(Mekke’de inmiştir. 56 âyettir)
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adı ile.
{يَاأَيُّهَا الْمُدَّثِّرُ (1) قُمْ فَأَنْذِرْ (2) وَرَبَّكَ فَكَبِّرْ (3) وَثِيَابَكَ فَطَهِّرْ (4) وَالرُّجْزَ فَاهْجُرْ (5) وَلَا تَمْنُنْ تَسْتَكْثِرُ (6) وَلِرَبِّكَ فَاصْبِرْ (7)}.
1- Ey elbisesine sarınıp bürünen!
2- Kalk ve uyar!
3- Yalnız Rabbini tazim et!
4- Elbiseni temizle!
5- Azaba sebep olacak şeylerden uzak dur.
6-
(Yaptığını) çok görerek başa kakma!
7- Rabbin için sabret.
#
{1 ـ 2} تقدَّم أنَّ المزَّمِّل والمدَّثر بمعنى واحد، وأنَّ الله أمر رسوله - صلى الله عليه وسلم - بالاجتهاد في عبادات الله القاصرة والمتعدِّية، فتقدَّم هناك الأمر له بالعبادات الفاضلة القاصرة، والصبر على أذى قومه، وأمره هنا بالإعلان بالدَّعوة والصَّدْع بالإنذار، فقال: {قمْ}؛ أي: بجدٍّ ونشاطٍ {فأنذِرْ}: الناس بالأقوال والأفعال التي يحصلُ بها المقصودُ وبيانُ حال المنذَر عنه ليكون ذلك أدعى لتركه.
1-2. Müzzemmil ile Müddessir’in aynı anlama geldiği daha önce açıklanmıştı.
Allah, Rasûlüne gerek faydası kendi şahsına ait olan, gerekse de başkalarına ulaşan birtakım ibadetlerde olanca gayret göstermesini emretmişti. Bundan önceki sûrede bu kabilden ibadetlerde bulunmasını ve kavminin eziyetlerine karşı da sabredip katlanmasını bildirmişti.
Burada da davetini açığa vurmasını,
açıktan açığa uyarılarda bulunmasını emrederek: Tam bir gayret ve istek ile
“kalk ve” insanları, maksadı gerçekleştirebilecek türden söz ve fiillerle, kendisi ile korkutulan şeyin durumunu açıklamak sureti ile “uyar” ki bu, sakındırılan şeyleri terk etmeye daha bir sevkedici olsun.
#
{3} {وربَّك فكبِّرْ}؛ أي: عظِّمه بالتوحيد، واجعل قصدك في إنذارك وجه الله وأن يعظِّمه العباد، ويقوموا بعبادته.
3. Tevhid ile O’nu tazim edip yücelt! Korkutup uyarmaktan maksadın, Allah rızasını elde etmek ve kulların da O’nu tazim etmelerini ve O’na gereği gibi ibadet etmelerini sağlamak olsun.
#
{4} {وثيابَكَ فطَهِّرْ}: يُحتمل أنَّ المراد بالثياب أعماله كلها. وبتطهيرها: تخليصها، والنُّصح بها، وإيقاعها على أكمل الوجوه، وتنقيتها عن المبطلات والمفسدات والمنقصات من شركٍ ورياء ونفاق وعُجْبٍ وتكبُّر وغفلةٍ وغير ذلك مما يؤمَرُ العبد باجتنابه في عباداته، ويدخل في ذلك تطهير الثياب من النجاسة؛ فإنَّ ذلك من تمام التطهير للأعمال، خصوصاً في الصلاة، التي قال كثيرٌ من العلماء: إنَّ إزالة النجاسة عنها شرطٌ من شروطها.
ويُحتمل أنَّ المراد بثيابه الثياب المعروفة؛ أنَّه مأمورٌ بتطهيرها عن جميع النجاسات في جميع الأوقات، خصوصاً عند الدُّخول في الصلوات.
4. Burada geçen
“elbise” ile bütün amellerin, elbiselerin temizlenmesi ile de amellerini ihlâslı yapması, bunlarda samimi olması, en mükemmel şekilde bu amellerini yerine getirmesi, onları iptal ve ifsad edecek hususlardan arındırması, kötülük, riya, münafıklık, kendini beğenmek, kibir, gaflet ve buna benzer kula, ibadetlerinde uzak durması emrolunan ve sevabı eksiltici hususlardan arındırması kastedilmiş olabilir.
Bunun kapsamına elbiselerin necasetlerden temizlenmesi de girer. Çünkü bu, amellerin temizlenmesini tamamlayıcı bir unsurdur. Özellikle namaz böyledir ki pek çok ilim adamı bu konuda şöyle demiştir: Namazda elbise üzerindeki pislikleri ortadan kaldırmak, namazın sahih/geçerli olmasının şartlarındandır.
Bu buyruktaki “elbise” ile bildiğimiz elbiselerin kastedilme ihtimali de vardır. Bunları temizlemekle emrolunması da bütün vakitlerde her türlü necaset ve pisliklerden onları temiz tutması, özellikle de namaz esnasında buna riâyet etmesi demektir. Buna göre o, zahiren temizlik yapmakla emrolunmuştur ki hiç şüphesiz zahirin temizlenmesi, bâtının temizlenmesinin tamamlayıcı bir unsurudur.
#
{5} وإذا كان مأموراً بطهارة الظَّاهر؛ فإنَّ طهارة الظاهر من تمام طهارة الباطن: {والرُّجْزَ فاهْجُرْ}: يُحتمل أنَّ المراد بالرجز الأصنام والأوثان التي عُبِدَتْ مع الله، فأمره بتركها والبراءة منها ومما نُسِبَ إليها من قول أو عمل، ويُحتمل أنَّ المرادَ بالرُّجز أعمالُ الشرِّ كلُّها وأقوالُه، فيكون أمراً له بترك الذُّنوب صغارها وكبارها ظاهرها وباطنها، فيدخل في هذا الشرك فما دونه.
5. Buradaki
“Azaba sebep olacak şeyler” ifadesiyle Allah'la birlikte kendilerine ibadet edilen put ve heykeller kastedilmiş olabilir. Ona bunlardan uzaklaşıp bunları terk etmesi, bunlara nispet edilen söz ve fiillerden uzak olması emrolunmuş demektir.
Yine bu ifadeyle bütün kötü işler ve sözler de kastedilmiş olabilir. O halde bu buyrukla ona küçüğü ile büyüğü ile gizlisi ile açığı ile bütün günahları terk etmesi emredilmektedir. Bunun kapsamına da şirk ve daha aşağı mertebedeki tüm günahlar gelir.
