(Medine’de inmiştir. 29 âyettir)
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adı ile.
{سَبَّحَ لِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ (1) لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ يُحْيِي وَيُمِيتُ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (2) هُوَ الْأَوَّلُ وَالْآخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ (3) هُوَ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ يَعْلَمُ مَا يَلِجُ فِي الْأَرْضِ وَمَا يَخْرُجُ مِنْهَا وَمَا يَنْزِلُ مِنَ السَّمَاءِ وَمَا يَعْرُجُ فِيهَا وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَ مَا كُنْتُمْ وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ (4) لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَإِلَى اللَّهِ تُرْجَعُ الْأُمُورُ (5) يُولِجُ اللَّيْلَ فِي النَّهَارِ وَيُولِجُ النَّهَارَ فِي اللَّيْلِ وَهُوَ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ (6)}.
1- Göklerde ve yerde olanlar, Allah’ı tesbih ederler. O Azîzdir, Hakîmdir.
2- Göklerin ve yerin hükümranlığı yalnız O’nundur. O, hayat verir ve öldürür. O, her şeye gücü yetendir.
3- O, hem ilktir, hem sondur; hem zâhirdir, hem bâtındır. O, her şeyi en iyi bilendir.
4- O, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da Arş’ın üzerine istivâ edendir. O, yere gireni de oradan çıkanı da, gökten ineni de oraya yükseleni de bilir. Nerede olursanız olun O, sizinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı çok iyi görendir.
5- Göklerin ve yerin hükümranlığı yalnız O’nundur. Bütün işler Allah’a döndürülecektir.
6- Geceyi gündüze ekler, gündüzü de geceye ekler. O, kalplerde olanları çok iyi bilendir.
#
{1} يخبرُ تعالى عن عظمته وجلاله وسعة سلطانِهِ أنَّ جميع {ما في السمواتِ والأرض} من الحيوانات الناطقة [والصامتة] وغيرها والجوامد تسبِّحُ بحمد ربِّها وتنزِّهه عمَّا لا يليق بجلاله، وأنها قانتةٌ لربِّها، منقادةٌ لعزَّته، قد ظهرت فيها آثار حكمته، ولهذا قال: {وهو العزيز الحكيم}؛ فهذا فيه بيان عموم افتقار المخلوقات العلويَّة والسفليَّة لربِّها في جميع أحوالها، وعموم عزَّته وقهره للأشياء كلِّها، وعموم حكمته في خلقه وأمره.
1. Yüce Allah, azamet ve celalini, egemenliğinin genişliğini, göklerde ve yerde bulunan konuşan ve konuşmayan bütün canlı ve cansızların, Rablerini hamd ile tesbih edip celâline yakışmayan şeylerden O’nu tenzih ettiklerini haber vermektedir.
Hepsinin Rablerine itaat edip izzetine boyun eğdiklerini, bunların üzerinde hikmetinin etkilerinin açıkça görüldüğünü bildirmektedir.
Bundan dolayı da: “O, Azîzdir, Hakîmdir” buyurmaktadır.
Bu buyruk ile ulvi ve süfli âlemdeki bütün yaratıkların bütün hallerinde Rablerine muhtaç oldukları ve bunun hepsi için geçerli olduğu beyan edildiği gibi; O’nun izzetinin her şeye boyun eğdirdiği ve O’nun hikmetinin hem yaratmasında hem de emrinde her şeyi kapsadığını açıklamaktadır.
Daha sonra Yüce Allah,
mülk ve hükümranlığının genelliğini de haber vererek şöyle buyurmaktadır:
#
{2} ثم أخبر عن عموم ملكه، فقال: {له ملكُ السمواتِ والأرضِ يحيي ويميتُ}؛ أي: هو الخالق لذلك، الرازق المدبِّر لها بقدرته، {وهو على كلِّ شيءٍ قديرٌ}.
2. Yani bütün yaratıkları yaratan, rızıklarını veren, kudreti ile bütün işlerini çekip çeviren O’dur.
“O, her şeye gücü yetendir.”
#
{3} {هو الأولُ}: الذي ليس قبلَه شيءٌ. {والآخر}: الذي ليس بعدَه شيءٌ. {والظاهر}: الذي ليس فوقَه شيءٌ. {والباطن}: الذي ليس دونَه شيءٌ. {وهو بكلِّ شيءٍ عليمٌ}: قد أحاط علمُه بالظواهر والبواطن والسرائر والخفايا والأمور المتقدِّمة والمتأخِّرة.
3.
“O hem” kendisinden önce hiçbir şey bulunmayan “ilktir, hem” kendisinden sonra hiçbir şey bâkî kalmayacak olan
“sondur. Hem” kendisinin üstünde hiçbir şey bulunmayan
“zâhirdir, hem” kendisinden öte hiçbir şey var olmayan
“bâtındır.”
“O, her şeyi en iyi bilendir.” O’nun ilmi zâhirdekileri de bâtındakileri de, gizli ve saklı olanları da, öncekileri de sonrakileri de bütünüyle kuşatmıştır.
#
{4} {هو الذي خلق السمواتِ والأرضَ في ستَّة أيام}: أولُها يومُ الأحد، وآخرُها يومُ الجمعة، {ثم استوى على العرش}: استواءً يَليقُ بجلاله فوق جميع خلقه، {يعلم ما يَلِجُ في الأرض}: من حبٍّ وحيوانٍ ومطرٍ وغير ذلك، {وما يخرج منها}: من نبتٍ وشجرٍ وحيوان وغير ذلك، {وما ينزِلُ من السماء}: من الملائكة والأقدار والأرزاق، {وما يَعْرُجُ فيها}: من الملائكة والأرواح والأدعية والأعمال وغير ذلك، {وهو معكم أينما كُنتم}؛ كقوله: {ما يكون من نجوى ثلاثةٍ إلاَّ هو رابِعُهم ولا خمسةٍ إلاَّ هو سادسُهم ولا أدنى من ذلك ولا أكثر إلاَّ هو معهم أينما كانوا}: وهذه المعيَّة معيَّةُ العلم والاطِّلاع، ولهذا توعَّد ووعد بالمجازاة بالأعمال بقوله: {والله بما تعلمون بصيرٌ}؛ أي: هو تعالى بصيرٌ بما يصدر منكم من الأعمال وما صدرت عنه تلك الأعمال من برٍّ وفجورٍ؛ فمجازيكمعليها وحافظها عليكم.
4.
“O gökleri ve yeri” ilki pazar, sonuncusu da cuma günü olmak üzere
“altı günde yaratan, sonra da Arş’ın üzerine” celâline yakışır şekilde
“istivâ edendir.” Bütün yaratılmışların üstündedir.
"O,” tohum, hayvan, yağmur vb. gibi
“yere gireni de oradan” bitki, ağaç, canlı vb. gibi
“çıkanı da, gökten” melek, ilâhî takdir, rızık vb. gibi
“ineni de oraya” melekler, ruhlar, dualar, ameller vb. gibi
“yükseleni de bilir.”
“Nerede olursanız olun O sizinle beraberdir.” Bu Yüce Allah’ın şu buyruğunu andırmaktadır:
“Üç kişi fısıldaştığında mutlaka O, onların dördüncüleridir. Beş kişi olmasınlar mutlaka O, onların altıncılarıdır. İster bundan daha az ister daha çok olsunlar, nerede bulunurlarsa bulunsunlar O, mutlaka onlarla beraberdir.” (el-Mücâdele, 58/7)
Buradaki
“beraber oluş”, ilim ve haberdar olmak anlamındaki beraberliktir. Bundan dolayı Yüce Allah,
devamla amellerin karşılığını vereceğini hem vaat hem tehdit anlamında bildirmektedir: “Allah yaptıklarınızı çok iyi görendir.” Yani O, yaptığınız amelleri, bu amellerin kaynaklandığı iyi ve kötü hallerinizi çok iyi görendir. Bu yüzden bu amellerinizi tespit etmektedir ve onların karşılığını size verecektir.
#
{5} {له ما في السمواتِ والأرضِ}: ملكاً وخلقاً وعبيداً يتصرَّف فيهم بما شاءه من أوامره القدريَّة والشرعيَّة الجارية على الحكمة الربَّانيَّة، {وإلى الله تُرْجَعُ الأمور}: من الأعمال والعمال، فيعرض عليه العبادُ، فيميز الخبيثُ من الطيِّب، ويجازي المحسن بإحسانه والمسيء بإساءته.
5. Bunlar mülkiyetleri itibari ile O’nun olduğu gibi, O’nun tarafından yaratılmışlardır ve hepsi de O’nun kullarıdır. Onlarda dilediği şekilde, Rabbânî hikmetine uygun olarak cereyan eden kaderî ve şer’î emirleri ile tasarrufta bulunan O’dur. Ameller de amellerde bulunanlar da dahil
“bütün işler Allah’a döndürülecektir.” Kullar kendisine arz olunacak, O da iyiyi kötüden ayırt edecektir. İyilikte bulunan kimseye iyiliğinin, kötülükte bulunan kimseye de kötülüğünün karşılığını verecektir.
#
{6} {يولِجُ الليل في النَّهار ويولِجُ النهارَ في الليل}؛ أي: يدخِلُ الليل على النهار، فيغشيهم الليل بظلامه، فيسكنون ويهدؤون، ثم يُدْخِلُ النهار على الليل، فيزول ما على الأرض من الظلام، ويضيء الكون، فيتحرَّك العباد، ويقومون إلى مصالحهم ومعايشهم، ولا يزال اللهُ يكوِّر الليلَ على النهار والنهارَ على الليل، ويداول بينهما في الزيادة والنقص والطول والقصر، حتى تقومَ بذلك الفصول وتستقيمَ الأزمنة ويحصلَ من المصالح بذلك ما يحصل ، فتبارك الله ربُّ العالمين، وتعالى الكريم الجواد الذي أنعم على عباده بالنعم الظاهرة والباطنة، {وهو عليمٌ بذات الصُّدور}؛ أي: بما يكون في صدور العالمين، فيوفِّق مَنْ يعلم أنَّه أهلٌ لذلك، ويخذُلُ من يعلم أنَّه لا يَصْلُحُ لهدايتِهِ.
6. Yani geceyi gündüzün üzerine getirir ve böylelikle gece karanlığı yaratıkları örter. Hareketten kesilir ve sükûn bulurlar. Sonra da gündüzü gecenin üzerine getirir, yeryüzündeki karanlık gider ve ortalık aydınlanır. Kullar harekete geçerler. Maslahatlarını gerçekleştirmeye ve geçimlerini sağlamaya koyulurlar.
Yüce Allah, geceyi gündüze, gündüzü de geceye bürüyüp durur. Eksiltmek, artırmak, uzatmak ve kısaltmak sureti ile bunların yerlerini değiştirip durur. Nihâyet bu yolla mevsimler meydana gelir, zamanın akışı doğru bir şekilde sağlanmış olur ve bu yolla pekçok maslahatlar da gerçekleşir.
Kullarına gizli ve açık nimetleri ihsan eden, pek cömert, lütfu pek bol, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şanı ne büyüktür, ne yücedir!
“O kalplerde olanları” bütün mahlukatın kalplerinde bulunanı
“çok iyi bilendir.” O bakımdan ehil olduğunu bildiği kimselere ilâhî tevfikini verir, hidâyetine lâyık olmadığını bildiği kimseleri de yardımsız bırakır.
{آمِنُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ وَأَنْفِقُوا مِمَّا جَعَلَكُمْ مُسْتَخْلَفِينَ فِيهِ فَالَّذِينَ آمَنُوا مِنْكُمْ وَأَنْفَقُوا لَهُمْ أَجْرٌ كَبِيرٌ (7) وَمَا لَكُمْ لَا تُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالرَّسُولُ يَدْعُوكُمْ لِتُؤْمِنُوا بِرَبِّكُمْ وَقَدْ أَخَذَ مِيثَاقَكُمْ إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ (8) هُوَ الَّذِي يُنَزِّلُ عَلَى عَبْدِهِ آيَاتٍ بَيِّنَاتٍ لِيُخْرِجَكُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ وَإِنَّ اللَّهَ بِكُمْ لَرَءُوفٌ رَحِيمٌ (9) وَمَا لَكُمْ أَلَّا تُنْفِقُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ وَلِلَّهِ مِيرَاثُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ لَا يَسْتَوِي مِنْكُمْ مَنْ أَنْفَقَ مِنْ قَبْلِ الْفَتْحِ وَقَاتَلَ أُولَئِكَ أَعْظَمُ دَرَجَةً مِنَ الَّذِينَ أَنْفَقُوا مِنْ بَعْدُ وَقَاتَلُوا وَكُلًّا وَعَدَ اللَّهُ الْحُسْنَى وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرٌ (10) مَنْ ذَا الَّذِي يُقْرِضُ اللَّهَ قَرْضًا حَسَنًا فَيُضَاعِفَهُ لَهُ وَلَهُ أَجْرٌ كَرِيمٌ (11)}.
