Ayet:
58- MÜCADELE SÛRESİ
58- MÜCADELE SÛRESİ
(Medine’de inmiştir. 22 âyettir)
Ayet: 1 - 4 #
{قَدْ سَمِعَ اللَّهُ قَوْلَ الَّتِي تُجَادِلُكَ فِي زَوْجِهَا وَتَشْتَكِي إِلَى اللَّهِ وَاللَّهُ يَسْمَعُ تَحَاوُرَكُمَا إِنَّ اللَّهَ سَمِيعٌ بَصِيرٌ (1) الَّذِينَ يُظَاهِرُونَ مِنْكُمْ مِنْ نِسَائِهِمْ مَا هُنَّ أُمَّهَاتِهِمْ إِنْ أُمَّهَاتُهُمْ إِلَّا اللَّائِي وَلَدْنَهُمْ وَإِنَّهُمْ لَيَقُولُونَ مُنْكَرًا مِنَ الْقَوْلِ وَزُورًا وَإِنَّ اللَّهَ لَعَفُوٌّ غَفُورٌ (2) وَالَّذِينَ يُظَاهِرُونَ مِنْ نِسَائِهِمْ ثُمَّ يَعُودُونَ لِمَا قَالُوا فَتَحْرِيرُ رَقَبَةٍ مِنْ قَبْلِ أَنْ يَتَمَاسَّا ذَلِكُمْ تُوعَظُونَ بِهِ وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرٌ (3) فَمَنْ لَمْ يَجِدْ فَصِيَامُ شَهْرَيْنِ مُتَتَابِعَيْنِ مِنْ قَبْلِ أَنْ يَتَمَاسَّا فَمَنْ لَمْ يَسْتَطِعْ فَإِطْعَامُ سِتِّينَ مِسْكِينًا ذَلِكَ لِتُؤْمِنُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ وَتِلْكَ حُدُودُ اللَّهِ وَلِلْكَافِرِينَ عَذَابٌ أَلِيمٌ (4)}.
1- Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah elbette işitmiştir. Allah ikinizin karşılıklı konuşmasını işitiyordu. Şüphesiz Allah her şeyi işitendir, görendir. 2- İçinizden hanımlarına zıhâr yapanların hanımları onların anaları değildir. Onların anaları ancak onları doğuranlardır. Gerçekten bu kimseler, çok çirkin bir söz ve yalan söylemektedirler. Şüphesiz Allah pek affedicidir, çok bağışlayıcıdır. 3- Hanımlarına zıhâr yapıp (da ayrılmaya azmeden) sonra da bu sözlerinden dönenler, (hanımları ile) ilişki kurmadan önce bir köle azad etmelidirler. Size öğüt verilen (hüküm) işte budur. Allah yaptıklarınızdan haberdardır. 4- Bunu bulamayan kimse (eşiyle) ilişki kurmadan önce peşpeşe iki ay oruç tutmalıdır. Buna güç yetiremeyen kimse de altmış yoksulu doyurmalıdır. Bu (kefaret hükmü) Allah’a ve Rasûlüne iman etmeniz içindir. Bunlar, Allah’ın koyduğu sınırlardır. Kâfirler için de can yakıcı bir azap vardır.
#
{1} نزلت هذه الآيات الكريماتُ في رجل من الأنصار اشتكتْه زوجته إلى الله وجادلته إلى رسول الله - صلى الله عليه وسلم - لمَّا حرَّمها على نفسه بعد الصُّحبة الطويلة والأولاد، وكان هو رجلاً شيخاً كبيراً، فشكتْ حالَها وحالَه إلى الله وإلى رسول الله - صلى الله عليه وسلم -، وكرَّرت ذلك، وأبدتْ فيه وأعادتْ، فقال تعالى: {قد سَمِعَ الله قولَ التي تجادِلُك في زوجها وتَشْتَكي إلى الله واللهُ يسمعُ تحاوُرَكما}؛ أي: تخاطُبَكما فيما بينكما. {إنَّ الله سميعٌ}: لجميع الأصوات في جميع الأوقات على تفنُّن الحاجات. {بصيرٌ}: يبصر دبيبَ النملة السوداء، على الصَّخرة الصمَّاء، في الليلة الظلماء. وهذا إخبارٌ عن كمال سمعه وبصره، وإحاطتهما بالأمور الدَّقيقة والجليلة، وفي ضمن ذلك الإشارة بأنَّ الله [تعالى] سيزيلُ شكواها ويرفع بلواها، ولهذا ذكر حكمها وحكمَ غيرها على وجه العموم، فقال:
1. Bu âyet-i kerimeler, ensardan bir kişi hakkında inmiştir. Bu kişinin, uzun bir beraberlik döneminden ve çoluk çocuğu olduktan sonra hanımını kendisine (zıhar yoluyla) haram kılması üzerine hanımı, ondan yana Allah’a şikâyette bulunmuş ve onun hakkında Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile tartışmıştı. Ensardan olan bu kişi, oldukça yaşlı birisi idi. Kadın, kendisinin de kocasının da durumunu Allah’a ve Rasûlü’ne bildirmiş, bu konuda ısrar etmişti. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah elbette işitmiştir. Allah ikinizin” kendi aranızdaki “karşılıklı konuşmasını işitiyordu. Şüphesiz Allah” pek çok ihtiyaçların dile getirildiği bütün sesleri her zaman “işitendir, görendir.” O, siyah karıncanın kapkaranlık bir gecede kara kaya üzerindeki hareketini dahi görür. Bu, Yüce Allah’ın işitme ve görmesinin kemâl derece olduğunu, küçük-büyük bütün işleri kuşattığını haber veren bir buyruktur. Bunun kapsamında Yüce Allah’ın bu kadının şikâyetini ve sınandığı bu sıkıntıyı kaldıracağına dair de bir işaret vardır. Bundan dolayı Yüce Allah, hem bu kadının hem de diğerlerinin hükmünü genel olarak söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{2} {الذين يظاهِرونَ منكم من نسائِهِم ما هنَّ أمَّهاتِهم إن أمَّهاتُهم إلاَّ اللاَّئي وَلَدْنَهم}: المظاهرة من الزوجة أن يقولَ الرجل لزوجته: أنت عليَّ كظهرِ أمِّي، أو غيرها من محارمه، أو أنت عليَّ حرامٌ. وكان المعتاد عندَهم في هذا اللفظ الظهر، ولهذا سماه الله ظِهاراً، فقال: {الذين يظاهِرون منكم من نسائِهِم ما هنَّ أمَّهاتِهم}؛ أي: كيف يتكلَّمون بهذا الكلام الذي يعلمون أنَّه لا حقيقة له، فيشبهون أزواجهم بأمَّهاتِهم اللاَّتي ولدنهم؟! ولهذا عظَّم الله أمره وقبَّحه، فقال: {وإنَّهم لَيقولونَ منكراً من القول وزوراً}؛ أي: قولاً شنيعاً وكذباً ، {وإنَّ الله لَعَفُوٌّ غفورٌ}: عمَّن صَدَرَ منه بعضُ المخالفات فتداركَها بالتَّوْبَةِ النَّصوح.
2. Hanıma zıhâr yapmak, kocanın hanımına: “Sen benim için annemin (yahut anne dışında mahrem olan kadınlardan herhangi birisini belirterek) sırtı gibisin”, ya da “Sen bana haramsın”, demesidir. Bu hususta Araplarca kullanılması adet olan (ve sırt anlamına gelen): “ظهر/zahr” kelimesi kullanıldığından dolayı Yüce Allah buna “zıhâr” adını vermiş ve: “İçinizden hanımlarına zıhâr yapanların hanımları onların anaları değildir” buyurmuştur. Yani nasıl olur da gerçekle ilgisi olmadığını bildikleri böyle bir sözü söyleyerek hanımlarını, kendilerini doğuran annelerine benzetirler? Bundan dolayı Yüce Allah bunun çok vahim bir şey olduğunu belirtip çirkinliğini dile getirerek şöyle buyurmaktadır: “Gerçekten bu kimseler, çok çirkin bir söz ve yalan” son derece feci ve gerçekle ilgisi olmayan bir söz “söylemektedirler.” “Şüphesiz Allah” birtakım muhalif davranışlar işlemekle birlikte samimi tevbe ile bunları telâfi eden kimselere karşı “pek affedicidir, çok bağışlayıcıdır.”
