(Mekke’de inmiştir. 54 âyettir)
{حم (1) تَنْزِيلٌ مِنَ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ (2) كِتَابٌ فُصِّلَتْ آيَاتُهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ (3) بَشِيرًا وَنَذِيرًا فَأَعْرَضَ أَكْثَرُهُمْ فَهُمْ لَا يَسْمَعُونَ (4) وَقَالُوا قُلُوبُنَا فِي أَكِنَّةٍ مِمَّا تَدْعُونَا إِلَيْهِ وَفِي آذَانِنَا وَقْرٌ وَمِنْ بَيْنِنَا وَبَيْنِكَ حِجَابٌ فَاعْمَلْ إِنَّنَا عَامِلُونَ (5) قُلْ إِنَّمَا أَنَا بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يُوحَى إِلَيَّ أَنَّمَا إِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ فَاسْتَقِيمُوا إِلَيْهِ وَاسْتَغْفِرُوهُ وَوَيْلٌ لِلْمُشْرِكِينَ (6) الَّذِينَ لَا يُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَهُمْ بِالْآخِرَةِ هُمْ كَافِرُونَ (7) إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَهُمْ أَجْرٌ غَيْرُ مَمْنُونٍ (8)}.
1- Hâ, Mîm.
2-
(Bu Kitap) Rahmân ve Rahîm
(olan Allah) tarafından indirilmiştir.
3- O, bilen bir toplum için âyetleri gereği gibi açıklanmış bir kitap, Arapça bir Kur’ân’dır.
4- Müjdeleyici ve uyarıcı olarak
(indirilmiştir). Ama onların çoğu yüz çevirdiler. Bundan dolayı artık onlar işitmezler.
5-
Dediler ki: “Bizi davet ettiğin şeye karşı kalplerimiz örtüler içindedir. Kulaklarımızda bir ağırlık ve bizimle senin aranda da bir perde vardır. O nedenle sen yapacağını yap, şüphesiz biz de yapacağız.”
6-
De ki: “Ben ancak sizin gibi bir insanım. Ancak bana sizin ilâhınız ancak bir tek ilâh olduğu vahyediliyor. O halde O’na ulaştıran dosdoğru yola girin ve O’ndan mağfiret dileyin. Müşriklerin vay haline!”
7- Onlar, zekât vermezler/arınmazlar, üstelik âhireti de kesinlikle inkâr ederler.
8- İman edip salih ameller işleyenlere gelince onlar için kesintisiz bir mükafat vardır.
#
{2} يخبر تعالى عبادَه أنَّ هذا الكتاب الجليل والقرآن الجميل {تنزيلٌ}: صادر {من الرحمنِ الرحيم}: الذي وسعتْ رحمتُه كلَّ شيء، الذي من أعظم رحمته وأجلِّها إنزال هذا الكتاب، الذي حصل به من العلم والهدى والنور والشفاء والرحمة والخير الكثير ما هو من أجلِّ نعمِهِ على العباد، وهو الطريق للسعادة في الدارين.
2. Yüce Allah, bu şerefli Kitab’ın, bu güzel Kur’ân’ın, rahmeti her şeyi kuşatmış bulunan
“Rahmân ve Rahîm (olan Allah) tarafından indirilmiş” olduğunu kullarına haber vermektedir.
O’nun rahmetinin en büyük ve en üstün özelliklerinden birisi de bu Kitabı indirmesidir. Bu Kitap sayesinde ilim, hidâyet, aydınlık, şifa, rahmet ve pek çok hayırlar gerçekleşmiştir. Bunlar da Allah’ın kulları üzerindeki en üstün nimetlerindendir. Zira bu Kitap, dünya ve âhirette mutluluğa giden yolu gösterir.
#
{3} ثم أثنى على الكتاب بتمام البيان، فقال: {فُصِّلَتْ آياتُه}؛ أي: فُصِّلَ كلُّ شيء من أنواعه على حِدَتِهِ، وهذا يستلزمُ البيان التامَّ والتفريق بين كلِّ شيء وتمييز الحقائق، {قرآناً عربيًّا}؛ أي: باللغة الفصحى أكمل اللغات، فصلت آياتُهُ وجُعِلَ عربيًّا. {لقوم يَعْلَمونَ}؛ أي: لأجل أن يتبيَّنَ لهم معناه كما يتبيَّن لفظه، ويتَّضحَ لهم الهدى من الضلال والغيُّ من الرشاد، وأمَّا الجاهلون الذين لا يزيدُهم الهدى إلاَّ ضلالاً ولا البيانُ إلا عمىً؛ فهؤلاء لم يَسُقِ الكلامَ لأجلهم، و {سواء عليهم أأنذرتهم أم لم تنذِرْهم لا يؤمنون}.
3. Daha sonra Yüce Allah,
bu Kitabın açıklamalarının eksiksiz olduğunu belirterek O’nu övmekte ve ondan: “Âyetleri gereği gibi açıklanmış” diyerek söz etmektedir. Yani bu kitap her bir hususu gerekli sınırları çerçevesinde geniş geniş açıklamıştır. Bu da tam anlamı ile bir açıklamayı ve her şeyi birbirinden ayırt etmeyi, hakikatleri birbirine karışmayacak şekilde ortaya koymayı ifade eder.
Bu Kitap
“Arapça bir Kur’ân’dır” dillerin en mükemmeli olan, fasih Arap dili ile indirilmiş, âyetleri geniş geniş açıklanmış Arapça bir kitaptır.
“Bilen bir toplum için” yani lafzı açıklık kazandığı gibi, manası da böyle bir topluluk tarafından açıkça anlaşılsın, hidâyeti sapıklıktan, doğruluğu eğrilikten açıkça ayırt edebilsinler diye böyle indirilmiştir. Hidâyetin sapıklıklarını, açıklamanın da körlüklerini artırmaktan başka bir işe yaramadığı cahillere gelince bu Kitaptaki ifadeler onlar için değildir.
Çünkü: “Onları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir; iman etmezler.” (el-Bakara, 2/6)
#
{4} {بشيراً ونذيراً}؛ أي: بشيراً بالثواب العاجل والآجل، ونذيراً بالعقاب العاجل والآجل، وذكر تفصيلَهما، وذكر الأسبابَ والأوصاف التي تحصل بها البشارةُ والنذارةُ، وهذه الأوصاف للكتاب مما يوجب أن يُتَلَقَّى بالقَبول والإذعان والإيمان والعمل به، ولكن أعرض أكثر الخلق عنه إعراض المستكبرين، {فهم لا يسمعون}: له سماع قبول وإجابةٍ، وإن كانوا قد سمِعوه سماعاً تقوُم عليهم به الحجَّة الشرعيَّة.
4.
“Müjdeleyici ve uyarıcı olarak (indirilmiştir).” Bu Kitap, dünya ve âhiretteki mükâfatları müjdeler, dünya ve âhiretteki cezalara karşı da uyarır. Bunların genişçe açıklamalarını zikrettiği gibi müjdeleme ve uyarmanın kendisiyle gerçekleşeceği sebep ve vasıfları da zikretmiştir.
İşte bunlar, bu Kitab’ın sıfatlarıdır. Bundan dolayı bu Kitab’ın kabul ve itaat ile, iman ile ve gereğince amel ile karşılanması, kabul edilmesi gerekir. Ancak insanların pek çoğu, kibirlilerin tavrı ile bu Kitaptan yüz çevirmişlerdir.
“Bundan dolayı artık onlar işitmezler.” onu kabul etmez ve çağrısına uymazlar. Her ne kadar onlar dinen aleyhlerinde delilin ortaya konmasını sağlayacak şekilde
(lafzını kulakları ile) işitmiş olsalar da onu kabul etmezler.
#
{5} {وقالوا}؛ أي: هؤلاء المعرضون عنه مبيِّنين عدم انتفاعهم به بسدِّ الأبواب الموصلة إليه: {قلوبُنا في أكِنَّةٍ}؛ أي: أغطية مغشَّاة، {مما تَدْعونا إليه وفي آذاننا وقرٌ}؛ أي: صمم فلا نسمع لك {ومن بيننا وبينِك حجابٌ}: فلا نراك؛ القصدُ من ذلك أنَّهم أظهروا الإعراض عنه من كلِّ وجه، وأظهروا بُغْضَه والرِّضا بما هم عليه، ولهذا قالوا: {فاعْمَلْ إنَّنا عاملون}؛ أي: كما رضيت بالعمل بدينك؛ فإنَّنا راضون كلَّ الرضا بالعمل في ديننا، وهذا من أعظم الخذلان؛ حيث رضوا بالضَّلال عن الهدى، واستبدلوا الكفرَ بالإيمان، وباعوا الآخرةَ بالدنيا.
5. Bu Kitap’tan yüz çeviren kimseler, o Kitab’a ulaşmayı sağlayan kapıları yüzlerine kapatmak sureti ile ondan yararlanmadıklarını açıklayarak
“dediler ki: Bizi davet ettiğin şeye karşı kalplerimiz örtüler içindedir. Kulaklarımızda bir ağırlık” sağırlık vardır, bundan dolayı seni işitmiyoruz.
“Bizimle senin aranda da bir perde vardır” seni görmüyoruz.
Bundan maksat şudur: Onlar, her bakımdan bu Kitaptan yüz çevirdiklerini açıkça ortaya koydular. Bu Kitaba nefret duyduklarını, izlemekte oldukları yoldan da hoşnut olduklarını açıkladılar.
Bundan dolayı da: “O nedenle sen yapacağını yap, şüphesiz biz de yapacağız, dediler.” Sen dinin gereğince amel etmeye razı olduğun gibi, biz de kendi dinimiz gereği amel etmeye bütünü ile razıyız.
Bu, ilâhî yardımdan mahrum kalmanın en ağır şekillerindendir. Çünkü sapıklığı hidâyete tercih ettiler, küfrü iman ile değiştirdiler ve âhiretlerini verip dünyayı satın aldılar.
#
{6 ـ 7} {قل}: لهم يا أيُّها النبيُّ: {إنَّما أنا بشرٌ مثلُكُم يوحى إليَّ}؛ أي: هذه صفتي ووظيفتي: أني بشرٌ مثلكم، ليس بيدي من الأمر شيء، ولا عندي ما تستعجِلون به، وإنَّما فضَّلني الله عليكم وميَّزني وخصَّني بالوحي الذي أوحاه إليَّ وأمرني باتِّباعه ودعوتِكُم إليه. {فاستَقيموا إليه}؛ أي: اسلكوا الصراط الموصل إلى الله تعالى بتصديقِ الخبر الذي أخبر به واتِّباع الأمر واجتناب النهي، هذا حقيقة الاستقامة، ثم الدوام على ذلك، وفي قوله: {إليه}: تنبيهٌ على الإخلاص، وأنَّ العامل ينبغي له أن يَجْعَلَ مقصودَه وغايتَه التي يعمل لأجلها الوصولَ إلى الله وإلى دار كرامتِهِ؛ فبذلك يكون عملُه خالصاً صالحاً نافعاً، وبفواتِهِ يكون عملُه باطلاً.
ولمَّا كان العبدُ ولو حَرَصَ على الاستقامةِ لا بدَّ أن يحصلَ منه خللٌ بتقصير بمأمور أو ارتكاب منهيٍّ؛ أمره بدواء ذلك بالاستغفار المتضمِّن للتوبة، فقال: {واستغفِروه}، ثم توعَّد من ترك الاستقامة فقال: {وويلٌ للمشركينَ. الذين لا يُؤتونَ الزَّكاةَ}؛ أي: الذين عَبَدوا من دونِهِ مَنْ لا يملك نفعاً ولا ضرًّا ولا موتاً ولا حياةً ولا نشوراً، ودسُّوا أنفسهم فلم يزكُّوها بتوحيد ربِّهم والإخلاص له، ولم يُصَلُّوا ولا زَكَّوْا؛ فلا إخلاص للخالق بالتوحيد والصلاةِ، ولا نفع للخلق بالزَّكاة وغيرها. {وهم بالآخرةِ هم كافرونَ}؛ أي: لا يؤمنون بالبعث ولا بالجنة والنار؛ فلذلك لما زال الخوفُ من قلوبهم؛ أقدموا على ما أقدموا عليه مما يضرُّهم في الآخرة.
6. Ey Peygamber!
“de ki: Ben ancak sizin gibi bir insanım. Ancak bana sizin ilâhınız ancak bir tek ilâh olduğu vahyediliyor.” Yani benim vasfım ve görevim işte budur. Ben sizin gibi bir insanım, benim elimde hiçbir yetki yoktur ve sizin acele gelmesini istediğiniz şey, benim yanımda değildir. Allah’ın beni size üstün kıldığı, ayrıcalık verdiği ve bana özellikle ihsan ettiği şey ise bana verdiği bu vahiydir. Bana ona uymamı ve sizi de ona davet etmemi emretmiştir.
“O halde O’na ulaştıran dosdoğru yola girin.” Benim verdiğim haberleri tasdik etmek, emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmak sureti ile Yüce Allah’a ulaştıran yolu izleyin. İşte istikametin
(dosdoğru yol üzere olmanın) gerçek manası budur. Sonra da bunun üzerinde ısrarla devam edin.
Yüce Allah’ın: “O’na” buyruğunda, ihlâsa dikkat çekilmektedir. Yani amelde bulunan kimse, amelini yaparken maksadı ve gayesi, Yüce Allah'ın rızası, O’nun lütuf ve ihsan yurduna ulaşmak olmalıdır. Böylelikle onun ameli ihlaslı, geçerli ve faydalı olur. Bu olmadığı takdirde ise onun ameli batıldır, boşunadır.
Kul, her ne kadar dosdoğru yolda ilerlemeye gayret gösterse bile bazı hallerde verilen bir emri kusurlu işlemek yahut bir yasağı işlemek gibi bu yolda tökezlemesi kaçınılmaz olduğundan dolayı Yüce Allah, bunun da ilacını kullara göstermekte ve tevbeyi de kapsayan istiğfarı emrederek şöyle buyurmaktadır: “Ve O’ndan mağfiret dileyin.”
Daha sonra da istikameti terk edenleri tehdit ederek de şöyle buyurmaktadır: Herhangi bir fayda sağlayamayan, zarar veremeyen, öldüremeyen, hayat veremeyen, öldükten sonra da diriltemeyen Allah’tan başka varlıklara ibadet eden
“müşriklerin vay haline!”
7.
“Onlar zekât vermezler/arınmazlar...” Bunlar kendilerini günah kirlerine gömerler, Rablerini tevhid etmek ve O’na ihlâs ile yönelmek sureti ile temizlenip arınmazlar. Namaz kılmazlar, zekât da vermezler. Onlar tevhid ve namaz sayesinde Yaratıcıya ihlâsla yönelmedikleri gibi zekât ve benzeri amellerle de Allah’ın yarattıklarına faydalı olmazlar.
“üstelik âhireti de kesinlikle inkâr ederler.” Öldükten sonra dirilişe de cennete ve cehenneme de iman etmezler. Bundan dolayı kalplerinden korku gitti mi hemen âhirette kendilerine zararlı olacak şeyleri işlemeye kalkışırlar.
