(Medine’de inmiştir. 24 âyettir)
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adı ile.
{سَبَّحَ لِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ (1) هُوَ الَّذِي أَخْرَجَ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ مِنْ دِيَارِهِمْ لِأَوَّلِ الْحَشْرِ مَا ظَنَنْتُمْ أَنْ يَخْرُجُوا وَظَنُّوا أَنَّهُمْ مَانِعَتُهُمْ حُصُونُهُمْ مِنَ اللَّهِ فَأَتَاهُمُ اللَّهُ مِنْ حَيْثُ لَمْ يَحْتَسِبُوا وَقَذَفَ فِي قُلُوبِهِمُ الرُّعْبَ يُخْرِبُونَ بُيُوتَهُمْ بِأَيْدِيهِمْ وَأَيْدِي الْمُؤْمِنِينَ فَاعْتَبِرُوا يَاأُولِي الْأَبْصَارِ (2) وَلَوْلَا أَنْ كَتَبَ اللَّهُ عَلَيْهِمُ الْجَلَاءَ لَعَذَّبَهُمْ فِي الدُّنْيَا وَلَهُمْ فِي الْآخِرَةِ عَذَابُ النَّارِ (3) ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ شَاقُّوا اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَمَنْ يُشَاقِّ اللَّهَ فَإِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ (4) مَا قَطَعْتُمْ مِنْ لِينَةٍ أَوْ تَرَكْتُمُوهَا قَائِمَةً عَلَى أُصُولِهَا فَبِإِذْنِ اللَّهِ وَلِيُخْزِيَ الْفَاسِقِينَ (5) وَمَا أَفَاءَ اللَّهُ عَلَى رَسُولِهِ مِنْهُمْ فَمَا أَوْجَفْتُمْ عَلَيْهِ مِنْ خَيْلٍ وَلَا رِكَابٍ وَلَكِنَّ اللَّهَ يُسَلِّطُ رُسُلَهُ عَلَى مَنْ يَشَاءُ وَاللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (6) مَا أَفَاءَ اللَّهُ عَلَى رَسُولِهِ مِنْ أَهْلِ الْقُرَى فَلِلَّهِ وَلِلرَّسُولِ وَلِذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَابْنِ السَّبِيلِ كَيْ لَا يَكُونَ دُولَةً بَيْنَ الْأَغْنِيَاءِ مِنْكُمْ وَمَا آتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانْتَهُوا وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ (7) لِلْفُقَرَاءِ الْمُهَاجِرِينَ الَّذِينَ أُخْرِجُوا مِنْ دِيَارِهِمْ وَأَمْوَالِهِمْ يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِنَ اللَّهِ وَرِضْوَانًا وَيَنْصُرُونَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ أُولَئِكَ هُمُ الصَّادِقُونَ (8) وَالَّذِينَ تَبَوَّءُوا الدَّارَ وَالْإِيمَانَ مِنْ قَبْلِهِمْ يُحِبُّونَ مَنْ هَاجَرَ إِلَيْهِمْ وَلَا يَجِدُونَ فِي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِمَّا أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنْفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ وَمَنْ يُوقَ شُحَّ نَفْسِهِ فَأُولَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ (9) وَالَّذِينَ جَاءُوا مِنْ بَعْدِهِمْ يَقُولُونَ رَبَّنَا اغْفِرْ لَنَا وَلِإِخْوَانِنَا الَّذِينَ سَبَقُونَا بِالْإِيمَانِ وَلَا تَجْعَلْ فِي قُلُوبِنَا غِلًّا لِلَّذِينَ آمَنُوا رَبَّنَا إِنَّكَ رَءُوفٌ رَحِيمٌ (10) أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ نَافَقُوا يَقُولُونَ لِإِخْوَانِهِمُ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ لَئِنْ أُخْرِجْتُمْ لَنَخْرُجَنَّ مَعَكُمْ وَلَا نُطِيعُ فِيكُمْ أَحَدًا أَبَدًا وَإِنْ قُوتِلْتُمْ لَنَنْصُرَنَّكُمْ وَاللَّهُ يَشْهَدُ إِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ (11) لَئِنْ أُخْرِجُوا لَا يَخْرُجُونَ مَعَهُمْ وَلَئِنْ قُوتِلُوا لَا يَنْصُرُونَهُمْ وَلَئِنْ نَصَرُوهُمْ لَيُوَلُّنَّ الْأَدْبَارَ ثُمَّ لَا يُنْصَرُونَ (12) لَأَنْتُمْ أَشَدُّ رَهْبَةً فِي صُدُورِهِمْ مِنَ اللَّهِ ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ قَوْمٌ لَا يَفْقَهُونَ (13) لَا يُقَاتِلُونَكُمْ جَمِيعًا إِلَّا فِي قُرًى مُحَصَّنَةٍ أَوْ مِنْ وَرَاءِ جُدُرٍ بَأْسُهُمْ بَيْنَهُمْ شَدِيدٌ تَحْسَبُهُمْ جَمِيعًا وَقُلُوبُهُمْ شَتَّى ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ قَوْمٌ لَا يَعْقِلُونَ (14) كَمَثَلِ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ قَرِيبًا ذَاقُوا وَبَالَ أَمْرِهِمْ وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ (15) كَمَثَلِ الشَّيْطَانِ إِذْ قَالَ لِلْإِنْسَانِ اكْفُرْ فَلَمَّا كَفَرَ قَالَ إِنِّي بَرِيءٌ مِنْكَ إِنِّي أَخَافُ اللَّهَ رَبَّ الْعَالَمِينَ (16) فَكَانَ عَاقِبَتَهُمَا أَنَّهُمَا فِي النَّارِ خَالِدَيْنِ فِيهَا وَذَلِكَ جَزَاءُ الظَّالِمِينَ (17)}.
1- Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ı tesbih eder. O Azîzdir, Hakîmdir.
2- Kitap ehlinden olan kafirleri, ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O’dur. Siz onların çıkacaklarını sanmıyordunuz. Onlar da kalelerinin kendilerini Allah’a karşı koruyacağını sanıyorlardı. Ama Allah onlara hiç hesaba katmadıkları bir taraftan geldi ve kalplerine korku saldı.
(Öyle ki) evlerini hem kendileri kendi elleri ile tahrip ediyorlardı hem de mü’minlere
(tahrip ettiriyorlardı). O halde ibret alın, ey basiret sahipleri!
3- Eğer Allah, onlar hakkında sürgünü yazıp takdir etmemiş olsa idi, onları elbette dünyada azaba uğratırdı. Bununla birlikte onlar için âhirette ateş azabı vardır.
4- Bunun sebebi onların Allah’a ve Rasûlüne muhalefet etmeleridir. Kim Allah’a muhalefet ederse
(bilsin ki) Allah cezası pek çetin olandır.
5- Herhangi bir hurma ağacını kesmeniz yahut onu kökleri üzere dikili bırakmanız, hep Allah’ın izni dahilinde olmuştur ve bu, Allah'ın fâsıkları alçaltması içindir.
6- Allah’ın onlar
(ın malların)dan Rasûlü’ne verdiği feye/ganimete gelince siz, onun için ne at koşturdunuz ne de deve. Fakat Allah, peygamberlerini dilediği kimselere hakim kılar. Allah, her şeye gücü yetendir.
7- Allah’ın
(savaşsız fethedilen) ülkelerin ahalisinden Rasûlü’ne verdiği fey/ganimet; Allah’a, Peygambere, akrabalara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aitir. Bu, o
(fey) içinizden zengin olanlar arasında dönüp dolaşan
(ve yosulların istifade edemediği bir servet) olmasın diyedir. Peygamber size ne verirse onu alın, neyi yasaklarsa ondan da uzak durun ve Allah’tan korkup sakının. Çünkü Allah, cezası çok çetin olandır.
8-
(O fey), yurtlarından çıkartılıp mallarından uzaklaştırılmış olan, Allah’ın lütuf ve rızasını isteyen, Allah’a ve Peygamberine destek olan fakir muhacirlerindir. İşte onlar
(özü sözü) doğru olanların ta kendileridir.
9- Onlar
(ın hicretinden) önce Medine’ye yerleşip imanı da kalplerine yerleştirenler, kendilerine hicret edenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir çekememezlik duymazlar. Kendileri ihtiyaç içinde olsalar dahi
(din kardeşlerini) kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
10-
Onlardan sonra gelenler derler ki: “Rabbimiz! Bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla! Kalplerimizde iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz Sen çok şefkatlisin, pek merhametlisin.”
11- Gördün mü o münafıklık edenleri
(n yaptığını)? Onlar,
Kitap ehlinden kâfir olan kardeşlerine şöyle derler: “Eğer siz (yurdunuzdan) çıkartılırsanız andolsun biz de sizinle beraber çıkarız. Sizin aleyhinizde hiçbir kimseye asla itaat etmeyiz ve eğer size savaş açılırsa kesinlikle size yardım ederiz.” Halbuki Allah şahitlik eder ki onlar, kesinlikle yalancıdırlar.
12- Eğer onlar
(yurtlarından) çıkartılırlarsa andolsun ki onlarla birlikte çıkmazlar. Eğer onlara savaş açılırsa onlara yardım etmezler. Onlara yardım etseler bile kesinlikle gerisin geri kaçarlar, sonra kendilerine de yardım edilmez.
13- İçlerinde size karşı duydukları korku, Allah korkusundan çok daha fazladır. Bu da onların anlamayan bir topluluk olmalarındandır.
14- Onlar sizinle toplu olarak
(yüz yüze) değil de ancak korunaklı şehirlerde yahut da surların arkasından savaşırlar. Kendi aralarındaki savaşları şiddetlidir. Sen onları birlik içinde sanırsın; ama kalpleri darmadağınıktır. Bu, onların akıllarını kullanmayan bir topluluk olmalarındandır.
15-
(Bu yahudilerin durumu) kendilerinden yakın bir zaman önce yaptıklarının vebalini tatmış olanların durumu gibidir. Onlar için
(ahirette) can yakıcı bir azap vardır.
16-
(O münafıkların durumu da) şeytanın durumu gibidir. Zira o,
insana: “Kâfir ol” der. O kâfir olunca da: “Ben senden uzağım. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım” der.
17- Nihayet ikisinin de âkıbeti, içinde ebedi kalmak üzere ateşe girmek olur. İşte zalimlerin cezası da budur.
Bu sûreye Benî Nadir sûresi de denmektedir. Bunlar, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in peygamberliği sırasında Medine yakınlarında bulunan yahudilerden büyük bir kesim idiler. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e peygamberlik verilip de Medine’ye hicret edince bunlar da diğer kâfir olan yahudiler gibi kâfir oldular.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Medine’de komşusu olan yahudi kesimlerle antlaşmalar yaptı. Bedir gazvesinden altı ay civarında bir süre sonra Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem onların bulundukları yerlere gitti ve Amr b. Umeyye ed-Damri’nin öldürdüğü Kilab oğullarına mensup kişilerin diyetini ödemesi için (aralarındaki antlaşma gereği) kendisine yardımcı olmalarını istedi.
Onlar: Olur, yardım ederiz, ey Ebu’l-Kasım. Şurada bir süre otur da senin isteğini yerine getirelim, dediler. Bir köşeye çekilip başbaşa verdiler. Şeytan da haklarında yazılmış olan bedbahtlık fermanını onlara süslü gösterdi. Kendi aralarında Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e suikast kararı alıp şöyle dediler: “Sizden kim şu değirmen taşını alır da yukarı çıkıp onu başının üzerine atarak kafasını parçalar?”