#
{6} {ولا تَمْنُنْ تَسْتَكثِرْ}؛ أي: لا تمنُنْ على الناس بما أسديت إليهم من النعم الدينيَّة والدنيويَّة، فتستكثر بتلك المنَّة، وترى لك الفضل عليهم ، بل أحسِنْ إلى الناس مهما أمكنك، وانْسَ عندهم إحسانَك، واطلُبْ أجرك من الله تعالى ، واجعلْ مَن أحسنتَ إليه وغيره على حدٍّ سواء.
وقد قيل: إنَّ معنى هذا ألاَّ تعطي أحداً شيئاً وأنت تريدُ أن يكافِئَك عليه بأكثر منه، فيكون هذا خاصًّا بالنبيِّ صلى الله عليه وسلم .
6. Yani insanlara yapmış olduğun dinî ve dünyevî iyilikleri hatırlatarak bunları başa kakma, bu şekilde çokça minnette bulunarak kendini onlara üstün görme! Aksine imkânın olduğu sürece insanlara iyilikte bulun ama onlara yapmış olduğun iyilikleri unut, mükâfatını da Allah’tan bekle. İyilik yaptığın kimseleri de yapmadıklarını da aynı seviyede gör.
Bunun şu anlama geldiği de söylenmiştir: Sen herhangi bir kimseye ona verdiğinden daha fazlasını sana karşılık vermesi arzusuyla bir şey verme! O takdirde bu, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e has bir emir olur.
#
{7} {ولربِّكَ فاصْبِرْ}؛ أي: احتسبْ بصبرك واقصدْ به وجهَ الله تعالى.
فامتثل رسولُ الله - صلى الله عليه وسلم - لأمر ربِّه، وبادر فيه ، فأنذر الناس وأوضح لهم بالآياتِ البيناتِ جميع المطالب الإلهيَّة، وعظَّم الله تعالى، ودعا الخلق إلى تعظيمه، وطهَّر أعماله الظاهرة والباطنة من كل سوءٍ، وهجر كلَّ ما يُعْبَدُ من دون الله وما يُعْبَدُ معه من الأصنام وأهلها والشرِّ وأهله، وله المنَّة على الناس بعد منَّة الله، من غير أن يطلبَ عليهم بذلك جزاءً ولا شكوراً، وصبر لربِّه أكمل صبر: فصبر على طاعة الله، وعن معاصيه، وصبر على أقداره المؤلمة، حتى فاق أولي العزم من المرسَلين. صلواتُ الله وسلامُه عليه وعليهم أجمعين.
7. Sen sabrının ecrini O’ndan iste! Yalnız Yüce Allah’ın rızasını gözet!
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de Rabbinin emirlerine uydu, bu emirleri yerine getirmek için elini çabuk tuttu. İnsanları uyardı, mutlak ilâhlarının kendilerinden istediği her şeyi onlara apaçık âyetlerle güzelce açıkladı. Yüce Allah’ı tazim etti, insanları da O’nu tazim etmeye çağırdı. Gizli ve açık amellerini her türlü kötülükten arındırdı. Allah’tan başka kendisine ibadet edilen bütün uydurma ilâhlardan, O’nun ile birlikte kendilerine tapınılan putlardan, bu putlara tapanlardan, kötülükten ve kötülerden uzak durdu.
Allah’tan sonra insanlar üzerinde Peygamber’in pek büyük bir lütuf ve ihsanı vardır. Ancak o, buna karşılık onlardan herhangi bir mükâfat ya da teşekkür istememiştir. Rabbi için en mükemmel şekilde sabretmiştir. Allah’a itaat üzere sabrettiği gibi, O’na masiyetten uzak kalmakta da sabır göstermiştir Allah’ın can yakıcı kaderlerine de sabretmiştir. Öyle ki o, rasûllerin azim sahibi olanlarını geride bırakmıştır. Allah’ın salâtı ve selâmı onun ve bütün peygamberlerin üzerine olsun.
{فَإِذَا نُقِرَ فِي النَّاقُورِ (8) فَذَلِكَ يَوْمَئِذٍ يَوْمٌ عَسِيرٌ (9) عَلَى الْكَافِرِينَ غَيْرُ يَسِيرٍ (10)}.
8- Sûr’a üfürüldüğü zaman,
9- İşte o gün, oldukça zor bir gündür.
10- Kâfirlere hiç de kolay değildir.
#
{8 ـ 10} أي: فإذا نُفِخَ في الصُّور للقيام من القبور، وجُمِعَ الخلائق للبعث والنشور، {فذلك يومئذٍ يومٌ عسيرٌ}: لكثرة أهواله وشدائده، {على الكافرين غيرُ يسيرٍ}؛ لأنَّهم قد أيِسوا من كلِّ خيرٍ وأيقنوا بالهلاك والبَوار. ومفهومُ ذلك أنَّه على المؤمنين يسيرٌ؛ كما قال تعالى: {يقول الكافرون هذا يومٌ عَسِرٌ}.
8-10. Yani kabirlerden kalkılması, bütün insanların öldükten sonra dirilmesi ve amel defterlerinin verilmesi için Sûr’a
“üfürüldüğü zaman, işte o gün” dehşetli hallerinin ve zorluklarının çokluğundan dolayı
“oldukça zor bir gündür. Kâfirlere hiç de kolay değildir.” Çünkü onlar, her türlü hayırdan yana ümitlerini kesmiş, kesinlikle helâk olacaklarını, azap içinde mahvolacaklarını anlamış olacaklardır.