#
{8} ولما ذَكَرَ الكافرين؛ ذَكَرَ المؤمنين ووَصْفَهم وجزاءهم، فقال: {إن الذين آمنوا}: بهذا الكتاب وما اشتمل عليه ممَّا دعا إليه من الإيمان وصدَّقوا إيمانَهم بالأعمال الصالحة الجامعة للإخلاص والمتابعة، {لهم أجرٌ}؛ أي: عظيم {غيرُ ممنونٍ}؛ أي: غير مقطوع ولا نافذٍ، بل هو مستمرٌّ مدى الأوقات، متزايدٌ على الساعات، مشتملٌ على جميع اللذَّات والمشتَهَيات.
8. Yüce Allah, kâfirleri söz konusu ettikten sonra mü’minleri,
onların niteliklerini ve mükâfatlarını söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
Bu Kitab’a ve bu Kitab’ın içerdiği inanılması gereken şeylere
“iman edip salih ameller işleyenlere” imanlarının samimiyetini ihlâs ve peygambere tâbi olma vasıflarına sahip olan salih amellerle ortaya koyanlara
“gelince onlar için kesintisiz” ve büyük
“bir mükafat vardır.” Bu mükafat bitip tükenmez. Ardı arkası kesilmez. Devam edip gider, her an artıp durur, bütün lezzet ve arzuları ihtiva eder.
{قُلْ أَئِنَّكُمْ لَتَكْفُرُونَ بِالَّذِي خَلَقَ الْأَرْضَ فِي يَوْمَيْنِ وَتَجْعَلُونَ لَهُ أَنْدَادًا ذَلِكَ رَبُّ الْعَالَمِينَ (9) وَجَعَلَ فِيهَا رَوَاسِيَ مِنْ فَوْقِهَا وَبَارَكَ فِيهَا وَقَدَّرَ فِيهَا أَقْوَاتَهَا فِي أَرْبَعَةِ أَيَّامٍ سَوَاءً لِلسَّائِلِينَ (10) ثُمَّ اسْتَوَى إِلَى السَّمَاءِ وَهِيَ دُخَانٌ فَقَالَ لَهَا وَلِلْأَرْضِ ائْتِيَا طَوْعًا أَوْ كَرْهًا قَالَتَا أَتَيْنَا طَائِعِينَ (11) فَقَضَاهُنَّ سَبْعَ سَمَاوَاتٍ فِي يَوْمَيْنِ وَأَوْحَى فِي كُلِّ سَمَاءٍ أَمْرَهَا وَزَيَّنَّا السَّمَاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ وَحِفْظًا ذَلِكَ تَقْدِيرُ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ (12)}.
9-
De ki: “Siz yeryüzünü iki günde yaratan Allah’ı(n tek hak ilah olduğunu) inkâr ediyor ve O’na ortaklar mı koşuyorsunuz? Halbuki O, âlemlerin Rabbidir.
10- O, yeryüzünün üstünde sabit dağlar yarattı, orayı bereketli kıldı ve orada onun (sakinlerinin) gıdalarını takdir etti. (Bütün bunları da buna dair) soru soranlar için eşit olan (diğer iki günle birlikte toplam) dört günde yaptı.
11- Sonra duman halinde bulunan göğe yöneldi de ona ve yere: “İsteyerek veya istemeyerek (de olsa) gelin” buyurdu.
İkisi de: “İsteyerek geldik” dediler.
12- Böylece göğün yaratılışını iki günde yedi gök halinde tamamladı ve her bir göğe ona ait vazifeyi vahyetti. Dünya göğünü de kandillerle/yıldızlarla süsledik ve koruma altına aldık. İşte bu, Aziz ve Alim olanın takdiridir.
#
{9 ـ 10} ينكرُ تعالى ويَعَجّب من كفر الكافرين به، الذين جعلوا معه أنداداً، يُشْرِكونهم معه، ويبذُلون لهم ما يشاؤون من عباداتهم، ويسوُّونهم بالربِّ العظيم الملك الكريم، الذي خلق الأرض الكثيفة العظيمة في يومين، ثم دحاها في يومين؛ بأن جعل فيها رواسيَ من فوقها تُرْسيها عن الزوال والتزلزل وعدم الاستقرارِ؛ فكمَّل خلقها ودحاها وأخرج أقواتها وتوابعَ ذلك {في أربعةِ أيام سواءً للسائلين}: عن ذلك؛ فلا ينبِّئك مثلُ خبير؛ فهذا الخبر الصادق الذي لا زيادة فيه ولا نقص.
9-10. Yüce Allah, kendisine ortaklar ve eşler koşan kâfirlerin küfre sapmalarının hayret edilecek bir şey olduğunu ve reddedilmesi gerektiğini bildirmektedir. Onlar, putlara taparlarken ibadetlerinden dilediklerini putlarına yöneltmekte, onları yüce, kerim ve mutlak egemen oaln âlemlerin Rabbi ile eşit tutmaktadırlar. O Rab ki, kesif ve pek büyük olan yeryüzünü iki günde yaratmış, daha sonra da onun üstünde bu yeri sarsıntılardan, yok olmaktan ve istikrarsızlıktan koruyan sağlam kazıklar yerleştirmek sureti ile iki günde orayı hazırlayıp donatmıştır.
Böylelikle Yüce Allah, yeryüzünü yaratmayı, imkânlar ile donatmayı, oradaki rızık kaynaklarını takdir etmeyi ve buna bağlı diğer şeyleri yaratmayı buna dair
“soru soranlar için eşit olan dört günde” gerçekleştirmiştir.
Her şeyden haberdar olan Allah gibi hiç kimse sana haber veremez. İşte fazlalığı ve eksikliği söz konusu olmayan dosdoğru haber budur.
#
{11} {ثم}: بعد أن خَلَقَ الأرض {استوى}؛ أي: قصد {إلى}: خلق {السماء وهي دخانٌ}: قد ثار على وجه الماء، {فقال لها}: ولمَّا كان هذا التخصيصُ يوهِمُ الاختصاص؛ عَطَفَ عليه بقوله: {وللأرض ائْتِيا طوعاً أو كَرْهاً}؛ أي: انقادا لأمري طائعتين أو مُكْرَهَتَيْن؛ فلا بدَّ من نفوذه، {قالتا أتَيْنا طائعينَ}؛ أي: ليس لنا إرادةٌ تخالف إرادتك.
11. Yeri yaratmasından
“sonra” su üzerinde yükselmiş “duman halinde bulunan göğe” semâyı yaratmaya
“yöneldi de ona” bu ifade,
emrin özellikle göğe verildiği vehmini uyandırabileceğinden buna yeri de atfetmiştir: “ve yere: İsteyerek veya istemeyerek (de olsa) gelin” yani ister gönüllü, ister gönülsüz olarak Benim emrime uyun. Zira emrimin gerçekleşmesi kaçınılmaz bir şeydir,
“buyurdu. İkisi de: İsteyerek geldik, dediler.” Yani bizim Senin iradene muhalif bir irademiz olamaz.
#
{12} {فقضاهنَّ سبعَ سمواتٍ في يومين}: فتمَّ خلقُ السماواتِ والأرض في ستة أيام؛ أولها يوم الأحد، وآخرها يوم الجمعة، مع أنَّ قدرةَ الله ومشيئتَه صالحةٌ لخلق الجميع في لحظة واحدة، ولكن مع أنَّه قدير؛ فهو حكيمٌ رفيقٌ؛ فمن حكمته ورفقه أن جعل خَلْقَها في هذه المدة المقدرة. واعلم أنَّ ظاهر هذه الآية مع قوله تعالى في النازعات لما ذَكَرَ خَلْقَ السماواتِ؛ قال: {والأرضَ بعد ذلك دحاها}: يَظْهَرُ منهما التعارضُ! مع أنَّ كتاب الله لا تعارض فيه ولا اختلاف! والجواب عن ذلك ما قاله كثير من السلف: أنَّ خلقَ الأرض وصورتَها متقدِّم على خلق السماواتِ كما هنا. ودَحْيُ الأرض بأن {أخرجَ منها ماءها ومَرْعاها. والجبالَ أرساها}: متأخِّرٌ على خلقِ السماوات؛ كما في سورة النازعات، ولهذا قال [فيها]: {والأرضَ بعد ذلك دَحاها. أخْرَجَ منها ... } إلى آخره، ولم يقلْ: والأرضَ بعد ذلك خَلَقها. وقوله: {وأوحى في كلِّ سماءٍ أمرَها}؛ أي: الأمر والتدبير اللائقَ بها، التي اقتضتْه حكمةُ أحكم الحاكمين، {وزيَّنَّا السماء الدُّنيا بمصابيحَ}: هي النجوم؛ يُستنار بها ويُهتدى، وتكون زينةً وجمالاً للسماء ظاهراً وجمالاً لها باطناً بجعلها رجوماً للشياطين؛ لئلاَّ يسترق السمعَ فيها. {ذلك}: المذكور من الأرض وما فيها والسماء وما فيها {تقديرُ العزيز العليم}: الذي عزَّتُه قَهَرَ بها الأشياء ودبَّرها وخَلَق بها المخلوقات. {العليم} الذي أحاط علمُهُ بالمخلوقات والغائب والشاهد.
فترك المشركين الإخلاصَ لهذا الربِّ العظيم الواحد القهَّار، الذي انقادتِ المخلوقاتُ لأمره، ونفذَ فيها قدرُه من أعجب الأشياء، واتِّخاذهم له أنداداً يسوُّونهم به وهم ناقصون في أوصافهم وأفعالهم أعجب وأعجب، ولا دواء لهؤلاء إن استمرَّ إعراضُهم إلاَّ العقوبات الدنيويَّة والأخرويَّة؛ فلهذا خوَّفهم بقوله:
12. Böylelikle göklerin ve yerin yaratılışı altı günde tamamlanmıştır. Bunların ilki pazar, sonuncusu cuma günüdür. Yüce Allah’ın kudret ve meşîeti, bütün bunları bir anda yaratmaya yeterlidir, ancak O her şeye kadir olmakla birlikte aynı zamanda Hakîmdir ve Refîkdir. O’nun hikmetinin ve rıfkının
(aceleci olmamasının) bir tecellisi de bunları belirtilen bu süre içerisinde yaratmış olmasıdır.
Şunu da belirtelim ki, bu âyet-i kerimenin zahiri ile Yüce Allah’ın Nâzîat Sûresi’ndeki bu konuya dair buyruklarının birbirleri ile zahiren çeliştiği görülmektedir. Halbuki Allah’ın Kitabında herhangi bir çelişki ve herhangi bir tutarsızlık yoktur.
Naziat Sûresi’nde bu buyrukla çelişir gibi görünen ifade şöyledir: “Bundan (gökten) sonra da yeri yayıp döşedi.” (en-Nâziât, 79/30)
Bunun cevabı,
selefin pek çoğunun da belirttiği üzere şöyledir: Yerin yaratılıp şekillendirilmesi, burada belirtildiği gibi, göklerin yaratılmasından öncedir.
Ama: “Ondan suyunu ve merasını çıkardı, dağları da sapasağlam dikti” (en-Nâziat, 79/31-32) ayetlerinde belirtildiği üzere varlıklarla hazırlanıp döşenmesi ise -Nâziât Sûresi
(30. ayette) yer alan buyrukta da görüldüğü gibi- göklerin yaratılmasıdan sonradır.
İşte bundan dolayı Yüce Allah orada: “Bundan (gökten) sonra da yeri yayıp döşedi. Ondan suyunu ve merasını çıkardı...” buyurmuş
“Ondan sonra da yeri yarattı” buyurmamıştır.
“Her bir göğe ona ait vazifeyi vahyetti” yani her bir göğe hakimler hakiminin hikmetinin gerektirdiği şekilde, o göğe layık olan görev ve idareyi vahyetti, demektir.
“Dünya göğünü de kandillerle” yıldızlarla
“süsledik.” Bu yıldızlarla aydınlanılır, yol bulunur. Bunlar zahiren semanın süsü ve güzelliğidir. Batında ise orayı bunlarla “koruma altına aldık.” Şeytanlar, semâdan kulak hırsızlığı yaparak bir şeyler işitmesinler diye o yıldızlarla taşlanırlar.
“İşte bu” yer, yerdekiler, semâ ve oradakiler ile ilgili anlatılanlar “Aziz ve Alim olanın takdiridir” O, izzeti ile her şeyi gücünün hakimiyeti altına almıştır, onları belli bir düzen içerisinde idare etmektedir ve yine bu izzeti ile bütün mahlukatı yaratmıştır. İlmi ile de görünen ve görünmeyen bütün yaratıkları kuşatmıştır. O halde müşriklerin bu yüce Rabbe, bu tek ve Kahhâr olan, bütün mahlukatın emrine itaat ettiği, hepsinde kudretinin geçerli olduğu bu büyük Rabbe ihlâsla ibadeti terk etmeleri, çok şaşılacak bir iştir. Onların birtakım putları O’na ortak koşup O’nunla eşit görmeleri ise çok daha hayret verici bir iştir. Çünkü bunlar, hem vasıfları hem de fiilleriyle eksik ve aciz varlıklardır. Eğer bunlar, bu şekilde yüz çevirmelerini sürdürecek olurlarsa, onlar için dünyevî ve uhrevî cezalara çarptırılmaktan başka bir çare yoktur. Bundan dolayı Allah,
onları şu buyrukları ile korkutmaktadır:
{فَإِنْ أَعْرَضُوا فَقُلْ أَنْذَرْتُكُمْ صَاعِقَةً مِثْلَ صَاعِقَةِ عَادٍ وَثَمُودَ (13) إِذْ جَاءَتْهُمُ الرُّسُلُ مِنْ بَيْنِ أَيْدِيهِمْ وَمِنْ خَلْفِهِمْ أَلَّا تَعْبُدُوا إِلَّا اللَّهَ قَالُوا لَوْ شَاءَ رَبُّنَا لَأَنْزَلَ مَلَائِكَةً فَإِنَّا بِمَا أُرْسِلْتُمْ بِهِ كَافِرُونَ (14)}.
13-
Eğer yüz çevirirlerse de ki: “Ben Âd ve Semûd’un başına gelen azabın benzeri bir azapla sizi uyarıyorum.”
14-
Zira onlara da önlerinden ve arkalarından peygamberler gelip: “Allah’tan başkasına ibadet etmeyin” dediklerinde onlar da:
“Eğer Rabbimiz dileseydi elbette melekleri indirirdi. O nedenle biz, sizinle gönderilenleri kesinlikle inkar ediyoruz” demişlerdi.
#
{13 ـ 14} أي: فإن أعرض هؤلاء المكذِّبون بعدما بُيِّنَ لهم من أوصافِ القرآن الحميدة ومن صفات الإله العظيم، {فقل أنذرتُكم صاعقةً}؛ أي: عذاباً يستأصِلكم ويجتاحُكم، {مثل صاعقة عادٍ وثمودَ}: القبيلتين المعروفتين؛ حيث اجتاحهم العذابُ، وحلَّ عليهم وَبيل العقاب، وذلك بظلمهم وكفرهم؛ حيث {جاءتهم الرسل من بين أيديهم ومن خلفهم}؛ أي: يَتْبَع بعضهم بعضاً متوالين، ودعوتُهم جميعاً واحدة: {أن لا تَعْبُدوا إلاَّ الله}؛ أي: يأمرون بالإخلاص لله، ويَنْهَوْنَهم عن الشرك به، فردُّوا رسالتهم وكذَّبوهم، و {قالوا لو شاء ربُّنا لأنزل ملائكةً}؛ أي: وأما أنتم؛ فبشرٌ مثلنا، {فإنَّا بما أرْسِلْتم به كافرون}: وهذه الشبهة لم تزل متوارثةً بين المكذِّبين بالأمم، وهي من أوهى الشُّبه؛ فإنَّه ليس من شرط الإرسال أن يكون المرسل ملكاً، وإنَّما شرط الرسالة أن يأتي الرسول بما يدلُّ على صدقه، فليقدحوا إن استطاعوا بصدقِهم بقادح عقليٍّ أو شرعيٍّ، ولن يستطيعوا إلى ذلك سبيلاً.