Aralarında en bedbaht kişi olan Amr b. Cahhâş: Ben yaparım, dedi. Sellam b. Mişkem de onlara: Böyle bir şey yapmayın. Allah’a andolsun ki yapmak istediğiniz iş, ona haber verilecektir. Ayrıca bu bizimle onun arasındaki ahdi bozmak demektir, dedi. Derhal Rabbinden Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e ne yapmak istediklerine dair ilâhî vahiy geldi.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hızlıca yerinden kalktı ve Medine’ye doğru gitti. Ashabı da arkasından ona yetişerek: Biz farkına bile varamadan sen kalkıp yola koyuldun, deyince o da kendilerine, yahudilerin ne yapmak istediklerini haber verdi.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onlara şu haberi gönderdi: “Medine’den çıkıp gidin ve orada benimle birlikte bir arada kalmayın. Ben size on günlük süre tanıyorum. Bu süreden sonra sizden kimi bulursam boynunu vuracağım.”
Günlerce hazırlıklarını sürdürdüler. Münafık Abdullah b. Ubey b. Selûl da onlara şu haberi gönderdi: “Yurtlarınızdan çıkmayın. Beraberimde iki bin kişi var. Bunlar, sizinle birlikte hisarlarınıza girecek ve sizin uğrunuzda ölünceye dek çarpışacaklardır. Diğer taraftan Kurayzalılar da Gatafanlılardan antlaşma yaptığınız kimseler de size yardım edecektir.”
Başkanları Huyey b. Ahtab, münafıkların başının kendisine söylediklerinden umutlandı ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e: “Biz yurdumuzdan çıkıp gitmiyoruz, artık ne istersen yap”, diye haber gönderdi.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabı tekbir getirerek onların üzerine gitmek üzere harekete koyuldular. Sancağı Ali b. Ebu Talib radıyallahu anh taşıyordu. Kalelerinin etrafını kuşattılar ve bir süre onlara ok ve taş yağdırdılar. Kurayzalılar yardımlarına gelmediği gibi Abdullah b. Ubey b. Selûl ile Gatafanlılardan antlaşmalıları olan kimseler de onlara ihanet etti. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onları kuşattı ve çevrede bulunan onlara ait hurma ağaçlarını kestirip yaktı.
Bunun üzerine ona: Medine’den çıkıyoruz, diye haber gönderdiler. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem oradan kendi canlarını, çoluk çocuklarını ve silah dışında develerinin taşıyabileceği kadar malları beraberlerinde almak şartı ile kalelerinden inmelerine müsaade etti ve geride kalan mallara ve silâhlara da el koydu.
Nadiroğullarından ele geçirilen mallar, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e, onun ihtiyaçlarına ve müslümanların maslahatına harcanıyordu. Bu malların beşte dördünü o, gazilere dağıtmamıştı. Çünkü Yüce Allah, burayı ona fey (savaşsız ganimet) olarak tahsis etmişti. Müslümanlar orayı ele geçirmek üzere ata binip deve koşturmamışlardı.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem onları Hayber’e sürdü. Aralarında liderleri Huyey b. Ahtab da vardı. Onların topraklarını ve diyarlarını ele geçirdi. Orada bıraktıkları silahlara da el koydu. Silahlar arasında elli zırh, elli miğfer ve üç yüz kırk tane kılıç vardı. Siyer alimlerinin sözünü ettikleri üzere kıssalarının özü bundan ibarettir.
#
{1} فافتتح تعالى هذه السورة بالإخبار أنَّ جميع مَن في السماوات والأرض تسبِّح بحمد ربِّها وتنزِّهه عمَّا لا يليق بجلاله وتعبُدُه وتخضعُ لعظمتِهِ ؛ لأنه العزيز الذي قد قهر كلَّ شيء؛ فلا يمتنعُ عليه شيءٌ، ولا يستعصي عليه عسيرٌ ، الحكيم في خلقِه وأمرِه؛ فلا يخلُقُ شيئاً عبثاً، ولا يُشْرِّعُ ما لا مصلحة فيه، ولا يفعل إلا ما هو مقتضى حكمته.
1. Yüce Allah, bu sûreyi, göklerde ve yerde bulunan her şeyin Rabbini hamd ile tesbih ettiklerini, celâline yakışmayan şeylerden de O’nu tenzih ettiklerini, azameti önünde boyun eğip O’na ibadet ettiklerini haber vererek başlatmaktadır. Çünkü O, her şeye boyun eğdirmiş olan Azîzdir. Kimse O’na karşı koyamaz ve O’nun için zor diye bir şey yoktur.
Yaratması ve emretmesi, sonsuz hikmetlerle dolu olan Hakîm’dir. O, boşuna hiçbir şey yaratmaz. Maslahat ihtiva etmeyen hiçbir hükmü teşrî’ buyurmaz. Hikmetinin gerektirmediği hiçbir iş yapmaz.
#
{2} ومن ذلك نصرُه لرسوله - صلى الله عليه وسلم - على الذين كفروا من أهل الكتاب من بني النضير حين غَدَروا برسوله فأخرجهم من ديارهم وأوطانهم التي ألِفوها وأحبوها، وكان إخراجهم منها أولَ حشرٍ وجلاءٍ كتبه الله عليهم على يد رسولِه محمدٍ - صلى الله عليه وسلم -، فجلوا إلى خيبر. ودلَّت الآية الكريمة أن لهم حشراً وجلاءً غير هذا؛ فقد وقع حين أجلاهم النبيُّ - صلى الله عليه وسلم - من خيبر، ثم عمرُ رضي الله عنه أخرج بقيتهم منها. {ما ظننتُم}: أيها المسلمون {أن يخرُجوا}: من ديارهم؛ لحصانتها ومنعتها وعزِّهم فيها، {وظنوا أنهم مانعتُهم حصونُهم من اللهِ}: فأعجبوا بها، وغرَّتْهم، وحسبوا أنهم لا يُنالون بها، ولا يقدِرُ عليها أحدٌ، وقدَرُ الله وراء ذلك كلِّه، لا تغني عنه الحصونُ والقلاعُ ولا تجدي فيه القوةُ والدفاع، ولهذا قال: {فأتاهمُ اللهُ من حيثُ لم يحتسِبوا}؛ أي: من الأمر والباب الذي لم يخطر ببالهم أن يُؤتَوا منه، وهو أنَّه تعالى: {قَذَفَ في قلوبِهِم الرعبَ}: وهو الخوف الشديدُ، الذي هو جند الله الأكبر، الذي لا ينفع معه عددٌ ولا عدةٌ ولا قوةٌ ولا شدةٌ؛ فالأمر الذي يحتسبونه، ويظنُّون أنَّ الخلل يدخل عليهم منه إن دخل، هو الحصون التي تحصَّنوا بها واطمأنتْ نفوسُهم إليها، ومن وَثِقَ بغير الله؛ فهو مخذولٌ، ومن ركن إلى غير الله؛ كان وبالاً عليه ، فأتاهم أمرٌ سماويٌّ نزل على قلوبهم، التي هي محلُّ الثبات والصبر أو الخور والضعف، فأزال قوَّتها وشدَّتها، وأورثها ضعفاً وخوراً وجبناً لا حيلة لهم في دفعه ، فصار ذلك عوناً عليهم، ولهذا قال: {يُخْرِبونَ بيوتَهم بأيديهِم وأيدي المُؤمِنينَ}، وذلك أنَّهم صالحوا النبيَّ - صلى الله عليه وسلم - على أنَّ لهم ما حملتِ الإبلُ، فنقضوا لذلك كثيراً من سقوفهم التي استحسنوها، وسلَّطوا المؤمنين بسبب بغيهم على إخراب ديارِهِم وهدم حصونِهم، فهم الذين جَنَوا على أنفسهم وصاروا أكبر عونٍ عليها. {فاعْتَبِروا يا أولي الأبصارِ}؛ أي: البصائر النافذة والعقول الكاملة؛ فإنَّ في هذا معتبراً يُعْرَف به صنع الله [تعالى] في المعاندين للحقِّ، المتبعين لأهوائهم، الذين لم تنفعهم عزَّتهم ولا مَنَعَتْهم قوتُهم ولا حصَّنتهم حصونهم، حين جاءهم أمرُ الله؛ وصل إليهم النكال بذنوبهم، والعبرة بعموم المعنى لا بخصوص السبب؛ فإنَّ هذه الآية تدلُّ على الأمر بالاعتبار، وهو اعتبار النظير بنظيره، وقياس الشيء على ما يشابهه ، والتفكُّر فيما تضمَّنته الأحكام من المعاني والحكم التي هي محلُّ العقل والفكرة، وبذلك يكمُلُ العقل، وتتنور البصيرة، ويزداد الإيمان، ويحصل الفهم الحقيقيُّ.
2. Bunlardan birisi de O’nun, Rasûlüne küfre sapmış Kitap ehlinden olan Nadiroğullarına karşı, Allah Rasûlü ile antlaşmalarını bozmaları üzerine yardım etmiş olmasıdır. Böylece o, onları alışageldikleri ve pek sevdikleri yurtlarından çıkarmıştır. Onların oradan çıkartılmaları, Allah’ın haklarında Rasûlü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem vasıtası ile takdir etmiş olduğu ilk sürgün idi ve bu sürgün Hayber’e gerçekleşmişti.
Âyet-i kerime
(ilk sürgün ifadesi) onların bunun dışında başka sürgünlerinin olduğuna da delildir. Nitekim Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem onları Hayber’den de sürmüştür. Daha sonra Ömer radıyallahu anh da onlardan geriye kalanları oradan sürmüştü.
Ey müslümanlar!
“Siz onların” yurtları oldukça korunaklı ve kendileri de güçlü olması dolayı ile yurtlarından
“çıkacaklarını sanmıyordunuz. Onlar da kalelerinin kendilerini Allah’a karşı koruyacağını sanıyorlardı.” Bu yüzden kalelerini şımarıklık derecesinde beğenmiş, fakat aldanmışlardı. Bu kaleleri içerisinde oldukları sürece kendilerine zarar verilemeyeceğini, kimsenin onlara güç yetiremeyeceğini zannetmişlerdi. Fakat Allah’ın kaderi her şeyin üstündedir. Hisarların ve kalelerin O’na karşı bir faydası olmayacağı gibi gücün ve savunmanın da bir faydası olmaz.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Fakat Allah onlara hiç hesaba katmadıkları bir taraftan geldi.” Yani onlar hatırlarından geçirmedikleri, hiç düşünmedikleri bir taraftan baskın ve hücuma maruz kaldılar.
Bu ummadıkları husus,
şöylece ifade edilmektedir: “Ve kalplerine korku saldı.” Kalplerindeki bu şiddetli korku, Allah’ın en büyük ordusudur. Ona karşı ne sayının, ne araç gerecin, ne gücün, ne de kuvvetli oluşun bir faydası yoktur. Onların kanaatine göre eğer onlara bir zarar gelecek olsaydı bu, ancak arkasında korundukları ve huzur buldukları kalelerinden olabilirdi. Ama Allah’tan başkasına güvenen yardımsız kalır. Allah’tan başkasına meyledenin bu tutumu, kendi aleyhinedir. Bu nedenle sabır ve sebatın yahut gevşeklik ve zaafın yeri olan kalplerine semavî bir emir gelip onları buldu. Kalplerindeki gücü ve metaneti ortadan kaldırdı. Bunların yerine zaaf, gevşeklik ve korkaklık yerleştirdi. Bunu önleyebilecek güçleri de yoktu. Bu da onlara karşı müminlere ilahi bir yardımdı.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"
(Öyle ki) evlerini hem kendileri kendi elleri ile tahrip ediyorlardı hem de mü’minlere
(tahrip ettiriyorlardı).” Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile mallarından develerinin taşıyabileceği kadar yük alacakları şekilde anlaşma yapmışlardı. Bundan dolayı evlerinin beğendikleri yerlerini, tavanlarının pek çoğunu dahi bozdular. Azgınlıkları sebebi ile yurtlarının tahrip edilmesi ve kalelerinin yıkılması konusunda mü’minleri kendi başlarına kendileri musallat ettiler. Bu yapılanlara kendileri sebep oldular ve kendilerine en büyük zararı kendileri verdiler.