Bu son ayetten anlaşıldığına göre o gün mü’minlere kolay olacaktır.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Kâfirler: Bu zorlu bir gündür, derler.” (el-Kamer, 54/8)
{ذَرْنِي وَمَنْ خَلَقْتُ وَحِيدًا (11) وَجَعَلْتُ لَهُ مَالًا مَمْدُودًا (12) وَبَنِينَ شُهُودًا (13) وَمَهَّدْتُ لَهُ تَمْهِيدًا (14) ثُمَّ يَطْمَعُ أَنْ أَزِيدَ (15) كَلَّا إِنَّهُ كَانَ لِآيَاتِنَا عَنِيدًا (16) سَأُرْهِقُهُ صَعُودًا (17) إِنَّهُ فَكَّرَ وَقَدَّرَ (18) فَقُتِلَ كَيْفَ قَدَّرَ (19) ثُمَّ قُتِلَ كَيْفَ قَدَّرَ (20) ثُمَّ نَظَرَ (21) ثُمَّ عَبَسَ وَبَسَرَ (22) ثُمَّ أَدْبَرَ وَاسْتَكْبَرَ (23) فَقَالَ إِنْ هَذَا إِلَّا سِحْرٌ يُؤْثَرُ (24) إِنْ هَذَا إِلَّا قَوْلُ الْبَشَرِ (25) سَأُصْلِيهِ سَقَرَ (26) وَمَا أَدْرَاكَ مَا سَقَرُ (27) لَا تُبْقِي وَلَا تَذَرُ (28) لَوَّاحَةٌ لِلْبَشَرِ (29) عَلَيْهَا تِسْعَةَ عَشَرَ (30) وَمَا جَعَلْنَا أَصْحَابَ النَّارِ إِلَّا مَلَائِكَةً وَمَا جَعَلْنَا عِدَّتَهُمْ إِلَّا فِتْنَةً لِلَّذِينَ كَفَرُوا لِيَسْتَيْقِنَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ وَيَزْدَادَ الَّذِينَ آمَنُوا إِيمَانًا وَلَا يَرْتَابَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ وَالْمُؤْمِنُونَ وَلِيَقُولَ الَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ وَالْكَافِرُونَ مَاذَا أَرَادَ اللَّهُ بِهَذَا مَثَلًا كَذَلِكَ يُضِلُّ اللَّهُ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدِي مَنْ يَشَاءُ وَمَا يَعْلَمُ جُنُودَ رَبِّكَ إِلَّا هُوَ وَمَا هِيَ إِلَّا ذِكْرَى لِلْبَشَرِ (31)}.
11- Sen Bana bırak o tek başına yarattığım,
12- Kendisine bolca mal verdiğim,
13- Ve
(yanı başında) hazır duran oğullar
(ihsan ettiğim);
14- Her türlü imkanı önüne serdiğim
(kafir) kimseyi.
15- Bir de kalkmış
(nimetleri) daha da artırmamı bekliyor.
16- Asla! Çünkü o, âyetlerimize karşı çok inatçıdır.
17- Ben, onu sarp bir yokuşa/zorlu bir azaba süreceğim.
18- Çünkü o, düşündü ve ölçtü biçti.
19- Kahrolası! Ne biçim ölçtü biçti!
20- Yine kahrolası! Ne biçim ölçtü biçti!
21- Sonra baktı.
22- Sonra suratını astı, kaşlarını çattı.
23- Sonra yüz çevirip büyüklük tasladı.
24-
Nihayet dedi ki: “Bu (eskilerden) nakledilen bir sihirden ibarettir.”
25-
“Bu, insan sözünden başka bir şey değil!”
26- Ben onu Sekar’a sokacağım.
27- Sekar’ın ne olduğunu sen nereden bilebilirsin ki?
28- O, yakıp bitirmedik bir şey bırakmaz, ama yakmaktan da vazgeçmez.
29- Derileri yakıp kavurur.
30- Başında da on dokuz
(görevli melek) vardır.
31- Biz, cehennemin bekçilerini yalnız meleklerden yaptık. Onların sayısını da inkâr edenler için ancak bir fitne/imtihan kıldık. Bu, kendilerine Kitap verilenler kesin olarak inansınlar, iman edenlerin de imanı artsın, kendilerine Kitap verilenlerle mü’minler şüpheye düşmesin,
kalplerinde hastalık bulunanlarla kâfirler de: “Allah bu sayıyla ne gibi bir şey murad etmiş olabilir ki?” desinler diyedir. İşte Allah, böylece dilediği kimseleri saptırır, dilediği kimseleri de hidâyete kavuşturur. Rabbinin ordularını O’ndan başkası bilmez. Bu, insanlar için ancak bir öğüttür.
#
{11 ـ 30} هذه الآيات نزلت في الوليد بن المغيرة ، المعاند للحقِّ، المبارز لله ولرسوله بالمحاربة والمشاقَّة، فذمَّه الله ذمًّا لم يذمَّ به غيره، وهذا جزاءُ كلِّ مَنْ عانَد الحقَّ ونابذه؛ أنَّ له الخزيَ في الدُّنيا ولَعذاب الآخرة أخزى، فقال:
{ذَرْني ومَن خلقتُ وحيداً}؛ أي: خلقته منفرداً بلا مال ولا أهل ولا غيره، فلم أزل أربِّيه وأعطيه، فجعلت {له مالاً ممدوداً}؛ أي: كثيراً، {و} جعلتُ له {بنينَ}؛ أي: ذكوراً، {شهوداً}؛ أي: حاضرين عنده على الدَّوام، يتمتَّع بهم ويقضي بهم حوائِجَه ويستنصِرُ بهم، {ومهَّدْتُ له تمهيداً}؛ أي: مكَّنته من الدُّنيا وأسبابها حتى انقادَتْ له مطالِبُه وحصل له ما يشتهي ويريدُ. {ثم}: مع هذه النعم والإمدادات {يَطْمَعُ أن أزيدَ}؛ أي: يطمع أن ينال نعيم الآخرة كما نال نعيم الدنيا، {كلاَّ}؛ أي: ليس الأمر كما طمع، بل هو بخلاف مقصوده ومطلوبه، وذلك {إنَّه كان لآياتنا عنيداً}: عرفها ثم أنكرها، ودعتْه إلى الحقِّ فلم يَنْقَدْ لها، ولم يكفِهِ أنَّه أعرض عنها وتولَّى ، بل جعل يحاربُها ويسعى في إبطالها، ولهذا قال عنه: {إنَّه فَكَّر}؛ أي: في نفسه. {وقدَّر}: ما فكَّر فيه؛ ليقولَ قولاً يبطِلُ به القرآن، {فقُتِلَ كيف قدَّر. ثم قُتِلَ كيف قدَّر}؛ لأنَّه قدَّر أمراً ليس في طوره، وتسوَّر على ما لا ينالُه هو ولا أمثاله، {ثم نَظَرَ}: ما يقول، {ثم عَبَسَ وبَسَرَ}: في وجهه وظاهره نفرةً عن الحقِّ وبُغضاً له، {ثم أدبر}؛ أي: تولَّى، {واستكبر}: نتيجة سعيه الفكريِّ والعمليِّ والقوليِّ، {فقال إنْ هذا إلاَّ سحرٌ يُؤْثَرُ. إنْ هذا إلاَّ قولُ البشرِ}؛ أي: ما هذا كلام الله، بل كلام البشر، وليس أيضاً كلام البشر الأخيار، بل كلام الأشرار منهم والفجَّار من كل كاذبٍ سحَّارٍ، فتبًّا له! ما أبعده من الصواب! وأحراه بالخسارة والتَّباب! كيف يدور في الأذهان أو يتصوَّره ضميرُ أيِّ إنسان أن يكون أعلى الكلام وأعظمه كلام الربِّ الكريم الماجد العظيم يشبِهُ كلام المخلوقين الفقراء الناقصين؟! أم كيف يتجرَّأ هذا الكاذب العنيد على وصفه بهذا الوصف لكلام الله تعالى ؛ فما حقُّه إلاَّ العذاب الشديد [والنكال]، ولهذا قال تعالى: {سأُصْليه سَقَرَ. وما أدراك ما سَقَرُ. لا تُبْقي ولا تَذَرُ}؛ أي: لا تبقي من الشدَّة ولا على المعذَّب شيئاً إلا وبَلَغَتْه. {لوَّاحةٌ للبشر}؛ أي: تلوحهم وتُصليهم في عذابها وتقلقهم بشدَّة حرِّها وقَرِّها. {عليها تسعةَ عشرَ}: من الملائكة، خزنة لها، غلاظٌ شدادٌ لا يعصون الله ما أمرهم ويفعلون ما يُؤمرون.
