبان؛ فليس إلا الانقياد والإذعان. هذا؛ وكثير من المؤمنين لم يجرِ منهم من هذه المجادلة شيءٌ ولا كرهوا لقاء عدوِّهم، وكذلك الذين عاتبهم الله انقادوا للجهاد أشدَّ الانقياد، وثبَّتهم الله، وقيَّض لهم من الأسباب ما تطمئنُّ به قلوبهم كما سيأتي ذكرُ بعضها.
5-6. Böylelerinin imanı hakiki iman olduğuve mükâfatları da Allah’ın kendilerine vaat etmiş olduğu üzere hak olduğu gibi Allah'ın, Rasûlü’nü Bedir’de müşriklerle karşılaşmak üzere evinden çıkarması da haktır ki Allah bunu istemiş ve bunun böyle olacağını kaza ve kaderi ile tespit etmiştir. Mü’minlerin ise bu çıkışta kendileri ile düşmanları arasında bir savaş olacağı hatırlarına gelmemişti. Savaşın gerçekleşeceğini açıkça anladıklarında ise bir kesim, bu hususta Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile tartışmaya koyulmuş, düşmanları ile savaşmayı hoş karşılamamışlardı. Kendilerine adeta
“göz göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi” hissetmişlerdi. Halbuki onların hak uğrunda çıktıkları ve bunun, Allah’ın emredip hoşnut olduğu şeylerden olduğunu açıkça gördükten sonra böyle bir tutum takınmamaları gerekirdi. Çünkü böyle bir durumda tartışmaya yer yoktur. Zira tartışma ancak hakkın nerede olduğu hususunda şüpheye düşüldüğü ve işin içinden çıkılamadığı hallerde söz konusu olur ve o zaman fayda sağlar. Hak açıkça ortaya çıkacak olursa geriye sadece ona bağlanmak ve itaat etmek kalır.
Bununla birlikte mü’minlerin önemli bir çoğunluğu, en ufak bir tartışmaya bile girişmemişler, düşman ile karşılaşmayı hoş görmemek gibi bir tutum sergilememişlerdi. Aynı şekilde Allah’ın kendilerini bu şekilde azarladığı kimseler de cihad emrine son derece itaat ettiler. Allah da onlara sebat verdi ve kalplerine huzur ve sükûnet veren sebepleri -ki bazıları ileride söz konusu edilmektedir- onlara ihsan etti.
#
{7} وكان أصلُ خروجهم يتعرَّضون لعير خرجت مع أبي سفيان بن حرب لقريش إلى الشام قافلة كبيرة، فلما سمعوا برجوعها من الشام؛ ندب النبيُّ - صلى الله عليه وسلم - الناس، فخرج معه ثلاثمائة وبضعة عشر رجلاً معهم سبعون بعيراً يعتقبون عليها ويحملون عليها متاعَهم، فسمع بخبرهم قريشٌ، فخرجوا لمنع عيرهم في عَدَدٍ كثيرٍ وعُدَدٍ وافرة من السلاح والخيل والرجال، يبلغ عددهم قريباً من الألف، فوعد الله المؤمنين إحدى الطائفتين: إما أن يظفروا بالعير، أو بالنفير، فأحبوا العير لقلَّة ذات يد المسلمين ولأنَّها غير ذات الشوكة. ولكن الله تعالى أحبَّ لهم وأراد أمراً أعلى مما أحبُّوا، أراد أن يظفروا بالنَّفير الذي خرج فيه كبراء المشركين وصناديدُهم. فيريد اللهُ أن يُحِقَّ الحقَّ بكلماتِهِ فينصر أهله، {ويقطَعَ دابرَ الكافرين}؛ أي: يستأصل أهلَ الباطل ويُري عبادَهُ من نصرِهِ للحقِّ أمراً لم يكن يخطر ببالهم.
7. Müslümanların çıkışlarının asıl sebebi, Kureyş’e ait olup Şam tarafından gelen ve Ebu Süfyan b. Harb’in başkanlığındaki büyükçe bir kervanın yolunu kesmekti. Müslümanlar bu kervanın Şam’dan dönmekte olduğu haberini alınca Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem onları, kervanın karşısına çıkmak üzere toplanmaya çağırdı. Onunla birlikte 310 küsür kişi çıktı. Beraberlerinde sıra ile bindikleri ve üzerlerinde eşyalarını taşıdıkları yetmiş deve bulunuyordu.
Kureyşliler de müslümanların bu durumlarını haber alınca kervanlarını korumak üzere yola çıktılar. Sayıları çoktu, beraberlerindeki silah, at ve asker de fazla idi. Savaşçılarının sayısı da bin kişi dolaylarında idi. Yüce Allah mü’minlere ya kervanı ele geçirecekleri ya da düşmanları ile çarpışacakları vaadinde bulunmuştu. Onlar ise müslümanların ellerindeki imkânların azlığı ve kervanın silahsız bulunması sebebi ile kervan ile karşılaşmayı arzu etmişlerdi. Ancak Yüce Allah, onlar hakkında arzularından daha üstün bir durum ile karşı karşıya kalmalarını dilemişti. Zira onların, müşriklerin ileri gelenlerini ve azılılarının da yer aldığı ordu ile karşılaşmalarını ve onlara karşı zafer elde etmelerini murad etmişti. Böylece
“Allah sözleri ile hakkı üstün kılmayı” ve hak ehlini zafere kavuşturmayı
“ve kâfirlerin ardını kesmeyi istiyordu.” Yani batıl ehlini kökten imha etmek ve mü’min kullarına da hatırlarına gelmeyecek şekilde hakkın zaferini göstermek istiyordu.
#
{8} {لِيُحِقَّ الحقَّ}: بما يُظْهِرُ من الشواهد والبراهين على صحته وصدقه، {ويُبْطِل الباطل}: بما يقيم من الأدلة والشواهد على بطلانه، {ولو كره المجرمون}: فلا يبالي الله بهم.
8.
“Tâ ki” doğruluğuna ve gerçekliğine dair belge ve tanıkları ortaya çıkarmak sureti ile “hakkı üstün kılsın, batılı” da batıl oluşuna dair delil ve belgeleri ortaya koymak sureti ile
“yok etsin, velev ki günahkârlar hoşlanmasa bile.” Çünkü Allah onlara hiçbir şekilde aldırış etmez.
{إِذْ تَسْتَغِيثُونَ رَبَّكُمْ فَاسْتَجَابَ لَكُمْ أَنِّي مُمِدُّكُمْ بِأَلْفٍ مِنَ الْمَلَائِكَةِ مُرْدِفِينَ (9) وَمَا جَعَلَهُ اللَّهُ إِلَّا بُشْرَى وَلِتَطْمَئِنَّ بِهِ قُلُوبُكُمْ وَمَا النَّصْرُ إِلَّا مِنْ عِنْدِ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ (10) إِذْ يُغَشِّيكُمُ النُّعَاسَ أَمَنَةً مِنْهُ وَيُنَزِّلُ عَلَيْكُمْ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً لِيُطَهِّرَكُمْ بِهِ وَيُذْهِبَ عَنْكُمْ رِجْزَ الشَّيْطَانِ وَلِيَرْبِطَ عَلَى قُلُوبِكُمْ وَيُثَبِّتَ بِهِ الْأَقْدَامَ (11) إِذْ يُوحِي رَبُّكَ إِلَى الْمَلَائِكَةِ أَنِّي مَعَكُمْ فَثَبِّتُوا الَّذِينَ آمَنُوا سَأُلْقِي فِي قُلُوبِ الَّذِينَ كَفَرُوا الرُّعْبَ فَاضْرِبُوا فَوْقَ الْأَعْنَاقِ وَاضْرِبُوا مِنْهُمْ كُلَّ بَنَانٍ (12) ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ شَاقُّوا اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَمَنْ يُشَاقِقِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ فَإِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ (13) ذَلِكُمْ فَذُوقُوهُ وَأَنَّ لِلْكَافِرِينَ عَذَابَ النَّارِ (14)}.
9-
Hani siz Rabbinizden yardım istiyordunuz da O da duanıza: “Ben size birbiri ardınca gelen bin melek ile yardım edeceğim” diye karşılık vermişti.
10- Allah, bunu ancak bir müjde olsun ve onunla kalpleriniz yatışsın diye yapmıştı. Yoksa zafer, ancak Allah katındandır. Şüphe yok ki Allah Azizdir, Hakîmdir.
11- Hani O, kendi katından bir güven olmak üzere sizi hafif bir uykuya büründürüyordu. Sizi kendisiyle tertemiz yapmak, sizden şeytanın pisliğini gidermek, kalplerinizi pekiştirmek ve onunla ayaklarınıza sebat vermek için de üstünüze gökten bir su indiriyordu.
12-
Hani Rabbin meleklere şöyle vahyediyordu: “Şüphesiz ben sizinle beraberim, iman edenlere sebat verin. Ben kâfirlerin kalplerine korku salacağım. Artık vurun onların boyunlarının üstüne, vurun onların her parmağına!”
13- Bunun sebebi, onların Allah’a ve Rasûlüne karşı gelmeleridir. Kim Allah’a ve Rasûlüne karşı gelirse hiç şüphe yok ki Allah, cezası çok şiddetli olandır.
14- İşte bu
(şimdiki azabınız), tadın onu! Kâfirler için bir de ateş azabı var.
#
{9} أي: اذكروا نعمة الله عليكم لمَّا قارب التقاؤكم بعدوِّكم؛ استغثتُم بربِّكم وطلبتُم منه أن يعينكم وينصركم، {فاستجاب لكم}: وأغاثكم بعدَّة أمور؛ منها: أنَّ الله أمدَّكم {بألفٍ من الملائكة مردفينَ}؛ أي: يَرْدُفُ بعضُهم بعضاً.
9.
Yani Allah’ın üzerinizdeki şu nimetini hatırlayın: Düşmanınız ile karşılaşmanızın yakınlaştığı sırada Rabbinizden yardım dilemiş, size yardımcı olmasını ve sizi zafere kavuşturmasını istemiştiniz. O da duanızı kabul etmiş ve size birkaç yoldan yardım etmişti ki bunların biri, Yüce Allah’ın size
“birbiri ardınca gelen bin melek ile” destek olmasıdır.
#
{10} {وما جعله الله}؛ أي: إنزال الملائكة {إلا بشرى}؛ أي: لتستبشر بذلك نفوسكم، {ولتطمئنَّ به قلوبُكم}: وإلاَّ؛ فالنصر بيد الله، ليس بكثرة عَدَدٍ ولا عُدَدٍ. {إن الله عزيزٌ}: لا يغالبُه مغالبٌ، بل هو القهار الذي يخذل من بلغوا من الكثرة وقوة العدد والآلات ما بلغوا، {حكيمٌ}: حيث قدَّر الأمور بأسبابها ووضع الأشياء مواضعها.
10. Yüce
“Allah, bunu” yani meleklerin indirilişini
“ancak bir müjde olsun” böylelikle de sevinesiniz
“ve onunla kalpleriniz yatışsın diye yapmıştı.” Zira zafer, esasen Allah’ın elindedir. Yoksa sayı çokluğu ve teçhizat fazlalığı ile zafer gerçekleşmez.
“Şüphe yok ki Allah Azizdir.” Hiçbir güç O’nu yenik düşüremez. Aksine sayıca istedikleri kadar çok, araç ve gereçleri de istedikleri kadar fazla olan nice kimseleri yardımsız bırakarak yenik düşüren O’dur. “Hakîmdir.” O, işler için bir takım sebepler takdir etmiş ve her bir şeyi yerli yerine koymuştur.
#
{11} ومن نصرِهِ واستجابته لدعائكم أن أنزل عليكم نعاساً {يُغَشِّيكم}؛ أي: فيُذْهِب ما في قلوبكم من الخوف والوجل، ويكون {أمَنَةً}: لكم وعلامةً على النصر والطمأنينة. ومن ذلك أنه أنزل عليكم من السماء مطراً ليطهِّركم به من الحَدَث والخَبَث، وليطهِّركم به من وساوس الشيطان ورجزه، {ولِيَرْبِطَ على قلوبكم}؛ أي: يثبِّتها؛ فإنَّ ثبات القلب أصلُ ثبات البدن، {ويُثَبِّتَ به الأقدام}: فإن الأرض كانت سهلةً دهسةً، فلما نزل عليها المطر؛ تلبَّدت، وثبتت به الأقدام.
11. Allah’ın size yardımının ve dualarınızı kabulünün tecellilerinden birisi de size
“bir güven”, yardımına, huzur ve sükûnetine de bir alâmet “olmak üzere sizi hafif bir uykuya büründürüyordu.” Yani böylelikle kalplerinizin korku ve telaşını gidermiş oluyordu. Diğer taraftan Yüce Allah, yardımının bir parçası olarak üzerinize gökten su indirmişti. Bu, sizi maddi ve manevi pislikten temizlemek, şeytanın vesveselerinden ve dürtülerinden arındırmak,
“kalplerinizi pekiştirmek” yani kalplerinize sebat vermek içindi. Kalbin pekişip sebat etmesi, bedenin sebat göstermesinin esasıdır.
“Ve onunla ayaklarınıza sebat vermek için” Çünkü bulundukları yer, sert değil, yumuşaktı. Üzerine yağmur yağınca sertleşti ve böylelikle ayaklar sağlam basar oldu.
#
{12} ومن ذلك أنَّ الله أوحى إلى الملائكة: {أنِّي معكم}: بالعون والنصر والتأييد، {فثبِّتوا الذين آمنوا}؛ أي: ألقوا في قلوبهم وألهموهم الجراءة على عدوِّهم ورغِّبوهم في الجهاد وفضله. {سألقي في قلوبِ الذين كَفَروا الرُّعْبَ}: الذي هو أعظم جندٍ لكم عليهم؛ فإنَّ الله إذا ثبَّت المؤمنين وألقى الرعب في قلوب الكافرين؛ لم يقدِرِ الكافرون على الثَّبات لهم، ومَنَحَهُمُ الله أكتافهم، {فاضربوا فوقَ الأعناق}؛ أي: على الرقاب، {واضرِبوا منهم كلَّ بنانٍ}؛ أي: مفصل. وهذا خطابٌ: إما للملائكة الذين أوحى [اللهُ] إليهم أن يثبِّتوا الذين آمنوا فيكون في ذلك دليلٌ أنَّهم باشروا القتال يوم بدر، أو للمؤمنين يشجِّعهم الله ويعلِّمهم كيف يقتلون المشركين وأنهم لا يرحمونهم.
12.
Yüce Allah’ın size yaptığı yardımlardan birisi de şuydu: “Rabbin meleklere şöyle vahyediyordu: Şüphesiz Ben” yardım, destek ve ihsan edeceğim zaferle
“sizinle beraberim. İman edenlere sebat verin” yani onların kalplerine düşmanlarına karşı cesaretli olmayı ilham edin, cihada teşvik edip onun fazileti hususundaki şevklerini artırın.
“Ben kâfirlerin kalplerine korku salacağım.” İşte bu, sizin onlara karşı sahip olduğunuz en büyük güç ve ordudur. Çünkü Yüce Allah, mü’minlere sebat verip kâfirlerin kalplerine korku saldığı zaman kâfirler, mü’minlerin önünde bir varlık gösteremezler. Aksine Allah mü’minlere kâfirleri hezimete uğratma imkânını da vermiş olur.
“Artık vurun onların boyunlarının üstüne, vurun onların her parmağına!” Bu, ya Yüce Allah’ın, kendilerine iman edenlere sebat vermelerini vahyettiği meleklere yönelik bir hitabıdır ki o zaman bu, meleklerin Bedir günü fiilen savaşa katılmış olduklarına delil olur. Ya da Yüce Allah’ın mü’minlerin kahramanlık duygularını artırmak üzere müşrikleri nasıl öldüreceklerine ve onlara merhamet göstermemeleri gerektiğine dair bir hitabıdır.
#
{13} ذلك لأنَّهم شاقُّوا اللهَ ورسولَه؛ أي: حاربوهما وبارزوهما بالعداوة، {ومَن يشاقِقِ اللهَ ورسوله فإنَّ الله شديد العقاب}: ومن عقابه تسليطُ أوليائه على أعدائه وتقتيلهم.
13.
“Bunun sebebi, onların Allah’a ve Rasûlüne karşı gelmeleridir.” Onlara karşı savaş açmaları ve onlara düşmanlık etmeleridir.
“Kim Allah’a ve Rasûlüne karşı gelirse hiç şüphe yok ki Allah, cezası çok şiddetli olandır.” Dostlarını, düşmanlarına musallat kılıp onları öldürmelerini sağlaması da O’nun bu cezasının bir parçasıdır.
#
{14} {ذلكم}: العذاب المذكور، {فَذوقوهُ}: أيُّها المشاققون لله ورسولِهِ عذاباً معجَّلاً. {وأنَّ للكافرين عذابَ النارِ}.
وفي هذه القصة من آيات الله العظيمة ما يدلُّ على أن ما جاء به محمدٌ - صلى الله عليه وسلم - رسول الله حقًّا:
منها: أنَّ الله وعَدَهم وعداً فأنجزَهُموه.
ومنها: ما قال الله تعالى: {قد كانَ لَكُمْ آيةٌ في فئتينِ التَقَتا فئةٌ تقاتِلُ في سبيل اللهِ وأخرى كافرةٌ يَرَوْنَهم مِثْلَيْهِم رَأيَ العين ... } الآية.
ومنها: إجابة دعوة الله للمؤمنين لما استغاثوه بما ذَكَره من الأسباب.
وفيها الاعتناءُ العظيم بحال عباده المؤمنين وتقييضُ الأسباب التي بها ثَبَتَ إيمانُهم، وثبتتْ أقدامُهم، وزال عنهم المكروه والوساوس الشيطانية.
ومنها: أن من لطف الله بعبده أن يُسَهِّلَ عليه طاعته وييسِّرها بأسبابٍ داخليَّة وخارجيَّة.
14.
“İşte bu” sözü geçen azap dünyadaki azabınızdır. Şimdi, ey Allah’a ve Rasûlü’ne karşı gelenler! Dünyevî bir azap olarak “tadın onu! Kâfirler için bir de ateş azabı vardır.”
Bu
(Bedir) kıssasında Yüce Allah’ın,
Allah’ın hak peygamberi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in getirdiklerinin doğru olduğunu gösteren pek büyük deliller vardır:
1. Yüce Allah onlara vermiş olduğu sözü gerçekleştirmiştir.
2.
Bir diğeri Yüce Allah’ın şu buyruğunda dile getirilmektedir: “Muhakkak karşılaşan iki toplulukta sizin için bir ibret vardır. Bir topluluk Allah yolunda savaşıyordu. Diğeri ise kâfirdi. Onlar öbürlerini gözleri ile kendilerinin iki katı görüyorlardı...” (Âli İmran, 3/13) XXXayetin tamamı konabilir????mana yarım kalıyorxXhocay sor
3. Yüce Allah mü’minlerin kendisinden yardım istemeleri üzerine onların dualarını kabul etmiş ve sözünü ettiği yollarla onlara yardım etmiştir. Bu da Yüce Allah'ın, mü’min kullarına ne kadar inâyet ettiğine, imanlarına sebat verecek ve ayaklarını sabit kılacak sebepleri hazırlamaya ne kadar önem verdiğine bir delildir. Bu yolla onların hoşlanmadıkları şeyler ve şeytani vesveseler de ortadan kalkmıştı.
4- Yüce Allah’ın, kuluna kendisine itaati kolaylaştırması, onu iç ve dış sebepler ile bunu kolaylıkla gerçekleştirilebilecek hale getirmesi Allah’ın kuluna olan lütuflarından birisidir.
{يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِذَا لَقِيتُمُ الَّذِينَ كَفَرُوا زَحْفًا فَلَا تُوَلُّوهُمُ الْأَدْبَارَ (15) وَمَنْ يُوَلِّهِمْ يَوْمَئِذٍ دُبُرَهُ إِلَّا مُتَحَرِّفًا لِقِتَالٍ أَوْ مُتَحَيِّزًا إِلَى فِئَةٍ فَقَدْ بَاءَ بِغَضَبٍ مِنَ اللَّهِ وَمَأْوَاهُ جَهَنَّمُ وَبِئْسَ الْمَصِيرُ (16)}.
15- Ey iman edenler! Toplu bir halde kâfirlerle karşılaştığınız zaman onlara arkanızı dönüp kaçmayın.
16- Böyle bir günde kim, savaşmak için yer değiştirmek veya başka bir bölüğe katılmak gayesi ile olmaksızın onlara arkasını dönüp kaçarsa o, kesinlikle Allah’ın gazabına uğramış olur ve onun yeri cehennemdir. O, ne kötü bir dönüş yeridir!
#
{15} يأمر تعالى عبادَهُ المؤمنين بالشجاعة الإيمانيَّة والقوَّة في أمره والسعي في جَلْب الأسباب المقويَّة للقلوب والأبدان، ونهاهم عن الفرار إذا التقى الزحفان، فقال: {يا أيُّها الذين آمنوا إذا لقيتُمُ الذين كَفَروا زحفاً}؛ أي: في صفِّ القتال وتزاحف الرجال واقتراب بعضهم من بعض، {فلا تولُّوهم الأدبارَ}: بل اثبُتوا لقتالِهِم واصبِروا على جِلادِهم؛ فإنَّ في ذلك نُصرةً لدين الله وقوَّةً لقلوب المؤمنين وإرهاباً للكافرين.
15. Yüce Allah, mü’min kullarına iman kahramanlığını göstermelerini, emrini tam ve sağlamca yerine getirmelerini,
kalplere ve bedenlere güç kazandıran sebepleri yerine getirmek için çalışmayı emretmekte ve iki ordunun karşılaşması halinde de savaştan kaçmalarını yasaklayarak şöyle buyurmaktadır:
“Ey iman edenler! Toplu bir halde kâfirlerle karşılaştığınız zaman” savaş için saflar dizilmiş, askerler birbirinin üzerine yürüyüp birbirlerine yaklaşmış halde onlarla karşı karşıya geldiğinizde
“onlara arkanızı dönüp kaçmayın.” Aksine onlarla savaşta sebat, onlarla vuruşurken sabır ve metanet gösterin. Çünkü bu, Allah’ın dinine bir yardımdır. Mü’minlerin kalplerine güç, kâfirlerin kalplerine de korku verir.
#
{16} {ومَن يُوَلِّهِم يومئذٍ دُبُرَهُ إلا متحرِّفاً لقتال أو متحيِّزاً إلى فئةٍ فقد باء}؛ أي: رجع {بغضبٍ من الله ومأواه}؛ أي: مقره {جهنَّم وبئس المصير}.
وهذا يدلُّ على أن الفرار من الزحف من غير عذرٍ من أكبر الكبائر؛ كما وردت بذلك الأحاديث الصحيحة ، وكما نصَّ هنا على وعيده بهذا الوعيد الشديد. ومفهوم الآية أن المتحرِّف للقتال ـ وهو الذي ينحرفُ من جهة إلى أخرى ليكون أمكن له في القتال وأنكى لعدوِّه ـ فإنه لا بأس بذلك؛ لأنه لم يولِّ دُبُرَهُ فارًّا، وإنما ولَّى دُبُره ليستعلي على عدوِّه أو يأتيه من محلٍّ يصيب فيه غِرَّته أو ليخدِعَه بذلك أو غير ذلك من مقاصد المحاربين. وأن المتحيِّز إلى فئةٍ تمنعه وتعينه على قتال الكفار؛ فإنَّ ذلك جائزٌ؛ فإن كانت الفئة في العسكر؛ فالأمر في هذا واضح، وإن كانت الفئة في غير محلِّ المعركة؛ كانهزام المسلمين بين يدي الكافرين والتجائهم إلى بلد من بلدان المسلمين أو إلى عسكرٍ آخر من عسكر المسلمين؛ فقد ورد من آثار الصحابة ما يدلُّ على أنَّ هذا جائزٌ، ولعلَّ هذا يقيَّدُ بما إذا ظنَّ المسلمون أنَّ الانهزام أحمدُ عاقبة وأبقى عليهم، أما إذا ظنُّوا غلبتهم للكفار في ثباتهم لقتالهم؛ فيبعد في هذه الحال أن تكون من الأحوال المرخَّص فيها؛ لأنه على هذا لا يتصوَّر الفرار المنهيُّ عنه. وهذه الآية مطلقةٌ، وسيأتي في آخر السورة تقييدها بالعدد.