"O halde ibret alın, ey basiret” mükemmel akıl ve eşyanın özünü kavrayan sağlam görüş
“sahipleri!” Çünkü bu, gerçekten Allah’ın hakka karşı inatlaşan ve hevâlarana uyan kimselere karşı neler yaptığının anlaşılmasına yardımcı olacak bir ibret vesilesidir. Bu kimselerin günahları sebebi ile Allah’ın emri gelip onları bulduğunda, ibretli cezalar onları yakaladığında güçlerinin kendilerine bir faydası olmamış, kuvvetleri onları koruyamamış, hisarları ve kaleleri de kendilerini himaye edememiştir.
Asıl muteber olan sebebin hususiliği değil, mananın umumiliğidir. O nedenle bu âyet-i kerime genel olarak ibret almanın emredilmiş bir husus olduğuna delil olmaktadır. İbret alma ise birbirine benzeyen şeyleri göz önünde bulundurmak, bir şeyi kendisine benzeyen başka bir şeye kıyas etmektir. Ahkâmın içerdiği ve yeri akıl ve düşünce olan mana ve hikmetler üzerinde tefekkür etmektir. Bu sayede akıl kemâle erer, basiret aydınlanmış olur. İman artar ve gerçek anlamı ile kavrayış husule gelir.
#
{3} ثم أخبر تعالى أنَّ هؤلاء اليهود لم يصِبْهم جميع ما يستحقون من العقوبة، وأن الله خفَّف عنهم، فلولا أنه كتبَ عليهم الجلاءَ الذي أصابهم وقضاه عليهم [وقدره] بقدره الذي لا يُبَدَّلُ ولا يُغَيَّرُ؛ لكان لهم شأنٌ آخر من عذاب الدُّنيا ونَكالها، ولكنهم وإن فاتهم العذابُ الشديد الدنيويُّ؛ فإنَّ لهم في الآخرة عذابَ النار الذي لا يمكن أن يعلم شدَّته إلاَّ الله؛ فلا يخطر ببالهم أن عقوبتهم [قد] انقضتْ وفرغتْ ولم يبقَ لهم منها بقيةٌ؛ فما أعدَّ الله لهم من العذابِ في الآخرة أعظم وأطمُّ.
3. Daha sonra Yüce Allah, bu yahudilerin başına hak ettikleri ve lâyık oldukları her şeyin henüz gelip kendilerini bulmadığını,
Allah’ın onların musibetlerini nispeten hafifletmiş olduğunu haber vererek şöyle buyurmaktadır: “Eğer Allah onların hakkında” kendilerine isabet eden
“sürgünü” hiçbir şekilde değişmesi, değişikliğe uğratılması söz konusu olmayan olan kader ve kazası gereği “yazıp takdir etmemiş olsa idi, onları elbette dünyada azaba uğratırdı.” Dünyadaki azapları ve ibretli cezaları başka türlü olurdu.
Ama onlar, dünyevî çetin azaptan kurtulmuş iseler dahi âhirette onlar için ateş azabı vardır ki onun ağırlığını Allah’tan başka kimsenin bilmesine imkân yoktur.
Onlar, cezalarının bittiğini ve geriye çekecekleri herhangi bir cezanın kalmadığını sakın sanmasınlar. Allah’ın onlar için hazırladığı âhiret azabı daha büyük ve daha ağırdır.
#
{4} و {ذلك} لأنَّهم {شاقُّوا اللهَ ورسولَه}: وعادَوْهما وحاربوهما وسعوا في معصيتهما، وهذه سنته وعادته فيمن شاقَّه. {ومن يُشاقِّ اللهَ فإنَّ اللهَ شديدُ العقابِ}.
4.
“Bunun sebebi onların Allah’a ve Rasûlüne muhalefet etmeleridir.” Onlara düşmanlık etmeleri, savaş açmaları ve onlara isyan olan hususlarda çalışıp çabalamalarıdır. O’nun, kendisine karşı gelip düşmanlık eden kimseler hakkındaki sünneti/kanunu budur.
“Kim Allah’a muhalefet ederse (bilsin ki) Allah cezası pek çetin olandır.”
#
{5} ولما لام بنو النضير رسولَ الله - صلى الله عليه وسلم - والمسلمين في قطع النخيل والأشجار، وزعموا أن ذلك من الفساد وتوصلوا بذلك إلى الطعن بالمسلمين، أخبر تعالى أنَّ قطع النخيل إن قطعوه أو إبقاءهم إيَّاه إن أبْقَوْه؛ أنه بإذنه [تعالى] وأمره، {ولِيُخْزِيَ الفاسقين}: حيث سلَّطكم على قطع نخلهم وتحريقها؛ ليكون ذلك نكالاً لهم وخزياً في الدُّنيا وذلًّا يُعرف به عجزُهم التامُّ الذي ما قدروا على استنقاذ نخلهم الذي هو مادة قوتهم. واللِّينة تشمل سائرَ النخيل على أصحِّ الاحتمالات وأولاها؛ فهذه حال بني النضير وكيف عاقبهم الله [تعالى] في الدُّنيا.
5. Nadiroğullarının, Allah Rasûlünü ve müslümanları hurma ağaçlarını kestikleri için kınamaları ve bunun yeryüzünde fesadın bir parçası olduğunu iddia edip müslümanlara dil uzatmak için bunu bahane yapmaları üzerine Yüce Allah, onların hurma ağaçlarını kesmelerinin de oldukları halde bırakmalarının da
“hep Allah’ın izni” ve emri dahilinde olduğunu haber vermiştir.
Bu da
“Allah'ın fâsıkları alçaltması içindir.” Çünkü sizlere hurma ağaçlarını kesip yakma imkânını O, vermiştir. Ta ki bu, onlar için dünya hayatında ibretli bir ceza ve aşağılanma sebebi olsun. Böylelikle tam anlamı ile âciz olduklarını anlayacakları bir zillete düşsünler. Ayrıca onlar güçlerinin esas kaynağını teşkil eden hurma ağaçlarını dahi kurtaracak güçlerinin olmadığını anlasınlar.
(Âyet-i kerimede geçen
“hurma ağacı” anlamındaki): “لِّينَةٍ ” kelimesi, en doğru ve en uygun ihtimale göre bütün hurma ağaçlarını kapsayan bir ifadedir.
İşte Nadiroğullarının durumu ve Allah’ın dünyada onlar için hazırladığı âkıbetin ne olduğu böylece anlaşılmış olmaktadır.
Daha sonra Yüce Allah Nadiroğullarına ait malların ve eşyaların kimlerin eline geçtiğini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{6} ثم ذكر مَن انتقلت إليه أموالُهم وأمتعتُهم، فقال: {وما أفاء اللهُ على رسولهِ منهم}؛ أي: من أهل هذه القرية، وهم بنو النضير، {فـ}: إنَّكم يا معشر المسلمين، {ما أوجَفْتُم عليه من خيل ولا ركابٍ}؛ أي: ما أجلبتم وحشدتم ؛ أي: لم تتعبوا بتحصيلها لا بأنفسكم ولا بمواشيكم، بل قذف الله في قلوبهم الرعبَ، فأتتكم صفواً عفواً، ولهذا قال: {ولكنَّ الله يسلِّطُ رسله على من يشاءُ واللهُ على كلِّ شيءٍ قديرٌ}: من تمام قدرته أنَّه لا يمتنع عليه ممتنعٌ ولا يتعزَّز من دونه قويٌّ.
6.
“Allah’ın onlar(ın malların)dan” yani o şehrin ahalisi olan Nadiroğullarından
“Rasûlüne verdiği feye/ganimete gelince” ey müslümanlar!
“siz, onun için ne at koşturdunuz ne de deve.” Yani bunları ele geçirmek için ne kendiniz yoruldunuz, ne de bineklerinizi yordunuz. Aksine Yüce Allah, onların kalplerine korku saldı da bu mallar, elinize kendiliklerinden ve siz onlar için çalışıp çabalamadan elinize geçmiş oldu.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
"Fakat Allah peygamberlerini dilediği kimselere hakim kılar. Allah her şeye gücü yetendir.
” O’nun mükemmel kudretinin bir gereği de şudur: Hiçbir iş O’na imkânsız değildir, hiç kimse O’nun gücüne sığınmadan güçlü olamaz.
Fakihlerin ıstılahına göre “fey”in tarifi: Kâfirlerden savaşmaksızın ve hak yolla alınan mallardır. Nadiroğullarının müslümanlardan korktukları için bırakıp gittikleri mallar buna örnektir.
Buna
(kök olarak dönmek anlamına gelen) fey adının verilmesinin sebebi, bu malın, onu hak etmeyen kâfirlerden onun en büyük hak sahipleri olan müslümanlara dönmesindir.
Fey’in genel hükmünü ise Yüce Allah şu buyruklarında zikretmektedir:
#
{7} وتعريف الفيء باصطلاح الفقهاء: هو ما أخِذَ من مال الكفار بحقٍّ من غير قتال؛ كهذا المال الذي فرُّوا وتركوه خوفاً من المسلمين، وسُمِّي فيئاً؛ لأنه رجع من الكفار الذين هم غير مستحقِّين له إلى المسلمين الذين لهم الحقُّ الأوفر فيه. وحكمه العامُّ كما ذكره الله بقوله: {ما أفاءَ اللهُ على رسولهِ من أهلِ القُرى}: عموماً، سواء كان في وقت الرسول أو بعده على مَن تَوَلَّى من بعدِهِ من أمَّته، {فللهِ وللرسولِ ولذي القربى واليتامى والمساكينِ وابنِ السبيل}: وهذه الآية نظير الآية التي في سورة الأنفال ، وهي قوله: {واعلموا أنَّما غَنِمْتُم من شيءٍ فأنَّ لله خُمُسَه وللرسول ولذي القُربى واليتامى والمساكينِ وابنِ السبيلِ}؛ فهذا الفيء يُقسم خمسة أقسام: لله ولرسوله يُصْرَفُ في مصالح المسلمين العامة. وخمسٌ لذوي القربى، وهم بنو هاشم وبنو المطلب؛ حيث كانوا، يسوَّى فيه بين ذكورهم وإناثهم، وإنَّما دخل بنو المطَّلب في خمس الخمس مع بني هاشم ولم يدخُلْ بقية بني عبد مناف؛ لأنهم شاركوا بني هاشم في دخولهم الشعبَ حين تعاقدتْ قريشٌ على هجرهم وعداوتهم، فنصروا رسولَ الله - صلى الله عليه وسلم -؛ بخلاف غيرهم، ولهذا قال النبيُّ صلّى الله عليه وسلّم في بني عبد المطلب: «إنَّهم لم يفارِقوني في جاهليَّة ولا إسلام». وخمسٌ لفقراء اليتامى، وهم من لا أب له ولم يبلغْ. وخمسٌ للمساكين. وخمسٌ لأبناء السبيل، وهم الغرباء المنقطَع بهم في غير أوطانهم.
وإنَّما قدَّر الله هذا التقدير وحصر الفيء في هؤلاء المعيَّنين؛ لكي {لا يكونَ دُولَةً}؛ أي: مداولةً واختصاصاً {بين الأغنياءِ منكم}: فإنَّه لو لم يقدِّره؛ لتداولته الأغنياءُ الأقوياء، ولما حَصَلَ لغيرهم من العاجزين منه شيءٌ، وفي ذلك من الفساد ما لا يعلمه إلا الله؛ كما أنَّ في اتِّباع أمر الله وشرعه من المصالح ما لا يدخل تحت الحصر، ولذلك أمر الله بالقاعدة الكلِّيَّة والأصل العام، فقال: {وما آتاكُمُ الرسولُ فخذوهُ وما نَهاكم عنهُ فانتَهوا}: وهذا شاملٌ لأصول الدين وفروعه ظاهره وباطنه، وأنَّ ما جاء به الرسول يتعيَّن على العباد الأخذ به واتِّباعه، ولا تحلُّ مخالفته، وأنَّ نصَّ الرسول على حكم الشيء كنصِّ الله تعالى؛ لا رخصةَ لأحدٍ ولا عذر له في تركه، ولا يجوز تقديم قول أحدٍ على قوله. ثم أمر بتقواه التي بها عِمارةُ القلوب والأرواح والدُّنيا والآخرة، وبها السعادة الدائمة والفوزُ العظيم، وبإضاعتها الشقاء الأبديُّ والعذاب السرمديُّ، فقال: {واتَّقوا الله إنَّ الله شديدُ العقابِ}: على من ترك التقوى وآثر اتِّباع الهوى.
