(Mekke’de inmiştir. 53 âyettir)
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adı ile.
{حم (1) عسق (2) كَذَلِكَ يُوحِي إِلَيْكَ وَإِلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكَ اللَّهُ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ (3) لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَهُوَ الْعَلِيُّ الْعَظِيمُ (4) تَكَادُ السَّمَاوَاتُ يَتَفَطَّرْنَ مِنْ فَوْقِهِنَّ وَالْمَلَائِكَةُ يُسَبِّحُونَ بِحَمْدِ رَبِّهِمْ وَيَسْتَغْفِرُونَ لِمَنْ فِي الْأَرْضِ أَلَا إِنَّ اللَّهَ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ (5) وَالَّذِينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِهِ أَوْلِيَاءَ اللَّهُ حَفِيظٌ عَلَيْهِمْ وَمَا أَنْتَ عَلَيْهِمْ بِوَكِيلٍ (6) وَكَذَلِكَ أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ قُرْآنًا عَرَبِيًّا لِتُنْذِرَ أُمَّ الْقُرَى وَمَنْ حَوْلَهَا وَتُنْذِرَ يَوْمَ الْجَمْعِ لَا رَيْبَ فِيهِ فَرِيقٌ فِي الْجَنَّةِ وَفَرِيقٌ فِي السَّعِيرِ (7) وَلَوْ شَاءَ اللَّهُ لَجَعَلَهُمْ أُمَّةً وَاحِدَةً وَلَكِنْ يُدْخِلُ مَنْ يَشَاءُ فِي رَحْمَتِهِ وَالظَّالِمُونَ مَا لَهُمْ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَصِيرٍ (8) أَمِ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِهِ أَوْلِيَاءَ فَاللَّهُ هُوَ الْوَلِيُّ وَهُوَ يُحْيِ الْمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (9)}.
1- Hâ, Mîm.
2- Ayn, Sîn, Kâf.
3- Aziz ve Hakim olan Allah, senden öncekilere olduğu gibi sana da işte böyle vahyeder.
4- Göklerde olanlar da yerde olanlar da yalnız O’nundur. O, çok yücedir, pek büyüktür.
5- Gökler nerede ise üst taraflarından çatlayacaklar. Melekler de Rablerini hamd ile tesbih ederler ve yeryüzünde olanlar için mağfiret dilerler. Şunu bilin ki Allah, çok bağışlayıcıdır, pek merhametlidir.
6- O’nun dışında dostlar edinenlere gelince Allah, onların üzerinde görüp gözetendir. Sense onların üzerlerinde bekçi değilsin.
7- İşte bu şekilde sana da hem şehirlerin anası
(olan Mekke’de) ve onun etrafında bulunanları uyarasın hem de kendisinde hiçbir şüphe bulunmayan toplanma günü ile uyarasın diye Arapça bir Kur’ân vahyettik.
(O gün geldiğinde) bir grup cennette, bir grup da cehennemde olacaktır.
8- Eğer Allah dileseydi onları tek bir ümmet yapardı. Fakat O, dilediği kimseyi rahmetine dahil eder. Zalimlerin ise hiçbir dost ve yardımcıları yoktur.
9- Yoksa onlar O’ndan başka dostlar mı edindiler? Halbuki asıl dost ancak Allah'tır. Ölüleri de O diriltir. O, her şeye gücü yetendir.
#
{1 ـ 5} يخبر تعالى أنَّه أوحى هذا القرآن العظيم على النبيِّ الكريم كما أوحى إلى مَنْ قبلَه من الأنبياء والمرسلين؛ ففيه بيانُ فضلِهِ بإنزال الكتبِ وإرسال الرُّسل سابقاً ولاحقاً، وأنَّ محمداً - صلى الله عليه وسلم - ليس ببدع من الرسل، وأنَّ طريقَته طريقةُ مَنْ قبلَه، وأحوالَه تناسِبُ أحوالَ مَن قبلَه من المرسلين، وما جاء به يشابِهُ ما جاؤوا به؛ لأنَّ الجميع حقٌّ وصدقٌ، وهو تنزيلُ من اتَّصف بالألوهيَّة والعزَّة العظيمة والحكمة البالغةِ، وأنَّ جميع العالم العلويِّ والسفليِّ مُلْكُه وتحت تدبيرِهِ القدريِّ والشرعيِّ، وأنَّه {العليُّ} بذاتِهِ وقدرِهِ وقهرِهِ. {العظيم}: الذي من عظمتِهِ {تكادُ السمواتُ يتفطَّرْنَ من فوقِهِنَّ}: على عظمها وكونها جماداً، {والملائكةُ}: الكرامُ المقرَّبون خاضعون لعظمتِهِ مستكينون لعزَّته مذعنون بربوبِيَّته، {يسبِّحونَ بحمد ربِّهم}: ويعظِّمونه عن كل نقص، ويصِفونه بكل كمال، {ويستغفرونِ لِمَن في الأرض}: عما يصدُرُ منهم مما لا يليقُ بعظمة ربِّهم وكبريائِهِ، مع أنَّه تعالى {الغفورُ الرحيمُ}: الذي لولا مغفرتُه ورحمتُه؛ لعاجَلَ الخلقَ بالعقوبةِ المستأصِلَةِ.
وفي وصفِهِ تعالى بهذه الأوصاف بعد أن ذَكَرَ أنَّه أوحى إلى الرسل كلهم عموماً وإلى محمدٍ ـ صلى الله عليهم وسلم ـ خصوصاً إشارةٌ إلى أنَّ هذا القرآن الكريم فيه من الأدلةُ والبراهينُ والآياتُ الدالَّةُ على كمال الباري تعالى ووصفِهِ بهذه الأسماء العظيمة الموجبة لامتلاءِ القلوب من معرفتِهِ ومحبتِه وتعظيمِه وإجلالِه وإكرامِه وصرف جميع أنواع العبوديَّة الظاهرة والباطنة له تعالى، وأنَّ من أكبر الظُّلم وأفحش القول اتِّخاذ أندادٍ من دونِهِ، ليس بيدِهِم نفعٌ ولا ضرٌّ ، بل هم مخلوقون مفتقرون إلى الله في جميع أحوالهم.
1-4. Yüce Allah, Nebiyy-i Kerîm’e bu Kur’ân-ı Azim’i vahyedenin -kendisinden önceki peygamber ve rasûllere vahyettiği gibi- kendisi olduğunu haber vermektedir. Bununla Yüce Allah, önceden ve sonradan kitaplar indirip peygamberler göndermekle ne kadar lütufkâr olduğunu, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in önceden benzeri görülmemiş bir peygamber olmadığını, onun yolunun kendisinden öncekilerin yolu ile aynı olduğunu, durumunun da kendisinden önceki peygamberlerin durumuna uygun olduğunu açıklamaktadır. Onun getirdiği, kendisinden önceki peygamberlerin getirdiklerine benzemektedir. Çünkü hepsi de hak ve gerçektir.
Bu Kitap ulûhiyet, pek büyük izzet ve kudret sahibi
(Aziz) ve sonsuz hikmet sahibi
(Hakim) olan tarafından indirilmiştir. Ulvi ve süfli alem tamamen O’nun mülküdür. Hepsi O’nun kaderi ve şer’i tedbir ve idaresi altındadır.
Ayrıca O hem zatı, hem kadri,
hem de her şeyi kuşatan hakimiyeti yönünden en üsttedir: “O, çok yücedir, pek büyüktür.” O’nun büyüklüğünün bir tecellisi de şudur:
5.
“Gökler” büyüklüklerine ve cansız varlıklar olmalarına rağmen “nerede ise üst taraflarından çatlayacaklar;” mukarreb olan şerefli
“melekler de” O’nun azametine boyun eğerek, izzetinin önünde saygı ile eğilerek ve rububiyetine önünde boyun bükerek
“Rablerini hamd ile tesbih ederler.” O’nu tazim ederler, her türlü eksiklikten tenzih ederler, bütün kemal sıfatları ile nitelendirirler.
“Yeryüzünde olanlar için” onlardan sadır olup da Rablerinin azamet ve kibriyâsına lâyık olmayan türden amelleri dolayısıyla
“mağfiret dilerler.”
“Allah, çok bağışlayıcıdır, pek merhametlidir.” Eğer O’nun mağfiret ve rahmeti olmasa idi, bütün insanlara toptan imha edici cezayı çabucak gönderirdi.
Yüce Allah’ın genel olarak bütün peygamberlere, özel olarak da Muhammed’e -Allah’ın salât ve selâmı hepsine olsun- vahiy gönderdiğini söz konusu ettikten sonra kendi zatını bu vasıflar ile vasfetmesi, bu Kur’ân-ı Kerîm’de yüce yaratıcının kemaline delil teşkil eden apaçık belge ve delillerin bulunduğuna ve O’nun da bu yüce isimlerle vasfedilmesi gerektiğine işarettir.
Böylelikle kalpler, O’nu tanımak, O’nu sevmek, O’na tazim etmek, O’nun celal ve ikramını kavramak imkânını bulsun, gizli ve açık bütün türleri ile ibadeti yalnız O’na yöneltsin.
Diğer taraftan zulmün en büyüğü ve en çirkin söz de Allah’ın dışında herhangi bir fayda sağlama ya da zarar verme imkânına sahip bulunmayan birtakım varlıkları Allah'a eş koşmaktır. Halbuki bunlar, Allah tarafından yaratılmış ve bütün hallerinde Yüce Allah’a muhtaç olan varlıklardır. Bundan dolayı Yüce Allah,
devamla şöyle buyurmaktadır:
#
{6} ولهذا عقَّبه بقوله: {والذين اتَّخذوا من دونِهِ أولياءَ}: يتولَّوْنَهم بالعبادة والطاعة؛ كما يعبدون الله ويطيعونَه؛ فإنَّما اتَّخذوا الباطلَ، وليسوا بأولياءٍ على الحقيقة. {اللهُ حفيظٌ عليهم}: يحفظُ عليهم أعمالَهم فيجازيهم بخيرها وشرِّها، {وما أنت عليهم بوكيل}: فتسألُ عن أعمالهم، وإنَّما أنت مبلغٌ أديتَ وظيفتَك.
6.
“O’nun dışında dostlar edinenlere” Allah’a ibadet ve itaat edercesine onlara ibadet ve itaat etmek sureti ile onlara yönelerek ilah edinenlere
“gelince” bunlar ancak bâtılı ilah edinmişlerdir. Gerçekte bunlar dost ve ilah olamazlar.
“Allah onların üzerinde görüp gözetendir” onlara hayrı ile şerri ile amellerinin karşılıklarını vermek için kaydetmektedir
“Sense onların üzerlerinde bekçi değilsin.” Onların amelleri sana sorulmaz. Sen ancak tebliğcisin ve vazifeni de eksiksiz yerine getirmiş bulunuyorsun.
#
{7} ثم ذكر منَّته على رسوله وعلى الناس حيث أنزل اللهُ {قرآناً عربيًّا} بيِّنَ الألفاظِ والمعاني، {لتنذرَ أمَّ القرى}: وهي مكةُ المكرمةُ، {ومَنْ حولَها}: من قُرى العرب، ثم يسري هذا الإنذارُ إلى سائرِ الخَلْق، {وتنذرَ}: الناس {يوم الجَمْع}: الذي يجمعُ الله به الأوَّلين والآخرين، وتخبِرُهم أنَّه {لا ريبَ فيه}، وأنَّ الخلق ينقسمون فيه فريقينِ: فريقًا {في الجنة}: وهم الذين آمنوا بالله وصدَّقوا المرسلين، وفريقًا {في السعيرِ}: وهم أصنافُ الكفرة المكذِّبين.
7. Daha sonra Yüce Allah, Rasûlüne ve insanlara Kur’ân-
ı Kerîm’i indirme lütfunu hatırlatarak şöyle buyurmaktadır: “İşte bu şekilde sana da hem şehirlerin anası” kasıt Mekke-i Mükerreme’dir
“ve onun etrafında bulunanları” diğer Arap şehir ve kasabalarını
“uyarasın” sonra da bu uyarı, diğer insanlara da ulaşsın; “hem de kendisinde hiçbir şüphe bulunmayan” ve Allah’ın öncekileri de sonrakileri de bir araya getireceği
“toplanma günü ile uyarasın” ve bu günde hiçbir şüphe bulunmadığını
“belirtesin diye” lafız ve manaları apaçık
“Arapça bir Kur’ân vahyettik.”
Ayrıca insanlara bu günde iki gruba ayrılacaklarını ve o gün
“bir grup” yani Allah’a iman edip peygamberleri tasdik edenler “cennette” kâfir ve inkarcı sınıflardan oluşan diğer
“bir grup da cehennemde olacaktır” diye haber veresin.
#
{8} {و} مع هذا فلو شاءَ اللهُ لَجَعَلَ الناس {أمَّةً واحدةً}: على الهدى؛ لأنَّه القادر الذي لا يمتنع عليه شيء، ولكنه أراد أن يُدْخِلَ في رحمتِهِ مَنْ شاء من خواصِّ خلقِهِ، وأمَّا الظالمون الذين لا يَصْلُحون لصالح؛ فإنَّهم محرومون من الرحمة؛ فما لهم من دون الله من وليٍّ يتولاَّهم فيحصِّلُ لهم المحبوب، ولا نصيرٍ يدفعُ عنهم المكروهَ.
8.
“Eğer Allah dileseydi onları” bütün insanları hidâyet üzere olan
“tek bir ümmet yapardı.” Çünkü O, her şeye güç yetirendir, O’nun için imkânsız bir şey yoktur. Ancak O, yarattıklarının haslarından dilediği kimseleri rahmetine almak istemiştir.
Hiçbir iyi işe yaramayan zalimlere gelince onlar, ilâhî rahmetten mahrumdurlar ve onlar için Allah’tan başka işlerini görüp gözetecek ve böylelikle arzu ettiklerini elde etmelerini sağlayacak
“hiçbir dost ve” hoşlanmadıkları şeyleri kendilerinden uzaklaştıracak
“yardımcıları yoktur.”
#
{9} والذين اتَّخذوا من دونه أولياءَ يتولَّوْنهم بعبادتِهم إيَّاهم؛ فقد غلطوا أقبح غلط؛ {فالله هو الوليُّ} الذي يتولاَّه عبدُه بعبادته وطاعته والتقرُّب إليه بما أمكن من أنواع التقرُّبات، ويتولَّى عباده عموماً بتدبيره ونفوذِ القدر فيهم، ويتولَّى عباده المؤمنين خصوصاً بإخراجهم من الظُّلمات إلى النور، وتربيتهم بلطفه، وإعانتهم في جميع أمورهم. {وهو يُحيي الموتى وهو على كلِّ شيءٍ قديرٌ}؛ أي: هو المتصرِّف بالإحياء والإماتة ونفوذِ المشيئة والقدرةِ؛ فهو الذي يستحقُّ أن يُعْبَدَ وحدَه لا شريك له.
9.
“Yoksa onlar O’ndan başka” onlara ibadet etmek sureti ile dost ve hami edindikleri
“başka dostlar mı edindiler?” Böylelikle onlar, çok kötü ve çirkin bir yanılgıya düştüler. Halbuki kulunun işlerini üstlenen, kulun da ibadet ve itaat ederek, mümkün olan her türlü yakınlaştırıcı ibadet ile kendisine yakınlaşmaya çalışması gereken gerçek dost ve hami O’dur. O, genel olarak bütün kulların -işlerini çekip çevirmekle, kaderini onlar hakkında geçerli kılmakla- hamisi olduğu gibi, özel olarak da mü’min kullarını karanlıklardan aydınlığa çıkarmak, bütün işlerinde lütuf ve yardımı ile onları görüp gözetmek sureti ile onların dost ve hamisidir.
“Ölüleri de O diriltir; O, her şeye gücü yetendir.” Hayat veren, öldüren O’dur. Meşîet ve kudreti daima geçerli olan O’dur. Kendisine hiçbir ortak koşulmaksızın tek başına ibadet edilmeye layık olan da O’dur.
{وَمَا اخْتَلَفْتُمْ فِيهِ مِنْ شَيْءٍ فَحُكْمُهُ إِلَى اللَّهِ ذَلِكُمُ اللَّهُ رَبِّي عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَإِلَيْهِ أُنِيبُ (10) فَاطِرُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ جَعَلَ لَكُمْ مِنْ أَنْفُسِكُمْ أَزْوَاجًا وَمِنَ الْأَنْعَامِ أَزْوَاجًا يَذْرَؤُكُمْ فِيهِ لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ (11) لَهُ مَقَالِيدُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَاءُ وَيَقْدِرُ إِنَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ (12)}.
10- Hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz her ne olursa, onun hükmünü vermek Allah’a aittir. İşte benim Rabbim olan Allah budur. Ben, yalnız O’na tevekkül eder ve sadece O’na yönelirim.
11- O, gökleri ve yeri yaratandır. Sizin için kendi cinsinizden eşler ve davarlardan da çiftler yaratmıştır. O, sizi bu yolla çoğaltmaktadır. O’nun benzeri hiçbir şey yoktur. O, her şeyi işitendir, görendir.
12- Göklerin ve yerin anahtarları yalnız O’nundur. O, rızkı dilediğine bol verir
(dilediğine de) kısar. Çünkü O, her şeyi çok iyi bilendir.
#
{10} يقول تعالى: {وما اختلفتُم فيه من شيءٍ}: من أصول دينِكم وفروعِهِ مما لم تتَّفقوا عليه {فحكمُهُ إلى الله}: يُرَدُّ إلى كتابِهِ وإلى سنَّة رسوله؛ فما حكما به؛ فهو الحقُّ، وما خالف ذلك؛ فباطلٌ. {ذلكم الله ربِّي}؛ أي: فكما أنَّه تعالى الربُّ الخالق الرازق المدبِّر؛ فهو تعالى الحاكمُ بين عبادِهِ بشرعِهِ في جميع أمورهم. ومفهومُ الآية الكريمة أنَّ اتِّفاق الأمَّة حجَّةٌ قاطعةٌ؛ لأنَّ الله تعالى لم يأمُرْنا أن نَرُدَّ إليه إلاَّ ما اخْتَلَفْنا فيه؛ فما اتَّفقنا عليه يكفي اتِّفاق الأمة عليه؛ لأنَّها معصومةٌ عن الخطأ، ولا بدَّ أن يكون اتِّفاقها موافقاً لما في كتاب الله وسنَّة رسوله. وقوله: {عليه توكلتُ}؛ أي: اعتمدتُ بقلبي عليه في جَلْب المنافع ودَفْع المضارِّ، واثقاً به تعالى في الإسعاف بذلك، {وإليه أنيبُ}؛ أي: أتوجَّه بقلبي وبدني إليه وإلى طاعته وعبادتِهِ، وهذان الأصلان كثيراً ما يذكُرُهما الله في كتابِهِ؛ لأنَّهما يحصُلُ بمجموعهما كمال العبدِ، ويفوتُهُ الكمال بفَوْتِهِما أو فَوْتِ أحدِهما؛ كقوله تعالى: {إيَّاك نعبدُ وإيَّاكَ نستعينُ}، وقوله: {فاعبُدْه وتوكَّلْ عليه}.
10. İster dininizin esaslarını teşkil eden itikad ile ilgili meseleler olsun, ister ahkamı ilgilendiren fer’î meseleler olsun, üzerinde görüş birliğine varmayarak
“hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz her ne olursa, onun hükmünü vermek Allah’a aittir.” O, O’nun Kitabına ve Rasûlünün sünnetine havale edilmelidir. Onlar neye hüküm verirlerse hak olan odur. Ona muhalif olan her şey de batıldır.
“İşte benim Rabbim olan Allah budur.” Yüce ve mutlak Rab, yaratan, rızık veren ve her şeyi idare eden O olduğu gibi, aynı şekilde şeriati ile kulları arasındaki bütün işlerde tek hakim olarak hüküm veren de O’dur.
Âyet-i kerimenin mefhumundan anlaşıldığı üzere ümmetin ittifakı, kat’î bir delildir. Çünkü Yüce Allah, bize sadece hakkında ihtilâf ettiğimiz şeyleri kendisine havale etmemizi emretmektedir. Hakkında ittifak ettiğimiz hususlarda ise ümmetin bu ittifakı yeterlidir. Çünkü ümmetin ittifakı, hatadan korunmuştur. Ayrıca ümmetin bu ittifakının Allah’ın Kitabı ve Rasûlünün sünnetinde bulunanlara uygun olması kaçınılmazdır.
“Ben, yalnız O’na tevekkül eder” Menfaatlari sağlamak, zararları önlemek hususunda kalbimle O’na güvenip dayanırım. Bu konuda O’nun yardımıma yetişeceğine güvenim tamdır.
“ve” kalbimle, bedenimle, itaat ve ibadetimle “sadece O’na yönelirim.”
Bunlar
(ibadet ve tevekkül) Yüce Allah’ın Kitab-ı Kerim’inde çokça zikrettiği iki önemli esastır. Çünkü bunların bir arada olması ile kul kemale erişir. Kul bunların ikisini ya da birini kaybedecek olursa kemale erişme imkânını da kaybeder.