13. Yani Kur’ân’ın övülmeye değer bunca vasıfları, o yüce ve mutlak ilâhın sıfatları kendilerine açıkça bildirildikten sonra bu inkarcılar yine de yüz çevirecek olurlarsa
“de ki: Ben” bilinen iki kabile olan
“Âd ve Semûd’un başına gelen azabın benzeri bir azapla sizi uyarıyorum.” Ki o azap gelince sizi kökten imha eder. Nitekim onlaırn başına gelen azaplar da onların kökten helak etmiş olan feci azaplardı. Bu azapların sebebi ise onların zulüm ve küfürleri idi.
14.
“Zira onlara da önlerinden ve arkalarından” biri diğerinin ardından, peşpeşe
“peygamberler gelip” hepsi de aynı daveti tekrarlayarak:
“Allah’tan başkasına ibadet etmeyin, dediklerinde” yani Yüce Allah’a ihlâsı emrederek şirk koşmayı onlara yasakladıklarında
“onlar” onların risaletlerini reddedip o peygamberleri yalanladılar ve: “Eğer Rabbimiz dileseydi elbette melekleri indirirdi” sizler ise ancak bizim gibi insansınız.
“O nedenle biz, sizinle gönderilenleri kesinlikle inkar ediyoruz, demişlerdi.”
Bu bir şüphe, inkarcı ümmetler arasında miras gibi sürekli olarak aktarılagelmiştir. Ancak bu, şüphelerin en tutarsızıdır. Çünkü peygamber olarak gönderilen zatın melek olması, risaletin bir şartı değildir. Aksine risaletin şartı, rasûl olarak gönderilenin doğruluna delil teşkil edecek şeyleri getirmesinden ibarettir. Haydi eğer güçleri yetiyorsa, aklî veya dinî bir gerekçe göstererek onların doğruluklarında bir kusur bulsunlar. Asla böyle bir şeye güç yetiremeyeceklerdir.
{فَأَمَّا عَادٌ فَاسْتَكْبَرُوا فِي الْأَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَقَالُوا مَنْ أَشَدُّ مِنَّا قُوَّةً أَوَلَمْ يَرَوْا أَنَّ اللَّهَ الَّذِي خَلَقَهُمْ هُوَ أَشَدُّ مِنْهُمْ قُوَّةً وَكَانُوا بِآيَاتِنَا يَجْحَدُونَ (15) فَأَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِيحًا صَرْصَرًا فِي أَيَّامٍ نَحِسَاتٍ لِنُذِيقَهُمْ عَذَابَ الْخِزْيِ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَلَعَذَابُ الْآخِرَةِ أَخْزَى وَهُمْ لَا يُنْصَرُونَ (16)}.
15- Âd kavmine gelince onlar,
yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve: “Bizden daha güçlü kim var?” dediler. Kendilerini yaratan Allah’ın, onlardan daha güçlü olduğunu görmediler mi? Onlar, âyetlerimizi de inkâr ediyorlardı.
16- Biz de üzerlerine
(onlar için) uğursuz olan günlerde
(uğultusu ve soğuğu) şiddetli bir kasırga gönderdik de böylece dünya hayatında onlara rezil edici azabı tattırdık. Âhiret azabı ise elbet daha rezil edicidir. Hem onlara
(orada) yardım da edilmez.
Buradan sonra iki inkarcı ümmet olan Âd ve Semûd kıssaları ile ilgili tafsilatlı açıklamalarda bulunulmaktadır:
#
{15} فأمَّا عادٌ؛ فكانوا مع كفرهم بالله وجحدهم بآيات الله وكفرهم برسله مستكبرين {في الأرض} قاهرين لمن حولَهم من العباد ظالمين لهم قد أعجبتهم قُوَّتُهم، {وقالوا مَنْ أشدُّ منا قُوَّةً}: قال تعالى ردًّا عليهم بما يعرفه كلُّ أحدٍ: {أولم يَرَوا أنَّ الله الذي خلقهم هو أشدُّ منهم قوةً}: فلولا خلقُه إيَّاهم؛ لم يوجدوا؛ فلو نظروا إلى هذه الحال نظراً صحيحاً؛ لم يغترُّوا بقوَّتِهم.
15.
“Âd kavmine gelince onlar” Allah’ı inkâr etmek, O’nun âyetlerini/muczielerini bile bile reddederek peygamberlerine inanmamakla birlikte yeryüzünde büyüklük taslıyorlardı. Çevrelerinde bulunan insanları hakimiyetleri altına alıyor ve onlara zulmediyorlardı. Dahası sahip oldukları güç dolayısı ile gurura kapıldılar ve
“Bizden daha güçlü kim var?, dediler.” Yüce Allah,
herkesin bildiği bir gerçeği dile getirerek onların bu sorularını reddederek şöyle buyurmaktadır:
“Kendilerini yaratan Allah’ın, onlardan daha güçlü olduğunu görmediler mi?” O, kendilerini yaratmamış olsaydı var olamazlardı. Eğer bu duruma sağlıklı bir şekilde bakıp düşünecek olsalardı, güçleri dolayısı ile gurura kapılmazlardı.
Yüce Allah da kendisi sebebi ile gurura kapıldıkları güçlerine uygun bir ceza ile onları şöyle cezalandırdı:
#
{16} فعاقبهم الله عقوبةً تناسب قوَّتهم التي اغترُّوا بها، {فأرسلنا عليهم ريحاً صرصراً}؛ أي: ريحاً عظيمةً من قوتها وشدَّتها، لها صوتٌ مزعجٌ كالرعد القاصف، فسخَّرها الله {عليهم سبعَ ليالٍ وثمانيةَ أيَّام حسوماً فترى القومَ فيها صرعى كأنَّهم أعجازُ نخل خاويةٍ}، {نحسات}: فدمَّرتهم وأهلكتهم فأصبحوا لا يُرى إلاَّ مساكنُهم، وقال هنا: {لنذيقَهم عذابَ الخِزْي في الحياة الدُّنيا}: الذي اختزوا به وافتُضِحوا بين الخليقة، {ولَعذابُ الآخرة أخزى وهم لا يُنصَرونَ}؛ أي: لا يُمنعون من عذاب الله، ولا يَنْفَعون أنفسَهم.
16. Yani çok güçlü ve çok şiddetli, tıpkı gökgürültüsünü andıran dehşet verici bir sesi bulunan muazzam bir rüzgar gönderdik onlara.
Yüce Allah,
“O rüzgarı onlara yedi gece ve sekiz gün peşpeşe musallat etti. O kavmi, o süre içinde içleri boşalmış hurma kütükleri imişler gibi yere yıkılmış görürdün.” (el-Hâkka, 69/7) Bu rüzgar onları helak etti, köklerini kuruttu. Geriye meskenlerinden başka bir şey kalmadı.
“böylece dünya hayatında onlara rezil edici azabı tattırdık” Bu azap sebebiyle onlar, bütün insanlar arasında rezil rüsvay oldular.
“Âhiret azabı ise elbet daha rezil edicidir. Hem onlara (orada) yardım da edilmez.” Allah’ın azabına karşı kimse onları koruyamaz. Yine kendilerinin de kendilerine hiçbir faydası olmayacaktır.
{وَأَمَّا ثَمُودُ فَهَدَيْنَاهُمْ فَاسْتَحَبُّوا الْعَمَى عَلَى الْهُدَى فَأَخَذَتْهُمْ صَاعِقَةُ الْعَذَابِ الْهُونِ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ (17) وَنَجَّيْنَا الَّذِينَ آمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ (18)}.
17- Semûd kavmine gelince; Biz onları hidayete çağırdık. Ama onlar körlüğü hidâyete tercih ettiler. Sonunda kazandıkları sebebiyle alçaltıcı azabın yıldırımı
(ansızın) onları yakaladı.
18- İman eden ve takva sahibi olanları da kurtardık.
#
{17} {وأما ثمودُ}: وهم القبيلة المعروفة، الذين سكنوا الحجرَ وحواليه، الذين أرسل الله إليهم صالحاً عليه السلام يدعوهم إلى توحيدِ ربِّهم وينهاهم عن الشرك، وآتاهم الله الناقةَ آيةً عظيمةً لها شِربٌ ولهم شِربُ يوم معلوم، يشربون لبنَها يوماً ويشربون من الماء يوماً، وليسوا ينفقون عليها، بل تأكل من أرض الله، ولهذا قال هنا: {وأمَّا ثمودُ فهَدَيْناهم}؛ أي: هداية بيان، وإنما نصَّ عليهم، وإن كان جميع الأمم المهلكة قد قامتْ عليهم الحجَّةُ وحصل لهم البيانُ؛ لأن آية ثمودَ آيةٌ باهرةٌ قد رآها صغيرهم وكبيرهم وذكرهم وأنثاهم، وكانت آيةً مبصرةً، فلهذا خصَّهم بزيادة البيان والهدى، ولكنَّهم من ظلمهم وشرِّهم استحبُّوا {العمى} الذي هو الكفر والضلال {على الهدى} الذي هو العلم والإيمان، فأخذهم {العذاب} بما كانوا يكسِبون، لا ظُلماً من الله لهم.
17. Hicr ve çevresinde yerleşmiş bulunan ve meşhur bir kabile olan Semûd’a gelince; Yüce Allah, onlara tevhide davet etmek ve şirkten uzaklaşmalarını emretmek üzere Salih aleyhisselam’ı peygamber olarak göndermişti. Allah, onlara pek büyük bir âyet/mucize olmak üzere dişi deveyi vermişti. Bu devenin belli bir su içme günü olduğu gibi, onların da belli bir su içme günü vardı. Bir gün o dişi devenin sütünü içiyorlar, bir gün de su içiyorlardı. Bu deve için ayrıca bir masraf yapmıyorlardı. Zira o, Allah’ın arzında otluyordu.
Bundan dolayı Allah burada: “Semûd kavmine gelince; Biz onları hidayete çağırdık” yani onlara doğru yolu açıklayıp gösterdik, buyurmaktadır. Her ne kadar helâk edilmiş bütün ümmetlere karşı delil ortaya konulmuş ve onlar için gerekli açıklamalar yapılmış ise de özellikle Semud kavminin açıkça zikredilmesinin sebebi, Semud kavmine verilen bu âyetin/mucizenin göz kamaştırıcı oluşudur. Bunu küçükleri, büyükleri, erkekleri, kadınları hep gördü. Bu gözleri/basiretleri açan bir mucize idi. Bundan dolayı Yüce Allah, onlara yaptığı açıklama ve verdiği hidâyetin oldukça fazla olduğunu özellikle belirtmektedir.
Ancak onlar, zulümleri ve kötülükleri dolayısı ile küfür ve dalâlet demek olan körlüğü, ilim ve iman demek olan hidâyete tercih ettiler.
“Sonunda kazandıkları sebebiyle” yani Allah tarafından zulme uğratılmaları söz konusu olmaksızın
“alçaltıcı azabın yıldırımı (ansızın) onları yakaladı.”
#
{18} {ونجَّيْنا الذين آمنوا وكانوا يتَّقونَ}؛ أي: نجَّى الله صالحاً عليه السلام ومن اتَّبعه من المؤمنين المتَّقين للشرك والمعاصي.
18. Yani Allah, Salih aleyhisselam’ı ve ona uyup da şirk ve masiyetlerden sakınan mü’minleri kurtarmıştır.
{وَيَوْمَ يُحْشَرُ أَعْدَاءُ اللَّهِ إِلَى النَّارِ فَهُمْ يُوزَعُونَ (19) حَتَّى إِذَا مَا جَاءُوهَا شَهِدَ عَلَيْهِمْ سَمْعُهُمْ وَأَبْصَارُهُمْ وَجُلُودُهُمْ بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ (20) وَقَالُوا لِجُلُودِهِمْ لِمَ شَهِدْتُمْ عَلَيْنَا قَالُوا أَنْطَقَنَا اللَّهُ الَّذِي أَنْطَقَ كُلَّ شَيْءٍ وَهُوَ خَلَقَكُمْ أَوَّلَ مَرَّةٍ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ (21) وَمَا كُنْتُمْ تَسْتَتِرُونَ أَنْ يَشْهَدَ عَلَيْكُمْ سَمْعُكُمْ وَلَا أَبْصَارُكُمْ وَلَا جُلُودُكُمْ وَلَكِنْ ظَنَنْتُمْ أَنَّ اللَّهَ لَا يَعْلَمُ كَثِيرًا مِمَّا تَعْمَلُونَ (22) وَذَلِكُمْ ظَنُّكُمُ الَّذِي ظَنَنْتُمْ بِرَبِّكُمْ أَرْدَاكُمْ فَأَصْبَحْتُمْ مِنَ الْخَاسِرِينَ (23) فَإِنْ يَصْبِرُوا فَالنَّارُ مَثْوًى لَهُمْ وَإِنْ يَسْتَعْتِبُوا فَمَا هُمْ مِنَ الْمُعْتَبِينَ (24)}.
19- O gün Allah’ın düşmanları cehenneme sürülmek üzere bir araya toplanırlar da hep birlikte
(oraya) sevkedilirler.
20- Nihâyet oraya geldiklerinde kulakları, gözleri ve derileri işlemekte oldukları
(günahları bildirerek) onların aleyhinde şahitlik eder.
21-
Derilerine derler ki: “Niçin aleyhimizde şahitlik ettiniz?” Onlar da şöyle derler:
“Her şeyi konuşturan Allah bizi de konuşturdu. Sizi ilk defa yaratan O’dur. Şimdi de O’na döndürülüyorsunuz.”
22-
“Siz kulaklarınızın, gözlerinizin ve derilerinizin aleyhinizde şahitlik edeceğinden çekinmiyordunuz. Aksine Allah'ın, yapmakta olduklarınızın birçoğunu bilmediğini zannediyordunuz.”
23-
“İşte Rabbiniz hakkındaki bu zannınız, sizi helâk etti de hüsrana uğrayanlardan oldunuz.”
24- Şimdi sabredebilirlerse ateş onların barınağıdır.
(Dünyaya dönüp Rablerini) razı etmek isteyecek olurlarsa bu istekleri kabul edilmeyecektir.
#
{19} يخبر تعالى عن أعدائه الذين بارزوه بالكفر به وبآياتِهِ وتكذيب رسلِهِ ومعاداتهم ومحاربتهم وحالِهِم الشنيعةِ حين يُحشرونَ؛ أي: يجمعون {إلى النار فهم يُوزَعونَ}؛ أي: يردُّ أولهم على آخرهم، ويتبعُ آخرُهم أوَّلهم، ويساقون إليها سوقاً عنيفاً، لا يستطيعون امتناعاً ولا يَنصرون أنفسَهم ولا هم يُنصرون.