Bu âyet-i kerimeler, hakka karşı inatla duran, Allah’a ve Rasûlüne savaş açan, onlara karşı duran el-Velîd b. el-Muğîre hakkında inmiştir. Yüce Allah onu başka hiçbir kimseyi yermediği bir şekilde yermiştir. İşte hakka karşı inatlaşan, hakka karşı mücadele veren kimsenin cezası budur. Bu dünya hayatında rezil olur. Âhiretteki azap ise daha bir rezil edicidir elbette.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
11.
“Sen Bana bırak o tek başına yarattığım.” Malsız, ailesiz ve başka hiçbir şeye sahip olmaksızın yalnız başına yarattığım ve halen kendisine lütufta bulunup pek çok şeyler verdiğim;
12-13.
“Kendisine bolca” pek çok
“mal verdiğim ve” yanı başında
“hazır duran oğullar” sürekli yanında bulunan, kendileri ile faydalanıp ihtiyaçlarını gördüğü, kendileri ile güç kazandığı erkek çocuklar verdiğim;
14.
“Her türlü imkanı önüne serdiğim” ona dünyevî imkânlar ve bu imkânları elde etme yollarını bağışladı; öyle ki o ihtiyaçlarını kolaylıkla görebilmekte, arzuladığı ve istediği her şeyi elde etmektedir.
15. Bunca nimetler ve ihsanlarımla birlikte
“bir de kalkmış (nimetleri) daha da artırmamı bekliyor.” Yani dünyada nimetlere nail olduğu gibi âhiret nimetlerine de nail olmayı ümit ediyor.
16.
“Asla!” Durum onun istediği gibi olmayacaktır. Aksine onun istediğinin ve arzu ettiğinin tersine olacaktır. Bunun böyle olmasının sebebi ise şudur:
17. “Çünkü o, âyetlerimize karşı çok inatçıdır.” Âyetlerimizi anladığı halde onları inkâr etmiş, âyetlerimiz onu hakka çağırdığı halde onlara itaat etmemiştir. Hatta yüz çevirmekle de yetinmeyerek bunlarla savaşmaya koyulmuş, âyetlerimi iptal etmeye çalışmıştır.
Bundan dolayı Yüce Allah onun hakkında şöyle buyurmaktadır:
18-20.
“Çünkü o” kendi kendine “düşündü” Kur’ân-ı Kerîm’i kendisi ile çürüteceği söz söylemek maksadı ile hakkında düşündüğü hususları
“ölçtü biçti. Kahrolası! Ne biçim ölçtü biçti? Yine kahrolası! Ne biçim ölçü biçti?” Çünkü o, kendisi ile asla boy ölçüşemeyeceği bir işe kalkışmıştı. Kendisinin ve benzerlerinin asla ulaşamayacağı bir yokuşa tırmanmaya çalışmıştı.
21-22.
“Sonra” ne söyleyeceğine “baktı, sonra suratını astı, kaşlarını çattı.” Yüzünde ve dış görünüşünde haktan nefret ettiği ve hakka karşı kin duyduğu belirgin hale geldi.
23.
“Sonra yüz çevirip” geri döndü
“Büyüklük tasladı.” Bu ise onun düşünme çabasının fiilî ve sözlü olarak ortaya koyduklarının bir sonucudur.
24-25.
“Nihayet dedi ki: “Bu (eskilerden) nakledilen bir sihirden ibarettir. Bu, insan sözünden başka bir şey değil!” Yani bu, Allah’ın kelâmı değildir, insan sözüdür. Aynı şekilde bu, iyi ve hayırlı insanların da sözü değildir. Aksine onların kötülerinin, günahkârlarının, her türlü yalancı ve sihirbazın bir sözüdür.
Kahrolasıca! Haktan ne kadar da uzak! Hüsran ve helâke ne kadar müstehak! En yüce ve en büyük söz olan, pek yüce ve azametli Rabbin sözünü yaratılmış, muhtaç ve her bakımdan aciz varlıkların sözüne benzediği nasıl düşünülebilir yahut bunu bir kimse nasıl tasavvur edebilir? Bu yalancı ve inatçı kişi, Yüce Allah’ın kelâmını bu şekilde nitelendirme cesaretini kendinde nasıl bulabilir?
Böylesinin çetin azaptan başka bir şeyi hak etmesi söz konusu değildir.
Bundan dolayı da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
26-28.
“Ben onu Sekar’a sokacağım. Sekar’ın ne olduğunu sen nereden bilebilirsin ki? O, yakıp bitirmedik bir şey bırakmaz, ama yakmaktan da vazgeçmez.” Azaba uğratılan kimseye vermedik zorluk, sıkıntı ve acı bırakmaz.
29.
“Derileri yakıp kavurur.” Onları kavurur, azabının içine alıp yakar. Aşırı sıcak ve aşırı soğuğu ile onlarda rahat namına bir şey bırakmaz.
30.