7- Allah’a ve Rasûlü’ne iman edin. Sizi emaneten yetkili kıldığı mallardan da infâk edin. Zira içinizden iman edip infâk edenler için büyük bir mükâfat vardır.
8- Peygamber sizi Rabbinize iman etmeniz için davet etmekteyken üstelik Allah da sizden kesin bir söz almış bulunuyorken size ne oluyor da Allah’a iman etmiyorsunuz? Şayet iman edecekseniz
(bu sebepler fazlasıyla yeterlidir).
9- Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kuluna apaçık âyetler indirin O’dur. Şüphesiz Allah, size karşı çok şefkatli, pek merhametlidir.
10- Göklerin ve yerin mirası yalnız Allah’ın olduğu halde size ne oluyor ki Allah yolunda infâk etmiyorsunuz? İçinizden fetihten önce infâk edip savaşanlar
(diğerleriyle) bir olmaz. Onların dereceleri fetihten sonra infâk edip savaşanlardan daha büyüktür. Bununla beraber Allah hepsine de en güzeli vaat etmiştir. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
11- Kim Allah’a güzel bir borç verirse Allah onun mükafatını ona kat kat fazlasıyla verir. Ayrıca o kimse için çok değerli bir mükâfat da vardır.
#
{7} يأمر تعالى عبادَه بالإيمان به، وبرسوله وبما جاء به، وبالنفقة في سبيله من الأموال التي جعلها الله في أيديهم واستخْلَفَهم عليها؛ لينظر كيف يعملونَ. ثم لمَّا أمرهم بذلك؛ رغَّبهم وحثَّهم عليه بذكر ما رتَّب عليه من الثواب، فقال: {فالذين آمنوا منكم وأنفقوا لهم أجرٌ كبيرٌ}؛ أي: الذين جمعوا بين الإيمان بالله ورسوله والنفقة في سبيله لهم أجرٌ كبيرٌ، أعظمه وأجلُّه رِضا ربِّهم والفوزُ بدار كرامته وما فيها من النعيم المقيم الذي أعدَّه الله للمؤمنين والمجاهدين.
7. Yüce Allah, kullarına kendisine, Rasûlü’ne ve onun getirdiklerine iman etmelerini, nasıl amelde bulunacaklarını ortaya çıkartmak için onlara vermiş olduğu ve üzerlerine yetkili kıldığı mallarından da kendisinin yolunda infâk etmelerini emretmektedir.
Onlara bu emri verdikten sonra bunun karşılığındaki mükâfatı da söz konusu ederek bu emri yerine getirmeye teşvik etmekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Sizden iman edip infâk edenler için büyük bir mükâfat vardır.” Yani Allah’a ve Rasûlüne iman etmekle birlikte O’nun yolunda mallarını harcayanlar için pek büyük bir mükâfat vardır. Mükâfatın en büyük ve değerlisi de Rablerinin rızasını elde etmek, O’nun lütuf ve ihsan yurduna ulaşıp Allah’ın mü’min ve cihâd edenler için hazırlamış olduğu ebedi nimetlere kavuşarak kurtuluşa ermektir.
#
{8} ثم ذكر السَّبب الداعي لهم إلى الإيمان وعدم المانع منه، فقال: {وما لكم لا تؤمنونَ بالله والرسولُ يَدْعوكم لِتُؤْمِنوا بربِّكُم وقد أخذ ميثاقَكُم إن كنتُم مؤمنينَ}؛ أي: وما الذي يمنعكم من الإيمانِ والحالُ أنَّ الرسول محمداً - صلى الله عليه وسلم - أفضلُ الرسل وأكرمُ داعٍ دعا إلى الله يدعوكم؟! فهذا مما يوجِبُ المبادرة إلى إجابة دعوتِهِ والتلبيةِ والإجابةِ للحقِّ الذي جاء به، وقد أخذ عليكم العهدَ والميثاق بالإيمان إن كنتُم مؤمنين.
8. Daha sonra Yüce Allah,
onların iman etmelerini gerektiren sebebi ve bu konu hiçbir mani olmadığını söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
"Peygamber sizi Rabbinize iman etmeniz için davet etmekteyken üstelik Allah da sizden kesin bir söz almış bulunuyorken size ne oluyor da Allah’a iman etmiyorsunuz?” Yani peygamberlerin en faziletlisi, Allah’a davet edenlerin en değerlisi, sizi imana çağırmakta iken iman etmenizi engelleyen nedir? Bu durum onun çağrısını kabul etmekte ve getirdiği hak çağrısına uymakta eli çabuk tutmayı gerektiren bir husustur.
Üstelik Allah, imana dair sizden kesin ve sağlam bir söz almış bulunmaktadır. Eğer sizler, gerçekten iman edecekseniz bu sebepler yeterlidir.
#
{9} ومع ذلك من لطفه وعنايته بكم أنَّه لم يكتفِ بمجرَّد دعوة الرسول الذي هو أشرف العالَم، بل أيَّده بالمعجزات، ودلَّكم على صدق ما جاء به بالآيات البيِّنات؛ فلهذا قال: {هو الذي يُنَزِّلُ على عبدِهِ آياتٍ بيناتٍ}؛ أي: ظاهرات تدلُّ أهل العقول على صحَّة جميع ما جاء به، وأنَّه الحقُّ اليقين؛ {لِيُخْرِجَكم}: بإرسال الرسول إليكم وما أنزله الله على يده من الكتاب والحكمة {من الظُّلُمات إلى النور}؛ أي: من ظلمات الجهل والكفر إلى نور العلم والإيمان. وهذا من رحمته بكم ورأفته؛ حيث كان أرحم بعباده من الوالدة بولدها، {وإنَّ الله بكم لَرءوفٌ رحيمٌ}.
9. Bununla birlikte O’nun size lütuf ve inâyeti pek çoktur. Zira O, sadece alemlerin en şereflisi olan rasûlün daveti ile yetinmemiş, bir de onu mucizelerle desteklemiş ve getirdiklerinin doğruluğunu sizlere apaçık belgelerle göstermiştir.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Sizi” size peygamber göndermek suretiyle ve Allah’ın onun üzerine indirdiği Kitap ve hikmet vasıtasıyla cahilliğin ve küfrün sebep olduğu “karanlıklardan aydınlığa” ilmin ve imanın nuruna
“çıkarmak için kuluna” akıl sahibi kimselere getirdiklerinin hepsinin doğru, kesin ve tartışılmaz gerçek olduğuna delil teşkil eden
“apaçık âyetler indiren O’dur.”
İşte bütün bunlar, O’nun size olan merhametinden ve şefkatinden dolayıdır. Çünkü O,
kullarına annenin evladına olan merhametinden daha çok merhametlidir: “Allah, size karşı çok şefkatli, pek merhametlidir.”
#
{10} {وما لكم ألاَّ تُنفِقوا في سبيل اللهِ وللهِ ميراثُ السمواتِ والأرض}؛ أي: وما الذي يمنعكم من النَّفقة في سبيل الله؟ وهي طرق الخير كلُّها، ويوجب لكم أن تبخلوا، {و} الحال أنَّه ليس لكم شيءٌ، بل {لله ميراثُ السمواتِ والأرض}: فجميع الأموال ستنتقلُ من أيديكم أو تنقلون عنها، ثم يعود الملك إلى مالكه تبارك وتعالى؛ فاغتنموا الإنفاق ما دامت الأموال في أيديكم، وانتهِزوا الفرصة. ثم ذَكَرَ تعالى تفاضُلَ الأعمال بحسب الأحوال والحكمة الإلهيَّة، فقال: {لا يستوي منكم من أنفقَ من قبل الفتح وقاتَلَ أولئك أعظمُ درجةً من الذين أنفقوا من بعدُ وقاتَلوا}: المراد بالفتح هنا هو فتحُ الحُدَيْبِيَةِ، حين جرى من الصُّلح بين الرسول وبين قريش، مما هو أعظم الفتوحات التي حصل فيها نشرُ الإسلام واختلاطُ المسلمين بالكافرين والدَّعوة إلى الدين من غير معارض، فدخل الناس من ذلك الوقت في دين الله أفواجاً، واعتزَّ الإسلام عزًّا عظيماً، وكان المسلمون قبل هذا الفتح لا يقدرون على الدَّعوة إلى الدين في غير البقعة التي أسلم أهلُها كالمدينة وتوابعها، وكان مَنْ أسلم من أهل مكَّة وغيرها من ديار المشركين يُؤْذَى ويَخَافُ؛ فلذلك كان مَنْ أسلم قبل الفتح [وأنفق] وقاتل أعظمَ درجةً وأجراً وثواباً ممَّن لم يسلمْ ويقاتِلْ وينفقْ إلاَّ بعد ذلك؛ كما هو مقتضى الحكمة، ولهذا كان السابقون وفضلاء الصحابة غالبهم أسلم قبل الفتح. ولمَّا كان التفضيلُ بين الأمور قد يُتَوَهَّم منه نقصٌ وقدحٌ في المفضول؛ احترز تعالى من هذا بقوله: {وكلًّا وَعَدَ الله الحسنى}؛ أي: الذين أسلموا وقاتلوا وأنفقوا من قبل الفتح وبعده كلُّهم وَعَدَه الله الجنة. وهذا يدلُّ على فضل الصحابة كلِّهم رضي الله عنهم، حيث شهد الله لهم بالإيمان ووعَدَهم الجنة. {والله بما تعملونَ خبيرٌ}: فيجازي كلًّا منكم على ما يعلمه من عمله.
10. Allah yolunda infaktan -ki bu bütün hayır yollarını kapsar- sizi alıkoyan ve sizi cimriliğe iten nedir? Halbuki sizin sahip olduğunuz hiçbir şey yoktur. Aksine
“göklerin ve yerin mirası yalnız Allah’ın”dır. Bütün mallar sizin elinizden başkasına intikal edecektir. Yahut siz o malları bırakıp gideceksiniz. Sonra her şeyin mülkü, şanı yüce ve mübarek olan gerçek sahibine dönecektir. O halde bu mallar ellerinizde iken infakta bulunmayı ganimet bilin ve bu fırsatı değerlendirin.
Daha sonra Yüce Allah,
amellerin farklı durumlara ve ilâhî hikmete göre değişik değerlerde olduğunu söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “İçinizden fetihten önce infâk edip savaşanlar (diğerleriyle) bir olmaz. Onların dereceleri fetihten sonra infâk edip savaşanlardan daha büyüktür.” Buradaki fetihten kasıt Hudeybiye sulhüdür. Allah Rasûlü ile Kureyş arasında yapılan bu antlaşması en büyük fetihlerdendir. Çünkü bu, İslâm’ın yayılmasına vesile olmuş, kâfirlerle müslümanlar bir araya gelme imkanı bulmuş ve herhangi bir karşı koyma söz konusu olmaksızın Allah’ın dinine davet rahatça yapılabilmiştir. O vakit insanlar, Allah’ın dinine büyük kitleler halinde girmeye başlamışlar ve İslâm’ın gücü de büyük çapta artmıştır.
Bu fetihten önce ise müslümanlar, Medine ve oraya bağlı yerler gibi ahalisi İslâm’a giren toprakların dışında dine davet etme imkânını bulamıyorlardı. Gerek Mekke gerek Mekke dışındaki müşriklerin yurtlarında İslâm’a giren kimseler, işkencelere maruz kalıyor ve korkutuluyordu. İşte bundan dolayı fetihten önce İslâm’a giren, infak eden ve savaşanların dereceleri, mükâfatları ve ecirleri fetihten sonra İslâm’a giren, savaşan ve infâk edenlerinkinden daha büyüktür. Nitekim hikmet de bunu gerektirmektedir. Bundan dolayı ashab-ı kiramın faziletlerinin ve öncülerinin çoğunluğu fetihten önce İslâm’a girmişlerdir.