#
{3} {والذين يظاهِرونَ من نسائِهِم ثم يعودونَ لِما قالوا}: اختلف العلماء في معنى العَوْد، فقيل معناه العزمُ على جماع مَنْ ظاهر منها، وأنَّه بمجرَّد عزمِهِ؛ تجب عليه الكفَّارة المذكورة، ويدلُّ على هذا أنَّ الله تعالى ذَكَرَ في الكفَّارة أنَّها تكون قبل المسيس، وذلك إنَّما يكون بمجرَّد العزم، وقيل: معناه حقيقةُ الوطءِ، ويدلُّ على ذلك أنَّ الله قال: {ثم يعودونَ لِما قالوا}، والذي قالوا إنَّما هو الوطءُ، وعلى كلٍّ من القولين؛ فإذا وُجِدَ العَوْدُ؛ صار كفارةُ هذا التحريم {تحرير رقبةٍ}: مؤمنةٍ؛ كما قُيِّدَتْ في آية القتل ؛ ذكرٍ أو أنثى؛ بشرط أن تكون سالمةً من العيوب الضارَّة بالعمل {من قبل أن يَتَماسَّا}؛ أي: يلزم الزوج أن يترك وطء زوجته التي ظاهر منها حتى يكفِّرَ برقبة. {ذلكم}: الحكم الذي ذكرناه لكم {توعظونَ به}؛ أي: يبيِّن لكم حكمه مع الترهيب المقرون به؛ لأن معنى الوعظ ذكر الحكم مع الترغيب والترهيب فالذي يريد أن يظاهر؛ إذا ذَكَرَ أنَّ عليه عتقَ رقبةٍ؛ كفَّ نفسه عنه. {واللهُ بما تعملونَ خبيرٌ}: فيجازي كلَّ عامل بعمله.
3. “Hanımlarına zıhâr yapıp (da ayrılmaya azmeden) sonra da bu sözlerinden dönenler” buyruğundaki “dönenler” ifadesinin anlamının ne olduğu hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Bir görüşe göre bundan kasıt, zıhâr yaptığı hanımı ile cima etmeye karar vermesi demektir. Sadece buna karar vermesi dolayısı ile sözü edilen kefâreti yerine getirmesi gerekmektedir. Buna da Yüce Allah’ın keffâretin cinsel temastan önce gerçekleşeceğine dair açıklaması delildir. Bu da yalnızca karar vermekle olur. Diğer bir görüşe göre dönmek, gerçek manada ilişki kurmaktır. Buna da Yüce Allah’ın: “Sonra da bu sözlerinden dönenler” buyruğu delildir. Çünkü bunların söyledikleri söz, ilişki kurmak hakkındadır. Her iki görüşe göre de “dönme” söz konusu olduğu takdirde bu haram kılmanın kefâreti, -adam öldürme âyetinin (en-Nisâ, 4/92) kayıtladığı üzere- mü’min bir köleyi azat etmektir. Kölenin erkek veya kadın olması fark etmez. Ancak çalışmaya engel olacak kusurlardan uzak olması şarttır. Bu köle azadı “(hanımları ile) ilişki kurmadan önce” olmalıdır. Yani koca bir köle azad etmek sureti ile kefâret ödemedikçe zıhâr yaptığı karısı ile ilişki kurmaktan uzak durmalıdır. "Size öğüt verilen (hüküm) işte budur” açıklamış olduğumuz bu hükümdür. Yüce Allah, sizlere hükmünü uyarı ile birlikte açıklıyor. Çünkü öğüt vermek, uyarı ve teşvik ile birlikte hükmü zikretmektir. Böylece zıhâr yapmak isteyen kimse, bir köle azat etme yükümlülüğü ile karşı karşıya kalacağını hatırlayacak olursa bu işten uzak durur. "Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” Ve herkese amelinin karşılığını verecektir.
#
{4} {فمن لم يجِدْ}: رقبةً يُعْتِقُها؛ بأن لم يجِدْها أو لم يجِدْ ثَمَنَها، {فـ} عليه {صيامُ شهرين متتابعين من قبل أن يَتَماسَّا فمَن لمْ يَسْتَطِعْ}: الصيام، {فإطعامُ ستينَ مسكيناً}: إمَّا أنْ يطعِمَهم من قوت بلده ما يكفيهم؛ كما هو قول كثيرٍ من المفسِّرين، وإمَّا أنْ يطعِمَ كلَّ مسكين مُدَّ بُرٍّ أو نصفَ صاع من غيره مما يُجْزِي في الفطرة؛ كما هو قول طائفة أخرى. {ذلك}: الحكم الذي بيَّنَّاه لكم ووضَّحناه، {لتؤمِنوا بالله ورسولِهِ}: وذلك بالتزام هذا الحكم وغيره من الأحكام والعمل به؛ فإنَّ التزام أحكام الله والعمل بها من الإيمانِ، بل هي المقصودةُ، ويزداد بها الإيمانُ ويكمُلُ وينمو. {وتلك حدودُ اللهِ}: التي تمنع من الوقوع فيها، فيجب أن لا تُتَعَدَّى ولا يُقَصَّرَ عنها. {وللكافرين عذابٌ أليمٌ}.
4. “Bunu” azad edecek bir köle yahut onun bedelini “bulamayan kimse (eşiyle) ilişki kurmadan önce peşpeşe iki ay oruç tutmalıdır.” “Buna” oruç tutmaya “yetiremeyen kimse de altmış yoksulu doyurmalıdır.” Ya -pek çok müfessirin dediği gibi- kendi ülkesinin temel gıdasından onlara yetecek kadarını verir yahut da -bir başka kesimin dediği üzere- her bir yoksula bir mud buğday yahut da onun dışında fıtır sadakası olarak verilebilen şeylerden yarım sa’ verir. Size açıklamış olduğumuz “bu (kefaret hükmü) Allah’a ve Rasûlüne iman etmeniz içindir.” Bu da ona ve diğer hükümlere bağlanmanız ve gereğince amel etmeniz ile olur. Allah’ın hükümlerine bağlanıp gereklerince amel etmek de imandandır. Hatta asıl maksat bunlardır. Bunlarla iman artar, kemâle erir ve gelişme gösterir. "Bunlar Allah’ın koyduğu sınırlardır.” Bu sınırlar, yasaklara düşmeyi engeller. O bakımdan bu sınırların aşılmaması ve onlara karşı kusur işlenmemesi gerekir. “Kâfirler için de can yakıcı bir azap vardır.”
Bu âyet-i kerimelerde birtakım hükümler bulunmaktadır ki bazıları şunlardır: 1. Yüce Allah, kullarına karşı çok lütufkârdır, onlara önem vermektedir. Çünkü Yüce Allah, bu musibetzede hanımın şikâyetini söz konusu etmekte, şikâyet konusunu izale edip onun başındaki bu musibeti kaldırmaktadır. Hatta genel hükmü itibari ile böyle bir sıkıntıyı, bu durum ile karşı karşıya kalan herkesten kaldırmıştır. 2. Zıhâr; hanımı haram kılmaya dair özel bir durumdur. Çünkü Yüce Allah: “Hanımlarına zıhâr yapanlar” buyurmaktadır. Buna göre bir kimse, cariyesini kendisine haram kılacak olursa bu zıhâr olmaz. Aksine bu; yiyecek, içecek vb. gibi helâl olan şeyleri haram kılmak kabilindendir ki, bunlardan dolayı sadece yemin kefâreti vermek gerekir. 3. Bir hanım ile evlenmeden önce ona karşı yapılan zıhâr geçersizdir. Çünkü zıhâr yaptığı vakitte o kadın, onun hanımı değildir. Nitekim böyle bir hanımı boşaması da geçerli olmaz. İster bunu hemen diye ifadelendirsin, ister başka bir şarta bağlı olarak yapsın, fark etmez. 4. Zıhâr yapmak haramdır. Çünkü Yüce Allah bunu: “çok çirkin bir söz ve yalan” olarak nitelendirmiştir. 5. Yüce Allah, hem hükme hem de bu hükmün hikmetine dikkat çekmektedir. Zira Yüce Allah: “Hanımları onların anaları değildir” buyurmaktadır. 6. Kocanın hanımına “anacığım, kardeşim/bacım” ve benzeri ifadelerle seslenmesi mekruhtur. Çünkü bu, haram bir işe benzemektedir. 7. Keffaret sırf zıhâr yapmakla değil zıhâr yapanın söylediği sözden dönmesi sureti ile farz olur. Bu dönmenin ne olduğu da az önce iki görüş şeklinde geçmişti. 8. Keffaret maksadı ile azat edilen kölenin küçük, büyük, erkek veya kadın olması fark etmez. Çünkü bu konuda âyet-i kerimenin ifadesi mutlaktır. 9. Eğer köle azat edilecekse yahut oruç tutulacaksa bunun ilişkiden önce gerçekleştirilmesi gerekir. Nitekim Yüce Allah, bunu böyle kayıtlamıştır. Yemek yedirme keffâreti ise böyle değildir. Bu kefaret yerine getirilirken kadınla ilişki kurmak caiz olur. 10. Temastan önce keffârette bulunmanın farz kılınışındaki hikmet, bunun bu keffâreti gerçekleştirmeyi daha bir tetikleyici olması olsa gerektir. Çünkü bu kimse hanımı ile ilişkide bulunmayı arzu etmekle birlikte bunun ancak keffâretten sonra mümkün olduğunu bilirse bu keffâreti bir an önce yerine getirmek için elini çabuk tutar. 11. Altmış yoksulu doyurmakta altmış kişi olması şarttır. Altmış yoksulun yemeğini bir araya toplasa ve onu bir kişiye yahut da altmıştan daha az sayıda kimseye verecek olursa bu caiz olmaz. Çünkü Yüce Allah: “Altmış yoksul doyurmalıdır” buyurmaktadır.