Nitekim şu ayetler de böyledir: “Yalnız Sana ibadet eder ve yalnız Senden yardım dileriz.” (el-Fâtiha, 1/5);
“O halde O’na ibadet et ve O’na güvenip dayan” (Hûd, 11/123)
#
{11} {فاطرُ السمواتِ والأرضِ}؛ أي: خالقُهما بقدرتِهِ ومشيئتِهِ وحكمتِهِ. {جَعَلَ لكم من أنفسِكم أزواجاً}: لتَسْكنوا إليها وتنتشرَ منكم الذُّرِّيَّة ويحصُلُ لكم من النفع ما يحصُل، {ومن الأنعام أزواجاً}؛ أي: ومن جميع أصنافِها نوعين ذكراً وأنثى؛ لتبقى وتنمو لمنافعكم الكثيرة، ولهذا عدَّاها باللام الدالَّة على التعليل؛ أي: جعل ذلك لأجلكم ولأجل النِّعمة عليكم، ولهذا قال: {يذرؤُكم فيه}؛ أي: يبثُّكم ويكثركم ويكثر مواشيكم بسبب أن جعل لكم من أنفسكم، وجعل لكم من الأنعام أزواجاً. {ليس كمثلِهِ شيءٌ}: أي: ليس يشبِهُه تعالى ولا يماثِلُه شيء من مخلوقاتِهِ لا في ذاته ولا في أسمائِهِ ولا في صفاتِهِ ولا في أفعالِهِ؛ لأنَّ أسماءه كلَّها حسنى، وصفاتِهِ صفاتُ كمال وعظمة، وأفعالَه تعالى أوجد بها المخلوقاتِ العظيمةَ من غير مشارك؛ فليس كمثله شيءٌ؛ لانفرادِهِ وتوحُّده بالكمال من كلِّ وجه. {وهو السميعُ}: لجميع الأصوات، باختلاف اللغات، على تفنُّن الحاجات. {البصير}: يرى دبيبَ النملة السوداء، في الليلة الظلماء، على الصخرة الصمَّاء، ويرى سَرَيانَ القوتِ في أعضاء الحيوانات الصغيرةِ جدًّا، وسريانَ الماء في الأغصان الدقيقة.
وهذه الآية ونحوها دليلٌ لمذهب أهل السنة والجماعة من إثبات الصفاتِ ونفي مماثلة المخلوقات، وفيها ردٌّ على المشبِّهة في قوله: {ليس كمثلِهِ شيءٌ}، وعلى المعطِّلة في قوله: {وهو السميعُ البصيرُ}.
11.
“O, gökleri ve yeri” kudreti, meşîeti ve hikmeti ile
“yaratandır.” Kendileri ile sükûn bulasınız, soyunuz devam etsin ve bu yolla birçok faydalar husule gelsin diye
“sizin için kendi cinsinizden eşler ve davarlardan” bütün türlerinden erkek ve dişi olmak üzere
“çiftler yaratmıştır.” Ki böylelikle bu davarların nesli de devam etsin ve sizin pek çok menfaatleriniz için çoğalsınlar.
Bundan dolayı Yüce Allah, sebebe delâlet eden
“sizin için” ifadesini kullanmıştır. Yani O, bunları sizin için, sizin faydanıza olmak üzere yaratmıştır, demektir.
“O, sizi bu yolla çoğaltmaktadır.” Yani o, sizin için eşler var etmek suretiyle sizi çoğaltıp yeryüzüne yaymaktadır. Aynı şekilde hayvanlarınızı çiftler halinde yaratmakla onları da türetip çoğaltmaktadır.
“O’nun benzeri hiçbir şey yoktur.” Yüce Allah’ın yaratıklarından O’na benzeyen, O’na denk olan hiçbir varlık yoktur. Ne zatında, ne isimlerinde, ne sıfatlarında, ne fiillerinde. Çünkü O’nun bütün isimleri husnâ
(en güzel) isimlerdir. Bütün sıfatları da kemal ve azamet sıfatıdır. O, fiilleri ile hiçbir ortağı bulunmaksızın bunca büyük varlıkları var etmiştir.
Tek olması, her bakımdan bütün kemal sıfatlarına sadece O’nun sahip olması dolayısı ile hiçbir şey O’nun benzeri değildir.
“O, her şeyi” çeşitli ihtiyaçların dile getirildiği, çeşitli dillerin çıkardığı bütün sesleri
“işitendir, görendir” O kapkaranlık bir gecede, kara kaya üzerindeki siyah karıncanın hareketini dahi görür. Gıdanın oldukça küçük canlıların azalarında nasıl sirâyet ettiğini, suyun incecik dallarda nasıl yükseldiğini görür.
Bu ve benzeri âyet-i kerimeler, ehl-i sünnet ve’l-cemaatin, Allah’ın sıfatlarını kabul etme
(isbat) ve mahlukata benzerliğini reddetme
(nefiy) şeklindeki görüşlerinin delilidir.
Aynı şekilde: “O’nun benzeri hiçbir şey yoktur” buyruğunda Allah’ı mahlukata benzeten Müşebbihe’nin,
“O her şeyi işitendir, görendir” buyruğunda da Muattıla’nın
(Allah’ın sıfatlarını kabul etmeyenlerin) görüşleri reddedilmektedir.
#
{12} وقوله: {له مقاليدُ السمواتِ والأرضِ}؛ أي: له ملك السماواتِ والأرضِ، وبيدِهِ مفاتيحُ الرحمةِ والأرزاق والنِّعم الظاهرة والباطنة؛ فكلُّ الخلق مفتقرون إلى الله في جَلْب مصالحهم ودَفْع المضارِّ عنهم في كلِّ الأحوال، ليس بيد أحدٍ من الأمر شيء، والله تعالى هو المعطي المانع الضارُّ النافع، الذي ما بالعباد من نعمةٍ إلاَّ منه، ولا يدفع الشرَّ إلاَّ هو، وما يفتح اللهُ للناس من رحمةٍ فلا ممسكَ لها وما يمسك فلا مرسلَ له من بعدِهِ، ولهذا قال هنا: {يبسُطُ الرزقَ لِمَن يشاءُ}؛ أي: يوسِّعه ويعطيه من أصناف الرزقِ ما شاء، {وَيَقْدِرُ}؛ أي: يضيِّق على مَنْ يشاء حتى يكونَ بقدر حاجتِهِ، لا يزيدُ عنها، وكلُّ هذا تابعٌ لعلمه وحكمتِهِ؛ فلهذا قال: {إنَّه بكلِّ شيءٍ عليمٌ}: فيعلم أحوالَ عبادِهِ، فيعطي كلًّا ما يَليقُ بحكمتِهِ، وتقتضيه مشيئتُه.
12.
“Göklerin ve yerin anahtarları yalnız O’nundur.” Yani göklerin ve yerin mülkü yalnız O’nundur. Rahmet ve rızık anahtarları ile gizli ve açık nimetlerin anahtarları da yalnız O’nun elindedir. Bütün yaratılmışlar menfaatlerinin sağlanması, onlara gelecek zararların önlenmesi vb. tüm hallerinde Allah’a muhtaçtırlar.
Hiç kimsenin elinde en ufak bir yetki yoktur. Veren, engelleyen, fayda sağlayan, zarar veren yalnız O’dur. Kulların sahip olduğu bütün nimetler, hep O’ndandır. Kötülüğü de O’ndan başkası önleyemez.
“Allah'ın insanlara göndereceği herhangi bir rahmeti engelleyebilecek yoktur, O’nun engellediğini de salıverecek yoktur.” (Fâtır, 35/2)
Bundan dolayı da burada:
“O, rızkı dilediğine bol verir” buyrulmaktadır. Yani genişletir ve ona dilediği rızıklardan türlü türlü verir
“(dilediğine de) kısar.” Dilediğinin de rızkını ancak ihtiyacına yetecek kadar ve ihtiyacından bir şey artmayacak şekilde daraltır. Bütün bunlar ise O’nun ilmine ve hikmetine bağlıdır.
Bundan dolayı da şöyle buyurmaktadır: “Çünkü O, her şeyi çok iyi bilendir.” Kullarının hallerini bilir. O bakımdan herkese hikmetinin ve meşîetinin gerektirdiği şekilde verir.
{شَرَعَ لَكُمْ مِنَ الدِّينِ مَا وَصَّى بِهِ نُوحًا وَالَّذِي أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ وَمَا وَصَّيْنَا بِهِ إِبْرَاهِيمَ وَمُوسَى وَعِيسَى أَنْ أَقِيمُوا الدِّينَ وَلَا تَتَفَرَّقُوا فِيهِ كَبُرَ عَلَى الْمُشْرِكِينَ مَا تَدْعُوهُمْ إِلَيْهِ اللَّهُ يَجْتَبِي إِلَيْهِ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدِي إِلَيْهِ مَنْ يُنِيبُ (13)}.
13- Nûh’a emrettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim, Mûsâ ve İsa’ya emrettiğimizi
(aynı esası) O,
size de din olarak belirlemiştir ki bu esas şudur: “Dini dosdoğru uygulayın ve onda ayrılığa düşmeyin.” Senin müşrikleri kendisine davet ettiğin
(tevhid), onlara ağır geldi. Allah o
(tevhide) dilediği kimseyi seçer ve kendisine yöneleni de hidâyet erdirir.
#
{13} هذه أكبرُ منَّةٍ أنعم الله بها على عباده أنْ شَرَعَ لهم من الدين خيرَ الأديان وأفضلَها وأزكاها وأطهرَها، دين الإسلام، الذي شَرَعَه الله للمصطَفَيْن المختارين من عباده، بل شَرَعَه الله لخيار الخيار وصفوة الصفوة، وهم أولو العزم من المرسلين، المذكورون في هذه الآية، أعلى الخلق درجة وأكملهم من كلِّ وجه؛ فالدين الذي شرعه الله لهم لا بدَّ أن يكون مناسباً لأحوالهم موافقاً لكمالهم، بل إنَّما كَمَّلَهم الله، واصطفاهم بسبب قيامهم به؛ فلولا الدين الإسلاميُّ؛ ما ارتفع أحدٌ من الخلق؛ فهو روح السعادة وقطبُ رحى الكمال، وهو ما تضمَّنه هذا الكتاب الكريم ودعا إليه من التوحيد والأعمال والأخلاق والآداب. ولهذا قال: {أنْ أقيموا الدِّين}؛ أي: أمركم أن تقيموا جميعَ شرائع الدِّين أصوله وفروعه؛ تقيمونه بأنفسكم، وتجتهدون في إقامته على غيركم، وتعاونون على البرِّ والتَّقوى، ولا تعاونون على الإثم والعدوان، {ولا تتفرَّقوا فيه}؛ أي: ليحصل منكم الاتِّفاق على أصول الدين وفروعه، واحرصوا على أن لا تفرِّقَكم المسائل وتحزِّبَكم أحزاباً، فتكونون شيعاً يعادي بعضُكم بعضاً مع اتِّفاقكم على أصل دينكم.
ومن أنواع الاجتماع على الدين وعدم التفرق فيه ما أمر به الشارعُ من الاجتماعات العامَّة؛ كاجتماع الحجِّ والأعياد والجُمَع والصَّلوات الخمس والجهاد وغير ذلك من العبادات التي لا تتمُّ ولا تَكْمُلُ إلاَّ بالاجتماع لها وعدم التفرُّق. {كَبُرَ على المشركين ما تَدْعوهم إليه}؛ أي: شقَّ عليهم غايةَ المشقَّة؛ حيث دعوتَهم إلى الإخلاص لله وحدَه؛ كما قال عنهم: {وإذا ذُكِرَ اللهُ وحدَه اشمأزَّت قلوبُ الذين لا يؤمنون بالآخرة وإذا ذُكِرَ الذين من دونِهِ إذا هم يستبشرونَ}، وقولهم: {أجَعَلَ الآلهةَ إلهاً واحداً إنَّ هذا لشيءٌ عُجابٌ}. {الله يَجْتبي إليه مَن يشاءُ}؛ أي: يختار من خليقتِهِ مَنْ يعلم أنَّه يَصْلُحُ للاجتباء لرسالتِهِ وولايتِهِ، ومنه أنِ اجْتَبى هذه الأمَّة وفضَّلها على سائر الأمم واختارَ لها أفضلَ الأديان وخيرَها. {ويَهْدي إليه من ينيبُ}: هذا السبب الذي من العبد يتوصَّل به إلى هداية الله تعالى، وهو إنابتُه لربِّه، وانجذابُ دواعي قلبِهِ إليه، وكونُه قاصداً وجهه؛ فحسنُ مقصدِ العبد مع اجتهادِهِ في طلب الهدايةِ من أسباب التيسير لها؛ كما قال تعالى: {يَهْدي بهِ الله من اتَّبَعَ رضوانَه سُبُلَ السلام}.
وفي هذه الآية أنَّ الله {يَهْدي إليه مَن يُنيبُ}، مع قولِهِ: {واتَّبِعْ سبيلَ من أنابَ إليَّ}، مع العلم بأحوال الصحابة رضي الله عنهم وشدَّة إنابتهم: دليلٌ على أنَّ قولهم حجَّة، خصوصاً الخلفاء الراشدين رضي الله عنهم أجمعين.
13. Bu, Yüce Allah’ın kullarına ihsan ettiği en büyük lütuflarındandır. Çünkü onlara dinlerin en hayırlısını, en üstün, en temiz ve en güzelini şeriat yapmıştır ki o, İslâm dinidir. Allah, bu dini kullarından seçkin olan kimselere din olarak belirlemiştir. Hatta bu dini Allah, seçkinlerin seçkinlerine, hayırlıların en hayırlılarına vermiştir. Bunlar ise bu âyet-i kerimede adı anılan ve derece itibari ile insanların en üstünleri, her bakımdan en mükemmelleri olan ulu’l-azm peygamberlerdir.
Allah’ın onlara şeriat yaptığı dinin de onların hallerine uygun ve kemallerine denk olması kaçınılmaz bir şeydir. Hatta Yüce Allah, bu dinin gereklerini yerine getirdikleri için onları kemale erdirmiş ve seçmiştir. Zira İslâm dini olmasa idi hiçbir insan yücelmezdi. Çünkü İslâm, saadetin ruhudur. Olgunlaşmanın belkemiğidir. İşte o, bu Kitab-ı Kerimin de muhtevasıdır. Bu Kitabın kendisine davet ettiği tevhid, salih ameller, ahlâk ve adabdır.
İşte bu nedenle devamla şöyle buyrulmaktadır:
“Dini dosdoğru uygulayın” yani Allah, dinin inanç esasları olsun, fer’î hükümleri olsun şeriatının tümünü dimdik ayakta tutun, uygulayın diye size emir vermiştir. Onu bizzat kendiniz uygulayarak, başkalarına da uygulamaya çalışarak, iyilik ve takvâ üzere yardımlaşarak, günah ve haksızlık üzere yardımlaşmaktan da kaçınarak onu uygulamaya gayret edin.
“Ve onda ayrılığa düşmeyin.” Bu dinin aslî ve fer’î hükümleri üzerinde ittifak edin. Dininizin esası üzerinde ittifak etmekle birlikte, çeşitli meselelerin sizi birbirinize düşmanlık edecek şekilde ayırmamasına, sizleri gruplara ve hiziplere bölmemesine dikkat edin.
Din üzere bir araya gelip onun hakkında ayrılığa düşmeme çeşitlerinden birisi de Şâri’nin emretmiş olduğu genel toplantılardır. Hac, bayram, cuma, beş vakit namaz, cihad vb. gibi ancak bir araya gelmek ve ayrılığa düşmemek sureti ile tam ve kâmil olarak uygulanabilen ibadetler bu kabildendir.
“Senin müşrikleri kendisine davet ettiğin (tevhid), onlara ağır geldi.” Yani bu, onlara çok ağır geldi. Çünkü sen, onları yalnızca Allah’a ihlâsla yönelmeye davet ettin. Nitekim Yüce Allah,
böyleleri hakkında şöyle buyurmaktadır: “Allah tek başına anıldığında âhirete inanmayanların kalpleri nefretle dolar. O’nun dışındakiler anıldığında ise hemen yüzleri güler.” (ez-Zümer, 39/45)
Yine Yüce Allah onların:
“Acaba o bunca ilâhı tek bir ilâh mı yaptı? Muhakkak bu çok şaşılacak bir şeydir” (Sâd, 38/5) dediklerini bize nakletmektedir.
“Allah o (tevhide) dilediği kimseyi seçer.” Yani yaratıkları arasından risaletine ve kendisine dost olmaya layık olduğunu bildiği kimseleri seçer. Bu kabilden olmak üzere O, bu ümmeti seçmiş, diğer ümmetlere üstün kılmış, en hayırlı ve en üstün dini de bu ümmet için beğenip tercih etmiştir.
“ve kendisine yöneleni de hidâyet erdirir.” İşte kulun gerçekleştireceği bu sebep sayesinde kul, Yüce Allah’ın hidâyetine ulaşır. Bu sebep ise kulun Rabbine yönelmesi, kalbinin O’na bağlanması ve O’nun rızasını maksat olarak gözetmesidir. Kul, güzel maksadının yanı sıra hidâyeti aramakta gayretini ortaya koyarsa bu, hidâyete ulaşmasının kolaylaştırılmasını sağlayan sebeplerden biri olur.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah onunla rızasına uyanları selâmet yollarına iletir.” (el-Mâide, 5/16)
Bu âyet-
i kerimede yer alan: “ve kendisine yöneleni de hidâyet erdirir” buyruğu ile
“Sen Bana yönelenlerin yoluna uy!” (Lokman, 31/15) buyruğu, ayrıca ashab-ı kiramın hali ve onların Yüce Allah’a çokça yönelen kimseler oluşu bir arada değerlendirildiğinde bu, onların özellikle de Râşid Halifelerin -Allah hepsinden razı olsun- söyledikleri sözlerin delil olduğunu ifade etmektedir.
{وَمَا تَفَرَّقُوا إِلَّا مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَهُمُ الْعِلْمُ بَغْيًا بَيْنَهُمْ وَلَوْلَا كَلِمَةٌ سَبَقَتْ مِنْ رَبِّكَ إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّى لَقُضِيَ بَيْنَهُمْ وَإِنَّ الَّذِينَ أُورِثُوا الْكِتَابَ مِنْ بَعْدِهِمْ لَفِي شَكٍّ مِنْهُ مُرِيبٍ (14) فَلِذَلِكَ فَادْعُ وَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ وَلَا تَتَّبِعْ أَهْوَاءَهُمْ وَقُلْ آمَنْتُ بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ مِنْ كِتَابٍ وَأُمِرْتُ لِأَعْدِلَ بَيْنَكُمُ اللَّهُ رَبُّنَا وَرَبُّكُمْ لَنَا أَعْمَالُنَا وَلَكُمْ أَعْمَالُكُمْ لَا حُجَّةَ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمُ اللَّهُ يَجْمَعُ بَيْنَنَا وَإِلَيْهِ الْمَصِيرُ (15)}.
14- Onlar, ancak ilim kendilerine geldikten sonra, aralarındaki haset yüzünden ayrılığa düştüler. Eğer Rabbin tarafından verilmiş belirli bir süreye kadar
(erteleme) sözü olmasaydı, elbette aralarında hüküm verilirdi. Onlardan sonra kitabın kendilerine miras verildiği kimseler de şüphesiz ondan yana derin bir şüphe içindedirler.
15- İşte bundan dolayı sen
(dine) davet et, emrolunduğun gibi dosdoğru ol ve onların arzularına uyma.
De ki: “Ben, Allah’ın indirdiği bütün kitaplara iman ettim. Bana aranızda adaletle hükmetmem emredildi. Allah bizim de Rabbimizdir, sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de sizedir. Bizimle sizin aranızda tartışacak bir şey yoktur. Allah hepimizi bir araya toplayacak (ve hükmünü verecektir). Dönüş yalnız O’nadır.”
#
{14} لما أمَرَ تعالى باجتماع المسلمين على دينِهِم، ونهاهم عن التفرُّق؛ أخبرهم أنَّهم لا يَغْتَرُّوا بما أنزل الله عليهم من الكتاب؛ فإنَّ أهل الكتاب لم يتفرَّقوا حتى أنزل الله عليهم الكتابَ الموجبَ للاجتماع، ففعلوا ضدَّ ما يأمر به كتابُهم، وذلك كلُّه بغياً وعدواناً منهم؛ فإنَّهم تباغضوا، وتحاسدوا، وحصلت بينهم المشاحنةُ والعداوةُ، فوقع الاختلافُ؛ فاحذَروا أيُّها المسلمون أن تكونوا مثلهم. {ولولا كلمةٌ سبقتْ من ربِّك}؛ أي: بتأخير العذاب القاضي إلى أجل مسمًّى، {لَقُضِيَ بينهم}: ولكنَّ حكمتَه وحلمه اقتضى تأخيرَ ذلك عنهم. {وإنَّ الذين أُورِثوا الكتابَ من بعدِهم}؛ أي: الذين ورثوهم، وصاروا خَلَفاً لهم ممَّن ينتسب إلى العلم منهم، {لَفي شكٍّ منهُ مريبٍ}؛ أي: لفي اشتباهٍ كثير يوقعُ في الاختلاف؛ حيث اختلف سَلَفُهم بغياً وعناداً؛ فإنَّ خلفهم اختلفوا شكًّا وارتياباً، والجميعُ مشتركون في الاختلاف المذموم.
14. Yüce Allah, müslümanların dinleri etrafında bir arada bulunmalarını emredip ayrılığa düşmelerini yasakladıktan sonra, onların Allah’ın kendilerine indirmiş olduğu kitaptan dolayı gurura kapılıp aldanmamaları gerektiğini bildirmektedir. Çünkü Kitap ehli, Allah bir araya gelip toplanmalarını gerektiren kitabı üzerlerine indirinceye kadar tefrikaya düşmediler. Kitap üzerlerine indikten sonra kitaplarının kendilerine emrettiğinin aksini işlediler. Bunun sebebi ise haset ve düşmanlık yapmaları idi. Onlar, birbirlerine karşı nefret duydular ve birbirlerine haset ettiler. Sonunda aralarında kin ve düşmanlık başgösterdi ve tefrikaya düştüler. O bakımdan ey müslümanlar, onlar gibi olmaktan sakının.
“Eğer Rabbin tarafından verilmiş belirli bir süreye kadar” azabın ertelenmesini hükme bağlayan
“sözü olmasaydı, elbette aralarında hüküm verilirdi.” Fakat hikmeti ve hilmi
(cezayı ertelemesi), onların azaplarının ertelenmesini gerektirmiştir.