19. Yüce Allah; küfür, âyetlerini inkâr, peygamberlerini yalanlamak, onlara karşı düşmanlık etmek ve onlarla savaşmak sureti ile kendisine meydan okuyan düşmanlarını ve Kıyamet gününde bir araya getirilip toplanacakları vakitteki korkunç hallerini haber vermektedir.
“…cehenneme sürülmek üzere bir araya toplanırlar da hep birlikte (oraya) sevkedilirler” başlarıyla sondakileri bir araya getirilir, sonları ilklerine tâbi olur. Böylece cehenneme doğru şiddetle sürülürler. Karşı koyamazlar, kendi kendilerine yardımları olmayacağı gibi başkaları da onlara yardım edemeyecektir.
#
{20} {حتى إذا ما جاؤوها}؛ أي: حتى إذا وردوا على النار وأرادوا الإنكارَ أو أنكروا ما عملوه من المعاصي، {شَهِدَ عليهم سمعُهم وأبصارُهم وجلودُهم}: عمومٌ بعد خصوص، {بما كانوا يعملونَ}؛ أي: شهد عليهم كلُّ عضو من أعضائهم؛ فكل عضو يقول: أنا فعلتُ كذا وكذا يوم كذا وكذا، وخصَّ هذه الأعضاء الثلاثة؛ لأنَّ أكثر الذُّنوب إنما تقع بها أو بسببها.
20.
“Nihâyet oraya geldiklerinde” cehenneme getirildiklerinde ve işledikleri masiyetleri inkâr ettiklerinde yahut da inkâra kalkışacakları sırada
“kulakları, gözleri ve derileri işlemekte oldukları (günahları bildirerek) onların aleyhinde şahitlik eder.” Yani onların her bir organı, kendi aleyhlerine tanıklık edecektir. Her bir organ
“Ben filan günü şunu şunu yaptım” diyecektir.
Özellikle bu üç azanın söz konusu edilmesi ise günahların çoğunluğunun bunlarla yahut bunlar sebebi ile işlenmesindendir.
#
{21} فإذا شهدتْ عليهم، عاتبوها {وقالوا لجلودِهِم}: هذا دليلٌ على أنَّ الشهادة تقع من كلِّ عضو كما ذكرنا، {لم شهِدتُم علينا}: ونحن ندافعُ عنكنَّ؟ {قالوا أنطَقَنا اللهُ الذي أنطق كلَّ شيءٍ}: فليس في إمكاننا الامتناعُ عن الشهادة حين أنطقنا الذي لا يَستعصي أحد عن مشيئتِهِ ، {وهو خَلَقَكم أولَ مرةٍ}: فكما خلقكم بذواتكم وأجسامِكم؛ خلق أيضاً صفاتِكم، ومن ذلك الإنطاق. {وإليه تُرْجَعون}: في الآخرة، فيجزيكم بما عملتُم. ويُحتمل أنَّ المراد بذلك الاستدلال على البعثِ بالخَلْقِ الأول كما هو طريقة القرآن.
21. Organları, onların aleyhlerine şahitlik edince onları azarlarlar.
“Derilerine...” -bu, bu tanıklığın belirttiğimiz gibi her bir organ tarafından gerçekleşeceğine delildir- Biz sizleri savunurken
“niçin aleyhimize şahitlik ettiniz?” derler.
“Onlar da şöyle derler: Her şeyi konuşturan Allah bizi de konuşturdu.” Hiç kimsenin iradesine karşı koyamadığı o Zat, bizi konuşturduğu vakit şahitlik etmemek bizim için imkânsız bir şeydir.
“Sizi ilk defa yaratan O’dur.” Sizi şahıs olarak bedenlerinizle yaratan O olduğu gibi, sıfatlarınızı yaratan da O’dur. Bu sıfatlardan birisi de konuşmaktır.
“Şimdi de” âhirette “O’na döndürülüyorsunuz.” O da amellerinizin karşılığını size veriyor. Bu son ifadeyle ilk yaratılışın öldükten sonra dirilişe delil gösterilmesinin kastedilmiş olma ihtimali de vardır. Nitekim dirilişi ispat konusunda Kur’ân-ı Kerîm’in izlediği bir yol da budur.
#
{22} {وما كنتُم تستَتِرونَ أن يشهدَ عليكم سمعُكم ولا أبصارُكم ولا جلودُكم}؛ أي: وما كنتُم تختفون عن شهادة أعضائكم عليكم ولا تحاذِرون من ذلك. {ولكن ظننتُم}: بإقدامِكم على المعاصي {أنَّ الله لا يعلمُ كثيراً مما تعمَلونَ}: فلذلك صَدَرَ منكم ما صَدَرَ.
22.
“Siz kulaklarınızın, gözlerinizin ve derilerinizin aleyhinizde şahitlik edeceğinden çekinmiyordunuz.” Yani sizler azalarınızın, aleyhinize şahitlik edeceğinizden yana bir çekince duyup günahlardan sakınmıyordunuz.
“Aksine” sizler masiyetlere yönelmek sureti ile “Allah'ın, yapmakta olduklarınızın birçoğunu bilmediğini zannediyordunuz.” Zaten yaptıklarınızı da bunun için yaptınız.
#
{23} وهذا الظنُّ صار سبب هلاكهم وشقائهم، ولهذا قال: {وذلكم ظنُّكم الذي ظَنَنتُم بربِّكم}: الظنَّ السيِّئَ؛ حيث ظننتُم به ما لا يليقُ بجلاله، {أرداكم}؛ أي: أهلككم، {فأصبحتُم من الخاسرين}: لأنفسهم وأهليهم وأديانهم؛ بسبب الأعمال التي أوجَبَها لكم ظنُّكم القبيح بربِّكم. فحقَّتْ عليكم كلمةُ العقاب والشقاءِ، ووجب عليكم الخلودُ الدائم في العذاب، الذي لا يُفَتَّر عنهم ساعة.
23. Böyle bir zanna sahip olmaları, onların helâk ve bedbaht olmalarına sebep olmuştur.
Bundan dolayı şöyle buyurulmaktadır:
“İşte Rabbiniz hakkındaki bu” kötü
“zannınız sizi helâk etti” Çünkü siz, O’nun celâline yakışmayan zanlarda bulundunuz ve böylece
“hüsrana uğrayanlardan oldunuz.” Kendinizi, aile halkınızı ve doğru dine sahip olma imkânınızı kaybettiniz. Bunun nedeni ise Rabbiniz hakkındaki o çirkin zannınızın sebep olduğu amellerinizdir. O bakımdan hakkınızda azap ve bedbahtlık sözü hak olmuş, üzerinizden bir an dahi hafifletilmeyecek ebedi azapta kalışınız da vacip olmuştur.
#
{24} {فإن يَصْبِروا فالنارُ مثوىً لهم}: فلا جَلَدَ عليها ولا صبرَ، وكلُّ حالة قُدِّرَ إمكانُ الصبر عليها؛ فالنار لا يمكن الصبرُ عليها، وكيف الصبرُ على نار قد اشتدَّ حرُّها وزادت على نار الدنيا بسبعين ضعفاً وعظم غليانُ حميمها وزاد نَتَنُ صديدها وتضاعف بردُ زمهريرِها، وعظُمَتْ سلاسِلُها وأغلالها، وكَبُرَتْ مقامِعها، وغَلُظَ خُزَّانها، وزال ما في قلوبهم من رحمتهم، وختام ذلك سَخَطُ الجبار، وقوله لهم حين يدعونه ويستغيثون: {اخسؤوا فيها ولا تُكَلِّمونِ}. {وإن يَسْتَعْتِبوا}؛ أي: يطلبوا أن يزال عنهم العتبُ، فيرجعوا إلى الدنيا؛ ليستأنفوا العمل، {فما هم من المُعْتَبين}: لأنَّه ذهب وقته، وعُمِّروا ما يُعَمَّر فيه من تذكَّر، وجاءهم النذير، وانقطعت حجتهم، مع أنَّ استعتابهم كذبٌ منهم، فلو رُدُّوا؛ لَعادوا لما نُهوا عنه وإنَّهم لَكاذبون.
24.
“Şimdi sabredebilirlerse ateş onların barınağıdır.” Halbuki ona dayanıp katlanmak ne mümkün! Mevcut her bir hale sabredip katlanmak mümkündür ancak ateşe sabretme imkânı yoktur. Ateşe nasıl dayanılabilir ki? Üstelik o ateşin harareti dünyadaki ateşin hararetinden yetmiş kat daha fazladır. Ondaki kaynar suların kaynayışı çok dehşetli, oradaki irinlerin kokuları da çok iğrençtir. Soğuğu kat kat fazladır. Oradaki zincirler ve demir halkalar pek büyüktür. Kamçıları çok büyüktür. Oranın bekçileri çok sert ve haşindir. Kalplerinde cehennemliklere karşı hiçbir merhamet bulunmayacaktır.
Bütün bunlardan sonra bir Cebbar olan Allah’ın gazabı vardır. O,
kendisine dua edip imdat isteyecekleri vakit onlara şöyle diyecektir: “Yıkılın içerisine! Bana da bir daha bir şey söylemeyin” (el-Müminûn, 23/108)
“(Dünyaya dönüp Rablerini) razı etmek isteyecek olurlarsa” yani üzerlerinden bu azarın kaldırılmasını ve yeniden amelde bulunmak üzere dünyaya döndürülmeyi isteyecek olurlarsa
“bu istekleri kabul edilmeyecektir.”
Çünkü artık böyle bir şeyin vakti geçmiştir. Onlar, dünyada iken öğüt alacak kimsenin öğüt alabileceği kadar bir ömür yaşatıldılar. Hem onlara uyarıcı peygamberler de gelmişti. Artık ileri sürecekleri bir bahaneleri de kalmamıştır. Üstelik onların böyle bir istekte bulunmaları da yalandır.
Çünkü
“Eğer geri döndürülürlerse yine kendilerine yasaklanan şeylere geri dönerler. Çünkü onlar, şüphesiz yalancıdırlar.” (el-En’am, 6/28)
{وَقَيَّضْنَا لَهُمْ قُرَنَاءَ فَزَيَّنُوا لَهُمْ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَحَقَّ عَلَيْهِمُ الْقَوْلُ فِي أُمَمٍ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِمْ مِنَ الْجِنِّ وَالْإِنْسِ إِنَّهُمْ كَانُوا خَاسِرِينَ (25)}.
25- Biz, onlara
(kötü) birtakım arkadaşlar musallat ettik de o arkadaşları onlara önlerindeki
(ahirete) ve arkalarındaki
(dünyaya yönelik çirkin amellerini) süslü gösterdiler. Böylece onlardan önce gelip geçen cinlerden ve insanlardan oluşan
(kafir) ümmetler arasına dahil olarak onlar aleyhinde de
(azap) sözü hak oldu. Şüphesiz onlar kendilerini zarara sokmuşlardır.
#
{25} أي: {وقيَّضْنا}: لهؤلاء الظالمين الجاحدين للحقِّ {قرناءَ}: من الشياطين؛ كما قال تعالى: {ألم تَرَ أنَّا أرسَلْنا الشياطينَ على الكافرين تَؤُزُّهم أزًّا}؛ أي: تزعِجُهم إلى المعاصي، وتحثُّهم عليها، بسبب ما زيّنوا {لهم ما بين أيديهم وما خلفهم}: فالدنيا زخرفوها بأعينهم ودَعَوْهم إلى لذاتها وشهواتها المحرَّمة، حتى افْتَتَنوا فأقدَموا على معاصي الله وسَلَكوا ما شاؤوا من محاربة الله ورسوله، والآخرة بَعَّدوها عليهم وأنْسَوْهم ذِكْرَها، وربما أوقعوا عليهم الشُّبه بعدم وقوعها، فترحَّلَ خوفُها من قلوبهم، فقادوهم إلى الكفر والبدع والمعاصي. وهذا التسليطُ والتقييضُ من الله للمكذِّبين الشياطين بسبب إعراضِهم عن ذِكْرِ الله وآياته وجحودِهم الحقَّ؛ كما قال تعالى: {ومَنْ يَعْشُ عن ذِكْرِ الرحمن نُقَيِّضْ له شيطاناً فهو له قرينٌ. وإنَّهم لَيَصُدُّونَهم عن السبيل ويَحْسَبونَ أنَّهم مهتدونَ}. {وحقَّ عليهم القولُ}؛ أي: وجب عليهم ونزل القضاءُ والقدرُ بعذابهم {في} جملة {أمم قد خَلَتْ من قبلِهِم من الجنِّ والإنس إنَّهم كانوا خاسرين}: لأديانهم وآخرتهم، ومن خَسِرَ؛ فلا بدَّ أن يَذِلَّ ويشقى ويعذَّبَ.
25.
“Biz onlara” hakkı inkâr eden bu zalimlere şeytanlardan
“birtakım arkadaşlar musallat ettik.” Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Bilmez misin ki biz şeytanları kâfirler üzerine salarız da onları alabildiğine (isyana) teşvik ederler.” (Meryem, 19/83) Yani onları masiyetlere doğru harekete geçirir ve onları işlemeye teşvik ederler.
“o arkadaşları onlara önlerindeki (ahirete) ve arkalarındaki (dünyaya) yönelik amellerini süslü gösterdiler.” Dünyayı gözlerine güzel gösterdiler, onları dünyanın haram olan zevk ve şehvetlerine çağırdılar. Nihâyet onlar da dünyanın fitnesine kapıldılar, Allah’a isyana yönelerek şeytanların istediği şekilde Allah’a ve Rasûlü’ne savaş açtılar.
Ahirete gelince onların bu arkadaşları onlara âhiretin uzak olduğunu telkin ettiler, onlara onu unutturdular. Hatta kimi zaman âhiret diye bir şeyin olmayacağı konusunda kalplerine şüphe ve tereddütler saldılar. Böylelikle kalplerinden âhiret korkusu silinip gitti. O arkadaşları da onları küfre, bid’atlere ve masiyetlere doğru sürüklediler. Yüce Allah’ın inkarcılara bu şekilde şeytanları musallat etmesinin sebebi, onların Allah’ı anmaktan ve âyetlerinden yüz çevirmeleri, hakkı da bile bile inkâr etmeleridir. Nitekim Yüce Allah,
şöyle buyurmaktadır: “Kim Rahman’ın zikrini görmezlikten gelirse, Biz ona bir şeytanı musallat ederiz de o, onun arkadaşı olur. Muhakkak bunlar onları doğru yoldan alıkoyarlar da onlar kendilerinin hidâyette olduklarını sanırlar.” (ez-Zuhruf, 43/36-37)
“Böylece onlardan önce gelip geçen cinlerden ve insanlardan oluşan (kafir) ümmetler arasına dahil olarak onlar aleyhinde de (azap) sözü hak oldu.” Onların azap edileceklerine dair söz hak olmuş ve bir kaza ve kader olarak onların tepesine inmiştir.
“Şüphesiz onlar kendilerini zarara sokmuşlardır.” Dinlerini de âhiretlerini de kaybetmişlerdir. Bu şekilde zarar eden bir kimsenin ise zelil ve bedbaht olması, azaba uğraması kaçınılmaz bir şeydir.
{وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لَا تَسْمَعُوا لِهَذَا الْقُرْآنِ وَالْغَوْا فِيهِ لَعَلَّكُمْ تَغْلِبُونَ (26) فَلَنُذِيقَنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا عَذَابًا شَدِيدًا وَلَنَجْزِيَنَّهُمْ أَسْوَأَ الَّذِي كَانُوا يَعْمَلُونَ (27) ذَلِكَ جَزَاءُ أَعْدَاءِ اللَّهِ النَّارُ لَهُمْ فِيهَا دَارُ الْخُلْدِ جَزَاءً بِمَا كَانُوا بِآيَاتِنَا يَجْحَدُونَ (28) وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا رَبَّنَا أَرِنَا اللَّذَيْنِ أَضَلَّانَا مِنَ الْجِنِّ وَالْإِنْسِ نَجْعَلْهُمَا تَحْتَ أَقْدَامِنَا لِيَكُونَا مِنَ الْأَسْفَلِينَ (29)}.
26-
Kâfir olanlar dediler ki: “Şu Kur’ân’ı dinlemeyin ve o okunurken de gürültü çıkarın. Belki baskın çıkarsınız.”
27- Andolsun Biz kâfirlere şiddetli bir azap tattıracağız ve elbette onları yapmakta olduklarının en kötüsü ile cezalandıracağız.
28-
İşte Allah düşmanlarının cezası budur: Ateş! Orası, ayetlerimizi inkâr etmelerine karşılık bir ceza olarak onların ebedîyen kalacakları bir yurttur.
29- Kâfirler
(orada) şöyle diyecekler:
“Rabbimiz! Bizi saptıran cinleri ve insanları bize göster de onları ayaklarımızın altına alalım. Böylece en aşağılanmış kimseler olsunlar.”
#
{26} يخبر تعالى عن إعراض الكفار عن القرآن وتواصيهم بذلك، فقال: {وقال الذين كَفَروا لا تَسْمَعوا لهذا القرآن}؛ أي: أعرضوا عنه بأسماعكم، وإيَّاكم أن تلتفتوا أو تُصْغوا إليه وإلى مَنْ جاء به؛ فإن اتَّفق أنكم سمعتموه أو سمعتُم الدعوة إلى أحكامه، فالغَوْا فيه؛ أي: تكلَّموا بالكلام الذي لا فائدةَ فيه، بل فيه المضرَّة، ولا تمكِّنوا مع قدرتكم أحداً يملكُ عليكم الكلام به وتلاوةَ ألفاظه ومعانيه، هذا لسانُ حالهم ولسانُ مقالهم في الإعراض عن هذا القرآن. {لعلَّكم}: إن فعلتُم ذلك {تغلِبونَ}: وهذا شهادةٌ من الأعداء، وأوضحُ الحقِّ ما شهدت به الأعداءُ؛ فإنَّهم لم يحكموا بغلبتهم لِمَنْ جاء بالحقِّ إلاَّ في حال الإعراض عنه والتواصي بذلك، ومفهومُ كلامِهم أنَّهم إنْ لم يَلْغَوا فيه، بل استمعوا إليه وألقوا أذهانَهم؛ أنَّهم لا يغلبونَ؛ فإنَّ الحقَّ غالبٌ غير مغلوب، يعرِفُ هذا أصحابُ الحقِّ وأعداؤه.
26. Yüce Allah, kâfirlerin Kur’ân-
ı Kerîm’den yüz çevirişlerini ve bunu birbirlerine tavsiye edişlerini haber vererek şöyle buyurmaktadır:
“Kâfir olanlar dediler ki: Şu Kur’ân’ı dinlemeyin.” Onu dinlemekten yüz çevirin. Sakın ona iltifat etmeyin, ona da onu getirene de kulak vermeyin. Şâyet tesadüfen onu işitecek olursanız yahut onun hükümlerine çağrıldığını duyacak olursanız da
“gürültü çıkarın.” Faydasız, anlamsız, hatta zararlı sözler söyleyin. Gücünüz yettiğince hiçbir kimsenin ondan size söz etmesine imkân vermeyin, lafız ve anlamlarını okumasına fırsat tanımayın. İşte Kur’ân-ı Kerîm’den yüz çevirmek hususunda onların fiileri de sözleri de budur.
“Belki” böyle yapacak olursanız “baskın çıkarsınız.”
Bu, düşmanlar tarafından yapılan bir tanıklıktır. En açık gerçek ise düşmanların tanıklık ettiğidir. Onlar, hakkı getireni yenik düşürmenin tek yolunun ancak ondan yüz çevirmek ve bu hususu birbirine tavsiye etmek olduğunu ifade ediyorlardı. Onların bu sözlerinden anlaşıldığına göre onlar, eğer Kur’ân okunurken anlamsız sözler çıkarmayacak, aksine Kur’ân’ı dinleyecek ve zihinlerini ona yöneltecek olurlarsa ona galip gelemeyeceklerdir. Çünkü hak galiptir, yenilmez. Bunu hak sahipleri de düşmanları da bilirler.
Onların bu tutumları, haksızca ve inatla takınılmış bir tavır olduğundan dolayı artık onların hidâyet bulacaklarına dair ümitler tükenmiştir. Geriye onların azaba uğratılmalarından ve ibretli bir şekilde cezalandırılmalarından başka bir seçenek kalmamıştır.
Bundan dolayı da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{27} ولمَّا كان هذا ظلماً منهم وعناداً؛ لم يبقَ فيهم مطمعٌ للهداية، فلم يبقَ إلاَّ عذابُهم ونَكالُهم، ولهذا قال: {فَلَنُذيقَنَّ الذين كَفَروا عذاباً شديداً ولَنَجْزِيَنَّهم أسوأ الذي كانوا يعمَلون}: وهو الكفر والمعاصي؛ فإنَّها أسوأ ما كانوا يعملون؛ لكونهم يعملون المعاصي وغيرها؛ فالجزاء بالعقوبة إنَّما هو على عمل الشرك ، ولا يظلمُ ربُّك أحداً.
27. Onların yapmakta oldukları şey, küfür ve masiyetlerdir. Bunlar da onların yaptıklarının en kötüleridir. Çünkü onlar, hem masiyetleri hem de başka şeyleri işliyorlardı. Şu halde onların bu cezalandırılmaları şirk işlemelerinden dolayıdır. Yoksa
“Rabbin kimseye zulmetmez.” (el-Kehf, 18/49)
#
{28} {ذلك جزاءُ أعداءِ الله}: الذين حاربوه وحاربوا أولياءه؛ بالكفر والتكذيب والمجادلة والمجالدةِ. {[النار] لهم فيها دارُ الخلدِ}؛ أي: الخلود الدائم، الذي لا يفتَّر عنهم العذابُ ساعةً ولا هم يُنصرون، وذلك {جزاءً بما كانوا بآياتِنا يجحَدونَ}؛ فإنَّها آياتٌ واضحةٌ وأدلةٌ قاطعةٌ مفيدةٌ لليقين، فأعظم الظُّلم وأكبر العناد جَحْدُها والكفر بها.
28.
“İşte bu, Allah düşmanlarının” O’na ve O’nun dostlarına karşı savaşanların
“cezasıdır.” Onların cezası; küfür, yalanlama, mücadele ve savaş dolayısı ile
“ateştir.”
“Orası, ayetlerimizi inkâr etmelerine karşılık…” Çünkü bu âyetler apaçıktır, kesin birer delildir ve kesin bilgiye ulaştırmaktadır. Bunları bile bile inkâr edip kâfir olmak, en büyük zulüm ve en büyük inattır.
“bir ceza olarak onların ebedîyen kalacakları bir yurttur.” Azapları bir an dahi hafifletilmeyecek, kendilerine yardım da edilmeyecek ve bu şekilde orada ebediyen kalacaklardır.
#
{29} {وقال الذين كفروا}؛ أي: الأتباع منهم؛ بدليل ما بعدَه على وجه الحنق على مَنْ أضلَّهم: {ربَّنا أرِنا اللَّذَين أضلاَّنا من الجنِّ والإنس}؛ أي: الصنفين اللذين قادانا إلى الضَّلال والعذاب من شياطين الجنِّ وشياطين الإنس الدعاة إلى جهنَّم، {نجعَلْهما تحتَ أقدامِنا ليكونا من الأسفلينَ}؛ أي: الأذلِّين المهانين؛ كما أضلُّونا وفتنونا وصاروا سبباً لنزولنا؛ ففي هذا بيانُ حنقِ بعضهم على بعض، وتبرِّي بعضهم من بعض.
29.
“Kâfirler” Yani -bundan sonraki buyruğunda gösterdiği gibi- kâfirlerden önderlerine uyanlar, kendilerini saptıranlara karşı duydukları kin ve öfke dolayısı ile “şöyle diyecekler: “Rabbimiz! Bizi saptıran cinleri ve insanları…”
Yani cin ve insan şeytanlarından bizi sapıklık ve azaba sürükleyen ve cehennemin yoluna davet eden o iki sınıfı
“bize göster de onları ayaklarımızın altına alalım. Böylece en aşağılanmış kimseler olsunlar.” Onlar bizi saptırdıkları, fitneye düşürdükleri, bizim aşağılara inmemize sebep teşkil ettikleri gibi, onlar da en zelil ve en hakirlerden olsunlar.
Bu buyrukta kafirlerin birbirlerine karşı ne kadar kin duyacakları ve birbirlerinden uzaklaşıp ilişkilerini tamamen koparacakları açıklanmaktadır.
{إِنَّ الَّذِينَ قَالُوا رَبُّنَا اللَّهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا تَتَنَزَّلُ عَلَيْهِمُ الْمَلَائِكَةُ أَلَّا تَخَافُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَأَبْشِرُوا بِالْجَنَّةِ الَّتِي كُنْتُمْ تُوعَدُونَ (30) نَحْنُ أَوْلِيَاؤُكُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَفِي الْآخِرَةِ وَلَكُمْ فِيهَا مَا تَشْتَهِي أَنْفُسُكُمْ وَلَكُمْ فِيهَا مَا تَدَّعُونَ (31) نُزُلًا مِنْ غَفُورٍ رَحِيمٍ (32)}.
30-
“Rabbimiz Allahtır” deyip sonra dosdoğru yolu izleyenlerin üzerine melekler inerler
(ve şöyle derler):
“Korkmayın, üzülmeyin ve size vaat edilen cennetle sevinin.”
31-
“Biz, dünya hayatında da âhirette de sizin dostlarınızız. Orada sizin için canlarınızın çektiği her şey vardır ve orada istediğiniz her şey de sizindir.”
32-
“Çok bağışlayıcı ve pek merhametli (Allah'tan) bir ikram olarak.”
#
{30} يخبر تعالى عن أوليائِهِ، وفي ضمن ذلك تنشيطُهم والحثُّ على الاقتداء بهم، فقال: {إنَّ الذين قالوا ربُّنا الله ثم اسْتَقاموا}؛ أي: اعترفوا ونطقوا ورَضُوا بربوبيَّة الله تعالى واستَسْلَموا لأمره، ثم استقاموا على الصراط المستقيم علماً وعملاً؛ فلهم البُشرى في الحياةِ الدُّنيا وفي الآخرة. {تتنزَّلُ عليهم الملائكةُ}: الكرام؛ أي: يتكرَّر نزولهم عليهم مبشِّرين لهم عند الاحتضار {أن لا تخافوا}: على ما يستقبلُ من أمركم، {ولا تحزَنوا}: على ما مضى، فنفوا عنهم المكروه الماضي والمستقبل. {وأبشِروا بالجنَّة التي كنتُم توعدون}: فإنَّها قد وجبت لكم وثبتت، وكان وعد الله مفعولاً.
30. Yüce Allah,
gerçek dostlarından söz etmekte ve onlara uymayı teşvik etme anlamını da kapsayacak şekilde şöyle buyurmaktadır:
“Rabbimiz Allahtır” deyip sonra dosdoğru yolu izleyenlerin” yani Yüce Allah’ın rubûbiyetini gönül hoşluğu ile kabul ettikten sonra bunu ikrar edip dile getirenlerin, O’nun emrine teslim olanların, sonra da ilim ve amelleri ile dosdoğru yol üzere gidenlerin dünyada da âhirette de bir müjdesi vardır.
“Onların üzerine” şerefli
“melekler” ölümleri esnasında bu müjdeyi vermek için üzerlerine ardı arkasına tekrar tekrar “inerler (ve şöyle derler):” Gelecekte karşılaşacağınız şeyler dolayısı ile
“korkmayın” geçmişte kalanlar dolayısı ile da “üzülmeyin.” Böylelikle hem geçmişte hem de gelecekte hoşlarına gitmeyecek bir şeyin söz konusu olmadığını ve olmayacağını onlara müjdelerler.
“Size vaat edilen cennetle sevinin” Cennet sizin için hak olmuştur. Allah’ın vaadi mutlaka yerine gelecektir, diye de müjde verirler.
#
{31} ويقولون لهم أيضاً مثبِّتين لهم ومبشِّرين: {نحنُ أولياؤكم في الحياة الدُّنيا وفي الآخرِة}: يحثُّونهم في الدنيا على الخيرِ ويُزَيِّنونه لهم، ويرهِّبونهم عن الشرِّ ويقبِّحونه في قلوبهم، ويَدْعون الله لهم، ويثبِّتونهم عند المصائبِ والمخاوف، وخصوصاً عند الموت وشدَّته والقبر وظلمته وفي القيامة وأهوالِها، وعلى الصراط وفي الجنَّة؛ يهنُّونهم بكرامة ربِّهم، ويدخُلون عليهم من كلِّ باب، سلامٌ عليكم بما صبرتُم فنعم عُقبى الدار، ويقولون لهم أيضاً: {ولكم فيها}؛ أي: في الجنة، {ما تشتهي أنفسُكم}: قد أُعِدَّ وهُيِّئ، {ولكم فيها ما تَدَّعون}؛ أي: تطلبون من كلِّ ما تتعلَّق به إرادتُكم وتطلُبونه، من أنواع اللَّذَّات والمشتهيات، مما لا عينٌ رأت ولا أذنٌ سمعت ولا خطرَ على قلب بشر.
31.
Yine onlara sebat vermek ve müjdelemek üzere derler ki: “Biz, dünya hayatında da âhirette de sizin dostlarınızız.” Dünya hayatında onları hayır işlemeye teşvik ederler, hayrı öğütlerler ve hayrı onlara güzel gösterirler. Kötülükten onları sakındırır ve kalplerinde onu çirkinleştirirler. Onlar için Yüce Allah’a dua ederler.
Musibetler esnasında, korkulu hallerde özellikle de ölüm ve onun zorlukları sırasında, kabir ve karanlıkları içinde, Kıyametin ve Sıratın dehşetli hallerinde ve de cennette onlara sebat verirler, onlar için Allah'a dua ederler. Rablerinin onlara ihsan edeceği lütuflar dolayısı ile onları tebrik ederler.
Her bir kapıdan üzerlerine girerek: “Sabrettiğiniz şeylere karşılık selâm sizlere! (Dünya) yurdu(nu)n ne güzel sonucudur bu!” (er-Rad, 13/24) derler.
Yine onlara şöyle derler: “Orada” cennette “sizin için canlarınızın çektiği her şey vardır” hazırlanmıştır.
“ve orada istediğiniz her şey de sizindir.” Ne dilerseniz, ne arzu ederseniz, bütün lezzetler, canların çektiği her bir çeşitten, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın hatırından geçirmediği şeyler vardır.