Ayet: 5 #
{إِنَّ الَّذِينَ يُحَادُّونَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ كُبِتُوا كَمَا كُبِتَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ وَقَدْ أَنْزَلْنَا آيَاتٍ بَيِّنَاتٍ وَلِلْكَافِرِينَ عَذَابٌ مُهِينٌ (5)}.
5- Şüphesiz Allah ve Rasûlüne karşı çıkanlar, kendilerinden öncekiler nasıl hor ve hakir kılınmışlarsa öylece hor ve hakir kılınacaklardır. Nitkeim biz gerçekten apaçık âyetler indirdik. Kâfirler için ise alçaltıcı bir azap vardır.
#
{5} محادَّة الله ورسوله مخالفتُهما ومعصيتُهما، خصوصاً في الأمور الفظيعة؛ كمحادَّة الله ورسوله بالكفر ومعاداة أولياء الله. وقوله: {كُبِتُوا كما كُبِتَ الذين من قبلهم}؛ أي: أذِلُّوا وأهينوا كما فُعِلَ بمن قبلَهم جزاءً وِفاقاً، وليس لهم حجَّةٌ على الله؛ فإنَّ الله قد قامت حجَّته البالغةُ على الخلق، وقد أنزل من الآيات البيِّناتِ والبراهين ما يبيِّنُ الحقائق ويوضِّحُ المقاصدَ؛ فمن اتَّبعها وعمل عليها، فهو من المهتدين الفائزين. {وللكافرين}: بها {عذابٌ مهينٌ}؛ أي: يهينهم ويُذِلُّهم؛ فكما تكبَّروا عن آيات الله؛ أهانهم وأذلَّهم.
5. Allah ve Rasûlüne karşı çıkmak, onlara muhalefet ve isyan etmek demektir. Özellikle de küfür ve Allah dostlarına düşmanlık etmek gibi oldukça büyük günahlarla isyana kalkışmak böyledir. “Kendilerinden öncekiler nasıl hor ve hakir kılınmışlarsa öylece hor ve hakir kılınacaklardır.” Kendilerinden öncekilere amellerine uygun bir ceza olmak üzere ne yapıldıysa aynı şekilde bunlara da yapılacak, onlar gibi zelil, hor ve hakir edilecekler. Onların Allah’a karşı bir mazeretleri de yoktur. Çünkü Yüce Allah’ın apaçık delili bütün insanlara karşı net bir şekilde ortaya konulmuştur. Yüce Allah, pek açık âyetler, hakikatleri beyan edip maksatları açıklayacak şekilde kat’i deliller indirmiş bulunmaktadır. Kim bunlara uyar, gereklerince amel ederse işte o, hidâyet bulanlardan ve kurtuluşa erenlerdendir. Bunları inkâr eden “kâfirler için ise alçaltıcı bir azap vardır.” Bu azap onları alçaltır ve zelil kılar. Allah’ın âyetlerine karşı büyüklenmelerine karşılık Allah onları alçaltır ve zelil kılar.
Ayet: 6 - 7 #
{يَوْمَ يَبْعَثُهُمُ اللَّهُ جَمِيعًا فَيُنَبِّئُهُمْ بِمَا عَمِلُوا أَحْصَاهُ اللَّهُ وَنَسُوهُ وَاللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدٌ (6) أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللَّهَ يَعْلَمُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ مَا يَكُونُ مِنْ نَجْوَى ثَلَاثَةٍ إِلَّا هُوَ رَابِعُهُمْ وَلَا خَمْسَةٍ إِلَّا هُوَ سَادِسُهُمْ وَلَا أَدْنَى مِنْ ذَلِكَ وَلَا أَكْثَرَ إِلَّا هُوَ مَعَهُمْ أَيْنَ مَا كَانُوا ثُمَّ يُنَبِّئُهُمْ بِمَا عَمِلُوا يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّ اللَّهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ (7)}.
6- O gün Allah hepsini diriltecek ve yaptıklarını onlara haber verecektir. Allah, amellerini bir bir kaydetmiştir, onlar ise unutmuşlardır. Allah, her şeye şahittir. 7- Görmez misin ki Allah gökte ve yerde ne varsa hepsini bilir. Üç kişi fısıldaşsa mutlaka O, onların dördüncüleridir. Beş kişi fısıldaşsa mutlaka O, onların altıncılarıdır. İster bundan az ister daha çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar O, mutlaka onlarla beraberdir. Sonra O, Kıyamet gününde onlara yaptıklarını haber verecektir. Şüphesiz Allah her şeyi bilendir.
#
{6} يقول الله تعالى: {يوم يبعثهم اللهُ} الخلقَ جميعاً فيقومون من أجداثهم سريعاً، فيجازيهم بأعمالهم؛ وينبِّئهم بما عملوا من خيرٍ وشرٍّ؛ لأنَّه علم ذلك وكتبه في اللوح المحفوظ، وأمر الملائكة الكرام الحَفَظَة بكتابته، هذا والعاملون قد نسوا ما عملوه والله أحصى ذلك. {والله على كلِّ شيءٍ شهيدٌ}: على الظَّواهر والسَّرائر والخبايا والخفايا.
6. Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: “O gün Allah hepsini” bütün yaratıkları “diriltecek” öldükten sonra kaldıracak, hızlıca kabirlerinden ayağa kalkacaklar, amellerinin karışılığı kendilerine verilecek, hayır ve şer türünden “yaptıklarını onlara haber verecektir.” Çünkü O, bütün bunları bilendir. “Allah amellerini bir bir kaydetmiştir” Levh-i Mahfuz’da yazmış, Hafaza meleklerine de yaptıklarını yazmalarını emretmiştir. Halbuki “onlar” yani o amellerde bulunanlar yapmış olduklarını “unutmuşlardır.” Allah ise onları tek tek zaptetmiştir. "Allah her şeye şahittir.” Gizliye de, açığa da, saklananlara da, gizlenenlere de. İşte bundan dolayı Yüce Allah, göklerde ve yerde bulunan büyük-küçük her şeyi kuşatan bilgisini ve bu bilgisinin genişliğini haber vermek üzere şöyle buyurmaktadır:
#
{7} ولهذا أخبر عن سعةِ علمه وإحاطته بما في السماواتِ والأرض من دقيق وجليل، وأنَّه {ما يكون من نَجْوى ثلاثةٍ إلاَّ هو رابِعُهم ولا خمسةٍ إلاَّ هو سادِسُهم ولا أدنى مِن ذلك ولا أكثر إلاَّ هو مَعَهُم أينما كانوا}: والمراد بهذه المعيَّة معيَّةُ العلم والإحاطة بما تناجَوْا به وأسرُّوه فيما بينَهم، ولهذا قال: {إنَّ الله بكلِّ شيءٍ عليمٌ}.
7. Buradaki “beraberlik”ten kasıt, hem onları hem de kendi aralarında fısıldaşıp sakladıkları her şeyi bilmek ve onlardan haberdar olmak anlamındaki beraberliktir. Bundan dolayı Yüce Allah: “Şüphesiz Allah her şeyi bilendir” buyurmaktadır.
Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 8 - 9 #
{أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ نُهُوا عَنِ النَّجْوَى ثُمَّ يَعُودُونَ لِمَا نُهُوا عَنْهُ وَيَتَنَاجَوْنَ بِالْإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَمَعْصِيَتِ الرَّسُولِ وَإِذَا جَاءُوكَ حَيَّوْكَ بِمَا لَمْ يُحَيِّكَ بِهِ اللَّهُ وَيَقُولُونَ فِي أَنْفُسِهِمْ لَوْلَا يُعَذِّبُنَا اللَّهُ بِمَا نَقُولُ حَسْبُهُمْ جَهَنَّمُ يَصْلَوْنَهَا فَبِئْسَ الْمَصِيرُ (8) يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِذَا تَنَاجَيْتُمْ فَلَا تَتَنَاجَوْا بِالْإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَمَعْصِيَتِ الرَّسُولِ وَتَنَاجَوْا بِالْبِرِّ وَالتَّقْوَى وَاتَّقُوا اللَّهَ الَّذِي إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ (9)}.
8- Kendilerine fısıldaşma yasaklandıktan sonra kendilerine yasaklanan şeye dönen ve günah, düşmanlık ve Peygambere isyan olan hususlarda fısıldaşan kimseleri gördün mü? Üstelik onlar yanına geldiklerinde seni, Allah’ın seni selâmlamadığı şekilde selâmlarlar ve kendi aralarında da: “Hani, söylediklerimiz sebebiyle Allah bize azap etse ya!” derler. Cehennem onlara yeter! Oraya girip yanacaklar. O, ne kötü bir dönüş yeridir! 9- Ey iman edenler! Birbirinizle fısıldaştığınız zaman günah, düşmanlık ve Peygambere isyan olan hususlarda fısıldaşmayın. İyilik ve takvâ olan hususlarda fısıldaşın ve huzurunda toplanacağınız Allah’tan korkup sakının.
#
{8 ـ 9} النَّجْوى هي التناجي بين اثنين فأكثر، وقد تكون في الخير وتكونُ في الشرِّ، فأمر الله المؤمنين أنْ يَتَناجَوْا بالبرِّ، وهو اسمٌ جامعٌ لكلِّ خيرٍ وطاعةٍ وقيام بحقِّ الله وحقِّ عباده ، والتَّقوى، وهي هنا اسمٌ جامعٌ لترك جميع المحارم والمآثم؛ فالمؤمن يمتثل هذا الأمر الإلهيَّ؛ فلا تجده مناجياً ومتحدثاً إلاَّ بما يقرِّبه إلى الله ويباعده من سخطه، والفاجر يتهاونُ بأمر الله ويناجي بالإثم والعدوان ومعصية الرسول؛ كالمنافقين الذين هذا دأبهم وحالهم مع الرسول - صلى الله عليه وسلم -، قال تعالى: {وإذا جاؤوك حَيَّوْكَ بما لمْ يُحَيِّكَ به الله}؛ أي: يسيئون الأدب في تحيَّتهم لك، {ويقولونَ في أنفُسِهم}؛ أي: يسرُّون فيها ما ذكره عالم الغيب والشهادة عنهم، وهو قولهم: {لولا يُعَذِّبنا الله بما نقولُ}: ومعنى ذلك أنَّهم يتهاونون بذلك، ويستدلُّون بعدم تعجيل العقوبة عليهم أنَّ ما يقولونه غيرُ محذورٍ، قال تعالى في بيان أنَّه يمهِلُ ولا يهمِلُ: {حَسْبُهُم جهنَّمُ يَصْلَوْنها فبئس المصيرُ}؛ أي: تكفيهم جهنَّم التي جمعت كلَّ عذابٍ وشقاء عليهم، تحيط بهم ويعذَّبون بها؛ فبئس المصير. وهؤلاء المذكورون إما أناس من المنافقين، يظهِرون الإيمان ويخاطبون الرسول - صلى الله عليه وسلم - بهذا الخطاب الذي يوهمون أنَّهم أرادوا به خيراً، وهم كذبةٌ في ذلك، وإما أناسٌ من أهل الكتاب الذين إذا سلَّموا على رسول الله - صلى الله عليه وسلم -؛ قالوا: السام عليك يا محمد. يعنون: الموت.
8-9. Fısıldaşma, iki ya da daha çok kişinin kendi aralarında gizlice konuşmalarıdır. Bu hayır için de olabilir, şer için de olabilir. Yüce Allah, mü’minlere iyilik hususunda fısıldaşmalarını emretmektedir. İyilik (البر); her türlü hayır ve itaati ifade eden, Allah’ın ve kulların haklarını yerine getirme anlamına gelen kapsamlı bir isimdir. Takvâ ise burada bütün haram ve günahları terk etmeyi ifade eden kapsamlı bir isimdir. Mü’min ilâhî emre uyar. Bu yüzden onun ancak kendisini Allah’a yakınlaştıracak ve gazabından uzaklaştıracak şeyleri fısıldaştığını ve konuştuğunu görmek mümkündür. Günahkâr ise Allah’ın emrini önemsemez. Günah, düşmanlık ve peygambere isyan olan şeyleri fısıldaşır. Nitekim münafıkların Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e karşı takınageldikleri tavırları ve durumları da işte böyledir. "Onlar yanına geldiklerinde seni, Allah’ın seni selâmlamadığı şekilde selâmlarlar” Yani onlar, sana selâm verdiklerinde edebe aykırı hareket ederler. "Ve kendi aralarında da: “Hani, söylediklerimiz sebebiyle Allah bize azap etse ya!” derler.” Onlar bu fısıldaşmaları esnasında gizliyi ve açığı bilenin, onların söylediklerini naklettiği bu sözü gizlice söylerler. Bunun anlamı da şudur: Onlar bu işi önemsememektedirler. Kendilerine cezanın çabucak verilmeyişini, söyledikleri sözlerin sakıncalı olmadığına delil görürler. Yüce Allah ise mühlet vermekle birlikte, ihmal etmediğini açıklamak üzere şöyle buyurmaktadır: “Cehennem onlara yeter! Oraya girip yanacaklar.” Yani her türlü azap ve bedbahtlığı kendisinde toplamış olan cehennem onlara yeter. O, onları kuşatacak, onlar da cehennemde azap göreceklerdir. “O” cehennem “ne kötü bir dönüş yeridir!” Ne kötü bir sondur! Bu buyruklarda sözü edilen kimseler ya iman ettiklerini açıklamakla birlikte Allah Rasûlü’ne bu şekilde hitap eden ve hayır murad ettikleri izlenimi verip bu hususta yalan söyleyen bir grup münafıktır yahut da Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e selâm verdiklerinde: “es-Sâmu aleyke ya Muhammed/Ölüm sana olsun, ey Muhammed” diye selam veren Kitap ehlinden birtakım kimselerdir.
Ayet: 10 #
{إِنَّمَا النَّجْوَى مِنَ الشَّيْطَانِ لِيَحْزُنَ الَّذِينَ آمَنُوا وَلَيْسَ بِضَارِّهِمْ شَيْئًا إِلَّا بِإِذْنِ اللَّهِ وَعَلَى اللَّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ (10)}.
10- (Bu şekilde) fısıldaşma, ancak şeytandandır ve iman edenlerin üzülmesi içindir. Halbuki o, Allah’ın izni ile olmadıkça onlara hiçbir zarar veremez. O halde mü’minler yalnız Allah’a tevekkül etsinler.
#
{10} يقول تعالى: {إنَّما النَّجوى}؛ أي: تناجي أعداء المؤمنين بالمؤمنين بالمكرِ والخديعة وطلب السوءِ من الشيطان الذي كيدُهُ ضعيفٌ، [ومكره غير مفيد] {ليحزنَ الذين آمنوا}: هذا غايةُ هذا المكر ومقصوده، {وليس بضارِّهم شيئاً إلاَّ بإذنِ الله}: فإنَّ الله [تعالى] وَعَدَ المؤمنين بالكفاية والنصر على الأعداء، وقال تعالى: {ولا يَحيقُ المكرُ السيِّئُ إلاَّ بأهلِهِ}: فأعداء الله ورسوله والمؤمنين مهما تَناجَوْا ومَكَروا؛ فإنَّ ضَرَرَ ذلك عائدٌ إلى أنفسهم ، ولا يضرُّ المؤمنين إلاَّ شيءٌ قدَّره الله وقضاه. {وعلى الله فَلْيَتَوَكَّلِ المؤمنون}؛ أي: ليعتمدوا عليه ويَثِقوا بوعده؛ فإنَّ مَن تَوَكَّلَ على الله؛ كَفاه وكَفاه أمرَ دينِهِ ودُنياه.