“Başında da on dokuz” bekçi melek
“vardır.” Bunlar, “(O ateşin) başında çok sert ve çok güçlü melekler vardır ki onlar, Allah'ın kendilerine verdiği emirlerde O’na isyan etmezler. Ne emredilirse onu yaparlar.” (et-Tahrim, 66/6)
#
{31} {وما جعلنا أصحاب النارِ إلاَّ ملائكةً}: وذلك لشدَّتهم وقوَّتهم، {وما جعلنا عِدَّتهم إلاَّ فتنةً للذين كفروا}: يحتمل أنَّ المراد؛ إلاَّ لعذابهم وعقابهم في الآخرة ولزيادة نَكالهم فيها، والعذاب يسمَّى فتنة؛ كما قال تعالى: {يومَ هم على النَّارِ يُفْتَنونَ}.
ويُحتمل أنَّ المراد أنَّا ما أخبرناكم بعدَّتهم إلاَّ لنعلم من يصدِّق ممَّن يكذِّب. ويدلُّ على هذا ما ذكره بعده في قوله: {ليستيقِنَ الذين أوتوا الكتاب ويزدادَ الذين آمنوا إيماناً}: فإنَّ أهل الكتاب إذا وافق ما عندَهم وطابَقَه؛ ازدادَ يقينُهم بالحقِّ، والمؤمنون كلَّما أنزل الله آيةً، فآمنوا بها وصدَّقوا؛ ازداد إيمانُهم، {ولا يرتابَ الذين أوتوا الكتابَ والمؤمنون}؛ أي: ليزول عنهم الريبُ والشكُّ، وهذه مقاصدُ جليلةٌ يعتني بها أولو الألباب، وهي السعي في اليقين وزيادة الإيمان في كلِّ وقتٍ وكلِّ مسألةٍ من مسائل الدين، ودفع الشكوك والأوهام التي تَعْرِضُ في مقابلة الحقِّ، فجعل ما أنزله على رسولِهِ محصِّلاً لهذه المقاصد الجليلة، ومميزاً للصادقين من الكاذبين ، ولهذا قال: {وليقولَ الذين في قلوبِهِم مرضٌ}؛ أي: شكٌّ وشبهةٌ ونفاقٌ، {والكافرون ماذا أرادَ الله بهذا مثلاً}: وهذا على وجه الحيرة والشكِّ منهم والكفر بآيات الله، وهذا وذاك من هداية الله لمن يهديه وإضلاله لمن يُضِلُّه، ولهذا قال: {كذلك يُضِلُّ الله مَن يشاءُ ويَهْدي مَن يشاءُ}: فمن هداه الله؛ جعل ما أنزل على رسوله رحمةً في حقِّه وزيادةً في إيمانه ودينه، ومن أضلَّه؛ جعل ما أنزله على رسوله زيادةَ شقاءٍ عليه وحيرةً وظلمةً في حقِّه، والواجب أن يُتَلَقى ما أخبر الله به ورسولُه بالتسليم، فإنه {لا يعلمُ جنودَ ربِّك} من الملائكة وغيرهم {إلاَّ هو}: فإذا كنتُم جاهلين بجنوده، وأخبركم بها العليم الخبير؛ فعليكم أن تصدِّقوا خبره من غير شكٍّ ولا ارتياب، {وما هي إلاَّ ذِكْرى للبشرِ}؛ أي: وما هذه الموعظة والتذكار مقصوداً به العبث واللعب، وإنما المقصود به أن يتذكَّر به البشر ما ينفعهم فيفعلونه، وما يضرُّهم فيتركونه.
31.
“Biz cehennemin bekçilerini yalnız meleklerden yaptık.” Buna sebep ise onların çetin bir güce sahip oluşlarıdır.
"Onların sayısını da inkâr edenler için ancak bir fitne/imtihan kıldık.
” Burada şu kastedilmiş olabilir: Biz, onları âhiretteki azap ve cezaları için, oradaki ibretli cezalarının artırılması için böyle yaptık. Çünkü azaba da
“fitne” denilebilir. Nitekim Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: “O gün onlar ateş üzerinde fitneye maruz kalırlar.” (ez-Zâriyât, 51/13) Yani azaba uğratılırlar, demektir.
Bu buyruktan şu da kastedilmiş olabilir: Bizlerin sizlere o meleklerin sayısını haber verişimizin sebebi, bir imtihandır; yani kimin tasdik edeceğini kimin yalanlayacağını ortaya çıkarmamızdır.
Buna da bundan sonra gelen şu buyruklar delildir: “Bu, kendilerine Kitap verilenler kesin olarak inansınlar, iman edenlerin de imanı artsın… diyedir” Çünkü bu Kur’ân’ın bildirdikleri, Kitap ehlinin elinde bulunanlara uygun düşer ve mutabık gelirse onların hakka olan yakînleri
(kesin inançları) daha bir artar. Mü’minler de Allah her bir âyet indirdikçe, ona iman eder, onu tasdik ederler ve böylelikle onların da imanı artmış olur.
"kendilerine Kitap verilenlerle mü’minler şüpheye düşmesin.” Yani onların şüphe ve tereddütleri ortadan kalksın. İşte bunlar özlü akıl sahiplerinin özellikle önem verdiği, üstün ve değerli maksatlardır. Kesin bir inanca sahip olmak için çalışmak, her zaman ve her bir dinî meseleye dair imanın artmasına gayret göstermek, hakkın karşısına dikilen şüphe ve tereddütlerin izale edilmesi, bu maksatları oluşturmaktadır.
Yüce Allah, Rasûlüne indirmiş olduğu buyrukları, bu üstün maksatları gerçekleştirici ve doğrularla yalancıları birbirinden ayırt edici bir ölçü kılmıştır.
Bundan dolayı da şöyle buyurmaktadır:
“Kalplerinde hastalık” şüphe, tereddüt ve münafıklık
“bulunanlarla kâfirler de: Allah bu sayıyla ne gibi bir şey murad etmiş olabilir ki? desinler.” Bu, onların şaşkınlık, şüphe ve Allah’ın âyetlerini inkâr üzere söyledikleri bir sözü ifade eder.
Her iki grubun durumu, Allah’ın dilediği kimseleri hidâyete iletmesi, dilediği kimseleri de saptırmasının bir sonucudur.
Bundan dolayı şöyle buyurmaktadır: “İşte Allah, böylece dilediği kimseleri saptırır, dilediği kimseleri de hidâyete kavuşturur.” Allah kime hidâyet verirse Rasûlüne indirdiği şeyleri onun hakkında bir rahmet kılar. Bunlarla onun dinini ve imanını artırır. Kimi de saptırırsa Peygamberine indirdiklerini, onun aleyhine bir bedbahtlık, bir şaşkınlık ve bir zulüm sebebi kılar. O halde yapılması gereken, Allah’ın ve Rasûlünün verdiği haberleri teslimiyet ile karşılamaktır.