#
{32} {نزلاً من غفورٍ رحيم}؛ أي: هذا الثواب الجزيل والنعيم المقيم نُزُلٌ وضيافةٌ من غفورٍ غفر لكم السيئات، رحيم حيث وفَّقكم لفعل الحسنات ثم قَبِلَها منكم؛ فبمغفِرَتِهِ أزال عنكم المحذورَ، وبرحمتِهِ أنالكم المطلوب.
32. Bu pek büyük mükâfatlar ve ebedi nimetler, günahlarınızı bağışlamış olan
“çok bağışlayıcı ve” sizleri önce iyilikler işlemeye muvaffak kılıp sonra da bunları sizden kabul eden
“pek merhametli (Allah'tan) bir ikram olarak” size verilmiştir. O, mağfireti ile sizden kötülükleri uzaklaştırmış, merhameti ile de istediklerinize nail olma lütfunu ihsan etmiştir.
{وَمَنْ أَحْسَنُ قَوْلًا مِمَّنْ دَعَا إِلَى اللَّهِ وَعَمِلَ صَالِحًا وَقَالَ إِنَّنِي مِنَ الْمُسْلِمِينَ (33)}.
33- Allah’a davet eden,
salih amel işleyen ve: “Şüphesiz ben müslümanlardanım” diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?
#
{33} هذا استفهامٌ بمعنى النفي المتقرِّر؛ أي: لا أحد {أحسنُ قولاً}؛ أي: كلاماً وطريقةً وحالة {ممَّن دعا إلى الله}: بتعليم الجاهلين، ووعظ الغافلين والمعرِضين، ومجادلةِ المبطِلين؛ بالأمر بعبادة الله بجميع أنواعها، والحثِّ عليها، وتحسينها مهما أمكن، والزجر عما نهى الله عنه، وتقبيحِهِ بكلِّ طريق يوجب تركَه، خصوصاً من هذه الدعوة إلى أصل دين الإسلام وتحسينه، ومجادلة أعدائِهِ بالتي هي أحسن، والنهي عما يضادُّه من الكفرِ والشرك، والأمر بالمعروف والنهي عن المنكر. ومن الدعوة إلى الله تحبيبُهُ إلى عبادِهِ؛ بذِكْر تفاصيل نِعَمِهِ وسعةِ جودِهِ وكمال رحمتِهِ وذكرِ أوصاف كمالِهِ ونعوت جلاله.
ومن الدعوة إلى الله الترغيبُ في اقتباس العلم والهدى من كتاب الله وسنَّة رسوله، والحثُّ على ذلك بكلِّ طريق موصل إليه. ومن ذلك الحثُّ على مكارم الأخلاق، والإحسانُ إلى عموم الخلق، ومقابلةُ المسيء بالإحسان، والأمرُ بصلة الأرحام وبرِّ الوالدين. ومن ذلك الوعظُ لعموم الناس في أوقات المواسم والعوارض والمصائب بما يناسبُ ذلك الحال، إلى غير ذلك ممَّا لا تنحصر أفرادُه بما يشمله الدعوة إلى الخير كله، والترهيبُ من جميع الشرِّ.
ثم قال تعالى: {وعمل صالحاً}؛ أي: مع دعوته الخلق إلى الله بادَرَ هو بنفسِهِ إلى امتثال أمرِ الله بالعمل الصالح الذي يُرضي ربَّه، {وقال إنَّني من المسلمين}؛ أي: المنقادين لأمره، السالكين في طريقه، وهذه المرتبةُ تمامها للصدِّيقين الذين عملوا على تكميل أنفسِهم وتكميل غيرِهم وحصلت لهم الوراثةُ التامَّةُ من الرسل؛ كما أنَّ من أشرِّ الناس قولاً من كان من دعاة الضَّلال السالكين لسُبُله، وبين هاتين المرتبتين المتباينتين، التي ارتفعتْ إحداهما إلى أعلى علِّيين، ونزلت الأخرى إلى أسفل سافلين، مراتبُ لا يعلمُها إلاَّ الله، وكلها معمورةٌ بالخلق، ولكلٍّ درجاتٌ مما عملوا، وما ربُّك بغافل عما يعملون.
33. Bu, bilinen bir hususu vurgulamak kasdı taşıyan olumsuz anlamında bir sorudur. Yani
“Allah’a davet eden... kimseden” söz, yol ve davranış itibari ile
“daha güzel” hiç kimse yoktur, olamaz, demektir.
Allah'a davet; cahillere öğretmek, gafil ve yüz çevirenlere öğüt vermek, batıl peşinde olanlarla mücadele etmektir ki bu da bütün türleri ile Allah’a ibadeti emir ve teşvik etmek, mümkün olduğunca bunun güzelliğini ortaya koymak, Allah’ın yasakladıklarından alıkoymak ve terk edilmesini sağlayacak her bir yolla o yasakların çirkin olduklarını göstermekle olur. Özellikle İslam dinine davet edip onun güzelliklerini ortaya koymak, bu dinin düşmanları ile en güzel yolla mücadele etmek, onun zıddı olan küfür ve şirki engellemek, iyiliği emredip kötülüketen alıkoymak Allah'a davete dahildir.
Allah’ın kullarına olan nimetlerini etraflı bir şekilde hatırlatmak, cömertliğinin genişliğini ve rahmetinin kemalini dile getirmek, kemal sıfatlarını, celâl ve azametinin niteliklerini anlatmak suretiyle Allah’ı kullarına sevdirmek de Allah’a davetin kapsamı içerisindedir.
İlim ve hidâyeti Allah’ın Kitabından, Rasûlünün sünnetinden almaya yönlendirmek ve buna, bunu gerçekleştiren her bir yol ile teşvikte bulunmak da Allah’a davetin kapsamı içerisindedir. Üstün ahlâkî değerlere, bütün insanlara iyilik yapmaya, kötülük yapana iyilikle karşılık vermeye teşvik etmek, akrabalık bağlarını gözetmeyi, anne-babaya iyilikte bulunmayı emretmek de bunun kapsamına girer.
Bütün insanlara, belli toplantı zamanlarında, çeşitli arızî hallerde ve musibet anında duruma uygun şekilde öğüt vermek de böyledir. Bunlara benzer olup tek tek sayılması mümkün olmayan bütün hayırlara daveti ve tüm şerlerden korkutup sakındırmayı içeren bütün yollar, Allah’a davetin kapsamı içerisindedir.
Daha sonra Yüce Allah,
“salih amel işleyen” buyurmaktadır. Yani o, insanları Allah’a davet etmekle birlikte, bizzat kendisi de Rabbini razı eden, salih amel işlemek sureti ile Allah’ın emirlerini uygulamaya gayret eden biridir.
“Şüphesiz ben müslümanlardanım” yani Allah’ın emrine boyun eğen ve O’nun yolunda yürüyenlerdenim
“diyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir?”
İşte bu mertebe, tamamıyla hem kendilerini mükemmelleştirmek için hem de başkalarını mükemmelleştirmek için çalışan sıddîkların mertebesidir. Böyleleri tam anlamı ile peygamberlerin mirasçısıdır.
Diğer taraftan insanlar arasında en kötü sözlü kişi fde sapıklığa davet eden ve sapıklık yollarını izleyen kişilerdir. Bu birbirinden farklı, biri yükseğin de yükseğinde, diğeri ise aşağıların en aşağısında bulunan bu iki ayrı mertebe arasında,
Yüce Allah’tan başkasının bilemediği pek çok mertebeler vardır ve bu mertebelerin hepsini de izleyen pek çok insanlar bulunmaktadır: “Herkesin işlediklerine göre dereceleri vardır. Rabbin onların işlediklerinden habersiz değildir.” (el-En’âm, 6/132)
{وَلَا تَسْتَوِي الْحَسَنَةُ وَلَا السَّيِّئَةُ ادْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ فَإِذَا الَّذِي بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَأَنَّهُ وَلِيٌّ حَمِيمٌ (34) وَمَا يُلَقَّاهَا إِلَّا الَّذِينَ صَبَرُوا وَمَا يُلَقَّاهَا إِلَّا ذُو حَظٍّ عَظِيمٍ (35)}.
34- İyilikle kötülük bir olmaz. Sen
(kötülüğü) en güzel şekliyle uzaklaştır. O zaman seninle kendisi arasında düşmanlık olan kimse, sanki candan bir dost oluverir.
35- Bu
(güzel haslete) ancak sabredenler kavuşturulur. Ona ancak
(hayırdan) büyük bir paya sahip olanlar kavuşturulur.
#
{34} يقول تعالى: {ولا تَسْتَوي الحسنةُ ولا السيئةُ}؛ أي: لا يستوي فعلُ الحسنات والطاعاتِ لأجل رضا الله تعالى ولا فعل السيئات والمعاصي التي تُسْخِطُه ولا تُرضيه، ولا يستوي الإحسانُ إلى الخلق ولا الإساءة إليهم لا في ذاتها ولا في وصفها ولا في جزائها. {هل جزاءُ الإحسان إلاَّ الإحسانُ}. ثم أمر بإحسان خاصٍّ، له موقعٌ كبيرٌ، وهو الإحسان إلى مَنْ أساء إليك، فقال: {ادفعْ بالتي هي أحسنُ}؛ أي: فإذا أساء إليك مسيءٌ من الخلق، خصوصاً من له حقٌّ كبيرٌ عليك؛ كالأقارب والأصحاب ونحوهم، إساءةً بالقول أو بالفعل؛ فقابِلْه بالإحسان إليه؛ فإنْ قَطَعَكَ؛ فصِلْه، وإنْ ظلمكَ؛ فاعفُ عنه، وإن تكلَّم فيك غائباً أو حاضراً؛ فلا تقابِلْه، بل اعفُ عنه وعامِلْه بالقول الليِّن، وإن هَجَرَكَ وترك خطابك؛ فطيِّبْ له الكلام وابذلْ له السلام؛ فإذا قابلتَ الإساءة بالإحسان؛ حصل فائدةٌ عظيمةٌ. {فإذا الذي بينَك وبينَه عداوةٌ كأنَّه وليٌّ حميمٌ}؛ أي: كأنه قريبٌ شفيقٌ.
34.
“İyikle kötülük bir olmaz.” Yani Yüce Allah’ın rızası için iyilikleri ve itaatleri işlemek ile O’nu gazaplandıran ve razı etmeyen kötülük ve masiyetleri işlemek birbirine eşit değildir.
İnsanlara iyilikte bulunmak ile onlara kötülük yapmak da ne özü itibari ile ne nitelikleri itibari ile ne de karşılıkları itibari ile bir değildir: “İyiliğin karşılığı iyilikten başkası olabilir mi?” (er-Rahmân, 55/60)
Daha sonra Yüce Allah,
çok önemli bir yeri olan özel bir iyilik türünü emretmektedir ki bu da sana kötülük yapana senin iyilik yapmandır: “Sen (kötülüğü) en güzel şekliyle uzaklaştır.”
Yani insanlardan herhangi bir kimse, özellikle de akraba, arkadaş vb. gibi senin üzerinde büyük hakkı olan bir kişi, söz ya da davranışları ile sana kötülükte bulunacak olursa, sen ona iyilikte bulunarak karşılık ver. O seninle bağını koparırsa sen ilişkini sürdür. Sana haksızlık ederse sen onu affet. Gıyabında veya huzurunda senin aleyhinde konuşursa sen ona aynısıyla karşılık verme, aksine onu affet ve yumuşak söz ile karşılık ver. Sana darılır ve seninle konuşmayacak olursa sen onunla güzel bir şekilde konuş ve ona selâm ver.
Kötülüğe iyilikle karşılık verirsen pek büyük faydalar ortaya çıkacaktır. Zira
“O zaman seninle kendisi arasında düşmanlık olan kimse sanki candan bir dost oluverir.” Sana adeta pek yakın ve şefkatli bir kimse gibi davranır.
#
{35} {وما يُلَقَّاها}؛ أي: وما يوفَّق لهذه الخصلة الحميدة {إلاَّ الذين} صَبَّرُوا نفوسَهم على ما تكره، وأجبروها على ما يحبُّه الله؛ فإنَّ النفوس مجبولةٌ على مقابلة المسيء بإساءتِهِ، وعدم العفو عنه؛ فكيف بالإحسان؛ فإذا صبَّر الإنسان نفسَه وامتثل أمر ربِّه وعرف جزيلَ الثواب وعلمَ أنَّ مقابلته للمسيء بجنس عمله لا يفيده شيئاً ولا يزيدُ العداوة إلاَّ شدة، وأنَّ إحسانه إليه ليس بواضع قدرَه، بل مَنْ تواضَعَ لله رَفَعَه؛ هان عليه الأمرُ وفعل ذلك متلذِّذاً مستحلياً له. {وما يُلَقَّاها إلاَّ ذو حظٍّ عظيم}: لكونها من خصال خواصِّ الخلق، التي ينال بها العبد الرفعةَ في الدُّنيا والآخرة، التي هي من أكبرِ خصال مكارم الأخلاق.
35.
“Buna ancak sabredenler” nefislerini hoşlanılmayan şeylere karşı zorlayıp sabırlı kılan ve Allah’ın sevdiği şeyleri yapmaya mecbur eden kimseler
“kavuşturulur.” Ancak onlar, bu övülmeye değer, güzel haslete sahip olma başarısını elde ederler.
Çünkü insan nefsi, mayası gereği kötülük yapana kötülükle karşılık vermek ve onu affetmemek ister. Durum böyle iken nasıl ona iyilik yapılabilir ki?
İşte insan, nefsini sabra zorlarsa, Rabbinin emrini yerine getirir ve bunun pek büyük mükâfatı olduğunu bilirse, kötülük yapan kimseye davranışının benzeri ile karşılık vermesinin kendisine bir fayda sağlamayacağını, düşmanlığı artırmaktan başka bir işe yaramayacağını, buna karşılık o kimseye iyilik yapmasının kendisinin değerini düşürecek bir şey olmadığını, aksine Yüce Allah için bir alçakgönüllülük olup bundan dolayı Allah’ın onu yücelteceğini bilecek olursa; bu işi yapmak onu için çok kolay olur. Bu işi ondan haz duyarak yapar ve böyle bir davranışta bulunmak ona tatlı gelir.
“Buna ancak büyük bir pay sahibi olanlar kavuşturulur.” Çünkü bu, kulun kendisi sebebi ile dünya ve âhirette yükseldiği üstün ahlâkî değerlerin en büyüklerinden olup seçkin kulların sahip olduğu en hususi ve önemli özelliklerden biridir.
{وَإِمَّا يَنْزَغَنَّكَ مِنَ الشَّيْطَانِ نَزْغٌ فَاسْتَعِذْ بِاللَّهِ إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ (36) وَمِنْ آيَاتِهِ اللَّيْلُ وَالنَّهَارُ وَالشَّمْسُ وَالْقَمَرُ لَا تَسْجُدُوا لِلشَّمْسِ وَلَا لِلْقَمَرِ وَاسْجُدُوا لِلَّهِ الَّذِي خَلَقَهُنَّ إِنْ كُنْتُمْ إِيَّاهُ تَعْبُدُونَ (37) فَإِنِ اسْتَكْبَرُوا فَالَّذِينَ عِنْدَ رَبِّكَ يُسَبِّحُونَ لَهُ بِاللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَهُمْ لَا يَسْأَمُونَ (38) وَمِنْ آيَاتِهِ أَنَّكَ تَرَى الْأَرْضَ خَاشِعَةً فَإِذَا أَنْزَلْنَا عَلَيْهَا الْمَاءَ اهْتَزَّتْ وَرَبَتْ إِنَّ الَّذِي أَحْيَاهَا لَمُحْيِ الْمَوْتَى إِنَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (39)}.