Bu iki durum arasında fazilet farkı olmasından, faziletçe daha az olan kimselerin kusurlu olduğu yahut eleştirildiği gibi bir mana çıkma ihtimali bulunduğundan dolayı Yüce Allah,
böyle bir yanlış anlamayı önlemek üzere şöyle buyurmaktadır: “Bununla beraber Allah hepsine de en güzeli vaat etmiştir.” Yani ister fetihten önce ister sonra olsun İslâm’a girip savaşmış ve infâk etmiş bulunanların hepsine Allah cenneti vaat etmiştir. İşte bu, ashab-ı kiramın tümünün -Allah onlardan razı olsun- faziletine delildir. Çünkü Allah, onların imanlarına şahitlik etmekte ve onlara cenneti vaat etmektedir.
"Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” Her birinize yaptığını bildiği ameline göre karşılık verecektir.
#
{11} ثم حثَّ على النفقة في سبيله؛ لأنَّ الجهاد متوقِّف على النفقة فيه وبذل الأموال في التجهُّز له، فقال: {مَن ذا الذي يُقْرِضُ الله قرضاً حسناً}: وهي النفقة الطيِّبة التي تكون خالصةً لوجه الله موافقةً لمرضاة الله من مال حلال طيبٍ طيبةً به نفسه، وهذا من كرم الله تعالى؛ حيث سمَّاه قرضاً، والمال ماله، والعبيد عبيده ، ووعد بالمضاعفة عليه أضعافاً كثيرةً، وهو الكريم الوهَّابُ، وتلك المضاعفة محلُّها وموضعها يوم القيامةِ، يوم كلٌّ يتبيَّن فقرُه، ويحتاج إلى أقلِّ شيءٍ من الجزاء الحسن، ولهذا قال:
11. Yüce Allah, kendi yolunda infâk etmeyi teşvik etmektedir. Çünkü cihad, bu uğurda yapılacak infâk ve harcamalara, onun için gerekli hazırlıkları yapmak için malî fedâkârlıklarda bulunmaya bağlıdır.
“Güzel bir borç”, Allah için ihlâsla yapılan, O’nun rızasına uygun, gönül hoşluğu ile helâl ve temiz olan maldan yapılan infâktır.
Buna Yüce Allah’ın “borç” adını vermesi, O’nun bir lütfudur. Yoksa mal O’nun malı, kullar da O’nun kullarıdır. Üstelik buna pek çok kat fazlası ile mükâfat vereceğini de vaat etmektedir. Çünkü O, çok cömerttir, bol bol verendir.
Bu kat kat vermenin yeri ve zamanı ise kıyamet günüdür. O günde her insanın fakirliği ve güzel mükâfatın asgarisine dahi muhtaç olduğu açıkça ortaya çıkmış olacaktır.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
{يَوْمَ تَرَى الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ يَسْعَى نُورُهُمْ بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَبِأَيْمَانِهِمْ بُشْرَاكُمُ الْيَوْمَ جَنَّاتٌ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا ذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ (12) يَوْمَ يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ وَالْمُنَافِقَاتُ لِلَّذِينَ آمَنُوا انْظُرُونَا نَقْتَبِسْ مِنْ نُورِكُمْ قِيلَ ارْجِعُوا وَرَاءَكُمْ فَالْتَمِسُوا نُورًا فَضُرِبَ بَيْنَهُمْ بِسُورٍ لَهُ بَابٌ بَاطِنُهُ فِيهِ الرَّحْمَةُ وَظَاهِرُهُ مِنْ قِبَلِهِ الْعَذَابُ (13) يُنَادُونَهُمْ أَلَمْ نَكُنْ مَعَكُمْ قَالُوا بَلَى وَلَكِنَّكُمْ فَتَنْتُمْ أَنْفُسَكُمْ وَتَرَبَّصْتُمْ وَارْتَبْتُمْ وَغَرَّتْكُمُ الْأَمَانِيُّ حَتَّى جَاءَ أَمْرُ اللَّهِ وَغَرَّكُمْ بِاللَّهِ الْغَرُورُ (14) فَالْيَوْمَ لَا يُؤْخَذُ مِنْكُمْ فِدْيَةٌ وَلَا مِنَ الَّذِينَ كَفَرُوا مَأْوَاكُمُ النَّارُ هِيَ مَوْلَاكُمْ وَبِئْسَ الْمَصِيرُ (15)}.
12- O gün mü’min erkeklerle mü’min kadınların nurlarının önlerinde ve sağlarında gitmekte olduğunu görürsün.
“Bugün sizin müjdeniz, altlarından ırmaklar akan cennetlerdir ki siz orada ebediyen kalacaksınız. İşte bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir.” (denir onlara).
13- O gün münafık erkeklerle münafık kadınlar,
iman edenlere: “Bizi bekleyin de nurunuzdan aydınlanalım” diyecekler.
Onlara: “Arkanıza dönün de (kendinize başka bir) nur arayın” denilecek ve aralarına kapısı olan bir duvar çekilecektir ki bu kapının iç tarafında rahmet, dış tarafında ise azap vardır.
14-
Münafıklar onlara: “Biz sizinle beraber değil miydik?” diye seslenirler.
Onlar da şöyle derler: “Evet; fakat siz nefislerinizi helâke sürüklediniz, bekleyip durdunuz, şüphe ettiniz ve boş ümitleriniz sizi aldattı da nihayet Allah’ın emri (ölüm) geldi çattı. Ayrıca o çok aldatıcı (şeytan) da sizi Allah ile aldattı.”
15-
“Artık bugün ne sizden ne de kâfirlerden hiçbir fidye alınmaz. Varacağınız yer ateştir, size lâyık olan da odur. O, ne kötü bir dönüş yeridir!”
#
{12} يقول تعالى مبيناً لفضل الإيمان واغتباط أهله به يوم القيامةِ: {يوم تَرى المؤمنينَ والمؤمناتِ يسعى نورُهم بين أيديهم وبأيْمانِهِم}؛ أي: إذا كان يوم القيامةِ، وكوِّرَتِ الشمسُ وخسفَ القمرُ وصار الناس في الظُّلمة، ونُصِبَ الصراط على متن جهنم؛ فحينئذٍ ترى المؤمنين والمؤمنات يسعى نورُهم بين أيديهم وبأيمانهم، فيمشون بنورهم وأيمانهم في ذلك الموقف الهائل الصعب كلٌّ على قَدْرِ إيمانه، ويبشَّرون عند ذلك بأعظم بشارة، فيُقالُ: {بُشراكم اليومَ جناتٌ تجري من تحتِها الأنهارُ خالدين فيها ذلك هو الفوزُ العظيمُ}: فلله ما أحلى هذه البشارة بقلوبهم وألذَّها لنفوسهم؛ حيث حصل لهم كلُّ مطلوب محبوب، ونجوا من كلِّ شرٍّ ومرهوب.
12. Yüce Allah,
imanın üstünlüğünü ve kıyamet gününde iman sahiplerinin imrenilecek hallerini açıklamak üzere şöyle buyurmaktadır:
“O gün mü’min erkeklerle mü’min kadınların nurlarının önlerinde ve sağlarında gitmekte olduğunu görürsün.” Yani kıyamet günü gelip de güneş ve ayın ışığı söndürüleceği, insanların karanlık içerisinde kalacağı, Sırat da cehennemin üzerine yerleştirileceği zaman sen, mü’min erkeklerle mü’min kadınların nurlarının önlerinde ve sağlarında hızla gitmekte olduğunu göreceksin. Onlar, bu dehşetli ve zorlu konumda imanları ile nurlarının aydınlığında yürüyeceklerdir. Herkes imanı oranında bu nuru elde etmiş olacaktır.
İşte bu esnada da onlara en büyük müjde verilecek ve şöyle denilecektir:
“Bugün sizin müjdeniz, altlarından ırmaklar akan cennetlerdir ki siz orada ebediyen kalacaksınız. İşte bu, büyük kurtuluşun ta kendisidir.” Allah’a yemin olsun ki, bu müjde kalplerine çok tatlı gelecek, ruhları bundan pek büyük bir zevk alacaktır. Çünkü bu sayede sevip istedikleri her şeyi elde etmiş, korkup çekindikleri her türlü kötülükten de kurtulmuş olacaklardır.
#
{13} فإذا رأى المنافقون المؤمنين يمشون بنورهم ، وهم قد طُفِئَ نورُهم وبقوا في الظُّلمات حائرين؛ قالوا للمؤمنين: {انظُرونا نَقْتَبِسْ من نورِكم}؛ أي: أمهلونا لننال من نوركم ما نمشي به لننجوَ من العذاب، فـ {قيلَ} لهم: {ارجِعوا وراءَكُم فالْتَمِسوا نوراً}؛ أي: إن كان ذلك ممكناً، والحال أنَّ ذلك غير ممكن، بل هو من المحالات، فضُرِبَ بين المؤمنين والمنافقين {بسورٍ}؛ أي: حائط منيع وحصنٍ حصينٍ {له بابٌ باطنُه فيه الرحمةُ}: وهو الذي يلي المؤمنين، {وظاهرُهُ من قِبَلِهِ العذابُ}: وهو الذي يلي المنافقين.
13. Münafıklar, mü’minlerin nurlarının aydınlığında yürümekte olduklarını,
kendilerinin ise nurları söndürülüp karanlıklar içerisinde şaşkın bir halde kaldıklarını gördüklerinde mü’minlere: “Bizi bekleyin de nurunuzdan aydınlanalım” acele etmeyin de azaptan kurtulabilmek için nurunuzdan, aydınlığında yürüyebileceğimiz kadarını elde edelim,
“diyecekler.” Onlara:
“Arkanıza dönün de (kendinize başka bir) nur arayın, denilecek.” Eğer bu, mümkün ise böyle yapın. Ancak bu imkânsızdır. Hatta bu hiç olmayacak, düşünülemeyecek şeylerdendir.
"Aralarına” mü’minlerle münafıklar arasına
“kapısı olan” pek büyük bir engel ve oldukça sağlam
“bir duvar çekilecektir ki bu kapının iç tarafında rahmet” bu, mü’minlerin bulunacağı taraf olacaktır
“dış tarafında ise” bu da münafıkların bulunduğu taraf olacaktır
“azap vardır.”
#
{14} فينادي المنافقونَ المؤمنين، فيقولونَ تضرُّعاً وترحُّماً: {ألم نكن معكُمْ}: في الدُّنيا نقول: لا إله إلاَّ الله، ونصلِّي ونصوم ونجاهد ونعمل مثل عملكم؟ {قالوا بلى}: كنتم معنا في الدنيا وعملتُم في الظاهر مثلَ عملنا، ولكنَّ أعمالَكم أعمالُ المنافقين من غيرِ إيمانٍ ولا نيَّةٍ صادقةٍ صالحةٍ، {بل فَتَنتُم أنفسَكم [وتربَّصْتُم] وارْتَبْتُم}؛ أي: شككتم في خبر الله الذي لا يقبل شكًّا، {وغرَّتْكُم الأماني}: الباطلة؛ حيث تمنَّيتم أن تنالوا منالَ المؤمنين وأنتم غير موقنين، {حتى جاء أمرُ الله}؛ أي: حتى جاءكم الموتُ وأنتم بتلك الحالة الذَّميمة، {وغَرَّكم بالله الغَرورُ}: وهو الشيطانُ الذي زين لكم الكفر والريبَ فاطمأننتم به، ووثقتم بوعدِهِ وصدَّقتم خبره.
14. Münafıklar, mü’minlere seslenecek,
kendilerine acımalarını isteyerek ve yakararak şöyle diyeceklerdir: “Biz” dünyada iken “sizinle beraber değil miydik?” “Lâ ilâhe illallah” diyor, oruç tutuyor, namaz kılıyor, cihad ediyor ve sizin yaptığınız amelleri yapıyorduk
“diye seslenirler.”
“Onlar da şöyle derler: “Evet” Dünyada iken bizimle beraberdiniz. Zahiren bizim gibi amellerde bulunurdunuz. Fakat sizin yaptıklarınız imansız, samimi ve salih bir niyet olmaksızın münafıkça yapılan amellerdi.
“Fakat siz nefislerinizi helâke sürüklediniz, bekleyip durdunuz, şüphe ettiniz.” Allah’ın verdiği ve en ufak bir şüpheyi kabil olmayan haberler hakkında şüpheye düştünüz, sizler kesin bir inanca sahip olmadığınız halde mü’minlerin elde edecekleri mükâfatlara kavuşmayı temenni ettiniz, böylece
“boş ümitleriniz sizi aldattı da nihayet Allah’ın emri” ölüm bu kötü halde bulunduğunuz vaziyette size
“geldi çattı.”
“Ayrıca o çok aldatıcı” size küfrü ve şüpheleri süslü gösteren şeytan
“da sizi Allah ile aldattı.” Siz de O’na güvendiniz. O’nun size verdiği sözlere bel bağladınız ve O’nun verdiği haberleri doğruladınız.