"Rabbinin” meleklerden ve onların dışındakilerden oluşan
“ordularını O’ndan başkası bilmez.” Sizler O’nun ordularını bilemediğinize göre, her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan sizlere orduları hakkında haber verecek olursa sizin yapmanız gereken, herhangi bir şüphe ve tereddüt söz konusu olmaksızın O’nun haberini tasdik etmekten ibarettir.
"Bu, insanlar için ancak bir öğüttür.” Yani bu öğütten maksat, boş işlerle uğraşmak, oyun oynamak, oyalanmak değildir. Bundan maksat, insanların kendilerine fayda verecek hususları düşünüp yapmaları, zarar verecek şeylerden de kaçınıp uzaklaşmalarıdır.
{كَلَّا وَالْقَمَرِ (32) وَاللَّيْلِ إِذْ أَدْبَرَ (33) وَالصُّبْحِ إِذَا أَسْفَرَ (34) إِنَّهَا لَإِحْدَى الْكُبَرِ (35) نَذِيرًا لِلْبَشَرِ (36) لِمَنْ شَاءَ مِنْكُمْ أَنْ يَتَقَدَّمَ أَوْ يَتَأَخَّرَ (37) كُلُّ نَفْسٍ بِمَا كَسَبَتْ رَهِينَةٌ (38) إِلَّا أَصْحَابَ الْيَمِينِ (39) فِي جَنَّاتٍ يَتَسَاءَلُونَ (40) عَنِ الْمُجْرِمِينَ (41) مَا سَلَكَكُمْ فِي سَقَرَ (42) قَالُوا لَمْ نَكُ مِنَ الْمُصَلِّينَ (43) وَلَمْ نَكُ نُطْعِمُ الْمِسْكِينَ (44) وَكُنَّا نَخُوضُ مَعَ الْخَائِضِينَ (45) وَكُنَّا نُكَذِّبُ بِيَوْمِ الدِّينِ (46) حَتَّى أَتَانَا الْيَقِينُ (47) فَمَا تَنْفَعُهُمْ شَفَاعَةُ الشَّافِعِينَ (48) فَمَا لَهُمْ عَنِ التَّذْكِرَةِ مُعْرِضِينَ (49) كَأَنَّهُمْ حُمُرٌ مُسْتَنْفِرَةٌ (50) فَرَّتْ مِنْ قَسْوَرَةٍ (51) بَلْ يُرِيدُ كُلُّ امْرِئٍ مِنْهُمْ أَنْ يُؤْتَى صُحُفًا مُنَشَّرَةً (52) كَلَّا بَلْ لَا يَخَافُونَ الْآخِرَةَ (53) كَلَّا إِنَّهُ تَذْكِرَةٌ (54) فَمَنْ شَاءَ ذَكَرَهُ (55) وَمَا يَذْكُرُونَ إِلَّا أَنْ يَشَاءَ اللَّهُ هُوَ أَهْلُ التَّقْوَى وَأَهْلُ الْمَغْفِرَةِ (56)}.
32- Asla
(öyle değil)! Andolsun aya,
33- Dönüp gittiğinde geceye,
34- Aydınlandığı zaman sabaha ki,
35- O
(sekar), gerçekten büyük
(felaketlerden) biridir.
36- İnsanlar için bir uyarıcıdır;
37- İçinizden hem
(hayra ve cennete) ilerlemek hem de ondan geri kalmak isteyenler için
(bir uyarıdır).
38- Her nefis işledikleri karşılığında rehin alınmıştır;
39- Ancak amel defterleri sağdan verilenler hariç.
40- Onlar, cennetlerdedirler; birbirlerine soru sorarlar,
41-
Günahkarlar hakkında:
42-
“Sizi Sekar’a ne sürükledi?”
43-
Derler ki: “Biz namaz kılanlardan değildik.”
44-
“Yoksula da yedirmezdik.”
45-
“(Batıla) dalanlarla birlikte biz de dalardık.”
46-
“Hesap gününü de yalanlardık.”
47-
“Nihâyet ölüm bize (bu haldeyken) gelip çattı.”
48- Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez.
49- Ne oluyor onlara ki öğütten yüz çeviriyorlar?
50, 51- Hem de aslandan ürküp kaçan yaban eşekleri gibi.
52- Dahası onlardan her biri, kendisine açılıp okunan sahifeler
(ilahi kitap) verilmesini bekliyor.
53- Asla! Doğrusu onlar, âhiretten korkmuyorlar.
54- Asla! Gerçek şu ki o, bir öğüttür.
55- Dileyen ondan öğüt alır.
56- Ama Allah dilemedikçe öğüt alamazlar. O, kendisinden korkulmaya lâyık olandır, bağışlamak da O’na yaraşır.
#
{32 ـ 34} {كلاَّ}: هنا بمعنى حقًّا، أو بمعنى ألا الاستفتاحية، فأقسم تعالى بالقمر، وبالليل وقتَ إدباره، والنهارِ وقتَ إسفاره؛ لاشتمال المذكورات على آيات الله العظيمة الدالَّة على كمال قدرةِ الله وحكمته وسعة سلطانه وعموم رحمته وإحاطة علمه.
32-34.
“Asla (öyle değil)! Andolsun aya...” Yüce Allah aya, dönüp gittiği zaman geceye, aydınlandığı zaman sabaha yemin etmektedir. Çünkü sözü edilen bu şeyler, Allah’ın pek büyük âyetlerini/delillerini, O’nun kudretinin kemâline, hikmetine, rahmetinin genelliğine ve ilminin kuşatıcılığına delil teşkil eden belgeleri ihtiva etmektedir.
#
{35 ـ 37} والمقسَمُ عليه قوله: {إنَّها لإحدى الكُبَرِ}؛ أي: إنَّ النار لإحدى العظائم الطامَّة والأمور الهامَّة؛ فإذا أعلمناكم بها وكنتُم على بصيرةٍ من أمرها؛ فمن شاء منكم أن يتقدَّم فيعمل بما يقرِّبُه إلى الله ويُدْنيه من رضاه ويُزْلفه من دار كرامته، أو يتأخَّر عمَّا خُلِقَ له وعمَّا يحبُّه الله ويرضاه، فيعمل بالمعاصي، ويتقرَّب إلى جهنَّم؛ كما قال تعالى: {وقلِ الحقُّ من ربِّكم فَمَن شاء فَلْيُؤمِن ومَن شاءَ فَلْيَكْفُرْ ... } الآية.