36- Eğer sana şeytan tarafından bir vesvese gelecek olursa, hemen Allah’a sığın. Şüphesiz O, her şeyi işitendir, bilendir.
37- Gece ile gündüz, güneş ve ay O’nun âyetlerindendir. Ne güneşe ne de aya secde etmeyin. Onları yaratan Allah’a secde edin, eğer yalnız O’na ibadet ediyorsanız.
38- Şâyet
(yalnızca Allah’a ibadet etmeyip) kibirlenecek olurlarsa
(bilsinler ki) Rabbinin katında bulunanlar, gece gündüz O’nu tesbih ederler ve hiç usanmazlar.
39-
O’nun âyetlerinden/delillerinden biri de şudur: Sen, yeri basık ve kupkuru bir halde görürsün. Ama Biz, üzerine su indirdiğimizde kıpırdanır ve kabarır. İşte onu dirilten, şüphesiz ölüleri de diriltecektir. Çünkü O, her şeye kadirdir.
#
{36} لما ذكر تعالى ما يُقَابَلُ به العدوُّ من الإنس، وهو مقابلة إساءته بالإحسان؛ ذكر ما يُدْفَعُ به العدوٌّ الجنيُّ، وهو الاستعاذةُ بالله والاحتماء من شرِّه، فقال: {وإمَّا ينزغَنَّك من الشيطانِ نزعٌ}؛ أي: أي وقت من الأوقات أحسستَ بشيء من نَزَغات الشيطانِ؛ أي: من وساوسه وتزيينه للشرِّ وتكسيله عن الخير وإصابة ببعض الذنوب وإطاعة له ببعض ما يأمر به، {فاستَعِذْ بالله}؛ أي: اسأله مفتقراً إليه أن يعيذَكَ ويعصِمَك منه. {إنَّه هو السميع العليم}: فإنَّه يسمعُ قولك وتضرُّعك، ويعلمُ حالك واضطرارك إلى عصمتِهِ وحمايتِهِ.
36. Yüce Allah, insan türünden olan düşmanlara nasıl karşılık verileceğini -ki bu da kötülüğe iyilikle karşılık vermektir- söz konusu ettikten sonra cin şeytanlarına karşı nasıl savunulacağını söz konusu etmektedir ki bu da onun şerrinden Allah’a sığınmaktır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Eğer sana şeytan tarafından bir vesvese gelecek olursa” herhangi bir vakit sen şeytanın, vesveselerinden bir vesvese verdiğini, kötülüğü sana süslediğini, hayra karşı seni tembelliğe ittiğini, bazı günahları işletmek istediğini ve emrettiği bazı hususlarda kendisine itaate çağırdığını hissedecek olursan
“hemen Allah’a sığın.” Yani O’na ihtiyacını arzederek O’ndan seni korumasını ve himayesine almasını iste!
“Şüphesiz O, her şeyi işitendir” Senin sözünü ve yakarışını işitir. Senin durumunu, kendisinin korumasına ve himayesine muhtaç olduğunu da çok iyi “bilendir.”
#
{37} ثم ذكر تعالى أن {من آياتِهِ}: الدالَّة على كمال قدرته ونفوذِ مشيئتِهِ وسعةِ سلطانِهِ ورحمتِهِ بعباده وأنَّه الله وحده لا شريك له، {الليلُ والنهارُ}: هذا بمنفعة ضيائِهِ وتصرُّف العباد فيه، وهذا بمنفعة ظُلَمِهِ وسكون الخلقِ فيه، {والشمسُ والقمرُ}: اللذان لا تستقيم معايِشُ العباد ولا أبدانُهم ولا أبدانُ حيواناتهم إلاَّ بهما، وبهما من المصالح ما لا يُحصى عَدَدُه. {لا تسجُدوا للشمس ولا للقمرِ}: فإنَّهما مدبَّران مسخَّران مخلوقان، {واسجُدوا لله الذي خَلَقَهُنَّ}؛ أي اعبدوه وحدَه؛ لأنَّه الخالق العظيم، ودعوا عبادة ما سواه من المخلوقات، وإن كَبُر جرمه وكثرت مصالحه فإنَّ ذلك ليس منه، وإنَّما هو من خالقه تبارك وتعالى {إن كنتُم إيَّاه تعبُدون}: فخصُّوه بالعبادة وإخلاص الدين له.
37. Yüce Allah, kudretinin kemaline, irade ve meşîetinin geçerliliğine, egemenliğinin genişliğine, kullarına olan merhametine, hiçbir ortağı olmadığına,
kendisinden başka hiçbir hak ilâh da bulunmadığına delil teşkil eden bazı delilleri söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Gece ile gündüz, güneş ve ay O’nun âyetlerinden/delillerindendir.” Birisi aydınlıktır, kullar onda işlerini görür. Diğeri ise karanlıktır, insanlar onda dinlenir. Güneş ve ay olmaksızın insanların hayatları ve geçimi, bedenleri, hatta hayvanlarının da bedenleri, hayat bulamaz. Ayrıca bunlar vasıtası ile sayılamayacak kadar çok maslahatlar da gerçekleşir.
“Ne güneşe ne de aya secde etmeyin.” Çünkü ikisi de yaratılmış, idare edilen ve emir altında bulunan varlıklardır.
“Onları yaratan Allah’a secde edin.” Yalnız O’na ibadet edin. Çünkü yüce yaratıcı O’dur. O’nun dışındaki varlıklara ise ne kadar büyük olurlarsa olsunlar, ne kadar faydalı olurlarsa olsunlar asla ibadet etmeyin. Çünkü onların bu özellikleri kendiliklerinden değildir. Bu özellikleri onlara veren, onları yaratan şanı yüce olan Allah’tır.
“eğer yalnız O’na ibadet ediyorsanız.” Sadece O’na ibadet edin ve dininizi yalnız O’na halis kılın.
#
{38} {فإن استكْبَروا}: عن عبادة الله تعالى، ولم ينقادوا لها؛ فإنَّهم لن يضرُّوا الله شيئاً، والله غنيٌّ عنهم، وله عبادٌ مكرمون، لا يعصون الله ما أمرهم ويفعلون ما يؤمرونَ، ولهذا قال: {فالذين عند ربِّكَ}؛ يعني: الملائكة المقرَّبين، {يسبِّحون له بالليل والنهارِ وهم لا يسأمونَ}؛ أي: لا يملُّون من عبادته؛ لقوَّتهم وشدَّة الداعي القويِّ منهم إلى ذلك.
38.
“Şâyet” Yüce Allah’a ibadetten yüz çevirip “kibirlenecek” O’na ibadete boyun eğmeyecek
“olurlarsa” şüphesiz Allah’a hiçbir zararları olmaz. Çünkü Allah’ın onlara ihtiyacı yoktur. Üstelik O’nun kendisine ibadet eden çok şerefli kulları vardır. Bunlar kendilerine verilen emirlerde Allah’a karşı gelmezler. Emrolundukları ne ise onu yaparlar. Bundan dolayı şöyle buyurmaktadır:
“Rabbinin katında bulunanlar” yani mukarreb melekler
“gece gündüz O’nu tesbih ederler ve hiç usanmazlar.” Hem güçleri hem de bu işe kendilerini iten oldukça güçlü duyguları sebebi ile O’na ibadetten hiçbir şekilde bıkmazlar.
#
{39} {ومن آياتِهِ}: الدالَّة على كمال قدرته وانفراده بالمُلك والتَّدبير والوحدانيَّة، {أنَّك ترى الأرضَ خاشعةً}؛ [أي]: لا نباتَ فيها، {فإذا أنزلْنا عليها الماءَ}؛ أي: المطر، {اهتزَّتْ}؛ أي: تحرَّكت بالنبات، {وَرَبَتْ}: ثم أنبتت من كلِّ زوج بهيج؛ فحيي بها العبادُ والبلادُ. {إنَّ الذي أحياها}: بعد موتها وهمودها {لَمُحيي الموتى}: من قبورهم إلى يوم بعثِهِم ونشورِهِم. {إنَّه على كلِّ شيءٍ قديرٌ}: فكما لم تعجزْ قدرتُه على إحياءِ الأرض بعد موتِها لا تعجزُ عن إحياء الموتى.
39.
“O’nun” kudretinin kemaline, mülkün yegane sahib ve egemeni olduğuna, işleri kendisinin çekip çevirdiğine ve tek hak ilah olduğuna delil teşkil eden “âyetlerinden/delillerinden biri de şudur: Sen, yeri basık ve kupkuru bir halde” üzerinde hiçbir bitki bulunmadığını
“görürsün. Ama Biz üzerine su” yağmur
“indirdiğimizde kıpırdanız” bitkiler ile harekete geçer
“ve kabarır.” Sonra da göz kamaştırıcı her bir bitki türünden bitirir. Yüce Allah, bu sayede hem kullara, hem de toprağa hayat vermiş olur.
“İşte onu” ölümünden ve hareketsizliğinden sonra “dirilten, şüphesiz ölüleri de” amellerinin karşılıklarını kendilerine vermek üzere kabirlerinden kaldırıp
“diriltecektir. Çünkü O, her şeye kadirdir.” Yeryüzünü ölümünden sonra diriltmekten aciz olmadığı gibi, ölüleri diriltmekten de aciz değildir.
{إِنَّ الَّذِينَ يُلْحِدُونَ فِي آيَاتِنَا لَا يَخْفَوْنَ عَلَيْنَا أَفَمَنْ يُلْقَى فِي النَّارِ خَيْرٌ أَمْ مَنْ يَأْتِي آمِنًا يَوْمَ الْقِيَامَةِ اعْمَلُوا مَا شِئْتُمْ إِنَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ (40) إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا بِالذِّكْرِ لَمَّا جَاءَهُمْ وَإِنَّهُ لَكِتَابٌ عَزِيزٌ (41) لَا يَأْتِيهِ الْبَاطِلُ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَلَا مِنْ خَلْفِهِ تَنْزِيلٌ مِنْ حَكِيمٍ حَمِيدٍ (42)}.
40- Şüphe yok ki ayetlerimiz konusunda haktan sapanlar, Bize gizli kalmazlar. O halde ateşe atılacak kimse mi hayırlıdır yoksa kıyamet günü güven içinde gelen kimse mi? Artık dilediğinizi yapın! Çünkü O, yaptıklarınızı çok iyi görendir.
41- Kendilerine geldikten sonra Zikri/Kur'ân’ı inkâr edenler var ya
(onlar azabı hak etmişlerdir). Halbuki o, kesinlikle çok şerefli ve korunmuş bir kitaptır.
42- Ne önünden ne de arkasından batıl ona erişemez. O, hikmeti sonsuz ve her hamde layık olan
(Allah) tarafından indirilmiştir.
#
{40} الإلحادُ في آيات الله: الميلُ بها عن الصواب بأيِّ وجه كان: إمَّا بإنكارها وجحودِها وتكذيبِ مَنْ جاء بها، وإمَّا بتحريفِها وتصريفِها عن معناها الحقيقيِّ وإثباتِ معانٍ ما أرادها الله منها، فتوعَّد تعالى مَنْ ألحد فيها بأنَّه لا يخفى عليه، بل هو مطَّلع على ظاهره وباطنه، وسيجازيه على إلحادِهِ بما كان يعملُ، ولهذا قال: {أفمن يُلْقَى في النار}: مثل الملحدِ بآيات الله {خيرٌ أم من يأتي آمناً يوم القيامةِ}: من عذاب الله، مستحقًّا لثوابه؟ من المعلوم أنَّ هذا خيرٌ.
لمَّا تبيَّن الحقُّ من الباطل والطريق المنجي من عذابِهِ من الطريق المهلِكِ؛ قال: {اعملوا ما شِئْتُم}: إن شئتُم؛ فاسلكوا طريق الرُّشدِ الموصلة إلى رضا ربِّكم وجنته، وإن شئتُم؛ فاسْلُكوا طريق الغيِّ المسخطة لربكم الموصلة إلى دار الشقاءِ. {إنَّه بما تعملون بصيرٌ}: يجازيكم بحسب أحوالِكم وأعمالكم؛ كقوله تعالى: {وقُل الحقُّ من ربِّكم فَمَن شاء فليؤمِن ومَن شاء فَلْيَكْفُر}.
40. Allah’ın âyetleri hakkında haktan sapmak, hangi şekilde olursa olsun onlar hakkında doğrudan sapmak dmektir. Bu da ya onları reddetmek, bile bile inkâr etmek, onları getireni yalanlamakla olur yahut da bunları gerçek anlamlarından uzaklaştırıp tahrif etmekle ve onları Allah’ın, murad etmediği manalarla yorumlamakla olur.
Yüce Allah, âyetleri hakkında haktan sapanları bildiğini ve bunların kendisine gizli kalmadığını bildirerek onları tehdit etmektedir. O, böylelerinin hem içyüzlerini bilir, hem de dışa vurduklarını bilir. Allah’ın âyetleri hakkındaki bu sapması nedeniyle de onu cezalandıracaktır.
Bundan dolayı şöyle buyurmaktadır:
“O halde ateşe atılacak kimse mi” -Allah’ın âyetleri hakkında haktan sapanlar gibi-
“hayırlıdır yoksa Kıyamet günü” Allah’ın azabından yana
“güven içinde gelen” ve O’nun mükâfatına hak kazanmış olan
“kimse mi?” Elbette ki, ikincisi hayırlıdır.
Hak batıldan açıkça ayırt edildiği, Allah’ın azabından kurtaran yol ile helâke götüren yol açık seçik belli olduğuna için Yüce Allah: “Artık dilediğinizi yapın” buyurmaktadır. Dilerseniz sizler Rabbinizin rızasına ve cennetine ulaştıran doğru yolu izleyin. Dilerseniz Rabbinizi gazaplandıran ve bedbahtlık yurdu olan cehenneme ulaştıran sapıklık yolunu izleyin.
“Çünkü O, yaptıklarınızı çok iyi görendir.” Durumunuza ve amellerinize göre size mükâfat ya da ceza verecektir.
Bu da Yüce Allah’ın şu buyruğuna benzemektedir: “De ki: Hak, Rabbinizden gelmiştir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin.” (el-Kehf, 18/29)
#
{41 ـ 42} ثم قال تعالى: {إنَّ الذين كفروا بالذِّكْر}؛ أي: يجحدون القرآن الكريم، المذكِّر للعباد جميع مصالحهم الدينيَّة والدنيويَّة والأخرويَّة، المعلي لِقَدْر من اتَّبعه، {لمَّا جاءهم}: نعمة من ربِّهم على يد أفضل الخلقِ وأكملهم. {و} الحال {إنَّه}: كتابٌ جامعٌ لأوصاف الكمال، {عزيزٌ}؛ أي: منيعٌ مِن كلِّ مَن أراده بتحريف أو سوءٍ، ولهذا قال: {لا يأتيه الباطلُ من بين يديهِ ولا من خلفهِ}؛ أي: لا يَقْرَبُهُ شيطانٌ من شياطين الإنس والجنِّ لا بسرقةٍ ولا بإدخال ما ليس منه به ولا بزيادةٍ ولا نقص؛ فهو محفوظٌ في تنزيله، محفوظةٌ ألفاظهُ ومعانيه، قد تكفَّل مَنْ أنزلَه بحفظِهِ؛ كما قال تعالى: {إنَّا نحنُ نَزَّلْنا الذِّكْر وإنَّا له لحافظونَ}. {تنزيلٌ من حكيم}: في خلقِهِ وأمرِهِ، يضع كلَّ شيء موضِعه وينزلها منازِلَها {حميدٍ}: على ما له من صفات الكمال ونعوت الجلال، وعلى ما له من العدل والإفضال؛ فلهذا كان كتابُهُ مشتملاً على تمام الحكمة وعلى تحصيل المصالح والمنافع ودفع المفاسدِ والمضارِّ التي يُحْمَدُ عليها.