7.
“Allah’ın” genel olarak ister Allah Rasûlü zamanında olsun, ister ondan sonra ümmetinden yönetim görevini üstlenen kimseler vasıtası ile olsun “ülkeler ahalisinden Rasûlüne verdiği fey/ganimet; Allah’a, Peygambere, akrabalara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aitir.” Bu âyet-
i kerime Enfâl Sûresi’nde yer alan Yüce Allah’ın şu buyruğuna benzemektedir:
"Eğer Allah’a Furkan günü olan, o iki ordunun birbirleri ile karşılaştıkları günde kulumuza indirdiğimize inanmışsanız bilin ki ganimet olarak aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah’a, Rasûlüne, yakınlara, yetimlere, yoksullara ve yolculara aittir.”
(el-Enfâl, 8/41)
Burada sözü edilen fey’ beşe bölünür: Allah’a ve Rasûlüne ait olan beşte bir, müslümanların genel maslahatlarına harcanır.
Bir beşte bir
“akrabalara” yani Haşimoğulları ile Muttaliboğullarına -var olmaları halinde- verilir. Bu hususta erkeklerine de kadınlarına da eşit pay verilir. Burada Haşimoğulları ile birlikte Muttaliboğullarının da bu beşte bire girmelerinin,
buna karşılık Abdimenaf oğullarının geri kalanlarının girmeyişlerinin sebebi şudur: Muttaliboğulları da Haşimoğulları ile birlikte Şi’bi Ebi Talib’de muhasara/boykot altında idiler. Söz konusu muhasara ise Kureyşlilerin onlardan uzak kalmak ve onlara düşmanlık etmek üzere akitleştikleri bir boykot dönemi idi. Muttaliboğulları diğerlerinin aksine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e yardımcı oldular.
Bundan dolayı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Abdülmuttalib oğulları hakkında şöyle demiştir: “Onlar ne cahiliye döneminde ne İslâm döneminde benden ayrılmadılar.”
Bir beşte bir de babaları bulunmayan ve henüz ergenlik yaşına gelmemiş kimseler demek olan fakir yetimlere verilir.
Bir beşte bir pay da yoksullara, diğer beşte bir de yolda kalmışlaradır. Yolda kalmışlar, vatanlarında bulunmayan, bu nedenle de ortada kalmış yabancılar demektir.
Yüce Allah’ın fey’i bu şekilde takdir edip sadece sözü edilen bu kimselere has kılmasının sebebine gelince bu,
“o (fey) içinizden zengin olanlar arasında dönüp dolaşan” ve yalnızca onların elinde kalan bir servet
“olmasın” diyedir. Çünkü Yüce Allah, bunu bu şekilde takdir etmemiş olsaydı, zenginler ve güçlüler arasında bu mal döner dolaşır, bunların dışında kalan acizler bu maldan hiçbir şey elde edemezdi. Bu ise Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği çapta büyük bir fesada sebep olurdu. Halbuki Allah’ın emir ve şeriatine tabi olmakta sayısız büyük maslahatlar söz konusudur. Bundan dolayı Yüce Allah, bu türlü kaideyi ve genel esası şöylece emretmektedir:
"Peygamber size ne verirse onu alın, neyi yasaklarsa ondan da uzak durun.” Bu buyruk, dinin inanç esaslarını da, ahkamını da, zahirini de batınını da kapsar. Rasûlün getirdiği ne varsa kulların kesin olarak onu alması veona uyması gerekir. Ona muhalefet edilmesi helâl değildir. Rasûl herhangi bir şeye dair açık bir hüküm bildirecek olursa bu, Yüce Allah’ın hüküm bildirmesi gibidir. Onu terk etmekte hiçbir kimse mazur değildir, kimseye ruhsat da verilmemiştir. Herhangi bir kimsenin söylediklerinin onun söylediğinin önüne geçirilmesi de caiz değildir.
Daha sonra Yüce Allah, kendisinden korkup sakınmayı yani takvâlı olmayı emretmektedir. Zira takvâ ile kalpler ve ruhlar mamur olur. Dünya ve âhiret düzelir. Ebedi mutluluk ve pek büyük kurtuluş, takvâ ile elde edilir. Takvâ yitirilecek olursa ebedi bedbahtlık ve sonu gelmez bir azap söz konusu olur.
O bakımdan Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah’tan korkup sakının; çünkü Allah” takvâyı terk eden ve hevâya uymayı tercih eden kimselere karşı
“cezası çok çetin olandır.”
#
{8 ـ 9} ثم ذكر تعالى الحكمة والسبب الموجب لجعله تعالى أموال الفيء لمن قدَّرها له، وأنَّهم حقيقون بالإعانة، مستحقُّون لأن تُجعل لهم، وأنهم ما بين مهاجرين؛ قد هجروا المحبوبات والمألوفات من الديار والأوطان والأحباب والخلان والأموال رغبةً في الله ونصرةً لدين الله ومحبةً لرسول الله؛ فهؤلاء هم الصادقون؛ الذين عملوا بمقتضى إيمانهم، وصدَّقوا إيمانَهم بأعمالهم الصالحة والعبادات الشاقَّة؛ بخلاف مَنِ ادَّعى الإيمان وهو لم يصدِّقْه بالجهاد والهجرة وغيرهما من العبادات، وبين أنصار، وهم الأوس والخزرج، الذين آمنوا بالله ورسوله طوعاً ومحبةً واختياراً، وآووا رسول الله - صلى الله عليه وسلم -، ومنعوه من الأحمر والأسود، وتبوَّءوا دار الهجرة والإيمان، حتى صارت موئلاً ومرجعاً يرجع إليه المؤمنون، ويلجأ إليه المهاجرون، ويسكن بحماه المسلمون؛ إذ كانت البلدانُ كلُّها بلدانَ حربٍ وشركٍ وشرٍّ، فلم يزل أنصارُ الدين يأوون إلى الأنصار، حتى انتشر الإسلام وقوي وجعل يزداد شيئاً فشيئاً، [وينمو قليلاً قليلاً] حتى فتحوا القلوبَ بالعلم والإيمان والقرآن، والبلدانَ بالسيف والسنان، الذين من جُملة أوصافهم الجميلة أنهم {يحبُّون مَن هاجَر إليهم}، وهذا لمحبَّتهم لله ورسوله، أحبُّوا أحبابه، وأحبُّوا من نصر دينه. {ولا يجِدونَ في صدورهم حاجةً مما أوتوا}؛ أي: لا يحسُدون المهاجرين على ما آتاهم الله من فضلهِ وخصَّهم به من الفضائل والمناقب الذين هم أهلها.
وهذا يدلُّ على سلامة صدورهم وانتفاء الغلِّ والحقد والحسد عنها، ويدلُّ ذلك على أنَّ المهاجرين أفضل من الأنصار؛ لأنَّ الله قدَّمهم بالذِّكر، وأخبر أنَّ الأنصارَ لا يجدون في صدورهم حاجةً مما أوتوا، فدلَّ على أنَّ الله تعالى آتاهم ما لم يؤتِ الأنصارَ ولا غيرهم، ولأنَّهم جمعوا بين النصرة والهجرة، وقوله: {ويؤثِرونَ على أنفسِهِم ولو كان بهم خَصاصةٌ}؛ أي: ومن أوصاف الأنصار التي فاقوا بها غيرهم وتميَّزوا بها عمَّن سواهم الإيثار، وهو أكمل أنواع الجود، وهو الإيثار بمحابِّ النفس من الأموال وغيرها، وبذلها للغيرِ، مع الحاجة إليها، بل مع الضَّرورة والخَصاصة، وهذا لا يكون إلا من خُلُقٍ زكيٍّ ومحبَّة لله تعالى مقدَّمة على [محبة] شهوات النفس ولذَّاتها. ومن ذلك قصَّة الأنصاريِّ الذي نزلت الآية بسببه حين آثر ضيفَه بطعامه وطعام أهله وأولادِهِ وباتوا جياعاً.
والإيثار عكس الأثَرَةِ؛ فالإيثارُ محمودٌ، والأثَرَةُ مذمومةٌ؛ لأنَّها من خصال البخل والشحِّ، ومن رُزِق الإيثار؛ فقد وُقِيَ شُحَّ نفسِه، {ومَن يوقَ شُحَّ نفسهِ فأولئك همُ المفلحونَ}: ووقايةُ شحِّ النفس يشمل وقايتها الشحَّ في جميع ما أمر به؛ فإنَّه إذا وُقِيَ العبدُ شحَّ نفسه؛ سمحت نفسه بأوامر الله ورسوله، ففعلها طائعاً منقاداً منشرحاً بها صدرُه، وسمحت نفسه بترك ما نهى اللهُ عنه، وإنْ كان محبوباً للنفس؛ تدعو إليه وتطلَّع إليه، وسمحتْ نفسه ببذل الأموال في سبيل الله وابتغاءِ مرضاتِه، وبذلك يحصُلُ الفلاح والفوزُ؛ بخلاف مَنْ لم يوقَ شحَّ نفسه، بل ابْتُلِيَ بالشُّحِّ بالخير الذي هو أصل الشرِّ ومادته.
8-9. Daha sonra Yüce Allah, bu fey’ mallarını tahsis ettiği bu kimselere ayırmasını gerektiren sebebi ve hikmeti söz konusu etmekte ve bu malların kendilerine ayrılmasını hak ettiklerini, yardım görmeye haklarının bulunduğunu belirtmektedir. Çünkü onlar, ya Allah’ın rızasını elde etmek ve dinini desteklemek için Rasûlüne besledikleri sevgi dolayısı ile sevip alıştıkları yurtlarını, vatanlarını, sevdiklerini, dostlarını ve mallarını terk ve hicret etmiş muhacirlerdir. Ki bunlar
“(özü sözü) doğru olanların ta kendileridir.” Çünkü imanlarının gereklerini yerine getirmişler, salih amelleri ile zor ve ağır ibadetleri ile imanlarını tasdik etmiş kimselerdir. Bu yönleri ile onlar, iman ettiği iddiasında bulunup da onu cihad, hicret ve buna benzer ibadetler ile tasdik etmeyenlerden farklıdırlar.
Ya da bu kimseler, kendi istek ve iradeleri ile severek ve tercih ederek Allah’a ve Rasûlü’ne iman eden, Evs ve Hazreclilerden oluşan Ensârlardır. Bunlar Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e kucak açmışlar, insanlara karşı onu korumuşlar, hicret ve iman diyarını yurt edinmişlerdi. Öyle ki burası mü’minlerin kendisine başvuracakları, dönecekleri bir sığınak haline gelmişti. Muhacirler de buraya gelip sığındılar, müslümanlar bu diyarın sınırları içerisinde yerleştiler. Çünkü o vakit bütün bölgeler savaş, şirk ve kötülük diyarı idi. Dinin yardımcıları olanlar hep Ensar’a sığınırlardı. İslâm yayılıncaya, güçleninceye ve peyderpey hakimiyeti artıncaya kadar bu böyle sürdü. Nihâyet kalpleri ilim, iman ve Kur’ân ile, ülkeleri de kılıç ve mızraklar ile fethettikleri vakte kadar bu böyle sürdü.
Bunların güzel vasıfları arasında şu da vardır: “Kendilerine hicret edenleri severler.” Bunun sebebi de Allah’a ve Rasûlüne besledikleri sevgidir. Bu yüzden O’nun sevdiklerini de sevdiler ve dinine yardımları dokunanlara da yardımcı oldular.
“ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir çekememezlik duymazlar.” Allah’ın lütfundan onlara verdikleri, onlara tahsis etmiş olup da hak ettikleri pek üstün fazilet ve konumlarından dolayı muhacirleri kıskanmazlar. Bu, onların kalplerinin ne kadar temiz olduğuna, kalplerinde hile, kin ve haset bulunmadığına delildir.