“Onlardan sonra kitabın kendilerine miras verildiği kimseler de” yani aralarından onlara varis ve halef olup onların ilmini miras alanlar da
“şüphesiz ondan yana derin bir şüphe içindedirler.”
Ayrılığa düşürecek türden büyük bir şüphe ve karmaşa içindedirler. Çünkü onlardan öncekiler, inat ve haset yüzünden ayrılığa düştüler. Onlardan sonra gelenler de şüphe ve tereddüt ederek ayrılığa düştüler. İşte hepsi de kötü olan ihtilafa düşme konusunda ortak bir özelliğe sahiptirler.
#
{15} {فلذلك فادعُ}؛ أي: فللدين القويم والصراط المستقيم، الذي أنزل الله به كُتُبَه وأرسل رُسُله؛ فادعُ إليه أمَّتك، وحضَّهم عليه، وجاهد عليه مَنْ لم يقبَلْه. {واستَقِمْ}: بنفسك {كما أمرتَ}؛ أي: استقامةً موافقةً لأمر الله؛ لا تفريط ولا إفراط، بل امتثالاً لأوامر الله، واجتناباً لنواهيه، على وجه الاستمرار على ذلك؛ فأمَرَه بتكميل نفسه بلزوم الاستقامة، وبتكميل غيرِهِ بالدَّعوة إلى ذلك. ومن المعلوم أنَّ أمر الرسولِ - صلى الله عليه وسلم - أمرٌ لأمَّته إذا لم يَرِدْ تخصيصٌ له. {ولا تتَّبِعْ أهواءهم}؛ أي: أهواء المنحرفين عن الدِّين من الكفرة والمنافقين، إمَّا باتِّباعهم على بعض دينهم، أو بترك الدَّعوة إلى الله، أو بترك الاستقامة؛ فإنَّك إن اتَّبعت أهواءهم من بعد ما جاءك من العلم إنَّك إذاً لَمِنَ الظالمين، ولم يقل ولا تتَّبِع دينَهم؛ لأنَّ حقيقة دينهم الذي شَرَعَه الله لهم هو دينُ الرسل كلِّهم، ولكنَّهم لم يتَّبِعوه، بل اتَّبعوا أهواءهم واتَّخذوا دينهم لهواً ولعباً، {وقل}: لهم عند جدالهم ومناظرتهم: {آمنتُ بما أنزلَ اللهُ من كتابٍ}؛ أي: لتكنْ مناظرتُك لهم مبنيةً على هذا الأصل العظيم، الدالِّ على شرف الإسلام وجلالته وهيمنتِهِ على سائر الأديان، وأنَّ الدين الذي يزعُمُ أهل الكتاب أنَّهم عليه جزءٌ من الإسلام، وفي هذا إرشادٌ إلى أنَّ أهل الكتاب إن ناظروا مناظرة مبنيَّة على الإيمان ببعض الكتب أو ببعض الرسل دون غيرِهِ؛ فلا يسلمُ لهم ذلك؛ لأنَّ الكتابَ الذي يدعون إليه والرسولَ الذي ينتسبونَ إليه من شرطِهِ أن يكون مصدِّقاً بهذا القرآن وبمن جاء به؛ فكتابُنا ورسولُنا لم يأمرنا إلاَّ بالإيمان بموسى وعيسى والتوراة والإنجيل التي أخبر بها وصدَّق بها وأخبر أنَّها مصدقة له ومقرَّة بصحته، وأما مجرَّدُ التوراة والإنجيل وموسى وعيسى الذين لم يوصفوا لنا ولم يوافِقوا لكتابِنا؛ فلم يأمرْنا بالإيمان بهم.
وقوله: {وأمِرْتُ لأعدلَ بينكم}؛ أي: في الحكم فيما اختلفتُم فيه؛ فلا تَمْنَعُني عداوتُكم وبُغضكم يا أهل الكتاب من العدل بينكم، ومن العدل في الحكم بين أهل الأقوال المختلفة من أهل الكتاب وغيرهم أن يُقْبَلَ ما معهم من الحقِّ ويردَّ ما معهم من الباطل. {الله ربُّنا وربُّكم}؛ أي: هو ربُّ الجميع، لستم بأحقَّ به منا، {لنا أعمالُنا ولكُم أعمالُكم}: من خيرٍ وشرٍّ، {لا حجَّةَ بيننا وبينكم}؛ أي: بعدما تبيَّنت الحقائق واتَّضح الحقُّ من الباطل والهدى من الضلال؛ لم يبقَ للجدال والمنازعة محلٌّ؛ لأنَّ المقصود من الجدال إنَّما هو بيانُ الحقِّ من الباطل؛ ليهتدي الراشدُ، ولتقومَ الحجةُ على الغاوي. وليس المرادُ بهذا أنَّ أهلَ الكتاب لا يجادَلون، كيف والله يقولُ: {ولا تجادِلوا أهلَ الكتابِ إلاَّ بالتي هي أحسنُ}؟! وإنَّما المرادُ ما ذكرنا. {الله يجمعُ بينَنا وإليه المصير}: يوم القيامةِ، فيجزي كلاًّ بعملِهِ، ويتبيَّن حينئذٍ الصادق من الكاذب.
15.
“İşte bundan dolayı sen davet et.” Allah’ın, kitaplarında indirdiği ve rasûlleri ile gönderdiği dosdoğru dine ve sırat-i müstakime davet et. Ümmetini ona çağır, onları ona uymaya teşvik et. Onu kabul etmeyen kimselerle de bu uğurda cihad et.
Sen de bizzat
“emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” İstikamet
(dosdoğru olmak); Allah’ın emrine aşırı gitmeksizin geri de kalmaksızın
(ifrat ve tefrite düşmeden) uymak, her halükarda Allah’ın emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmak demektir.
Bu bakımdan Yüce Allah, ona istikametten ayrılmamak sureti ile kendisini kemale erdirmesini emrettiği gibi ona davet etmek sureti ile başkalarını kemale erdirmeyi de emretmiştir. Bilindiği gibi rasûle verilen emir, eğer bu emrin ona has olduğuna dair bir delil yoksa ümmetinei de bağlar
“Onların arzularına uyma!” Dinden sapmış olan kâfir ve münafıkların hevâ ve isteklerine uyma.
Onları arzularına uymak ise ya onların dinlerine kısmen tâbi olmakla olur yahut da ya Allah’a daveti ya da istikameti terk etmekle olur. Sen, onların arzularına sana gelen bunca ilimden sonra uyacak olursan, hiç şüphesiz zalimlerden olursun.
Burada
“Onların dinlerine uyma” denilmemiştir. Çünkü aslında onların dinleri, Allah’ın onlar için şeriat olarak indirdiği dindir ve bu da bütün peygamberlerin dinidir. Fakat kendileri bu dine tâbi olmadılar. Bunun yerine hevâlarına tâbi oldular ve dinlerini oyun ve eğlence edindiler.
Seninle tartışacak olurlarsa da onlara
“de ki: Ben Allah’ın indirdiği bütün kitaplara iman ettim.” Yani onlarla tartışmanın esası, İslâm’ın şerefine, yüceliğine, diğer dinler üzerindeki hakem rolüne delâlet eden ve Kitap ehlinin izlediklerini iddia ettikleri dinin, aslında İslâm’ın bir parçası olduğunu ortaya koyan bu pek büyük esasa dayalı olsun.
Bu buyrukta Kitap ehlinin, kimi kitaplara yahut kimi peygamberlere iman etmekle birlikte diğerlerini reddetmeleri esasına dayalı olarak tartışmaları halinde ,onların bu yaklaşımlarının kabul edilmemesi gerektiği de ifade edilmektedir.
Çünkü onların davet ettikleri kitabın ve kendisine bağlı olduklarını söyledikleri peygamberin, doğru bir kitap ve gerçek bir rasûl olmasının bir şartı da bu Kur’ân-ı Kerîm’i ve onu getireni tasdik etmeleridir. Çünkü bizim Kitabımız ve rasûlümüz, Mûsâ, İsa, Tevrat ve İncil’e iman etmemizi emretmiş, onları bize haber verip tasdik etmiş, ayrıca onların da bizim kitabımızı ve peygamberimizi tasdik edip doğruladıklarını ortaya koymuştur. Ancak kitabımız, bize sıfatları bildirilmemiş, bizim kitabımıza da uymayan, aksine sadece onlarca bilinen Tevrat, İncil, Mûsâ ve İsa’ya iman etmemizi emretmemiştir.
“Bana aranızda” anlaşmazlığa düştüğünüz hususlarda vereceğim hükümlerde
“adaletle hükmetmem emredildi.” Ey Kitap ehli, düşmanlığınız ve kininiz, aranızda adaletle hükmetmeme engel değildir.
Kitap ehlinden olsun başkalarından olsun farklı görüş sahipleri arasında verilen hükümlerde adaleti sağlamanın bir parçası da onların sahip oldukları hakkı kabul etmek ve batıllarını da reddetmektir.
“Allah bizim de Rabbimizdir, sizin de Rabbinizdir.” Yani O, herkesin Rabbidir. Onu Rab edinmeye bizden daha layık değilsiniz.
“Bizim amellerimiz” hayır veya şer
“bize, sizin amelleriniz de sizedir. Bizimle sizin aranızda tartışacak bir şey yoktur.” Yani gerçekler açıklandıktan ve hak ile batıl, hidâyet ile sapıklık birbirinden ayırt edilecek şekilde açıklık kazandıktan sonra tartışmaya, çekişmeye yer yoktur. Çünkü tartışmadan maksat, hakkın batıldan ayırt edilmesidir ki bu sayede doğru yolu arayan hidâyet bulsun, eğri yola sapan hakkında da delil ortaya konmuş olsun.
Bundan Kitap ehli ile tartışılmayacağı anlamı çıkarılmamalıdır.
Zira Yüce Allah: “Kitap ehli ile ancak en güzel şekilde tartışın.” (el-Ankebût, 29/46) buyururken böyle bir mana nasıl çıkarılabilir? Bundan kasıt, bizim sözünü ettiğimiz manadır.
“Allah hepimizi bir araya toplayacak (ve hükmünü verecektir)” Kıyamet gününde
“Dönüş yalnız O’nadır.” O, herkese amelinin karşılığını verecek ve o vakit kimin doğru, kimin yalancı olduğu ortaya çıkacaktır.
{وَالَّذِينَ يُحَاجُّونَ فِي اللَّهِ مِنْ بَعْدِ مَا اسْتُجِيبَ لَهُ حُجَّتُهُمْ دَاحِضَةٌ عِنْدَ رَبِّهِمْ وَعَلَيْهِمْ غَضَبٌ وَلَهُمْ عَذَابٌ شَدِيدٌ (16)}.
16- Daveti kabul edildikten sonra Allah hakkında tartışanların delilleri, Rableri nezdinde bâtıldır. Gazap onların üzerinedir ve onlar için şiddetli bir azap vardır.
#
{16} وهذا تقريرٌ لقوله: {لا حجَّة بيننا وبينكم}؛ فأخبر هنا أنَّ {الذين يحاجُّون في الله}: بالحجج الباطلة والشُّبه المتناقضة {من بعد ما استُجيبَ}: للَّه؛ أي: من بعد ما استجاب لله أولو الألباب والعقول لما بيَّن لهم من الآيات القاطعة والبراهين الساطعة؛ فهؤلاء المجادلون للحقِّ من بعدما تبيَّن {حجَّتُهم داحضةٌ}؛ أي: باطلةٌ مدفوعةٌ {عند ربِّهم}؛ لأنَّها مشتملةٌ على ردِّ الحقِّ، وكلُّ ما خالف الحقَّ؛ فهو باطلٌ، {وعَلَيهم غَضَبٌ}: بعصيانهم وإعراضهم عن حجج الله وبيناته وتكذيبها، {ولهم عذابٌ شديدٌ}: هو أثر غضبِ الله عليهم؛ فهذه عقوبة كلِّ مجادل للحقِّ بالباطل.
16. Bu buyruk,
bir önceki âyette geçen: “Bizimle sizin aranızda tartışacak bir şey yoktur” buyruğunu pekiştirmektedir. Zira burada Yüce Allah,
bize şunu haber vermektedir: “Daveti kabul edildikten sonra” yani akıl ve basiret sahipleri kendilerine açıklanan kesin âyet ve apaçık deliller dolayısı ile Allah’ın davetini kabul ettikten sonra, batıl deliller ile ve tutarsız şüphelerle
“Allah hakkında tartışanların delilleri Rableri nezdinde batıldır.”
Hak açıkça ortaya çıktıktan sonra, ona karşı tartışmaya giren bu tür kimselerin delilleri boştur, geçersizdir. Çünkü bu tür deliller, hakkı reddeder. Hakka muhalif olan her bir şey ise batıldır.
“Gazap” isyanları, Allah’ın delillerinden ve apaçık belgelerinden yüz çevirmeleri ve onları yalanlamaları sebebi ile “onların üzerinedir ve onlar için şiddetli bir azap vardır.” Bu da Allah’ın onlara olan gazabının bir sonucudur.
Batılı ileri sürerek hakka karşı tartışan ve mücadele eden herkesin cezası işte budur.
{اللَّهُ الَّذِي أَنْزَلَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ وَالْمِيزَانَ وَمَا يُدْرِيكَ لَعَلَّ السَّاعَةَ قَرِيبٌ (17) يَسْتَعْجِلُ بِهَا الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِهَا وَالَّذِينَ آمَنُوا مُشْفِقُونَ مِنْهَا وَيَعْلَمُونَ أَنَّهَا الْحَقُّ أَلَا إِنَّ الَّذِينَ يُمَارُونَ فِي السَّاعَةِ لَفِي ضَلَالٍ بَعِيدٍ (18)}.
17- Hak ile Kitabı ve mizanı/adaleti indiren, Allah'tır. Ne biliyorsun belki de kıyamet yakındır.
18- O
(kıyamete) iman etmeyenler, onun çabucak gelmesini isterler. İman edenler ise ondan yana korku içindedirler ve onun kesinlikle hak olduğunu bilirler. Bilin ki kıyamet hakkında tartışanlar, elbette uzak bir sapıklık içindedirler.
#
{17} لما ذكر تعالى أنَّ حججه واضحةٌ بينةٌ بحيث استجاب لها كلُّ مَن فيه خيرٌ؛ ذكر أصلَها وقاعدتَها، بل جميع الحجج التي أوصلها إلى العباد ترجِعُ إليه، فقال: {الله الذي أنزل الكتابَ بالحقِّ والميزانِ}: فالكتاب هو هذا القرآنُ العظيم الذي نزل بالحقِّ، واشتمل على الحقِّ والصدق واليقين، وكلُّه آياتٌ بيناتٌ وأدلَّة واضحاتٌ على جميع المطالب الإلهيَّة والعقائد الدينيَّة، فجاء بأحسن المسائل وأوضح الدَّلائل.
وأما الميزان؛ فهو العدل والاعتبار بالقياس الصحيح والعقل الرجيح؛ فكلُّ الدلائل العقليَّة من الآيات الأفقيَّة والنفسيَّة والاعتبارات الشرعيَّة والمناسبات والعلل والأحكام والحِكَم داخلةٌ في الميزان الذي أنزله الله تعالى ووضعه بين عبادِهِ لِيَزِنوا به ما أثبته وما نفاه من الأمور، ويعرفوا به صدقَ ما أخبر به وأخبرتْ به رسلُه. فما خرج عن هذين الأمرين ـ عن الكتاب والميزان ـ مما قيل: إنَّه حجةٌ أو برهانٌ أو دليلٌ أو نحو ذلك من العبارات؛ فإنَّه باطلٌ متناقضٌ قد فسدت أصولُه وانهدمت مبانيه وفروعه، يعرِفُ ذلك مَنْ خَبَرَ المسائل ومآخِذَها، وعرف التمييز بين راجح الأدلَّة من مرجوحِها، والفرق بين الحجج والشُّبه.
وأما من اغترَّ بالعبارات المزخرفة والألفاظ المموِّهة ولم تنفذْ بصيرتُه إلى المعنى المراد؛ فإنَّه ليس من أهل هذا الشأن، ولا من فرسانِ هذا الميدانِ؛ فوِفاقه وخلافُه سيان. ثم قال تعالى مخوِّفاً للمستعجلين لقيام الساعةِ المنكرينَ لها، فقال: {وما يدريكَ لعلَّ الساعةَ قريبٌ}؛ أي: ليس بمعلوم بُعدها ولا متى تقومُ؛ فهي في كلِّ وقتٍ متوقَّع وقوعُها مخوفٌ وجبتُها.
17. Yüce Allah, indirmiş olduğu delil ve belgelerin, hayır niteliğini taşıyan herkesin kabul edebileceği şekilde açık ve seçik olduğunu söz konusu ettikten sonra, bunların asıl dayanaklarını ve temelini,
hatta bütün kullara ulaştırmış olduğu delillerin dayandığı asıl dayanağı ve kaideyi söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
“Hak ile Kitabı ve mizanı/adaleti indiren, Allah'tır.” Kitab’dan kasıt bu Kur’ân-ı Azîmdir. Bu hak ile inmiş; hakkı, doğruyu ve kesin bilgiyi ihtiva eden bir kitaptır. Bütün ayetleri, tüm ilâhî maksatlara ve dini inançlara dair apaçık birer delildir. Bu Kitap en güzel meseleleri ve en açık delilleri ihtiva eder.
Mîzân ise adalet, doğru kıyası ve ağır basan aklî kanaati göz önünde bulundurmak demektir.
İster dış dünyadaki, ister nefislerdeki olsun, bütün aklî deliller, şer’î kanaatler, münasebetler, illetler, hükümler ve hikmetler, bu Mizan’ın kapsamı içerisindedir. Yüce Allah, onu kulları arasına bizzat kendisinin kabul ve reddettiği hususları onunla ölçüp tartmaları, onun sayesinde hem bu Kitabın verdiği haberlerin doğruluğunu hem de rasûllerin bildirdiklerinin doğruluğunu anlamaları için indirmiştir.
Bu ikisinin -Kitap ile Mizanın- dışında kalıp da hüccet, burhan, delil veya benzeri ibarelerle dillendirilen hususlar, batıl ve çelişkilidir. Bunların temelleri bozuk, binaları ve dalları da çürüktür. Nitekim meseleleri ve onların kaynaklarını inceleyip araştıran, tercihe şayan delille böyle olmayanı birbirinden ayırt edebilen ve şüphelerle deliler arasındaki farkı algılayabilen kimseler, bunu iyi bilir.
Ama süslü ifadelere ve tesyüz edilmiş lafızlara aldanan ve basireti esas maksat olan manaya ulaşamayanlara gelince onlar, bu işin ehli olmadıkları gibi bu alanda at koşturacak kimseler de değildirler. Böylelerinin muvafakatı da muhalefeti de birdir, bir şey ifade etmez.
Daha sonra Yüce Allah,
Kıyameti inkâr edip onun çabucak kopmasını isteyenleri korkutarak: “Ne biliyorsun belki de kıyamet yakındır” buyurmaktadır. Yani onun vakti, uzaklığı ve ne zaman kopacağı bilinmemektedir. Onun gerçekleşmesi, her zaman beklenir ve onun gerçekleşeceğinden her zaman korkulur.
#
{18} {يستعجل بها الذين لا يؤمنون بها}: عناداً وتكذيباً وتعجيزاً لربِّهم، {والذين آمنوا مشفِقونَ منها}؛ أي: خائفون؛ لإيمانهم بها، وعلمهم بما تشتمل عليه من الجزاء بالأعمال، وخوفهم لمعرفتهم بربِّهم أنْ لا تكون أعمالُهم منجيةً [لهم] ولا مسعدةً، ولهذا قال: {ويعلمون أنَّها الحقُّ}: الذي لامِرْيَةَ فيه، ولا شكَّ يعتريه. {ألا إنَّ الذين يُمارونَ في الساعةِ}؛ أي: بعدما امتروا فيها، ماروا الرسل وأتباعهم بإثباتها؛ فهم في شقاق {بعيدٍ}؛ أي: معاندةٌ ومخاصمةٌ غير قريبة من الصواب، بل في غاية البعد عن الحق. وأيُّ بعد أبعد ممَّن كذَّب بالدار التي هي الدار على الحقيقة؟ وهي الدار التي خُلِقَتْ للبقاء الدائم والخلود السرمد، وهي دارُ الجزاء التي يُظْهِرُ الله فيها عدلَه وفضلَه، وإنَّما هذه الدار بالنسبة إليها كراكبٍ قال في ظلِّ شجرةٍ ثم رَحَلَ وتركَها، وهي دار عبورٍ وممرٍّ لا محلُّ استقرارٍ، فصدقوا في الدار المضمحلَّة الفانية حيث رأوها وشاهدوها، وكذَّبوا بالدار الآخرة التي تواترت بالأخبار عنها الكتب الإلهية والرسل الكرام وأتباعهم، الذين هم أكمل الخلقِ عقولاً وأغزرُهم علماً وأعظمُهم فطنةً وفهماً.
18.
“O (kıyamete) iman etmeyenler” inat ve yalanlamak maksatı ile ve Rablerini âciz bırakacaklarını zannederek
“onun çabucak gelmesini isterler. İman edenler ise ondan yana korku içindedirler.” Ona iman ettiklerinden ve o Kıyamet günü amellerin karşılıklarının verileceğini bildiklerinden dolayı ondan korkarlar.
Bu korkmaları da Rablerini tanımaları, amellerinin kendilerini kurtaracak ve mutluluğa eriştirecek seviyede olamayacağından çekinmeleri dolayısıyladır.
Bundan dolayı Yüce Allah: “Ve onun kesinlikle hak olduğunu bilirler” buyrmaktadır. Yani onun hak olduğunda hiç bir şüphe yoktur. Onun hakkında en ufak bir tereddüt de söz konusu değildir.