16. Bu ayet, mazeretsiz olarak savaştan kaçmanın, en büyük günahlardan biri olduğunun delilidir. Nitekim bu hususta sahih hadisler varid olduğu gibi
[13] böyle bir davranışa karşı yapılan bu ağır tehdit de bunu açıkça ortaya koymaktadır. Âyet-
i kerimeden anlaşılan şudur: Savaşmak kastı ile yerini değiştiren kimse, bulunduğu yerden savaşma imkânı açısından daha elverişli ve düşmana daha çok zarar verebilecek başka bir yere geçen kimsedir. Bu maksatla davranan kimsenin bu tutumunda bir sakınca yoktur. Çünkü böyle bir kimse, kaçmak kastı ile arkasını dönmüş değildir. Bu kimsenin, arkasını dönmesinin sebebi düşmanına karşı üstünlük sağlamak ya da düşmanı gafil bir yerden avlayabilmek yahut bu yolla düşmanını kandırmaktır. Yahut bunun dışında savaşçıların gözettikleri herhangi bir maksat dolayısı ile bu işi yapmaktır. Kâfirlerle savaşmak için kendisine yardımcı olacak ve kendisini koruyacak başka bir birliğe katılmak da caizdir. Eğer bu sözü geçen birlik, askeri karargahta bulunuyorsa mesele gâyet açıktır. Şâyet bu birlik, savaşın cereyan ettiği yerden bir başka yerde bulunuyor ise -mesela Müslümanların, kâfirler karşısında bozguna uğrayıp müslüman beldelerinden herhangi birisine sığınması yahut da müslümanların bir başka askeri birliğine katılması durumunda olduğu gibi- bu konuda ashab-ı kiramdan böyle bir tutumun da caiz olduğunu gösteren rivâyetler gelmiştir. Ancak bu türden bir geri çekilmeyi müslümanların geri çekilmelerinin daha güzel sonuç vereceğini ve daha az zayiat vereceklerini kuvvetle zannetmeleri şartı ile kayıtlı kabul etmek gerekir. Eğer kâfirlere karşı savaşmak üzere sebat göstermeleri halinde kâfirleri yeneceklerini düşünüyorlarsa, o zaman böyle bir geri çekilmeye ruhsat verileceğini kabul etmek uzak bir ihtimaldir. Çünkü böyle bir durumda yasak kılınan şekli ile kaçış düşünülemez. Bu âyet-i kerimedeki hüküm, mutlaktır. Sûrenin sonlarına doğru bu hükmün, belirli bir sayı ile kayıtlandığını belirten buyruk gelecektir.
{فَلَمْ تَقْتُلُوهُمْ وَلَكِنَّ اللَّهَ قَتَلَهُمْ وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ وَلَكِنَّ اللَّهَ رَمَى وَلِيُبْلِيَ الْمُؤْمِنِينَ مِنْهُ بَلَاءً حَسَنًا إِنَّ اللَّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ (17) ذَلِكُمْ وَأَنَّ اللَّهَ مُوهِنُ كَيْدِ الْكَافِرِينَ (18) إِنْ تَسْتَفْتِحُوا فَقَدْ جَاءَكُمُ الْفَتْحُ وَإِنْ تَنْتَهُوا فَهُوَ خَيْرٌ لَكُمْ وَإِنْ تَعُودُوا نَعُدْ وَلَنْ تُغْنِيَ عَنْكُمْ فِئَتُكُمْ شَيْئًا وَلَوْ كَثُرَتْ وَأَنَّ اللَّهَ مَعَ الْمُؤْمِنِينَ (19)}.
17- Onları siz öldürmediniz; fakat Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, ancak Allah attı. Bunu, mü’minleri kendi katından güzel bir imtihan ile denemek için yaptı. Şüphe yok ki Allah hakkıyla işitendir, her şeyi çok iyi bilendir.
18- İşte böyledir. Şüphesiz Allah kâfirlerin tuzağını zayıflatandır.
19- Eğer siz hüküm istiyorsanız, işte size hüküm geldi. Eğer vazgeçerseniz bu, sizin için daha hayırlıdır. Yok, tekrar dönerseniz biz de döneriz.
(O zaman) topluluğunuz, çok da olsa size hiçbir fayda sağlamaz. Çünkü Allah mü’minlerle beraberdir.
#
{17} يقول تعالى لما انهزم المشركون يوم بدرٍ وقتلهم المسلمونَ: {فلم تقتُلوهم}: بحولِكم وقوَّتكم، {ولكنَّ الله قتلهم}: حيث أعانكم على ذلك بما تقدَّم ذكره، {وما رميتَ إذْ رميتَ ولكنَّ الله رمى}: وذلك أنَّ النبيَّ - صلى الله عليه وسلم - وقتَ القتال دخل العريش، وجعل يدعو الله، ويناشده في نصرته ، ثم خرج منه، فأخذ حَفْنَةً من تراب، فرماها في وجوه المشركين، فأوصلها الله إلى وجوههم، فما بقي منهم واحدٌ إلاَّ وقد أصاب وجهَهُ وفمه وعينيه منها ؛ فحينئذ انكسر حدهم وفتر زَندُهم وبان فيهم الفشل والضعف فانهزموا. يقول تعالى لنبيِّه: لستَ بقوَّتك حين رميتَ الترابَ أوصلتَهُ إلى أعينهم، وإنَّما أوصلناه إليهم بقوَّتنا واقتدارنا. {وَلِيُبْلِيَ المؤمنينَ منه بلاءً حسناً}؛ أي: إن الله تعالى قادرٌ على انتصار المؤمنين من الكافرين من دون مباشرةِ قتال، ولكنَّ الله أراد أن يمتحنَ المؤمنين ويوصِلَهم بالجهاد إلى أعلى الدرجات وأرفع المقامات ويعطيهم أجراً حسناً وثواباً جزيلاً. {إنَّ الله سميعٌ عليمٌ}: يسمع تعالى ما أسرَّ به العبد وما أعلن، ويعلم ما في قلبه من النيات الصالحة وضدِّها، فيقدِّر على العباد أقداراً موافقةً لعلمه وحكمته ومصلحة عباده، ويجزي كلاًّ بحسب نيَّته وعمله.
17.
Müşriklerin Bedir günü bozguna uğraması ve müslümanların da onlardan pek çok kimseyi öldürmesi hakkında Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Onları siz” kendi güç ve imkânlarınızla
“öldürmediniz. Fakat Allah” bu hususta daha önce sözü geçen şekilde size yardım etmek sureti ile
“öldürdü.”
“Attığın zaman da sen atmadın, ancak Allah attı.” Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem savaş esnasında kendisine yapılmış gölgeliğe girmiş, Yüce Allah’a dua etmeye, kendisine yardım ihsan etmesi için yalvarıp yakarmaya koyulmuştu.
[14] Sonra gölgeliğinden çıktı ve bir avuç toprak alarak onu müşriklerin yüzlerine doğru fırlattı. Yüce Allah da bu attığı toprağı müşriklerin yüzlerine kadar ulaştırdı. Bu topraktan yüzüne, ağzına, gözüne bir şeyler isabet etmedik hiç kimse kalmadı.
[15] Bunun üzerine onların maneviyatları zayıfladı ve dirençleri kırıldı, aralarında dağınıklık ve zayıflık baş gösterdi, bunun sonucunda da bozguna uğradılar.
İşte Yüce Allah peygamberine bunu hatırlatarak şunu demektedir: Sen o toprağı attığında kendi gücünle onu müşriklerin gözlerine ulaştırmadın. Onu onlara güç ve kudretimizle ulaştıran bizleriz.
“Bunu, mü’minleri kendi katından güzel bir imtihan ile denemek için yaptı.” Yani Yüce Allah, fiilen savaşa katılmasalar bile mü’minlerin intikamını kâfirlerden almaya ve mü’minlere zafer vermeye kadirdir. Ancak Yüce Allah, mü’minleri sınamayı, cihad ile onları en yüce derecelere ve en yüksek makamlara ulaştırmayı, kendilerine oldukça güzel bir mükâfaat ve pek büyük bir sevap ihsan etmeyi murad etmiştir.
“Şüphe yok ki Allah hakkıyla işitendir.” O, kulun gizli söylediğini de açıkça ilan ettiğini de işitir.
“Her şeyi çok iyi bilendir.” Kalbindeki iyi niyetleri de kötü niyetleri de bilir. Bu yüzden ilim ve hikmetine uygun ve kullarının da maslahatına olan şeyleri takdir eder. Herkese niyet ve ameline göre karşılık verir.
#
{18} {ذلكم}: النصر من الله لكم، {وأنَّ الله موهنُ كيدِ الكافرين}؛ أي: مُضْعِفُ كلَّ مكر وكيد يكيدون به الإسلام وأهله، وجاعلُ مكرهم محيقاً بهم.
18.
“İşte böyledir.” Bu yardım, Allah tarafından sizin için gelmiştir.
“Şüphesiz Allah kâfirlerin tuzağını zayıflatandır.” Müslümanlara ve İslâm’a karşı yaptıkları her türlü hile ve düzeni zayıflatan ve bu düzenlerini kendi başlarına geçirendir.
#
{19} {إن تستفتحوا}: أيُّها المشركون؛ أي: تطلبون من الله أن يوقع بأسه وعذابه على المعتدين الظالمين، {فقد جاءكم الفتحُ}: حين أوقع الله بكم من عقابِهِ ما كان نَكالاً لكم وعبرةً للمتقين. {وإن تنتهوا}: عن الاستفتاح {فهو خيرٌ لكم}: لأنَّه ربَّما أمهلكم ولم تُعَجَّلْ لكم النقمةُ. {وإن تعودوا}: إلى الاستفتاح وقتال حزب الله المؤمنين {نَعُدْ}: في نصرهم عليكم، {ولن تُغْنِيَ عنكم فئتُكم}؛ أي: أعوانكم وأنصاركم الذين تحاربون وتقاتلون معتمدين عليهم شيئاً. {وأنَّ الله مع المؤمنين}: ومن كان الله معه؛ فهو المنصور، وإن كان ضعيفاً قليلاً عدده.
وهذه المعيَّة التي أخبر الله أنه يؤيِّد بها المؤمنين تكون بحسب ما قاموا به من أعمال الإيمان؛ فإذا أديل العدوُّ على المؤمنين في بعض الأوقات؛ فليس ذلك إلا تفريطاً من المؤمنين وعدم قيامٍ بواجب الإيمان ومقتضاه، وإلاَّ؛ فلو قاموا بما أمر الله به من كلِّ وجهٍ؛ لما انهزم لهم رايةٌ انهزاماً مستقرًّا ولا أدِيلَ عليهم عدوُّهم أبداً.
19. Ey müşrikler!
“Eğer siz hüküm istiyorsanız” yani Yüce Allah’tan azabını haddi aşan zalimlere göndermesini istemekteyseniz
“işte size hüküm geldi” Allah, sizin için caydırıcı bir ceza ve takvâ sahipleri için de ibret olmak üzere cezasını sizin başınıza indirdi.
“Eğer” haklıyı haksızdan ayıracak hükmü istemekten “vazgeçerseniz bu, sizin için daha hayırlıdır.” Çünkü belki size mühlet verir ve sizden çabucak intikam almaz
(siz de buna aldanırsınız).
“Yok, tekrar” hüküm istemeye ve Allah'ın mümin ordusuyla savaşa
“dönerseniz biz de” sizin aleyhinize onlara yardıma
“döneriz.”
“(O zaman) topluluğunuz” yani kendilerine güvenerek savaştığınız yardımcılarınız
“çok da olsa size hiçbir fayda sağlamaz. Çünkü Allah mü’minlerle beraberdir.” Allah da kiminle beraber olursa zafere erenler de onlar olur. İsterse sayıları az, güçleri sınırlı olsun.
Yüce Allah’ın haber verdiği ve kendisiyle mü’minleri desteklediği bu
“beraber olma”, onların imanın gereği olan amelleri ifa etmeleri oranındadır. Eğer bazı hallerde düşman mü’minlere karşı muzaffer olursa bunun tek sebebi mü’minlerin kusurlarıdır, imanın gereğini ve imanın öngördüğü görevleri yerine getirmeyişlerindendir. Yoksa eğer mü’minler, Allah’ın emirlerini her bakımdan yerine getirecek olurlarsa hiçbir zaman sancakları yenilgi yüzü görmez ve düşmanları onlara karşı ebediyyen zafer kazanamaz.
{يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَطِيعُوا اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَلَا تَوَلَّوْا عَنْهُ وَأَنْتُمْ تَسْمَعُونَ (20) وَلَا تَكُونُوا كَالَّذِينَ قَالُوا سَمِعْنَا وَهُمْ لَا يَسْمَعُونَ (21)}.
20- Ey iman edenler! Allah’a ve Rasûlüne itaat edin. Dinleyip durduğunuz halde ondan yüz çevirmeyin.
21- Dinlemedikleri halde “Dinledik” diyenler gibi de olmayın!
#
{20} لما أخبر تعالى أنه مع المؤمنين؛ أمرهم أن يقوموا بمقتضى الإيمان الذي يدركون معيَّتَه، فقال: {يا أيُّها الذين آمنوا أطيعوا اللهَ ورسولَه}: بامتثال أمرِهما واجتنابِ نهيِهما. {ولا تَوَلَّوْا عنه}؛ أي: عن هذا الأمر الذي هو طاعة الله وطاعة رسوله، {وأنتم تسمعونَ}: ما يُتلى عليكم من كتاب الله وأوامره ووصاياه ونصائحه؛ فتولِّيكم في هذه الحال من أقبح الأحوال.
20. Yüce Allah,
kendisinin mü’minlerle birlikte olduğunu haber verdikten sonra O’nun beraberliğine mazhar olmak için imanın gereklerini yerine getirmelerini emrederek şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler, Allah’a ve Rasûlüne” emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından kaçınmak sureti ile
“itaat edin.”
Allah’ın Kitabından, emirlerinden, tavsiyelerinden, öğütlerinden sizlere okunanları
“dinleyip durduğunuz halde ondan” yani Allah’a ve Rasûlüne itaat emrinden
“yüz çevirmeyin.” Çünkü böyle bir durumda sizin yüz çevirmeniz, çok çirkin bir haldir.
#
{21} {ولا تكونوا كالذين قالوا سمِعْنا وهم لا يسمعون}؛ أي: لا تكتفوا بمجرَّدِ الدعوى الخالية التي لا حقيقة لها؛ فإنها حالة لا يرضاها الله ولا رسوله، فليس الإيمانُ بالتمنِّي والتحلِّي، ولكنَّه ما وَقَرَ في القلوب، وصدَّقته الأعمال.
21.
“Dinlemedikleri halde ‘Dinledik’ diyenler gibi de olmayın!” Yani aslı olmayan, boş bir iddia ile yetinmeyin. Çünkü bu, Allah’ın da Rasûlünün de razı olmadığı bir haldir. Çünkü iman, boş temenniler ve hoş isteklerde bulunmaktan ibaret değildir. Aksine iman, kalbe yerleşen ve ameller ile doğrulanan şeydir.
{إِنَّ شَرَّ الدَّوَابِّ عِنْدَ اللَّهِ الصُّمُّ الْبُكْمُ الَّذِينَ لَا يَعْقِلُونَ (22) وَلَوْ عَلِمَ اللَّهُ فِيهِمْ خَيْرًا لَأَسْمَعَهُمْ وَلَوْ أَسْمَعَهُمْ لَتَوَلَّوْا وَهُمْ مُعْرِضُونَ (23)}.
22- Çünkü Allah katında canlıların en kötüsü, akıl etmeyen sağır ve dilsizlerdir.
23- Eğer Allah onlarda bir hayır olduğunu bilseydi elbette onlara işittirirdi. Eğer işittirmiş olsaydı bile onlar yine kesinlikle yüz çevirerek arkalarına dönüp giderlerdi.
#
{22} يقول تعالى: {إنَّ شرَّ الدوابِّ عند الله}: مَنْ لم تُفِذْ فيهم الآيات والنذر، وهم {الصُّمُّ}: عن استماع الحق، {البكم}: عن النطق به، {الذين لا يعقلونَ}: ما ينفعهم ويؤثرونَه على ما يضرُّهم؛ فهؤلاء شرٌّ عند الله من شرار الدواب ؛ لأنَّ الله أعطاهم أسماعاً وأبصاراً وأفئدة ليستعملوها في طاعة الله، فاستعملوها في معاصيه، وعدموا بذلك الخير الكثير؛ فإنَّهم كانوا بصدد أن يكونوا من خيار البريَّة، فأبوا هذا الطريق، واختاروا لأنفسهم أن يكونوا من شرِّ البريَّة. والسمعُ الذين نفاه الله عنهم سمعُ المعنى المؤثِّر في القلب، وأما سمعُ الحجَّة؛ فقد قامت حجَّة الله تعالى عليهم بما سمعوه من آياته.
22.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Çünkü Allah katında canlıların en kötüsü” Allah’ın âyetlerinin ve uyarılarının, olumlu bir sonuç vermediği ve fayda sağlamadığı kimseler, kendilerine faydalı şeyleri
“akıl etmeyen” böylelikle kendilerine zarar verecek şeyleri tercih eden, hakkı işitmeyen
“sağır ve” hakkı söylemeyen “dilsizlerdir.” Böyleleri, Allah nezdinde canlıların en kötüsüdür. Çünkü Yüce Allah, böylelerine Allah’a itaat uğrunda kullansınlar diye kulaklar, gözler ve kalpler verdiği halde onlar bu güçlerini Allah’a isyan yolunda kullandılar. Böylelikle de pek büyük hayırdan mahrum kaldılar. Aslında yaratılmışların en hayırlıları olabilecek bir konumda iken, böyle bir yolu izlemeyi kabul etmediler. Kendileri adına yaratılmışların en kötüleri olmayı tercih ettiler.
Allah’ın, onların sahip olmadıklarını söyledikleri işitme, kalpte etkili olan manayı işitmektir. Delili kulakla işitmek anlamındaki işitmeye gelince, dinledikleri Allah’ın âyetleri ile onlara karşı Allah’ın delili elbette ki ortaya konmuş olmaktadır.
#
{23} وإنما لم يُسمعْهم السماعَ النافع؛ لأنَّه لم يعلم فيهم خيراً يَصْلُحون به لسماع آياته. {ولو علم الله فيهم خيراً لأسمَعَهم ولو أسمَعَهم}: على الفرض والتقدير، {لَتَوَلَّوا}: عن الطاعة {وهم معرضونَ}: لا التفات لهم إلى الحقِّ بوجه من الوجوه. وهذا دليلٌ على أن الله تعالى لا يمنع الإيمان والخير إلاَّ لمن لا خير فيه الذي لا يزكو لديه ولا يثمرُ عنده، وله الحمد تعالى والحكمة في هذا.
23. Allah faydalanacakları bir şekilde bu âyetleri onlara işittirmedi; çünkü O,
onların kendi âyetlerini işitmelerine elverişli olacak iyi ve hayırlı niteliklere sahip olmadıklarını bilmektedir: “Eğer Allah onlarda bir hayır olduğunu bilseydi elbette işittirirdi. Eğer” faraza
“onlara işittirmiş olsaydı bile onlar yine” itaatten
“kesinlikle yüz çevirerek arkalarına dönüp giderlerdi.” Hiçbir şekilde hakka dönüp bakmazlardı bile.
İşte bu, Yüce Allah’ın imanı ve hayrı, sadece hiçbir hayır taşımayan ve hayrın semere vereceği bir yapıda bulunmayan kimselerden alıkoyduğunun delilidir. Hamd, yalnız O’nadır ve bu hususta da O’nun sonsuz hikmeti vardır.
{يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اسْتَجِيبُوا لِلَّهِ وَلِلرَّسُولِ إِذَا دَعَاكُمْ لِمَا يُحْيِيكُمْ وَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ وَأَنَّهُ إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ (24) وَاتَّقُوا فِتْنَةً لَا تُصِيبَنَّ الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْكُمْ خَاصَّةً وَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ (25)}.
24- Ey iman edenler! Sizi, size hayat verecek şeylere çağırdıkları zaman Allah ve Rasûlü’nün çağrısına uyun. Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer ve siz, muhakkak O’nun huzurunda toplanacaksınız.
25- İçinizden yalnızca zulmedenlere erişmekle kalmayacak bir fitneden de sakının. Bilin ki Allah'ın cezası, çok şiddetlidir.
#
{24} يأمر تعالى عباده المؤمنين بما يقتضيه الإيمان منهم، وهو الاستجابة لله وللرسول؛ أي: الانقياد لما أمرا به والمبادرة إلى ذلك والدعوة إليه، والاجتناب لما نهيا عنه والانكفاف عنه والنهي عنه. وقوله: {إذا دعاكم لما يُحييكم}: وصفٌ ملازمٌ لكل ما دعا الله ورسوله إليه وبيانٌ لفائدته وحكمته؛ فإن حياة القلب والروح بعبوديَّة الله تعالى ولزوم طاعته وطاعة رسوله على الدوام. ثم حذَّر عن عدم الاستجابة لله وللرسول، فقال: {واعلموا أنَّ الله يَحول بين المرء وقلبِهِ}: فإياكم أن تردُّوا أمر الله أول ما يأتيكم، فيُحال بينكم وبينه إذا أردتموه بعد ذلك، وتختلف قلوبكم؛ فإن الله يَحولُ بين المرء وقلبه؛ يقلِّب القلوب حيث شاء، ويصرِّفها أنَّى شاء، فليكثرِ العبد من قول: يا مقلِّب القلوب! ثبِّتْ قلبي على دينك. يا مصرِّف القلوب! اصرفْ قلبي إلى طاعتك. {وأنَّه إليه تُحشرون}؛ أي: تُجمعون ليوم لا ريبَ فيه، فيجازي المحسن بإحسانه والمسيء بعصيانه.
24. Yüce Allah mü’min kullarına imanlarının gereği olan bir hususu emretmektedir. O da Allah’ın ve Rasûlünün çağrısına uymak, yani emirlerine büsbütün itaat edip bağlanmak, bu konuda eli çabuk tutmak ve buna davet etmektir. Yine onların yasaklarından uzak durup onlardan vazgeçmek ve bu yasağı da başkalarına bildirmek ve uygulamaktır.
Yüce Allah’ın: “Sizi size hayat verecek şeylere çağırdıkları zaman” buyruğu, Allah ve Rasûlünün bütün çağrılarının ayrılmaz bir niteliğidir. Ayrıca bu çağrılarının faydasını ve hikmetini de açıklamaktadır. Zira kalbin ve ruhun hayatı, Allah’a ibadet, O’na ve Rasûlüne sürekli olarak itaatten ayrılmamaya bağlıdır.
Daha sonra Yüce Allah,
Allah ve Rasûlünün çağrısını kabul etmemekten sakındırarak şöyle buyurmaktadır: “Bilin ki Allah kişi ile kalbi arasına girer.” Bu yüzden Allah’ın emrine gelir gelmez uyun ve onu reddetmekten çokça sakının. Çünkü daha sonra O’nun emrine uymak isteseniz bile önünüze engeller çıkar ve kalpleriniz ayrılığa düşer. Çünkü Yüce Allah kişi ile kalbi arasına girer ve dilediği takdirde kalpleri evirip çevirerek istediği yöne yönlendirir.
Bu yüzden de kul: “Ey kalpleri evirip çeviren, kalbime dinin üzere sebat ver, ey kalbleri evirip çeviren, kalbimi itaatine yönlendir!”[16] duasını çokça yapmalıdır.
“ve siz, muhakkak O’nun huzurunda toplanacaksınız.” Gerçekleşeceğinde şüphe bulunmayan o günde O’nun huzurunda bir araya geleceksiniz ve O da iyilikte bulunmuş olana iyiliğinin karşılığını, kötülük işlemiş olanlara da isyanlarının cezasını verecektir.
#
{25} {واتَّقوا فتنةً لا تُصيبَنَّ الذين ظلموا منكم خاصةً}: بل تصيب فاعل الظُّلم وغيره، وذلك إذا ظهر الظلم فلم يغيَّر؛ فإنَّ عقوبته تعمُّ الفاعل وغيره. وتقوى هذه الفتنة بالنهي عن المنكر وقمع أهل الشرِّ والفساد وأن لا يُمَكَّنوا من المعاصي والظُّلم مهما أمكن. {واعلموا أنَّ الله شديدُ العقاب}: لمن تعرَّض لمساخطِهِ وجانبَ رضاه.
25.
“İçinizden yalnızca zulmedenlere erişmekle kalmayacak” aksine zulüm işleyene de başkalarına da isabet edecek
“bir fitneden de sakının.” Bu durum, zulmün yaygınlaşıp da değiştirilmemesi halinde söz konusu olur. O zaman zulmün cezası onu işleyeni de başkalarını da kapsar. Böyle bir fitneden ise ancak kötülüğü engellemek, kötülük ve fesat ehline mani olmak, onlara masiyet ve zulüm işleme imkânını elden geldiğince vermemek sureti ile korunulabilinir.
“Bilin ki” kendisini gazablandıran işleri yapan ve O’nu razı edecek şeylerden uzak kalan kimseler için “Allah'ın cezası çok şiddetlidir.”
{وَاذْكُرُوا إِذْ أَنْتُمْ قَلِيلٌ مُسْتَضْعَفُونَ فِي الْأَرْضِ تَخَافُونَ أَنْ يَتَخَطَّفَكُمُ النَّاسُ فَآوَاكُمْ وَأَيَّدَكُمْ بِنَصْرِهِ وَرَزَقَكُمْ مِنَ الطَّيِّبَاتِ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ (26)}.