Bu buyruk muhacirlerin, ensardan faziletli olduğuna da delildir. Çünkü Allah, önce muhacirlerden söz etmiş, daha sonra da Ensar’ın muhacirlere verilenlerden dolayı kalplerinde herhangi bir kıskançlık beslemediklerini belirtmiştir. Bu da Yüce Allah’ın muhacirlere, ne ensara ne de başkalarına vermediği şeyleri verdiğine delildir. Çünkü onlar hem dine yardım etmişler, hem de hicret etmişlerdi.
"Kendileri ihtiyaç içinde bulunsalar dahi
(din kardeşlerini) kendilerine tercih ederler.” Yani Ensarın başkalarına üstün geldikleri vasıflarından, kendilerini diğerlerinden ayırt eden özelliklerinden birisi de başkasını kendine tercih etmektir
(îsâr). Bu da cömertliğin en mükemmel çeşididir. Zira o, mal ve daha başka nefsin sevdiği şeylerde başkalarını knedine tercih etmek, onlara bizzat muhtaç olmakla hatta zorunlu olarak gerek duymakla ve darlık içerisinde bulunmakla birlikte onları başkasına seve seve verebilmektir.
Bu, ancak son derece temiz bir ahlâktan, Yüce Allah’a duyulan ve nefsin zevk alıp arzu ettiği şeylerin önüne geçirilen ilahi bir sevgiden kaynaklanabilir.
Kendisinin ve çoluk çocuğunun yiyeceğini misâfirlerine takdim eden ve çoluk çocuğu ile birlikte geceyi aç geçiren Ensar’a mensup bir sahabinin kıssası da buna örnektir ki bu âyet de ondan dolayı nazil olmuştur.
Îsâr
(başkasını kendisine tercih etmek) benciliğin/egoizmin aksidir ve iyi bir şeydir. Bencillik/egoizm ise yerilmiş bir şeydir. Çünkü o, cimriliğin ve eli sıkılığın özelliklerindendir. Kendisine îsâr özelliği ihsan edilmiş bulunan kimse, nefsinin cimriliğine karşı korunmuş kimse demektir ki
“Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” Nefsin cimrilikten korunması, emrolunduğu bütün hususlarda cimrilik etmekten korunmasını kapsar. Buna göre kul, nefsinin cimriliğine karşı korunacak olursa Allah ve Rasûlü’nün emirlerini rahatlıkla ve kolaylıkla yerine getirir. İsteyerek ve itaat etmek arzusu ile tam bir kalp huzuru ile bunları yapar. Yine gönül isteği ile Allah’ın yasakladıklarını terk eder. İsterse bu yasakları nefsi sevsin, onları işlemeye çağırsın ve onları arzulasın. Yine böyle bir kimse, Allah yolunda ve Allah’ın rızası uğrunda mallarını seve seve harcar. Bu yolla da kurtuluşu elde eder ve umduklarına nail olur. Oysa nefsinin cimriliğine karşı korunamayarak hayra karşı cimrilik etmeye müptela olanlar, böyle değildir. Şerrin esası ve temel kaynağı da işte budur.
#
{10} فهذان الصنفان الفاضلان الزكيَّان هم الصحابة الكرام والأئمة الأعلام، الذين حازوا من السوابق والفضائل والمناقب ما سَبَقوا به مَن بعدَهم وأدركوا به مَن قبلهم، فصاروا أعيان المؤمنين وسادات المسلمين وقادات المتَّقين، وحسب من بعدهم من الفضل أن يسيرَ خلفَهم ويأتمَّ بهُداهم، ولهذا ذكر الله من اللاحقين مَن هو مؤتمٌّ بهم [وسائر خلفهم]، فقال: {والذين جاؤوا من بعدِهم}؛ أي: من بعد المهاجرين والأنصارِ، {يقولون}: على وجه النُّصح لأنفسهم ولسائر المؤمنين: {ربَّنا اغْفِرْ لنا ولإخوانِنا الذين سَبَقونا بالإيمانِ}: وهذا دعاءٌ شاملٌ لجميع المؤمنين من السابقين من الصحابة ومَن قبلَهم ومَن بعدهم، وهذا من فضائل الإيمان؛ أنَّ المؤمنين ينتفعُ بعضُهم ببعض ويدعو بعضُهم لبعض؛ بسبب المشاركةِ في الإيمان، المقتضي لعقد الأخوَّة بين المؤمنين، التي من فروعها أن يدعوَ بعضُهم لبعض، وأن يحبَّ بعضُهم بعضاً، ولهذا ذكر الله في هذا الدعاء نفي الغلِّ عن القلب، الشامل لقليلِه وكثيرِه، الذي إذا انتفى؛ ثبت ضدُّه، وهو المحبَّة بين المؤمنين والموالاة والنصح ونحو ذلك مما هو من حقوق المؤمنين، فوصفَ الله مَن بعد الصحابة بالإيمان؛ لأنَّ قولهم: {سَبَقونا بالإيمان}: دليلٌ على المشاركة فيه ، وأنَّهم تابعون للصحابة في عقائد الإيمان وأصوله، وهم أهل السنة والجماعة، الذين لا يصدق هذا الوصف التامُّ إلاَّ عليهم، وَوَصَفَهم بالإقرار بالذُّنوب والاستغفار منها واستغفار بعضهم لبعض واجتهادهم في إزالة الغلِّ والحقدِ [عن قلوبهم] لإخوانهم المؤمنين؛ لأنَّ دعاءهم بذلك مستلزمٌ لما ذكرنا ومتضمِّنٌ لمحبَّة بعضهم بعضاً، وأنْ يحبَّ أحدُهم لأخيه ما يحبُّ لنفسه، وأن ينصحَ له حاضراً وغائباً حيًّا وميتاً.
ودلَّت الآية الكريمة على أنَّ هذا من جملة حقوق المؤمنين بعضهم لبعض. ثم ختموا دعاءهم باسمينِ كريمينِ دالَّين على كمال رحمة الله وشدَّة رأفته وإحسانه بهم، الذي من جملته: بل [من] أَجَلِّه توفيقُهم للقيام بحقوقه وحقوق عباده.
فهؤلاء الأصناف الثلاثة هم أصناف هذه الأمة، وهم المستحقُّون للفيء، الذي مصرفه راجعٌ إلى مصالح الإسلام، وهؤلاء أهله الذين هم أهلُه، جعلنا الله منهم بمنِّه وكرمه.
10. Zikri geçen bu iki faziletli ve üstün sınıf, sahabe-i kiramdır ve önderlerdir. Bunlar öne geçmiş, pek çok faziletlere sahip olmuşlardır. Bunlar vasıtası ile kendilerinden sonra gelenleri geçmişler, kendilerinden öncekilere de yetişmişlerdir. Bu sebeple onlar, mü’minlerin en ileri gelenleri, müslümanların efendileri ve takvâ sahiplerinin liderleridirler. Onlardan sonra gelen kimselerin onların arkasından yürümeleri ve onların hidâyetlerini takip etmeleri fazilet olarak onlara yeter. Bundan dolayı Yüce Allah,
sonradan gelenler arasından onların izinden gidenleri söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Onlardan” Muhacir ve Ensardan “sonra gelenler” hem kendilerinin hem diğer mü’minlerin iyiliklerini isteyerek
“derler ki: Rabbimiz, bizi ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi bağışla!”
Bu, önceden iman etmiş olan ashabı kiramı, onlardan öncekileri ve onlardan sonrakilerini içeren bütün mü’minleri kapsayan bir duadır. Bu da imanın faziletlerinden birisidir. Şöyle ki mü’minler birbirlerinden yararlanırlar ve aralarındaki iman ortaklığı dolayısı ile birbirlerine dua ederler ki bu iman da mü’minler arasındaki kardeşliğin sebebidir. Bu kardeşliğin bir parçası da birbirlerine dua etmeleri ve birbirlerini sevmeleridir. Bundan dolayı Yüce Allah, bu dualarında kalplerinden azı ile çoğu ile her türlü kinin giderilmesini istediklerini zikretmektedir. Kin kalpten giderilecek olursa, onun zıddı yerleşir ki bu da mü’minler arasındaki sevgi, dostluk, dayanışma, samimi olarak onların iyiliğini isteme vb. gibi mü’minlerin haklarından olan hususları ihtiva eder.
Yüce Allah, ashab-ı kiramdan sonra gelen bu dua sahiplerini de iman sahibi olmakla nitelendirmektedir.
Çünkü onların: “Ve bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi” ifadeleri, imanda onların da onlara ortak olduklarına, ashab-ı kirama iman ve itikad esaslarında tabi olduklarına delildir. Bunlar da bu niteliğin tam anlamı ile ancak kendileri hakkında söz konusu olduğu ehl-i sünnet ve’l-cemaattir.
Onların bir diğer vasfı ise günahlarını itiraf etmek, bunlardan dolayı Allah’tan bağışlanma dilemek, birbirleri için de af ve mağfiret istemek, mü’min kardeşlerine karşı kalplerindeki kin ve olumsuz duyguları izale etmek için çalışmaktır. Çünkü onların bu şekilde dua etmeleri sözünü ettiğimiz hususları gerektirmekte ve birbirlerini sevdiklerini ifade etmektedir. Yine onların her birinin kendisi için istediğini kardeşi için de istediğini, yanında olsun, gıyabında olsun, hayatta iken veya ölümünden sonra olsun mü’min kardeşinin iyiliğini istediğini de ifade etmektedir. Yine bu ayet-i kerime bu sayılanların, mü’minlerin birbirlerine karşı hakları arasında yer aldığını da göstermektedir.
Daha sonra mü’minler, bu dualarını Yüce Allah’ın rahmetinin kemâline, O’nun mü’minlere olan lütuf, ihsan ve şefkatinin ileri derecesine delil teşkil eden iki güzel ismiyle sona erdirmektedirler. Allah’ın onlar üzerindeki rahmet ve ihsanının bir tecellisi hatta en üstün şekli de onlara gerek kendisine karşı gerek diğer kullarına karşı yerine getirmeleri gereken hakları yerine getirme tevfikini ihsan etmiş olmasıdır.
İşte bu üç sınıf, bu ümmetin sınıflarını oluşturur. Bunlar fey’in, İslâm’ın maslahatlarına dönük olan harcama yerlerini teşkil eden ve fey’e de layık olan kimselerdir. Allah lütuf ve ihsanı ile bizleri de bu sınıflardan kılsın.
#
{11} ثم تعجَّب تعالى من حال المنافقين، الذين طمَّعوا إخوانهم من أهل الكتاب في نصرتهم وموالاتهم على المؤمنين، وأنَّهم يقولون لهم: {لَئنْ أخْرِجْتُمْ لَنَخْرُجَنَّ معكم ولا نُطيعُ فيكم أحداً أبداً}؛ أي: لا نطيع في عدم نصرتكم أحداً يعذِلُنا أو يخوَّفنا، {وإن قوتِلْتُم لننصُرَنَّكم واللهُ يشهدُ إنَّهم لَكاذبونَ}: في هذا الوعد الذي غرُّوا به إخوانهم، ولا يستكثرُ هذا عليهم؛ فإنَّ الكذبَ وصفهم، والغرور والخداع مقارنهم، والنفاق والجبن يصحبهم.
11. Daha sonra Yüce Allah, münafıkların hallerinin hayret edilecek bir hal olduğunu belirtmektedir. Zira bu münafıklar, Kitap ehlinden
(küfürde) kardeşleri olan kimselere,
mü’minlere karşı yardımcı olacaklarını ve onların yanında yer alacaklarını vaat etmişler ve onlara şöyle demişlerdi: “Eğer siz (yurdunuzdan) çıkartılırsanız andolsun biz de sizinle beraber çıkarız. Sizin aleyhinizde hiçbir kimseye asla itaat etmeyiz.” Yani size yardımcı olmama konusunda bizi engelleyecek yahut korkutacak hiç kimsenin sözünü dinlemeyiz.