10. Mü’minlerin düşmanlarının, mü’minler hakkında hile ve tuzak kurmak maksadı ile yaptıkları “fısıldaşma”, ancak hile ve tuzakları pek zayıf olan “şeytandandır ve iman edenlerin üzülmesi içindir.” İşte hile ve tuzaklarının gayesi ve maksadı budur. "Halbuki o, Allah’ın izni ile olmadıkça onlara hiçbir zarar vermez.” Çünkü Yüce Allah, mü’minlere yardımı ile kâfirlerin hakkından geleceğini, düşmanlarına karşı onlara yardımcı olacağını vaat etmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Kötü düzen ancak sahiplerinin başına geçer.” (Fâtır, 35/43) O halde Allah’ın, Rasûlü’nün ve mü’minlerin düşmanları ne kadar fısıldaşsalar, ne kadar hile ve tuzak kursalar, bunun zararı kendilerine dönecektir. Mü’minlere, Allah’ın takdir edip hükme bağladığından başka hiçbir zararı olmayacaktır. "O halde mü’minler yalnız Allah’a tevekkül etsinler.” Yani yalnız O’na güvenip dayansınlar, O’nun vaadine bel bağlasınlar, Allah’a tevekkül etsinler. Allah’a tevekkül edene Allah, hem düşmanların tuzaklarına karşı yeter, hem din ve dünyasında ona yeter.
Ayet: 11 #
{يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِذَا قِيلَ لَكُمْ تَفَسَّحُوا فِي الْمَجَالِسِ فَافْسَحُوا يَفْسَحِ اللَّهُ لَكُمْ وَإِذَا قِيلَ انْشُزُوا فَانْشُزُوا يَرْفَعِ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا مِنْكُمْ وَالَّذِينَ أُوتُوا الْعِلْمَ دَرَجَاتٍ وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرٌ}.
11- Ey iman edenler! Size meclislerde: “Yer açın” denildiğinde yer açın ki Allah da size (dünya ve ahirette genişlik verip) yer açsın. “Kalkın” denildiğinde de hemen kalkın ki Allah, içinizden iman edenleri ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle yükseltsin. Allah yaptıklarınızdan haberdârdır.
#
{11} هذا أدبٌ من الله لعباده [المؤمنين] إذا اجتمعوا في مجلس من مجالس مجتمعاتهم، واحتاجَ بعضُهم أو بعضُ القادمين [عليهم] للتفسُّح له في المجلس؛ فإنَّ من الأدب أن يَفْسَحوا له؛ تحصيلاً لهذا المقصود، وليس ذلك بضارٍّ للفاسح شيئاً، فيحصلُ مقصود أخيه من غير ضررٍ يلحقه، والجزاء من جنس العمل؛ فإنَّ من فَسَحَ؛ فَسَحَ الله له، ومن وسَّع لأخيه؛ وسَّع الله عليه، {وإذا قيل انشُزوا}؛ أي: ارتفعوا وتَنَحَّوْا عن مجالسكم لحاجةٍ تعرِضُ، {فانشُزوا}؛ أي: فبادروا للقيام لتحصيل تلك المصلحة؛ فإنَّ القيام بمثل هذه الأمور من العلم والإيمان، والله تعالى يرفع أهل العلم والإيمان درجاتٍ بحسب ما خصَّهم [اللَّه] به من العلم والإيمان. {والله بما تعملونَ خبيرٌ}: فيجازي كلَّ عامل بعمله؛ إن خيراً فخيرٌ، وإن شرًّا فشرٌّ. وفي هذه الآية فضيلة العلم، وأنَّ زينته وثمرتَه التأدُّب بآدابه والعمل بمقتضاه.
11. Bu buyrukla Yüce Allah, mümin kullarına bir edebi öğretmektedir. Herhangi bir toplantı maksadı ile bir mecliste bulunacak olur da onlardan bazıları yahut gelenlerden bir kısmı için mecliste yer açmaya ihtiyaç bulunacak olursa, bu maksat ile yer açmaları edep gereğidir. Diğer taraftan bunun, yer açana bir zararı da yoktur. Böylelikle kendisine herhangi bir zarar gelmeksizin kardeşinin maksadı da hasıl olur. Amelin türü ne ise karşılığı da o şekildedir. Kardeşine yer açana Allah da yer açar. Kardeşine genişlik sağlayana Allah da genişlik sağlar. "Kalkın, denildiğinde de hemen kalkın.” Karşılaşılan bir ihtiyaç dolayısı ile meclislerinizden kalkın, bir kenara çekilin denildiğinde kalkın ki o maslahat tahakkuk etsin. Bu tür emirleri yerine getirmek, ilimden ve imandandır. Yüce Allah da ilim ve iman ehlini onlara ihsan etmiş olduğu ilim ve iman oranında derecelerle yükseltir. "Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” Ve herkese amelinin karşılığını verecektir. Hayır ise hayır, şer ise şer. Bu âyet-i kerimede ilmin fazileti, onun süsünün ve meyvesinin de ilmin öngördüğü edeple edeplenmek ve gereğince amel etmek olduğu ortaya konmaktadır.
Ayet: 12 - 13 #
{يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِذَا نَاجَيْتُمُ الرَّسُولَ فَقَدِّمُوا بَيْنَ يَدَيْ نَجْوَاكُمْ صَدَقَةً ذَلِكَ خَيْرٌ لَكُمْ وَأَطْهَرُ فَإِنْ لَمْ تَجِدُوا فَإِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ (12) أَأَشْفَقْتُمْ أَنْ تُقَدِّمُوا بَيْنَ يَدَيْ نَجْوَاكُمْ صَدَقَاتٍ فَإِذْ لَمْ تَفْعَلُوا وَتَابَ اللَّهُ عَلَيْكُمْ فَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ وَآتُوا الزَّكَاةَ وَأَطِيعُوا اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَاللَّهُ خَبِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ (13)}.
12- Ey iman edenler! Peygamberle gizli bir konuşacak olursanız, bu gizli konuşmanızdan önce bir sadaka verin. Bu, sizin için daha hayırlı ve daha temizdir. Eğer (sadaka verecek bir şey) bulamazsanız şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, pek merhametlidir. 13- Yoksa gizli konuşmanızdan önce sadaka vermekten çekindiniz mi? Madem bunu yapmadınız -ki Allah bu konuda sizi affetmiştir- o halde namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin, Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
#
{12} يأمر تعالى المؤمنين بالصَّدقة أمام مناجاة رسوله محمدٍ - صلى الله عليه وسلم - تأديباً لهم وتعليماً وتعظيماً للرسول - صلى الله عليه وسلم -؛ فإنَّ هذا التعظيم خيرٌ للمؤمنين وأطهر؛ أي: بذلك يكثر خيركم وأجركم، وتحصُلُ لكم الطهارة من الأدناس، التي من جملتها ترك احترام الرسول - صلى الله عليه وسلم - والأدبِ معه بكثرة المناجاة التي لا ثمرةَ تحتها؛ فإنَّه إذا أمر بالصدقة بين يدي مناجاتِهِ؛ صار هذا ميزاناً لمن كان حريصاً على العلم والخير ؛ فلا يُبالي بالصدقة، ومَنْ لم يكن له حرصٌ ولا رغبةٌ في الخير، وإنَّما مقصودُه مجرَّدُ كثرة الكلام، فينكفُّ بذلك عن الذي يشقُّ على الرسول، هذا في الواجد للصدقة، وأما الذي لا يجد الصدقة؛ فإنَّ الله لم يضيِّقْ عليه الأمر، بل عفا عنه وسامَحَه وأباح له المناجاة بدون تقديم صدقةٍ لا يقدِرُ عليها.