26- Hani hatırlayın; bir zamanlar yeryüzünde az ve zayıf idiniz. İnsanların sizi yakalayıp götürmesinden korkuyordunuz da O, size barınacağınız bir yer verdi, sizi yardımı ile destekledi, size temiz ve hoş şeylerden rızık verdi ki şükredesiniz.
#
{26} يقول تعالى ممتنًّا على عباده في نصرهم بعد الذِّلَّة وتكثيرهم بعد القِلَّة وإغنائهم بعد العيلة: {واذكُروا إذ أنتم قليلٌ مستَضْعَفون في الأرض}؛ أي: مقهورون تحت حكم غيركم، {تخافون أن يَتَخَطَّفَكُم الناسُ}؛ أي: يأخذونكم، {فآواكم وأيَّدكم بنصرِهِ ورَزَقَكم من الطّيِّبات}: فجعل لكم بلداً تأوون إليه، وانتصر من أعدائكم على أيديكم، وغنمتم من أموالهم ما كنتم به أغنياء، {لعلَّكم تشكرونَ}: الله على مِنَّتِهِ العظيمة وإحسانه التامِّ بأن تعبدوه، ولا تشركوا به شيئاً.
26. Yüce Allah zayıflıklarından sonra kendilerine yardım etmesi, az iken sayılarını çoğaltması,
önceleri fakirken onları zengin etmesi sureti ile kullarına olan lütuf ve ihsanlarını hatırlatarak şöyle buyurmaktadır: “Hani hatırlayın; bir zamanlar yeryüzünde az ve zayıf idiniz” Başkalarının yönetimi altında ezilmiş ve horlanmış idiniz.
“İnsanların sizi yakalayıp götürmesinden korkuyordunuz da O size barınacağınız bir yer verdi, sizi yardımı ile destekledi, size temiz ve hoş şeylerden rızık verdi.” Size sığınacağınız bir belde verdi. Kendi ellerinizle düşmanlarınızdan intikam almanızı sağladı ve siz, onların mallarından ganimetler alarak zenginliğe kavuştunuz.
“ki” o büyük lütfu ve eksiksiz ihsanı dolayısı ile O’na ibadet etmek, O’na hiçbir şeyi ortak koşmamak sureti ile Allah'a “şükredesiniz.”
{يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَخُونُوا اللَّهَ وَالرَّسُولَ وَتَخُونُوا أَمَانَاتِكُمْ وَأَنْتُمْ تَعْلَمُونَ (27) وَاعْلَمُوا أَنَّمَا أَمْوَالُكُمْ وَأَوْلَادُكُمْ فِتْنَةٌ وَأَنَّ اللَّهَ عِنْدَهُ أَجْرٌ عَظِيمٌ (28)}.
27- Ey iman edenler! Allah’a ve Rasûl’e hainlik etmeyin. Bile bile emanetlerinize de hainlik etmeyin.
28- Bilin ki mallarınız da evlatlarınız da ancak birer imtihandır ve Allah katında büyük bir mükâfaat vardır.
#
{27} يأمر تعالى عباده المؤمنين أن يؤدُّوا ما ائتمنهم الله عليه من أوامره ونواهيه؛ فإنَّ الأمانة قد عرضها الله على السماوات والأرض والجبال فأبَيْنَ أن يَحْمِلْنها وأشفَقْنَ منها وحملها الإنسانُ إنَّه كان ظلوماً جهولاً؛ فمن أدَّى الأمانة؛ استحقَّ من الله الثواب الجزيل، ومن لم يؤدِّها، بل خانها؛ استحقَّ العقاب الوبيل، وصار خائناً لله وللرسول ولأمانته، منقصاً لنفسه بكونه اتَّصفت نفسه بأخس الصفات وأقبح الشيات، وهو الخيانة، مفوتاً لها أكمل الصفات وأتمها، وهي الأمانة.
27. Yüce Allah mü’min kullarına Allah’ın kendilerine emanet olarak bırakmış olduğu emirlerini ve yasaklarını eksiksiz olarak yerine getirmelerini emretmektedir. Çünkü Yüce Allah,
“emaneti göklere, yere ve dağlara teklif etmiş, ancak onlar emaneti yüklenmek istememişler ve bundan çekinmişlerdir. Buna karşılık insan, o emaneti alıp yüklenmiştir. O, pek zalim ve pek cahildir.” (el-Ahzab, 33/72)
İşte bu emaneti eksiksiz yerine getiren kimse, Yüce Allah’tan pek büyük bir mükâfaat almayı hak eder. Onu gereği gibi yerine getirmeyerek ona hainlik eden kimseler ise çok ağır bir azaba müstehak olurlar. Allah’a, Rasûlüne ve Allah’ın emanetine hainlik etmiş olur. Kendisini en alçak ve en çirkin sıfata sahip kılmak sureti ile değerini düşürmüş olur ki bu sıfat, hainliktir. Öte yandan o, en mükemmel ve en üstün sıfata sahip olma imkanını da kaçırmış olur ki bu sıfat da emanettir.
#
{28} ولما كان العبد ممْتَحَناً بأمواله وأولاده، فربما حمله محبَّتهُ ذلك على تقديم هوى نفسه على أداء أمانته؛ أخبر الله تعالى أنَّ الأموال والأولاد فتنةٌ يبتلي الله بهما عباده، وأنها عاريَّة ستؤدَّى لمن أعطاها وتردُّ لمن استَوْدَعَها. {وأنَّ الله عنده أجرٌ عظيمٌ}: فإن كان لكم عقلٌ ورأيٌ؛ فآثِروا فضله العظيم على لذَّة صغيرةٍ فانيةٍ مضمحلَّةٍ؛ فالعاقل يوازِنُ بين الأشياء، ويؤثِرُ أولاها بالإيثار وأحقَّها بالتقديم.
28.
“Bilin ki mallarınız da evlatlarınız da ancak birer imtihandır.” Kul, hem malı hem de çocukları ile imtihan edilmekte olduğundan ve belki onun bunlara karşı duyduğu sevgi nefsinin arzularını, emaneti eksiksiz yerine getirmekten önde tutmaya itebileceğinden dolayı Yüce Allah, burada malların ve evlatların, Allah’ın kullarını kendileri ile sınadığı bir fitne/imtihan aracı olduklarını, bunların birer emanet olduğunu ve bu emanetin, onları emanet bırakana geri verileceğini haber vermektedir.
“Ve Allah katında büyük bir mükâfaat vardır.” Bu yüzden eğer aklınız ve sağlıklı bir görüşünüz varsa Allah’ın o büyük lütfunu, geçici ve yok olmaya mahkum olan küçük zevklere tercih edin. Zira aklı başında olan kimse, mukayese yaparak tercih edilmesi gerekeni tercih eder ve öncelikli olanı önceler.
{يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِنْ تَتَّقُوا اللَّهَ يَجْعَلْ لَكُمْ فُرْقَانًا وَيُكَفِّرْ عَنْكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ وَاللَّهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ (29)}.
29- Ey iman edenler! Eğer Allah’tan korkup sakınırsanız O, size iyi ile kötüyü ayırt edecek bir anlayış
(Furkan) verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah, büyük lütuf sahibidir.
#
{29} امتثالُ العبد لتقوى ربه عنوان السعادة وعلامة الفلاح، وقد رتَّب اللَّه على التقوى من خير الدنيا والآخرة شيئاً كثيراً، فذكر هنا أنَّ مَن اتَّقى اللَّه؛ حصل له أربعةُ أشياء، كلُّ واحدٍ منها خيرٌ من الدنيا وما فيها: الأول: الفُرقان، وهو العلم والهدى الذي يفرِّق به صاحبه بين الهدى والضلال والحقِّ والباطل والحلال والحرام وأهل السعادة من أهل الشقاوة. الثاني والثالث: تكفير السيئات ومغفرة الذنوب، وكل واحد منهما داخلٌ في الآخر عند الإطلاق، وعند الاجتماع يفسَّر تكفير السيئات بالذُّنوب الصغائر، ومغفرة الذنوب بتكفير الكبائر. الرابع: الأجر العظيم والثوابُ الجزيل لمن اتَّقاه وآثر رضاه على هوى نفسه. {والله ذو الفضل العظيم}.
29. Kulun Rabbinden korkup sakınmayı ilke edinmesi, mutluluğun yolu ve kurtuluşun alametidir. Yüce Allah dünya ve âhiretin pek büyük hayırlarına nail olabilmeyi Allah’tan korkup sakınmaya yani takvâya bağlamıştır. İşte burada Yüce Allah,
takvâlı olan kimselerin dört şeyi elde edeceklerini söz konusu etmektedir ki bunların her birisi başlıbaşına dünyadan ve dünyadaki her şeyden daha hayırlıdır:
Birincisi
“Furkan”dır. Furkan, sahibinin kendisi vasıtası ile hidâyeti sapıklıktan, hakkı batıldan, helâli haramdan, mutluları bedbaht olanlardan ayırt edebildiği ilim ve hidâyet demektir. İkinci ve üçüncü kazanç ise kötülüklerin örtülmesi ve günahların bağışlanmasıdır. Bunların her biri, tek başına mutlak olarak zikredildikleri takdirde biri diğerini de içine alır. Bir arada söz konusu edilecek olurlarsa kötülüklerin örtülmesi, küçük günahların bağışlanması anlamına; günahların bağışlanması ise büyük günahların affedilmesi anlamına gelir. Dördüncü kazanç da Allah’tan korkup sakınanlara ve Allah’ın rızasını nefsinin hevasına tercih edenlere verilecek olan büyük ecir ve sonsuz mükâfatlardır: “Allah büyük lütuf sahibidir.”
{وَإِذْ يَمْكُرُ بِكَ الَّذِينَ كَفَرُوا لِيُثْبِتُوكَ أَوْ يَقْتُلُوكَ أَوْ يُخْرِجُوكَ وَيَمْكُرُونَ وَيَمْكُرُ اللَّهُ وَاللَّهُ خَيْرُ الْمَاكِرِينَ (30)}.
30- Hani o kâfirler seni hapsetmek yahut öldürmek ya da seni
(Mekke’den) çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak kurarlarken Allah da
(buna karşılık) onlara tuzak kuruyordu. Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır.
#
{30} أي: {و} اذكر أيُّها الرسول ما مَنَّ الله بك عليك، {إذ يَمْكُرُ بك الذين كفروا}: حين تشاور المشركون في دار الندوة فيما يصنعون بالنبيِّ - صلى الله عليه وسلم -: إما أن يُثْبِتوه عندهم بالحبس ويوثِقوه، وإما أن يقتلوه فيستريحوا بزعمهم من شرِّه! وإما أن يخرِجوه ويُجْلوه من ديارهم؛ فكلٌّ أبدى من هذه الآراء رأياً رآه، فاتفق رأيُهم على رأي رآه شريرهم أبو جهل لعنه الله، وهو أن يأخذوا من كلِّ قبيلةٍ من قبائل قريش فتى، ويعطوه سيفاً صارماً، ويقتله الجميع قِتلةَ رجل واحدٍ؛ ليتفرَّق دمُهُ في القبائل، فيرضى بنو هاشم ثَمَّ بديتِهِ، فلا يقدرون على مقاومة جميع قريش ، فترصَّدوا للنبي - صلى الله عليه وسلم - في الليل ليوقعوا به إذا قام من فراشه، فجاءه الوحي من السماء، وخَرَجَ عليهم، فَذَرَّ على رؤوسهم التراب وخرج، وأعمى الله أبصارهم عنه، حتى إذا استبطؤوه؛ جاءهم آتٍ وقال: خيَّبكم الله! قد خرج محمدٌ وذَرَّ على رؤوسكم الترابَ! فنفض كلٌّ منهم التراب [عن] رأسه ، ومنع الله رسولَه منهم، وأذِنَ له في الهجرة إلى المدينة، فهاجر إليها، وأيَّده الله بأصحابه المهاجرين والأنصار، ولم يزل أمره يعلو حتى دخل مكة عنوةً وقَهَرَ أهلها فأذعنوا له وصاروا تحت حكمِهِ بعد أن خرج مستخفياً منهم خائفاً على نفسه؛ فسبحان اللطيف بعبده الذي لا يغالبه مغالبٌ. وقوله:
30. Ey Peygamber! Allah’ın sana olan lütuf ve ihsanlarını hatırla!
“Hani o kâfirler seni hapsetmek yahut öldürmek ya da seni (Mekke’den) çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı.” Müşrikler Daru’n-
Nedve’de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e ne yapacaklarını kendi aralarında istişare edip planlar yapıyorlardı: Ya onu bağlayıp hapsederek yanlarında alıkoyacaklardı yahut öldürüp kendi kanaatlerince onun şerrinden
(!) kurtulacaklardı ya da onu yurtlarından çıkarıp sürgüne göndereceklerdi. Her biri bunlardan birisini uygun görüp o yönde görüş beyan etti. Nihâyet onların en kötüleri olan lanetlik Ebu Cehil’in görüşü üzerinde uzlaştılar. Bu görüş de Kureyş’e mensup her bir kabileden bir gencin eline keskin bir kılıç alarak hep birden onu öldürmeleri yönünde idi. Böylelikle Peygamber’in kan davası, kabileler arasında paylaşılmış olacaktı ve Haşimoğulları da
(kısas yerine) diyet almayı kabul edecekler ve buna razı olacaklardı. Çünkü bütün Kureyş’e karşı koyacak güçleri olamazdı.
Bunun üzerine Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’i yatağından kalktığı zaman öldürmek üzere geceleyin onu gözetlemeye koyuldular. Bu sırada semadan vahiy geldi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de onların bulundukları yere çıkıp başlarına toprak saçıp gitti. Allah da basiretlerini kör ederek onu görmelerini engelledi.
Nihâyet Peygamber’in çıkışının geciktiğini fark ettiklerinde yanlarını birisi gelerek: Allah sizi hüsrana uğratsın! Muhammed çıkıp gitti ve başınıza da toprak serpti, sizin haberiniz yok! dedi. Bunu duyunca her biri, başından toprağı silkelemeye koyuldu. Böylece Yüce Allah, onlara karşı peygamberini korudu ve Medine’ye hicret etmesi için ona izin verdi. O da Medine’ye hicret etti. Allah onu Muhacir ve Ensar’dan oluşan ashabı ile destekledi. Giderek güçlendi ve sonunda Mekke’ye fatih olarak girip oranın halkını emri altına aldı. Daha önceleri kendisine zarar verirler endişesiyle yanlarından gizlice ayrılmış iken şimdi Mekkeliler ona boyun eğip onun hükmü altına girdiler. Hiçbir kimsenin emrine karşı koyamadığı, kullarına lütufkar olan Allah’ın şanı ne yücedir!
{وَإِذَا تُتْلَى عَلَيْهِمْ آيَاتُنَا قَالُوا قَدْ سَمِعْنَا لَوْ نَشَاءُ لَقُلْنَا مِثْلَ هَذَا إِنْ هَذَا إِلَّا أَسَاطِيرُ الْأَوَّلِينَ (31) وَإِذْ قَالُوا اللَّهُمَّ إِنْ كَانَ هَذَا هُوَ الْحَقَّ مِنْ عِنْدِكَ فَأَمْطِرْ عَلَيْنَا حِجَارَةً مِنَ السَّمَاءِ أَوِ ائْتِنَا بِعَذَابٍ أَلِيمٍ (32) وَمَا كَانَ اللَّهُ لِيُعَذِّبَهُمْ وَأَنْتَ فِيهِمْ وَمَا كَانَ اللَّهُ مُعَذِّبَهُمْ وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ (33) وَمَا لَهُمْ أَلَّا يُعَذِّبَهُمُ اللَّهُ وَهُمْ يَصُدُّونَ عَنِ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَمَا كَانُوا أَوْلِيَاءَهُ إِنْ أَوْلِيَاؤُهُ إِلَّا الْمُتَّقُونَ وَلَكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ (34)}.
31-
Onlara âyetlerimiz okunduğu zaman: “Duyduk, eğer istesek biz de bunun benzerini elbette söyleriz. Bu, eskilerin efsanelerinden başka bir şey değildir” demişlerdi.
32- Hani
(yine) şöyle demişlerdi:
“Ey Allahım! Eğer bu (Kur'ân), gerçekten senin katından (indirilmiş) hak (bir kitap) ise artık bizim üzerimize gökten taş yağdır yahut bize can yakıcı bir azap gönder.”
33- Halbuki sen içlerinde iken Allah onlara azap edecek değildir. Onlar istiğfar ederlerken de Allah onlara azap edecek değildir.
34- Onlar
(müminleri) Mescid-i Haram’dan alıkoydukları halde Allah onlara ne diye azap etmesin ki? Hem onlar onun velileri de değildirler. Onun velileri ancak takvâ sahipleridir. Fakat onların çoğu bilmez.
#
{31} يقول تعالى في بيان عناد المكذِّبين للرسول - صلى الله عليه وسلم -: {وإذا تُتْلى عليهم آياتُنا}: الدالَّة على صدق ما جاء به الرسول، {قالوا قد سَمِعْنا لو نشاء لَقُلْنا مثل هذا إن هذا إلا أساطيرُ الأوَّلين}: وهذا من عنادهم وظلمهم؛ وإلاَّ؛ فقد تحدَّاهم الله أن يأتوا بسورة من مثله، ويدعوا من استطاعوا من دون الله، فلم يقدروا على ذلك، وتبيَّن عجزهم؛ فهذا القول الصادر من هذا القائل مجرَّد دعوى كذَّبه الواقع، وقد علم أنه - صلى الله عليه وسلم - أميٌّ، لا يقرأ، ولا يكتب، ولا رحل ليدرس من أخبار الأولين، فأتى بهذا الكتاب الجليل الذي لا يأتيه الباطل من بين يديه ولا من خلفه تنزيلٌ من حكيم حميدٍ.
31. Yüce Allah,
Rasûlünü yalanlayanların inadını açıklama sadedinde şöyle buyurmaktadır: “Onlara” Rasûlümüzün getirdiklerinin doğruluğuna delalet eden “âyetlerimiz okunduğu zaman: Duyduk, eğer istesek biz de bunun benzerini elbette söyleriz. Bu, eskilerin efsanelerinden başka bir şey değildir, demişlerdi.”
Bu, onların aşırı inatlarından ve zulümlerinden dolayı idi. Çünkü Yüce Allah, Kur’an’ın benzeri bir sûre meydana getirmelerini ve Allah’tan başka güçlerinin yettiği herkesi de yardıma çağırmalarını söylerek onlara meydan okumuştu. Onlar ise buna güç yetiremedikleri için acizlikleri açıkça ortaya çıkmıştı. İşte böyle bir sözü söyleyen kimsenin bu iddiası, elbette vakıanın yalanladığı boş bir iddiadan ibarettir.
Üstelik Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in okuma yazma bilmeyen ümmi bir kimse olduğu ve eskilerin haberlerini araştırmak üzere yolculuğa da çıkmadığı herkesçe bilinmektedir. İşte bu peygamber, önünden de arkasından da batılın kendisine asla erişemediği, hikmeti sonsuz ve her türlü hamde layık olan Allah tarafından indirilmiş bu değerli kitabı getirmiştir.
#
{32} {وإذْ قالوا اللهمَّ إن كان هذا}: الذي يدعو إليه محمدٌ، {هو الحقَّ من عندك فأمطِرْ علينا حجارةً من السماء أو ائتِنا بعذابٍ أليم}: قالوه على وجه الجزم منهم بباطلهم، والجهل بما ينبغي من الخطاب؛ فلو أنَّهم إذا قاموا على باطلهم من الشبه والتمويهات ما أوجب لهم أن يكونوا على بصيرةٍ ويقينٍ منه قالوا لمن ناظَرَهم وادَّعى أن الحقَّ معه: إنْ كان هذا هو الحقَّ من عندك؛ فاهِدنا له؛ لكان أولى لهم وأستر لظلمهم؛ فمذ قالوا: {اللهمَّ إن كان هذا هو الحقَّ من عندك ... } الآية؛ عُلم بمجرَّد قولهم أنهم السفهاء الأغبياء الجهلة الظالمون.
32.
“Hani (yine) şöyle demişlerdi: “Ey Allahım! Eğer” Muhammed’in kendisine davet ettiği
“bu (Kur'ân), gerçekten senin katından (indirilmiş) hak (bir kitap) ise artık bizim üzerimize gökten taş yağdır yahut bize can yakıcı bir azap gönder.” Onlar, bu sözlerini kendi batıllarının kesin olarak doğru olduğunu kabul ederek ve bu durumda ne söylenmesi gerektiğini bilmeyecek kadar cahil oldukları için söylemişlerdi. Eğer onlar,
birtakım şüphelerden ve göz boyamalardan ibaret batılları hakkında basiret sahibi ve onun doğruluğundan yana emin olmalarını gerektirecek bir seviyede olsalardı bile kendileri ile tartışan ve haklı tarafın kendisi olduğunu ileri süren birine: “Eğer hakkı getiren sen isen haydi bizi ona ulaştır” demeleri, onlar hakkında daha iyi ve zulümleri için de daha örtücü olurdu.
Ancak onlar: “Ey Allahım! Eğer bu (Kur'ân), gerçekten senin katından (indirilmiş) hak (bir kitap) ise...” dediler ki sırf bu sözleri ile onların akılsız, ahmak, cahil ve zalim oldukları da anlaşılmış oldu.
#
{33} فلو عاجلهم الله بالعقاب؛ لما أبقى منهم باقيةً، ولكنَّه تعالى دَفَعَ عنهم العذابَ بسبب وجود الرسول بين أظهرهم، فقال: {وما كان الله لِيُعَذِّبَهم وأنت فيهم}: فوجوده - صلى الله عليه وسلم -[بين أظهرهم] أمَنَةٌ لهم من العذاب، وكانوا مع قولهم هذه المقالة التي يظهِرونها على رؤوس الأشهاد يدرون بقُبحها، فكانوا يخافون من وقوعها فيهم، فيستغفرونَ الله تعالى؛ فلهذا قال: {وما كان الله ليُعَذِّبَهم وهم يستغفرونَ}: فهذا مانعٌ يمنع من وقوع العذاب بهم بعدما انعقدتْ أسبابُه.
33. Üstelik Yüce Allah, eğer derhal onları cezalandırmış olsaydı onlardan geriye hiç kimse kalmazdı. Ancak Yüce Allah,
Rasûlünün aralarında bulunması sebebi ile onlara gelecek olan azabı kaldırmış ve şöyle buyurmuştur: “Halbuki sen içlerinde iken Allah onlara azap edecek değildir.” Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in onların aralarında buluması, onlar için azaba karşı bir güvenlik sebebi idi.
Onlar, bu sözü herkesin gözü önünde açıkça söylemelerine rağmen bu sözlerinin ne kadar çirkin olduğunu da biliyorlar ve söylediklerinin başlarına gelmesinden de çekiniyorlardı. Bu yüzden de Yüce Allah’tan mağfiret diliyorlardı.
İşte bundan dolayı Yüce Allah: “Onlar istiğfar ederlerken de Allah onlara azap edecek değildir” buyurmaktadır. Bu da azabı gerektiren sebepleri işlemelerine rağmen başlarına azabın gelmesini engelleyen bir sebeptir.
Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{34} ثم قال: {وما لهم أن لا يعذِّبَهم الله}؛ أي: أيُّ شيء يمنعُهم من عذاب الله وقد فعلوا ما يوجِبُ ذلك؟ وهو صدُّ الناس عن المسجد الحرام، خصوصاً صدَّهم النبي - صلى الله عليه وسلم - وأصحابه الذين هم أولى به منهم، ولهذا قال: {وما كانوا}؛ أي: المشركون، {أولياءه}: يُحتمل أنَّ الضمير يعود إلى الله؛ أي: أولياء الله، ويحتمل أن يعود إلى المسجد الحرام؛ أي: وما كانوا أولى به من غيرهم. {إن أولياؤُهُ إلا المتَّقون}: وهم الذين آمنوا بالله ورسوله وأفردوا الله بالتوحيد والعبادة وأخلصوا له الدين. {ولكنَّ أكثرهم لا يعلمونَ}: فلذلك ادَّعوا لأنفسهم أمراً غيرُهم أولى به.
34.
“Onlar (müminleri) Mescid-i Haram’dan alıkoydukları halde Allah onlara ne diye azap etmesin ki?” Yani onların, Allah’ın azabına uğramalarına engel olacak ne var ki? Zira onlar, azabı gerektiren işleri yapıyorlar ki bu da insanları, özellikle de Peygamber’i ve onun ashabını Mescid-i Haram’dan alıkoymaktır. Halbuki Peygamber ve ashabı, Mescid-i Haram’a onlardan daha layıktırlar.