“Bilin ki kıyamet hakkında tartışanlar” onun hakkında şüpheye düştükten sonra bir de peygamberlerle ve onlara uyanlarla onun ispatı hakkında tartışanlar,
“elbette” haktan son derece “uzak bir sapıklık içindedirler.”
Gerçek anlamı ile kalınacak yurt olan, ebediyen kalınmak üzere ve sonu gelmez bir ebedilik için yaratılmış olan âhiret yurdunu yalanlamaktan daha uzak bir sapıklık olabilir mi? Bu yurt, amellerin karşılığının verileceği yurttur. Allah orada adalet ve lütfunu açıkça ortaya koyacaktır. Bu dünya yurdu, ona nispetle bir yolcunun, mola verip dinlendiği daha sonra oradan ayrılıp terk ettiği bir ağaç gölgesi gibidir. Bu yurt, bir geçiş yeridir, kalınacak yer değildir.
İşte âhireti inkâr edenler, gelip geçici olan bu fani yurdu, gözleri ile görüp ona şahit olduklarından dolayı kabul etmişlerdir. Ama ilâhî kitapların haber verdiği, insanlar arasında en mükemmel akla, en derin ilme, en ileri zeka ve kavrayışa sahip olan şerefli rasûller ile onlara uyanlar tarafından tevatür ile nakledilen haberlerin gerçekleşeceğini bildirdiği âhiret yurdunu ise yalanladılar.
{اللَّهُ لَطِيفٌ بِعِبَادِهِ يَرْزُقُ مَنْ يَشَاءُ وَهُوَ الْقَوِيُّ الْعَزِيزُ (19) مَنْ كَانَ يُرِيدُ حَرْثَ الْآخِرَةِ نَزِدْ لَهُ فِي حَرْثِهِ وَمَنْ كَانَ يُرِيدُ حَرْثَ الدُّنْيَا نُؤْتِهِ مِنْهَا وَمَا لَهُ فِي الْآخِرَةِ مِنْ نَصِيبٍ (20)}.
19- Allah kullarına karşı çok lütufkârdır. Dilediğine rızık verir. O, çok güçlüdür, Azizdir.
20- Kim âhiret
(tarlasının) ürününü isterse onun ürününü artırırız. Kim de dünya
(tarlasının) ürününü isterse kendisine ondan bir şeyler veririz. Ama ahirette onun hiçbir nasibi olmaz.
#
{19} يخبر تعالى بلطفه بعبادِهِ: ليعرفوه ويحبُّوه ويتعرَّضوا للطفه وكرمه، واللُّطف من أوصافه تعالى معناه: الذي يدرِكُ الضمائر والسرائر، الذي يوصِلُ عباده ـ وخصوصاً المؤمنين ـ إلى ما فيه الخيرُ لهم من حيثُ لا يعلمون ولا يحتسبون. فمن لطفِهِ بعبدِهِ المؤمن أنْ هداه إلى الخير هدايةً لا تخطُرُ ببالِهِ بما يسَّر له من الأسباب الدَّاعية له إلى ذلك من فطرته على محبَّة الحقِّ والانقياد له وإيزاعه تعالى لملائكتِهِ الكرام أن يُثَبِّتوا عبادَهُ المؤمنين ويحثُّوهم على الخير ويُلْقوا في قلوبهم من تزيين الحقِّ ما يكون داعياً لاتِّباعه. ومن لطفِهِ أن أمر المؤمنين بالعباداتِ الاجتماعية التي بها تقوى عزائِمُهُم وتنبعثُ هِمَمُهم ويحصُلُ منهم التنافس على الخير والرغبة فيه واقتداء بعضهم ببعض. ومن لطفِهِ أن قَيَّضَ كلَّ سبب يعوقُه ويحولُ بينه وبين المعاصي، حتى إنَّه تعالى إذا علم أنَّ الدُّنيا والمال والرياسة ونحوها مما يتنافس فيه أهلُ الدُّنيا تقطعُ عبدَه عن طاعتِهِ أو تحمِلُه على الغفلة عنه أو على معصيتِهِ؛ صرفها عنه، وقَدَرَ عليه رِزْقَه، ولهذا قال هنا: {يرزُقُ مَن يشاءُ}: بحسب اقتضاء حكمته ولطفه، {وهو القويُّ العزيزُ}: الذي له القوَّة كلُّها؛ فلا حول ولا قوة لأحدٍ من المخلوقين إلاَّ به، الذي دانت له جميع الأشياء.
19. Yüce Allah,
“kullarına karşı çok lütufkâr” olduğunu haber vermektedir. Tâ ki O’nu tanısınlar, O’nu sevsinler, O’nun lütuf ve kereminden yararlansınlar.
Yüce Allah’ın sıfatlarından birisi olarak lütfun anlamı şudur: O, kalpleri ve gizlilikleri bilir. Kullarına özellikle de mü’minlere bilmedikleri ve ummadıkları yerlerden kendileri için hayırlı şeyleri ulaştırır.
Yüce Allah’ın mü’min kuluna lütuflarından birisi de onun fıtratında mevcut olup kendisinin hatırına dahi getirmediği bir yolla onu hayra iletmesidir. O bu yolla hakkı sever, ona bağlanır. Yüce Allah’ın şerefli melekleri aracılığıyla mü’min kullarına sebat vermesi, bu meleklerin de onları hayra teşvik ederek kalplerinde hakka uymalarını sağlayacak şekilde hakkı güzel göstermesi de bu lütfun bir tecellisidir.
Mü’minlere kararlılıklarını güçlendiren, onları gayrete getiren, hayır üzere birbirleri ile yarışmalarını sağlayan, hayra şevklerini artıran, bu hususta kiminin ötekine uymasını sağlayan toplu ibadetleri mü’minlere emretmiş olması da Allah’ın lütfunun bir tecellisidir.
Kulunun önüne masiyet işlemesini engelleyecek çeşitli sebepler koymuş olması da Allah’ın kuluna lütfunun bir parçasıdır. Öyle ki Yüce Allah; dünyalık, mal, makam vb. gibi dünya ehlinin uğrunda yarıştığı şeyleri kulunun kendisine itaatini engellediğini yahut kendisinden gaflete düşürdüğünü veya isyana ittiğini bildiği takdirde bunları kulundan uzaklaştırır ve onun rızkını daraltır. Bundan dolayı Yüce Allah,
burada şöyle buyurmaktadır:
“Dilediğine” hikmet ve lütfunun gereğine göre
“rızık verir. O, çok güçüldür.” Güç bütünüyle ve yalnız O’nundur. Hiçbir yaratığın -Allah’ın vermemesi halinde- güç ve kuvvet sahibi olması düşünülemez.
“ve Azizdir.” Her şey O’na boyun eğmiştir.
#
{20} ثم قال تعالى: {من كان يريدُ حَرْثَ الآخرةِ}؛ أي: أجرها وثوابَها، فآمن بها وصدَّق وسعى لها سعيها، {نَزِدْ له في حرثِهِ}: بأن نضاعِف عمله وجزاءه أضعافاً كثيرة؛ كما قال تعالى: {ومَنْ أراد الآخرةَ وسعى لها سَعْيَها وهو مؤمنٌ فأولئكَ كان سَعْيُهُمْ مَشْكوراً}، ومع ذلك؛ فنصيبه من الدُّنيا لا بدَّ أن يأتِيَهُ، {ومَن كانَ يريدُ حَرْثَ الدُّنيا}: بأن كانت الدُّنيا هي مقصودَه وغايةَ مطلوبِهِ، فلم يقدِّم لآخرته، ولا رجا ثوابَها، ولم يخشَ عقابَها، {نؤتِهِ منها}: نصيبَه الذي قُسِمَ له، {وما له في الآخرةِ من نصيبٍ}: قد حُرِم الجنَّة ونعيمها، واستحقَّ النار وجحيمها. وهذه الآيةُ شبيهةٌ بقوله تعالى: {مَن كان يريدُ الحياةَ الدُّنيا وزينَتَها نوفِّ إليهم أعمالَهم فيها وهم فيها لا يُبْخَسونَ ... } إلى آخر الآيات.
20.
“Kim âhiret (tarlasının) ürününü” ecrini ve mükâfatını
“isterse” ona iman eder, onu tasdik eder ve onun için gereği gibi çalışırsa, “onun ürününü” amellerini ve mükâfatını kat kat fazlasıyla vermek sureti ile
“artırırız.”
Nitekim Yüce Allah,
bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Kim de mü’min olarak âhireti diler ve bunun için gereği gibi çalışırsa işte onların çalışmaları makbuldür.” (el-İsrâ, 17/19) Bununla birlikte dünyadaki payının onu gelip bulması da kaçınılmaz bir şeydir.
“Kim de dünya (tarlasının) ürününü isterse” dünyayı esas maksat ve gaye olarak kabul eder, dünyadan âhireti için bir şeyler hazırlamaz, âhiret mükâfatını ummaz ve cezasından da korkmaz ise
“kendisine ondan bir şeyler” onun için takdir edilmiş olan nasibini
“veririz.”
“Ama ahirette onun hiçbir nasibi olmaz.” Cennetten ve nimetlerinden mahrum edilir, cehennem ateşi ile cezalandırılmayı hak eder. Bu âyet-i kerime,
Yüce Allah’ın şu buyruğuna benzemektedir: “Kim dünya hayatını ve onun süsünü arzu ederse onlara amellerinin karşılığını orada tastamam öderiz. Onlar bu hususta zarara uğratılmazlar…” vd.
(Hûd, 11/15)
{أَمْ لَهُمْ شُرَكَاءُ شَرَعُوا لَهُمْ مِنَ الدِّينِ مَا لَمْ يَأْذَنْ بِهِ اللَّهُ وَلَوْلَا كَلِمَةُ الْفَصْلِ لَقُضِيَ بَيْنَهُمْ وَإِنَّ الظَّالِمِينَ لَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ (21) تَرَى الظَّالِمِينَ مُشْفِقِينَ مِمَّا كَسَبُوا وَهُوَ وَاقِعٌ بِهِمْ وَالَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فِي رَوْضَاتِ الْجَنَّاتِ لَهُمْ مَا يَشَاءُونَ عِنْدَ رَبِّهِمْ ذَلِكَ هُوَ الْفَضْلُ الْكَبِيرُ (22) ذَلِكَ الَّذِي يُبَشِّرُ اللَّهُ عِبَادَهُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ قُلْ لَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ أَجْرًا إِلَّا الْمَوَدَّةَ فِي الْقُرْبَى وَمَنْ يَقْتَرِفْ حَسَنَةً نَزِدْ لَهُ فِيهَا حُسْنًا إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ شَكُورٌ (23)}.
21- Yoksa onların Allah’ın izin vermediği şeyleri kendilerine din olarak belirleyen ortakları mı var? Eğer
(Allah tarafından verilmiş) ayırt edici söz olmasaydı elbette aralarında hüküm verilirdi. Gerçekten zalimler için can yakıcı bir azap vardır.
22-
(O gün) zalimlerin, kazandıkları
(günahların cezasından) yana korkuya kapıldıklarını görürsün. O
(korktukları ceza mutlaka) tepelerine inecektir. İman eden ve salih ameller işleyenlere gelince onlar, cennet bahçelerindedirler. Onlar için Rableri katında diledikleri her şey vardır. İşte bu, pek büyük bir lütuftur.
23- İşte Allah’ın iman eden ve salih ameller işleyen kullarını müjdelediği şey, budur.
De ki: “Ben sizden bu (davetime) karşılık, akrabalık/yakınlık sevgisinden başka hiçbir ücret istemiyorum.” Kim güzel bir iş yaparsa Biz de onun güzelliğine güzellik katarız. Şüphesiz Allah Ğafurdur, Şekûrdur.
#
{21} يخبر تعالى أنَّ المشركين اتَّخذوا شركاء يوالونهم ويشتركون هم وإيَّاهم في الكفر وأعمالِهِ من شياطين الإنس الدُّعاة إلى الكفر، {شَرَعوا لهم من الدِّينِ ما لمْ يأذَنْ به اللهُ}: من الشِّرك والبدع وتحريم ما أحلَّ اللهُ وتحليل ما حرَّم اللهُ ونحو ذلك ممَّا اقتضته أهواؤُهم، مع أنَّ الدِّين لا يكون إلاَّ ما شَرَعَه الله تعالى لِيَدينَ به العبادُ ويتقرَّبوا به إليه؛ فالأصلُ الحَجْرُ على كلِّ أحدٍ أن يَشْرَعَ شيئاً ما جاء عن اللهِ وعن رسولِهِ؛ فكيف بهؤلاء الفَسَقَةِ المشتركين هم [وآباؤهم] وهم على الكفر. {ولولا كلمةُ الفصل لَقُضِيَ بينَهم}؛ أي: لولا الأجلُ المسمَّى الذي ضَرَبَه الله فاصلاً بين الطوائفِ المختلفة، وأنَّه سيؤخِّرهم إليه؛ لَقُضِي بينهم في الوقت الحاضر بسعادة المحقِّ وإهلاك المبطل؛ لأن المُقتضي للإهلاك موجود، ولكنْ أمامهم العذابُ الأليمُ في الآخرة؛ هؤلاء وكلُّ ظالم.
21. Yüce Allah, müşriklerin Allah’a birtakım varlıkları ortak koştuklarını, bunları dost ve ilah edindiklerini, onlarla ortaklaşa küfür ve küfür içerikli amelleri işlediklerini haber vermektedir ki onlar, kendilerini küfre davet eden insan şeytanlarıdır. Bunlar
“Allah’ın izin vermediği” şirk, bid’atler, Allah’ın helâl kıldığını haram kılmak, haram kıldığını helâl kılmak vb. hevâlarının gerektirdiği
“şeyleri kendilerine din olarak” belirlemektedirler. Oysa Yüce Allah’ın, kulların gereğince hareket etmeleri ve kendisiyle Allah’a yakınlaşmaları için koyduğu şeriatten başkası din olamaz. Bu konuda aslolan, Allah’tan ve Rasûlünden gelmemiş herhangi bir şeyi hiç kimsenin din olarak belirlememesidir. Peki ya kendileri de ataları da küfürde ortak olan bu fâsıklara ne demeli?
“Eğer (Allah tarafından verilmiş) ayırt edici söz olmasaydı elbette aralarında hüküm verilirdi.” Eğer Allah, değişik kesimler arasında ayırt edici hükmünü vermek üzere belli bir vakit tayin etmemiş ve onları bu süreye kadar erteleyeceğine dair hükmetmemiş olsaydı, derhal aralarında haklı olanı bahtiyar etmek, batıl üzere olanı da helâk etmek sureti ile hüküm verilmiş olacaktı. Çünkü helâk edilmelerini gerektiren sebep mevcuttur. Ancak onları âhirette can yakıcı bir azap beklemektedir. Hem bunlar için, hem de bütün zalimler için.
#
{22} وفي ذلك اليوم {ترى الظالمين}: أنفسَهم بالكفرِ والمعاصي، {مشفقينَ}؛ أي: خائفين وجلين، {مما كَسَبَوا}: أن يعاقَبوا عليه، ولمَّا كان الخائفُ قد يقعُ به ما أشفق منه وخافه وقد لا يقعُ؛ أخبر أنَّه {واقعٌ بهم}: العقابُ الذي خافوه؛ لأنَّهم أتوا بالسبب التامِّ الموجب للعقاب من غير معارض من توبةٍ ولا غيرِها، ووصلوا موضعاً فات فيه الإنظارُ والإمهالُ. {والذين آمنوا} بقلوبهم بالله وبكتبِهِ ورسلِهِ وما جاؤوا به، {وعملوا الصالحات}: يشمَلُ فيه كلَّ عمل صالح من أعمال القلوب وأعمال الجوارح من الواجباتِ والمستحبَّات؛ فهؤلاء {في روضاتِ الجناتِ}؛ أي: الرَّوضات المضافة إلى الجنَّات، والمضاف يكون بحسب المضاف إليه؛ فلا تسألْ عن بهجةِ تلك الرياض المونقةِ، وما فيها من الأنهار المتدفِّقة، والفياض المُعْشِبة، والمناظر الحسنة، والأشجار المثمرة، والطيورِ المغرِّدة، والأصوات الشجيَّة المطرِبة، والاجتماع بكلِّ حبيب، والأخذ من المعاشرةِ والمنادمةِ بأكمل نصيب؛ رياض لا تزداد على طول المدى إلاَّ حسناً وبهاءً، ولا يزدادُ أهلُها إلاَّ اشتياقاً إلى لَذَّاتِها ووداداً. {لهم ما يشاؤونَ}: فيها؛ أي: في الجنات؛ فمهما أرادوا؛ فهو حاصل، ومهما طلبوا؛ حصل، مما لا عينٌ رأتْ، ولا أذنٌ سمعتْ، ولا خطرَ على قلبِ بشرٍ. ذلك {الفضلُ الكبيرُ}: وهل فوز أكبرُ من الفوز برضا الله تعالى والتنعُّم بقربِهِ في دار كرامته؟!
22.
“(O gün)” küfür ve masiyetler ile kendilerine haksızlık etmiş “zalimlerin, kazandıkları (günahların cezasından) yana” onlarla cezalandırılacaklar diye
“korkuya kapıldıklarını görürsün.”
Korkan kimsenin başına korkup çekindiği şeyin gelme ihtmali de gelmeme ihtimali de bulunduğundan dolayı Allah:
“O (korktukları ceza mutlaka) tepelerine inecektir” buyruğu ile bu korktukları cezaya çarptırılacaklarını ifade etmektedir. Çünkü onlar, cezalandırılmayı gerektiren sebebi eksiksiz olarak yerine getirmişlerdir. Bunu önleyecek tevbe ve benzeri herhangi bir davranışları da yoktur. Onlar, artık kendilerine mühlet verilmesinin mümkün olmayacağı bir noktaya varmış olacaklardır.
Diğer taraftan kalpleri ile Allah’a, kitaplarına, peygamberlerine ve peygamberlerin getirdiklerine
“iman eden ve salih ameller işleyenlere gelince” salih amel, gerek kalp amellerinden, gerekse de azaların amellerinden olan müstehap ve farz tüm amelleri kapsar.
İşte bunlar
“cennet bahçelerindedirler.” Burada bahçeler, cennetlere izafe edilmiştir. İzafe edilen şey ise kendisine izafe edilene göre olur. O halde oldukça mükemmel olan bu bahçelerin güzelliklerini, orada kaynayıp coşan ırmakları, güzel manzaraları, bol meyveli ağaçları, şakıyan kuşları, zevk ve neşe veren sesleri, sevilen kimselerle birlikte olma, en mükemmel şekildeki eş ve arkadaşlığı sorma gitsin! Bunlar, her geçen gün güzellikleri ve göz alıcılıkları artan bahçelerdir. Orada bulunanların onun lezzetlerine olan şevk ve sevgileri de sürekli artar.
“Onlar için” o cennetlerde
“Rableri katında diledikleri her şey vardır.” Her ne isterlerse hemen meydana gelir. Ne isterlerse hemen ellerine geçer ki o nimetleri ne bir göz görmüş, ne bir kulak işitmiştir, ne de bir insan onları hatırından geçirmiştir.
“İşte bu, pek büyük bir lütuftur.” Yüce Allah’ın rızasına nail olmaktan, O’nun lütuf ve ihsan yurdunda O’na yakın olma nimetine mazhar olmaktan daha büyük bir lütuf olabilir mi?
#
{23} {ذلك الذي يبشِّر الله به عبادَه الذين آمنوا وعمِلوا الصالحاتِ}؛ أي: هذه البشارة العظيمة التي هي أكبرُ البشائر على الإطلاق بَشَّرَ بها الرحيم الرحمن على يد أفضل خلقه لأهل الإيمان والعمل الصالح؛ فهي أجلُّ الغايات، والوسيلةُ الموصلةُ إليها أفضلُ الوسائل، {قل لا أسألُكُم عليه}؛ أي: على تبليغي إيَّاكم هذا القرآن ودعوتكم إلى أحكامه {أجراً}؛ فلستُ أريدُ أخذَ أموالكم ولا التولِّي عليكم والترأس ولا غير ذلك من الأغراض {إلاَّ المودَّةَ في القُربى}.
يُحتمل أنَّ المراد: لا أسألُكُم عليه أجراً؛ إلاَّ أجراً واحداً، هو لكم، وعائدٌ نفعُه إليكم، وهو أن تَوَدُّوني وتحبُّوني في القرابة؛ أي: لأجل القرابة، ويكون على هذا المودَّة الزائدة على مودَّة الإيمان؛ فإنَّ مودَّة الإيمان بالرسول وتقديم محبَّته على جميع المحابِّ بعد محبَّة الله فرضٌ على كلِّ مسلم، وهؤلاء طَلَبَ منهم زيادةً على ذلك أن يحبُّوه لأجل القرابِةِ؛ لأنَّه - صلى الله عليه وسلم - قد باشر بدعوته أقربَ الناس إليه، حتى إنَّه قيل: إنَّه ليس في بطون قريش أحدٌ إلاَّ ولرسول اللهِ - صلى الله عليه وسلم - فيه قرابةٌ.
ويُحتملُ أنَّ المرادَ: إلاَّ مودة الله تعالى المودة الصادقة، وهي التي يصحبُها التقرُّب إلى الله والتوسُّل بطاعته الدالَّة على صحَّتها وصدقها، ولهذا قال: {إلاَّ المودَّة في القربى}؛ أي: في التقرُّب إلى الله.
وعلى كلا القولين؛ فهذا الاستثناءُ دليلٌ على أنَّه لا يسألكم عليه أجراً بالكلِّيَّة؛ إلاَّ أن يكون شيئاً يعود نفعُه إليهم؛ فهذا ليس من الأجر في شيء، بل هو من الأجر منه لهم - صلى الله عليه وسلم -؛ كقوله تعالى: {وما نَقَموا منهم إلاَّ أن يؤمِنوا بالله العزيزِ الحميدِ}، وقولهم: ما لفلان عندك ذنبٌ إلاَّ أنَّه محسنٌ إليك.