12. Yüce Allah, mü’minlere Rasûlü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ile gizli ve özel konuşacakları vakit -onlara edebi öğretmek, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i de ta’zim etmek maksadı ile- sadaka vermelerini emretmektedir. Çünkü böylesi bir ta’zim, mü’minler için “daha hayırlı ve daha temizdir.” Yani bu yolla sizin hayrınız ve mükâfatınız artar. Siz, böylelikle çeşitli kirlerden arınmış olursunuz ki Allah Rasûlü’ne saygıyı terk etmek bunlardan birisidir. Ciddi ve faydası olmayacak şekilde onunla çokça özel konuşup fısıldaşmayı terk etmek de bu temizlenmenin bir parçasıdır. Zira onunla özel olarak konuşmadan önce sadaka vermenin emredilmesi, gerçekten ilim ve hayır elde etme tutkusu ile bu işi isteyenlerle istemeyenleri ayırt etmek için bir ölçü olmuştur. Bu maksada sahip olan kişi verdiği sadakaya aldırmaz. Ama arzu ve isteği hayır olmayıp da sadece çokça konuşmak için bu yola başvuran ise Allah Rasûlü’ne ağır gelen bu işten bu sadaka emri dolayısı ile vazgeçer. Bu, sadaka verecek imkânı bulanlar için böyledir. Sadaka verecek imkânı bulunmayana gelince Allah ona zorluk çıkarmamıştır. Böylesini Allah affedip müsamaha ile karşılamıştır. Güç yetiremeyeciği sadakayı vermeksizin de peygamber ile özel konuşmasını ona mubah kılmıştır.
#
{13} ثم لما رأى [تبارك و] تعالى شفقةَ المؤمنين ومشقَّةَ الصدقاتِ عليهم عند كلِّ مناجاةٍ؛ سهَّل الأمر عليهم، ولم يؤاخِذْهم بترك الصدقة بين يدي المناجاة، وبقي التعظيم للرسول والاحترام بحاله لم يُنْسَخْ؛ لأنَّ هذا [الحكمَ] من باب المشروع لغيره، ليس مقصوداً لنفسه، وإنَّما المقصود هو الأدب مع الرسول والإكرام له، وأمرهم تعالى أن يقوموا بالمأمورات الكبارِ المقصودةِ بنفسها، فقال: {فإذْ لم تَفْعَلوا}؛ أي: لم يهنْ عليكم تقديم الصدقةِ، ولا يكفي هذا؛ فإنَّه ليس من شرط الأمر أن يكون هيناً على العبد، ولهذا قيَّده بقوله: {وتاب الله عليكم}؛ أي: عفا لكم عن ذلك، {فأقيموا الصلاة}: بأركانها وشروطها وجميع حدودها ولوازمها، {وآتوا الزَّكاةَ}: المفروضة في أموالكم إلى مستحقِّيها. وهاتان العبادتان هما أمُّ العبادات البدنيَّة والماليَّة؛ فمن قام بهما على الوجه الشرعيِّ؛ فقد قام بحقوق الله وحقوق عباده، ولهذا قال بعده: {وأطيعوا اللهَ ورسولَه}: وهذا أشملُ ما يكون من الأوامر، فيدخُلُ في ذلك طاعة الله وطاعة رسوله بامتثال أوامرِهما واجتنابِ نواهيهما وتصديق ما أخبرا به والوقوفِ عند حدودِ الشرع ، والعبرةُ في ذلك على الإخلاص والإحسان؛ فلهذا قال: {والله خبيرٌ بما تعملون}: فيعلم تعالى أعمالهم، وعلى أيِّ وجه صَدَرَتْ، فيجازيهم على حسب علمه بما في صدورهم.
13. Daha sonra Yüce Allah, mü’minlerin bu işten çekindiklerini ve her özel konuşma esnasında sadaka vermenin kendilerine ağır geldiğini görünce işlerini kolaylaştırdı. Peygamberle özel konuşmadan önce sadaka vermeyi terk etmeleri dolayısı ile onları sorumlu tutmadı. Bununla birlikte Allah Rasûlü’ne ta’zim ve saygı gösterme emri olduğu gibi kaldı, neshedilmedi. Çünkü bu, amacı Rasûlullah’ın nefsi olan bir emir değildir; aksine başka bir nedenden dolayı meşrû kılınan işler kabilindendir. Çünkü bu emrin asıl maksadı, Allah Rasûlü’ne karşı edepli olmak ve ona gereken saygıyı göstermektir. Yüce Allah, onlara bizatihi maksat olarak önemli emirleri yerine getirmelerini isteyerek şöyle buyurmaktadır: “Madem ki bunu yapmadınız” yani madem sadaka vermek size zor geldi… Emrin kula kolay gelmesi şart değildir. O nedenle onun size zor gelmesi kaldırılması için yeterli değildir. Bu yüzden Yüce Allah devamla: “ki Allah bu konuda sizi affetmiştir” kaydını getirdiğini görüyoruz. "O halde namazı” rükünlerı, şartları, bütün sınırları ve gerekleri ile “dosdoğru kılın”; mallarınızda farz olan “zekâtı” hak sahiplerine “verin.” Bu iki ibadet, bedenî ve malî ibadetlerin başıdır. Bunları şer’i şekillerine uygun olarak yerine getiren kimseler, Allah’ın haklarını ve kullarının haklarını yerine getirmiş olurlar. Bundan dolayı Yüce Allah, daha sonra şöyle buyurmaktadır: "Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edin.” Bu, oldukça kapsamlı bir emirdir. Bunun kapsamına Allah’ın ve Rasûlü’nün emirlerini yerine getirmek, yasaklarından kaçınmak, haber verdiklerini tasdik etmek ve şeriatın sınırlarını aşmamak girer. Bu konuda asıl muteber olan da ihlâs ve ihsandır. Bundan dolayı Yüce Allah: “Allah yaptıklarınızdan haberdardır” buyurmaktadır. Yani Yüce Allah, kullarının amellerini ve onları hangi şekilde yaptıklarını bilir. Kalplerinde bulunanlara dair bilgisine göre de onlara karşılık verir.
Ayet: 14 - 19 #
{أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ تَوَلَّوْا قَوْمًا غَضِبَ اللَّهُ عَلَيْهِمْ مَا هُمْ مِنْكُمْ وَلَا مِنْهُمْ وَيَحْلِفُونَ عَلَى الْكَذِبِ وَهُمْ يَعْلَمُونَ (14) أَعَدَّ اللَّهُ لَهُمْ عَذَابًا شَدِيدًا إِنَّهُمْ سَاءَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ (15) اتَّخَذُوا أَيْمَانَهُمْ جُنَّةً فَصَدُّوا عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ فَلَهُمْ عَذَابٌ مُهِينٌ (16) لَنْ تُغْنِيَ عَنْهُمْ أَمْوَالُهُمْ وَلَا أَوْلَادُهُمْ مِنَ اللَّهِ شَيْئًا أُولَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ (17) يَوْمَ يَبْعَثُهُمُ اللَّهُ جَمِيعًا فَيَحْلِفُونَ لَهُ كَمَا يَحْلِفُونَ لَكُمْ وَيَحْسَبُونَ أَنَّهُمْ عَلَى شَيْءٍ أَلَا إِنَّهُمْ هُمُ الْكَاذِبُونَ (18) اسْتَحْوَذَ عَلَيْهِمُ الشَّيْطَانُ فَأَنْسَاهُمْ ذِكْرَ اللَّهِ أُولَئِكَ حِزْبُ الشَّيْطَانِ أَلَا إِنَّ حِزْبَ الشَّيْطَانِ هُمُ الْخَاسِرُونَ (19)}.
14- Allah’ın kendilerine gazap ettiği bir kavmi dost edinen kimseleri görmedin mi? Bu kimseler sizden de değildir, onlardan da değildir. Üstelik bile bile yalan yere yemin ediyorlar. 15- Allah, onlara çok şiddetli bir azap hazırlamıştır. Gerçekten onların yaptıkları ne kadar kötüdür! 16- Onlar yeminlerini kalkan edindiler de Allah yolundan alıkoydular. Bu nedenle onlar için alçaltıcı bir azap vardır. 17- Ne malları ne de evlâtları Allah’a karşı kendilerine hiçbir fayda sağlayamayacaktır. Onlar cehennemliktirler. Orada ebediyen kalacaklardır. 18- O gün Allah onların hepsini diriltecek de (dünyada) size yemin ettikleri gibi O’na da (yalan yere) yemin edecekler ve bir şey yaptıklarını sanacaklar. Haberiniz olsun ki onlar, yalancıların ta kendileridir. 19- Şeytan onlara galip gelmiştir de onlara Allah’ı anmayı unutturmuştur. İşte onlar, şeytanın taraftarlarıdır. Haberiniz olsun ki şeytanın taraftarları hüsrana uğrayanların ta kendileridir.