Bu yüzden Yüce Allah: “Hem onlar” yani müşrikler “onun velileri de değildirler.” buyurmaktadır. Buradaki
“onun” zamirinin Yüce Allah’a ait olması ihtimali vardır. Yani onlar, Allah’ın velisi/dostu olmaya layık kimseler değildirler. Bu zamir, Mescid-i Haram’a da ait olabilir. Buna göre mana şöyle olur: Onlar, Mescid-i Haram’ın velisi, yani ona layık ve ehil kimseler değildirler.
“Onun velileri ancak takvâ sahipleridir.” Onlar da Allah’a ve Rasûlüne iman eden, Allah’ı tevhid edip yalnızca O’na ibadet eden ve dinlerini sadece O’na halis kılan kimselerdir.
“Fakat onların çoğu bilmez.” Bundan dolayı da başkalarının kendilerine göre çok daha layık olduğu bir hususta hak iddiasında bulunmuşlardır.
{وَمَا كَانَ صَلَاتُهُمْ عِنْدَ الْبَيْتِ إِلَّا مُكَاءً وَتَصْدِيَةً فَذُوقُوا الْعَذَابَ بِمَا كُنْتُمْ تَكْفُرُونَ (35)}.
35- Onların, Beytullah’ın yanındaki namazları, ıslık çalmaktan ve el çırpmaktan başka bir şey değildir. Öyleyse
(ey müşrikler) küfrünüzden dolayı azabı tadın!
#
{35} يعني: أن الله تعالى إنما جعل بيته الحرام ليقامَ فيه دينُه وتُخْلَصَ له فيه العبادة؛ فالمؤمنون هم الذين قاموا بهذا الأمر، وأما هؤلاء المشركون الذين يصدُّون عنه؛ فما كان صلاتُهم فيه، التي هي أكبر أنواع العبادات {إلَّا مُكاءً وتصديةً}؛ أي: صفيراً وتصفيقاً؛ فعلَ الجهلة الأغبياء، الذين ليس في قلوبهم تعظيمٌ لربِّهم ولا معرفة بحقوقه ولا احترام لأفضل البقاع وأشرفها؛ فإذا كانت هذه صلاتهم فيه؛ فكيف ببقيَّة العبادات؟! فبأيِّ شيء كانوا أولى بهذا البيت من المؤمنين، الذين هم في صلاتهم خاشعون، والذين هم عن اللغو معرضون؟! ... إلى آخر ما وصفهم الله به من الصفات الحميدة والأفعال السديدة لا جرم أورثهم الله بيته الحرام ومكَّنهم منه، وقال [لهم] بعدما مكَّن لهم فيه: {يا أيُّها الذين آمنوا إنَّما المشركون نَجَسٌ فلا يَقْرَبوا المسجدَ الحرامَ بعد عامهم هذا}، وقال هنا: {فذوقوا العذابَ بما كنتُم تكفرون}.
35. Yüce Allah Beyt-i Haram’ı, orada dininin emirleri dosdoğru uygulansın ve yalnızca O’na ihlasla ibadet edilsin diye var etmiştir. Bu emri yerine getirenler ise mü’minlerdir. Bu Mescidden insanları alıkoyan şu müşriklere gelince, onların oradaki namazları -ki o ibadet türlerinin en büyüğüdür- sadece
“ıslık çalmaktan ve el çırpmaktan” ibaretti. Bu ise kalplerinde Rablerini tazimden eser bulunmayan, O’nun haklarını tanımayan, en faziletli ve en şerefli o bölgenin saygınlığını bilmeyen cahil ve ahkamakların işidir.
Onların oradaki dua ve namazları bu şekilde olursa ya diğer ibadetlerine ne demeli? O halde onlar, hangi sebepten ve hangi özellikleri dolayısı ile bu Beyt’e mü’minlerden daha layık olabilirlerdi? O müminler ki namazlarında Rablerinin huzurunda huşu içinde dururlar, boş işlerden yüz çevirirler ve Yüce Allah’ın kendilerini nitelediği daha nice güzel sıfatlara, doğru fiil ve davranışlara sahiptirler. Hiç şüphesiz Yüce Allah, Beyt-i Haram’ını o mü’minlere miras vermiş ve onları orada iktidar sahibi kılmıştır. Zira O, Beyt-
i Haram üzerindeki iktidarı mü’minlere ihsan ettikten sonra şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir. Onun için bu yıllarından sonra artık onlar Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar.” (et-Tevbe, 9/26) Yüce Allah burada da:
“Öyleyse (ey müşrikler) küfrünüzden dolayı azabı tadın!” buyurmaktadır.
{إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا يُنْفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ لِيَصُدُّوا عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ فَسَيُنْفِقُونَهَا ثُمَّ تَكُونُ عَلَيْهِمْ حَسْرَةً ثُمَّ يُغْلَبُونَ وَالَّذِينَ كَفَرُوا إِلَى جَهَنَّمَ يُحْشَرُونَ (36) لِيَمِيزَ اللَّهُ الْخَبِيثَ مِنَ الطَّيِّبِ وَيَجْعَلَ الْخَبِيثَ بَعْضَهُ عَلَى بَعْضٍ فَيَرْكُمَهُ جَمِيعًا فَيَجْعَلَهُ فِي جَهَنَّمَ أُولَئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ (37)}.
36- Hiç şüphesiz kâfirler, mallarını Allah yolundan alıkoymak için harcarlar ve harcamaya da devam edecekler. Sonra bu, onlar için bir yürek acısı olacak, sonra da yenilgiye uğrayacaklardır. Şüphe yok ki kafirler, toplanıp cehenneme sürüleceklerdir.
37- Bu, Allah murdarı temizden ayırt etsin ve murdarı birbiri üstüne yığıp topluca cehenneme atsın diyedir. İşte onlar, zarara uğrayanların ta kendileridir.
#
{36} يقول تعالى مبيناً لعداوة المشركين وكيدهم ومكرهم ومبارزتهم لله ولرسوله وسعيهم في إطفاء نوره وإخماد كلمتِهِ، وأنَّ وبالَ مكرِهم سيعود عليهم، ولا يَحيقُ المكر السِّيئ إلاَّ بأهله، فقال: {إنَّ الذين كفروا ينفقون أموالَهم لِيَصُدُّوا عن سبيل الله}؛ أي: ليبطلوا الحقَّ، وينصروا الباطل، ويَبْطُلَ توحيدُ الرحمن، ويقومَ دينُ عبادة الأوثان.
{فسينفقونها}؛ أي: فسيصدِرون هذه النفقة، وتَخِفُّ عليهم، لتمسُّكهم بالباطل، وشدة بغضهم للحق، ولكنها ستكون {عليهم حسرةً}؛ أي: ندامةً وخزياً وذلاًّ، {ثم يُغْلَبون}: فتذهب أموالهم وما أمَّلوا، ويعذَّبون في الآخرة أشدَّ العذاب، ولهذا قال: {والذين كفروا إلى جهنَّم يُحشرون}؛ أي: يجمعون إليها ليذوقوا عذابها، وذلك لأنَّها دار الخبث والخبثاء.
36. Yüce Allah müşriklerin düşmanlıklarını, hile ve tuzaklarını, desiselerini, Allah’a ve Rasûlüne karşı açıkça savaş ilan etmelerini, O’nun nurunu söndürme ve yüce sözünün üstünlüğüne son vermek uğrundaki gayretlerini, onların bu hile ve tuzaklarının sonunda başlarına geçeceğini -çünkü kötü niyetli hile ve tuzaklar ancak onu yapanların başına geçer-
beyan ederek şöyle buyurmaktadır: “Hiç şüphesiz kâfirler, mallarını Allah yolundan alıkoymak için harcarlar.” Yani hakkı iptal etmek, batılı zafere kavuşturmak, Rahman olan Allah’ın tevhidini boşa çıkarıp putlara ibadet dinini ayakta tutmak için böyle yaparlar.
“ve harcamaya da devam edecekler.” Yani bu harcamayı sürdürecekler ve batıllarına sarılmışlıkları, hakka olan ileri derecedeki kinleri sebebi ile de bunu kolaylıkla yapacaklar.
“Sonra bu, onlara bir yürek acısı olacak,” Bundan dolayı pişmanlık duyacaklar, rezil olacaklar, zelil kılınacaklar.
“sonra da yenilgiye uğrayacaklardır.” Malları elden çıkacağı gibi umdukları da gerçekleşmeyecektir. Ahirette ise en çetin azaba mahkum edileceklerdir.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Şüphe yok ki kafirler toplanıp cehenneme sürüleceklerdir.” Cehennem azabını tatsınlar diye topluca oraya götürüleceklerdir. Çünkü cehennem kötülüklerin ve kötülerin yurdudur.
#
{37} والله تعالى يريد أن يَميز الخبيثَ من الطيب، ويجعلَ كلَّ واحدةٍ على حِدَةٍ وفي دار تخصُّه، فيجعل الخبيث بعضه على بعض من الأعمال والأموال والأشخاص، {فَيَرْكُمَهُ جميعا فيجعله في جهنم أولئك هم الخاسرون}: الذين خسروا أنفسهم وأهليهم يوم القيامة، ألا ذلك هو الخسران المبين.
37. Yüce Allah, temizi murdardan ayırt etmek ve her bir kesimi ayrı ayrı kendine has yurda yerleştirmek, böylelikle murdar olan amelleri,
malları ve kişileri üst üste yığmak ister: “Bu, Allah murdarı temizden ayırt etsin ve murdarı birbiri üstüne yığıp topluca cehenneme atsın diyedir.”
“İşte onlar, zarara uğrayanların” Kıyamet gününde hem kendilerini, hem de yakınlarını hüsrana uğratanların
“ta kendileridir.” İşte apaçık hüsran da budur.
{قُلْ لِلَّذِينَ كَفَرُوا إِنْ يَنْتَهُوا يُغْفَرْ لَهُمْ مَا قَدْ سَلَفَ وَإِنْ يَعُودُوا فَقَدْ مَضَتْ سُنَّتُ الْأَوَّلِينَ (38) وَقَاتِلُوهُمْ حَتَّى لَا تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدِّينُ كُلُّهُ لِلَّهِ فَإِنِ انْتَهَوْا فَإِنَّ اللَّهَ بِمَا يَعْمَلُونَ بَصِيرٌ (39) وَإِنْ تَوَلَّوْا فَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ مَوْلَاكُمْ نِعْمَ الْمَوْلَى وَنِعْمَ النَّصِيرُ (40)}.
38- Kâfirlere de ki eğer vazgeçerlerse onların geçmiş
(günahları) bağışlanır, eğer dönerlerse işte önceki
(ümmet)lerin başından geçenler ortadadır.
39- Fitne kalmayıncaya ve din bütünüyle Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse şüphe yok ki Allah yaptıklarını çok iyi görendir.
40- Eğer yüz çevirirlerse bilin ki Allah, sizin mevlânızdır. O ne güzel mevlâdır ve ne güzel yardımcıdır.
#
{38} هذا من لطفه تعالى بعباده؛ لا يمنعُهُ كفرُ العباد ولا استمرارُهم في العناد من أن يدعُوهم إلى طريق الرشاد والهدى وينهاهم عما يُهْلِكُهم من أسباب الغيِّ والرَّدى، فقال: {قل للذين كفروا إن يَنتَهوا}: عن كفرهم، وذلك بالإسلام لله وحده لا شريك له، {يُغْفَرْ لهم ما قد سَلَفَ}: منهم من الجرائم. {وإن يعودوا}: إلى كفرِهم وعنادهم، {فقد مضتْ سُنَّةُ الأولين}: بإهلاك الأمم المكذِّبة؛ فلينتظروا ما حلَّ بالمعاندين؛ فسوف يأتيهم أنباءُ ما كانوا به يستهزئون. فهذا خطابُهُ للمكذِّبين.
38. Bu, Yüce Allah’ın kullarına olan bir lütfudur. Kulların inkârı da inatlarını sürdürmeleri de bu lütfunu engellemez. O, yine de onları doğruluk ve hidâyet yoluna çağırır, kendilerini helake ve azgınlığa götüren yollardan uzak kalmalarını ister ve bunları onlara yasaklar.
Bu yüzden Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Kâfirlere de ki eğer” hiçbir şeyi ortak koşmaksızın yalnızca Allah’a teslim olmak sureti ile küfürlerinden
“vazgeçerlerse, onların geçmiş” günahları
“bağışlanır, eğer” küfür ve inatlarına geri
“dönerlerse kendilerinden önceki (ümmet)lerin başından geçenler” peygamberleri yalanlayan ümmetlerin helak edilişleri
“ortadadır.” Bunlar da işte o inatçıların başına gelenleri beklesinler! Zira onlara da alay etmekte oldukları şeylerin haberi elbette gelecektir. Yüce Allah’ın yalanlayıcılara yönelik hitabı işte budur.
Kâfirlere karşı davranışları ile ilgili olarak mü’minlere yönelik hitabına gelince şöyle buyurmaktadır:
#
{39} وأمَّا خطابه للمؤمنين عندما أمرهم بمعاملة الكافرين؛ فقال: {وقاتلوهم حتى لا تكونَ فتنةٌ}؛ أي: شركٌ وصدٌّ عن سبيل الله، ويذعنوا لأحكام الإسلام.
{ويكونَ الدِّينُ كلُّه لله}: فهذا المقصود من القتال والجهاد لأعداء الدين: أن يُدْفَعَ شرُّهم عن الدين، وأن يُذَبَّ عن دين الله الذي خَلقَ الخلق له، حتى يكون هو العالي على سائر الأديان. {فإن انتهوا}: عن ما هم عليه من الظلم، {فإنَّ الله بما يعملون بصير}: لا تخفى عليه منهم خافيةٌ.
39.
“Fitne” yani şirk ve Allah’ın yolundan alıkoyuş “kalmayıncaya” ve kafirler İslâm’ın hükümlerine boyun eğip de
“din bütünüyle Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın.” İşte din düşmanlarına karşı savaşmanın ve cihadın maksadı budur. Yani düşmanların dine verecekleri kötülüklerin önlenmesi ve Allah’ın, insanları bağlansınlar diye yarattığı hak dinin himaye edilerek onun, diğer bütün dinlerin üzerinde galip ve üstün olmasının sağlanmasıdır.
“Eğer” işlemekte oldukları zulümlerden “vazgeçerlerse şüphe yok ki Allah yaptıklarını çok iyi görendir.” Onların hiçbir halleri ve niyetleri O’na gizli kalmaz.
#
{40} {وإن تولَّوا}: عن الطاعة، وأوضعوا في الإضاعة، {فاعلموا أنَّ الله مولاكم نعم المولى}: الذي يتولَّى عباده المؤمنين، ويوصِلُ إليهم مصالحهم وييسِّر لهم منافعهم الدينيَّة والدنيويَّة. {ونعم النصيرُ}: الذي ينصُرُهم فيدفع عنهم كيدَ الفجَّار وتكالب الأشرار، ومَن كان الله مولاه وناصره؛ فلا خوفٌ عليه، ومَنْ كان الله عليه؛ فلا عزَّ له ولا قائمة له.
40.
“Eğer” Allah’a itaatten “yüz çevirirlerse” ve Allah’ın hükümlerine uymazlarsa
“bilin ki Allah, sizin mevlânızdır. O ne güzel mevlâdır” mü’min kullarının dostudur, onları gözetip kollar, onların menfaatine olan şeyleri onlara ihsan eder, dinî ve dünyevî faydalarını gerçekleştirmelerini kolaylaştırır.
“ve ne güzel yardımcıdır!” onlara yardım eder de günahkârların onlara kurdukları tuzakları ve kötülerin onlara karşı saldırılarını boşa çıkartır. Yardımcısı ve mevlâsı Allah olan için korkacak hiçbir şey yoktur. Hasmı Allah olan kimsenin ise hiçbir zaman aziz olması, güçlenmesi ve ayakta durması mümkün olmaz.
{وَاعْلَمُوا أَنَّمَا غَنِمْتُمْ مِنْ شَيْءٍ فَأَنَّ لِلَّهِ خُمُسَهُ وَلِلرَّسُولِ وَلِذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَابْنِ السَّبِيلِ إِنْ كُنْتُمْ آمَنْتُمْ بِاللَّهِ وَمَا أَنْزَلْنَا عَلَى عَبْدِنَا يَوْمَ الْفُرْقَانِ يَوْمَ الْتَقَى الْجَمْعَانِ وَاللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (41) إِذْ أَنْتُمْ بِالْعُدْوَةِ الدُّنْيَا وَهُمْ بِالْعُدْوَةِ الْقُصْوَى وَالرَّكْبُ أَسْفَلَ مِنْكُمْ وَلَوْ تَوَاعَدْتُمْ لَاخْتَلَفْتُمْ فِي الْمِيعَادِ وَلَكِنْ لِيَقْضِيَ اللَّهُ أَمْرًا كَانَ مَفْعُولًا لِيَهْلِكَ مَنْ هَلَكَ عَنْ بَيِّنَةٍ وَيَحْيَى مَنْ حَيَّ عَنْ بَيِّنَةٍ وَإِنَّ اللَّهَ لَسَمِيعٌ عَلِيمٌ (42)}.
41- Eğer Allah’a ve iki ordunun birbirleri ile karşılaştıkları Furkan gününde kulumuza indirdiğimize iman ettiyseniz bilin ki ganimet olarak aldığınız her bir şeyin beşte biri Allah’a, Rasûlüne,
(onun) yakınlarına, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. Allah her şeye gücü yetendir.
42- Hani siz vadinin yakın kenarında idiniz. Onlar ise uzak kenarında idiler. Kervan ise sizden daha aşağıda idi. Eğer siz, anlaşma yapacak olsaydınız bile muhakkak karşılaşma yeri veya zamanı hususunda anlaşmazlığa düşerdiniz. Fakat Allah, takdir edilmiş bir işi yerine getirmek için
(sizi bir araya getirdi) ki helak olan apaçık bir delil üzere helak olsun, yaşayan da apaçık bir delil üzere yaşasın. Şüphesiz ki Allah hakkıyla işitendir, her şeyi bilendir.
#
{41} يقول تعالى: {واعلموا أنَّما غنمتُم من شيءٍ}؛ أي: أخذتم من مال الكفار قهراً بحقٍّ قليلاً كان أو كثيراً، {فأنَّ لله خُمُسَه}؛ أي: وباقيه لكم أيها الغانمون؛ لأنه أضاف الغنيمة إليهم، وأخرج منها خمسها، فدلَّ على أن الباقي لهم، يُقسم على ما قسمه رسول الله - صلى الله عليه وسلم -: للراجل سهمٌ، وللفارس سهمان لفرسه وسهم له، وأما هذا الخمس؛ فيقسم خمسة أسهم: سهمٌ لله ولرسوله يُصْرَف في مصالح المسلمين العامة من غير تعيين لمصلحة؛ لأنَّ الله جعله له ولرسوله، والله ورسوله غنيَّان عنه، فعُلِمَ أنه لعباد الله؛ فإذا لم يعيِّن الله له مصرفاً؛ دلَّ على أن مَصْرِفَه للمصالح العامة. والخمس الثاني: لذي القربى، وهم قرابة النبي - صلى الله عليه وسلم - من بني هاشم وبني المطلب، وأضافه الله إلى القرابة دليلاً على أنَّ العلة فيه مجرَّد القرابة، فيستوي فيه غنيُّهم وفقيرهم ذكرهم وأنثاهم. والخمس الثالث: لليتامى، وهم الذين فقدت آباؤهم وهم صغارٌ، جعل الله لهم خُمُسَ الخمس رحمةً بهم، حيث كانوا عاجزين عن القيام بمصالحهم، وقد فُقِدَ من يقوم بمصالحهم. والخمس الرابع: للمساكين؛ أي: المحتاجين الفقراء من صغار وكبار ذكور وإناث. والخمس الخامس: لابن السبيل، و [هو] الغريب المنقطَعُ به في غير بلده، وبعض المفسرين يقول: إن خمس الغنيمة لا يخرُجُ عن هذه الأصناف، ولا يلزم أن يكونوا فيه على السواء، بل ذلك تَبَعٌ للمصلحة، وهذا هو الأولى.
وجعل الله أداء الخُمُس على وجهه شرطاً للإيمان، فقال: {إن كُنتم آمنتُم بالله وما أنزلْنا على عبدِنا يوم الفرقان}: وهو يوم بدرٍ، الذي فرَّق الله به بين الحقِّ والباطل، وأظهر الحقَّ وأبطل الباطل. {يوم التقى الجمعانِ}: جمع المسلمين وجمع الكافرين؛ أي: إن كان إيمانُكم بالله وبالحقِّ الذي أنزله الله على رسوله يوم الفرقان الذي حصل فيه من الآيات والبراهين ما دلَّ على أن ما جاء به هو الحقُّ. {والله على كلِّ شيء قدير}: لا يغالبه أحدٌ إلا غلبه.
41.
“Eğer Allah’a ve iki ordunun” müslümanlarla kâfirlerin ordularının
“birbirleri ile karşılaştıkları Furkan gününde” Allah’ın hakkı batıldan ayırt edip hakkı üstün kıldığı ve batılı yok ettiği Bedir gününde ”
“kulumuza indirdiğimize iman ettiyseniz…” Yani eğer Allah’a ve Allah’ın peygamberinin getirdiklerinin hakkın ta kendisi olduğunu göteren belge ve delillerin ortaya çıktığı Furkan gününde Allah’ın, Rasûlüne indirmiş olduğu hakka
“iman ettiyseniz bilin ki ganimet olarak” kâfirlerin malından, onları hakkı ile yenerek, az olsun çok olsun
“aldığınız her bir şeyin beşte biri Allah’a” ait olup geri kalanı -ey ganimeti alanlar- sizidir. Çünkü Yüce Allah burada ganimeti (
“aldığınız” buyruğu ile) onlara izafe etmiş ve bundan beşte birlik payı istisna etmiştir. Bu da geri kalanın onlara ait olduğuna delildir. Bu da Allah Rasûlü’nün paylaştırdığı şekilde piyadeye bir pay süvariye ise -biri atına birisi de kendisine olmak üzere- iki pay vermek sureti ile paylaştırılır.
Burada sözü edilen beşte bir ise beş paya bölünür: Bir pay, Allah’a ve Rasûlüne ait olup belirlenmiş herhangi bir maslahat söz konusu olmaksızın bütün müslümanların genel maslahatlarına harcanır. Çünkü Yüce Allah bu payı kendisine ve Rasûlüne ayırmıştır. Allah ve Rasûlünün ise buna ihtiyacı yoktur. Böylece bunun Allah’ın kullarına ait olduğu ortaya çıkmaktadır. Yüce Allah, bunun için belirli bir harcama yeri de tespit etmediğine göre bunun, müslümanların genel maslahatına harcanacağı ortaya çıkmaktadır.
Gazilere paylaştırılmayan beşte birin ikinci payı ise Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in Haşimoğulları ile Muttaliboğularından olan akrabalarına aittir. Yüce Allah’ın bunu akrabalara izafe etmesi bundaki asıl illetin, sadece akrabalık olduğuna delildir. Dolayısı ile bu konuda zenginleri de fakirleri de erkekleri de kadınları da birbirine eşittir.
Beşte birin üçüncü payı yetimlere verilir. Bunlar, küçük yaşta babalarını kaybedenlerdir. Allah, bunlara ganimetin beşte birinin beşte birini -onlara bir rahmet olmak üzere- ayırmıştır. Çünkü yetimler, kendi maslahatlarını yerine getirmekten acizdirler. Menfaatlerine olan işlerini görüp gözetecek kimseleri de yoktur.
Beşte birin dördüncü payı, yoksullara yani küçük olsun büyük olsun erkek olsun kadın olsun ihtiyaç sahiplerine verilir. Beşinci pay da yolda kalmışlara aittir. Yolda kalmış ise yabancı bir beldede seferde iken muhtaç düşen yabancı kimse demektir.
Kimi müfessirler de şöyle demişlerdir: Ganimetin bu beşte birlik kısmı, bu kesimlerin dışında kimseye verilmez. Ayrıca bu kesimlerin bu beşte birden eşit pay almaları da gerekmez. Aksine onlara maslahata göre pay verilir. En uygun görüş de budur.
Yüce Allah, bu beşte birlik kısmın bu şekilde ayrılıp yerlerine dağıtılmasının, imanın bir şartı olduğunu belirtmiştir. Zira “Eğer Allah’a… iman ettiyseniz” buyruğu buna delalet etmektedir.
“Allah her şeye gücü yetendir.” Kendisine karşı çıkan herkesi mutlaka yenik düşürür.