#
{15} {فاليومَ لا يؤخَذُ منكم فديةٌ ولا من الذين كفروا}: ولو افتديتم بملء الأرض ذهباً ومثله معه؛ لما تقبل منكم. {مأواكُمُ النارُ}؛ أي: مستقرُّكم، {هي مولاكم}: التي تتولاَّكم وتضمُّكم إليها، {وبئس المصير}: النار؛ قال تعالى: {وأمَّا مَنْ خَفَّتْ موازينُه. فأمُّه هاويةٌ وما أدراك ما هيه. نارٌ حاميةٌ}.
15. Yeryüzü dolusu altını ve hatta onunla birlikte bir o kadarını daha fidye verecek olsanız bile yine de bu, sizden kabul edilmeyecektir.
"Varacağınız” karar kılıp barınacağınız
“yer ateştir, size lâyık olan da odur.” Size dostluk edecek ve sizi bağrına basacak yer orasıdır.
“O” ateş “ne kötü bir dönüş yeridir!” Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Artık kimin tartıları hafif gelirse onun anası (varacağı yer) Hâviyedir (cehennemdir). Onun ne olduğunu sana ne bildirdi? O, çok sıcak bir ateştir.” (el-Karia, 101/8-11)
{أَلَمْ يَأْنِ لِلَّذِينَ آمَنُوا أَنْ تَخْشَعَ قُلُوبُهُمْ لِذِكْرِ اللَّهِ وَمَا نَزَلَ مِنَ الْحَقِّ وَلَا يَكُونُوا كَالَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ مِنْ قَبْلُ فَطَالَ عَلَيْهِمُ الْأَمَدُ فَقَسَتْ قُلُوبُهُمْ وَكَثِيرٌ مِنْهُمْ فَاسِقُونَ (16) اعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ يُحْيِ الْأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا قَدْ بَيَّنَّا لَكُمُ الْآيَاتِ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ (17)}.
16- İman edenlerin kalplerinin, Allah’ın zikri ve
(O’ndan) inen hak sebebiyle yumuşayarak saygı ile boyun eğme vakti gelmedi mi? Daha önce kendilerine Kitap verilip de üzerlerinden uzun bir zaman geçince kalpleri katılaşan kimseler gibi olmasınlar ki onların çoğu fâsık kimselerdir.
17- Şunu bilin ki Allah, ölümünden sonra yeryüzünü diriltir. Nitekim aklınızı kullanasınız diye âyetleri size açıkladık.
#
{16} لما ذكر حال المؤمنين والمؤمنات والمنافقين والمنافقات في الدار الآخرة؛ كان ذلك مما يدعو القلوب إلى الخشوع لربِّها والاستكانة لعظمته، فعاتب الله المؤمنين على عدم ذلك، فقال: {ألم يأنِ للذين آمنوا أن تَخْشَعَ قلوبُهم لذِكْرِ الله وما نَزَلَ من الحقِّ}؛ أي: ألم يأتِ الوقتُ الذي به تلينُ قلوبهم وتخشعُ لذِكْر الله الذي هو القرآن وتنقادُ لأوامره وزواجره وما نَزَلَ من الحقِّ الذي جاء به محمدٌ - صلى الله عليه وسلم -، وهذا فيه الحثُّ على الاجتهاد على خشوع القلب لله تعالى ولما أنزله من الكتاب والحكمة، وأن يتذكَّر المؤمنون المواعظ الإلهيَّة والأحكام الشرعيَّة كلَّ وقت ويحاسبوا أنفسَهم على ذلك، {ولا يكونوا كالذين أوتوا الكتاب من قَبْلُ فطال عليهم الأمدُ}؛ أي: ولا يكونوا كالذين أنزل الله عليهم الكتابَ الموجبَ لخشوع القلب والانقياد التامِّ، ثم لم يدوموا عليه، ولا ثَبَتوا، بل طال عليهم الزمان، واستمرَّتْ بهم الغفلةُ، فاضمحلَّ إيمانُهم وزال إيقانهم؛ {فقستْ قلوبُهم وكثيرٌ منهم فاسقونَ}: فالقلوب تحتاجُ في كلِّ وقتٍ إلى أن تُذَكَّرَ بما أنزل الله وتناطق بالحكمة، ولا ينبغي الغفلة عن ذلك؛ فإنَّه سببٌ لقسوة القلب وجمود العين.
16. Yüce Allah, mü’min erkeklerle mü’min kadınların, münafık erkeklerle münafık kadınların âhiret yurdundaki durumlarını söz konusu ettikten sonra ve bu, kalplerin Rablerinin önünde saygı ve korku ile eğilmelerini,
O’nun azameti önünde zilletle durmalarını gerektirdiğinden dolayı mü’minlere bunu yerine getirmeyişleri nedeniyle sitem edercesine şöyle buyurmaktadır: Allah’ın zikrine yani Kur’ân’a saygı ile boyun eğip kalplerinin yumuşayacağı, emir ve yasaklarına itaat edip Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in getirdiği ve ona indirilen hakka bağlanacağı vakit gelmedi mi?
Bu buyruk, kalbin Yüce Allah’a, O’nun indirdiği Kitap ve hikmete karşı saygı ve korku ile boyun eğmeye
(huşû’), mü’minlerin ilâhî öğütleri ve şer’î hükümleri her zaman için hatırda tutup bu konuda nefislerini hesaba çekmeye olanca gayretlerini harcamaya yönelik bir teşviktir.
“Daha önce kendilerine Kitap verilip de üzerlerinden uzun bir zaman geçince kalpleri katılaşan kimseler gibi olmasınlar.” Yani Allah’ın, kalbin hakka karşı yumuşayıp tam anlamı ile ona bağlanmayı gerektiren Kitabı üzerlerine indirdiği, sonra da bu hali sürdürmeyerek onun üzerinde sebat etmeyen kimseler gibi olmasınlar. Çünkü bunlar üzerinden geçen zaman uzayıp da gafletleri devam edince imanları sarsıldı ve yakînleri yok olup gitti. Bu yüzden de kalpleri katışaltı
“ki onların çoğu fâsık kimselerdir.” Kalpler her zaman için Allah’ın indirdiklerini hatırlamaya, hikmet ile içli dışlı olmaya muhtaçtır. Bundan gaflete düşmemek gerekir, çünkü böyle bir gaflet, kalbin katılaşmasına ve gözlerin yaşarmaz hale gelmesine sebep olur.
#
{17} {اعلموا أنَّ الله يُحيي الأرض بعد موتِها قد بَيَّنَّا لكم الآياتِ لعلَّكم تَعْقِلونَ}: فإن الآيات تدلُّ العقول على المطالب الإلهيَّة، والذي أحيا الأرض بعد موتها قادرٌ على أن يُحْيِيَ الأموات بعد موتهم فيجازِيَهم بأعمالهم، والذي أحيا الأرض بعد موتها بماء المَطرِ، قادرٌ على أن يُحْيِيَ القلوب الميتة بما أنزله من الحقِّ على رسوله. وهذه الآية تدلُّ على أنه لا عقل لمن لَم يهتدِ بآيات الله ولم ينقدْ لشرائع الله.
17. Âyetler, akıllara ilâhî maksatların ve isteklerin neler olduğunu gösterir. Ölümünden sonra yeri dirilten, ölümlerinden sonra ölüleri diriltmeye de kadirdir ve onlara amellerinin karşılığını verecektir. İndirdiği yağmur ile ölümünden sonra yeri dirilten, peygamberlerine indirmiş olduğu hak ile ölü kalpleri diriltmeye de kadirdir.
Bu âyet-i kerime, açıkça Allah’ın âyetleri ile hidâyet bulmayan ve Allah’ın şeriatine tabi olmayan kimselerin akıllarının olmadığını ifade etmektedir.
{إِنَّ الْمُصَّدِّقِينَ وَالْمُصَّدِّقَاتِ وَأَقْرَضُوا اللَّهَ قَرْضًا حَسَنًا يُضَاعَفُ لَهُمْ وَلَهُمْ أَجْرٌ كَرِيمٌ (18) وَالَّذِينَ آمَنُوا بِاللَّهِ وَرُسُلِهِ أُولَئِكَ هُمُ الصِّدِّيقُونَ وَالشُّهَدَاءُ عِنْدَ رَبِّهِمْ لَهُمْ أَجْرُهُمْ وَنُورُهُمْ وَالَّذِينَ كَفَرُوا وَكَذَّبُوا بِآيَاتِنَا أُولَئِكَ أَصْحَابُ الْجَحِيمِ (19)}.
18- Şüphesiz ki sadaka veren erkeklere, sadaka veren kadınlara ve Allah’a güzel bir borç verenlere Allah, mükafatlarını kat kat fazlasıyla verir. Ayrıca onlar için çok değerli bir mükâfat da vardır.
19- Allah’a ve peygamberlerine iman edenler var ya, işte onlar sıddıklardır. Şehidlere gelince onlar Rableri katındadır; onların ecirleri ve nurları vardır. Kâfir olup âyetlerimizi yalanlayanlara gelince; işte onlar cehennemlik olanlardır.
#
{18} {إنَّ المصَّدِّقينَ والمُصَّدِّقاتِ}: بالتشديد؛ أي: الذين أكثروا من الصدقات الشرعيَّة والنفقات المرضيَّة، {وأقرضوا الله قرضاً حسناً}: بأن قدَّموا من أموالهم في طرق الخيرات ما يكون ذخراً لهم عند ربِّهم، {يضاعَفُ لهم}: الحسنة بعشر أمثالها إلى سبعمائة ضعف إلى أضعافٍ كثيرةٍ، {ولهم أجرٌ كريمٌ}: وهو ما أعدَّه الله لهم في الجنة ممَّا لا تعلمُه النفوس.
18.
“Şüphesiz ki sadaka veren erkeklere, sadaka veren kadınlara” yani çokça sadaka verenler, Allah’ı razı edecek infâklarda bulunanlar
“ve Allah’a” Rablerinin nezdinde kendileri için azık teşkil edecek şekilde hayırlı yollarda mallarını önden göndererek
“güzel bir borç verenlere Allah” ecirlerini
“kat kat” her bir iyiliğe on mislinden yedi yüz misline ve daha pek çok kat fazlasına kadar “fazlasıyla verir. Ayrıca onlar için çok değerli bir mükâfat da vardır.” Bu, Allah’ın cennette onlar için hazırladığı ve insanların bilemeyeceği bir mükâfattır.
#
{19} {والذين آمنوا باللهِ ورسلِهِ}: والإيمانُ عند أهل السُّنَّة ما دلَّ عليه الكتاب والسنة، هو قول القلب واللسان وعمل القلب واللسان والجوارح، فيشمل ذلك جميع شرائع الدين الظاهرة والباطنة، فالذين جمعوا [بين] هذه الأمور {هم الصدِّيقون}؛ أي: الذين مرتبتهم فوق مرتبة عموم المؤمنين ودون مرتبة الأنبياء. وقوله: {والشهداءُ عند ربِّهم لهم أجرُهم ونورُهم}؛ كما ورد في الحديث الصحيح: «إنَّ في الجنَّة مائةَ درجةٍ، ما بين كلِّ درجتين كما بين السماء والأرض، أعدَّها الله للمجاهدين في سبيله». وهذا يقتضي شدَّة علوِّهم ورفعتهم وقربهم من الله تعالى، {والذين كفروا وكَذَّبوا بآياتِنا أولئك أصحابُ الجحيم}: فهذه الآيات جمعت أصناف الخلق المتصدِّقين والصِّديقين والشهداء وأصحاب الجحيم، فالمتصدِّقون الذين [كان] جُلُّ عملهم الإحسان إلى الخلق وبذلُ النفع لهم بغاية ما يمكنهم، خصوصاً بالنفع بالمال في سبيل الله، والصِّدِّيقون هم الذين كمَّلوا مراتب الإيمان والعمل الصالح والعلم النافع واليقين الصادق، والشهداء هم الذين قاتلوا في سبيل الله لإعلاء كلمة الله، وبَذَلوا أنفسَهم وأموالهم فَقُتِلوا، وأصحاب الجحيم هم الكفار الذين كذَّبوا بآيات الله. وبقي قسمٌ ذكرهم الله في سورة فاطر، وهم المقتصدون الذين أدَّوا الواجبات وتركوا المحرمات؛ إلاَّ أنَّهم حصل منهم بعض التقصير بحقوق الله وحقوق عباده؛ فهؤلاء مآلهم الجنة ، وإن حصل لبعضهم عقوبة ببعض ما فعل.
19.