"ve eğer size savaş açılırsa kesinlikle size yardım ederiz.” Halbuki Allah şahitlik eder ki onlar” kardeşlerini aldatıp kandırdıkları bu sözlerinde
“kesinlikle yalancıdırlar.” doğru söylemiyorlar.
Onların bu tutumları da garip karşılanmaz. Çünkü yalan söylemek onların özelliği, aldatmak ve kandırmak da ayrılmaz vasıflarıdır. Münafıklık ve korkaklık da onların yakasını bırakmaz. Bundan dolayı Yüce Allah, şu buyruğu ile -ki verdiği haber aynen vukua gelmiş ve tıpkı bildirdiği gibi gerçekleşmiştir-
onların yalancılıklarını bildirmek üzere şöyle buyurmaktadır:
#
{12} ولهذا كذَّبهم الله بقوله الذي وُجِدَ مخبرُه كما أخبر به ووقع طِبْقَ ما قال، فقال: {لَئِنْ أخْرِجوا}؛ أي: من ديارهم جلاءً ونفياً {لا يخرُجون معهم}: لمحبَّتهم للأوطان، وعدم صبرهم على القتال، وعدم وفائهم بالوعد ، {ولَئِن قوتلوا لا يَنصُرونهم}: بل يستولي عليهم الجبنُ ويملكهم الفشل ويَخْذُلون إخوانَهم أحوج ما كانوا إليهم، {ولَئِن نَصَروهم}: على الفرض والتقدير ، {لَيُوَلُّنَّ الأدبارَ ثم لا يُنصرون}؛ أي: سيحصل منهم الإدبار عن القتال والنُّصرة، ولا يحصُل لهم نصرٌ من الله.
12.
“Eğer onlar” sürgüne gönderilmek üzere yurtlarından
“çıkartılırlarsa” vatanlarını sevdiklerinden, savaşma dirençleri olmadığından ve sözlerinde durmadıklarından dolayı
“onlarla birlikte çıkmazlar. Eğer onlara savaş açılırsa onlara yardım etmezler.” Aksine korkaklık onları çepeçevre kuşatır, başıbozukluk onlara hakim olur. Kardeşlerine en muhtaç oldukları bir zamanda yardım etmez, onları desteksiz bırakırlar.
"Onlara” faraza
“yardım etseler bile gerisin geri kaçarlar, sonra kendilerine de yardım edilmez.” Yani savaştan ve yardımdan gerisin geriye dönüp kaçarlar. Allah’tan onlara hiçbir şekilde de yardım edilmeyecektir.
#
{13} والسبب الذي حملهم على ذلك أنَّكم أيُّها المؤمنون {أشدُّ رهبةً في صدورِهِم من اللهِ}: فخافوا منكم أعظم ممَّا يخافون الله، وقدَّموا مخافَة المخلوق الذي لا يملك لنفسه [ولا لغيره] نفعاً ولا ضرًّا على مخافة الخالق الذي بيده الضرُّ والنفع والعطاء والمنع. {ذلك بأنَّهم قومٌ لا يفقهون}: مراتب الأمور، ولا يعرفون حقائق الأشياء، ولا يتصوَّرون العواقب، وإنَّما الفقه كلُّ الفقه أن يكون خوفُ الخالق ورجاؤه ومحبَّتُه مقدمةً على غيرها، وغيرها تبعاً لها.
13.
Onları böyle davranmaya iten sebep ise şudur: Ey mü’minler!
“İçlerinde size karşı duydukları korku, Allah korkusundan çok daha fazladır.” Allah’tan çok sizden korkarlar. Ne kendisine ne da başkalarına herhangi bir fayda sağlayamayan, bir zararı da önleyemeyen yaratılmışların korkusunu, fayda ve zararı elinde bulunduran ve istediğine verip istediğinden de alan Yaratıcının korkusunun önüne geçirmişlerdir.
"Bu da onların anlamayan bir topluluk olmalarındandır.” İşlerin önem mertebelerini anlamazlar, eşyanın hakikatini bilmezler, akıbetleri düşünmezler. Halbuki asıl anlayış ve kavrayış, Allah’tan korkmanın, O’ndan ummanın ve O’nu sevmenin, diğer bütün hususların önüne geçirilmesi ve başka şeylerin onlara tabi kılınmasıdır.
#
{14} {لا يقاتِلونَكم جميعاً}؛ أي: في حال الاجتماع {إلاَّ في قرىً محصَّنةٍ أو من وراءِ جُدُرٍ}؛ أي: لا يثبتون على قتالكم ولا يعزِمون عليه إلاَّ إذا كانوا متحصِّنين في القرى أو من وراء الجدر والأسوار؛ فإنهم إذ ذاك ربَّما يحصُل منهم امتناعٌ اعتماداً على حصونهم وجُدُرهم لا شجاعةً بأنفسهم، وهذا من أعظم الذَّمِّ. {بأسُهُم بينَهم شديدٌ}؛ أي: بأسهم فيما بينهم شديدٌ، لا آفة في أبدانهم ولا في قوَّتهم، وإنَّما الآفة في ضعف إيمانهم وعدم اجتماع كَلِمَتهم، ولهذا قال: {تحْسَبُهُم جميعاً}: حين تراهم مجتمعين ومتظاهرين، {و} لكن {قلوبُهم شتًّى}؛ أي: متباغضة متفرِّقة متشتِّتة. {ذلك}: الذي أوجب لهم اتِّصافهم بما ذُكِرَ {بأنَّهم قومٌ لا يعقلونَ}؛ أي: لا عقل عندهم ولا لبَّ؛ فإنَّهم لو كانت لهم عقولٌ؛ لآثروا الفاضل على المفضول، ولَما رضوا لأنفسهم بأبخس الخطَّتين، ولكانت كلمتُهم مجتمعةً وقلوبهم مؤتلفةً؛ فبذلك يتناصرون ويتعاضدون ويتعاونون على مصالحهم [ومنافعهم] الدينيَّة والدنيويَّة؛ مثل هؤلاء المخذولين من أهل الكتاب، الذين انتصر الله لرسوله منهم، وأذاقَهم الخزيَ في الحياة الدنيا، وعدمَ نصرِ مَنْ وعدَهم بالمعاونة.
14.
“Onlar sizinle toplu olarak” yani bir arada
“(yüz yüze) değil de ancak korunaklı şehirlerde yahut da surların arkasından savaşırlar.” Size karşı savaşta sebat gösteremezler ve böyle bir savaşa girişemezler; ancak korunaklı şehirlerde koruma altında yahut surların ve duvarların arkasında bulunurlarsa o zaman savaşa kalkışırlar. Bu yolla kendilerini nispeten koruyabilirler. Bunu da cesaretlerinden değil kalelerine ve surlarına güvendikleri için yaparlar. Bu ifade onları çok ağır şekilde yermektedir.
“Kendi aralarındaki savaşları şiddetlidir.” Yani kendi aralarında çetin savaşırlar. Bu konuda ne bedenlerinde ne de güçlerinde herhangi bir eksiklik yoktur. Asıl eksikleri, onların imanlarındaki zafiyette ve onların sözbirliği etmeyişlerindedir.
Bundan dolayı şöyle buyurmaktadır:
“Sen onları” bir araya gelmiş ve birbirlerini destekler halde gördüğünde
“birlik içinde sanırsın, ama kalpleri darmadağınıktır.” Birbirlerine kin beslerler ve ayrılık içindedirler.
“Bu” sözü geçen sıfatlarla nitelendirilmelerini gerektiren hal, “onların akıllarını kullanmayan bir topluluk olmalarındandır.” Akılları fikirleri yoktur. Akılları bulunsa idi üstün olanı değersize tercih ederlerdi. Kendileri adına daha değersiz olanı seçmezlerdi. Sözbirliği ederler, kalpleri birbirine kaynaşırdı. Bu yolla da birbirlerine yardımcı olurlar, birbirlerini desteklerlerdi. Dinî ve dünyevi maslahatları hususunda birbirlerine yardımcı olurlardı.
#
{15} {كمثل الذين من قبلِهِم قريباً}: وهم كفارُ قريش، الذين {زيَّن لهمُ الشَّيطانُ أعمالهم، وقال: لا غَالِبَ لَكُمُ اليومَ من النَّاس، وإنَّي جَارٌ لكم، فَلَمَّا تَراءتِ الفئتانِ؛ نكص على عقبيهِ ، وقَالَ: إنِّي بَرِيءٌ منكم، إنَّي أرى ما لا ترَوْنَ}! فغرَّتهم أنفسهم، وغرَّهم مَن غرَّهم، الذين لم ينفعوهم ولم يدفعوا عنهم العذاب، حتى أتوا بدراً بفخرهم وخُيَلائِهم، ظانِّين أنهم مدركون برسول الله والمؤمنين أمانيهم، فنصر الله رسوله والمؤمنين عليهم، فقتلوا كبارهم وصناديدهم، وأسروا مَن أسروا منهم، وفرَّ من فرَّ، وذاقوا بذلك وبالَ أمرِهم وعاقبةَ شِركهم وبغيهم. هذا في الدُّنيا، {ولهم} في الآخرة عذابُ النارِ.
15. Ehli kitaptan yardımsız bırakılan ve Allah’ın, kendilerine karşı Rasûlüne zafer verip dünya hayatında rüsvaylığı tattırdığı, ayrıca kendilerine yardımcı olacaklarını vaat eden kimselerin yardımından da mahrum kalan bu kimselerin durumu
“kendilerinden yakın bir zaman önce yaptıklarının vebalini tatmış olanların durumu gibidir.” Bunlar da şeytanın kendilerine amellerini süslü gösterdiği Kureyş kâfirleridirler.
Şeytanın bunlara neler söylediklerini Yüce Allah bize şöylece haber vermektedir:
"Bugün insanlar içinde sizi yenebilecek yoktur. Ben de muhakkak sizin yardımcınızım.” İki ordu birbirini görünce
(şeytan) iki topuğu üstüne gerisin geri kaçarak:
“Benim sizinle hiçbir ilişkim yok. Gerçekten ben sizin göremeyeceğinizi görüyorum. Ben muhakkak Allah’tan korkarım. Çünkü Allah cezası çok şiddetli olandır, demişti.” (el-Enfâl, 8/48)
Böylelikle nefisleri kendilerini aldatmış, kendilerine fayda sağlayamayacak ve azabı onlardan uzaklaştıramayacak kimseler de onları kandırmıştı. Nihâyet böbürlenerek ve büyüklük taslayarak Bedir’e kadar geldiler. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e ve mü’minlere arzuladıkları gibi zarar verebileceklerini sandılar. Allah ise Rasûlünü ve mü’minleri onlara muzaffer kıldı. Onlar da müşriklerin ileri gelenlerini öldürdüler, pek çok kimseyi de esir aldılar. Diğerleri ise kaçıp kurtulmaya çalıştı. Böylelikle
“onlar yaptıklarının vebalini” şirk ve azgınlıklarının sonundaki cezasını
“tatmış” oldular. Bu, dünyadaki cezaları idi. Âhirette ise “onlar için can yakıcı bir azap vardır.”
#
{16} ومَثَلُ هؤلاء المنافقين الذين غرُّوا إخوانهم من أهل الكتاب، {كمَثَل الشيطان إذ قال للإنسانِ اكْفُرْ}؛ أي: زيَّن له الكفر وحسَّنه ودعاه إليه، فلما اغتر به وكفر وحصل له الشقاء لم ينفعه الشيطان الذي تولاه ودعاه إلى ما دعاه إليه بل تبرَّأ منه، {وقال إني بريءٌ منك إني أخافُ اللهَ ربَّ العالمين}؛ أي: ليس لي قدرةٌ على دفع العذاب عنك، ولستُ بمغنٍ عنك مثقال ذرَّةٍ من الخير.