#
{42} {إذ أنتم بالعُدْوَةِ الدُّنيا}؛ أي: بعُدْوَة الوادي القريبة من المدينة. وهم بعدوته؛ أي: جانبه البعيدة من المدينة؛ فقد جمعكم وادٍ واحدٌ. {والركب}: الذي خرجتُم لطلبه، وأراد الله غيره {أسفلَ منكم}: مما يلي ساحل البحر. {ولو تواعدتُم}: أنتم وإيَّاهم على هذا الوصف وبهذه الحال، {لاختلفتُم في الميعادِ}؛ أي: لا بدَّ من تقدُّم أو تأخُّر أو اختيار منزل أو غير ذلك مما يعرض لكم أو لهم يصدُفُكم عن ميعادهم. ولكنَّ: اللهَ جمعكم على هذه الحال، {لِيَقْضِيَ الله أمرا كان مفعولا}؛ أي: مقدراً في الأزل لا بدَّ من وقوعه. {لِيَهْلِكَ مَنْ هَلَكَ عن بيِّنة}؛ أي: ليكون حجَّة وبيَّنة للمعاند، فيختار الكفر على بصيرة وجزم ببطلانه، فلا يبقى له عذرٌ عند الله. {ويحيا مَنْ حَيَّ عن بيِّنةٍ}؛ أي: يزداد المؤمن بصيرةً ويقيناً بما أرى الله الطائفتين من أدلَّة الحقِّ وبراهينه ما هو تذكرة لأولي الألباب. {وإن الله لسميعٌ عليمٌ}: سميعٌ لجميع الأصوات باختلاف اللُّغات على تفنُّن الحاجات، عليمٌ بالظواهر والضمائر والسرائر والغيب والشهادة.
42.
“Hani siz vadinin” Medine’ye
“yakın” olan “kenarında idiniz. Onlar ise” Medine’den
“uzak” olan “kenarında idiler.” Böylece aynı vadide bir araya geldiniz. Kendisini ele geçirmek üzere yola çıktığınız, Yüce Allah’ın ise başkasını murad ettiği
“kervan ise sizden daha aşağıda” deniz sahiline yakın tarafta
“idi. Eğer” siz de onlar da bu şekilde ve böyle bir durumda bir araya gelmek üzere “anlaşma yapacak olsaydınız bile muhakkak karşılaşma yeri veya zamanı hususunda anlaşmazlığa düşerdiniz” yani ya kiminiz önce gelirdi ya kiminiz sonra gelirdi yahut da yerin seçimi konusunda veya bunun dışında sizin ya da onların uygun göreceği başka nedenlerden dolayı anlaşmazlığa düşerdiniz.
“Fakat Allah” ezelde
“takdir edilmiş” ve meydana gelmesi kaçınılmaz olan
“bir işi yerine getirmek için” sizi bu şekilde bir araya getirdi.
“ki helak olan, apaçık bir delil üzere helak olsun” Yani inat edene karşı açık bir delil bulunsun. O da basiret üzere ve tercihinin batıl olduğunu kesin olarak bile bile küfrü seçsin, böylece Allah’a karşı ileri sürebilecek herhangi bir mazereti kalmasın.
“yaşayan da apaçık bir delil üzere yaşasın.” Mü’minlerin de basireti ve yakini daha bir artsın. Zira Yüce Allah’ın her iki kesime de göstermiş olduğu hakka dair delil ve belgelerde akıl sahibi kimseler için gerçekten ibretli bir öğüt vardır.
“Şüphesiz ki Allah” türlü ihtiyaçları dile getiren ve çeşitli diller ile ifade edilen bütün sesleri
“hakkı ile işitendir, her şeyi” görüleni, görülmeyeni, kalplerde olanı, gizliyi ve açığı “bilendir.”
{إِذْ يُرِيكَهُمُ اللَّهُ فِي مَنَامِكَ قَلِيلًا وَلَوْ أَرَاكَهُمْ كَثِيرًا لَفَشِلْتُمْ وَلَتَنَازَعْتُمْ فِي الْأَمْرِ وَلَكِنَّ اللَّهَ سَلَّمَ إِنَّهُ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ (43) وَإِذْ يُرِيكُمُوهُمْ إِذِ الْتَقَيْتُمْ فِي أَعْيُنِكُمْ قَلِيلًا وَيُقَلِّلُكُمْ فِي أَعْيُنِهِمْ لِيَقْضِيَ اللَّهُ أَمْرًا كَانَ مَفْعُولًا وَإِلَى اللَّهِ تُرْجَعُ الْأُمُورُ (44)}.
43- Hani Allah onları rüyanda sana az göstermişti. Eğer onları sana çok gösterseydi, elbette zaafa düşerdiniz ve savaşma konusunda birbirinizle çekişirdiniz. Ama Allah
(sizi bundan) kurtardı. Şüphesiz O, kalplerde olanı hakkıyla bilendir.
44- Hani karşı karşıya heldiğiniz zaman da onları sizin gözlerinize az gösteriyor, sizi de onların gözlerine az gösteriyordu ki Allah, takdir edilmiş bir işi yerine getirsin. Bütün işler ancak Allah’a döndürülür.
#
{43} وكان الله قد أرى رسولَه المشركين في الرؤيا العدو قليلاً، فبشَّر بذلك أصحابه، فاطمأنَّت قلوبُهم وثبتت أفئدتهم. {ولو أراكَهم اللهُ كثيراً}: فأخبرتَ بذلك أصحابك، {لَفَشِلْتُم ولَتَنازَعْتُم في الأمر}: فمنكم من يرى الإقدامَ على قتالهم ومنكم من لا يرى ذلك، والتنازع مما يوجب الفشل ، {ولكنَّ الله سلَّم}؛ أي: لطف بكم. {إنَّه عليمٌ بذات الصُّدور}؛ أي: بما فيها من ثبات وجَزَع وصدق وكذب، فعلم الله من قلوبكم ما صار سبباً للطفه وإحسانِهِ بكم وصدق رؤيا رسوله، فأرى الله المؤمنين عدوَّهم قليلاً في أعينهم، ويقلِّلكم يا معشر المؤمنين في أعينهم؛ فكلٌّ من الطائفتين ترى الأخرى قليلة؛ لِتُقْدِمَ كلٌّ منهما على الأخرى. {ليقضيَ اللهُ أمراً كان مفعولاً}: من نصر المؤمنين، وخذلان الكافرين، وقتل قادتهم ورؤساء الضلال منهم، ولم يَبْقَ منهم أحدٌ له اسم يذكر، فيتيسَّر بعد ذلك انقيادُهم إذا دُعوا إلى الإسلام، فصار أيضاً لطفاً بالباقين، الذين مَنَّ الله عليهم بالإسلام. {وإلى الله تُرْجَعُ الأمور}؛ أي: جميع أمور الخلائق تَرْجِعُ إلى الله، فَيميزُ الخبيثَ من الطيب، ويحكمُ في الخلائق بحكمه العادل الذي لا جَوْر فيه ولا ظلم.
43. Yüce Allah, müşrikleri Rasûlüne rüyada sayıca az miktarda göstermişti. O da ashabına bunu müjdelemiş, böylece kalpleri huzur ve itminana kavuşmuş, sebat bulmuştu.
“Eğer onları sana çok gösterseydi” ve sen de bunu ashabına haber vermiş olsaydın
“elbette zaafa düşerdiniz ve savaşma konusunda birbirinizle çekişirdiniz.” Aranızdan kimisi Kureyşlilerle savaşmak üzere çıkmayı uygun görürken, kiminiz bunu kabul etmeyecekti. Görüş ayrılığı ise zaafa düşmenin sebeplerindendir.
“Ama Allah” size lütuf ve ihsanda bulunarak “(sizi bundan) kurtardı. Şüphesiz O, kalplerde olanı hakkıyla bilendir.” Kalplerde bulunan sebatı, sabırsızlığı, doğruluğu ve yalanı bilendir. Yüce Allah’ın sizin kalplerinizi bilmesi, O’nun size lütuf ve ihsanda bulunmasına, Rasûlünün gördüğü rüyayı da doğru çıkarmasına sebep olmuştu.
44. Yüce Allah mü’minlere düşmanlarını göz kararı ile az gösterirken, ey mü’minler, sizleri de göz kararı ile onlara az gösteriyordu. Böylece her bir ordu diğerinin üzerine yürüsün diye her biri, ötekini sayıca az görüyordu.
“ki Allah takdir edilmiş bir işi yerine getirsin.” Mü’minleri zafere ulaştırsın, kâfirleri bozguna uğratsın ve onların önderleriyle sapıklığın liderlerinin öldürülsün ve geriye onlardan herhangi birisinin anılacak bir namı kalmasın ve İslâm’a davet edildiklerinde onu kabul etmeleri kolaylaşsın. Dolayısıyla bu, kafirlerden hayatta kalıp da Yüce Allah’ın kendilerine İslâm’a girmeyi lütfettiği kimseler için de bir ilahi bir ihsan oldu.
“Bütün işler ancak Allah’a döndürülür.” Yani yaratılmışların bütün işleri Allah’a döner. O da murdar olanı temiz olandan ayırır, insanlar arasında hiçbir haksızlık ve zulüm ihtiva etmeyen adil hükmünü verir.
{يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِذَا لَقِيتُمْ فِئَةً فَاثْبُتُوا وَاذْكُرُوا اللَّهَ كَثِيرًا لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ (45) وَأَطِيعُوا اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَلَا تَنَازَعُوا فَتَفْشَلُوا وَتَذْهَبَ رِيحُكُمْ وَاصْبِرُوا إِنَّ اللَّهَ مَعَ الصَّابِرِينَ (46) وَلَا تَكُونُوا كَالَّذِينَ خَرَجُوا مِنْ دِيَارِهِمْ بَطَرًا وَرِئَاءَ النَّاسِ وَيَصُدُّونَ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ وَاللَّهُ بِمَا يَعْمَلُونَ مُحِيطٌ (47) وَإِذْ زَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ أَعْمَالَهُمْ وَقَالَ لَا غَالِبَ لَكُمُ الْيَوْمَ مِنَ النَّاسِ وَإِنِّي جَارٌ لَكُمْ فَلَمَّا تَرَاءَتِ الْفِئَتَانِ نَكَصَ عَلَى عَقِبَيْهِ وَقَالَ إِنِّي بَرِيءٌ مِنْكُمْ إِنِّي أَرَى مَا لَا تَرَوْنَ إِنِّي أَخَافُ اللَّهَ وَاللَّهُ شَدِيدُ الْعِقَابِ (48) إِذْ يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ وَالَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ غَرَّ هَؤُلَاءِ دِينُهُمْ وَمَنْ يَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ فَإِنَّ اللَّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ (49)}.
45- Ey iman edenler! Bir topluluk ile karşılaştığınızda sebat edin ve Allah’ı çokça anın ki felaha eresiniz.
46- Allah’a ve Rasûlüne itaat edin, birbirinizle de çekişmeyin. Yoksa zaafa düşersiniz ve gücünüz kaybolur. Bir de sabredin, şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.
47- Yurtlarından çalım satarak, insanlara gösteriş yaparak çıkan ve
(insanları) Allah yolundan alıkoyan kimseler gibi olmayın. Allah onların yaptıklarını çepeçevre kuşatandır.
48-
Şeytan onlara yaptıklarını süslü göstermiş ve: “Bugün insanlar içinde sizi yenebilecek hiç kimse yoktur. Ben de sizin yanınızdayım.” demişti.
Ancak iki ordu birbirini görünce topukları üstünde gerisin geri dönmüş ve: “Benim sizinle hiçbir ilişkim yok! Gerçekten ben sizin göremeyeceğiniz şeyleri görüyorum ve ben muhakkak Allah’tan korkarım. Çünkü Allah'ın cezası çok şiddetlidir” demişti.
49-
Hani münafıklarla kalplerinde hastalık olanlar: “Bunları dinleri aldattı” diyordu. Halbuki kim, Allah’a dayanıp güvenirse hiç şüphesiz Allah Azizdir, Hakîmdir.
#
{45} يقول تعالى: {يا أيُّها الذين آمنوا إذا لَقيتُم فئةً}؛ أي: طائفة من الكفار تقاتلكم، {فاثبُتوا}: لقتالها، واستعمِلوا الصبر وحبس النفس على هذه الطاعة الكبيرة، التي عاقبتُها العزُّ والنصر، واستعينوا على ذلك بالإكثار من ذكر اللَّه. {لعلَّكم تفلحون}؛ أي: تدركون ما تطلبون من الانتصار على أعدائكم؛ فالصبرُ والثبات والإكثار من ذِكْر الله من أكبر الأسباب للنصر.
45.
“Ey iman edenler!” Kâfirlerden size savaş açan
“bir topluluk ile karşılaştığınızda” o toplulukla savaşmak üzere
“sebat edin.” Sabrı elden bırakmayın ve akıbeti, güç ve zafere kavuşmak olan bu büyük itaat konusunda nefsinizi tahammüllü olmaya zorlayın. Bunu sağlamak için de Allah’ı çokça anın
“ki felaha eresiniz.” Yani arzu ettiğiniz şey olan düşmanlarınıza karşı zaferi elde edebilesiniz. O halde sabır ve sebat, Allah’ı çokça anmak, ilâhi yardıma ulaşmanın en büyük sebepleri arasında yer alır.
#
{46} {وأطيعوا الله ورسوله}: في استعمال ما أمرا به والمشي خلف ذلك في جميع الأحوال، {ولا تنازعوا}: تنازعاً يوجِبُ تشتُت القلوب وتفرقها، {فتفشلوا}؛ أي: تجبُنوا، {وتذهبَ ريحُكم}؛ أي: تنحلُّ عزائمكم وتُفرَّقُ قوتكم ويُرْفَعُ ما وُعِدتم به من النصر على طاعة الله ورسوله، {واصبروا}: نفوسَكم على طاعة الله. {إنَّ الله مع الصابرين}: بالعون والنصر والتأييد.
46.
“Allah’a ve Rasûlüne” emrettiklerini yerine getirmek ve bütün hallerde bu emirleri izlemek sureti ile
“itaat edin. Birbirinizle de” kalplerinizin bölünüp ayrılmasını gerektirecek şekilde
“çekişmeyin. Yoksa zaafa düşersiniz” korkuya kapılırsınız
“ve gücünüz kaybolur” azminiz ve kararlılığınız kırılır, kuvvetiniz dağılır, size Allah ve Rasûlüne itaate bağlı olarak vaat edilen ilâhi yardım da üzerinizden kalkar.
“Bir de sabredin.” Allah’a itaat hususunda kendinizi zorlayın.
“Şüphesiz Allah” yardımı, desteği ve zafer ihsan etmesi ile
“sabredenlerle beraberdir.”
#
{47} واخشعوا لربكم واخضعوا له، {ولا تكونوا كالذين خَرَجوا من ديارهم بطراً ورِئاءَ الناس ويصدُّون عن سبيل الله}؛ أي: هذا مقصدهم الذي خرجوا إليه، وهذا الذي أبرزهم من ديارِهم؛ لقصدِ الأشَرِ والبطر في الأرض، وليراهم الناس ويفخروا لديهم، والمقصود الأعظم أنهم خرجوا ليصدُّوا عن سبيل الله من أراد سلوكه. {والله بما يعملون محيطٌ}: فلذلك أخبركم بمقاصدهم، وحذَّركم أن تشبَّهوا بهم؛ فإنه سيعاقبهم على ذلك أشدَّ العقوبة، فليكنْ قصدُكم في خروجكم وجهَ الله تعالى، وإعلاء دين الله، والصدَّ عن الطرق الموصلة إلى سَخَطِ الله وعقابِهِ، وجَذْبَ الناس إلى سبيل الله القويم الموصل لجنات النعيم.
47. Siz, Rabbinize saygı ile itaatte bulunun ve O’nun önünde kalpten boyun eğin de
“Yurtlarından çalım satarak, insanlara gösteriş yaparak çıkan ve (insanları) Allah yolundan alıkoyan kimseler gibi olmayın.” Yani bu kimselerin yurtlarından çıkış maksadı işte budur. Onları yurtlarından çıkmaya iten sebep, kibir ve şımarıklıktır, insanlar kendilerini görsün ve insanlara karşı övünüp dursunlar diye böyle yaparlar. Onların bu çıkışlarının en büyük maksadı ise Allah’ın yolunu izlemek isteyen kimseleri o yoldan alıkoymaktır.
“Allah yaptıklarını çepeçevre kuşatandır.” Bundan dolayı Yüce Allah, sizlere onların maksatlarını haber vererek onlara benzemekten sizleri sakındırmıştır. Şüphesiz ki O, bu tutumlarına karşılık en ağır şekilde onları cezalandıracaktır. Öyleyse sizin yurtlarınızdan çıkışınızın asıl maksadı, Yüce Allah’ın rızası, Allah’ın dinini yüceltmek ve Allah’ın gazabına, cezasına ulaştıran yolları kapamak, insanları Allah’ın nimetlerle dolu olan cennetlerine ulaştıran dosdoğru yoluna çekmek olmalıdır.
#
{48} {وإذ زيَّنَ لهم الشيطان أعمالهم}: حسَّنها في قلوبهم [وخدعهم]، {وقال لا غالبَ لكمُ اليومَ من الناس}: فإنكم في عَدَدٍ وعُدَدٍ وهيئةٍ لا يقاومكم فيها محمدٌ ومن معه. {وإني جارٌ لكم}: من أن يأتيكم أحدٌ ممَّن تخشون غائلته؛ لأنَّ إبليس قد تبدَّى لقريش في صورة سراقة بن مالك بن جُعْشُم المدلجي، وكانوا يخافون من بني مدلج لعداوةٍ كانت بينهم، فقال لهم الشيطان: أنا جارٌ لكم! فاطمأنت نفوسُهم وأتوا على حَرْدٍ قادرينَ. فلما {تراءتِ الفئتان}: المسلمون والكافرون، فرأى الشيطان جبريلَ عليه السلام يَزَع الملائكة؛ خاف خوفاً شديداً، {ونكص على عقبيه}؛ أي: ولى مدبراً، {وقال}: لمن خدعهم وغرهم: {إني بريء منكم إني أرى ما لا ترون}؛ أي: أرى الملائكة الذين لا يدان لأحد بقتالهم؛ {إني أخاف الله}؛ أي: أخاف أن يعاجِلَني بالعقوبة في الدنيا، {والله شديد العقاب}.
ومن المحتمل أن يكون الشيطان [قد] سوَّلَ لهم، ووسوس في صدورهم أنَّه لا غالبَ لهم اليوم من الناس وأنَّه جار لهم، فلما أوردهم موارِدَهم؛ نكص عنهم، وتبرَّأ منهم؛ كما قال تعالى: {كَمَثَل الشيطان إذْ قال للإنسانِ اكفُرْ فلمَّا كَفَرَ قال إنِّي بريءٌ منك إني أخافُ اللهَ ربَّ العالمين فكانَ عاقِبَتَهُما أنَّهما في النارِ خالِدَيْن فيها وذلك جزاء الظالمين}.
48.
“Şeytan onlara yaptıklarını süslü göstermiş” kalplerinde güzel göstermiş, onları aldatmış
“ve: Bugün insanlar içinde sizi yenebilecek hiç kimse yoktur.” Çünkü sizin sayınız da çok, silah ve teçhizatınız da çok, görünüşünüz de etkileyicidir. Muhammed ve onunla birlikte olanlar, bu hususlarda size karşı direnemezler.
“Ben de sizin yanınızdayım.” Hainlik etmesinden korktuğunuz kimselere karşı size yardım edeceğim. Zira İblis, Kureyşlilere Müdlicoğullarından Süraka b. Malik b. Cu’şum suretinde görünmüştü. Kureyşliler ise Müdlicoğullarından -aralarındaki bir düşmanlık sebebi ile- korkuyorlardı.
İşte şeytan onlara: Ben de sizin yanınızdayım, demişti. Böylece onlar da rahatlamışlar ve ele geçirmeleri mümkün olmayan bir şeyi elde edecekleri zannı ile yola koyulmuşlardı.
“Ancak iki ordu” müslümanlarla kâfirler
“birbirlerini görünce” şeytan, Cebrail’in melekleri bir ordu düzeni içerisinde ileri doğru sürdüğünü görmüş ve büyük bir korkuya kapılarak
“topukları üstünde gerisin geri dönmüş” aldattığı ve kandırdığı kimselere de:
“Benim sizinle hiçbir ilişkim yok! Gerçekten ben sizin göremeyeceğiniz şeyleri” yani hiçbir kimsenin kendilerine karşı savaşmaya güç yetiremeyeceği melekleri
“görüyorum ve ben muhakkak Allah’tan korkarım.” O’nun dünya hayatında bana acilen ceza vereceğinden korkuyorum.
“Çünkü Allah'ın cezası çok şiddetlidir, demişti.”
Şeytanın
(bir şahıs suretinde görünmek yerine) bunu onlara kalplerinde süslü gösterip içlerine:
“Bugün insanlardan sizi yenebilecek kimse yoktur ve ben sizinle beraberim”, diyerek vesvese vermiş olması, nihâyet onları gelecekleri yere getirdikten sonra da gerisin geri dönüp onlardan uzaklaşmış da muhtemeldir.
Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Onların durumu, şeytanın durumu gibidir: O, insana: Kâfir ol, der. O kâfir olunca da: Benim seninle hiçbir ilişkim yok, çünkü ben alemlerin rabbi olan Allah’tan korkarım, der. Ancak ikisinin de akıbeti, orada ebedi kalmak üzere ateşe girmektir. Zulmedenlerin cezası işte budur.” (el-Haşr, 59/16-17)
#
{49} {إذ يقول المنافقون والذين في قلوبهم مرضٌ}؛ أي: شكٌّ وشبهةٌ من ضعفاء الإيمان للمؤمنين حين أقدموا مع قلَّتهم على قتال المشركين مع كثرتهم: {غرَّ هؤلاء دينُهم}؛ أي: أوردهم الدينُ الذي هم عليه هذه الموارد التي لا يدان لهم بها ولا استطاعةَ لهم بها، يقولونه احتقاراً لهم واستخفافاً لعقولهم، وهم والله الأخفاءُ عقولاً الضعفاءُ أحلاماً؛ فإنَّ الإيمان يوجبُ لصاحبه الإقدام على الأمور الهائلةِ التي لا يقدِمُ عليها الجيوش العظام؛ فإنَّ المؤمن المتوكِّل على الله الذي يعلم أنه ما من حولٍ ولا قوةٍ ولا استطاعةٍ لأحدٍ إلا بالله تعالى، وأنَّ الخلق لو اجتمعوا كلُّهم على نفع شخص بمثقال ذرَّةٍ؛ لم ينفعوه، ولو اجتمعوا على أن يضرُّوه؛ لم يضرُّوه؛ إلا بشيءٍ قد كتبه الله عليه، وعلم أنَّه على الحقِّ، وأن الله تعالى حكيمٌ رحيمٌ في كلِّ ما قدَّره وقضاه؛ فإنَّه لا يبالي بما أقدم عليه من قوَّةٍ وكثرةٍ، وكان واثقاً بربِّه مطمئن القلب لا فزعاً ولا جباناً، ولهذا قال: {ومن يتوكَّلْ على الله فإنَّ الله عزيزٌ}: لا يغالِبُ قوتَه قوةٌ. {حكيمٌ}: فيما قضاه وأجراه.
49.
“Hani münafıklarla kalplerinde hastalık olanlar” yani imanı zayıf olup kalplerinde şüphe ve tereddüt bulunan kimseler,
az sayıda olmalarına rağmen sayıca çok olan müşriklerle savaşmaya giden mü’minler için: “Bunları dinleri aldattı, diyordu.” Bağlı oldukları din, onları güç yetiremeyecekleri ve altından kalkamayacakları şeyleri yapmaya itti. Onlar, bu sözleri mü’minleri küçük görerek ve akıllarını hafife alarak söylüyorlardı. Oysa -Allah’a yemin olsun ki- asıl hafif akıllı ve kıt anlayışlı olanlar, bu sözleri söyleyenlerdir. Çünkü iman; mü’minlerin, muazzam orduların dahi üzerine gidemeyecekleri oldukça dehşetli işler üzerine yürümelerini sağlar. Zira Allah’a tevekkül eden, Allah’ın yardımı olmadıkça hiçbir kimsenin hiçbir şeye güç ve kuvvet yetiremeyeceğinin bilincinde olan, bütün insanlar bir kişiye zerre ağırlığı kadar fayda sağlamak için bir araya gelecek olsalar Allah dilemedikçe o faydayı sağlayamayacaklarını, yine aynı şekilde ona zarar vermek için bir araya gelecek olsalar ancak Allah’ın o kimse hakkında takdir ettiği kadarı ile zarar vereceklerini bilen, hak üzere olduğuna inanan, Yüce Allah’ın bütün hüküm ve takdirlerinde çok hikmetli ve pek merhametli olduğuna iman eden bir kimse, üzerine gittiği kuvvetin çokluğuna aldırış etmez. Aksine Rabbine güvenir, gönlü rahat ve huzurlu olur, korkuya ve endişeye kapılmaz.
İşte bundan dolayı Yüce Allah devamla şöyle buyurmaktadır: “Halbuki kim Allah’a dayanıp güvenirse hiç şüphesiz Allah Azizdir” O’nun gücüne hiçbir güç karşı koyamaz, “Hakîmdir” kaza ve kaderinde hikmeti sonsuz olandır.