“Allah’a ve peygamberlerine iman edenler var ya” iman, ehl-i sünnete göre Kitap ve sünnetin delil olduğu hususlardır. İman, hem kalbin ve dilin sözü; hem de kalbin, dilin ve azaların amelidir.
Bu da dinin gizli ve açık bütün hükümlerini kapsar. İşte bu özellikleri kendilerinde toplayanlar sıddîklerdir. Yani bunların mertebeleri genel olarak mü’minlerin mertebesinin üstünde, peygamberlerin mertebesinin de aşağısındadır.
"Şehidlere gelince onlar Rableri katındadır; onların ecirleri ve nurları vardır.
” Sahih bir hadiste geçtiği üzere: “Cennette yüz derece vardır. Her iki derece arası gök ile yer arası kadardır. Allah, bunları kendi yolunda cihad edenler için hazırlamıştır.” Bu da şehitlerin derecelerinin pek yüksek ve pek yüce olmasını, onların Yüce Allah’a çok yakın olmalarını gerektirir.
"Kâfir olup âyetlerimizi yalanlayanlara gelince; işte onlar cehennemlik olanlardır.”
Bu son iki âyet, çokça sadaka veren insanları, sıddîkleri, şehidleri ve cehennemlikleri çeşitli sınıfları ile bir arada zikretmiş bulunmaktadır.
Çokça sadaka verenler, amellerinin büyük çoğunluğu, insanlara ihsanda ve iyilikte bulunmak, ellerindeki bütün imkânlarla onlara faydalı olmak olan kimselerdir. Özellikle Allah yolunda mallarını harcamakla başkalarına faydalı olmaya çalışırlar. Sıddîklar ise iman, salih amel, faydalı ilim, doğru ve yakîn mertebeleri kemâl derecesinde olanlardır.
Şehîdler, Allah’ın adını yüceltmek için O’nun yolunda savaşan, bu uğurda canlarını ve mallarını feda eden ve bu yolda öldürülen kimselerdir.
Cehennemlikler ise Allah’ın âyetlerini yalanlayan kâfirlerdir. Geriye Yüce Allah’ın Fâtır Suresi’nde
(Fâtır, 35/32) kendilerinden söz ettiği orta yollu olanlar kalmaktadır. Bunlar ise farzları eda eden, haramları terk eden kimselerdir. Ancak gerek Allah’ın hakları, gerek kullarının hakları hususunda kısmen kusurlu olan kimselerdir. Bunların bazıları için yaptıklarının bazıları sebebi ile birtakım cezalar sözkonusu olsa bile sonunda varacakları yer cennettir.
{اعْلَمُوا أَنَّمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا لَعِبٌ وَلَهْوٌ وَزِينَةٌ وَتَفَاخُرٌ بَيْنَكُمْ وَتَكَاثُرٌ فِي الْأَمْوَالِ وَالْأَوْلَادِ كَمَثَلِ غَيْثٍ أَعْجَبَ الْكُفَّارَ نَبَاتُهُ ثُمَّ يَهِيجُ فَتَرَاهُ مُصْفَرًّا ثُمَّ يَكُونُ حُطَامًا وَفِي الْآخِرَةِ عَذَابٌ شَدِيدٌ وَمَغْفِرَةٌ مِنَ اللَّهِ وَرِضْوَانٌ وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلَّا مَتَاعُ الْغُرُورِ (20) سَابِقُوا إِلَى مَغْفِرَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ وَجَنَّةٍ عَرْضُهَا كَعَرْضِ السَّمَاءِ وَالْأَرْضِ أُعِدَّتْ لِلَّذِينَ آمَنُوا بِاللَّهِ وَرُسُلِهِ ذَلِكَ فَضْلُ اللَّهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ وَاللَّهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ (21)}.
20- Bilin ki dünya hayatı, ancak bir oyun, oyalanma ve süstür. Aranızda karşılıklı övünmeden, mallarda ve evlatta çokluk yarışına girmeden ibarettir.
(Gerçekte ise dünya hayatı) bir yağmur gibidir ki çıkardığı ekin çiftçilerin hoşuna gider. Sonra o ekin kurur da sen onu sararmış bir halde görürsün. Sonra da o, çerçöp olur. Âhirette hem şiddetli bir azap vardır hem de Allah’tan bir mağfiret ve rıza vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir geçimden başka bir şey değildir.
21- Rabbinizden bir mağfiret, Allah’a ve peygamberlerine iman edenler için hazırlanmış olup eni yer ile göğün eni kadar olan cennet için yarışın. Bu, Allah’ın bir lütfudur ki O, onu dilediğine verir. Allah, büyük lütuf sahibidir.
#
{20} يخبر تعالى عن حقيقة الدُّنيا وما هي عليه، ويبيِّن غايتها وغاية أهلها؛ بأنَّها {لعبٌ ولهوٌ}: تلعب بها الأبدان وتلهو بها القلوب، وهذا مصداقُه ما هو موجودٌ وواقعٌ من أبناء الدُّنيا؛ فإنَّك تجِدُهم قد قطعوا أوقاتَ عُمُرِهِم بلهوِ قلوبهم وغفلتهم عن ذكر الله وعمَّا أمامهم من الوعد والوعيد، وتراهم قد اتَّخذوا دينَهم لعباً ولهواً؛ بخلاف أهل اليقظة وعُمَّال الآخرة؛ فإنَّ قلوبَهم معمورةٌ بذكر الله ومعرفته ومحبَّته، وقد شغلوا أوقاتهم بالأعمال التي تقرِّبهم إلى الله من النفع القاصر والمتعدِّي. وقوله: {وزينةٌ}؛ أي: تزين في اللباس والطعام والشراب والمراكب والدُّور والقصور والجاه وغير ذلك، {وتفاخرٌ بينكم}؛ أي: كلُّ واحدٍ من أهلها يريد مفاخرةَ الآخر، وأن يكونَ هو الغالبَ في أمورها، والذي له الشهرةُ في أحوالها، {وتكاثرٌ في الأموال والأولادِ}؛ أي: كلٌّ يريدُ أن يكون هو الكاثر لغيره في المال والولد، وهذا مصداقُهُ وقوعُهُ من محبِّي الدُّنيا والمطمئنين إليها؛ بخلاف مَنْ عَرَفَ الدُّنيا وحقيقتها، فجعلها معبراً، ولم يجعلها مستقرًّا، فنافس فيما يقرِّبُه إلى الله، واتَّخذ الوسائل التي توصلُه إلى دار كرامته ، وإذا رأى من يكاثُره وينافسه في الأموال والأولاد؛ نافَسَه بالأعمال الصالحة.
ثم ضرب للدُّنيا مثلاً بغيثٍ نزل على الأرض، فاختلط به نباتُ الأرض مما يأكُلُ الناسُ والأنعام، حتى إذا أخذتِ الأرضُ زُخْرُفَها، وأعجب نباتُه الكفارَ الذين قَصَروا نَظَرَهم وهِمَمَهم على الدُّنيا ؛ جاءها من أمرِ الله ما أتلفها، فهاجتْ ويبستْ وعادتْ إلى حالها الأولى ؛ كأنَّه لم ينبتْ فيها خضراءُ ولا رُإِيَ لها مَرْأَى أنيق، كذلك الدُّنيا؛ بينما هي زاهيةٌ لصاحبها زاهرةٌ؛ مهما أراد من مطالبها حصل، ومهما توجَّه لأمر من أمورها؛ وجد أبوابه مفتَّحة؛ إذ أصابها القَدَرُ، فأذهبها من يده، وأزال تسلُّطه عليها، أو ذهب به عنها، فرحل منها صفر اليدين؛ لم يتزَّود منها سوى الكفن، فتبًّا لمن أضحتْ هي غايةَ أمنيَّته ولها عمله وسعيه.
وأما العمل للآخرة؛ فهو الذي ينفع ويُدَّخر لصاحبه ويصحب العبدَ على الأبد، ولهذا قال تعالى: {وفي الآخرة عذابٌ شديدٌ ومغفرةٌ من الله ورضوانٌ}؛ أي: حال الآخرة ما يخلو من هذين الأمرين: إمَّا العذابُ الشديدُ في نار جهنَّم وأغلالها وسلاسلها وأهوالها لمن كانت الدُّنيا هي غايتَهُ ومنتهى مطلبِهِ، فتجرَّأ على معاصي الله، وكذَّب بآيات الله، وكفر بأنعم الله، وإمَّا مغفرةٌ من الله للسيئات، وإزالةُ العقوبات، ورضوانٌ من الله يُحِلُّ من أحَلَّه عليه دارَ الرضوان لمن عرف الدُّنيا وسعى للآخرة سعيها؛ فهذا كلُّه مما يدعو إلى الزهد في الدنيا والرغبة في الآخرة، ولهذا قال: {وما الحياةُ الدُّنيا إلاَّ متاعُ الغُرور}؛ أي: إلاَّ متاعٌ يُتَمَتَّعُ به ويُنْتَفَعُ به ويُسْتَدْفَعُ به الحاجات؛ لا يغترُّ به ويطمئنُّ إليه إلاَّ أهل العقول الضعيفة، الذين يغرُّهم بالله الغرور.
20. Yüce Allah, dünyanın mahiyetini, gerçek durumunu, onun nihaî halini ve dünya ehlinin maksatlarını haber vermektedir. Buna göre dünya bir oyun ve oyalanmadır. Bedenler onunla oynar, kalpler onunla oyalanır. Nitekim dünya ehlinin görülen durumu da bunu doğrulamaktadır. Zira onların ömürlerini, kalpleri oyalanma içinde, Allah’ın zikrinden yana da karşılaşacakları vaat ve tehditlerden yana da gafil bir halde geçirdiklerini görüyoruz. Dinleri oyun ve oyalanmak, eğlenmektir.
Halbuki uyanık olup âhiret için çalışanlar böyle değildir. Çünkü onların kalpleri, Allah’ın zikri, marifeti ve muhabbeti ile ma’murdur. Vakitleri kendilerini Allah’a yakınlaştıran, gerek yakın çevrelerine, gerekse başkalarına sağladıkları faydalı amellerle dolup taşmaktadır.
"ve süstür” buyruğu ise şu demektir: Elbiselerde, yiyeceklerde, içeceklerde, bineklerde, evlerde, köşklerde, makam ve mevkilerde ve başka hususlarda bir süslenme, süs düşkünlüğüdür.
"Aranızda karşılıklı övünme” Dünya ehlinden olan herkes, diğerine karşı övünür. Dünyevî hususlarda kendisinin öne geçmesini, dünyevî hallerde kendisinin ünlü olmasını ister.
"mallarda ve evlatta çokluk yarışına girmeden ibarettir.” Herkes mal ve evlat bakımından başkalarından daha çok olsun ister. Nitekim dünyayı sevenler, dünyaya meylederek onunla rahatlayanların durumu da bunu tasdik etmektedir.
Dünyayı ve onun gerçek mahiyetini bilen, orayı bir geçit olarak kabul edip kalınacak bir yer olarak değerlendirmeyen, kendisini Allah’a yakınlaştıran hususlarda yarışan, Allah’ın lütuf ve ihsan yurduna ulaştırıcı yolları izleyenler ise böyle değildir. Bunlar, mal ve evlat çokluğu ile kendilerine karşı övünen kimseleri görecek olurlarsa onlarla salih amel ile yarışmaya koyulurlar.
Daha sonra Yüce Allah,
dünyayı bir misal ile anlatmaktadır: Dünya, yeryüzüne yağan bir yağmur gibidir. Bu yağmur, insan ve davarların yediği yeryüzü bitkilerine karışır. Nihâyet yeryüzü türlü bitkilerden oluşan zinetini takınıp süslenince gözlerini ve bütün gayretlerini dünyaya hasreden çiftçiler, onun bitirdiklerinden hoşlanır. Derken Allah’ın orayı telef eden emri gelir. Orası gürleştikten sonra hemen kuruyuverir, eski haline döner. Sanki orada yeşil namına bir şey bitmemiş, daha önceden güzel bir manzarası hiç görülmemiş gibi olur.
İşte dünya da böyledir. Dünyaya meyleden kişi, orayı göz alıcı ve çekici görür. Oradan ne istemişse ele geçirip hangi işe yönelmişse kapılarının önünde açıldığını gördüğü bir sırada aniden kader, bir musibetle dünyalığına çarpar ve onu elinden alır götürür. Onun üzerindeki hakimiyetini sona erdirir. Yahut da o, dünyalığını bırakır gider, oradan elleri bomboş ve kefen dışında hiçbir şey almaksızın çeker gider. Bütün arzusu ve hedefi dünya olan, çalışıp çabalaması sırf onun için olan kimseye yazıklar olsun!