{ومَن يَقْتَرِفْ حسنةً}: من صلاةٍ أو صوم أو حجٍّ أو إحسانٍ إلى الخلق، {نَزِدْ له فيها حُسْناً}: بأن يشرحَ الله صدرَه وييسِّر أمره ويكون سبباً للتوفيق لعمل آخر، ويزدادَ بها عملُ المؤمن ويرتفعَ عند الله وعند خلقِهِ، ويحصُلَ له الثوابُ العاجل والآجل. {إنَّ الله غفورٌ شكورٌ}: يغفر الذنوبَ العظيمةَ، ولو بلغتْ ما بلغتْ عند التوبة منها، ويشكر على العمل القليل بالأجرِ الكثيرِ؛ فبمغفرتِهِ يغفرُ الذنوبَ ويستُر العيوبَ، وبشكرِهِ يتقبَّل الحسناتِ ويضاعِفُها أضعافاً كثيرةً.
23.
“İşte Allah’ın iman eden ve salih ameller işleyen kullarını müjdelediği şey, budur.” Yani kayıtsız şartsız müjdelerin en büyüğü olan bu büyük müjde, Rahmân ve Rahîm olan Yüce Allah’ın yaratılmışların en faziletlisi vasıtası ile iman ve salih amel sahibi kimselere verdiği müjdedir. O, gayelerin en üstünüdür, ona ulaştıran yol da yolların en üstünüdür.
“De ki: Ben sizden bu (davetime) karşılık, akrabalık/yakınlık sevgisinden başka hiçbir ücret istemiyorum.” Yani ben, size bu Kur’ân’ı tebliğ etmek ve bu Kur’ân’ın hükümlerine bağlanmaya çağırmak karşılığında sizin malınızı almak, sizin başınıza yönetici olmak, size başkanlık etmek veya bunun dışında herhangi bir maksat peşinde değilim. Benim istediğim sadece
“akrabalık/yakınlık sevgisi”dir.
Bundan maksat şu olabilir: Ben, bu davetime karşılık sizden sadece bir ücret istiyorum ki o da sizin lehinizedir, faydası sizedir. Bu ücret de sizin akrabalığım dolayısı ile bana sevgi beslemenizdir.
Bu açıklamaya göre istediği bu sevgi, iman sevgisinden ayrı bir sevgidir. Çünkü peygambere iman sevgisinin, Allah sevgisinden sonra bütün sevgilerin önüne geçirilmesi her müslümana farzdır. Bunlardan ise bundan ayrı olarak akrabalığı dolayısı ile de kendisini sevmelerini istemiştir. Çünkü o -salât ve selâm ona olsun- insanlar arasında kendisine en yakın olanları davetle başlamıştır. O kadar ki Kureyş boyları arasında Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in akrabalığının bulunmadığı hiçbir Kureyş boyu yoktur.
Bu buyruktan maksadın şu olma ihtimali de vardır: Benim sizden istediğim tek şey, Yüce Allah’ı samimi olarak sevmenizdir. Böyle bir sevgi ise beraberinde Yüce Allah’a yakınlaşmak ve O’na itaati bu maksat için vesile edinmek de bulunur. Zira ancak bu, böyle bir sevginin doğruluğuna ve samimiyetine delildir. Buna göre
“Akrabalık/yakınlık sevgisinden başka” ifadesi, sizden Yüce Allah’a yakınlaşma isteğinden başka bir şey istemiyorum, demektir.
Her iki görüşe göre de bu istisnâ Peygamber’in, onlardan faydası yine onlara dönük olan bir husus dışında hiçbir ücret istemediğine delildir. Çünkü böyle bir şeye ücret demek mümkün değildir. Ücretle alâkası da yoktur. Hatta bu, Peygamber’in onlara verdiği bir ücret olarak görülebilir.
Şu buyrukta belirtildiği gibi:
“Onların bunlardan intikam almalarının tek sebebi, hükmüne karşı konulamayan ve her övgüye lâyık olan Allah’a iman etmiş olmaları idi.” (el-Burûc, 85/8) Yine Arapların:
“Onun sana iyilik yapmaktan başka işlediği bir günahı yoktur” anlamındaki sözleri de bu kabildendir.
“Kim” namaz, oruç, hac, insanlara iyilik gibi “güzel bir iş yaparsa Biz de onun güzelliğine” kalbine genişlik vermek, işlerini kolaylaştırmak, başka bir güzel ameli işleme başarısını ihsan ederek amelini artırmayı sağlamak, Allah ve insanlar nezdindeki kadrini yüceltmek, böylelikle hem dünya hem de âhirette sevap ve mükâfat elde etmesini sağlamak sureti ile
“güzellik katarız.”
“Şüphesiz Allah Ğafurdur.” Tevbe edilmesi halinde ne kadar olursa olsun, pek büyük günahları hep bağışlar.
“Şekûrdur.” Az da olsa iyiliğe çok mükâfatla karşılık verir. O, Ğafur oluşu ile günahları bağışlar, kusurları örter. Şekûr oluşu ile de iyilikleri kabul eder ve onları kat kat fazlası ile mükâfatlandırır.
{أَمْ يَقُولُونَ افْتَرَى عَلَى اللَّهِ كَذِبًا فَإِنْ يَشَإِ اللَّهُ يَخْتِمْ عَلَى قَلْبِكَ وَيَمْحُ اللَّهُ الْبَاطِلَ وَيُحِقُّ الْحَقَّ بِكَلِمَاتِهِ إِنَّهُ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ (24)}.
24-
Yoksa onlar: “O, Allah’a karşı yalan uydurmuştur” mu diyorlar? Halbuki Allah dilese senin kalbini mühürler. Allah, batılı yok eder ve sözleriyle de hakkı yerleştirir. Şüphesiz O, kalplerde olanı çok iyi bilendir.
#
{24} يعني: أم يقولُ المكذِّبون للرسول - صلى الله عليه وسلم - جرأة منهم وكذباً: {افْتَرى على اللهِ كَذِباً}: فَرَمَوْكَ بأشنع الأمور وأقبحها، وهو الافتراءُ على الله بادِّعاء النبوَّة والنسبة إلى الله ما هو بريءٌ منه، وهم يعلمونَ صِدْقَكَ وأمانَتَكَ؛ فكيف يتجرؤونَ على هذا الكذبِ الصُّراح؟! بل تجرؤوا بذلك على الله تعالى؛ فإنَّه قدحٌ في الله؛ حيث مكَّنك من هذه الدعوة العظيمة المتضمِّنة ـ على موجب زعمهم ـ أكبر الفسادِ في الأرض؛ حيث مكَّنه الله من التَّصريح بالدَّعوة، ثم بنسبتها إليه، ثم يؤيِّده بالمعجزات الظاهرات والأدلَّة القاهرات والنصر المبين والاستيلاء على مَنْ خالَفَهُ، وهو تعالى قادرٌ على حسم هذه الدَّعوة من أصلها ومادَّتها، وهو أن يختِم على قلب الرسول - صلى الله عليه وسلم -؛ فلا يعي شيئاً، ولا يدخل إليه خيرٌ، وإذا خُتِمَ على قلبه؛ انحَسَم الأمرُ كلُّه وانقطعَ؛ فهذا دليلٌ قاطعٌ على صحَّة ما جاء به الرسولُ، وأقوى شهادة من اللهِ له على ما قال، ولا يوجُد شهادةٌ أعظم منها ولا أكبر، ولهذا من حكمته ورحمته وسنَّته الجارية أنه يمحو الباطل ويزيلُه، وإن كان له صولةٌ في بعض الأوقات؛ فإنَّ عاقبته الاضمحلال، {ويُحِقُّ الحقَّ بكلماتِهِ}: الكونيَّة التي لا تبدَّل ولا تغيَّر ، ووعده الصادق، وكلماته الدينيَّة التي تحقِّق ما شرعه من الحقِّ وتثبِّته في القلوب وتبصِّر أولي الألباب، حتى إنَّ من جملة إحقاقِهِ تعالى الحقَّ أن يقيِّضَ له الباطلَ ليقاوِمَه؛ فإذا قاومه؛ صال عليه الحقُّ ببراهينِهِ وبيِّناتِهِ، فظهر من نوره وهداه ما به يضمحلُّ الباطل وينقمع ويتبيَّن بطلانُه لكلِّ أحدٍ، ويظهر الحقُّ كلَّ الظُّهور لكلِّ أحدٍ. {إنَّه عليمٌ بذات الصُّدور}؛ أي: بما فيها وما اتَّصفت به من خيرٍ وشرٍّ وما أكنَّته ولم تُبْدِهِ.
24. Yani yoksa peygamberi yalanlayanlar bizzat kendileri yalan söyleyerek onun hakkında
“O, Allah’a karşı yalan uydurmuştur” demek cesaretini mi gösteriyorlar? Böylelikle onlar, seni en kötü ve en çirkin bir iş olan Yüce Allah’a iftirada bulunmakla itham ettiler.
Onlara göre sen, peygamberlik iddiasında bulunarak ve Allah’a, O’nunla ilgisi olmayan şeyleri nispet ederek O’na iftira etmekteymişsin! Oysa onlar, senin doğru sözlülüğünü de güvenilir bir kişi olduğunu da çok iyi biliyorlar. O halde böyle apaçık yalan olduğu belli olan bir iddiada bulunma cesaretini nasıl gösterebiliyorlar?
Hatta onlar, bu iddiaları ile Yüce Allah’a karşı da küstahlık etmiş oluyorlar. Çünkü böyle bir iddia, Allah'a karşı da saygısızlıktır. Zira O, -onların kanaatlerine göre- yeryüzündeki en büyük fesadı ihtiva eden böyle büyük bir davette bulunmana müsaade etmiş, göz yummuştur. Dahası O, ona davetini önce açıkça yapma imkânını vermiş, o da bu davetini Allah’a nispet etmiştir. Buna rağmen Allah, onu apaçık mucizelerle, karşı konulamaz delillerle, aşikar bir yardım ile ve kendisine muhalefet edenlere galip olmakla desteklemiştir.
Halbuki Yüce Allah, bu daveti kökünden imha etmeye kadirdir. Bunu Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in kalbini, ona herhangi bir hayrın girmesini engelleyecek şekilde mühürlemekle yapar. Yüce Allah onun kalbini mühürledi mi iş, temelinden kurur ve kesilir.
İşte bu, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in getirdiklerinin doğruluğuna dair kat’i bir delil, onun söylediklerinin haklılığına dair Yüce Allah’ın çok güçlü bir tanıklığıdır. Bu tanıklıktan daha muazzam ve daha büyük bir tanıklık da yoktur.
İşte bundan dolayı hikmeti, rahmeti ve kainatta geçerli olan sünnetinin/kanununun bir gereği olarak O, batılı -bazı vakitlerde onun bir canlanışı görülse bile- mahveder ve ortadan kaldırır. Çünkü onun âkıbeti yok oluştur.
“ve sözleriyle de hakkı yerleştirir.” Yürürlükten kaldırılamayan ve değişikliğe uğratılamayan kevnî sözleriyle, doğru vaadiyle ve teşrî’ ettiği hakkı gerçekleştiren, onu kalplerde yerleştiren ve akıl sahiplerinin basiretini açan dini sözleri ile hakkı yerleştirir, sabit kılar.
Nitekim Yüce Allah’ın hakkın karşısında dikilmek üzere batılı ortaya çıkarması da hakkı yerleştirmesinin bir parçasıdır. Batıl, hakkın karşısında direnecek olursa hak, açıklamaları ve belgeleri ile onun üzerine hücum eder. Böylelikle hakkın nuru ve hidâyeti, batılı yok edip ortadan kaldıracak şekilde açıkça görülür, herkes tarafından batılın batıl olduğu açıkça anlaşılır ve yine herkes tarafından hak, en açık şekli ile görülür.
“Şüphesiz O, kalplerde olanı” yani kalplerde bulunan şeyleri, kalplerin hayır ve şer kabilinden niteliklerini, kalplerin gizleyip açıklamadıklarını
“çok iyi bilendir.”
{وَهُوَ الَّذِي يَقْبَلُ التَّوْبَةَ عَنْ عِبَادِهِ وَيَعْفُو عَنِ السَّيِّئَاتِ وَيَعْلَمُ مَا تَفْعَلُونَ (25) وَيَسْتَجِيبُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَيَزِيدُهُمْ مِنْ فَضْلِهِ وَالْكَافِرُونَ لَهُمْ عَذَابٌ شَدِيدٌ (26) وَلَوْ بَسَطَ اللَّهُ الرِّزْقَ لِعِبَادِهِ لَبَغَوْا فِي الْأَرْضِ وَلَكِنْ يُنَزِّلُ بِقَدَرٍ مَا يَشَاءُ إِنَّهُ بِعِبَادِهِ خَبِيرٌ بَصِيرٌ (27) وَهُوَ الَّذِي يُنَزِّلُ الْغَيْثَ مِنْ بَعْدِ مَا قَنَطُوا وَيَنْشُرُ رَحْمَتَهُ وَهُوَ الْوَلِيُّ الْحَمِيدُ (28)}.
25- O, kullarından tevbeyi kabul eden, kötülükleri affeden ve yaptıklarınızı bilendir.
26- İman edip salih ameller işleyenler
(Allah'ın çağrısına) icabet ederler. O da onlara lütfundan fazla fazla verir. Kâfirlere gelince onlar için çetin bir azap vardır.
27- Eğer Allah,
(tüm) kullarına rızkı bol bol verseydi elbette onlar, yeryüzünde azıp taşkınlık ederlerdi. Fakat O, dilediği kadarını bir ölçü ile indirir. Şüphesiz O, kullarından haberdârdır, onları çok iyi görendir.
28- İnsanların ümitsizliğe düşmelerinden sonra yağmuru indiren ve rahmetini yayan O’dur. O, gerçek dost ve yardımcıdır, her türlü övgüye lâyık olandır.
#
{25} هذا بيانٌ لكمال كرم الله تعالى وسَعَةِ جودِهِ وتمام لطفِهِ بقبول التوبةَ الصادرة {عن عبادِهِ}: حين يُقْلِعونَ عن ذُنوبهم ويندمون عليها ويعزِمون على أن لا يعاوِدوها إذا قَصَدوا بذلك وجهَ ربِّهم؛ فإنَّ الله يقبلُها بعدما انعقدتْ سبباً للهلاك ووقوع العقوباتِ الدنيويَّة والدينيَّة، فيعفو {عن السَّيِّئاتِ}: ويمحوها، ويمحو أثرها من العيوب، وما اقتضتْه من العقوباتِ، ويعودُ التائبُ عنده كريماً كأنَّه ما عمل سوءاً قطُّ، ويحبُّه ويوفِّقه لما يقرِّبه إليه.
ولما كانت التوبةُ من الأعمال العظيمة التي قد تكون كاملةً بسبب تمام الإخلاص والصدق فيها، وقد تكونُ ناقصةً عند نقصِهِما، وقد تكون فاسدةً إذا كان القصدُ منها بلوغَ غَرَضٍ من الأغراض الدنيويَّة، وكان محلُّ ذلك القلبَ الذي لا يعلمه إلاَّ الله؛ ختم هذه الآية بقوله: {ويعلم ما تفعلونَ}.
25. Bu buyruk, Yüce Allah’ın kereminin kemalini, cömertliğinin genişliğini ve lütfunun eksiksizliğini açıklamaktadır.
Çünkü Yüce Allah, günahlarından vazgeçip onlara pişmanlık duydukları ve bir daha onlara dönmeme kararını verdikleri ve bunu da Rablerinin rızasını kazanmak için yaptıkları vakit O,
“kullarından tevbeyi kabul” eder.
Günahlar helâki, dini ve dünyevi cezalara çarptırılmayı gerekli kıldığı halde Yüce Allah, belirtilen şekilde yapılan tevbeleri kabul eder ve
“kötülükleri” affeder. Onları ve onların etkileri olan kusurları ve gerektirdikleri cezaları siler. Böylelikle tevbe eden, Allah nezdinde hiçbir kötülük işlememiş gibi değerli bir kul olur. Yüce Allah, onu sever ve onu kendisine yakınlaştırıcı amellere muvaffak kılar.
Tevbe, büyük ve önemli amellerdendir. Bazen tevbe, tam bir ihlâs ve samimiyet ile yapıldığında kâmil olur, bazen da bunların eksikliğine bağlı olarak eksik kalır. Bazen de tevbeden kasıt, dünyevî herhangi bir maksada ulaşmak olur da tevbe fasid ve geçersiz olur.
Bu niyet ve maksatların bulunduğu yer ise özünü Allah’tan başka kimsenin bilmediği kalptir. Bundan dolayı Yüce Allah, bu âyet-
i kerimeyi: “ve yaptıklarınızı bilendir” buyurarak sona erdirmektedir.
#
{26} فالله تعالى دعا جميع العباد إلى الإنابة إليه والتوبةِ من التقصيرِ، فانقسموا بحسب الاستجابةِ له إلى قسمين: مستجيبين، وَصَفَهم بقوله: {ويستجيبُ الذين آمنوا وعملوا الصالحاتِ}؛ أي: يستجيبون لربِّهم لما دعاهم إليه، وينقادون له، ويلبُّون دعوته؛ لأنَّ ما معهم من الإيمان والعمل الصالح يحمِلُهم على ذلك؛ فإذا استجابوا له؛ شَكَرَ الله لهم، وهو الغفورُ الشَّكور، وزادهم {من فضلِهِ}: توفيقاً ونشاطاً على العمل، وزادهم مضاعفةً في الأجر زيادةً عن ما تستحقُّه أعمالهم من الثواب والفوز العظيم. وأما غير المستجيبين لله، وهم المعاندون الذين كفروا به وبرسله؛ فلهم عذابٌ شديدٌ في الدُّنيا والآخرة.
26. Yüce Allah, bütün kulları kendisine yönelmeye ve kusurlarından dolayı tevbe etmeye çağırmıştır. İnsanlar da O’nun çağrısını kabul edip etmeme bakımından iki kısma ayrılmışlardır.
Bir kısmı çağrısını kabul etmişlerdir ki Allah,
onları: “İman edip salih ameller işleyenler (Allah'ın çağrısına) icabet ederler” diye nitelendirmektedir. Yani Allah, onları kendisine yönelmeye ve emirlerine itaate çağırdığı vakit onlar, Rablerinin çağrısını kabul ederler ve O’nun bu isteğini seve seve yerine getirirler. Çünkü sahip oldukları iman ve salih amel, onları bu şekilde davranmaya sevkeder. O’nun çağrısını kabul ettiklerinde de Allah onların bu kabul edişlerini mükâfatlandırır. Çünkü O, mağfireti pek çok olan Ğafurdur, amellere en iyi şekli ile karşılık veren Şekûrdur.
“O da onlara lütfundan fazla fazla verir.” İyi amel işleme muvaffakiyetini verir ve onları böylelikle daha bir gayrete getirir. Ayrıca amellerinin hak ettiğinden daha fazla mükâfat ve büyük bir kurtuluş vererek de onların mükâfatlarını kat kat artırır.
Yüce Allah’ın çağrısını kabul etmeyenlere gelince onlar, inatçılık eden ve hem O’nu hem peygamberlerini inkâr eden kafirlerdir. İşte
“onlar için” hem dünyada hem de âhirette
“çetin bir azap vardır.”
#
{27} ثم ذكر أن من لطفِهِ بعبادِهِ أنَّه لا يوسِّع عليهم الدُّنيا سعةً تضرُّ بأديانهم، فقال: {ولو بَسَطَ الله الرزقَ لعبادِهِ لَبَغَوْا في الأرض}؛ أي: لغفلوا عن طاعة الله، وأقبلوا على التمتُّع بشهوات الدُّنيا، فأوجبت لهم الإكباب على ما تشتهيه نفوسُهم، ولو كان معصيةً وظلماً. {ولكن يُنَزِّلُ بَقَدَرٍ ما يشاءُ}: بحسب ما اقتضاه لطفُه وحكمتُه، {إنَّه بعباده خبيرٌ بصيرٌ}: كما في بعض الآثار أنَّ الله تعالى يقول: «إنَّ مِنْ عبادي من لا يُصْلِحُ إيمانَه إلاّ الغنى، ولو أفقرتُه؛ لأفسده ذلك، وإنَّ من عبادي من لا يُصْلِحُ إيمانَه إلاّ الفقرُ، ولو أغنيته؛ لأفسده ذلك، وإنَّ من عبادي من لا يُصْلِحُ إيمانَه إلاَّ الصحةُ، ولو أمرضتُه؛ لأفسده ذلك، وإنَّ من عبادي من لا يُصْلِحُ إيمانَه إلاَّ المرضُ، ولو عافيتُه؛ لأفسده ذلك، إنِّي أدبِّر أمر عبادي بعلمي بما في قلوبهم، إني خبيرٌ بصيرٌ».
27. Yüce Allah,
kullarına olan lütfunu dile getirmekte ve onlara dinlerine zarar verecek kadar dünyevi bolluk vermediğini hatırlatarak şöyle buyurmaktadır: “Eğer Allah, (tüm) kullarına rızkı bol bol verseydi elbette onlar, yeryüzünde azıp taşkınlık ederlerdi.” Allah’a itaatten gaflete düşer, dünyevi arzu ve zevklere dalarlardı. Bu ise canlarının istediği işlere masiyet ve zulüm olsa dahi çokça meyletlmelerine yol açardı.