{وَلَوْ تَرَى إِذْ يَتَوَفَّى الَّذِينَ كَفَرُوا الْمَلَائِكَةُ يَضْرِبُونَ وُجُوهَهُمْ وَأَدْبَارَهُمْ وَذُوقُوا عَذَابَ الْحَرِيقِ (50) ذَلِكَ بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيكُمْ وَأَنَّ اللَّهَ لَيْسَ بِظَلَّامٍ لِلْعَبِيدِ (51) كَدَأْبِ آلِ فِرْعَوْنَ وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ كَفَرُوا بِآيَاتِ اللَّهِ فَأَخَذَهُمُ اللَّهُ بِذُنُوبِهِمْ إِنَّ اللَّهَ قَوِيٌّ شَدِيدُ الْعِقَابِ (52)}.
50- Melekler,
kâfirlerin canlarını alırken bir görseydin! Onların yüzlerine ve arkalarına vuruyor ve şöyle diyorlardı: “Tadın o yakıcı azabı!
51- Bu
(azap), kendi yaptıklarınız yüzündendir. Yoksa Allah, kullarına zulmedici değildir.
52- Tıpkı Firavun hanedanı ile onlardan öncekilerin durumu gibi. Onlar da Allah’ın âyetlerini inkâr etmişlerdi de Allah onları da günahları sebebi ile yakalamıştı. Şüphesiz ki Allah güçlüdür, cezası çok şiddetlidir.
#
{50} يقول تعالى: {ولو ترى}: الذين كفروا بآيات الله حين توفَّاهم الملائكةُ الموكلون بقبض أرواحهم وقد اشتد بهم القلق وعظم كربهم والملائكة {يضرِبون وجوهَهم وأدبارَهم}: يقولون لهم: أخرجوا أنفسكم! ونفوسُهم متمنِّعة متعصِّية على الخروج؛ لعلمها ما أمامها من العذاب الأليم. ولهذا قال: {وذوقوا عذابَ الحريق}؛ أي: العذاب الشديد المحرق.
50.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Ruhları kabzetmekle görevli olan
“Melekler”, Allah’ın âyetlerini inkâr eden “kâfirlerin canlarını alırken” onların alabildiğine huzursuz ve büyük sıkıntılar içerisinde bulundukları sırada onları
“bir görseydin!” Melekler
“onların yüzlerine ve arkalarına vuruyor” ve onlara: Haydi çıkarın canlarınızı!, diyorlardı. Onlar ise canlarının çıkmasını istemiyor ve karşı koyuyorlardı! Çünkü karşılaşacakları o can yakıcı azabı biliyorlardı. İşte bundan dolayıdır ki burada
“Tadın o yakıcı azabı!” yani oldukça yakıcı ve şiddetli azabı tadın, buyrulmaktadır.
#
{51} ذلك العذاب حصل لكم غير ظلم ولا جور من ربكم، وإنما هو بما قدَّمت أيديكم من المعاصي التي أثرت لكم ما أثرت.
51. Bu azaba çarptırılmanız, Rabbinizin size bir haksızlığı ve bir zulmü dolayısı ile değildir. Bunun tek sebebi dünyada iken işlemiş olduğunuz günahlardır. Bunlardan dolayı bu azap ile karşı karşıyasınız.
#
{52} وهذه سنة الله في الأولين والآخرين؛ فإنَّ دأب هؤلاء المكذِّبين؛ أي: سنتهم وما أجرى اللَّه عليهم من الهلاك بذنوبهم، {كدأب آل فرعون والذين من قبلهم}: من الأمم المكذبة، {كفروا بآياتِ الله فأخَذَهم الله}: بالعقاب {بذنوبهم إنَّ الله قويٌّ شديد العقاب}: لا يعجِزُه أحدٌ يريد أخذه. {ما من دابَّةٍ إلا هو آخذٌ بناصيتها}.
52. Önceki nesillerde de sonrakilerde de Allah’ın sünneti/kanunu işte budur. Yani inkarcılar hep aynı yolu izlemişler, Allah da günahları sebebi ile onları helak etmiştir.
“Tıpkı Firavun hanedanı ile onlardan öncekilerin” geçmiş inkarcı ümmetlerin
“durumu gibi. Onlar da Allah’ın âyetlerini inkâr etmişlerdi. Allah da günahları sebebi ile” ilâhi cezası ve azabı ile
“onları yakalamıştı. Şüphesiz ki Allah güçlüdür, cezası çok şiddetlidir.” Azab ile yakalamayı dilediği hiçbir kimse, ona karşı koyamaz. Çünkü
“ne kadar canlı varsa O, hepsinin perçeminden tutmuştur (idareleri O’nun elindedir).” (Hud, 11/56)
{ذَلِكَ بِأَنَّ اللَّهَ لَمْ يَكُ مُغَيِّرًا نِعْمَةً أَنْعَمَهَا عَلَى قَوْمٍ حَتَّى يُغَيِّرُوا مَا بِأَنْفُسِهِمْ وَأَنَّ اللَّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ (53) كَدَأْبِ آلِ فِرْعَوْنَ وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ كَذَّبُوا بِآيَاتِ رَبِّهِمْ فَأَهْلَكْنَاهُمْ بِذُنُوبِهِمْ وَأَغْرَقْنَا آلَ فِرْعَوْنَ وَكُلٌّ كَانُوا ظَالِمِينَ (54)}.
53-
Bunun sebebi şudur: Bir toplum, kendilerinde olan
(iyi hali) değiştirmedikçe Allah onlara ihsan ettiği nimeti asla değiştirmez ve şüphesiz Allah her şeyi işitendir, bilendir.
54- Tıpkı Firavun hanedanı ile onlardan öncekilerin gidişi gibi. Onlar da Rablerinin âyetlerini yalanlamışlardı da Biz de günahları yüzünden onları helak etmiş, Firavun hanedanını da suda boğmuştuk. Hepsi de zalimdiler.
#
{53} {ذلك}: العذاب الذي أوقعه الله بالأمم المكذِّبة وأزال عنهم ما هم فيه من النِّعم والنعيم بسبب ذنوبهم وتغييرهم ما بأنفسهم، فإنَّ {الله لم يكن مغيِّراً نعمةً أنعمها على قوم}: من نعم الدِّين والدُّنيا، بل يبقيها ويزيدُهم منها إن ازدادوا له شكراً، {حتى يغيِّروا ما بأنفسهم}: من الطاعة إلى المعصية، فيكفروا نعمة الله، ويبدِّلوا بها كفراً، فيسلُبُهم إيَّاها ويغيِّرها عليهم كما غيروا ما بأنفسهم، ولله الحكمة في ذلك والعدل والإحسان إلى عباده ؛ حيث لم يعاقبهم إلاَّ بظُلمهم، وحيث جَذَبَ قلوب أوليائه إليه بما يذيقُ العباد من النَّكال إذا خالفوا أمره. {وأنَّ الله سميعٌ عليمٌ}: يسمع جميعَ ما نطق به الناطقون، سواءٌ من أسرَّ القول ومن جهر به. ويعلم ما تنطوي عليه الضمائرُ وتخفيه السرائرُ، فيُجري على عباده من الأقدار ما اقتضاه علمُهُ، وجرت به مشيئتُهُ.
53.
“Bunun” Yani Yüce Allah’ın yalanlayan ümmetlerin başına getirdiği azabın ve sahip bulundukları nimetleri sona erdirmesinin “sebebi”, onların işledikleri günahlar ve nefislerinde olanı değiştirmeleridir. Çünkü
“Bir toplum, kendilerinde olan (iyi hali) değiştirmedikçe” itaati bırakıp masiyete yönelerek, Allah’ın nimetlerine şükür edecek yerde nankörlüğe yönelmedikçe
“Allah onlara ihsan ettiği” dini ve dünyevi herhangi bir
“nimeti asla değiştirmez.” Aksine onu devam ettirir, hatta O’na şükürlerini daha çok artıracak olurlarsa, O da onlar üzerindeki nimetini artırır. Ancak şükretmeyip nankörlük edecek olurlarsa o nimetleri onlardan alır ve onlar, kendilerindeki iyi hali değiştirdikleri gibi o da onlar üzerindeki nimetini değiştirir. Allah’ın bunu yapmaktaki hikmeti pek büyüktür ve O, bununla adaletinin gereğini yapmakta, kullarına da ihsanda bulunmaktadır. Çünkü onları ancak zulümleri kadarı ile cezalandırmaktadır. Ayrıca Yüce Allah, emrine muhalefet eden kullarına tattırdığı ibretlik cezalar aracılığıyla da kendi dostlarının kalplerini kendisine doğru yöneltir.
“Ve şüphesiz Allah her şeyi işitendir, bilendir.” İster sözünü açıkça söylesin, ister gizlice söylesin, kim ne konuşursa onun bütün konuştuklarını işitir. Ayrıca kalplerin içlerinde sakladıklarını, gönüllerin gizlediklerini de bilir. O, kulları üzerinde ilminin gereği olan ve meşietiyle yarattığı takdirleri gerçekleştirir.
#
{54} {كدأب آل فرعون}؛ أي: فرعون وقومه، {والذين من قبلهم كذَّبوا بآيات ربِّهم}: حين جاءتهم، {فأهْلَكْناهم بذُنوبهم}: كل بحسب جرمه، {وأغْرَقنا آلَ فرعون وكلٌّ}: من المهلَكين المعذَّبين {كانوا ظالمين}: لأنفسهم ساعين في هلاكها، لم يظلمْهُمُ الله ولا أخَذَهم بغير جُرم اقترفوه؛ فليحذرِ المخاطَبون أن يشابهوهم في الظلم، فيُحِلَّ الله بهم من عقابه ما أحلَّ بأولئك الفاسقين.
54.
“Tıpkı Firavun hanedanı ile” Firavun ve kavmi ile
“onlardan öncekilerin durumu gibi. Onlar Rablerinin âyetlerini” kendilerine geldiği vakit
“yalanlamışlardı da Biz de günahları yüzünden onları” herkesi işlediği günaha uygun olarak
“helak etmiş, Firavun hanedanını da suda boğmuştuk. Hepsi de” yani helak edilip azaba uğratılanların tümü
“zalimdiler.” kendilerine zulmeden ve kendi helaklari için çalışan kimselerdi. Yoksa Allah onlara zulmetmedi ve işlemedikleri bir günah sebebi ile de onlara azap etmedi. O halde bu buyruklara muhatap olan kimselerin de zulüm konusunda bunlara benzemekten sakınmaları gerekir. Çünkü aksi takdirde Allah, o yoldan çıkmış fasıklara indirdiği azabın bir benzerini onların da başına indirir.
{إِنَّ شَرَّ الدَّوَابِّ عِنْدَ اللَّهِ الَّذِينَ كَفَرُوا فَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ (55) الَّذِينَ عَاهَدْتَ مِنْهُمْ ثُمَّ يَنْقُضُونَ عَهْدَهُمْ فِي كُلِّ مَرَّةٍ وَهُمْ لَا يَتَّقُونَ (56) فَإِمَّا تَثْقَفَنَّهُمْ فِي الْحَرْبِ فَشَرِّدْ بِهِمْ مَنْ خَلْفَهُمْ لَعَلَّهُمْ [يَذَّكَّرُونَ] (57)}.
55- Allah katında canlıların en kötüsü, küfre saplananlardır ki onlar iman etmezler.
56- Onlar, kendilerinden birtakım kimselerle antlaşma yaptığın her seferinde ahitlerini bozan ve
(Allah'tan) korkup sakınmayan kimselerdir.
57- Eğer onları savaşta yakalarsan onlara, arkalarında olanları dağıtacak bir ceza ver ki belki ibret alırlar.
#
{55 ـ 56} هؤلاء الذين جمعوا هذه الخصالَ الثلاث ـ الكفر وعدم الإيمان والخيانة ـ بحيث لا يثبُتون على عهدٍ عاهدوه ولا قول قالوه هم {شرُّ الدوابِّ عند الله}: فهم شرٌّ من الحمير والكلاب وغيرها؛ لأنَّ الخير معدوم منهم، والشرَّ متوقَّع فيهم.
55-56. İşte bu üç sıfatı kendinde toplayan, yani küfre saplanan, iman etmeyen ve verdikleri hiçbir sözde durmayan, hiçbir ahde sadakat göstermeyen kimseler
“Allah katında canlıların en kötü” olanlarıdır. Bu yüzden onlar eşeklerden, köpeklerden ve diğer hayvanlardan da daha kötüdür. Çünkü onlarda hayır namına bir şey bulunmaz, aksine kötülük yapmaları her an için beklenen bir husustur.
#
{57} فإذْهابُ هؤلاء ومحقُهم هو المتعيِّن؛ لئلاَّ يسري داؤهم لغيرهم، ولهذا قال: {فإمَّا تَثْقَفَنَّهُم في الحربِ}؛ أي: تجدنَّهم في حال المحاربة؛ بحيث لا يكون لهم عهدٌ وميثاقٌ. {فشَرِّدْ بهم مَنْ خلفَهم}؛ أي: نكِّل بهم غيرهم، وأوقِعْ بهم من العقوبة ما يصيرون عبرةً لمن بعدهم، {لعلَّهم}؛ أي: من خلفهم [يتقون] صنيعهم؛ لئلاَّ يصيبهم ما أصابهم. وهذه من فوائد العقوبات والحدود المرتَّبة على المعاصي أنها سببٌ لازدجار من لم يعمل المعاصي بل وزجراً لمن عملها أن لا يعاوِدَها. ودل تقييدُ هذه العقوبة في الحرب أنَّ الكافر ولو كان كثير الخيانة سريع الغدر؛ أنه إذا أُعْطِيَ عهداً؛ لا يجوز خيانته وعقوبته.
57. O halde böylelerinin kökten imha edilmeleri, hastalıklarının başkasına bulaşmaması için kaçınılmaz bir şeydir. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır.
“Eğer onları savaşta yakalarsan” savaş halinde seninle aralarında uyman gereken herhangi bir ahit ve antlaşmaları yokken onları ele geçirecek olursan
“onlara, arkalarında olanları dağıtacak bir ceza ver ki belki ibret alırlar.” Yani onlara vereceğin ve uygulayacağın ibretli cezalar, geride kalanlara ibret olsun. Olur ki geride kalanlar, senin bunlara yaptıklarının benzeri başlarına gelmesin diye onların yaptıklarını yapmazlar.
İşte bu, isyan ve günahlara karşılık verilen ceza ve hadlerin faydalarındandır. Çünkü bunlar günah işleyenlerin bu işten vazgeçmelerine sebep olurlar. Hatta bunları işleyen bir kimsenin aynı işi bir daha tekrarlamasını dahi önlerler.
Ayetteki cezanın “savaşta” olması şeklindeki kayıt, kâfir bir kimseye bir ahit ve eman verilecek olursa -çokça hainlik eden ve ahdini çabukça bozan bir kimse olsa dahi- ona verilen bu ahde hainlik edip de cezalandırmanın caiz olmadığına delildir.
{وَإِمَّا تَخَافَنَّ مِنْ قَوْمٍ خِيَانَةً فَانْبِذْ إِلَيْهِمْ عَلَى سَوَاءٍ إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ الْخَائِنِينَ (58)}.
58- Eğer bir kavmin hainlik yapacağından endişe edersen kendilerine antlaşmalarını bozduğunu açıkça bildir. Çünkü Allah, hainlik edenleri sevmez.
#
{58} أي: وإذا كان بينك وبين قوم عهدٌ وميثاقٌ على ترك القتال، فخفتَ منهم خيانةً؛ بأن ظهر من قرائن أحوالهم ما يدلُّ على خيانتهم من غير تصريح منهم بالخيانة. {فانبِذْ إليهم}: عهدَهم؛ أي: ارمه عليهم، وأخبرهم أنَّه لا عهدَ بينك وبينهم {على سواءٍ}؛ أي: حتى يستوي علمُك وعلمُهم بذلك، ولا يحلُّ لك أن تغدرهم أو تسعى في شيء مما مَنَعَهُ موجبُ العهدِ حتى تخبرهم بذلك. {إنَّ الله لا يُحِبُّ الخائنين}: بل يُبْغِضُهم أشدَّ البغض؛ فلا بدَّ من أمرٍ بيِّنٍ يبرئكم من الخيانة. ودلَّت الآية على أنه إذا وجدت الخيانة [المحققة] منهم؛ لم يحتج أن ينبذ إليهم عهدَهم؛ لأنَّه لم يخفَ منهم، بل عُلِمَ ذلك، ولعدم الفائدة، ولقوله: {على سواءٍ}، وهنا قد كان معلوماً عند الجميع غدرُكم. ودلَّ مفهومُها أيضاً أنه إذا لم يخفْ منهم خيانةً؛ بأنْ لم يوجدْ منهم ما يدلُّ على ذلك؛ أنَّه لا يجوز نبذ العهد إليهم، بل يجب الوفاء [به] إلى أن تتمَّ مدتُه.
58.
“Eğer bir kavmin hainlik yapacağından endişe edersen” Yani seninle bir başka kavim arasında savaşmamaya dair bir antlaşma bulunur da sen onların hallerinden, hainlik edeceklerine dair -anlaşmayı bozacaklarını açıkça ifade etmeksizin- birtakım alametler tespit edecek olursan
“kendilerine antlaşmalarını bozduğunu açıkça bildir.” Yani artık seninle aralarında bir antlaşma bulunmadığını onlara ilan et. Ancak bu
“açıkça” olsun, yani bunu bilme hususunda iki taraf da eşit olsun. Yoksa gizlice onların antlaşmalarına hainlik etmen yahut da bu hususta onlara haber vermeksizin ahdin gereği olan herhangi bir şeyi yerine getirmemen helâl değildir. “Çünkü Allah hainlik edenleri sevmez.” Aksine hainlik edenlerden son derecede nefret eder. Bu yüzden bu işi sizi hainlikten uzak tutacak şekilde açıkça yapmanız gerekir.
Âyet-
i kerime şuna delildir: Kâfirlerin, antlaşmalarına hainlik ettikleri kesin bir şekilde ortaya çıkmış ise antlaşmanın bozulduğunu onlara bildirmeye ayrıca gerek yoktur. Zira bu husus onlar için gizli değildir. Aksine düşman bu işi bile bile yapmıştır. Diğer taraftan böyle bir şeyi bildirmenin faydası da yoktur. Ayrıca
“açıkça bildir” ifadesi de bunu gerektirmektedir. Zira böyle bir durumda herkes onların antlaşmalarını bozduklarını bilmektedir.
Yine âyet-
i kerime mefhumu ile şuna delildir: Eğer onlardan antlaşmayı bozacaklarına delil olacak bir alamet görülmemişse ve hainlik edeceklerinden korkulmuyorsa ahdin bozulduğunu onlara bildirmek caiz değildir. Aksine verilen ahdin süresi bitinceye kadar ona bağlı kalmak icab eder.
{وَلَا يَحْسَبَنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا سَبَقُوا إِنَّهُمْ لَا يُعْجِزُونَ (59)}.
59- O kafirler kaçıp kurtulduklarını asla sanmasınlar. Çünkü onlar
(bizi) âciz bırakamazlar.
#
{59} أي: لا يحسب الكافرون بربِّهم المكذِّبون بآياته أنهم سبقوا الله وفاتوه؛ فإنهم لا يعجزونه، والله لهم بالمرصاد، وله تعالى الحكمة البالغة في إمهالهم وعدم معاجلتهم بالعقوبة، التي من جملتها ابتلاء عباده المؤمنين وامتحانُهم وتزوُّدهم من طاعته ومراضيه ما يصلون به إلى المنازل العالية واتصافُهم بأخلاق وصفات لم يكونوا بغيره بالغيها؛ فلهذا قال لعباده المؤمنين:
59. Yani Rablerini inkar edip âyetlerini yalanlayan kâfirler, Allah’ın elinden kaçıp kurtulduklarını zannetmesinler. Çünkü Allah’ı asla aciz bırakamazlar. Allah onları devamlı gözetlemektedir. Yüce Allah’ın onlara mühlet vermesinde ve onları hemen cezalandırmamasında sonsuz hikmetleri vardır. Mü’min kullarını sınayıp imtihan etmek, Allah’a itaat ederek üstün mevkilere kendilerini ulaştıracak ve o olmaksızın ulaşmaları da söz konusu olmayacak türden birtakım ahlak ve niteliklere sahip olmalarını sağlamak bu hikmetler arasındadır.
Bundan dolayı Yüce Allah devamla mü’min kullarına şöyle hitap etmektedir:
{وَأَعِدُّوا لَهُمْ مَا اسْتَطَعْتُمْ مِنْ قُوَّةٍ وَمِنْ رِبَاطِ الْخَيْلِ تُرْهِبُونَ بِهِ عَدُوَّ اللَّهِ وَعَدُوَّكُمْ وَآخَرِينَ مِنْ دُونِهِمْ لَا تَعْلَمُونَهُمُ اللَّهُ يَعْلَمُهُمْ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ شَيْءٍ فِي سَبِيلِ اللَّهِ يُوَفَّ إِلَيْكُمْ وَأَنْتُمْ لَا تُظْلَمُونَ (60)}.
60- Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki bununla Allah’ın düşmanlarını, kendi düşmanlarınızı ve bunlardan başka sizlerin bilmeyip de Allah’ın bildiği diğer
(düşmanların gözlerini) korkutasınız. Allah yolunda her ne harcarsanız size eksiksiz ödenir ve size zulmedilmez.
#
{60} أي: {وأعدُّوا}: لأعدائكم الكفار الساعين في هلاككم وإبطال دينكم، {ما استطعتُم من قوَّةٍ}؛ أي: كل ما تقدرون عليه من القوَّة العقليَّة والبدنيَّة وأنواع الأسلحة ونحو ذلك مما يعين على قتالهم، فدخل في ذلك أنواع الصناعات التي تُعمل فيها أصنافُ الأسلحة والآلات من المدافع والرشاشات والبنادق والطيارات الجويَّة والمراكب البريَّة والبحريَّة [والحصون] والقلاع والخنادق وآلات الدفاع والرأي والسياسة التي بها يتقدَّم المسلمون ويندفعُ عنهم به شرُّ أعدائهم وتعلُّم الرمي والشجاعة والتدبير، ولهذا قال النبي - صلى الله عليه وسلم -: «ألا إنَّ القوَّة الرمي». ومن ذلك الاستعداد بالمراكب المحتاج إليها عند القتال، ولهذا قال تعالى: {ومِن رِباط الخيل تُرهِبونَ به عدوَّ الله وعدوَّكم}: وهذه العلة موجودةٌ فيها في ذلك الزمان، وهي إرهاب الأعداء. والحكمُ يدور مع علَّته؛ فإذا كان موجوداً شيء أكثر إرهاباً منها ـ كالسيارات البريَّة والهوائيَّة المعدَّة للقتال التي تكون النكاية فيها أشد؛ كانت مأموراً
بالاستعداد بها والسعي لتحصيلها، حتى إنها إذا لم توجد إلا بتعلُّم الصناعة؛ وجب ذلك؛ لأنَّ ما لا يتمُّ الواجب إلا به فهو واجب. وقوله: {تُرْهِبونَ به عدوَّ اللهِ وعدوَّكم}: ممن تعلمون أنهم أعداؤكم، {وآخرين مِن دونهم لا تعلمونَهم}: ممَّن سيقاتلونكم بعد هذا الوقت الذي يخاطبهم الله به، {الله يعلمُهم}: فلذلك أمرهم بالاستعداد لهم. ومن أعظم ما يُعين على قتالهم بذلُ النفقات المالية في جهاد الكفار، ولهذا قال تعالى مرغباً في ذلك: {وما تنفقوا من شيءٍ في سبيل الله}: قليلاً كان أو كثيراً، {يوفَّ إليكم}: أجره يوم القيامة مضاعفاً أضعافاً كثيرة، حتى إن النفقة في سبيل الله تضاعف إلى سبعمائة ضعف إلى أضعاف كثيرة، {وأنتم لا تُظلمون}؛ أي: لا تُنْقَصون من أجرها وثوابها شيئاً.
60.
“Onlara” yani sizi yok etmek ve dininizi ortadan kaldırmak için çalışan kâfir düşmanlarınıza “karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet” elinizden geldiğince hem akla hem bedene dayalı güç, çeşitli silah ve onlara karşı savaşta destek olacak benzeri şeyler
“... hazırlayın.” Buradaki
“kuvvet”in kapsamına top, makinalı tüfek, uçaklar, kara ve deniz taşıtları, kaleler, hendekler, savunma araçları, müslümanların ilerlemelerini sağlayacak ve bu yolla düşmanlarının kötülüklerini bertaraf edecek görüş ve politikalar, atıcılık eğitimi, kahramanlık ve sevk-idare gibi çeşitli hususlar girmektedir. Bundan dolayı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de: “Şunu bilin ki “kuvvet” atıcılıktır.”
[17] buyurmuştur.