35-37.
Hakkında yemin edilense şudur: “O, büyük (felaketlerden) biridir.” Yani şüphesiz ki ateş, pek büyük musibetlerden ve çok önemli işlerden biridir. Biz, ona dair size bilgi verdiğimize, siz de onun hakkında basiretli bilgi elde ettiğinize göre artık sizden ileri geçmek isteyen, kendisini Allah’a yakınlaştıracak, O’nun rızasına yaklaştıracak, lütuf ve ihsan yurduna eriştirecek işler yapsın.
Yahut yaratılış maksadından, Allah’ın sevip razı olduğu işlerden geri kalmak isteyen de masiyetler işlesin, böylelikle o da cehenneme yakınlaşsın.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “De ki: O, Rabbinizden gelen haktır. Artık dileyen iman etsin, dileyen kâfir olsun.” (el-Kehf, 28/29)
#
{38 ـ 48} {كلُّ نفس بما كسبتْ}: من أفعال الشرِّ وأعمال السوء {رهينةٌ}: بها موثقةٌ بسعيها، قد أُلْزِمَ عنقها وغُلَّ في رقبتها واستوجبت به العذاب، {إلاَّ أصحابَ اليمين}: فإنَّهم لم يرتهنوا، بل أُطلقوا وفرحوا {في جناتٍ يتساءلونَ. عن المجرمينَ}؛ أي: في جناتٍ قد حصل لهم فيها جميع مطلوباتهم وتمَّت لهم الراحةُ والطمأنينة، حتى أقبلوا يتساءلون، فأفضتْ بهم المحادثة أن سألوا عن المجرمين؛ أيُّ حال وصلوا إليها؟ وهل وَجَدوا ما وعَدَهم الله [تعالى]؟ فقال بعضهم لبعضٍ هل أنتم مُطَّلعونَ عليهم، فاطَّلعوا عليهم في وسطِ الجحيم يعذَّبون، فقالوا لهم: {ما سَلَككم في سَقَرَ}؛ أي: أيُّ شيءٍ أدخلكم فيها؟ وبأيِّ ذنبٍ اسْتَحَقيْتُموها؟ فقالوا: {لم نَكُ من المصلِّينَ. ولم نكُ نطعِمُ المسكينَ}: فلا إخلاص للمعبودِ ولا إحسانَ ولا نفع للخلق المحتاجين، {وكنَّا نخوضُ مع الخائضينَ}؛ أي: نخوض بالباطل ونجادل به الحقَّ، {وكنَّا نكذِّبُ بيوم الدِّينِ}: هذه آثار الخوض بالباطل، وهو التَّكذيب بالحقِّ، ومن أحقِّ الحقِّ يوم الدين، الذي هو محلُّ الجزاء على الأعمال وظهور مُلك الله وحُكمه العدل لسائر الخلق، فاستمرَّ عَمَلُنا على هذا المذهب الباطل {حتَّى أتانا اليقين}؛ أي: الموت، فلما ماتوا على الكفر؛ تعذَّرت حينئذٍ عليهم الحِيَلُ، وانسدَّ في وجوههم باب الأمل. {فما تَنفَعُهم شفاعةُ الشَّافعين}؛ لأنَّهم لا يشفعون إلاَّ لِمَنِ ارتضى، وهؤلاء لا يرضى الله أعمالهم.
38.
“Her nefis işledikleri” yaptığı şer ve kötü amelleri
“karşılığında rehin alınmıştır.” Yaptıkları karşılığında sapasağlam zincire vurulmuştur. Bu zincirler, boyunlarına geçirilmiş olacaktır ve bu yaptıkları sebebi ile de azaba uğratılmaları hak olmuştur.
39.
“Ancak amel defterleri sağdan verilenler hariç.” Onlar rehin olarak alınmayacak, aksine onlar zincire vurulmaksızın serbest bırakılacak ve sevineceklerdir.
40.
“Onlar, cennetlerdedirler; birbirlerine soru sorarlar.” Yani cennetlerde bütün istediklerini elde etmiş olacaklar. Tam bir rahat ve huzura kavuşacaklardır. Nihâyet birbirlerine soru sormaya koyulacaklar.
41-42. Bu karşılıklı konuşmaları,
nihayet günahkarlara dair bazı sorular sormaya kadar gidecek: Acaba onlar nasıl bir durumla karşı karşıyadırlar? Acaba Allah’ın kendilerine vaat ettiklerini bulmuşlar mıdır? Bunun üzerine birbirlerine: Ne dersiniz, onlara yukarıdan bir bakalım mı? diyecek ve onların cehennemin ortasında,
azap görmekte olduklarını görecekler ve şöyle diyecekler: “Sizi Sekar’a ne sürükledi?” Yani bu cehenneme sokan sebep nedir? Hangi günahlarınız dolayısı ile siz bu cehennem azabını hak ettiniz?
43-44.
“Derler ki: Biz namaz kılanlardan değildik, yoksula da yedirmezdik.” Ne mabuda karşı ihlâs ve ihsan makamındaydık, ne de yarattılmışlarından muhtaç olanlara faydamız vardı.
45.
“(Batıla) dalanlarla birlikte biz de dalardık.” Bâtıla dalar ve onunla hakka karşı mücadele verirdik.
46.
“Hesap gününü de yalanlardık.” İşte batıla dalmanın sonuçları budur: Hakkı hakikati yalanlamak. En büyük hakikatlerden biri de hesap günüdür.
Hesap günü, amellerin karşılığının verileceği, Yüce Allah’ın mutlak egemenliğinin ve diğer mahlukat hakkındaki adaletli hükmünün ortaya çıkacağı gündür.
47. İşte biz bu batıl yol üzere amelimizi sürdürüp gittik.
“Nihâyet ölüm bize (bu haldeyken) gelip çattı.” Kâfir olarak öldükleri için artık hiçbir çareleri kalmadı ve karşılarında umut kapıları büsbütün kapanmış oldu.
48.
“Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez” Çünkü şefaatçiler, ancak Allah’ın şefaate mazhar olmasına razı olduğu kimselere şefaat edebilirler. Bunların amellerinden ise Allah asla razı olmamıştır.