16. Kitap ehlinden olan kafir kardeşlerini yardım etme vaadiyle kandıran münafıkların durumu da
“şeytanın durumu gibidir. Zira o, insana: “Kâfir ol” der.” Yani şeytan böyle bir kimseye küfrü allayıp pullar, güzel gösterir ve küfre davet eder. O kimse de şeytana aldanıp kâfir olup bedbahtlık yolunu seçince daha önce kendisini bunlara davet eden ve dostu olduğunu ileri süren şeytanın ona hiçbir faydası olmaz. Aksine o,
ondan uzaklaştığını bildirir: “Ben senden uzağım. Çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım” der.” Yani sana gelen azabı önleyecek gücüm yoktur. Benim sana iyilik namına zerre ağırlığı kadar dahi olsa hiçbir faydam olmaz.
#
{17} {فكان عاقِبَتَهما}؛ أي: الداعي الذي هو الشيطان والمدعو الذي هو الإنسان حين أطاعه، {أنهما في النار خالدَيْنِ فيها}؛ كما قال تعالى: {إنَّما يدعو حزبَه ليكونوا من أصحابِ السعيرِ}. {وذلك جزاءُ الظالمين}: الذين اشتركوا في الظُّلم والكفر، وإن اختلفوا في شدَّة العذاب وقوته. وهذا دأب الشيطان مع كل أوليائهِ؛ فإنَّه يَدْعوهم ويدلِّيهم بغرور إلى ما يضرُّهم ، حتى إذا وقعوا في الشباك، وحاق بهم أسبابُ الهلاك؛ تبرأ منهم وتخلَّى عنهم، واللَّوم كلُّ اللَّوم على من أطاعه؛ فإنَّ الله قد حذَّر منه وأنذر، وأخبرَ بمقاصده وغايته ونهايته، فالمقدِم على طاعته عاصٍ على بصيرةٍ لا عذر له.
17.
“Nihayet ikisinin de âkıbeti” yani küfre çağıran şeytan ile çağrılan ve şeytana itaat eden insanın âkıbeti
“içinde ebedi kalmak üzere ateşe girmek olur.” Nitekim Yüce Allah,
bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: “O kendi taraftarlarını ancak alevli ateşin arkadaşlarından olmaya davet eder.” (Fatır, 35/6) Zulüm ve küfre sapmakta ortak olan
“zalimlerin cezası” azabın şiddeti ve kuvveti farklı olsa bile “budur.”
İşte şeytanın bütün dostlarına karşı tavrı budur. O, onları çağırır ve kendileri için zararlı olabilecek şeylere doğru aldatarak onları çeker. Nihâyet tuzağa düşüp de helâkin sebepleri onları çepeçevre kuşattığında onları terk edip gider.
Ona itaat edenler ne kadar kınansalar azdır! Çünkü Allah, ondan sakındırmış, ona karşı uyarmış, onun amaçlarını ve nihaî âkıbetini haber vermiştir. Ona itaat etmeye kalkışan kimse, bilerek Allah’a isyan ediyor demektir. Bu konuda onun hiçbir mazereti olamaz.
{يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ وَلْتَنْظُرْ نَفْسٌ مَا قَدَّمَتْ لِغَدٍ وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ خَبِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ (18) وَلَا تَكُونُوا كَالَّذِينَ نَسُوا اللَّهَ فَأَنْسَاهُمْ أَنْفُسَهُمْ أُولَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ (19) لَا يَسْتَوِي أَصْحَابُ النَّارِ وَأَصْحَابُ الْجَنَّةِ أَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمُ الْفَائِزُونَ (20) لَوْ أَنْزَلْنَا هَذَا الْقُرْآنَ عَلَى جَبَلٍ لَرَأَيْتَهُ خَاشِعًا مُتَصَدِّعًا مِنْ خَشْيَةِ اللَّهِ وَتِلْكَ الْأَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ (21)}.
18- Ey iman edenler! Allah’tan korkup sakının. Herkes yarın için ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkup sakının. Çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.
19- Allah’ı unutan, bu sebeple Allah’ın da kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar fâsıkların ta kendileridir.
20- Cehennemliklerle cennetlikler bir olmaz. Cennetlikler, kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
21- Eğer Biz bu Kur’ân’ı bir dağa indirseydik sen onun Allah korkusundan başını eğerek yarılıp parçalandığını görürdün. İşte bu misalleri Biz insanlar düşünsünler diye veriyoruz.
#
{18} يأمر تعالى عباده المؤمنين بما يوجبه الإيمان ويقتضيه من لزوم تقواه سرًّا وعلانيةً في جميع الأحوال، وأن يراعوا ما أمرهم الله به من أوامرِهِ وشرائعهِ وحدودِه، وينظُروا ما لهم وما عليهم، وماذا حصلوا عليه من الأعمال التي تنفعهم أو تضرُّهم في يوم القيامةِ؛ فإنَّهم إذا جعلوا الآخرة نصبَ أعينهم وقبلةَ قلوبهم، واهتمُّوا للمقام بها؛ اجتهدوا في كثرة الأعمال الموصلة إليها وتصفيتها من القواطع والعوائق، التي توقِفُهم عن السير أو تَعوقُهم أو تصرِفهم، وإذا علموا أيضاً أنَّ {الله خبيرٌ بما}: يعملون، لا تخفى عليه أعمالُهم، ولا تضيع لديه، ولا يهملها؛ أوجب لهم الجدَّ والاجتهاد.
وهذه الآية الكريمةُ أصلٌ في محاسبة العبد نفسَه، وأنَّه ينبغي له أن يتفقَّدها؛ فإنْ رأى زللاً؛ تداركه بالإقلاع عنه والتوبة النصوح والإعراض عن الأسباب الموصلة إليه، وإن رأى نفسه مقصراً في أمر من أوامر الله؛ بذل جهدَه واستعانَ بربِّه في تتميمه وتكميله وإتقانه، ويقايس بين منن الله عليه وإحسانه وبين تقصيرِهِ؛ فإن ذلك يوجب له الحياء لا محالة.
18. Yüce Allah, mü’min kullarına imanın gereği olan hususları emretmektedir ki bunlar da gizli ve açık bütün hallerde takvâya sarılmak, Allah’ın kendilerine vermiş olduğu emirlere bağlı kalmak, O’nun koyduğu sınırlara riâyet etmek, neyin faydalarına, neyin zararlarına olduğuna dikkat etmek ve kıyamet gününde kendilerine fayda sağlayacak yahut zarar verecek amellerini gözden geçirmeleridir.
Çünkü âhireti sürekli gözlerinin önünde bulunduracak, kalplerini ona doğru yöneltecek, oradaki kalma yerlerine gereken önemi verecek olurlarsa, oraya ulaştıracak güzel amellerinin çok olması için çalışırlar. Bu amelleri onları iptal edecek, bozacak ve bu yolda kendilerini ilerlemekten alıkoyacak hususlardan arındırıp temizlemek için olanca gayretlerini harcarlar.
Aynı şekilde Allah’ın yapıp ettiklerinden haberdar olduğunu, hiçbir amellerinin O’na gizli kalmadığını, hiçbir şeyin O’nun yanında kaybolmadığını ve O’nun hiçbir şeyi ihmal etmediğini bildikleri takdirde de çokça çalışıp gayret ederler.
Bu âyet-i kerime, kulun nefsini hesaba çekmesinin temel dayanağını oluşturur. Buna göre kul, daima kendisini gözden geçirmelidir. Eğer bir hata tespit ederse onu terk etmek, samimi bir şekilde tevbe etmek, o hataya götüren sebeplerden yüz çevirmek suretiyle onu telafi etmelidir. Eğer Allah’ın emirlerinden herhangi birini yerine getirmede kusurlu olduğunu görürse onu tamamlamak ve en güzel şekilde yapmak için bütün gayretini ortaya koymalı ve Rabbinden yardım dilemelidir. Yine kul, Allah’ın kendisine olan lütuf ve ihsanları ile kendisinin kusurları arasında da bir mukayese yapmalıdır. Çünkü bu, kaçınılmaz olarak Rabbinden haya etmesini gerektirir.
#
{19} والحرمانُ كلُّ الحرمان أن يغفل العبد عن هذا الأمر، ويشابه قوماً نسوا الله، وغفلوا عن ذكره والقيام بحقه وأقبلوا على حظوظ أنفسهم وشهواتها فلم ينجحوا ولم يحصلوا على طائل، بل أنساهم الله مصالح أنفسهم، وأغفلهم عن منافعها وفوائدها، فصار أمرهم فُرُطاً، فرجعوا بخسارة الدارين، وغُبِنوا غبناً لا يمكن تداركه ولا يُجبر كسرُه؛ لأنهم {هم الفاسقون} الذين خرجوا عن طاعة ربِّهم، وأوضعوا في معاصيه.
19. En büyük mahrumiyet ise kulun bu ilâhi emirden/nefis muhasebesinden gaflete düşmesi ve Allah’ı unutan, O’nu anmaktan ve haklarını yerine getirmekten gafil olan, buna karşılık kendi nefislerinin istek ve arzularını yerine getirmeye çalışan, bir fayda elde edemeyen ve kayda değer hiçbir şeye sahip olamayan, aksine Allah'ın kendi nefislerinin faydasına olan şeyleri kendilerine unutturduğu, kendilerine yarar sağlayacak şeylerden onları gafil kıldığı kimselere benzemesidir. Zira bu kimseler aşırıya kaçan günahkar kimseler olurlar. Dünya ve âhirette zarar ederler. Öyle büyük bir aldanışa düşerler ki onu telafi etmeye de düzeltmeye de imkân bulamazlar. Çünkü bunlar, Rabblerine itaatin sınırları dışına çıkan ve O’nun masiyetlerine düşen fâsık kimselerdirler.
#
{20} فهل يستوي مَنْ حافظ على تقوى الله، ونظر لما قدَّم لغده فاستحقَّ جناتِ النعيم والعيش السليم مع الذين أنعم الله عليهم من النبيِّين والصدِّيقين والشُّهداء والصالحين، ومن غَفَل عن ذكره ونسي حقوقَه فشقي في الدُّنيا، واستحقَّ العذاب في الآخرة؛ فالأوَّلون هم الفائزون، والآخرون هم الخاسرون.
20. Şimdi Allah’tan korkup takvaya önem veren, yarın için ne hazırladığına bakan, bundan dolayı da Allah’ın kendilerine nimet ihsan ettiği peygamberlerle, sıddîklarla, şehidlerle ve salihlerle birlikte nimet dolu cennetlere ve esenlikli bir yaşama hak kazanan kimseler ile Allah’ı anmaktan gaflete düşen, O’nun haklarını unutan böylelikle de dünyada bedbaht olup âhirette de azabı hak eden kimseler hiç bir olurlar mı? Elbette olmazlar. Zira ilk grup gerçek kurtuluşa erenlerdir, sonrakiler ise hüsrana uğrayanların ta kendileridirler.
#
{21} ولمَّا بيَّن تعالى لعباده ما بيَّن، وأمر عباده ونهاهم في كتابه العزيز؛ كان هذا موجباً لأن يبادروا إلى ما دعاهم إليه وحثَّهم عليه، ولو كانوا في القسوة وصلابة القلوب كالجبال الرواسي؛ فإنَّ هذا القرآن لو أنزله {على جبل؛ لرأيته خاشعاً متصدعاً من خشية الله}؛ أي: لكمال تأثيره في القلوب؛ فإنَّ مواعظَ القرآن أعظمُ المواعظ على الإطلاق، وأوامره ونواهيه محتويةٌ على الحكم والمصالح المقرونة بها وهي من أسهل شيء على النفوس وأيسرها على الأبدان، خاليةٌ من التكلُّف ، لا تناقض فيها ولا اختلاف ولا صعوبة فيها ولا اعتساف، تصلُحُ لكل زمانٍ ومكانٍ، وتليقُ لكلِّ أحدٍ. ثم أخبر تعالى أنه يضرِبُ للناس الأمثال، ويوضِّح لعباده [في كتابه] الحلال والحرام؛ لأجل أن يتفكَّروا في آياته ويتدبَّروها؛ فإنَّ التفكر فيها يفتح للعبد خزائن العلم، ويبيِّن له طرق الخير والشرِّ، ويحثُّه على مكارم الأخلاق ومحاسن الشِّيم، ويزجرُه عن مساوئ الأخلاق؛ فلا أنفع للعبد من التفكُّر في القرآن والتدبُّر لمعانيه.