Savaş esnasında gerek duyulacak binek araçlarının hazırlanması da bunlara dahildir.
Bundan dolayı da Yüce Allah: “ve bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki bununla Allah’ın düşmanlarını, kendi düşmanlarınızı… korkutasınız” buyurmaktadır. Bu emrin verildiği günde atların hazırlanıp beslenmesindeki illet buydu yani düşmanları korkutmaktı. Hüküm ise illeti ile beraberdir. Eğer düşmanı daha çok korkutan bir şey bulunursa, mesela düşmana verdikleri zarar daha ileri derecede olan ve savaş için hazırlanmış kara ve hava araçları gibi şeyler mevcut olursa bu durumda onların hazırlanması bu emrin kapsamına girer, dolayısıyla da onların elde edilmesi için çalışmak gerekir. Öyle ki eğer bunlar, ancak sanayinin öğrenilmesi ile mümkün ise bunun da gerçekleştirilmesi gerekir. Çünkü
“kendisi olmaksızın farzın tamamen gerçekleştirilmesi mümkün olmayan her bir şey de farzdır.”
“ki bununla Allah’ın düşmanlarını, kendi düşmanlarınızı” düşmanınız olduğunu bildiğiniz kimseleri
“ve bunlardan başka sizlerin bilmeyip de Allah’ın bildiği” yani Yüce Allah’ın şu anda size hitapta bulunduğu bu vakitten sonra sizinle savaşacağını bildiği
“diğer (düşmanların gözlerini) korkutasınız.” İşte bundan dolayı Yüce Allah bunlara düşmanları için hazırlık yapmalarını emretmiştir.
Düşmanlara karşı savaşın en büyük desteklerinden birisi de kâfirlere karşı girişilen cihadda yapılacak malî harcamalardır. İşte bu sebepten dolayı Yüce Allah,
bu hususu teşvik ederek şöyle buyurmaktadır: “Allah yolunda” az olsun çok olsun
“her ne harcarsanız size” Kıyamet gününde mükâfatı pek çok katlarla katlanmış olarak
“eksiksiz ödenir.” O kadar ki Allah yolunda yapılan bir infak yedi yüz katına ve daha da fazlasına çıkartılarak verilir
“ve size zulmedilmez.” Ecir ve mükâfatlarınız hiçbir şekilde eksiltilmez.
{وَإِنْ جَنَحُوا لِلسَّلْمِ فَاجْنَحْ لَهَا وَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ (61) وَإِنْ يُرِيدُوا أَنْ يَخْدَعُوكَ فَإِنَّ حَسْبَكَ اللَّهُ هُوَ الَّذِي أَيَّدَكَ بِنَصْرِهِ وَبِالْمُؤْمِنِينَ (62) وَأَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِهِمْ لَوْ أَنْفَقْتَ مَا فِي الْأَرْضِ جَمِيعًا مَا أَلَّفْتَ بَيْنَ قُلُوبِهِمْ وَلَكِنَّ اللَّهَ أَلَّفَ بَيْنَهُمْ إِنَّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ (63) يَاأَيُّهَا النَّبِيُّ حَسْبُكَ اللَّهُ وَمَنِ اتَّبَعَكَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ (64)}.
61- Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de yanaş ve Allah’a güvenip dayan. Çünkü O, her şeyi işitendir, bilendir.
62- Eğer seni aldatmak isterlerse hiç şüphesiz Allah sana yeter. Zira seni yardımıyla ve mü’minlerle destekleyen O’dur.
63-
(Müminlerin) kalplerini birleştiren de O’dur. Sen yeryüzünde ne varsa hepsini harcasaydın yine de onların kalplerini birleştiremezdin. Fakat Allah, onların kalplerini birleştirdi. Çünkü O; Azizdir, Hakimdir.
64- Ey Peygamber! Sana da sana uyan mü’minlere de Allah yeter.
#
{61} يقول تعالى {وإن جنحوا}؛ أي: الكفار المحاربون؛ أي: مالوا إلى السَّلْم؛ أي: الصلح وترك القتال، {فاجنحْ لها وتوكَّلْ على الله}؛ أي: أجبهم إلى ما طلبوا متوكلاً على ربِّك؛ فإنَّ في ذلك فوائد كثيرةً: منها: أن طلب العافية مطلوبٌ كلَّ وقت؛ فإذا كانوا هم المبتدئين في ذلك؛ كان أولى لإجابتهم.
ومنها: أن في ذلك إجماماً لِقُواكم واستعداداً منكم لقتالهم في وقت آخر إن احتيج إلى ذلك. ومنها: أنَّكم إذا أصلحتُم وأمن بعضكم بعضاً وتمكَّن كلٌّ من معرفة ما عليه الآخر؛ فإن الإسلام يعلو ولا يُعلى عليه؛ فكلُّ مَن له عقلٌ وبصيرة إذا كان معه إنصافٌ؛ فلا بدَّ أن يؤثره على غيره من الأديان؛ لحسنه في أوامره ونواهيه، وحسنه في معاملته للخلق والعدل فيهم. وأنه لا جور فيه ولا ظلم بوجه؛ فحينئذ يكثر الراغبون فيه والمتَّبعون له، فصار هذا السلم عوناً للمسلمين على الكافرين.
61.
“Eğer onlar” yani savaşan kâfirler
“barışa” yani savaşı terk edip barış yapmaya “yanaşırlarsa” meyledecek olurlarsa
“sen de yanaş ve Allah’a güvenip dayan.” Yani onların isteklerini Rabbine tevekkül ederek kabul et.
Çünkü bunda pekçok faydalar vardır:
1. Afiyet ve esenlik her zaman için insanın isteği olan şeylerdir. Bir de buna yanaşanlar ilk onlar olursa onların bu isteklerini kabul etmek daha da uygun olur.
2. Sizler bu sayede gücünüzü toparlar ve artırırsınız. Bir başka zamanda gerek duyulacak olursa onlarla savaşmak için hazırlanmış olursunuz.
3. Ayrıca sizler sulh yaparak birbirinizden yana emin olursanız ve her iki taraf diğerinin dinini ve yolunu öğrenme imkanı elde ederse hiç şüphe yok ki İslâm daima üstün gelir, ona üstün gelecek hiçbir şey yoktur. O nedenle insaf sahibi olmak şartıyla akıl ve basiret sahibi olan herkesin İslâm’ı diğer dinlere tercih etmesi kaçınılmaz hale gelir. Çünkü İslâm emir ve yasakları yönünden güzel olduğu gibi insanlara muamelesi ve aralarında adil davranması yönünden de güzeldir. Onda herhangi bir haksızlık ve hiçbir şekilde zulüm de yoktur. İşte bunlar öğrenilince İslâm’ı arzu edenler ve ona uyanlar çoğalır. Böylece barış, kâfirlere karşı Müslümanların lehine bir yardım ve destek olmuş olur.
#
{62 ـ 63} ولا يُخاف من السلم إلا خَصْلة واحدة، وهي أن يكون الكفار قصدهم بذلك خَدْع المسلمين وانتهاز الفرصة فيهم، فأخبرهم الله أنَّه حسبُهم وكافيهم خداعهم، وأنَّ ذلك يعود عليهم ضرره، فقال: {وإن يريدوا أن يَخْدَعوك فإنَّ حسبَك الله}؛ أي: كافيك ما يؤذيك، وهو القائم بمصالحك ومهمَّاتك؛ فقد سبق لك من كفايته لك ونصره ما يطمئنُّ به قلبك، فَلَهُوَ {الذي أيَّدك بنصره وبالمؤمنين}؛ أي: أعانك بمعونة سماويَّة، وهو النصر منه الذي لا يقاومه شيء، ومعونة بالمؤمنين بأن قيَّضهم لنصرك، {وألَّف بين قلوبهم}: فاجتمعوا، وائتلفوا، وازدادت قوَّتهم بسبب اجتماعهم، ولم يكن هذا بسعي أحدٍ، ولا بقوَّة غير قوَّة الله، فلو {أنفقت ما في الأرض جميعاً}: من ذهبٍ وفضة وغيرهما لتأليفهم بعد تلك النفرة والفرقة الشديدة، {ما ألَّفْتَ بين قلوبهم}: لأنه لا يقدر على تقليب القلوب إلا الله تعالى. {ولكنَّ الله ألَّف بينهم إنَّه عزيزٌ حكيمٌ}: ومن عزَّته أن ألَّف بين قلوبهم وجمعها بعد الفرقة؛ كما قال تعالى: {واذكُروا نعمة الله عليكم إذ كنتُم أعداءً فألَّفَ بين قلوبِكُم فأصبحتُم بنعمتِهِ إخواناً وكنتُم على شفا حُفْرَةٍ من النار فأنقذكم منها}.
62-63. Barışta tek bir şeyden korkulur, o da kâfirlerin bu barış ile müslümanları aldatmak ve onlara karşı bir fırsat kollamak istemeleridir. İşte Yüce Allah, onların aldatmalarına karşı kendisinin mü’minlere yeteceğini, onları koruyacağını,
böyle bir kötü niyetin zararının da kâfirlere döneceğini haber vererek şöyle buyurmaktadır: “Eğer seni aldatmak isterlerse hiç şüphesiz Allah sana yeter.” Sana eziyet verecek şeylere karşı O sana kâfidir. Senin işlerini ve yararına olan şeyleri gerçekleştiren O’dur. Zaten bu konuda önceden beri O’nun sana yeterli ve yardımcı olduğuna dair kalbini rahatlatacak pek çok şey görmüşsündür.
“Zira seni yardımıyla ve mü’minlerle destekleyen O’dur.” Yani sana semavî bir yardım ile destek verendir ki bu yardım, hiçbir şeyin karşısında duramayacağı ilâhî zaferdir. Ayrıca O, mü’minleri senin yardımına amade kılmakla da sana yardımcı olmuştur.
“(Müminlerin) kalplerini birleştiren de O’dur.” O, mü’minlerin kalplerini sevgi ile birleştirdiği için onlar bir araya gelmiş, birbiri ile kaynaşmış ve böylece güçleri artmıştır. Bu ise Yüce Allah’ın kudreti dışında hiçbir kimsenin çalışma ve gücü ile meydana gelmiş değildir.
Şüphesiz ki
“sen yeryüzünde ne varsa hepsini” altın, gümüş ve onların dışındaki değerli malları, aralarındaki mevcut nefret ve ileri derecedeki ayrılığı giderip kalplerini birbiri ile ısındırmak için
“harcasaydın yine de kalplerini birleştiremezdin.” Çünkü kalpleri evirip çevirme kudreti yalnızca Allah’ındır.
“Fakat Allah, onların kalplerini birleştirdi. Çünkü O, Azizdir, Hakîmdir.” İzzetinin bir tecellisi olarak da onların kalplerini birbirine kaynaştırdı ve önceleri ayrılık içerisinde iken onları bir araya getirdi. Nitekim Yüce Allah,
bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın üzerinizdeki nimetini de hatırlayın. Hani siz düşman idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti ile kardeş olmuştunuz. Yine siz ateşten bir çukurun kenarında idiniz de sizi oradan O kurtardı.” (Âl-i İmran, 3/103)
Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{64} ثم قال تعالى: {يا أيها النبيُّ حسبك الله}؛ أي: كافيك، {ومن اتَّبعك من المؤمنين}؛ أي: وكافي أتباعك من المؤمنين. وهذا وعدٌ من الله لعباده المؤمنين المتَّبعين لرسوله بالكفاية والنصرة على الأعداء؛ فإذا أتوا بالسبب الذي هو الإيمان والاتباع؛ فلا بدَّ أن يكفِيَهم ما أهمَّهم من أمور الدين والدنيا، وإنما تتخلَّف الكفاية بتخلُّف شرطها.
64. Bu, Yüce Allah’ın, Rasûlüne uyan mü’min kullarına, onlara yeteceğine ve düşmanlarına karşı onlara yardımcı olup zafer vereceğine dair bir vaadidir. Onlar da iman ve Rasûle tâbi olmaktan ibaret olan bu yeterli oluşun ve yardımın sebeplerini yerine getirecek olurlarsa hiç şüphesiz din ve dünya işlerinde kendilerini endişelendiren hususlarda Allah onlara yeterli gelecektir. Bu yeterli gelişin gecikmesi, ancak bunun şartının bulunmamasından dolayıdır.
{يَاأَيُّهَا النَّبِيُّ حَرِّضِ الْمُؤْمِنِينَ عَلَى الْقِتَالِ إِنْ يَكُنْ مِنْكُمْ عِشْرُونَ صَابِرُونَ يَغْلِبُوا مِائَتَيْنِ وَإِنْ يَكُنْ مِنْكُمْ مِائَةٌ يَغْلِبُوا أَلْفًا مِنَ الَّذِينَ كَفَرُوا بِأَنَّهُمْ قَوْمٌ لَا يَفْقَهُونَ (65) الْآنَ خَفَّفَ اللَّهُ عَنْكُمْ وَعَلِمَ أَنَّ فِيكُمْ ضَعْفًا فَإِنْ يَكُنْ مِنْكُمْ مِائَةٌ صَابِرَةٌ يَغْلِبُوا مِائَتَيْنِ وَإِنْ يَكُنْ مِنْكُمْ أَلْفٌ يَغْلِبُوا أَلْفَيْنِ بِإِذْنِ اللَّهِ وَاللَّهُ مَعَ الصَّابِرِينَ (66)}.
65- Ey Peygamber! Mü’minleri savaşa teşvik et. Sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa iki yüz kişiye galip gelirler. Sizden yüz kişi olursa kâfirlerden bin kişiyi mağlup ederler. Çünkü onlar, anlamayan bir topluluktur.
66- Şimdi Allah zaafınız olduğunu bildiğinden sizden
(yükünüzü) hafifletti. O nedenle eğer sizden sabırlı yüz kişi olursa iki yüz kişiyi yenerler. Eğer sizden bin kişi olursa Allah’ın izni ile iki bin kişiye galip gelirler. Allah sabredenlerle beraberdir.
#
{65} يقول تعالى لنبيه - صلى الله عليه وسلم -: {يا أيُّها النبيُّ حرِّض المؤمنين على القتال}؛ أي: حُثَّهم ونهِّضْهم إليه بكل ما يقوِّي عزائمهم وينشط هممهم؛ من الترغيب في الجهاد ومقارعة الأعداء، والترهيب من ضدِّ ذلك، وذكر فضائل الشجاعة والصبر، وما يترتَّب على ذلك من خير الدنيا والآخرة، وذكر مضارِّ الجبن، وأنه من الأخلاق الرذيلة المنقصة للدين والمروءة، وأن الشجاعة بالمؤمنين أولى من غيرهم، {إن تكونوا تألَمونَ فإنَّهم يألَمونَ كما تألَمونَ وترجونَ من الله ما لا يرجون}. {إن يكن منكم}: أيها المؤمنون، {عشرون صابرون يغلبوا مائتين وإن يكن منكُم مائةٌ يغلبوا ألفاً من الذين كفروا}: يكون الواحد بنسبة عشرة من الكفار، وذلك بأنَّ الكفار {قومٌ لا يفقهون}؛ أي: لا علم عندهم بما أعدَّ الله للمجاهدين في سبيله؛ فهم يقاتلون لأجل العلوِّ في الأرض والفساد فيها، وأنتم تفقهون المقصود من القتال أنَّه لإعلاء كلمة الله، وإظهار دينه، والذبِّ عن كتاب الله وحصول الفوز الأكبر عند الله، وهذه كلُّها دواعٍ للشجاعة والصبر والإقدام على القتال.
65. Yüce Allah,
Peygamberine hitaben şöyle buyurmaktadır: “Ey Peygamber! Mü’minleri savaşa teşvik et.” Yani cihada ve düşmanlarla savaşmaya teşvik etmek, bunun zıddından korkutmak, cesaret ve sabrın faziletlerini anlatmak, bunun sonucu olarak gerçekleşecek dünya ve âhiret hayırlarını dile getirmek, korkaklığın zararlarını söz konusu edip bunun dini ve mertliği eksiltici alçak huylardan olup kahramanlığın, herkesten daha çok mü’mine yakıştığını anlatmak vb. gibi azimlerini güçlendirecek ve onları gayrete getirecek her türlü yolla onları yüreklendirip cihada teşvik et.
“Siz acı çekiyorsanız şüphesiz onlar da sizin çektiğiniz o acı gibi acı çekiyorlar. Üstelik siz, Allah’tan onların ümit edemeyecekleri şeyleri umuyorsunuz.” (en-Nisa, 4/104)
Ey mü’minler!
“Sizden sabırlı yirmi kişi bulunursa iki yüz kişiye galip gelirler. Sizden yüz kişi olursa kâfirlerden bin kişiyi mağlup ederler.” Bu durumda bir mü’min on kâfire bedel olur.
“Çünkü onlar” kâfirler
“anlamayan bir topluluktur.” Allah’ın kendi yolunda cihad edenlere neler hazırladığını bilmezler. Bu yüzden onlar, yeryüzünde üstünlük sağlamak ve orada bozgunculuk yapmak için savaşırlar. Sizler ise savaşmanın maksadını çok iyi bilmektesiniz. Bu maksadın, Yüce Allah’ın adını yüceltmek, O’nun dinini üstün kılmak, Allah’ın Kitabını korumak ve Allah nezdinde en büyük kurtuluşu elde etmek olduğunu biliyorsunuz. İşte bütün bunlar cesarete, sabra ve savaşa iten sebeplerdir.
#
{66} ثُمَّ إن هذا الحكم خففه الله على العباد، فقال: {الآن خفَّف الله عنكم وعلم أن فيكم ضعفاً}: فلذلك اقتضت رحمته وحكمته التخفيف. {فإن يكن منكم مائةٌ صابرةٌ يغلبوا مائتين وإن يكن منكم ألفٌ يغلبوا ألفين بإذن الله والله مع الصابرين}: بعونه وتأييده.
وهذه الآيات صورتها صورة الإخبار عن المؤمنين بأنهم إذا بلغوا هذا المقدار المعيَّن يغلبون ذلك المقدار المعيَّن، في مقابلته من الكفار، وأن الله يمتنُّ عليهم بما جعل فيهم من الشجاعة الإيمانية، ولكنَّ معناها وحقيقتها الأمر، وأنَّ الله أمر المؤمنين في أول الأمر أن الواحد لا يجوز له أن يفرَّ من العشرة والعشرة من المائة والمائة من الألف، ثم إنَّ الله خفَّف ذلك، فصار لا يجوز فرار المسلمين من مثليهم من الكفار؛ فإن زادوا على مثليهم؛ جاز لهم الفرار.
ولكن يرِدُ على هذا أمران:
أحدهما: أنها بصورة الخبر، والأصل في الخبر أن يكون على بابه، وأنَّ المقصود بذلك الامتنان والإخبار بالواقع.
والثاني: تقييدُ ذلك العدد أن يكونوا صابرين؛ بأن يكونوا متدرِّبين على الصبر، ومفهوم هذا أنَّهم إذا لم يكونوا صابرين؛ فإنه يجوز لهم الفرار، ولو أقل من مثليهم، إذا غَلَبَ على ظنِّهم الضرر؛ كما تقتضيه الحكمة الإلهية.
ويجاب عن الأول بأنَّ قوله: {الآن خفَّف الله عنكم ... } إلى آخرها: دليلٌ على أن هذا الأمر لازمٌ وأمر محتَّم، ثم إن الله خفَّفه إلى ذلك العدد؛ فهذا ظاهرٌ في أنه أمر، وإن كان في صيغة الخبر، وقد يقال: إن في إتيانه بلفظ الخبر نكتةٌ بديعة لا توجد فيه إذا كان بلفظ الأمر، وهي تقوية قلوب المؤمنين، والبشارة بأنهم سيغلبون الكافرين.
ويجاب عن الثاني: أن المقصود بتقييد ذلك بالصابرين أنه حثٌّ على الصبر، وأنه ينبغي منكم أن تفعلوا الأسباب الموجبة لذلك؛ فإذا فعلوها؛ صارت الأسباب الإيمانيَّة والأسباب الماديَّة مبشِّرة بحصول ما أخبر الله به من النصر لهذا العدد القليل.
66.
Daha sonra Yüce Allah bu hükmü mü’min kulları için hafifleterek şöyle buyurmaktadır: “Şimdi Allah zaafınız olduğunu bildiğinden sizden (yükünüzü) hafifletti.” Bundan dolayı O’nun rahmet ve hikmeti böyle bir hafifletmeyi gerektirmiştir.
“O nedenle eğer sizden sabırlı yüz kişi olursa iki yüz kişiyi yenerler. Eğer sizden bin kişi olursa Allah'ın izni ile iki bin kişiye galip gelirler. Allah” yardım ve desteği ile
“sabredenlerle beraberdir.”
Bu âyet-i kerimeler, mü’minler hakkında haber verme üslubundadır. Buna göre mü’minler, belirlenen bu sayılara ulaştıkları takdirde yine o belli sayıdaki kâfir kişileri yenerler. Allah da mü’minlere ihsan etmiş olduğu iman cesareti ile bu konuda onlara lütufta bulunur.
Bu âyetler, şeklen haber kipinde olmakla birlikte, anlamı ve hakikatı itibari ile emirdir. Buna göre Yüce Allah önce mü’minlere bir kişinin on kişiden, on kişinin yüz kişiden, yüz kişinin de bin kişiden kaçmasının caiz olmadığı hükmünü bildirmiştir. Daha sonra ise bu hükmü hafifletmiş ve bunun sonucunda müslümanların kendilerinin iki katı kâfirlerden kaçmalarının caiz olmayacağını belirtmiştir. Eğer iki katlarından fazla olurlarsa bu durumda kaçmaları caiz olur. Ancak bu görüşe,
şu iki hususla itiraz edilebilir:
1. Bu buyruklar haber kipi şeklindedir. Haberde aslolan ise onun haber olarak kabul edilmesidir. Buradaki haberden maksat da Allah’ın lütfunu dile getirmek ve vakıayı bildirmektir.
2. Söz konusu sayılar,
“sabırlı” denerek sabır üzere eğitilmiş kimseler olmakla kayıtlanmıştır. Bundan anlaşılan (mefhum) ise şudur: Eğer bunlar sabırlı kimseler değil iseler ve zarar göreceklerine dair kanaatleri ağır basıyorsa iki katlarından daha aşağı sayıdaki düşmandan bile kaçmaları caiz olur. Nitekim ilâhi hikmet de bunu gerektirir.
Birinci itiraza şöylece cevap verilir: Yüce Allah’ın: “Şimdi Allah... sizden (yükünüzü) hafifletti” buyruğu, bunun yerine gelmesi gereken ve kesin bir emir olduğunun delilidir. Daha sonra ise Yüce Allah belirtilen sayıyı indirerek bu hükmü hafifletmiştir. Bu da bu buyruğun -haber kipinde olsa bile- emir olduğunu göstermektedir.
Yine bu konuda şu da söylenebilir: Yüce Allah’ın, bu buyruğu haber kipinde zikretmiş olmasında emir lafzı ile gelmesi halinde söz konusu olmayacak oldukça güzel bir nükte vardır. O da mü’minlerin kalplerini pekiştirmek ve kâfirleri yenik düşüreceklerine dair onları müjdelemektir.
İkinci itiraza da şu şekilde cevap verilir: Belirtilen sayıların “sabırlı” denerek kayıtlanması, sabra bir teşvik olup bu buyruğa muhatap olanların, bunu gerçekleştirerek sebepleri yerine getirmeleri gerektirdiğini ifade etmektedir. Onlar bu sebepleri yerine getirecek olurlarsa imani sebeplerle maddi sebebler, Yüce Allah’ın haber vermiş olduğu bu az sayıdaki kimselerin zafer elde edeceklerinin müjdesi olur.
{مَا كَانَ لِنَبِيٍّ أَنْ يَكُونَ لَهُ أَسْرَى حَتَّى يُثْخِنَ فِي الْأَرْضِ تُرِيدُونَ عَرَضَ الدُّنْيَا وَاللَّهُ يُرِيدُ الْآخِرَةَ وَاللَّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ (67) لَوْلَا كِتَابٌ مِنَ اللَّهِ سَبَقَ لَمَسَّكُمْ فِيمَا أَخَذْتُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ (68) فَكُلُوا مِمَّا غَنِمْتُمْ حَلَالًا طَيِّبًا وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ (69)}.
67- Hiçbir peygambere yeryüzünde ağırlığını koymadıkça esir al
(ıp fidye karşılığı serbest bırak)ması yaraşmaz. Sizler geçici dünya malını istiyorsunuz, Allah ise âhireti istiyor. Allah Azizdir, Hakîmdir.
68- Eğer Allah tarafından önceden verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldığınız
(fidyeye) karşılık size kesinlikle büyük bir azap dokunurdu.
69- Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve hoş olarak yiyin. Allah’tan korkup sakının. Şüphesiz ki Allah Ğafurdur, Rahimdir.