“Fakat O, dilediği kadarını” lütuf ve hikmetinin gereğine göre
“bir ölçü ile indirir. Şüphesiz O, kullarından haberdardır, onları çok iyi görendir.” Nitekim bazı rivâyetlerde Yüce Allah'ın şöyle buyurduğu nakledilir:
“Kullarımın arasında öyleleri vardır ki, imanını zenginlikten başka bir şey ıslah etmez. Böylesini fakir düşürecek olursam bu, onu bozar. Yine öyle kullarım vardır ki onların da imanını ancak fakirlik ıslah eder. Eğer böylesini zengin edecek olursam bu, onu bozar. Kullarımdan öyleleri de vardır ki imanını sağlık ve afiyetten başka bir şey ıslah etmez. Ben ona hastalık verecek olursam bu onu bozar. Kullarımdan öyleleri de vardır ki onun imanını hastalıktan başka bir şey ıslah etmez. Eğer Ben ona sağlık ve afiyet verecek olursam bu onu bozar. Ben kullarımın işlerini kalplerinde olanlar hakkındaki bilgime uygun olarak idare ederim. Şüphesiz ki Ben, her şeyden haberdarım, her şeyi görenim.”[18]
#
{28} {وهو الذي يُنَزِّل الغيثَ}؛ أي: المطر الغزير الذي به يغيثُ البلاد والعباد {من بعدِ ما قَنَطوا}: وانقطع عنهم مُدَّةً ظنُّوا أنه لا يأتيهم، وأيسوا، وعملوا لذلك الجدب أعمالاً، فينزِلُ الله الغيث، {وينشُرُ} به {رحمتَه} من إخراج الأقواتِ للآدميِّين وبهائمهم، فيقع عندهم موقعاً عظيماً، ويستبشرون بذلك ويفرحون. {وهو الوليُّ}: الذي يتولَّى عباده بأنواع التَّدبير، ويتولَّى القيام بمصالح دينهم ودنياهم {الحميد}: في ولايته وتدبيره، الحميد على ما له من الكمال وما أوصله إلى خلقه من أنواع الأفضال.
28.
“İnsanların ümitsizliğe düşmelerinden” uzun süre yağmadığı için artık bir daha yağmur yağmayacağını zannederek ümitlerini kesip de kuraklığa karşı da birtakım önelmler bulmaya çalışmalarından
“sonra yağmuru indiren” toprağa ve insanlara indirdiği yağmur ile imdada yetişen
“ve” onunla “rahmetini yayan O’dur.”
Yüce Allah yağmuru indirmek sureti ile hem insanlar için hem onların hayvanları için çeşitli gıdaları bitirmek suretiyle onlar üzerindeki rahmetini yayar. Bunun da onlar için pek büyük bir değeri olur. Bundan dolayı sevinirler.
“O” kullarını idare eden, işlerini üstlenen, din ve dünya maslahatlarını gerçekleştiren “gerçek dost ve yardımcıdır.” Onların işlerini çekip çevirmek ve idare etmekten dolayı da
“her türlü övgüye lâyık olandır.” O, sahip olduğu kemal sıfatları dolayısı ile de kullarına ihsan etmiş olduğu çeşitli lütufları dolayısı ile de hamde layıktır.
{وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَثَّ فِيهِمَا مِنْ دَابَّةٍ وَهُوَ عَلَى جَمْعِهِمْ إِذَا يَشَاءُ قَدِيرٌ (29)}.
29- Göklerle yerin yaratılışı ve o ikisinde yaydığı her bir canlı, O’nun delillerindendir. O, dilediği zaman onları
(diriltip) bir araya toplamaya da kadirdir.
#
{29} أي: ومن أدلَّة قدرتِهِ العظيمة وأنَّه سيُحيي الموتى بعد موتهم: {خَلْقُ} هذه {السمواتِ والأرضِ}؛ على عِظَمِهما وسعتهما، الدالُّ على قدرته وسعة سلطانه، وما فيهما من الإتقان والإحكام دالٌّ على حكمته، وما فيهما من المنافع والمصالح دالٌّ على رحمتِهِ، وذلك يدلُّ على أنَّه المستحقُّ لأنواع العبادة كلِّها، وأنَّ إلهيَّة ما سواه باطلةٌ. {وما بثَّ فيهما}؛ أي: نشر في السماواتِ والأرض من أصناف الدوابِّ، التي جعلها الله مصالحَ ومنافعَ لعبادِهِ. {وهو على جمعهم}؛ أي: جمع الخلق بعد موتِهِم لموقفِ القيامةِ {إذا يشاءُ قديرٌ}: فقدرتُه ومشيئتُه صالحان لذلك، ويتوقَّف وقوعُه على وجود الخبر الصادق، وقد عُلم أنَّه قد تواترت أخبار المرسلين وكتبهم بوقوعه.
29.
Yüce Allah’ın kudretine ve egemenliğinin genişliğine delil olan hususlardan biri de şudur: “Göklerle yerin” büyüklük ve genişlikleri ile birlikte
“yaratılışı ve o ikisinde yaydığı her bir canlı” göklerde ve yerde yaydığı ve kullarının maslahat ve menfaati için yaratmış olduğu çeşitli canlılar
“O’nun delillerindendir.” O’nun pek büyük kudretine ve ölümden sonra ölüleri dirilteceğine dair delillerdendir.
Göklerin ve yerin sağlam bir şekilde yaratılmış olmaları, O’nun hikmetine delil olduğu gibi; bunlarda bulunan çeşitli fayda ve maslahatlar da O’nun rahmetine delildir. İşte bu da O’nun ibadeti tümüyle hak ettiğini, O’nun dışındaki bütün varlıkların ulûhiyetlerinin ise batıl olduğunu göstermektedir.
“O, dilediği zaman onları” Kıyamet günü ölümlerinden sonra hesap yerinde
“bir araya toplamaya da kadirdir.” O’nun güç ve kudreti bunu gerçekleştirebilir. Bunun gerçekleşeceği de konu ile ilgili sadık haberlerle sabittir. Bilindiği gibi böyle bir toplamanın gerçekleşeceği hususunda peygamberlerin ve kitaplarının haberleri tevâtür derecesindedir.
{وَمَا أَصَابَكُمْ مِنْ مُصِيبَةٍ فَبِمَا كَسَبَتْ أَيْدِيكُمْ وَيَعْفُو عَنْ كَثِيرٍ (30) وَمَا أَنْتُمْ بِمُعْجِزِينَ فِي الْأَرْضِ وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَصِيرٍ (31)}.
30- Başınıza gelen her musibet, kendi ellerinizle kazandıklarınız sebebiyledir. Bununla beraber O, çoğunu da affeder.
31- Siz yeryüzünde
(Allah'ı) âciz bırakacak değilsiniz. Sizin Allah’tan başka ne bir dostunuz, ne de bir yardımcınız vardır.
#
{30} يخبر تعالى أنَّه ما أصاب العبادَ من مصيبةٍ في أبدانهم وأموالهم وأولادهم وفيما يحبُّون ويكون عزيزاً عليهم إلاَّ بسبب ما قدَّمته أيديهم من السيئاتِ، وأنَّ ما يعفو الله عنه أكثرُ؛ فإنَّ الله لا يظلم العبادَ، ولكن أنفسَهم يظلمونَ، {ولو يؤاخِذُ اللهُ الناس بما كَسَبوا ما تَرَكَ على ظهرها من دابَّةٍ}.
30. Yüce Allah,
bize şunu bildirmektedir: Gerek bedenlerinde, gerek mallarında, gerek çoluk çocuklarında, gerek sevdiklerinde ve onlar için değerli olan varlıklarda kulların karşı karşıya kaldıkları her bir musibet, ancak önceden kendi elleri işledikleri kötülükler sebebiyledir. Yüce Allah’ın affedip bağışladıkları ise bundan çok daha fazladır. Şüphesiz Allah, kullara zulmetmez,
ama onlar kendi kendilerine zulmederler:
“Eğer Allah, kazandıkları sebebi ile insanları cezalandıracak olsa idi, yeryüzünün sırtında dolaşan hiçbir canlı bırakmazdı.” (Fâtır, 35/45)
#
{31} وليس إهمالاً منه تعالى تأخيرُ العقوباتِ ولا عجزاً: فما {أنتُم بمعجزينَ في الأرض}؛ أي: معجزينَ قدرةَ الله عليكم، بل أنتم عاجزون في الأرض، ليس عندكم امتناعٌ عما ينفذه الله فيكم، {وما لكم من دونِ الله من وليٍّ}: يتولاَّكم، فيحصِّل لكم المنافع {ولا نصيرٍ}: يدفع عنكم المضارَّ.
31. Yüce Allah’ın cezaları ertelemesi bir ihmal manasına gelmediği gibi ceza vermekten yana bir acizlikten dolayı da değildir.
“Siz yeryüzünde” Allah’ın üstünüzde hakim olan kudretini
“âciz bırakacak değilsiniz.” Aksine sizler, yeryüzünde âciz kimselersiniz. Allah’ın hakkınızda uygulamak istediği hükümlerine karşı koyamazsınız.
“Sizin Allah’tan başka” işlerinizi üstlenecek ve böylelikle faydanıza olan şeyleri sizin için gerçekleştirecek
“ne bir dostunuz ne de” size gelecek zararları önleyebilecek
“bir yardımcınız vardır.”
{وَمِنْ آيَاتِهِ الْجَوَارِ فِي الْبَحْرِ كَالْأَعْلَامِ (32) إِنْ يَشَأْ يُسْكِنِ الرِّيحَ فَيَظْلَلْنَ رَوَاكِدَ عَلَى ظَهْرِهِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِكُلِّ صَبَّارٍ شَكُورٍ (33) أَوْ يُوبِقْهُنَّ بِمَا كَسَبُوا وَيَعْفُ عَنْ كَثِيرٍ (34) وَيَعْلَمَ الَّذِينَ يُجَادِلُونَ فِي آيَاتِنَا مَا لَهُمْ مِنْ مَحِيصٍ (35)}.
32- Denizde dağlar gibi akıp giden gemiler de O’nun âyetlerindendir.
33- O, dilerse rüzgarı durdurur da o gemiler denizin üstünde hareketsiz kalırlar. Hiç şüphesiz bunda çok sabreden ve çok şükreden herkes için deliller vardır.
34- Yahut da
(dilese yolcuların) kazandıkları
(günahlar) sebebiyle o gemileri
(batırıp) helâk eder. Ama birçoğunu affeder
(de kurtarır).
35- Böylece âyetlerimiz hakkında tartışanlar, kendileri için kaçacak bir yer olmadığını bilsinler.
#
{32} أي: ومن أدلَّة رحمته وعنايته بعباده {الجواري في البحر}: من السُّفن والمراكب الناريَّة والشراعيَّة التي من عظمها {كالأعلامِ}، وهي الجبالُ الكبارُ التي سخَّر لها البحر العجاج، وحفظها من التطام الأمواج، وجعلها تحمِلُكم وتحمِلُ أمتعتَكم الكثيرةَ إلى البلدان والأقطارِ البعيدة، وسخَّر لها من الأسباب ما كان معونةً على ذلك.
32. O’nun rahmetinin ve kullarına inâyetinin delillerinden birisi de buharlı ve yelkenli gemiler olup büyüklükleri dolayısı ile
“denizde dağlar gibi akıp giden gemiler”dir. Yüce Allah, bu gemilere büyük denizleri amade kılmış ve onları birbirinin ardı sıra gelen dalgalara karşı korumuştur. Bu gemilerin sizleri ve pek çok yük ve eşyanızı oldukça uzak bölgelere ve ülkelere taşımasını sağlamış, bu konuda yardımcı olabilecek türden sebepleri de bu konuda tedarik etmiştir.
Daha sonra Yüce Allah şu buyrukları ile bu sebeplere dikkatimizi çekmektedir:
#
{33 ـ 34} ثم نبَّه على هذه الأسباب بقوله: {إن يشأ يُسْكِنِ الريحَ}: التي جعلها الله سبباً لمشيها، {فيَظْلَلْنَ}؛ أي: الجواري {رواكدَ}: على ظهر البحر لا تتقدَّم ولا تتأخَّر. ولا ينتقض هذا بالمراكب الناريَّة؛ فإنَّ من شرط مشيِها وجودَ الريح، وإنْ شاء الله تعالى؛ أوبق الجواري بما كسب أهلها؛ أي: أغرقها في البحر وأتلفها، ولكنَّه يحلم ويعفو عن كثيرٍ. {إنَّ في ذلك لآياتٍ لكلِّ صبارٍ شكورٍ}؛ أي: كثير الصبر على ما تكرهه نفسه، ويشقُّ عليها فيكرِهها عليه من مشقَّة طاعة أو رَدْع داعٍ إلى معصية أو رَدْع نفسِهِ عند المصائب عن التسخُّط، شكورٍ في الرخاء، وعند النعم يعترفُ بنعمةِ ربِّه، ويخضع له، ويصرِفُها في مرضاتِهِ؛ فهذا الذي ينتفع بآيات الله، وأمَّا الذي لا صبر عنده ولا شكر له عند نعم الله؛ فإنَّه معرضٌ أو معاندٌ لا ينتفع بالآيات.
33-34.
“O, dilerse” gemilerin akıp gitmesine sebep kıldığı
“rüzgarı durdurur da” çeşitli türleri ile
“gemiler” denizin “üstünde hareketsiz kalırlar.” Ne ileri gider, ne de geri dönebilirlerdi. Buharlı gemilerin varlığı bununla çelişmemektedir. Çünkü onların gidişleri için de rüzgarın varlığı şarttır.
Yüce Allah, dileyecek olursa bu gemileri yolcularının işledikleri sebebi ile suda batırıp yok edebilir. Ancak O, kullarının günahlarını cezalandırmayı erteler ve günahları çokça affeder.
“Hiç şüphesiz bunda çok sabreden” nefsinin hoşlanmadığı ve ona ağır gelen şeylere karşı katlanan, onu itaatin zorluklarına ve günahlara çağıran davetçilere karşı direnmeye sevkeden, musibetler esnasında da nefsini öfkelenmekten alıkoyan
“ve çok şükreden” rahatlık zamanlarında ve nimet içinde bulunduğu hallerde Rabbinin nimetlerini itiraf ederek O’na itaat ile boyun eğen, bu nimetleri O’nu razı edecek hususlarda kullanan
“herkes için deliller vardır.”
İşte Allah’ın âyetlerinden/delillerinden gereği gibi yararlananlar bunlardır. Sabretmeyen, Allah’ın nimetlerine karşı şükretmeyen kimse ise O’nun âyetlerinden yüz çeviren yahut onlara karşı inatlaşan ve âyetlerden gereği gibi yararlanamayan bir kimse demektir.
Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{35} ثم قال تعالى: {ويعلم الذين يجادلون في آياتنا}: لِيُبْطِلوها بباطلهم، {ما لهم من محيصٍ}؛ أي: لا ينقذهم منقذٌ مما حلَّ بهم من العقوبة.
35.
“Böylece âyetlerimiz hakkında” kendi batılları ile onları çürütmeye çalışarak
“tartışanlar, kendileri için kaçacak” başlarına gelen ceza ve musibetten kendilerini kurtaracak
“bir yer olmadığını bilsinler.”
{فَمَا أُوتِيتُمْ مِنْ شَيْءٍ فَمَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَمَا عِنْدَ اللَّهِ خَيْرٌ وَأَبْقَى لِلَّذِينَ آمَنُوا وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ (36) وَالَّذِينَ يَجْتَنِبُونَ كَبَائِرَ الْإِثْمِ وَالْفَوَاحِشَ وَإِذَا مَا غَضِبُوا هُمْ يَغْفِرُونَ (37) وَالَّذِينَ اسْتَجَابُوا لِرَبِّهِمْ وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ (38) وَالَّذِينَ إِذَا أَصَابَهُمُ الْبَغْيُ هُمْ يَنْتَصِرُونَ (39)}.
36- Size verilmiş her ne varsa, dünya hayatının
(geçici) menfaatidir. Allah’ın katındakiler ise iman edip yalnızca Rablerine tevekkül edenler için daha hayırlı ve daha kalıcıdır.
37- Onlar, büyük günahlardan ve hayasızlıklardan uzak dururlar. Öfkelendikleri zaman da bağışlarlar.
38- Onlar, Rablerinin çağrısını kabul ederler, namazı dosdoğru kılarlar, işlerini aralarında istişare ile hallederler ve kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler.
39- Onlar, haksızlığa uğradıkları zaman da yardımlaşarak haklarını alırlar.
#
{36} هذا تزهيدٌ في الدُّنيا وترغيبٌ في الآخرة وذكرُ الأعمال الموصلةِ إليها؛ فقال: {فما أوتيتم من شيءٍ}: من ملكٍ ورياسةٍ وأموال وبنينَ وصحَّةٍ وعافيةٍ بدنيَّةٍ، {فمتاعُ الحياةِ الدُّنيا}: لذَّةٌ منغصةٌ منقطعةٌ، {وما عندَ اللهِ}: من الثواب الجزيل والأجر الجليل والنعيم المقيم {خيرٌ} من لَذَّات الدُّنيا، خيريَّة لا نسبةَ بينهما {وأبقى}: لأنَّه نعيمٌ لا منغِّص فيه ولا كَدَرَ ولا انتقالَ.
ثم ذكر لمن هذا الثواب، فقال: {للذين آمنوا وعلى ربِّهم يتوكَّلونَ}؛ أي: جمعوا بين الإيمان الصحيح المستلزم لأعمال الإيمان الظاهرة والباطنة، وبين التوكُّل الذي هو الآلةُ لكلِّ عمل؛ فكلُّ عمل لا يَصْحَبُه التوكُّل؛ فغير تامٍّ، وهو الاعتماد بالقلب على الله في جَلْب ما يحبُّه العبد ودَفْع ما يكرهُهُ مع الثِّقة به تعالى.
36. Bu buyrukla Yüce Allah,
dünya hayatına gereğinde fazla rağbet göstermemeyi buna karşılık âhirete yönelmeyi teşvik etmekte ve âhiret nimetlerine ulaştırıcı amelleri söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
“Size verilmiş” mülk, başkanlık, mal, evlat, sağlık ve bedeni afiyet kabilinden
“her ne varsa, dünya hayatının (geçici) menfaatidir.” Gelip geçici, tükenmeye mahkûm ve hevesi kursakta kalan bir lezzettir.
“Allah’ın katındakiler” pek büyük mükâfat, oldukça değerli ecir ve kalıcı nimetler
“ise iman edip yalnızca Rablerine tevekkül edenler için” dünya lezzetlerinden -âhiretle aralarında hayırlılık bakımından herhangi bir kıyas kabul etmeyecek derecede-
“daha hayırlı ve daha kalıcıdır.”
Çünkü âhiret nimetlerini gölgelendirecek herhangi bir keder yoktur. O nimetleri kursakta bırakacak bir husus bulunmaz. O nimetleri bırakıp başka bir yere gitmeyi istemek, söz konusu bile olmaz.
Bunca mükâfatın kime ait olacağı hususu da belirtilerek bunların
“iman edip yalnızca Rablerine tevekkül edenler” için oldukları bildirilmektedir. Yani imanın zahir ve batın amellerini gerektirecek şekilde doğru bir iman ile birlikte her bir amelin aracı durumunda olan tevekkülü bir arada bulunduranlar bu mükâfata nail olurlar.
Çünkü beraberinde tevekkülün bulunmadığı her bir amel, eksiktir. Tevekkül ise kulun kalbinin, sevdiği şeylerin sağlanması ve hoşlanmadığı hususların bertaraf edilmesi hususunda Yüce Allah’a güvenip dayanmasıdır.
#
{37} {والذين يَجتنبونَ كبائرَ الإثم والفواحشَ}: والفرق بين الكبائرِ والفواحشِ ـ مع أنَّ جميعَهما كبائرُ ـ أنَّ الفواحشَ هي الذُّنوب الكبارُ التي في النفوس داعٍ إليها كالزِّنا ونحوه، والكبائرُ ما ليس كذلك، هذا عند الاقتران، وأمَّا مع إفرادِ كلٍّ منهما عن الآخر؛ فإنَّ الآخر يدخُلُ فيه. {وإذا ما غضبوا هم يغفِرونَ}؛ أي: قد تخلَّقوا بمكارم الأخلاق ومحاسن الشِّيم، فصار الحلم لهم سَجِيَّة وحسن الخلق لهم طبيعةً، حتى إذا أغضَبَهم أحدٌ بمقاله أو فعاله؛ كظموا ذلك الغضب، فلم يُنْفِذوه، بل غفروه، ولم يقابِلوا المسيءَ إلاَّ بالإحسان والعفو والصفح، فترتَّب على هذا العفو والصفح من المصالح ودفع المفاسد في أنفسهم وغيرهم شيءٌ كثير؛ كما قال تعالى: {ادفَعْ بالتي هي أحسنُ فإذا الذي بينَكَ وبينَه عدواةٌ كأنَّه وليٌّ حميمٌ. وما يُلَقَّاها إلاَّ الذينَ صَبَروا وما يُلَقَّاها إلاَّ ذو حَظٍّ عظيم}.
37.
“Onlar, büyük günahlardan ve hayasızlıklardan uzak dururlar.” Büyük günahlar ve hayasızlıklar arasında -hepsi de büyük günah olmakla birlikte-
şu fark vardır: Hayasızlıklar, zina ve benzeri insan nefsinin işlemek için bir istek ve eğilim duyduğu günahlardır. Büyük günahlar ise bu kabilden olmayanlardır. Bu ayrım, her iki tabirin bir arada zikredildiği hallerde söz konusudur. Bunların her birisi tek başına zikredilecek olursa diğeri de onun kapsamına girer.
“Öfkelendikleri zaman da bağışlarlar.” Yani onlar, üstün ahlakî değerleri ve güzel davranışları huy edinmişlerdir. Hilm
(kusurları affedip cezalandırmamak) onların karakteri, güzel ahlâk onların tabiatıdır. Bir kimse söylediği sözlerle yahut davranışları ile onları kızdıracak olursa onlar öfkelerini yutarlar ve gereğini yerine getirmezler. Aksine affederler. Kötülük yapana iyilikle, affedip bağışlamakla karşılık verirler.