Âhiret için yapılan amellere gelince işte asıl fayda sağlayacak olan odur. Sahibinin lehine ahiret için saklanan onlardır ki o ameller ebediyen kul ile birlikte bulunacaktır.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Âhirette hem şiddetli bir azap vardır hem de Allah’tan bir mağfiret ve rıza vardır.” Yani âhiretin halleri bu ikisinden birisidir. Ya cehennem ateşinde son derece çetin bir azap olacaktır. Oranın zincirlerine, prangalarına vurulacak, dehşetli halleri ile karşı karşıya kalınacaktır. Ki bunlar, dünyanın ötesinde gayesi bulunmayan, nihaî hedefi dünyayı aşmayan, bu sebepten Allah’a isyanı gerektiren işleri yapma cesaretini bulan, Allah’ın âyetlerini yalanlayarak nimetlerine nankörlük eden kimseler içindir.
Ya da Allah tarafından günahların bağışlanması, cezaların ortadan kaldırılması ve Allah’tan bir rıza vardır. Bu rızaya nail olan kimseyi Allah, razı oluşunun yurdu olan cennetine koyacaktır. Bunlar da dünyayı gerçek mahiyeti ile bilip âhiret için de gereği gibi çalışanlar içindir.
İşte bütün bunlar, dünyaya gereğinden fazla rağbet etmemeye, asıl âhirete rağbet edip yönelmeye davet eden hususlardandır.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Dünya hayatı aldatıcı bir geçimden başka bir şey değildir.” Yani o, ancak kendisi ile yararlanılan, ihtiyaçların görüldüğü geçici bir şeydir. Çok aldatıcı şeytanın Allah ile kendilerini aldattığı kıt akıllı kimselerin dışında kimse ona aldanmaz ve ona huzurlu bir kalp ile meyletmez.
#
{21} ثم أمر بالمسابقة إلى مغفرة الله ورضوانه وجنته، وذلك يكون بالسعي بأسباب المغفرةِ من التوبة النَّصوح، والاستغفار النَّافع، والبعد عن الذُّنوب ومظانِّها، والمسابقة إلى رضوان الله بالعمل الصالح، والحرص على ما يُرضي الله على الدَّوام من الإحسان في عبادة الخالق، والإحسان إلى الخلق بجميع وجوه النفع، ولهذا ذكر الله الأعمالَ الموجبةَ لذلك، فقال: {وجنَّةٍ عرضُها السمواتُ والأرضُ أعِدَّتْ للذين آمنوا باللهِ ورسلِهِ}، والإيمانُ بالله ورُسُلِهِ يدخلُ فيه أصولُ الدِّين وفروعها. {ذلك فضلُ الله يؤتيهِ مَن يشاءُ}؛ أي: هذا الذي بيَّنَّاه لكم وذَكَرْنا [لكم فيه] الطُّرُقَ الموصلة إلى الجنة والطُّرُقَ الموصلة إلى النار، وأنَّ ثواب الله بالأجر الجزيل والثواب الجميل من أعظم منَّته على عباده وفضله، {والله ذو الفضل العظيم}: الذي لا يُحصى ثناءٌ عليه، بل هو كما أثنى على نفسه، وفوق ما يُثني عليه أحدٌ من خلقه.
21. Yüce Allah, mağfiretine, rızasına ve cennetine ulaşmak için yarışa koyulmayı emretmektedir. Bu da mağfirete sebep olan samimi tevbeyle, fayda sağlayan istiğfarla, günahlardan ve günaha düşme ihtimallerinden uzak kalmak için gayret etmekle, salih ameller işleyerek Allah’ı razı edecek şeylere sürekli olarak bağlı kalmakla, hem Allah’a ibadette hem de insanlara faydalı olunacak bütün alanlarda ihsan sahibi olmakla ve bu suretle Allah’ın rızası için yarışmakla olur. Yüce Allah,
böyle bir yarışa girmeyi gerektiren hususları da söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Allah’a ve peygamberlerine iman edenler için hazırlanmış olup eni yer ile göğün eni kadar olan cennet için...” Allah’a ve Rasûlü’ne iman etmenin kapsamına dinin usulü
(itikada dair hükümleri) de füruu
(amelî hükümleri) de girmektedir.
“Bu, Allah’ın bir lütfudur ki O, onu dilediğine verir.” Yani bizim size bu açıkladığımız cennete ulaştıran yollar ile cehenneme götüren yollara dair zikrettiklerimiz, Allah’ın pek büyük mükâfatı ve pek güzel sevabı ile ilgili açıklamalarımız, Allah’ın kulları üzerindeki en büyük lütuf ve ihsanlarındandır.
"Allah büyük lütuf sahibidir.” Hiç kimse bundan dolayı O’na hakkıyla övgüde bulunamaz. O, kendi zatını övdüğü gibidir. Mahlukatından kim olursa olsun O’nu nasıl övmüş ise O, bütün bu övgülerin çok daha üstündedir.
{مَا أَصَابَ مِنْ مُصِيبَةٍ فِي الْأَرْضِ وَلَا فِي أَنْفُسِكُمْ إِلَّا فِي كِتَابٍ مِنْ قَبْلِ أَنْ نَبْرَأَهَا إِنَّ ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ يَسِيرٌ (22) لِكَيْلَا تَأْسَوْا عَلَى مَا فَاتَكُمْ وَلَا تَفْرَحُوا بِمَا آتَاكُمْ وَاللَّهُ لَا يُحِبُّ كُلَّ مُخْتَالٍ فَخُورٍ (23) الَّذِينَ يَبْخَلُونَ وَيَأْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبُخْلِ وَمَنْ يَتَوَلَّ فَإِنَّ اللَّهَ هُوَ الْغَنِيُّ الْحَمِيدُ (24)}.
22- Gerek yeryüzünde gerekse de nefislerinizde meydana gelen
(üzücü ya da sevindirici) her bir şey, biz onu yaratmadan önce mutlaka bir kitapda
(yazılı)dır. Şüphesiz bu, Allah’a çok kolaydır.
23- Bu, elinizden kaçırdığınıza üzülmeyesiniz ve Allah'ın size verdiğine de şımarmayasınız diyedir. Zira Allah, kendini beğenmiş, böbürlenen hiçbir kimseyi sevmez.
24- Onlar, cimrilik eden ve insanlara da cimriliği emreden kimselerdir. Kim yüz çevirirse
(bilsin ki) Allah'ın hiçbir şeye/kimseye ihtiyacı yoktur ve O, her türlü hamde layık olandır.
#
{22} يقول تعالى مخبراً عن عموم قضائِهِ وقدرِهِ: {ما أصابَ من مصيبةٍ في الأرض ولا في أنفسِكُم}: وهذا شاملٌ لعموم المصائب التي تُصيبُ الخلق من خيرٍ وشرٍّ؛ فكلُّها قد كُتِبَتْ في اللوح المحفوظ صغيرها وكبيرها، وهذا أمرٌ عظيمٌ لا تحيطُ به العقول، بل تَذْهلُ عنده أفئدةُ أولي الألباب، ولكنَّه على الله يسيرٌ.
22. Yüce Allah,
kaza ve kaderinin her bir şeyi kapsayacek kadar geniş olduğunu haber vermek üzere şöyle buyurmaktadır: “Gerek yeryüzünde gerekse de nefislerinizde meydana gelen (üzücü ya da sevindirici) her bir şey…” Bu buyruk, mahlukata isabet eden hayır ve şer türünden her bir hususu bütünü ile kapsamaktadır. Hepsi de küçüğü ile büyüğü ile Levh-i Mahfuz’da yazılmıştır. Bu, akılların kuşatamayacığı kadar büyük bir husustur. Hatta olgun akıl sahiplerinin akılları ondna dolayı hayret ve dehşete düşer. Ama bu, Allah için pek kolaydır.
#
{23} وأخبر الله عبادَه بذلك لأجل أن تتقرَّرَ هذه القاعدة عندهم، ويبنوا عليها ما أصابهم من الخير والشرِّ؛ فلا يأسَوْا، ويحزنوا على ما فاتهم، مما طَمِحَتْ له أنفسُهم وتشوَّفوا إليه؛ لعلمِهِم أنَّ ذلك مكتوبٌ في اللوح المحفوظ، لا بدَّ من نفوذه ووقوعه؛ فلا سبيل إلى دفعِهِ، ولا يفرحوا بما آتاهم الله فرحَ بَطَرٍ وأشَرٍ؛ لعلمهم أنَّهم ما أدركوه بحولهم وقوَّتهم، وإنَّما أدركوه بفضل الله ومنِّه، فيشتغلوا بشكر مَنْ أولى النِّعم ودفع النِّقم، ولهذا قال: {واللهُ لا يحبُّ كلَّ مختالٍ فخورٍ}؛ أي: متكبِّر فظٍّ غليظٍ معجبٍ بنفسه فخورٍ بنعم الله ينسبها إلى نفسه وتُطغيه وتُلهيه؛ كما قال تعالى: {وإذا أذَقْناه رحمةً منَّا قال إنَّما أوتيتُهُ على علم بَلْ هي فتنةٌ}.
23. Yüce Allah’ın bu gerçeği kullarına haber vermesi, bu ilkenin onlar tarafından çok iyi bir şekilde bilinmesi ve başlarına gelen hayır ve şer türünden her bir şeyi bu temel üzerine oturtmaları içindir.
Böylelikle nefislerinin istediği ve azru duydukları herhangi bir şeyi ellerinden kaçırdıklarında üzülmezler. Çünkü onlar, bunun bu şekilde Levh-i Mahfuz’da yazılı olduğunu bilirler. Orada yazılanın gerçekleşmesi ise kaçınılmaz bir şeydir. Onu önlemenin hiçbir yolu yoktur.
Allah’ın kendilerine verdiğinden dolayı da şımarıp ve azmazlar. Çünkü o şeyi kendi güç ve imkânları ile elde etmediklerini, ona ancak Allah’ın lütuf ve ihsanı ile sahip olduklarını bilirler. Bu yüzden bu nimetleri kendilerine verene ve musibetleri kendilerinden uzaklaştırana şükretmeye gayret ederler.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Zira Allah, kendini beğenmiş, böbürlenen hiçbir kimseyi sevmez.” Yani Yüce Allah kaba, kendisini beğenmiş, Allah’ın nimetleri dolayısı ile şımarıp o nimetleri kendisine nispet eden, bu nimetlerle azgınlaşıp Allah’ın yolundan uzaklaşan hiçbir kimseyi sevmez. Nitekim Yüce Allah,
şöyle buyurmaktadır: “Sonra biz ona tarafımızdan bir nimet lütfedersek: Bu bana ancak sahip olduğum bir bilgiden dolayı verilmiştir, der. Bilakis o, bir imtihandır.” (ez-Zümer, 39/49)
#
{24} {الذين يَبْخَلونَ ويأمُرونَ الناس بالبُخْلِ}؛ أي: يجمعون بين الأمرين الذَّميمين اللذين كلٌّ منهما كافٍ في الشرِّ: البخل، وهو منع الحقوق الواجبة، ويأمرون الناس بذلك، فلم يكفِهِم بُخْلُهم، حتى أمروا الناس بذلك، وحثُّوهم [على] هذا الخلق الذميم بقولهم وفعلهم، وهذا من إعراضهم عن طاعة ربِّهم وتولِّيهم عنها، {ومن يَتَوَلَّ}: عن طاعة اللهِ؛ فلا يضرُّ إلاَّ نفسه، ولن يضرَّ الله شيئاً، {فإنَّ الله هو الغنيُّ الحميدُ}: الذي غناه من لوازم ذاته، الذي له مُلْكُ السماواتِ والأرض، وهو الذي أغنى عبادَه وأقْناهم، الحميدُ الذي له كلُّ اسم حسنٍ ووصفٍ كامل وفعل جميل يستحقُّ أن يُحْمَدَ عليه ويُثْنى ويُعَظَّم.
24.
“Onlar, cimrilik eden ve insanlara da cimriliği emreden kimselerdir.” Yani onlar, her birisi kötülük olarak tek başına yeterli olan ve her ikisi de yerilmiş iki sıfatı bir arada toplamış kimselerdir. Biri farz olan hakları engellemek demek olan cimriliktir. Diğeri de bunu insanlara emretmeleridir. Kendi cimrilikleri ile yetinmeyerek insanlara da cimriliği emrederler ve bu kötü huya söz ve davranışları ile teşvik ederler.