#
{67} هذه معاتبة من الله لرسوله وللمؤمنين يوم بدر إذ أسروا المشركين وأبقوهم لأجل الفداء، وكان رأي أمير المؤمنين عمر بن الخطاب في هذه الحال قتلَهم واستئصالهم، فقال تعالى: {ما كان لنبيٍّ أن يكونَ له أسرى حتَّى يُثْخِنَ في الأرض}؛ أي: ما ينبغي ولا يليق به إذا قاتل الكفار الذين يريدون أن يطفئوا نور الله، ويسعَوْن لإخماد دينه وأن لا يبقى على وجه الأرض مَن يعبدُ الله أن يتسرَّع إلى أسرهم وإبقائهم لأجل الفداء الذي يحصُلُ منهم، وهو عَرَضٌ قليلٌ بالنسبة إلى المصلحة المقتضية لإبادتهم وإبطال شرِّهم؛ فما دام لهم شرٌّ وصولةٌ؛ فالأوفق أن لا يؤسروا؛ فإذا أُثخنوا، وبَطَلَ شرُّهم، واضمحلَّ أمرُهم؛ فحينئذٍ لا بأس بأخذ الأسرى منهم وإبقائهم. يقول تعالى: {تريدون}: بأخذكم الفداء وإبقائهم {عَرَضَ الحياة الدُّنيا}؛ أي: لا لمصلحة تعودُ إلى دينكم. {والله يريدُ الآخرة}: بإعزاز دينه ونصر أوليائه وجعل كلمتهم عاليةً فوق غيرهم، فيأمركم بما يوصل إلى ذلك. {والله عزيزٌ حكيمٌ}؛ أي: كامل العزة، لو شاء أن ينتصر من الكفار من دون قتال؛ لفعلَ، ولكنه حكيمٌ يبتلي بعضكم ببعض.
67. Bu âyet-i kerimeler Yüce Allah’tan, Allah Rasûlüne ve mü’minlere yönelik bir azarlama içermektedir. Çünkü Bedir günü müşrikleri esir almışlar ve fidye almak maksadı ile onları hayatta bırakmışlardı. Bu durumda Ömer b. Hattab radıyallahu anh’ın görüşü ise bu esirlerin öldürülmesi ve toptan yok edilmeleri şeklinde idi.
İşte bu hususta Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Hiçbir peygambere yeryüzünde ağırlığını koymadıkça esir al(ıp fidye karşılığı serbest bırak)ması yaraşmaz.” Yani eğer bir peygamber Allah’ın nurunu söndürmek isteyen, dinini ortadan kaldırmak için çalışan, yeryüzünde Allah’a ibadet edecek kimse kalmasın diye çabalayan kâfirler ile savaşacak olursa, onlardan esirler alıp fidye için onları hayatta bırakması, o peygambere yaraşmaz, yakışmaz. Bu fidye, onların yok olmalarını ve kötülüklerinin ortadan kaldırılmasını gerektiren maslahata nispetle az bir bedeldir. Kâfirler kötülük yapma güç ve imkânına sahip olduğu sürece en uygunu esir alınmamalarıdır. Yeryüzünde gereği gibi savaşıp müşriklerin kötülükleri ortadan kaldırılacak, güçleri darmadağın edilecek ve sindirilecek olurlarsa, işte o vakit onlardan esir almak ve bu esirleri hayatta bırakmakta bir sakınca yoktur.
Devamla Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Sizler” fidye almak ve esirleri hayatta bırakmak suretiyle “geçici dünya malını istiyorsunuz.” Yoksa bunda dininiz lehine gerçekleşecek bir maslahat bulunmamaktadır.
“Allah ise” dinini aziz kılıp güçlendirmek, gerçek dostlarına yardımcı olup onların kelimelerini başkalarınınkine üstün kılmak sureti ile “âhireti istiyor.” Bu yüzden size, sizi bu sonuçlara ulaştıracak emirler veriyor.
“Allah, Azizdir.” İzzeti, güç ve kuvveti eksiksizdir, kâmildir. Savaşmaksızın kâfirlerden intikam almak dilese elbette bunu yapar. Ama O, “Hakîmdir”; hikmeti gereği kiminizi kiminizle sınar.
#
{68} {لولا كتابٌ من الله سَبَقَ}: به القضاء والقدر؛ أنَّه قد أحلَّ لكم الغنائم، وأنَّ الله رفع عنكم أيُّها الأمة العذاب، {لمسَّكم فيما أخذتم عذابٌ عظيمٌ}. وفي الحديث: «لو نزل عذابٌ يوم بدر؛ ما نجا منه إلا عمر».
68.
“Eğer Allah tarafından” kaza ve kaderi ile O’nun sizlere ganimetleri helâl kıldığı ve -ey Muhammed ümmeti!- üzerinizden azabı kaldırmış olduğu yönünde
“önceden verilmiş bir hüküm olmasaydı, aldığınız (fidyeye) karşılık size kesinlikle büyük bir azap dokunurdu.” Hadis-
i şerifte de şöyle buyurulmaktadır: “Şâyet Bedir günü bir azap inmiş olsaydı, o azaptan Ömer’den başkası kurtulamazdı.”[18]
#
{69} {فكلوا مما غنمتُم حلالاً طيِّباً}: وهذا من لطفه تعالى بهذه الأمة أن أحلَّ لها الغنائم ولم تحلَّ لأمة قبلها، {واتَّقوا الله}: في جميع أموركم، ولازموها شكراً لنعم الله عليكم. {إنَّ الله غفورٌ}: يغفر لمن تاب إليه جميع الذنوب، ويغفر لمن لم يشركْ به شيئاً جميع المعاصي، {رحيمٌ}: بكم حيث أباح لكم الغنائم وجعلها حلالاً طيباً.
69.
“Artık elde ettiğiniz ganimetten helâl ve hoş olarak yiyin.” Daha önce hiçbir ümmete helâl kılınmamış olmakla birlikte Allah’ın, bu ümmete ganimetleri helâl kılmış olması, O’nun bu ümmete olan lütuflarından birisidir.
“Allah’tan” bütün işlerinizde “korkup sakının” ve Yüce Allah’ın üzerinizdeki nimetlerine şükür olmak üzere takvadan asla ayrılmayın.
“Şüphesiz ki Allah Ğafurdur” Tevbe edip kendisine yönelenlerin bütün günahlarını bağışlar. Kendisine hiçbir şeyi ortak koşmayanların da bütün masiyetlerini bağışlar. Size karşı “Rahimdir.” Merhametlidir; çünkü O, sizlere ganimetleri mubah kılmış ve onun hoş ve helâl olduğunu bildirmiştir.
{يَاأَيُّهَا النَّبِيُّ قُلْ لِمَنْ فِي أَيْدِيكُمْ مِنَ الْأَسْرَى إِنْ يَعْلَمِ اللَّهُ فِي قُلُوبِكُمْ خَيْرًا يُؤْتِكُمْ خَيْرًا مِمَّا أُخِذَ مِنْكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ (70) وَإِنْ يُرِيدُوا خِيَانَتَكَ فَقَدْ خَانُوا اللَّهَ مِنْ قَبْلُ فَأَمْكَنَ مِنْهُمْ وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ (71)}.
70-
Ey Peygamber! Elinizdeki esirlere de ki: “Eğer Allah’ın ilmine göre kalplerinizde bir hayır varsa O, size sizden alınan
(fidyeden) daha hayırlısını verir ve sizi bağışlar. Allah Ğafurdur, Rahimdir.
71- Eğer sana hainlik etmek isterlerse
(unutmasınlar ki) onlar daha önce Allah’a hainlik etmişlerdi de O da onlara karşı sana güç ve imkân vermişti. Allah çok iyi bilendir, hikmet sahibidir.
#
{70} وهذه نزلت في أسارى يوم بدر ، وكان من جملتهم العباس عمُّ رسول الله - صلى الله عليه وسلم -، فلما طلب منه الفداء؛ ادَّعى أنه مسلم قبل ذلك، فلم يسقِطوا عنه الفداء، فأنزل الله تعالى جبراً لخاطره ومَنْ كان على مثل حالِهِ: {يا أيُّها النبيُّ قلْ لِمَن في أيديكم من الأسرى إن يعلم اللهُ في قلوبكم خيراً يؤتِكُم خيراً ممَّا أُخِذَ منكم}؛ أي: من المال، بأن ييسِّر لكم من فضله خيراً كثيراً مما أخذ منكم، {ويَغْفِرْ لكم}: ذنوبكم ويدخلكم الجنة. {والله غفورٌ رحيمٌ}: وقد أنجز الله وعده للعباس وغيره، فحصل له بعد ذلك من المال شيءٌ كثيرٌ، حتى إنه مرَّة لما قدم على النبي - صلى الله عليه وسلم - مال كثير؛ أتاه العباس، فأمره أن يأخذ منه بثوبه ما يطيق حملَه، فأخذ منه ما كاد أن يعجزَ عن حمله.
70. Bu âyet-i kerime Bedir günü alınan esirler hakkında inmiştir. Bu esirler arasında Allah Rasûlü’nün amcası Abbas da vardı. Ondan fidye vermesi istenince Abbas, daha önce müslüman olduğunu iddia etti. Ancak Müslümanlar, onun fidye ödeme yükümlülüğünü kaldırmadılar. İşte Yüce Allah hem onun,
hem de onun durumuna benzer bir halde olanların gönüllerini hoş etmek üzere şu buyrukları indirdi:
“Ey Peygamber! Elinizdeki esirlere de ki: Eğer Allah’ın ilmine göre kalplerinizde bir hayır varsa, O, size sizden alınan” maldan
“daha hayırlısını verir.” Kendi lütuf ve ihsanından sizin için sizden alınanlardan çok daha hayırlı olan şeyleri elde etmeyi kolaylaştırır.
“ve sizi bağışlar.” Günahlarınızı affederek cennete koyar.
“Allah Ğafurdur, Rahimdir.”
Yüce Allah Abbas’a da başkalarına da verdiği bu vaadini gerçekleştirmiştir. Nitekim Abbas’ın çokça malı olmuştur. Hatta bir seferinde Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e çok miktarda mal geldiği sırada Abbas onun yanına gelmiş, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de ona bu maldan taşıyabildiği kadarını elbisesine koyup almasını emretmişti. O da o maldan zar zor taşıyabildiği kadarını almıştı.
[19]
#
{71} {وإن يريدوا خيانَتَكَ}: في السعي لحربك ومنابذتك، {فقد خانوا الله من قبلُ فأمْكَنَ منهم}: فليحذَروا خيانتك؛ فإنه تعالى قادرٌ عليهم، وهم تحت قبضته. {والله عليمٌ حكيمٌ}؛ أي: عليم بكل شيء، حكيم يضع الأشياء مواضعها، ومن علمه وحكمته أن شَرَعَ لكم هذه الأحكام الجليلة الجميلة، وقد تكفَّل بكفايتكم شأنَ الأسرى وشرَّهم إن أرادوا خيانةً.
71.
“Eğer” sana karşı savaşmak ve seninle mücadele etmek suretiyle “sana hainlik etmek isterlerse (unutmasınlar ki) onlar daha önce Allah’a hainlik etmişlerdi de O da onlara karşı sana güç ve imkân vermişti.” Bu yüzden onlar sana hainlik etmekten sakınmalıdırlar. Çünkü Yüce Allah’ın gücü onlara yeter ve onlar Allah’ın hakimiyeti altındadırlar.
“Allah” her şeyi “çok iyi bilendir”; her şeyi yerli yerince koyan
“hikmet sahibidir.” İlim ve hikmetinin bir tecellisi olarak da O, sizlere bu üstün ve güzel hükümleri teşrî’ buyurmuş ve eğer esirler herhangi bir hainlikte bulunmak isteyecek olurlarsa onların kötülüklerine karşı size yeterli gelmeyi taahhüt etmiştir.
{إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَهَاجَرُوا وَجَاهَدُوا بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنْفُسِهِمْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ وَالَّذِينَ آوَوْا {وَنَصَرُوا أُولَئِكَ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاءُ بَعْضٍ وَالَّذِينَ آمَنُوا وَلَمْ يُهَاجِرُوا مَا لَكُمْ مِنْ وَلَايَتِهِمْ مِنْ شَيْءٍ حَتَّى يُهَاجِرُوا وَإِنِ اسْتَنْصَرُوكُمْ فِي الدِّينِ فَعَلَيْكُمُ النَّصْرُ إِلَّا عَلَى قَوْمٍ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُمْ مِيثَاقٌ وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ (72)}.
72- İman edip hicret eden, Allah yolunda malları ve canları ile cihad edenlerle
(muhacirleri) barındırıp onlara yardım edenler var ya, işte onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. İman edip de hicret etmeyenlere gelince, hicret edene kadar sizin onlarla hiçbir dostluk bağınız yoktur. Ama eğer onlar din hususunda sizden yardım isterlerse size yardım etmek düşer. Ancak bu, sizinle aralarında anlaşma bulunan bir kavme karşı olmamak şartıyladır. Allah yaptıklarınızı görendir.
#
{72} هذا عقدُ موالاة ومحبَّة عقدها الله بين المهاجرين الذين آمنوا وهاجروا في سبيل الله وتركوا أوطانهم لله لأجل الجهاد في سبيل الله وبين الأنصار الذين آوَوْا رسولَ الله - صلى الله عليه وسلم - وأصحابه وأعانوهم في ديارهم وأموالهم وأنفسهم؛ فهؤلاء بعضُهم أولياءُ بعض؛ لكمال إيمانهم وتمام اتِّصال بعضهم ببعض. {والذين آمنوا ولم يهاجروا ما لكم من ولايتهم من شيء حتى يهاجروا} فإنَّهم قطعوا ولايتكم بانفصالهم عنكم في وقت شدَّة الحاجة إلى الرجال، فلمَّا لم يهاجروا؛ لم يكن لهم من ولاية المؤمنين شيءٌ، لكنَّهم {إن استنصروكم في الدين}؛ أي: لأجل قتال من قاتلهم؛ [لأجل دينهم] {فعليكُمُ النصرُ}: والقتال معهم، وأما من قاتلوهم لغير ذلك من المقاصد؛ فليس عليكم نصرهم. وقوله تعالى: {إلَّا على قوم بينكم وبينَهم ميثاقٌ}؛ أي: عهدٌ بترك القتال؛ فإنهم إذا أراد المؤمنون المتميِّزون الذين لم يهاجروا قتالهم؛ فلا تعينوهم عليهم؛ لأجل ما بينَكم وبينَهم من الميثاق. {والله بما تعملونَ بصيرٌ}: يعلمُ ما أنتم عليه من الأحوال، فيشرعُ لكم من الأحكام ما يَليقُ بكم.
72. İşte bu, bir dostluk ve bir sevgi akdidir. Bu, Yüce Allah'ın iman edip Allah yolunda hicret eden, Allah için ve Allah yolunda cihad amacı ile vatanlarını terk eden muhacirler ile Allah Rasûlünü ve onun ashabını yurtlarında barındırarak onlara malları ile canları ile yardımcı olan Ensar arasında yaptığı bir akittir. İşte bunlar imanlarının kemali ve birbirlerine tam anlamı ile bağlılıkları dolayısı ile birbirlerinin velileri, dostları ve yardımcılarıdırlar.
“İman edip de hicret etmeyenlere gelince, hicret edene kadar sizin onlarla hiçbir dostluk bağınız yoktur.” Çünkü onlar, yanınızda yer alacak insanlara oldukça muhtaç olduğunuz bir zamanda sizden ayrı kalmak sureti ile sizinle olan dostluk bağını kesmişlerdir. Onlar hicret etmediklerine göre mü’minler ile en ufak bir dostluk bağları da yoktur.
“Ama eğer onlar din hususunda” kendileri ile savaşanlarla dinleri uğrunda savaşmak üzere
“sizden yardım isterlerse, size yardım etmek” ve onların yanında savaşmak
“düşer.” Eğer bunun dışındaki maksatlar için savaşacak olurlarsa sizin onlara yardımcı olma yükümlülüğünüz yoktur.
“Ancak bu, sizinle aralarında” savaş yapmamak üzere
“anlaşma bulunan bir kavme karşı olmamak şartıyladır.” İşte hicret etmeyen ve ayrı kalan bu mü’minler, bu gibi anlaşmalı kimselerle savaşmak isteyecek olurlarsa onlara karşı o hicret etmeyen mü’minlere yardımcı olmayın. Çünkü o kimselerle aranızda uymanız gereken bir anlaşma vardır.
“Allah yaptıklarınızı görendir.” Bulunduğunuz hali çok iyi bilendir. Bu yüzden size, size uygun olan hükümleri gönderir.
{وَالَّذِينَ كَفَرُوا بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاءُ بَعْضٍ إِلَّا تَفْعَلُوهُ تَكُنْ فِتْنَةٌ فِي الْأَرْضِ وَفَسَادٌ كَبِيرٌ (73)}.
73- Kâfir olanlar da birbirinin dostudurlar. Eğer siz bu
(hükmü) uygulamazsanız yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesat olur.
#
{73} لما عقد الولاية بين المؤمنين؛ أخبر أن الكفار حيث جمعهم الكفر فبعضُهم أولياء بعض ؛ فلا يواليهم إلاَّ كافر مثلهم، وقوله: {إلَّا تفعلوه}؛ أي: موالاة المؤمنين ومعاداة الكافرين؛ بأن والَيْتموهم كلَّهم أو عاديتموهم كلَّهم أو واليتم الكافرين وعاديتم المؤمنين، {تكن فتنةٌ في الأرض وفسادٌ كبيرٌ}: فإنه يحصُلُ بذلك من الشرِّ ما لا ينحصر من اختلاط الحقِّ بالباطل والمؤمن بالكافر وعدم كثير من العبادات الكبار كالجهاد والهجرة وغير ذلك من مقاصد الشرع والدين التي تفوت إذا لم يُتَّخذ المؤمنون وحدهم أولياء بعضهم لبعض.
73. Yüce Allah mü’minler arasındaki dostluk bağını akdettikten sonra, kâfirlerin de küfürdeki ortak yanları dolayısı ile birbirlerinin dostları olduğunu haber vermektedir. Bu yüzden kâfirlerle ancak onlar gibi olan bir kimse dostluk bağı kurabilir.
“Eğer siz bu (hükmü)” yani müminleri dost, kafirleri düşman edinme hükmünü
“uygulamazsanız” hepsini dost edinir yahut hepsine düşman olur ya da kâfirleri dost edinip mü’minleri düşman bellerseniz
“yeryüzünde bir fitne ve büyük bir fesad olur.” Bu yolla hak ile batılın, mü’min ile kâfirin birbirine karışması, cihad ve hicret gibi pek büyük ibadetlerin ve bunun dışında mü’minlerin yalnızca birbirlerini dost edinmemesi halinde gerçekleşmesi söz konusu olmayacak pek çok şer’i ve dini maksadın gerçekleşmemesi gibi sayılamayacak kadar çok kötülük ortaya çıkar.
{وَالَّذِينَ آمَنُوا وَهَاجَرُوا وَجَاهَدُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ وَالَّذِينَ آوَوْا وَنَصَرُوا أُولَئِكَ هُمُ الْمُؤْمِنُونَ {حَقًّا لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَرِزْقٌ كَرِيمٌ (74) وَالَّذِينَ آمَنُوا مِنْ بَعْدُ وَهَاجَرُوا وَجَاهَدُوا مَعَكُمْ فَأُولَئِكَ مِنْكُمْ وَأُولُو الْأَرْحَامِ بَعْضُهُمْ أَوْلَى بِبَعْضٍ فِي كِتَابِ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ (75)}.
74- İman edip de hicret eden ve Allah yolunda cihad edenlerle
(muhacirleri) barındırıp onlara yardım edenler var ya, işte onlar gerçek mü’minlerin ta kendileridir. Onlar için mağfiret ve bitmez tükenmez bir rızık vardır.
75-
(Bunlardan) sonra iman ve hicret edip de sizinle beraber cihad edenlere gelince onlar da sizdendir. Akrabalar, Allah’ın Kitabına göre birbirlerine
(varis olmaya) daha layıktırlar. Şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla bilendir.
Bundan önceki âyet-i kerimeler hicret eden mü’minlerle (muhacirlerle) Ensar arasında dostluk bağının akdedilmesi hususunda idi. Bu âyet-i kerimeler ise onları övme ve onların mükâfatlarını beyan etme sadedindedir.
#
{74} فقال: {والذين آمنوا وهاجروا وجاهدوا في سبيل الله والذين آوَوْا ونصروا أولئك هم المؤمنون }: من المهاجرين والأنصار؛ هم: المؤمنون {حقًّا}؛ لأنهم صدَّقوا إيمانهم بما قاموا به من الهجرة والنصرة والموالاة بعضهم لبعض وجهادهم لأعدائهم من الكفار والمنافقين. {لهم مغفرة}: من الله تُمحى بها سيئاتهم وتضمحلُّ بها زلاَّتُهم. {و} لهم {رزقٌ كريمٌ}؛ أي: خير كثير من الربِّ الكريم في جنات النعيم، وربما حصل لهم من الثواب المعجَّل ما تَقَرُّ به أعينهم، وتطمئنُّ به قلوبهم.
74.
İşte Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “İman edip de hicret eden ve Allah yolunda cihad edenlerle (muhacirleri) barındırıp onlara yardım edenler var ya, işte onlar gerçek mü’minlerin ta kendileridir.” Yani Muhacirlerle Ensar, hakiki mü’minlerdir. Çünkü onlar, gerçekleştirdikleri hicret, Ensar adını almalarına sebep olan yardımcı olmaları, birbirlerini dost ve yardımcı edinmeleri, kâfir ve münafıklardan oluşan düşmanlarına karşı cihad etmeleri ile imanlarındaki samimiyetlerini ortaya koymuşlardır.
İşte
“onlar için” Allah’tan kötülüklerini silecek ve hatalarını ortadan kaldıracak bir
“mağfiret ve” yine onlar için
“bitmez tükenmez bir rızık” keremi pek bol yüce Rab tarafından nimet dolu cennetlerde ihsan olunacak pek çok hayırlar “vardır.” Belki dünyada da gözlerini aydınlatacak ve kalplerini huzurla dolduracak birtakım mükâfatlar elde etmeleri de söz konusu olabilir.
#
{75} وكذلك مَن جاء بعد هؤلاء المهاجرين والأنصار ممَّن اتَّبعهم بإحسان فآمن وهاجر وجاهد في سبيل الله. {فأولئك منكم}: لهم ما لكم وعليهم ما عليكم؛ فهذه الموالاة الإيمانية، وقد كانت في أول الإسلام لها وقع كبيرٌ وشأنٌ عظيم، حتى إنَّ النبيَّ - صلى الله عليه وسلم - آخى بين المهاجرين والأنصار أخوَّة خاصَّة غير الأخوة الإيمانية العامة، وحتى كانوا يتوارثون بها، فأنزل الله: {وأولو الأرحام بعضُهم أولى ببعض في كتاب الله} فلا يرثه إلا أقاربه من العصبات وأصحاب الفروض فإن لم يكونوا؛ فأقرب قراباته من ذوي الأرحام كما دلَّ عليه عموم الآية الكريمة، وقوله: {في كتاب الله}؛ أي: في حكمه وشرعه. {إنَّ الله بكلِّ شيء عليمٌ}: ومنه ما يعلمه من أحوالكم التي يجري من شرائعه الدينية عليكم ما يناسبها.
75. Aynı şekilde bu muhacir ve ensardan sonra gelip onlara güzelce uyan, iman eden, hicret eden ve Allah yolunda cihad edenlerin durumu da aynıdır.
“Onlar da sizdendir.” Sizin lehinize olanlar, onların da lehinedir ve sizin aleyhinize olanlar onların da aleyhinedir.
Bu imanî dostluk bağı, İslâm’ın ilk dönemlerinde oldukça etkili idi ve büyük bir öneme sahipti. Hatta Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem muhacirler ile ensar arasında genel imanî kardeşlik bağı dışında özel bir kardeşlik bağı da kurmuştu ki bu bağ gereği aralarında miras hukuku da cereyan ediyordu.
İşte bu hususta Yüce Allah: “Akrabalar, Allah’ın Kitabına göre birbirlerine (varis olmaya) daha layıktırlar” buyruğunu indirmiştir. Yani akrabalardan ölen bir kimseye ancak onun akrabası olan asabe ile farz hisse sahibi olan kimseler mirasçı olurlar. Eğer bunlar bulunmayacak olurlarsa bu durumda âyet-i kerimenin umumunun da delalet ettiği gibi zevilerham olan diğer yakın akrabaları mirasçı olurlar.
“Allah’ın Kitabına göre” buyruğu, Allah’ın hüküm ve şeriatına göre anlamındadır.
“Şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” Halleriniz, bilmesi ve onlara uygun bir şekilde dinî ve şer’î hükümlerini size bildirmesi de O’nun bu ilminin tecellilerindendir.
Enfâl Sûresi’nin tefsiri burada sona ermektedir. Hamd, Allah’a mahsustur.
***