Bu affedip bağışlama sonucunda da hem kendileri için hem başkaları için pek çok maslahatlar gerçekleşir ve pek çok kötülükler de bertaraf edilir.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Sen (kötülüğü) en güzel şekliyle uzaklaştır. O zaman seninle kendisi arasında düşmanlık olan kimse, sanki candan bir dost oluverir. Bu (güzel haslete) ancak sabredenler kavuşturulur. Ona ancak (hayırdan) büyük bir paya sahip olanlar kavuşturulur” (Fussilet, 41/34-35)
#
{38} {والذين استجابوا لربِّهم}؛ أي: انقادوا لطاعته، ولبَّوْا دعوته، وصار قصدُهُم رضوانَه وغايتُهُم الفوزَ بقربِهِ، ومن الاستجابة لله إقامُ الصَّلاة وإيتاءُ الزَّكاة؛ فلذلك عطفَهما على ذلك من باب عطف العامِّ على الخاصِّ الدالِّ على شرفه وفضله، فقال: {وأقاموا الصلاةَ}؛ أي: ظاهرها وباطنها فرضها ونفلها، {ومما رَزَقْناهم يُنفِقونَ}: من النفقات الواجبة؛ كالزكاة والنفقة على الأقارب ونحوهم، والمستحبَّة؛ كالصدقات على عموم الخلق. {وأمرُهُم}: الدينيُّ والدنيويُّ، {شورى بينهم}؛ أي: لا يستبدُّ أحدٌ منهم برأيه في أمر من الأمور المشتركة بينهم، وهذا لا يكون إلاَّ فرعاً عن اجتماعهم وتوالُفِهم وتوادُدِهم وتحابُبِهم؛ وكمال عقولهم أنَّهم إذا أرادوا أمراً من الأمور التي تحتاجُ إلى إعمال الفكرِ والرأي فيها؛ اجتمعوا لها وتشاوروا وبحثوا فيها، حتى إذا تبيَّنت لهم المصلحةُ؛ انتهزوها وبادروها، وذلك كالرأي في الغزو والجهاد وتولية الموظَّفين لإمارةٍ أو قضاءٍ أو غيره، وكالبحث في المسائل الدينيَّة عموماً؛ فإنَّها من الأمور المشتركة، والبحثُ فيها لبيان الصَّواب مما يحبُّه الله، وهو داخلٌ في هذه الآية.
38.
“Onlar, Rablerinin çağrısını kabul ederler.” O’na itaat edip boyun eğerler, çağrısına koşarlar. Onların maksadı, O’nun rızasını elde etmek, amaçları O’na yakın olup kurtuluşa ermektir.
Namaz kılmak ve zekât vermek de Allah’ın çağrısını kabul etmenin bir bölümüdür. Bundan dolayı Yüce Allah,
bunların şeref ve faziletlerine delâlet etmek üzere özel olanı genel olana atfetme kabilinden bunları Rablerinin çağrısını kabul etme vasıflarına atfetmişti: “namazı dosdoğru kılarlar” yani zahiri ile batıni ile farzı ile nafilesi ile yerine getirirler.
“Kendilerine verdiğimiz rızıktan infak ederler.” Zekât, akraba ve benzerlerine nafakalarını vermek gibi farz harcamaları da bütün insanlara sadaka vermek gibi müstehab harcamaları yaparlar.
Dünyevî ve dinî
“işlerini aralarında istişare ile hallederler.” Aralarında ortaklaşa görülmesi gereken ve hepsini ilgilendiren işlerde, kimse kendi görüşünü dayatmaz. Bu davranış onların birlikte oluşlarının, birbirlerini sevip birbirleri ile kaynaşmalarının, birbirlerine samimi olarak bağlanmalarının bir sonucudur.
Akılları itibari ile üstün olduklarından dolayı hakkında fikir yürütmek ve görüş ortaya çıkarmak ihtiyacı bulunan herhangi bir işe el atmak istediklerinde, bu iş için bir araya gelip toplanırlar, biribirlerine danışırlar. O iş hakkında gerekli araştırma ve incelemeleri yaparlar. Nihâyet maslahatın ne yönde olduğunu tespit edecek olurlarsa, hemen bunu değerlendirir ve yerine getirmeye çalışırlar.
Savaş, cihâd, memurların tayini, cephe kumandanlığı, hakimlik ve benzeri görevler için yetkililer tayin etmek, genel olarak dinî meselelerle ilgili araştırmalar yapmak vb. hususlar buna örnektir. Bu gibi hususlar ortak işlerdendir. Bu hususlarda doğruyu açıklığa çıkarmak için araştırma yapmak, Yüce Allah’ın sevdiği işlerdendir ve bu âyet-i kerimenin kapsamına dahildir.
#
{39} {والذين إذا أصابَهُمُ البغيُ}؛ أي: وصل إليهم من أعدائهم {هم ينتصرونَ}: لقوَّتهم وعزَّتهم، ولم يكونوا أذلاَّء عاجزين عن الانتصارِ؛ فوصَفَهم بالإيمان، والتوكُّل على الله، واجتنابِ الكبائر والفواحش الذي تُكَفَّرُ به الصغائرُ، والانقياد التامِّ، والاستجابة لربِّهم، وإقامة الصلاة، والإنفاق في وجوه الإحسان، والمشاورة في أمورهم، والقوَّة، والانتصار على أعدائِهِم؛ فهذه خصالُ الكمال قد جَمَعوها، ويلزم من قيامِها فيهم فِعْلُ ما هو دونَها وانتفاءُ ضدِّها.
39.
“Onlar, haksızlığa uğradıkları zaman” düşmanları tarafından onlara haksızlık yapıldığında
“yardımlaşarak haklarını alırlar.” Güçlü ve izzet sahibidirler. İntikam almaktan âciz ve zelil kimseler değildirler.
Yüce Allah, onları iman, Allah’a tevekkül etmek, küçük günahların bağışlanmasına sebep teşkil eden büyük günahlardan ve hayasızlıktan kaçınmak, tam anlamı ile Allah’ın emirlerine bağlanmak, Rablerinin çağrısını kabul etmek, namaz kılmak, çeşitli ihsan ve iyilik yollarında infakta bulunmak, işlerini istişare ile halletmek ve düşmanlarına karşı güçlü olup intikam almakla nitelendirmektedir.
İşte bunlar, mü’minlerin kendilerinde toplamaları gereken kamil özelliklerdir. Onların bu özelliklere sahip olmaları, bunlardan daha alt derecedeki güzel davranışları yerine getirmelerini ve bunların aksinden uzak kalmalarını da gerektirir.
{وَجَزَاءُ سَيِّئَةٍ سَيِّئَةٌ مِثْلُهَا فَمَنْ عَفَا وَأَصْلَحَ فَأَجْرُهُ عَلَى اللَّهِ إِنَّهُ لَا يُحِبُّ الظَّالِمِينَ (40) وَلَمَنِ انْتَصَرَ بَعْدَ ظُلْمِهِ فَأُولَئِكَ مَا عَلَيْهِمْ مِنْ سَبِيلٍ (41) إِنَّمَا السَّبِيلُ عَلَى الَّذِينَ يَظْلِمُونَ النَّاسَ وَيَبْغُونَ فِي الْأَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ أُولَئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ (42) وَلَمَنْ صَبَرَ وَغَفَرَ إِنَّ ذَلِكَ لَمِنْ عَزْمِ الْأُمُورِ (43)}.
40- Bir kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür. Ama kim affeder ve arayı düzeltirse artık onun mükâfatını vermek, Allah’a aittir. Şüphe yok ki O, zalimleri sevmez.
41- Kim de zulme uğradıktan sonra hakkını alırsa, onlara bir vebal yoktur.
42- Vebal, ancak insanlara zulmedenler ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenleredir. İşte onlar için can yakıcı bir azap vardır.
43- Kim de sabreder ve bağışlarsa hiç şüphesiz bu, azmedilmeye değer işlerdendir.
#
{40} ذكر الله في هذه الآية مراتبَ العقوباتِ، وأنَّها على ثلاث مراتب: عدلٌ، وفضلٌ، وظلمٌ. فمرتبةُ العدل: جزاءُ السيئةِ بسيئةٍ مثِلها؛ لا زيادة ولا نقص؛ فالنفسُ بالنفس، وكلُّ جارحة بالجارحة المماثلة لها، والمال يُضْمَنُ بمثله.
ومرتبةُ الفضل: العفو والإصلاحُ عن المسيء، ولهذا قال: {فمَنْ عفا وأصلَحَ فأجرُهُ على الله}؛ يجزيه أجراً عظيماً وثواباً كثيراً، وشَرَطَ الله في العفو الإصلاح فيه ليدلَّ ذلك على أنَّه إذا كان الجاني لا يَليقُ بالعفوِ عنه، وكانت المصلحةُ الشرعيةُ تقتضي عقوبتَه؛ فإنَّه في هذه الحال لا يكون مأموراً به، وفي جعل أجرِ العافي على الله مما يهيجُ على العفوِ وأنْ يعامِلَ العبدُ الخَلْقَ بما يحبُّ أن يعامِلَه الله به؛ فكما يحبُّ أن يعفوَ الله عنه؛ فليعفُ عنهم، وكما يحبُّ أن يسامِحَه الله؛ فليسامِحْهم؛ فإنَّ الجزاء من جنس العمل.
وأما مرتبةُ الظُّلم؛ فقد ذَكَرَها بقوله: {إنَّه لا يحبُّ الظالمين}: الذين يجنون على غيرِهِم ابتداءً، أو يقابلون الجاني بأكثر من جنايتِهِ؛ فالزيادة ظلمٌ.
40. Yüce Allah, bu âyet-i kerimede cezalandırmanın çeşitli mertebelerini söz konusu etmektedir.
Bunlar üç mertebedir: Adalet, fazilet ve zulüm. Adalet mertebesi, kötülüğe ne eksik ne de fazla, tam onun dengi bir kötülükle karşılık vermektir. Cana can, her bir organa karşılık onun benzeri bir organ, malın da misli ile tazminatının ödenmesi gibi.
Fazilet mertebesi ise kötülük yapanı affedip arayı düzeltmektir.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ama kim affeder ve arayı düzeltirse artık onun mükâfatını vermek, Allah’a aittir.” Böylesine Allah, pek büyük bir mükâfat ve pek çok sevap verir.
Yüce Allah’ın affetmekte ıslahı/düzeltmeyi şart koşması, eğer suç işleyen kimse affedilmeye layık değilse ve şer’î maslahat da onun cezalandırmasını gerektiriyor ise o takdirde affetmenin dinen istenen bir iş olmadığının anlaşılması içindir.
Affedenin mükâfatının Allah’a ait olduğunun belirtilmesi, kişiyi affa teşvik etmekte ve onu diğer insanlara Allah’ın kendisine muamele etmesini istediği şekilde muamele etmesi için gayrete getirmektedir. Kul, Allah’ın kendisini affetmesini istediği gibi, o da Allah’ın kullarını affetmelidir. Allah’ın kendisine müsamaha göstermesini istediği gibi o da onlara müsamaha göstermelidir. Hiç şüphesiz amellere verilen karşılık, amellerin türünden olur.
Zulüm mertebesine gelince bunu da Yüce Allah: “Şüphe yok ki O, zalimleri sevmez” buyruğunda zikretmektedir. Yani O, ilk olarak başkalarına haksızlık edenleri yahut da suç işleyene işlediği suçtan daha fazlası ile karşılık verenleri sevmez. Çünkü yapılan haksızlığa fazlasıyla karşılık vermek de bir zulümdür.
#
{41} {ولَمَنِ انتصر} من {بعد ظلمِهِ}؛ أي: انتصر ممَّن ظَلَمه بعد وقوع الظُّلم عليه {فأولئك ما عليهم من سبيل}؛ أي: لا حرج عليهم في ذلك. ودلَّ قولُه: {والذين إذا أصابَهُمُ البَغْيُ}، وقوله: {ولَمَنِ انتصر بعد ظلمِهِ}: أنَّه لا بدَّ من إصابة البغي والظُّلم ووقوعه، وأما إرادةُ البغي على الغير وإرادةُ ظلمه من غيرِ أن يَقَعَ منه شيءٌ؛ فهذا لا يجازَى بمثله، وإنَّما يؤدَّب تأديباً يردعُه عن قول أو فعل صدر منه.
41.
“Kim de zulme uğradıktan sonra hakkını alırsa, onlara bir vebal yoktur.” Bu hususta onlar için bir sorumluluk ve ceza söz konusu değildir.
Yüce Allah’ın: “Onlar, haksızlığa uğradıkları zaman da yardımlaşarak haklarını alırlar” buyruğu ile:
“Kim de zulme uğradıktan sonra hakkını alırsa” buyruğu,
(bunlara dengi ile karşılık verilmesi için) haksızlığın ve zulmün meydana gelmesinin kaçınılmaz olduğunu göstermektedir. Herhangi bir şey yapmaksızın başkasına haksızlık yapmak ve ona zulmetmeyi istemek halinde ise bunun misli ile cezalandırılması söz konusu değildir. O takdirde onun, bu gibi hallerde söylediği söz yahut ondan sadır olan fiilden vazgeçmesini sağlayacak şekilde tedip edilmesi gerekir.
#
{42} {إنَّما السبيلُ}؛ أي: إنَّما تتوجَّه الحجَّة بالعقوبة الشرعيَّة {على الذين يظلِمونَ الناس ويَبْغونَ في الأرض بغير الحقِّ}: وهذا شاملٌ للظُّلم والبغي على الناس في دمائهم وأموالهم وأعراضهم. {أولئك لهم عذابٌ أليمٌ}؛ أي: موجعٌ للقلوب والأبدان بحسب ظلمهم وبغيهم.
42.
“Vebal, ancak insanlara zulmedenler ve yeryüzünde haksız yere taşkınlık edenleredir.” Bunlar, şer’î bir ceza ile bunlar cezalandırılır. Bu da her türlü zulmü, insanlara kanlarında, mallarında ve haysiyetlerinde haksızlık etme hallerini kapsar.
“İşte onlar için can yakıcı bir azap vardır.” Zulüm ve haksızlıkları oranında kalpleri ve bedenleri acıtan, inciten bir azap vardır.
#
{43} {وَلَمَن صَبَرَ}: على ما ينالُه من أذى الخلق، {وغَفَرَ}: لهم بأن سمح لهم عمَّا يصدر منهم {إنَّ ذلك لَمِنْ عزم الأمور}؛ أي: لمن الأمور التي حثَّ اللهُ عليها وأكَّدها وأخبر أنَّه لا يُلَقَّاها إلاَّ أهلُ الصبر والحظوظِ العظيمة، ومن الأمور التي لا يوفَّق لها إلاَّ أولو العزائم والهمم وذوو الألباب والبصائر؛ فإنَّ ترك الانتصار للنفس بالقول أو الفعل من أشقِّ شيء عليها، والصبر على الأذى والصفح عنه ومغفرتِهِ ومقابلتِهِ بالإحسان أشقُّ وأشقُّ، ولكنَّه يسيرٌ على من يسَّره الله عليه وجاهد نفسَه على الاتِّصاف به، واستعانَ اللهَ على ذلك، ثم إذا ذاقَ العبدُ حلاوته، ووجد آثارَه؛ تلقَّاه برحب الصدرِ وسعة الخُلُق والتلذُّذ فيه.
43.
“Kim de” başkalarının eziyetlerine karşı “sabreder ve” onları, yaptıklarını müsamaha ile karşılamak sureti ile
“bağışlarsa, hiç şüphesiz bu, azmedilmeye değer işlerdendir.” Yani bunlar, Yüce Allah’ın teşvik ettiği, özellikle vurguladığı ve ancak sabredenlerle pek büyük pay sahibi olan kimselerin yapabileceği işlerdendir. Bu gibi işlere de ancak sağlam karar sahibi, gayretli, akıl ve basiret sahibi kimseler muvaffak kılınır.
Çünkü nefis adına sözlü veya fiili olarak intikam almaktan vazgeçmek, nefse en ağır gelen işlerdendir. Eziyetlere sabredip eziyet edeni affedip bağışlamak ve hele ona iyilikle karşılık vermek, zordan da öte bir şeydir.
Ancak bu, Allah’ın kolaylaştırdığı kimseler ile bu vasfa sahip olmak için nefsine karşı mücadele veren ve bu uğurda Allah’tan yardım isteyen kimseler için pek kolaydır. Bundan sonra kul, artık bunun tadını alır, zevkine varır, etkilerini de görürse, böyle davranışlar gönül rahatlığıyla ve kolaylıkla yapılan birer ahlâkî davranış halini alır ve zevkle yapılırlar.
{وَمَنْ يُضْلِلِ اللَّهُ فَمَا لَهُ مِنْ وَلِيٍّ مِنْ بَعْدِهِ وَتَرَى الظَّالِمِينَ لَمَّا رَأَوُا الْعَذَابَ يَقُولُونَ هَلْ إِلَى مَرَدٍّ مِنْ سَبِيلٍ (44) وَتَرَاهُمْ يُعْرَضُونَ عَلَيْهَا خَاشِعِينَ مِنَ الذُّلِّ يَنْظُرُونَ مِنْ طَرْفٍ خَفِيٍّ وَقَالَ الَّذِينَ آمَنُوا إِنَّ الْخَاسِرِينَ الَّذِينَ خَسِرُوا أَنْفُسَهُمْ وَأَهْلِيهِمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ أَلَا إِنَّ الظَّالِمِينَ فِي عَذَابٍ مُقِيمٍ (45) وَمَا كَانَ لَهُمْ مِنْ أَوْلِيَاءَ يَنْصُرُونَهُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ وَمَنْ يُضْلِلِ اللَّهُ فَمَا لَهُ مِنْ سَبِيلٍ (46)}.
44- Allah kimi saptırırsa artık O’ndan sonra onun hiçbir dostu olmaz.
Azabı gördüklerinde zalimlerin: “(Dünyaya) dönmenin bir yolu yok mu?” dediklerini görürsün.
45- Onların zilletten dolayı boyunlarını bükmüş ve
(korkudan ateşe) göz ucuyla bakar bir halde ateşe sokulduklarını görürsün.
İman edenler derler ki: “Asıl hüsrana uğrayanlar, hem kendilerini hem de ailelerini Kıyamet gününde hüsrana sürükleyenlerdir.” Haberiniz olsun ki zalimler, sürekli bir azap içindedirler.
46- Onların Allah’tan başka kendilerine yardım edecek hiçbir dostları yoktur. Allah kimi saptırırsa artık onun için hiçbir
(kurtuluş) yolu yoktur.
#
{44} يخبر تعالى أنَّه المنفرد بالهداية والإضلال، وأنَّه {مَنْ يُضْلِل اللهُ}: بسبب ظلمه {فما له من وليٍّ من بعدِهِ}: يتولَّى أمره ويهديه، {وترى الظالمين لمَّا رأوا العذابَ}: مرأى ومنظراً فظيعاً صعباً شنيعاً يُظْهِرونَ النَّدم العظيم والحزنَ على ما سَلَفَ منهم، و {يقولونَ هل إلى مَرَدٍّ من سبيل}؛ أي: هل لنا طريقٌ أو حيلةٌ إلى رجوعنا إلى الدُّنيا لنعملَ غير الذي كنَّا نعملُ، وهذا طلبٌ للأمر المُحال الذي لا يمكنُ.
44. Yüce Allah, hidâyete iletenin ve saptıranın yalnızca kendisi olduğunu haber vermektedir..
“Allah” zulmü sebebi ile “kimi saptırırsa artık O’ndan sonra onun” işlerini üstlenecek ve onu hidâyete iletecek
“hiçbir dostu olmaz.”
“Azabı” korkunç bir manzara, dehşetli ve zor bir hal içinde “gördüklerinde” pek büyük bir pişmanlık ve geçmişte yaptıklarına pek büyük bir keder ve üzüntü duyarak
“zalimlerin: (Dünyaya) dönmenin bir yolu yok mu?” yani daha önce işlediklerimizden başka iyi işler yapalım diye dünyaya dönmemiz için bir yol, bir çare var mıdır?
“dediklerini görürsün.” Bu ise imkânsız bir şeyi istemektir.
#
{45} {وتراهم يُعْرَضونَ عليها}؛ أي: على النار {خاشعينَ من الذُّلِّ}؛ أي: ترى أجسامَهم خاشعةً للذُّلِّ الذي في قلوبهم، {ينظُرونَ من طرفٍ خفيٍّ}؛ أي: ينظرون إلى النار مسارقةً وشزراً من هيبتها وخوفِها، {وقال الذين آمنوا}: حين ظهرتْ عواقبُ الخلق وتبيَّنَ أهلُ الصدق من غيرِهم: {إنَّ الخاسرينَ}: على الحقيقة، {الذين خَسِروا أنفسَهم وأهليهم يوم القيامةِ}: حيث فوَّتوا أنفسَهم جزيل الثواب وحصلوا على أليم العقاب وفُرِّقَ بينهم وبين أهليهم فلم يجتمعوا بهم آخر ما عليهم. {ألا إنَّ الظالمينَ}: أنفسَهم بالكفر والمعاصي {في عذابٍ مقيم}؛ أي: في سوائه ووسطه منغمِرين لا يخرُجون منه أبداً، ولا يُفَتَّرُ عنهم وهم فيه مُبْلِسونَ.
45.
“Onların zilletten dolayı boyunlarını bükmüş” kalplerindeki duygular sebebi ile bedenleri zelil olmuş
“ve (korkudan ateşe) göz ucuyla” Yani ateşe, heybetinden ve ondan korktukları için gizlice ve fark ettirmeden
“bakar bir halde ateşe sokulduklarını görürsün.”