#
{14 ـ 15} يخبر تعالى عن شناعة حال المنافقين، الذين يَتَوَلَّوْنَ الكافرين من اليهود والنصارى وغيرهم ممَّن غَضِبَ الله عليهم ونالوا من لعنةِ الله أوفى نصيبٍ، وأنَّهم ليسوا من المؤمنين ولا من الكافرين: {مُذَبْذَبين بين ذلك لا إلى هؤلاءِ ولا إلى هؤلاءِ}: فليسوا مؤمنين ظاهراً وباطناً؛ لأنَّ باطنهم مع الكفار، ولا مع الكفار ظاهراً وباطناً؛ لأنَّ ظاهرهم مع المؤمنين، وهذا وصفهم الذي نعتهم الله به، والحالُ أنَّهم يحلفون على ضدِّه الذي هو الكذب، فيحلفون أنَّهم مؤمنون، والحال أنَّهم ليسوا مؤمنين، فجزاءُ هؤلاء الخونة الفجرة الكَذَبة أنَّ الله أعدَّ لهم عذاباً شديداً لا يقادَرُ قدرُه ولا يُعْلَم وصفُه؛ {إنَّهم ساء ما كانوا يعملون}: حيث عملوا بما يُسْخِطُ الله ويوجِبُ عليهم العقوبة واللعنة.
14-15. Yüce Allah, Allah’ın kendilerine gazap ettiği ve en ileri çapta Allah’ın lânetinden pay almış kimselerden olan yahudi, hristiyan ve diğer kâfirleri dost edinen münafıkların durumunun ne kadar kötü olduğunu ve bu münâfıkların mü’minlerden de kâfirlerden de olmadıklarını haber vermektedir. Zira “Onlar ikisi arasında bocalayan kararsız kimselerdir. Ne bunlara, ne de onlara (taraf) olurlar.” (en-Nisâ, 4/143) Bunlar zahiren ve batınen mü’min değildirler. Çünkü onlar, batınen kâfirlerle birliktedirler. Yine zahiren ve batinen kâfirlerle birlikte de değildirler. Çünkü onlar, zahiren mü’minlerle beraberdirler. İşte Yüce Allah’ın onlar hakkındaki nitelendirmesi bu şekildedir. Ama onlar, yalan yere yemin ederler ve mü’min olduklarını söylerler. Halbuki onlar mü’min değildirler. 15. Bu gibi yalancı, hain ve çok günahkâr kimselerin cezasına gelince Allah, onlara öyle çetin bir azap hazırlamıştır ki bunun ölçüsü tasavvur edilemez ve mahiyeti bilinemez. “Gerçekten onların yaptıkları ne kadar kötüdür!” Çünkü onlar, Allah’ı gazaplandıran, cezalandırılmalarını ve lânete uğramalarını gerektiren işler yaptılar.
#
{16} {اتَّخذوا أيمانَهم جُنَّةً}؛ أي: ترساً ووقايةً يتَّقون بها من لوم الله ورسوله والمؤمنين، فبسبب ذلك صدُّوا أنفسهم وغيرهم عن سبيل الله، وهو الصراط الذي مَن سَلَكَه؛ أفضى به إلى جنات النعيم، ومن صدَّ عنه؛ فليس إلاَّ الصراط الموصل إلى الجحيم، {فلهم عذابٌ مهينٌ}: حيث استَكْبَروا عن الإيمان بالله والانقياد لآياته؛ أهانهم بالعذاب السرمديِّ الذي لا يُفَتَّر عنهم ساعةً ولا هم يُنْظَرونَ.
16. “Onlar yeminlerini” Allah’ın, Rasûlünün ve mü’minlerin kınamasına karşı kendileri ile korunacakları birer “kalkan edindiler.” Bundan dolayı hem kendilerini hem de başkalarını Allah’ın yolunu izlemekten alıkoydular. Halbuki o yol, kendisini izleyeni nimetlerle dolu cennetlere ulaştıran bir yoldur. O yoldan alıkoyan kimsenin önünde de cehenneme ulaştıran yoldan başkası olmaz. “Bu nedenle onlar için alçaltıcı bir azap vardır.” Onlar, büyüklenip Allah’a imana etmekleri, O’nun âyetlerine karşı itaati gurularına yediremedikleri için Allah da üzerlerinden bir an dahi hafifletilmeyecek, kendilerine hiçbir şekilde mühlet de verilmeyecek ebedi azap ile onları alçaltacaktır.
#
{17} {لن تُغْنِيَ عنهم أموالُهم ولا أولادُهم من الله شيئاً}؛ أي: لا تَدْفَعُ عنهم شيئاً من العذاب، ولا تحصِّلُ لهم قسطاً من الثواب، {أولئك أصحابُ النار}: الملازمون لها، الذين لا يخرُجون عنها، و {هم فيها خالدون}.
17. Malları ve evlatları, onların azabından hiçbir şeyi önleyemez, sevap ve mükâfat namına hiçbir şey de kazandıramaz. "Onlar cehennemliktirler.” Ondan çıkmamak üzere orada kalaceklardır: “Orada ebediyen kalacaklardır.”
#
{18} ومن عاش على شيءٍ؛ مات عليه؛ فكما أنَّ المنافقين في الدُّنيا يموِّهون على المؤمنين ويحلفون لهم أنَّهم مؤمنون، فإذا كان يوم القيامةِ وبعثَهُم الله جميعاً؛ حلفوا لله كما حلفوا للمؤمنين، ويحسبون في حلفهم هذا {أنَّهم على شيءٍ}: لأنَّ كفرهم ونفاقهم وعقائدهم الباطلة لم تَزَلْ تَرْسخُ في أذهانهم شيئاً فشيئاً، حتى غرَّتهم وظنُّوا أنَّهم على شيءٍ يعتدُّ به ويعلَّقُ عليه الثواب، وهم كاذبون في ذلك، ومن المعلوم أن الكذِبَ لا يروجُ على عالم الغيب والشهادة.
18. Herkes, ne üzere yaşarsa o hal üzere ölür. Münafıklar dünya hayatında mü’minlere gerçekleri farklı göstererek kendilerinin mü’min olduklarına dair yemin ediyorlardı. Kıyamet günü olup da Allah’ın hepsini dirilteceği vakit mü’minlere karşı dünyada yemin ettikleri gibi, Allah’a da yemin edecekler ve bu yeminlerin kendilerine fayda sağlayacağını zannedecekler. Çünkü onların küfürleri, münafıklıkları ve bâtıl inançları zihinlerinde yavaş yavaş yer edip kök salmış ve nihâyet onları aldatmıştır. Onlar da hatırı sayılır birtakım özelliklere sahip olduklarını ve bundan dolayı da mükafat kazanacaklarını sanacak hale gelmişlerdir. Oysa bunun gerçekle bir ilgisi yoktur. Bilindiği gibi yalan gizliyi ve açığı bilene karşı yalan asla tutumaz.
#
{19} وهذا الذي جرى عليهم من استحواذِ الشيطان الذي استولى عليهم وزَيَّنَ لهم أعمالهم وأنساهم ذِكْرَ الله، وهو العدوُّ المبينُ الذي لا يريدُ بهم إلاَّ الشرَّ، إنَّما يدعو حِزْبَه ليكونوا من أصحاب السعير، {أولئك حزبُ الشيطان ألا إنَّ حزبَ الشيطانِ هم الخاسرون}: الذين خسروا دينَهم ودُنياهم وأنْفُسَهم وأهليهم.
19. Onların başına gelen bu durum ise şeytanın onlara galip ve hakim olmasından dolayıdır. Şeytan onlara üstünlük sağlamış, amellerini kendilerine güzel göstermiş ve Allah’ı anmayı da unutturmuştur. Şeytan, insanın apaçık bir düşmanıdır ve onlar hakkında kötülükten başka bir şey istemez. “O kendi taraftarlarını ancak alevli ateşin arkadaşlarından olmaya davet eder.” (Fatır, 35/6) “İşte onlar, şeytanın taraftarlarıdır. Haberiniz olsun ki şeytanın taraftarları hüsrana uğrayanların ta kendileridir.” Onlar hem dinlerini, hem dünyalarını hem de ailelerini zarara sokmuş olacaklardır.