Bu, Rablerine itaatten yüz çevirmelerinin ve O’na arka dönmelerinin bir neticesidir. Ancak
“Kim” Allah’a itaat etmekten “yüz çevirirse” kendisinden başkasına zarar vermez. Onun Allah’a asla hiçbir zararı dokunmaz.
"Allah'ın hiçbir şeye/kimseye ihtiyacı yoktur.” İhtiyacı olmaması, zatının bir gereğidir. Göklerin ve yerin mülkü yalnız O’nundur. Kullarına ihtiyaçları kadar veren de onları zengin kılan da O’dur.
“O, her türlü hamde layık olandır.” Her güzel isim, her kâmil sıfat, her güzel ilim yalnız O’nundur ve bundan dolayı hamdedilmeye, övülmeye ve ta’zim olunmaya lâyıktır.
{لَقَدْ أَرْسَلْنَا رُسُلَنَا بِالْبَيِّنَاتِ وَأَنْزَلْنَا مَعَهُمُ الْكِتَابَ وَالْمِيزَانَ لِيَقُومَ النَّاسُ بِالْقِسْطِ وَأَنْزَلْنَا الْحَدِيدَ فِيهِ بَأْسٌ شَدِيدٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ وَلِيَعْلَمَ اللَّهُ مَنْ يَنْصُرُهُ وَرُسُلَهُ بِالْغَيْبِ إِنَّ اللَّهَ قَوِيٌّ عَزِيزٌ (25) وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا نُوحًا وَإِبْرَاهِيمَ وَجَعَلْنَا فِي ذُرِّيَّتِهِمَا النُّبُوَّةَ وَالْكِتَابَ فَمِنْهُمْ مُهْتَدٍ وَكَثِيرٌ مِنْهُمْ فَاسِقُونَ (26) ثُمَّ قَفَّيْنَا عَلَى آثَارِهِمْ بِرُسُلِنَا وَقَفَّيْنَا بِعِيسَى ابْنِ مَرْيَمَ وَآتَيْنَاهُ الْإِنْجِيلَ وَجَعَلْنَا فِي قُلُوبِ الَّذِينَ اتَّبَعُوهُ رَأْفَةً وَرَحْمَةً وَرَهْبَانِيَّةً ابْتَدَعُوهَا مَا كَتَبْنَاهَا عَلَيْهِمْ إِلَّا ابْتِغَاءَ رِضْوَانِ اللَّهِ فَمَا رَعَوْهَا حَقَّ رِعَايَتِهَا فَآتَيْنَا الَّذِينَ آمَنُوا مِنْهُمْ أَجْرَهُمْ وَكَثِيرٌ مِنْهُمْ فَاسِقُونَ (27)}.
25- Andolsun biz, peygamberlerimizi apaçık delillerle gönderdik ve onlarla birlikte insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye Kitab’ı ve mîzânı indirdik. Ayrıca kendisinde hem çetin bir güç hem de insanlar için birtakım faydalar bulunan demiri de indirdik. Bunlar, Allah hem kendisine/dinine hem de peygamberlerine gıyaben kimin yardım ettiğini ortaya çıkarsın diyedir. Şüphesiz Allah çok güçlüdür, Azîzdir.
26- Andolsun biz, Nûh’u ve İbrahim’i peygamber olarak gönderdik. Peygamberliği ve Kitabı da onların soyundan gelenlere verdik. Onlardan kimisi hidâyet bulmuştur, ama birçoğu fâsıktır.
27- Sonra onların izleri üzere rasûllerimizi peşpeşe gönderdik. Meryem oğlu İsa’yı da peşlerinden gönderdik ve ona İncil’i verdik. Ona uyanların kalplerine de şefkat ve merhamet koyduk. Kendiliklerinden uydurdukları ruhbanlığa gelince Biz, onu onlara farz kılmadık. Ancak Allah’ın rızasını kazanmak için kendileri uydurdular. Ama ona da hakkıyla riayet etmediler. Biz, onlardan iman edenlere mükafatlarını verdik. Ama onların çoğu fâsıktır.
#
{25} يقول تعالى: {ولقد أرْسَلْنا رُسُلَنا بالبيِّناتِ}: وهي الأدلَّة والشواهد والعلامات الدَّالَّة على صدق ما جاؤوا به وحقِّيَّتِهِ، {وأنزلنا معهم الكتابَ}: وهو اسم جنس يَشْمَلُ سائر الكتب التي أنزلها الله لهداية الخلق وإرشادهم ما ينفعهم في دينهم ودنياهم، {والميزانَ}: وهو العدلُ في الأقوال والأفعال، والدين الذي جاءت به الرُّسل كلُّه عدلٌ وقسطٌ في الأوامر والنَّواهي وفي معاملات الخَلْق وفي الجنايات والقِصاص والحدود والمواريث وغير ذلك، وذلك {ليقومَ الناسُ بالقسطِ}: قياماً بدين الله، وتحصيلاً لمصالحهم التي لا يمكنُ حصرُها وعدُّها، وهذا دليلٌ على أنَّ الرسل متَّفقون في قاعدة الشرع، وهو القيامُ بالقسط، وإنِ اختلفتْ صورُ العدل بحسب الأزمنة والأحوال، {وأنزَلْنا الحديدَ فيه بأسٌ شديدٌ}: من آلات الحرب؛ كالسلاح والدُّروع وغير ذلك، {ومنافعُ للناس}: وهو ما يشاهَدُ من نفعه في أنواع الصِّناعات والحرف والأواني وآلات الحَرْثِ، حتى إنَّه قَلَّ أن يوجَدَ شيءٌ إلاَّ وهو يحتاجُ إلى الحديد، {ولِيَعْلَمَ اللهُ مَن يَنصُرُه ورُسُلَه بالغيب}؛ أي: ليقيم تعالى سوقَ الامتحان بما أنزله من الكتاب والحديد، فيتبيَّن من ينصُرُه وينصُرُ رسله في حالة الغيب، التي ينفع فيها الإيمان قبل الشهادة، التي لا فائدة بوجود الإيمان فيها؛ لأنَّه حينئذٍ يكون ضروريًّا. {إنَّ الله لَقَوِيٌّ عزيزٌ}؛ أي: لا يعجِزُه شيءٌ ولا يفوته هاربٌ، ومن قوَّته وعزَّته أن أنزل الحديدَ الذي منه الآلاتُ القويَّة، ومن قوَّته وعزَّته أنه قادرٌ على الانتصار من أعدائه، ولكنَّه يبتلي أولياءه بأعدائه؛ ليعلم من ينصرُهُ بالغيب.
وقَرَنَ تعالى بهذا الموضع بين الكتاب والحديد؛ لأنَّ بهذين الأمرين ينصر الله دينه ويُعلي كلمته: بالكتاب الذي فيه الحجَّة والبرهان، والسيف الناصر بإذن الله، وكلاهما قيامُهُ بالعدل والقِسْط، الذي يستدلُّ به على حكمةِ الباري وكماله وكمال شريعتِهِ التي شرعها على ألسنة رسله.
25.
“Andolsun biz, peygamberlerimizi apaçık delillerle gönderdik.” Bunlar, getirdiklerinin doğruluğuna ve gerçekliğine delil olan kanıt, şahit ve kesin alâmetlerdir.
"Onlarla birlikte insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye Kitab’ı ve mîzânı indirdik.” Kitap, cins/tür ismi olup Allah’ın insanları hidâyete iletmek, dinlerinde ve dünyalarında kendilerine faydalı olacak hususları onlara göstermek için indirmiş olduğu tüm kitapları kapsar.
“Mîzân” ise söz ve davranışlardaki adalettir. Peygamberlerin getirdikleri dinin tümü; emirleri, yasakları, insanlarla ilişkileri, suç yönelik cezaları, kısası, hadleri, miras hükümleri ve bunun dışındaki tüm hususları tamamiyle adalettir. İşte bundan dolayı “insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye” buyrulmuştur. Bu da Allah’ın dinini yerine getirerek ve insanların tespiti imkânsız olan bütün maslahatlarını yerine getirerek olur.
Bu da bütün peygamberlerin şeriatin temeli üzerinde ittifak ettiklerine delildir. Bu temel ise adaleti uygulamaktır. Zamana ve durumlara göre adaletin uygulanış şekilleri arasında farklılık görülse bile bu böyledir.
"Ayrıca kendisinde hem çetin bir güç, hem de insanlar için birtakım faydalar bulunan demiri de indirdik.” Silâh, zırh ve buna benzer çeşitli savaş aletleri
“çetin bir güç” için örnektir. Demirin çeşitli sanayi ve mesleklerde, kap-kacaklarda, tarım aletlerinde çeşitli faydaları da görülmektedir. Hatta demire gerek duyulmayan şeyler pek azdır.
“Bunlar, Allah hem kendisine/dinine hem de peygamberlerine gıyaben kimin yardım ettiğini ortaya çıkarsın diyedir.” Yani Yüce Allah indirmiş olduğu Kitap ve demir sebebi ile imtihan pazarını kursun, böylelikle gayb halinde dinine ve peygamberlerine kimin yardım edeceği ortaya çıksın.
Gayb halinden kasıt, imanın fayda vermeyeceği şehâdet/görme halinden önce iman etmektir. Çünkü gözle gördükten sonra yapılan iman zaruri ve mecburidir.
(Çaresiz kalmanın bir sonucudur).
"Şüphesiz Allah çok güçlüdür, Azîzdir.” Hiçbir şey O’nu aciz bırakamaz, hiçbir şey O’ndan kaçıp kurtulumaz. Kendisinden pek güçlü aletlerin yapıldığı demiri indirmesi, O’nun gücünün ve izzetinin bir tecellisidir. Kullarından intikam almaya kadir olması da O’nun gücünün ve izzetinin tecellisidir. Ama O, dostlarını düşmanları ile sınar. Ta ki gıyaben kendisine/dinine kimin yardım ettiğini ortaya çıkarsın.
Yüce Allah’ın burada Kitab’ı ve demiri bir arada zikretmesi, Yüce Allah’ın dinine bu iki yolla yardım etmesi ve kelimesini onlarla yüceltmesi dolayısıyladır.
O, dinini kesin delil ve belgeleri ihtiva eden Kitap ile ve Allah’ın izni ile zafere kavuşturan kılıçla yüceltir. Her ikisinin de gereği gibi işlemeleri ise adalet sayesindedir. İşte bunlar, Yüce Allah’ın hikmetine, kemâline, peygamberleri vasıtası ile göndermiş olduğu şeriatinin mükemmelliğine delildir.
#
{26} ولما ذكر نبوَّة الأنبياء عموماً؛ ذكر من خواصِّهم النَّبِيَّيْنِ الكريميْنِ نوحاً وإبراهيم، اللَّذين جعل الله النبوَّة والكتاب في ذُرِّيَّتهما، فقال: {ولقد أرسَلْنا نوحاً وإبراهيم وجَعَلْنا في ذُرِّيَّتِهِما النبوَّةَ والكتابَ}؛ أي: الأنبياء المتقدِّمين والمتأخِّرين، كلُّهم من ذُرِّيَّة نوح وإبراهيم عليهما السلام، وكذلك الكتب كلُّها نزلت على ذُرِّيَّة هذين النبيَّيْنِ الكريميْنِ. {فمنهم}؛ أي: ممَّن أرسلنا إليهم الرسل {مهتدٍ}: بدعوتهم، منقادٌ لأمرهم، مسترشدٌ بهداهم، {وكثيرٌ منهم فاسقون}؛ أي: خارجون عن طاعة الله وطاعة رسله ؛ كما قال تعالى: {وما أكثر الناس ولو حرصْتَ بمؤمنينَ}.
26. Allah, genel olarak bütün peygamberlerin nübüvvetini söz konusu ettikten sonra onların arasında özel yeri olan iki üstün peygamber olan Nûh ile İbrahim’i söz konusu etmektedir. Allah, peygamberliği ve kitabı onların soyundan gelenler arasında devam ettirmiştir. Yani önceki ve sonraki bütün peygamberler hep Nûh ve İbrahim’in -ikisine de selâm olsun- soyundan gelmişlerdir. Bütün kitaplar da aynı şekilde bu iki değerli peygamberin soyundan gelenlere inmiştir.
"Onlardan” kendilerine peygamber gönderdiğimiz kimselerden
“kimisi” onların davetleri ile “hidâyet bulmuştur.” Onların emirlerine uymuş, onların gösterdikleri doğru yolu takip etmişti.