“İman edenler” insanların âkıbetleri açıkça belli olup da doğru söyleyen kimseler ile öyle olmayanlar birbirlerinden açıkça ayırt edildiklerinde
“derler ki: Asıl” gerçek anlamda
“hüsrana uğrayanlar, hem kendilerini hem de yakınlarını Kıyamet gününde hüsrana sürükleyenlerdir.” Çünkü bunlar, pek büyük mükâfatı ellerinden kaçırmışlar, can yakıcı cezaya maruz kalmışlar, kendileri ile yakınları birbirlerinden ayrı bırakılmışlardır ve bir daha da bir araya gelemeyeceklerdir.
“Haberiniz olsun ki” küfür ve masiyetlerle kendilerine zulmeden
“zalimler, sürekli bir azap içindedirler.” Bu azabın ortasında olacaklardır. Hiçbir zaman içinden çıkmamak üzere o azabın içerisinde kalacaklardır. Asla bu azapları hafifletilmeyecek ve onlar orada kurtuluş ümitlerini de kaybetmiş olacaklardır.
#
{46} {وما كان لهم من أولياءَ يَنصُرونَهم من دونِ الله}: كما كانوا في الدُّنيا يُمَنُّون أنفسَهم بذلك ؛ ففي القيامةِ يتبيَّن لهم ولغيرِهم أنَّ أسبابهم التي أمَّلوها تقطَّعت، وأنَّه حين جاءهم عذابُ الله لم يُدْفَعْ عنهم، {ومن يُضْلِلِ الله فما له مِن سبيل}: تحصُلُ به هدايتُه؛ فهؤلاء ضلُّوا حين زعموا في شركائِهِم النفعَ ودفعَ الضُّرِّ، فتبيَّن حينئذٍ ضلالُهم.
46.
“Onların Allah’tan başka” dünyada iken kurdukları boş hayallerin aksine
“kendilerine yardım edecek hiçbir dostları yoktur.”
Kıyamet gününde hem kendileri hem de başkaları açıkça şunu göreceklerdir: Onların dünyada iken ümit bağladıkları bağlar paramparça olmuş, çareler de tükenmiş olacaktır. Allah’ın azabı kendilerine geldi mi, bu azabı hiç kimse onlardan uzaklaştıramayacaktır.
“Allah kimi saptırırsa artık onun için” hidâyete ulaştıracak
“hiçbir (kurtuluş) yolu yoktur.”
Çünkü böyleleri Allah’a koştukları ortakların kendilerine fayda sağlayacaklarını ve zararları önleyeceklerini zannetmekle haktan sapmıştırlar. İşte o vakit sapıklıkları açıkça ortaya çıkmış olacaktır.
{اسْتَجِيبُوا لِرَبِّكُمْ مِنْ قَبْلِ أَنْ يَأْتِيَ يَوْمٌ لَا مَرَدَّ لَهُ مِنَ اللَّهِ مَا لَكُمْ مِنْ مَلْجَإٍ يَوْمَئِذٍ وَمَا لَكُمْ مِنْ نَكِيرٍ (47) فَإِنْ أَعْرَضُوا فَمَا أَرْسَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَفِيظًا إِنْ عَلَيْكَ إِلَّا الْبَلَاغُ وَإِنَّا إِذَا أَذَقْنَا الْإِنْسَانَ مِنَّا رَحْمَةً فَرِحَ بِهَا وَإِنْ تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيهِمْ فَإِنَّ الْإِنْسَانَ كَفُورٌ (48)}.
47- Geri çevrilmesi söz konusu olmayan bir gün, Allah tarafından gelmeden önce Rabbinizin davetine uyun. Zira o gün sığınacak bir yeriniz olmayacağı gibi
(hiçbir günahınızı da) inkâr edemezsiniz.
48- Eğer yüz çevirirlerse, Biz seni onların üzerine bekçi göndermedik. Sana düşen ancak tebliğdir. Gerçek şu ki Biz, insana tarafımızdan bir rahmet tattırdığımızda o, bundan dolayı şımarır. Şâyet kendi elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına bir kötülük gelse, o zaman da insan nankör kesilir.
#
{47} يأمر تعالى عبادَه بالاستجابة له بامتثال ما أمَرَ به واجتنابِ ما نهى عنه وبالمبادرةِ بذلك وعدم التَّسويف {مِن قبل أن يأتِيَ}: يوم القيامة، الذي إذا جاء؛ لا يمكنُ ردُّه واستدراكُ الفائتِ، وليس للعبد في ذلك اليوم ملجأ يلجأ إليه فيفوتُ ربَّه ويهربُ منه، بل قد أحاطتِ الملائكةُ بالخليقة من خلفهم، ونودوا: {يا معشرَ الجِنِّ والإنسِ إنِ استَطَعْتُم أن تَنفُذوا من أقطارِ السمواتِ والأرضِ فانفُذوا لا تَنفُذون إلاَّ بسلطانٍ}: وليس للعبد في ذلك اليوم نكيرٌ لما اقترفَه وأجرمَه، بل لو أنكر؛ لشهدتْ عليه جوارحُه. وهذه الآيةُ ونحوُها فيها ذمُّ الأمل والأمرُ بانتهازِ الفرصة في كلِّ عمل يَعْرِضُ للعبد؛ فإنَّ للتأخير آفاتٍ.
47. Yüce Allah, kullarına verdiği emirleri yerine getirmek, yasaklarından kaçınmak, bu konuda eli çabuk tutmak ve ertelememek suretiyle davetine uymalarını emretmektedir.
Bu davete
“Geri çevrilmesi söz konusu olmayan bir gün” olan Kıyamet günü
“Allah tarafından gelmeden önce” uymalıdırlar. Çünkü Kıyamet günü gelecek olursa geri çevrilmesine imkân yoktur, elden kaçırılan fırsatları telâfi etmeye fırsat da olmayacaktır. Yine o günde kulun, Rabbinin elinden kaçıp kurtulmak için sığınacağı bir yer de olmayacaktır.
Aksine melekler bütün mahlukatı çepeçevre kuşatacaklar ve onlara şöyle seslenecekler: “Ey cin ve insan toplulukları! Eğer göklerle yerin kenarlarından kaçmaya gücünüz yetiyorsa kaçın. Ama buna dair güç ve imkânınız olmadıkça kaçamazsınız ki!” (er-Rahmân, 55/33)
Yine o gün kul, yaptığı suçları ve günahları da inkâr edemeyecektir. Hatta inkâr edecek olsa bile organları onun aleyhine tanıklık edecektir. Bu ve benzeri âyet-i kerimelerde geleceğe dair uzun emeller
(ileride yaparım diyerek iyilik işlemeyi ve kötülüğe son vermeyi ertelemeler) yerilmekte ve kulun karşı karşıya kalacağı her bir amelde fırsatı değerlendirmesi emredilmektedir. Çünkü hayırlı işleri sonraya ertelemenin pek çok afetleri, sakıncaları vardır.
#
{48} {فإنْ أعْرَضوا}: عمَّا جئتُم به بعد البيانِ التامِّ {فما أرسلناكَ عليهم حفيظاً}: تحفظُ أعمالَهم وتسألُ عنها، {إنْ عليكَ إلاَّ البلاغُ}: فإذا أديتَ ما عليك؛ فقد وجب أجرُكَ على الله، سواء استجابوا أم أعرضوا، وحسابُهم على الله الذي يحفظُ عليهم صغير أعمالِهم وكبيرَها وظاهرَها وباطنها. ثم ذكر تعالى حالةَ الإنسان، وأنَّه إذا أذاقه الله رحمةً من صحَّةِ بدنٍ ورزقٍ رغدٍ وجاه ونحوه؛ {فرِحَ بها}؛ أي: فرح فرحاً مقصوراً عليها لا يتعدَّاها، ويلزم من ذلك طمأنينته بها وإعراضه عن المنعم. {وإن تُصِبْهم سيئةٌ}؛ أي: مرضٌ أو فقرٌ أو نحوهما {بما قدَّمتْ أيديهم فإنَّ الإنسانَ كفورٌ}؛ أي: طبيعته كفرانُ النعمة السابقة والتسخُّط لما أصابه من السيِّئةِ.
48.
“Eğer” bu kadar mükemmel açıklamalardan sonra onlara getirdiklerinden “yüz çevirirlerse Biz seni onların üzerine” amellerini tespit edip kaydeden ve bunlar hakkında onları sorguya çekecek bir
“bekçi göndermedik. Sana düşen ancak tebliğdir.”
Eğer sen görevini eksiksiz yerine getirirsen artık Allah’ın da senin mükâfatını vermesi hak olur. İster onlar çağrını kabul etsinler, ister yüz çevirsinler, fark etmez. Hesaplarını görmek ise küçüğü ile büyüğü ile gizlisi ile açığı ile bütün amellerini tespit eden Allah’a aittir.
Daha sonra Yüce Allah,
insanoğlunun durumunu şöyle haber vermektedir: Allah, ona sağlıklı bir beden, bol ve rahat bir rızık, makam, mevki ve benzeri bir rahmet tattıracak olursa o
“bundan dolayı şımarır.” Yani yalnızca sırf onunla sevinip şımarır ve gözü ondan başkasını görmez. Buna bağlı olarak da onunla tatmin olur ve ötesini düşünmez. Bu nimetleri ihsan edenden yüz çevirir.
Ancak
“şâyet kendi elleriyle yaptıkları yüzünden başlarına” hastalık, fakirlik ya da bunlara benzer
“bir kötülük gelse, o zaman da insan nankör kesilir.” O, tabiati gereği daha önce sahip olduğu nimetleri unutup nankörlük eder ve başına gelen kötülüklerden dolayı öfke ve hoşnutsuzluğunu ortaya koyar.
{لِلَّهِ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ يَخْلُقُ مَا يَشَاءُ يَهَبُ لِمَنْ يَشَاءُ إِنَاثًا وَيَهَبُ لِمَنْ يَشَاءُ الذُّكُورَ (49) أَوْ يُزَوِّجُهُمْ ذُكْرَانًا وَإِنَاثًا وَيَجْعَلُ مَنْ يَشَاءُ عَقِيمًا إِنَّهُ عَلِيمٌ قَدِيرٌ (50)}.
49- Göklerin ve yerin hükümranlığı yalnız Allah’ındır. O, dilediğini yaratır. Dilediğine
(sadece) kız çocukları bahşeder, dilediğine de
(sadece) erkek çocuklar bağışlar.
50- Yahut onlara erkek ve kız her ikisinden birlikte verir. Dilediğini de kısır kılar. Şüphesiz O, her şeyi bilendir, her şeye gücü yetendir.
#
{49 ـ 50} هذه الآية فيها الإخبارُ عن سعةِ ملكِهِ تعالى ونفوذِ تصرُّفه في الملك في الخلق لما يشاء والتدبير لجميع الأمور، حتى إنَّ تدبيره تعالى من عمومِهِ أنَّه يتناول المخلوقة عن الأسباب التي يباشِرُها العباد؛ فإنَّ النِّكاحَ من الأسباب لولادة الأولاد؛ فالله تعالى هو الذي يعطيهم من الأولاد ما يشاءُ؛ فمِنَ الخلق مَن يَهَبُ له إناثاً، ومنهم من يَهَبُ له ذكوراً، ومنهم من يزوِّجُه؛ أي: يجمع له ذكوراً وإناثاً، ومنهم مَنْ يجعلُه عقيماً لا يولَد له. {إنه عليمٌ}: بكلِّ شيءٍ. {قديرٌ}: على كل شيءٍ. فيتصرَّف بعلمه وإتقانه الأشياء وبقدرتِهِ في مخلوقاته.
49-50. Bu âyet-i kerimelerde Yüce Allah’ın mülkünün genişliği, mülkünde dilediğini yaratmak sureti ile tasarrufunun geçerli olduğu ve bütün işleri bizzat kendisinin çekip çevirdiği haber verilmektedir. Hatta Yüce Allah’ın hüküm ve iradesinin kapsamlılığına bizzat kulların yerine getirdiği sebeplerden yaratılacak şeyler bile dahildir. Zira nikah, çocukların doğması için bir sebeptir. Ancak anne ve babaya dilediği evladı veren O’dur. Nitekim kimi eşlere sadece kız evlat verirken, kimilerine de sadece erkek evlat bağışlar. Kimilerine hem erkek hem kız evlat verir. Kimisini de kısır bırakır da onun hiç çocuğu olmaz.
“Şüphesiz O” her şeyi
“bilendir” her şeye “gücü yetendir.” O, her şeyde ilmi ile tasarruf ettiği gibi yarattığı her bir şeyi de kudreti ile son derece sağlam ve mükemmel yapar.
{وَمَا كَانَ لِبَشَرٍ أَنْ يُكَلِّمَهُ اللَّهُ إِلَّا وَحْيًا أَوْ مِنْ وَرَاءِ حِجَابٍ أَوْ يُرْسِلَ رَسُولًا فَيُوحِيَ بِإِذْنِهِ مَا يَشَاءُ إِنَّهُ عَلِيٌّ حَكِيمٌ (51) وَكَذَلِكَ أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ رُوحًا مِنْ أَمْرِنَا مَا كُنْتَ تَدْرِي مَا الْكِتَابُ وَلَا الْإِيمَانُ وَلَكِنْ جَعَلْنَاهُ نُورًا نَهْدِي بِهِ مَنْ نَشَاءُ مِنْ عِبَادِنَا وَإِنَّكَ لَتَهْدِي إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ (52) صِرَاطِ اللَّهِ الَّذِي لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ أَلَا إِلَى اللَّهِ تَصِيرُ الْأُمُورُ (53)}.
51- Allah, bir insanla ancak ya vahiy yolu ile ya da bir perde arkasından konuşur. Yahut da bir elçi gönderir de o elçi, Allah'ın izni ile O’nun dilediği şeyleri vahyeder. Şüphesiz O, çok yücedir, sonsuz hikmet sahibidir.
52- İşte bu şekilde sana da emrimizden bir Ruh/Kur'ân vahyettik. Yoksa sen
(daha önce) kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat Biz onu kendisi ile kullarımızdan dilediğimizi hidâyete ulaştırdığımız bir nur kıldık. Şüphe yok ki sen, dosdoğru bir yolu göstermektesin.
53- Göklerde ve yerde ne varsa hepsinin yegane sahibi olan Allah’ın yolunu… Haberiniz olsun ki bütün işler, Allah’a döner.
#
{51} لما قال المكذِّبون لرسل الله الكافرون بالله: {لولا يكلِّمُنا الله أو تأتينا آيةُ}: من كِبرهم وتجبُّرهم؛ ردَّ الله عليهم بهذه الآية الكريمة، وأنَّ تكليمه تعالى لا يكونُ إلاَّ لخواصِّ خلقه؛ للأنبياء والمرسلين وصفوته من العالمين، وأنَّه يكون على أحد هذه الأوجه: إمَّا أن يكلِّمَه الله وحياً، بأن يُلْقِيَ الوحيَ في قلبِ الرسول من غير إرسال مَلَكٍ ولا مخاطبةٍ منه شفاهاً، {أو} يكلِّمَه منه شفاهاً، لكنه {من وراء حجابٍ}؛ كما حصل لموسى بن عمران كليم الرحمن، {أو} يكلِّمَه الله بواسطة الرسول الملكيِّ؛ فيرسل {رسولاً}؛ كجبريل أو غيره من الملائكة، {فيوحي بإذنه}؛ أي: بإذن ربِّه لا بمجرَّد هواه؛ إنَّه تعالى عليُّ الذات عليُّ الأوصاف، عظيمُها، عليُّ الأفعال، قد قهر كلَّ شيء، ودانت له المخلوقات، {حكيمٌ} في وضعه كلَّ شيء في موضعه من المخلوقات والشرائع.
51. Allah’ın peygamberlerini yalanlayıp Allah’ı inkâr edenler,
kibirlerinden hakka karşı zorbaca tutumlara girip: “Allah bizimle konuşsa yahut bize bir mucize gelse ya!?” (el-Bakara, 2/118) dediklerinden dolayı Yüce Allah, bu âyet-i kerime ile onlara cevap vermekte ve O’nun beşerle konuşmasının,
ancak has kullarından olan peygamber ve rasûllerle âlemler arasından seçtiği kişiler ile söz konusu olabileceğini ve bunun da ancak şu şekillerden birisi ile gerçekleşebileceğini haber vermektedir: “ya vahiy yolu ile” yani herhangi bir melek göndermeksizin ve şifahi olarak da bizzat kendisi konuşmaksızın, rasûlün kalbine vahyi bırakması sureti ile
“ya da” onunla şifahi olarak konuşmakla birlikte Kelimullah İmran oğlu Mûsâ ile konuşmasında olduğu gibi “bir perde arkasından konuşur.”
“Yahut da” Yüce Allah, Cebrail yahut ondan başka meleklerlerden “bir elçi” melek
“gönderip” onun vasıtasıyla ve Allah'ın “izni ile dilediğini” yani melek kendi isteği ile değil, Rabbinin izni ile ve yine Rabbinin dilediğini
“vahyeder.”
“Şüphesiz O, çok yücedir” Yüce Allah, hem zatı itibariyle en üsttedir, hem bütün vasıfları üstün ve yücedir, hem de fiilleri pek yüce ve azametlidir. Her şeyi emrinin altına almıştır, bütün yaratıklar da O’na boyun eğmiştir. Bütün mahlukatı ve şeriatleri ile her şeyi yerli yerine koyması bakımından da
“sonsuz hikmet sahibidir.”
#
{52} {وكذلك} حين أوحينا إلى الرسل قبلك، {أوحَيْنا إليك رُوحاً من أمرِنا}: وهو هذا القرآن الكريم، سمَّاه روحاً؛ لأنَّ الروح يحيا به الجسدُ، والقرآن تحيا به القلوبُ والأرواح، وتحيا به مصالحُ الدُّنيا والدين؛ لما فيه من الخير الكثير والعلم الغزير، وهو محضُ منَّة الله على رسولِهِ وعباده المؤمنين من غير سببٍ منهم، ولهذا قال: {ما كنتَ تَدْري}؛ أي: قبل نزوله عليك {ما الكتابُ ولا الإيمانُ}؛ أي: ليس عندك علمٌ بأخبار الكتب السابقة، ولا إيمانٌ وعملٌ بالشرائع الإلهيَّة، بل كنت أميًّا لا تخطُّ ولا تقرأ، فجاءك هذا الكتابُ الذي {جَعَلْناه نوراً نَهدي به من نشاءُ من عبادِنا}: يستضيئون به في ظُلُماتِ الكفر والبدع والأهواء المُرْدِيَة، ويعرِفون به الحقائقَ، ويهتدون به إلى الصراط المستقيم. {وإنَّك لَتَهْدي إلى صراط مستقيم}؛ أي: تبيِّنُه لهم، وتوضِّحه، [وتنيره] وترغِّبهم فيه، وتَنْهاهم عن ضدِّه، وترهِّبهم منه.
52.
“İşte bu şekilde” senden önceki peygamberlere vahyettiğimiz gibi
“sana da emrimizden bir Ruh vahyettik.” Ki o da şu Kur’ân-ı Kerîm’dir.
Yüce Allah, Kur’ân’a
“ruh” adını vermiştir. Çünkü beden, ruh ile hayat bulduğu gibi kalpler ve ruhlar da Kur’ân ile hayat bulur. Din ve dünya maslahatları onunla hayat bulur. Çünkü ondaki pek çok hayır ve uçsuz bucaksız ilim bunu sağlar.
O, Yüce Allah’ın, hem rasûlüne hem de mü’min kullarına -onu hak edecek bir sebebi ortaya koymaları söz konusu olmadığı- katıksız bir lütfudur. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
Bu kitabın sana indirilişinden önce “sen kitap nedir, iman nedir bilmezdin.” Önceki kitapların bildirdiği haberlere dair hiçbir bilgin yoktu. İlahi şeriatlere imanın da yoktu, bunların gerektirdiği bir amelin de yoktu. Aksine sen, okuma yazma bilmeyen ümmi birisiydin.
İşte bizim
“kendisi ile kullarımızdan dilediğimizi hidâyete ulaştırdığımız bir nur” kıldığımız bu Kitap, sana geldi. İnsanlar, küfür ve bid’atlerin, helâk edici heva ve heveslerin karanlıklarında bu Kitap sayesinde aydınlanırlar. Onun vasıtası ile gerçekleri bilir ve yine onun vasıtası ile dosdoğru yola ulaşırlar.
“Şüphe yok ki sen, dosdoğru bir yolu göstermektesin.” Bu yolu insanlara açıklamakta, beyan etmekte, bu yolu izlemeye onları teşvik etmekte ve aksi yolları izlememelerini emretmekte, o yollardan onları uyarıp sakındırmaktasın.
Daha sonra bu dosdoğru yolu açıklayarak şöyle buyurmaktadır:
#
{53} ثم فسَّر الصراط المستقيم، فقال: {صراطِ الله الذي له ما في السمواتِ وما في الأرضِ}؛ أي: الصراط الذي نَصَبَهُ الله لعبادِهِ وأخبرهم أنَّه موصلٌ إليه وإلى دار كرامتِهِ. {ألا إلى الله تصيرُ الأمورُ}؛ أي: ترجِعُ جميع أمورِ الخير والشرِّ، فيجازي كلاًّ بعملِهِ ؛ إنْ خيراً فخيرٌ وإن شرًّا فشرٌّ.
53.
“Göklerde ve yerde ne varsa hepsinin yegane sahibi olan Allah’ın yolunu.” Bu yolu kullarına açan O’dur. Bu yolun, kendisine lütuf ve ihsan yurdu olan cennetine ulaştıracağını onlara O haber vermiştir.
“Haberiniz olsun ki bütün işler, Allah’a döner.” Hayrı ile şerri ile bütün işler O’na döner ve O,
herkese amelinin karşılığını verir: Hayır ise hayır, şer ise şer.
Şûrâ Sûresi’nin tefsiri burada sona ermektedir.
Kolaylaştırması dolayısıyla başta da sonda da gizli ve açık hamd, yalnız Allah’a mahsustur.
***