#
{49 ـ 53} فلمَّا بيَّن الله مآل المخالفين وبيَّن ما يفعل بهم؛ عطف على الموجودين بالعتاب واللوم، فقال: {فما لهم عن التَّذْكِرَةِ معرِضينَ}؛ أي: صادَّين غافلين عنها، {كأنَّهم}: في نفرتِهِم الشديدة منها {حمُرٌ مستنفرةٌ}؛ أي: [كأنّهم] حمُرُ وحشٍ نفرتْ؛ فنفَّر بعضُها بعضاً فزاد عَدْوُها، {فرَّتْ من قَسْوَرَةٍ}؛ أي: من صائدٍ ورامٍ يريدها أو من أسدٍ ونحوه، وهذا من أعظم ما يكون من النُّفور عن الحقِّ، ومع هذا النفور والإعراض يدَّعون الدَّعاوي الكبار؛ فيريد {كلُّ} واحد {منهم أن يُؤْتى صُحُفاً منشَّرةً}: نازلة عليه من السماء؛ يزعم أنَّه لا ينقاد للحقِّ؛ إلاَّ بذلك، وقد كذَّبوا؛ فإنَّهم لو جاءتهم كلُّ آيةٍ؛ لم يؤمنوا حتى يروا العذاب الأليم؛ لأنَّهم جاءتهم الآياتُ البيناتُ، التي تبيِّن الحقَّ وتوضِّحه؛ فلو كان فيهم خيرٌ؛ لآمنوا، ولهذا قال: {كلاَّ}؛ أي: لا نعطيهم ما طلبوا، وهم ما قصدوا بذلك إلاَّ التعجيز، {بل لا يخافونَ الآخرةَ}: فلو كانوا يخافونها؛ لما جرى منهم ما جرى.
49-51. Yüce Allah, bu şekilde muhalefet edenlerin âkıbetini ve onlara neler yapılacağını açıkladıktan sonra,
hayatta bulunanlara azarda bulunup kınayıcı ifadeler kullanarak şöyle buyurmaktadır: “Ne oluyor onlara ki öğütten yüz çeviriyorlar?” Ondan gafildirler ve uzak durmaktadırlar. Bu öğütten hızlıca kaçışları dolayısı ile tıpkı
“aslandan ürküp kaçan yaban eşekleri.” gibidirler. Biri diğerini ürküttüğü için daha da hızlı koşan, bir avcının yahut kendisini öldürmek isteyen bir atıcının yahut bir aslan veya benzeri bir yırtıcı hayvanın şerrinden kurtulmak için kaçışan yaban eşeklerine benzerler. Bu da haktan uzaklaşıp kaçışın en ileri bir derecesidir. Bu şekilde kaçıp yüz çevirmekle birlikte onlar,
pek büyük iddialarda da bulunmaktadırlar:
52.
“Dahası onlardan her biri, kendisine” üzerine semâdan inmiş
“açılıp okunan sahifeler verilmesini bekliyor.” ve ancak bu yolla hakka boyun eğeceğini ileri sürüyor. Halbuki onlar yalan söylüyorlar. Çünkü onlara her türlü mucize ve âyet gelecek olsa dahi, can yakıcı azabı görmedikçe iman etmeyeceklerdir. Çünkü onlara hakkı açıkça ortaya koyan, açık seçik âyet ve belgeler gelmiştir. Şâyet hayırlı bir özellikleri bulunsaydı mutlaka iman ederlerdi.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
53.
“Asla!” Yani Biz, onlara istediklerini vermeyeceğiz. Onlar, bu sözleri ile sadece dmeogoji yapıp karşı tarafı bastırmak istiyorlar. “Doğrusu onlar, âhiretten korkmuyorlar.” Eğer âhiretten korksalardı bu yaptıklarını yapmazlardı.
#
{54 ـ 56} {كلاَّ [إنَّه] تذكرةٌ}: الضمير إمَّا أن يعود على هذه السورة أو على ما اشتملتْ عليه من هذه الموعظة، {فَمَن شاء ذَكَرَهُ}: لأنَّه قد بيَّن له السبيل ووضَح له الدَّليل. {[وما يَذْكُرون] إلاَّ أن يشاءَ اللهُ}: فإنَّ مشيئة اللَّه نافذةٌ عامَّةٌ، لا يخرج عنها حادثٌ قليلٌ ولا كثيرٌ؛ ففيها ردٌّ على القدريَّة، الذين لا يُدْخِلون أفعال العباد تحت مشيئة الله، والجبريَّة، الذين يزعمون أنَّه ليس للعبد مشيئةٌ ولا فعلٌ حقيقةً، وإنَّما هو مجبور على أفعاله، فأثبت تعالى للعباد مشيئةً حقيقةً وفعلاً، وجعل ذلك تابعاً لمشيئته، و {وهو أهلُ التَّقوى وأهل المغفرةِ}؛ أي: هو أهل أن يُتَّقى ويُعبد؛ لأنَّه الإله الذي لا تنبغي العبادة إلاَّ له، وأهلٌ أن يَغْفِرَ لمن اتَّقاه واتَّبع رضاه.
54.
“Asla! Gerçek şu ki o, bir öğüttür.” Burada
“o” zamiri ya bu sûreye aittir yahut da bu sûrenin ihtiva ettiği öğüte aittir.
55. “Dileyen ondan öğüt alır.” Çünkü ona yol açıklanmış ve gerekli deliller ortaya konulmuştur.
56.
“Allah dilemedikçe de öğüt alamazlar.” Çünkü Allah’ın meşîeti her şeyi kapsar ve her şeyde geçerlidir. Az-çok, küçük-büyük hiçbir şey, O’nun dışına çıkamaz.
Bu buyruk ile kulların fiillerini Allah’ın meşîeti kapsamında görmeyen Kaderiye ile kulun hiçbir meşîetinin olmadığını, gerçek manada fiilinin ona ait olmadığını, kulun fiillerini yapmaya mecbur olduğunu iddia eden Cebriye’nin kanaatleri reddedilmektedir.
Zira burada Yüce Allah, hem kulların gerçek manada bir irade ve fiillerinin bulunduğunu ortaya koymakta hem de bunu kendi iradesine tabi kılmaktadır.
"O, kendisinden korkulmaya lâyık olandır, bağışlamak da O’na yaraşır.” Yani O, kendisinden korkulmaya, ibadet olunmaya layık olandır. Çünkü O, kendisinden başka ibadet olunmaması gereken tek gerçek ilâhtır. Kendisinden korkan, rızasına uyan kimselere de mağfiret edendir.
Müddessir Sûresi’nin tefsiri burada sona ermektedir.
Hamd Yüce Allah’adır, minnet duygularımız O’nadır.
***