Ayet: 20 - 21 #
{إِنَّ الَّذِينَ يُحَادُّونَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ أُولَئِكَ فِي الْأَذَلِّينَ (20) كَتَبَ اللَّهُ لَأَغْلِبَنَّ أَنَا وَرُسُلِي إِنَّ اللَّهَ قَوِيٌّ عَزِيزٌ (21)}.
20- Allah'a ve Rasûlü’ne karşı çıkanlar var ya, işte onlar en aşağılık olanların arasındadırlar. 21- Allah: “Andolsun ki ben ve peygamberlerim mutlaka galip geleceğiz” diye yazmıştır. Çünkü Allah, çok güçlüdür, Azizdir.
#
{20 ـ 21} هذا وعدٌ ووعيدٌ، وعيدٌ لمن حادَّ الله ورسوله بالكفر والمعاصي أنَّه مخذولٌ مذلولٌ لا عاقبةَ له حميدةٌ، ولا رايةَ له منصورةٌ، ووعدٌ لمن آمن به وبرسله واتَّبع ما جاء به المرسلون فصار من حزبِ الله المفلحين أنَّ لهم الفتحَ والنصرَ والغلبةَ في الدُّنيا والآخرة، وهذا وعدٌ لا يُخْلَفُ ولا يغيَّر؛ فإنَّه من الصادق القويِّ العزيز الذي لا يعجِزُه شيءٌ يريده.
20-21. Bu buyruk, hem vaat hem de tehdittir. Allah ve Rasûlü’ne karşı küfür ve isyanlar ile karşı çıkan kimselere yardımsız bırakılacaklarına, zillete uğrayacaklarına, övünülecek bir âkıbetlerinin olmayacağına ve hiçbir sancaklarının zaferle dalgalanmayacağına dair bir tehdittir. Buna karşılık Allah’a ve rasûllerine iman eden, peygamberlerin getirdiklerine uyarak Allah’ın kurtuluşa eren taraftarlarından olanlara da dünya ve âhirette fetih, zafer ve galibiyet verileceğine dair bir vaattir. Bu, bozulmayacak ve değiştirilmeyecek bir vaattir. Çünkü bu, hiçbir şeyin kendisini aciz bırakamadığı, çok güçlü, Aziz ve sözü doğru olan Allah'ın vaadidir.
Ayet: 22 #
{لَا تَجِدُ قَوْمًا يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ يُوَادُّونَ مَنْ حَادَّ اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَلَوْ كَانُوا آبَاءَهُمْ أَوْ أَبْنَاءَهُمْ أَوْ إِخْوَانَهُمْ أَوْ عَشِيرَتَهُمْ أُولَئِكَ كَتَبَ فِي قُلُوبِهِمُ الْإِيمَانَ وَأَيَّدَهُمْ بِرُوحٍ مِنْهُ وَيُدْخِلُهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ أُولَئِكَ حِزْبُ اللَّهِ أَلَا إِنَّ حِزْبَ اللَّهِ هُمُ الْمُفْلِحُونَ (22)}.
22- Allah’a ve âhiret gününe iman eden hiçbir kavmin, Allah'a ve Rasûlüne karşı çıkanlara sevgi beslediklerini göremezsin. İsterse onlar babaları, oğulları, kardeşleri ya da soydaşları olsun. İşte bunlar, Allah’ın, kalplerine imanı yazdığı ve kendilerini katından bir ruh ile desteklediği kimselerdir. O, onları içlerinde ebediyen kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacaktır. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da O’ndan hoşnut olmuşlardır. İşte bunlar, Allah’ın taraftarlarıdır. Haberiniz olsun ki Allah’ın taraftarları kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
#
{22} يقول تعالى: {لا تَجِدُ قوماً يؤمنون بالله واليوم الآخرِ يوادُّونَ من حادَّ الله ورسولَه}؛ أي: لا يجتمع هذا وهذا، فلا يكون العبدُ مؤمناً بالله واليوم الآخر حقيقةً إلاَّ كان عاملاً على مقتضى إيمانه ولوازمه من محبَّةِ مَنْ قام بالإيمان وموالاته وبُغْضِ مَنْ لم يَقُمْ به ومعاداتِهِ، ولو كان أقربَ الناس إليه، وهذا هو الإيمان على الحقيقة، الذي وجدت ثمرته والمقصود منه، وأهل هذا الوصف هم الذين {كَتَبَ} الله {في قلوبهم الإيمان}؛ أي: رسمه وثبَّته وغرسه غرساً لا يتزلزلُ ولا تؤثِّر فيه الشُّبه والشُّكوك، وهم الذين قواهم الله {بروح منه}؛ أي: بوحيه ومعونته ومدده الإلهي وإحسانه الرباني وهم الذين لهم الحياة الطيبة في هذه الدار، ولهم جناتُ النعيم في دار القرار، التي فيها كلُّ ما تشتهيه الأنفس وتلذُّ الأعين وتختارُ، ولهم أفضل النعيم وأكبره ، وهو أنَّ اللهَ يُحِلُّ عليهم رضوانَه؛ فلا يسخطُ عليهم أبداً، ويرضَوْن عن ربِّهم بما يعطيهم من أنواع الكرامات ووافر المَثوبات وجزيل الهِبات ورفيع الدَّرجات؛ بحيث لا يَرَوْنَ فوق ما أعطاهم مولاهم غايةً ولا وراءه نهايةً، وأما مَنْ يزعُمُ أنَّه يؤمن بالله واليوم الآخر، وهو مع ذلك موادٌّ لأعداء الله محبٌّ لمن نَبَذَ الإيمان وراء ظهرِهِ؛ فإنَّ هذا إيمانٌ زعميٌّ لا حقيقة له؛ فإنَّ كلَّ أمرٍ لا بدَّ له من برهانٍ يصدِّقه؛ فمجرَّدُ الدعوى لا تفيدُ شيئاً ولا يصدَّقُ صاحبها. والحمد لله.
22. “Allah’a ve âhiret gününe iman eden hiçbir kavmin, Allah'a ve Rasûlüne karşı çıkanlara sevgi beslediklerini göremezsin” Yani bu ikisi bir arada bulunamaz. Kul, Allah’a ve âhiret gününe gerçek anlamda iman edecek olursa ancak imanın gereği olan işleri yapar. Bu nedenle de Allah’a imanın gereklerini yerine getirenleri sever ve onları dost edinir. İmanın gereklerini yerine getirmeyen kimseleri ise sevmez ve onlara düşman beller. İsterse bunlar, kendisine en yakın insanlar olsunlar, hiç fark etmez. İşte semeresini veren ve maksadını gerçekleştiren gerçek iman budur. Bu niteliğe sahip olanların kalplerine Allah, imanı yazmış ve sağlamlaştırmıştır. Böylece iman sarsılmayacak bir şekilde oraya girmiştir. Artık şüphe ve tereddütler ona etki etmez. Bunlar, Allah’ın kendi katından bir ruh ile yani vahyi, marifeti, ilâhî yardımı ve Rabbânî ihsanı ile güçlendirdiği kimselerdir. Bunlar için bu dünyada pek güzel bir hayat olduğu gibi, ebedilik yurdunda da Naîm cennetleri vardır. Orada canların istediği, gözlerin görmekten zevk aldığı ve arzu ettikleri her şey vardır. Orada nimetlerin en üstün ve en büyükleri onlara verilecektir ki bu da Yüce Allah’ın onlardan razı olması ve artık ebediyen onlara gazap etmeyecek olmasıdır. Onlar, Rablerinden kendilerine vermiş olduğu pek çok lütuf ve ihsanlar, bol mükâfatlar, uçsuz bucaksız bağışlar ve yüksek dereceler dolayısıyla hoşnut olacaklardır. Öyle ki Mevlâlarının kendilerine verdiğinden daha öte bir mükâfat, bunlardan daha büyük bir bağış olacağını düşünemeyeceklerdir. Allah’a ve âhiret gününe iman ettiğini iddia etmekle birlikte Allah’ın düşmanlarını seven, imanı elinin tersi ile itenlere sevgi besleyen kimselere gelince, böylelerinin imanı kuru bir iddiadan ibarettir. Bunun gerçekle ilgisi yoktur. Çünkü her bir hususun kendisini doğrulayacak bir delile ihtiyacı vardır. Böyle bir delil şarttır. Dolayısı ile kuru bir iddianın hiçbir faydası olmaz ve bu iddia sahibinin iddiası kabul edilmez. [Mücâdele Sûresi’nin tefsiri burada sona ermektedir.] Yüce Allah’a hamdolsun.
***