“Ama birçoğu fâsıktır.” Allah’a ve rasûllerine itaatin sınırlarının dışına çıkmışlardı.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Sen ne kadar arzu etsen de insanların çoğu iman etmez.” (Yusuf, 12/103)
#
{27} {ثم قَفَّيْنا}؛ أي: أتبعنا {على آثارِهم برُسُلِنا وقفَّيْنا بعيسى ابن مريم}: خصَّ الله عيسى عليه السلام؛ لأنَّ السياق مع النصارى، الذين يزعُمون اتِّباع عيسى، {وآتَيْناه الإنجيل}: الذي هو من كتب الله الفاضلة، {وجَعَلْنا في قلوب الذين اتَّبعوه رأفةً ورحمةً}؛ كما قال تعالى: {لَتَجِدَنَّ أشدَّ الناس عداوةً للذين آمنوا اليهودَ والذين أشركوا ولَتَجِدَنَّ أقرَبَهم مودَّةً للذين آمنوا الذين قالوا إنا نصارى ذلك بأنَّ منهم قِسِّيسينَ ورُهْباناً وأنَّهم لا يستكبرونَ ... } الآيات، ولهذا كان النصارى ألين من غيرهم قلوباً حين كانوا على شريعة عيسى عليه السلام، {ورهبانيةً ابْتَدَعوها}: والرهبانيَّة العبادةُ؛ فهم ابتدعوا من عند أنفسهم عبادةً، ووظَّفوها على أنفسهم، والتزموا لوازم ما كتبها الله عليهم ولا فرضها، بل هم الذين التزموا بها من تلقاء أنفسهم؛ قصْدُهم بذلك رضا الله، ومع ذلك؛ {فما رَعَوْها حقَّ رعايتها}؛ أي: ما قاموا بها، ولا أدَّوْا حقوقها، فقصَّروا من وجهين: من جهة ابتداعهم، ومن جهة عدم قيامهم بما فَرَضوه على أنفسهم. فهذه الحالُ هي الغالبُ من أحوالهم، ومنهم من هو مستقيمٌ على أمر الله، ولهذا قال: {فآتَيْنا الذين آمنوا منهم أجْرَهُم}؛ أي: الذين آمنوا بمحمدٍ - صلى الله عليه وسلم - مع إيمانهم بعيسى؛ كلٌّ أعطاه الله على حسب إيمانِهِ، {وكثيرٌ منهم فاسقونَ}.
27.
“Sonra onların izleri üzere rasûllerimizi peşpeşe gönderdik. Meryem oğlu İsa’yı da peşlerinden gönderdik.” Özellikle İsa aleyhisselam’ın söz konusu edilmesi, bu ifadelerin özellikle İsa aleyhisselam’a mensup olduklarını iddia eden hristiyanlara dair olmasından dolayıdır.
"Ve ona” Yüce Allah’ın üstün kitaplarından birisi olan
“İncil’i verdik.”
“Ona uyanların kalplerine şefkat ve merhamet koyduk.” Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Andolsun insanlar arasında iman edenlere düşmanlıkta en şiddetli olanların yahudiler ve müşrikler olduğunu göreceksin. İman edenlere sevgi (beslemeleri) bakımından en yakınlarının da: Biz hristiyanlarız, diyenleri göreceksin. Bu, aralarında keşişlerin, rahiplerin olmasından ve onların büyüklük taslamamalarındandır.” (el-Maide, 5/82) Bundan dolayı hristiyanlar İsa aleyhisselam’ın şeriati üzere oldukları zamanda başkalarından daha yumuşak kalpli kimseler idiler.
"Kendiliklerinden uydurdukları ruhbanlığa gelince...” Ruhbanlık, bir tür ibadettir. Bunu kendiliklerinden ibadet diye ortaya attılar, onu kendilerine vazife bilip birtakım sorumluluklarla kendilerini yükümlü tuttular.
“Biz onu onlara farz kılmadık.” Allah, bunu onlara farz kılmamıştı. Bunu kendilerine şart koşan kendileri oldu. Bundan maksatları da Allah’ın rızasını elde etmekti.
"Ama” bununla birlikte
“ona da hakkıyla riâyet etmediler.” Ne onun gereğini yerine getirdiler, ne de haklarını eda ettiler.
Böylece iki bakımdan yanlış yaptılar: Bir, kendiliklerinden böyle bir ibadet uydurdukları için, diğeri de kendilerine farz kıldıkları işi gereği gibi yerine getirmedikleri için. İşte onların çoğunlukla görülen durum budur.
Bununla birlikte aralarından Allah’ın emri üzere dosdoğru yürüyenler de vardır.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Onlardan iman edenlere ise mükafatlarını verdik.” Yani İsa aleyhisselam’a iman etmeleri ile birlikte Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e de iman edenlerin hepsine Allah imanına uygun mükâfatlar vermiştir.
“Ama onların çoğu fâsıktır.”
{يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ وَآمِنُوا بِرَسُولِهِ يُؤْتِكُمْ كِفْلَيْنِ مِنْ رَحْمَتِهِ وَيَجْعَلْ لَكُمْ نُورًا تَمْشُونَ بِهِ وَيَغْفِرْ لَكُمْ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ (28) لِئَلَّا يَعْلَمَ أَهْلُ الْكِتَابِ أَلَّا يَقْدِرُونَ عَلَى شَيْءٍ مِنْ فَضْلِ اللَّهِ وَأَنَّ الْفَضْلَ بِيَدِ اللَّهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ وَاللَّهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ (29)}.
28- Ey iman edenler! Allah’tan korkup sakının ve Rasûlüne iman edin ki size rahmetinden iki kat versin, aydınlığı ile yürüyeceğiniz bir nur bahşetsin ve sizi bağışlasın. Allah Ğafûrdur, Rahîmdir.
29- Böylece Kitap ehli, Allah’ın lütfundan hiçbir şeye sahip olmadıklarını, lütfun Allah’ın elinde olduğunu ve onu dilediğine verdiğini bilsinler. Allah, büyük lütuf sahibidir.
#
{28} وهذا الخطابُ يُحتمل أنه خطابٌ لأهل الكتاب، الذين آمنوا بموسى وعيسى عليهما السلام؛ يأمرهم أن يعملوا بمقتضى إيمانهم؛ بأن يتَّقوا الله فيتركوا معاصِيَه ويؤمنوا برسوله محمدٍ - صلى الله عليه وسلم -، وأنَّهم إن فعلوا ذلك؛ أعطاهم الله {كِفْلَيْنِ من رحمتِهِ}؛ أي: نصيبين من الأجر؛ نصيبٍ على إيمانهم بالأنبياء الأقدمين، ونصيبٍ على إيمانهم بمحمدٍ - صلى الله عليه وسلم -. ويُحتمل أن يكون الأمرُ عامًّا؛ يدخل فيه أهلُ الكتابِ وغيرُهم، وهذا الظاهر، وأنَّ الله أمرَهَم بالإيمان والتَّقوى، الذي يدخُلُ فيه جميع الدين ظاهره وباطنه أصوله وفروعه، وأنَّهم إن امتثلوا هذا الأمر العظيم؛ أعطاهم [اللَّه] {كِفْلَيْنِ من رحمتِهِ}؛ لا يعلم قدرهما ولا وصفَهما إلاَّ الله تعالى: أجرٌ على الإيمان وأجرٌ على التقوى، أو أجرٌ على امتثال الأوامر وأجرٌ على اجتناب النَّواهي، أو أنَّ التَّثنية المراد بها تكرار الإيتاء مرةً بعد أخرى. {ويَجْعَل لكم نوراً تمشون به}؛ أي: يعطيكم علماً وهدىً ونوراً تمشون به في ظُلُمات الجهل، ويغفر لكم السيئات، {والله ذو الفضل العظيم}: فلا يُسْتَغْرَبُ كثرةُ هذا الثواب على فضل ذي الفضل العظيم، الذي عمَّ فضلُه أهلَ السماواتِ والأرض؛ فلا يخلو مخلوقٌ من فضله طرفةَ عينٍ ولا أقلَّ من ذلك.
28. Bunun Mûsâ ve İsa’ya -ikisine de selam olsun- iman eden Kitap ehline bir hitap olma ihtimali vardır. Bu hitapla Allah, onlara kendisinden korkup O’na isyanı gerektiren hususları terk etmek sureti ile imanlarının gereğince amel etmelerini emretmekte ve Rasûlü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e de inanmalarını istemektedir. Eğer böyle yaparlarsa Yüce Allah onlara
“rahmetinden iki kat” mükâfat verecektir. Bu paylardan biri önceki peygamberlerine imanlarının diğeri de Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e iman etmelerinin mükâfatıdır.
Bu buyruğun umumi bir emir olma ihtimali de vardır. Bunun kapsamına Kitap ehli de başkaları da girer. Zâhir/açık ve kuvvetli olan görüş de budur. Allah, bu buyruğu ile hepsine imanı ve takvâyı emretmektedir ki, bunun kapsamına zahiri ve batını ile usulü ve furuu ile bütün din girmektedir. Eğer bu büyük emre uyacak olurlarsa Yüce Allah kendilerine
“rahmetinden iki pay” verir ki, bunların miktarını ve niteliklerini Yüce Allah’tan başkası bilemez. İmana karşı bir mükâfat, takvâya karşılık bir mükâfat veya emirlere uymaya karşılık bir mükâfat, yasaklardan kaçınmaya karşılık bir mükâfat yahut da iki paydan kasıt, mükâfatın ardı arkasına tekrar tekrar verilmesidir.
"Aydınlığı ile yürüyeceğiniz bir nur bahşetsin.” Size bir ilim, bir hidâyet, cahilliğin karanlığında yürüyeceğiniz bir nur versin ve kötülüklerinizi bağışlasın.
"Allah büyük lütuf sahibidir.”
(el-Hadid, 57/21) Lütfu göklerde ve yerde bulunanları kuşatmış bulunanın, lütfu pek büyük olanın bunca mükâfat vermesi garip kaçmaz. Bir göz kırpacak kadar bir süre kadar yahut bundan daha az bir süre dahi hiçbir mahlûk O’nun lütfundan azade değildir.
#
{29} وقوله: {لئلاَّ يعلم أهلُ الكتاب ألاَّ يقدِرونَ على شيءٍ من فضل الله}؛ أي: بيَّنا لكم فضلنا وإحساننا لمن آمن إيماناً عامًّا واتَّقى الله وآمن برسوله؛ لأجل أن يكونَ عند أهل الكتاب علمٌ بأنَّهم لا يقدرونَ على شيءٍ من فضل الله؛ أي: لا يحجُرون على الله بحسب أهوائهم وعقولهم الفاسدة، فيقولون: {لن يدخُلَ الجنَّةَ إلاَّ مَن كان هوداً أو نَصارى}، ويَتَمَنَّوْنَ على الله الأمانيَّ الفاسدةَ، فأخبر الله تعالى [أن] المؤمنين برسوله محمدٍ - صلى الله عليه وسلم -، المتَّقين لله أنَّ لهم كِفْلَيْنِ من رحمته ونوراً ومغفرةً؛ رغماً على أنوف أهل الكتاب، وليعلموا {أنَّ الفضلَ بيد الله يؤتيه من يشاءُ}: ممَّنِ اقتضت حكمتُه تعالى أن يؤتِيَه من فضله، {والله ذو الفضل العظيم}: الذي لا يقادَرُ قدرُه.
29. Yani bizler genel olarak iman eden,
Allah’tan korkan ve O’nun Rasûlüne iman eden kimselere olan lütuf ve ihsanımızı şunun için açıkladık: Kitap ehli bilsin ki, kendileri Allah’ın lütfundan hiçbir paya sahip değildirler. Yani kendi hevâlarına ve bozuk akıllarına göre Allah’ın lütfuna sınır koyamazlar.
Dolayısı ile: “Yahudi ve hristiyan olandan başkası asla cennete giremez” (el-Bakara, 2/111) diyemezler ve Allah’tan olmadık dileklerde ve esası boş kuruntu olan temennilerde bulunamazlar.
Yüce Allah böylelikle Rasûlü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e iman eden, Allah’tan korkup sakınan kimselere rahmetinden iki kat bağışlayıp bir nur vereceğini ve onlara mağfirette bulunacağını -Kitap ehline rağmen ve onlar hoşlanmasa da- haber vermektedir.
Yine onlar,
“lütfun Allah’ın elinde olduğunu, onu” hikmeti gereği lütfundan kime vermesi gerekiyor ise ona
“verdiğini bilsinler. Allah” hiçbir şekilde ölçüsü ve miktarı tespit edilemeyecek kadar
“büyük lütuf sahibidir.”
Hadîd Sûresi’nin tefsiri burada sona ermektedir.
Hamd ve nimet yalnız Allah’a mahsustur.
***