21. Yüce Allah’ın kullarına bu açıklamaları yaparak Kitab-ı Aziz’inde birtakım emir ve yasaklar koymuş olması, onların kendilerini davet ve teşvik ettiği bu hususlara tez elden koşmalarını gerektirir. İsterse kalplerinin katılığı, yalçın dağları andırsın. Çünkü bu Kur’ân, bir dağın üzerine indirilmiş olsaydı o dağın Allah korkusundan dolayı başını eğerek parçalanıp dağılmış olduğu görülürdü. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’in kalpler üzerinde çok büyük bir etkisi vardır. Zira onun öğütleri, kayıtsız ve şartsız olarak en büyük öğütlerdir. Onun emir ve yasakları da pek çok hikmet ve maslahatları ihtiva eder. Ayrıca hem nefisler hem de bedenler için pek kolaydırlar. Zorluk ve meşakkat içermediği gibi aralarında bir çelişki, tutarsızlık, tekellüf ve zorlanmayı gerektirecek hususlar da yoktur. Bu emir ve yasaklar, bütün zaman ve mekânlara elverişlidir ve herkese uygundur.
Daha sonra Yüce Allah şunu haber vermektedir: O, insanlara misaller verir. Kullara kitabında helâlı ve haramı açıklar. Bunu da âyetleri üzerinde düşünsünler, tefekkür etsinler diye yapar. Çünkü bunlar üzerinde tefekkür etmek, kulun önünde ilmin hazinelerini açar. Ona hayır ve şerrin yollarını açıkça gösterir, üstün ahlâki değerleri işlemeye ve güzel huylara sahip olmaya onu teşvik eder. Kötü huylardan da uzak tutar. O bakımdan kula Kur’ân üzerinde gereği gibi tefekkür etmekten, anlamları üzerinde iyiden iyiye düşünmekten daha faydalı olacak bir şey yoktur.
{هُوَ اللَّهُ الَّذِي لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ هُوَ الرَّحْمَنُ الرَّحِيمُ (22) هُوَ اللَّهُ الَّذِي لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ الْمَلِكُ الْقُدُّوسُ السَّلَامُ الْمُؤْمِنُ الْمُهَيْمِنُ الْعَزِيزُ الْجَبَّارُ الْمُتَكَبِّرُ سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يُشْرِكُونَ (23) هُوَ اللَّهُ الْخَالِقُ الْبَارِئُ الْمُصَوِّرُ لَهُ الْأَسْمَاءُ الْحُسْنَى يُسَبِّحُ لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ (24)}.
22- O, kendisinden başka hiçbir
(hak) ilâh olmayan Allah'tır. Gaybı/görünmeyeni de görüneni de bilendir. O, Rahmân’dır, Rahîm’dir.
23- O, kendisinden başka hiçbir
(hak) ilâh olmayan Allah'tır. Meliktir, Kuddûstür, Selâmdır, Mü’mindir, Müheymindir, Azizdir, Cebbardır, Mütekebbirdir. Allah, onların ortak koşmalarından/koştuklarından münezzehtir.
24- O, Hâlık, Bâri ve Musavvir olan Allah’tır. En güzel isimler yalnız O’nundur. Göklerde ve yerde olanlar hep O’nu tesbih eder. O Azîzdir, Hakîmdir.
#
{22} هذه الآياتُ الكريماتُ قد اشتملت على كثيرٍ من أسماء الله الحسنى وأوصافه العُلى؛ عظيمة الشأن، وبديعة البرهان. فأخبر أنَّه {الله}: المألوه المعبودُ الذي {لا إله إلاَّ هو}: وذلك لكماله العظيم وإحسانه الشامل وتدبيره العامِّ، وكلُّ إله غيره ؛ فإنَّه باطلٌ لا يستحقُّ من العبادة مثقال ذرَّةٍ؛ لأنه فقيرٌ عاجزٌ ناقصٌ لا يملك لنفسه ولا لغيره شيئاً. ثم وصف نفسه بعموم العلم، الشامل لما غاب عن الخلق وما يشاهدونه. وبعموم رحمته، التي وسعتْ كلَّ شيء، ووصلتْ إلى كلِّ حيٍّ.
22. Bu âyet-i kerimeler, Allah’ın güzel isimlerinden ve üstün sıfatlarından şânları büyük, delil olma özellikleri harikulade olan pek çoğunu içermektedir.
Yüce Allah, bize kendisinden başka hiçbir hak ilâh bulunmadığını, yegane ma’bud ve gönülden sevilmesi gereken zatın kendisi olduğunu haber vermektedir. Bunun sebebi, O’nun kemâlinin büyüklüğü, ihsanının kapsayıcılığı ve her şeyi kendisinin çekip çevirmesidir.
O’nun dışındaki her bir ilâh batıldır, sahtedir. Zerre ağırlığı kadar dahi ibadete layık değildir. Çünkü muhtaçtır, âcizdir, eksiktir. Ne kendisine, ne de başkasına en ufak bir fayda sağlayamaz.
Daha sonra Yüce Allah, zatını insanların gördüğü ve göremediği her şeyi kuşatan ve her şeyi kapsayan büyük bir bilgiye sahip olmakla nitelendirmektedir. Sonra da her şeyi kuşatan ve her bir canlıya ulaşan rahmetinin genelliğini dile getirmektedir.
#
{23} ثم كرَّر ذِكْر عموم إلهيَّته وانفراده بها، وأنَّه المالك لجميع الممالك؛ فالعالَم العلويُّ والسفليُّ وأهله، الجميع مماليكُ لله فقراءُ مدَبَّرون. {القدُّوسُ السلامُ}؛ أي: المقدَّس السالم من كل عيبٍ [وآفة] ونقص المعظَّم الممجَّد؛ لأنَّ القدوس يدلُّ على التنزيه من كل نقص والتعظيم لله في أوصافه وجلاله. {المؤمن}؛ أي: المصدِّق لرسله وأنبيائه بما جاؤوا به بالآيات البيِّنات والبراهين القاطعات والحجج الواضحات. {العزيز}: الذي لا يغالَب ولا يمانَع، بل قد قهر كلَّ شيءٍ، وخضع له كلُّ شيءٍ. {الجبار}: الذي قهر جميع العباد، وأذعن له سائرُ الخلق، الذي يجبرُ الكسيرَ ويغني الفقير. {المتكبِّر}: الذي له الكبرياء والعظمة، المتنزِّه عن جميع العيوب والظُّلم والجور. {سبحان الله عمَّا يشركونَ}: وهذا تنزيهٌ عامٌّ عن كلِّ ما وصفه به من أشرك به وعانده.
23. Sonra Yüce Allah, yine ulûhiyetinin her şeyi kapsadığını ve yegane ilâhın kendisi olduğunu tekrarlamakta, Melik olduğunu, yani bütün her şeye mutlak olarak kendisinin mâlik ve egemen olduğunu bildirmektedir. Ulvi ve süfli âleme, onlarda bulunan bütün varlıklara sadece O sahiptir. Hepsi Yüce Allah’ın mülküdürler, O’na muhtaçtırlar, O’nun tarafından idare olunmaktadırlar.
“Kuddûstür, Selâmdır.” Yani her türlü kusurdan ve eksiklikten uzak, tazim olunan, şanı yüceltilen, takdîs edilendir. Çünkü
“Kuddûs”, her türlü eksiklikten münezzeh olduğuna, sıfat ve celalinde ta’zime layık olduğuna delildir.
"Mü’mindir.” Rasûllerini ve peygamberlerini getirdikleri apaçık âyetlerle, kesin belgelerle, açık ve seçik delillerle doğrulayandır, tasdik edendir.
[Müheymindir; bütün yaratılmışları ve yaptıkları amelleri gören ve gözetendir.]
“Azîzdir.” Kimse O’nu yenik düşüremez, kimse O’na karşı koyamaz. Aksine her şeyi emrinin altına alan O’dur. Her şey O’na boyun eğmiştir.
“Cebbârdır.” Bütün kulları emri altına almıştır. Bütün mahlukat, O’na boyun eğip itaat etmiştir. Kırık kalplilerin kalbini onaran, kalbini zengin kılan O’dur.
"Mütekebbirdir.” Büyüklük ve azamet yalnız O’nundur. Her türlü kusurdan, zulüm ve haksızlıktan münezzehtir.
"Allah, onların ortak koşmalarından/koştuklarından münezzehtir.” Bu ise Allah’a ortak koşan, O’na karşı çıkan herkesin Allah’ı nitelendirdiği her türlü sıfattan genel olarak O’nun tenzih edilmesini ifade eder.
#
{24} {هو اللهُ الخالقُ}: لجميع المخلوقات. {البارئ}: للمبروءات. {المصوِّر}: للمصوَّرات. وهذه الأسماء متعلِّقةٌ بالخلق والتدبير والتقدير، وأنَّ ذلك كله قد انفرد الله به لم يشارِكْه فيه مشاركٌ. {له الأسماءُ الحسنى}؛ أي: له الأسماء الكثيرة جدًّا، التي لا يُحصيها ولا يعلمها أحدٌ إلا هو ، ومع ذلك؛ فكلُّها حسنى؛ أي: صفات كمال، بل تدلُّ على أكمل الصفات وأعظمها، لا نقص في شيء منها بوجهٍ من الوجوه، ومن حسنها أنَّ الله يحبُّها ويحبُّ من يحبُّها ويحبُّ من عباده أن يدعوه ويسألوه بها. ومن كماله وأنَّ له الأسماء الحسنى والصفات العليا أنَّ جميع من في السماوات والأرض مفتقرون إليه على الدَّوام؛ يسبِّحون بحمده، ويسألونه حوائجهم، فيعطيهم من فضله وكرمه ما تقتضيه رحمتُه وحكمتُه. {وهو العزيزُ الحكيم}: الذي لا يريد شيئاً إلاَّ ويكون، ولا يكوِّن شيئاً إلاَّ لحكمةٍ ومصلحةٍ.
24.
“O, Hâlık” her şeyi yaratan “Bâri”, bütün varlıklrı yoktan var eden
“Musavvir” suret ve şekli olan bütün varlıklara suret veren “Allah’tır”
Bütün bu isimler, yaratma, idare ve takdir etmekle alakalıdır. Bütün bunlar, yalnız Yüce Allah’a aittir ve bunlarda hiçbir kimse O’na ortak değildir.
"En güzel isimler yalnız O’nundur.” Kendisinden başka hiçbir kimsenin bilemediği ve sayamadığı kadar çok isimleri vardır. Bütün bu isimlerin hepsi de en güzel isimlerdir, yani kemâl sıfatlara hatta sıfatların en mükemmellerine ve en yücelerine delildirler. Bunların hiçbirisinde hiçbir bakımdan eksiklik yoktur.
Bunların bir güzelliği de şudur: Yüce Allah, bu isimleri sever, bunları sevenleri de sever. O, kullarının bu isimlerle kendisine dua etmelerini ve bunları anarak kendisinden dilekte bulunmalarını da sever. Kemâlinin,
güzel isimlerin ve yüce sıfatların yalnız kendisine ait olmasının bir tecellisi de şudur: Göklerde ve yerde bulunanların hepsi sürekli olarak O’na muhtaçtırlar. Hamd ile O’nu tesbih ederler. İhtiyaçlarını O’ndan isterler. O da lütuf ve keremi ile rahmet ve hikmetinin gerektirdiklerini onlara verir.
"O Azîzdir, Hakîmdir.” Ne isterse o olur, hikmet ve maslahatı olmayan hiçbir şey de yaratmaz.
Haşr Sûresi’nin tefsiri burada sona ermektedir. Hamd, yalnız Allah’adır.
***