41. Daha sonra Yüce Allah,
şöyle buyurmaktadır: “Kendilerine” insanların en faziletlisinin ve en mükemmelinin vasıtası ile Rablerinin bir nimeti olarak
“geldikten sonra Zikri/Kur'ân’ı” yani kullara dinî-dünyevî ve uhrevî bütün maslahatlarını öğütleyen, kendisine uyanların değerini yükselten Kur’ân-ı Kerîm’i
“inkâr edenler var ya… Halbuki o, kesinlikle çok şerefli ve korunmuş bir kitaptır” Yani bu Kitap, bütün kemal sıfatlarını taşıyan ve kendisini tahrif etmeye veya ona bir kötülük yapmaya kalkışan herkese karşı da korunmuş bir kitaptır.
Bundan dolayı Yüce Allah devamla şöyle buyurmaktadır:
42.
“Ne önünden ne de arkasından batıl ona erişemez.” İster insan ister cin şeytanlarından olsun hiçbir şeytan, ne onun bir bölümünü çalmak, ne ondan olmayan bir şeyleri ona katmak, bir şeyler artırmak ya da eksiltmek sureti ile ona yaklaşamaz. Bu Kitap, indiriliş esnasında korunduğu gibi lafız ve manaları ile de koruma altındadır. Onu indiren, onu korumayı üstlenmiştir.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Şüphe yok ki o zikri Biz indirdik, onu koruyacak olan de elbette Biziz.” (el-Hicr, 15/9)
“O, hikmeti sonsuz” yaratmasında ve emrinde Hakîm olan, her şeyi yerli yerince koyan, olması gereken yere oturtan; sahip olduğu kemal ve celal sıfatları, adalet ve lütfu dolayısı ile de
“her hamde layık olan” Hamîd olan Allah
“tarafından indirilmiştir.”
Bundan dolayıdır ki O’nun Kitabı, kemal derecesinde hikmeti ihtiva ettiği gibi, her türlü maslahat ve menfaatlerin elde edilmesinin, fesat ve zararların da def edilmesinin yollarını da ihtiva etmektedir ki bunlardan dolayı da Yüce Allah, hamd edilmeye layıktır.
{مَا يُقَالُ لَكَ إِلَّا مَا قَدْ قِيلَ لِلرُّسُلِ مِنْ قَبْلِكَ إِنَّ رَبَّكَ لَذُو مَغْفِرَةٍ وَذُو عِقَابٍ أَلِيمٍ (43)}.
43- Sana söylenenler, senden önceki peygamberlere söylenmiş olanlardan başka bir şey değildir. Şüphesiz senin Rabbin, hem mağfiret sahibidir, hem de can yakıcı bir azabın sahibidir.
#
{43} أي: {ما يُقالُ لك}: أيُّها الرسول من الأقوال الصادرةِ ممَّن كذَّبك وعاندك {إلاَّ ما قد قيل للرسل من قبلِكَ}؛ أي: من جنسها، بل ربَّما إنهم تكلَّموا بكلام واحدٍ؛ كتعجبِّ جميع الأمم المكذِّبة للرُّسل من دعوتهم إلى الإخلاص لله وعبادتِهِ وحدَه لا شريك له، وردِّهم هذا بكلِّ طريق يقدرون عليه، وقولهم: ما أنتم إلا بشرٌ مثلنا، واقتراحُهم على رسلهم الآياتِ التي لا يلزمُهُم الإتيانُ بها ... ونحو ذلك من أقوال أهل التكذيب؛ لما تشابهت قلوبهم في الكفر؛ تشابهتْ أقوالهم، وصَبَرَ الرسلُ عليهم السلام على أذاهم وتكذيبِهم؛ فاصْبِرْ كما صبر مَنْ قبلك.
ثم دعاهم إلى التوبةِ والإتيانِ بأسباب المغفرة، وحذَّرهم من الاستمرار على الغيِّ، فقال: {إنَّ ربَّك لذو مغفرةٍ}؛ أي: عظيمة يمحو بها كلَّ ذنب لمن أقلع وتاب، {وذو عقابٍ أليم}: لمن أصرَّ واستكبر.
43. Yani ey peygamber! Seni yalanlayan ve sana karşı inatla direnenler tarafından
“sana söylenenler, senden önceki peygamberlere söylenmiş olanlardan başka bir şey değildir.” Onlarla aynı türdendir, hatta onların hepsi de belki aynı sözleri söylemiş bulunuyorlar.
Bütün yalanlayıcı ümmetlerin, peygamberlerin Yüce Allah’a dini halis kılmaya, O’na hiçbir şeyi ortak koşmaksızın yalnızca O’na ibadet etmeye çağırmalarından dolayı hayrete düşmeleri, güç yetirebildikleri bütün yollarla bu çağrıyı reddetmeye kalkışmaları,
“Siz ancak bizim gibi birer insansınız” demeleri, peygamberlerine getirmeleri için herhangi bir gerek olmayan birtakım mucizeler getirmelerini teklif etmeleri vb. gibi inkarcı sözler hep aynıdır.
Küfürde kalpleri birbirine benzediği için sözleri de birbirine benzemiştir.
Peygamberler -salât ve selâm onlara olsun- onların eziyetlerine ve yalanlamalarına sabrettiler. Senden öncekiler sabrettiği gibi sen de öylece sabret.
Daha sonra onları tevbe etmeye,
mağfirete vesile olacak işleri yapmaya çağırıp sapıklık üzere devam etmekten de sakındırarak şöyle buyrulmaktadır:
“Şüphesiz senin Rabbin hem” günahından vazgeçip tevbe eden herkesin bütün günahlarını silecek kadar pek büyük bir
“mağfiret sahibidir, hem de” günahı üzere ısrar edip büyüklenmeye devam eden herkes için hazırlanmış
“can yakıcı bir azabın sahibidir.”
{وَلَوْ جَعَلْنَاهُ قُرْآنًا أَعْجَمِيًّا لَقَالُوا لَوْلَا فُصِّلَتْ آيَاتُهُ أَأَعْجَمِيٌّ وَعَرَبِيٌّ قُلْ هُوَ لِلَّذِينَ آمَنُوا هُدًى وَشِفَاءٌ وَالَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ فِي آذَانِهِمْ وَقْرٌ وَهُوَ عَلَيْهِمْ عَمًى أُولَئِكَ يُنَادَوْنَ مِنْ مَكَانٍ بَعِيدٍ (44)}.
44- Eğer Biz Kur’ân’ı yabancı
(Arapça dışında) bir dilde indirseydik elbette ki onlar:
“Onun ayetlerinin açıkça anlaşılır (bir dilde) olması gerekmez miydi? Araba Arapça olmayan kitap mı (olurmuş hiç)?” diyeceklerdi.
De ki: “O, iman edenler için bir hidâyet ve şifadır. İman etmeyenlere gelince onların kulaklarında (ona karşı) bir ağırlık vardır ve o, onların kör noktasıdır. Onlar, kendilerine çok uzak bir yerden seslenilen (o nedenle de hiçbir şey duyup anlamayan kimseler gibidirler).”
#
{44} يخبر تعالى عن فضله وكرمه؛ حيث أنزل كتابَه عربيًّا على الرسول العربيِّ بلسانِ قومه ليبيِّن لهم، وهذا مما يوجب لهم زيادةَ الاعتناء به والتلقِّي له والتسليم، وأنَّه لو جعله قرآناً أعجميًّا بلغة غير العرب؛ لاعترض المكذِّبون، وقالوا: {لولا فُصِّلَتْ آياتُه}؛ أي: هلاَّ بُيِّنت آياته ووُضِّحت وفُسِّرت، {أأعجميٌّ وعربيٌّ}؛ أي: كيف يكون محمدٌ عربيًّا والكتابُ أعجميًّا؟! هذا لا يكونُ. فنفى الله تعالى كلَّ أمر يكون فيه شبهةٌ لأهل الباطل عن كتابِهِ، ووصَفَه بكلِّ وصفٍ يوجب لهم الانقيادَ، ولكنِ المؤمنون الموفَّقون انتفعوا به وارتفعوا، وغيرُهم بالعكس من أحوالِهِم، ولهذا قال: {قل هو للذين آمنوا هُدىً وشفاءٌ}؛ أي: يهديهم لطريق الرشدِ والصراط المستقيم، ويعلِّمهم من العلوم النافعة ما به تحصُل الهداية التامَّةُ، وشفاءٌ لهم من الأسقام البدنيَّة والأسقام القلبيَّة؛ لأنَّه يزجر عن مساوئ الأخلاق وأقبح الأعمال، ويحث على التوبة النَّصوح التي تغسل الذُّنوب وتشفي القلب. {والذين لا يؤمنونَ}: بالقرآن {في آذانِهِم وقرٌ}؛ أي: صممٌ عن استماعه وإعراضٌ، {وهو عليهم عمىً}؛ أي: لا يبصرون به رشداً، ولا يهتدون به، ولا يزيدهم إلاَّ ضلالاً؛ فإنَّهم إذا ردُّوا الحقَّ؛ ازدادوا عمىً إلى عماهم وغيًّا إلى غيِّهم. {أولئك ينادَوْن من مكانٍ بعيدٍ}؛ أي: ينادون إلى الإيمان ويُدْعَوْن إليه فلا يستجيبون؛ بمنزلة الذي ينادَى وهو في مكان بعيدٍ، لا يسمع داعياً ولا يجيب منادياً. والمقصودُ أنَّ الذين لا يؤمنون بالقرآن لا ينتفعون بهُداه ولا يبصِرون بنورِهِ ولا يستفيدونَ منه خيراً؛ لأنَّهم سدُّوا على أنفسهم أبواب الهدى بإعراضهم وكفرِهم.
44. Yüce Allah, lütuf ve keremini bize haber vermektedir. Çünkü O, Arap olan peygambere kavminin dili ile onlara açıklamalarda bulunması için Arapça bir kitap indirmiştir. Bu ise bu kitaba daha çok önem vermeyi, onu kabul ve teslimiyet ile karşılamayı gerektirir.
Eğer bu Kur’ân-ı Kerîm, Arapça olmayan bir dil ile indirilmiş olsa idi,
inkarcılar mutlaka itiraz eder: “Onun ayetlerinin açıkça anlaşılır (bir dilde) olması gerekmez miydi?” Neden açık ve anlaşılır değil? Niye gereği gibi beyan edilmemiş?
“Araba Arapça olmayan kitap mı (olurmuş hiç)?” diyeceklerdi. Yani nasıl olur Muhammed Arap iken, kitap Arapça değil? Böyle bir şöy olamaz. Yüce Allah batıl ehlinin, Kitabı hakkında şüphe etmelerine sebep teşkil edecek her bir hususu ortadan kaldırmış, bu Kitabı ona itaat ile bağlanmayı gerektirecek her bir sıfatla donatmıştır. Ancak ilâhî tevfike mazhar olan mü’minler, bu Kitaptan gereği gibi yararlanır ve onunla yücelelirler. Diğerleri ise tam aksi durumda kalırlar.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “De ki: O, iman edenler için bir hidâyet ve şifadır.” Onları doğru yola, sırat-ı müstakime iletir. Onlara tam anlamı ile hidâyetlerini gerçekleştirecek şekilde faydalı bilgileri öğretir. Hem bedenî hem kalbî hastalıklara karşı da onlar için bir şifadır. Çünkü bu Kitap, kötü huylardan ve çirkin amellerden sakındırır, buna karşılık günahları yıkayan, kalplere şifa veren samimi tevbeyi teşvik eder.
Kur’ân’a
“iman etmeyenlere gelince onların kulaklarında (ona karşı) bir ağırlık vardır.” Yani ona karşı sağırdırlar ve ondan yüz çevirirler.
“Ve o, onların kör noktasıdır.” O Kitabın gösterdiği doğru yolu görmezler, onunla hidâyet bulmazlar. Bu kitap, ancak onların sapıklıklarını artırır. Onlar hakkı reddettikleri vakit körlüklerine körlük katmış, sapıklıklarına sapıklık katmış oldular.
“Onlar, kendilerine çok uzak bir yerden seslenilen (o nedenle de hiçbir şey duyup anlamayan kimseler gibidirler).” Onlar, imana davet edilirler, fakat bu daveti kabul etmezler. Tıpkı uzakça bir yerde bulunup da kendisine seslenilen ama ne çağıranın sesini işiten ne de seslenen kimseye cevap veren kimse gibidirler.
Yani bu Kur’ân-ı Kerîm’e iman etmeyenler, onun hidâyetinden yararlanamazlar. Onun nuru ile göremezler, ondan hiçbir şekilde yararlanamazlar. Çünkü onlar, yüz çevirmek ve küfre sapmak sureti ile hidâyetin kapılarını kendi yüzlerine kendileri kapatmış kimselerdir.
{وَلَقَدْ آتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ فَاخْتُلِفَ فِيهِ وَلَوْلَا كَلِمَةٌ سَبَقَتْ مِنْ رَبِّكَ لَقُضِيَ بَيْنَهُمْ وَإِنَّهُمْ لَفِي شَكٍّ مِنْهُ مُرِيبٍ (45) مَنْ عَمِلَ صَالِحًا فَلِنَفْسِهِ وَمَنْ أَسَاءَ فَعَلَيْهَا وَمَا رَبُّكَ بِظَلَّامٍ لِلْعَبِيدِ (46)}.
45- Andolsun Biz Mûsâ’ya Kitabı verdik de onun hakkında ihtilâfa düşüldü. Eğer Rabbin tarafından önceden verilmiş bir söz olmasaydı, onların aralarında elbette hüküm verilirdi. Onlar, onun hakkında derin bir şüphe içindedirler.
46- Kim salih amel işlerse kendi lehinedir, kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir. Rabbin, kullarına asla zulmedici değildir.
#
{45} يقول تعالى: {ولقد آتَيْنا موسى الكتابَ}: كما آتَيْناك الكتابَ، فصنع به الناسُ ما صنعوا معك؛ اختلفوا فيه: فمنهم من آمنَ به واهتدى وانتفع، ومنهم من كذَّبه ولم ينتفِعْ به، وإنَّ الله تعالى لولا حِلْمُهُ وكلمتُهُ السابقة بتأخير العذاب إلى أجل مسمّى لا يتقدَّم عليه ولا يتأخر؛ {لَقُضِيَ بينهم}: بمجرَّد ما يتميَّز المؤمنون من الكافرين؛ بإهلاك الكافرين بالحال؛ لأنَّ سبب الهلاك قد وَجَبَ وحقَّ. {وإنَّهم لَفي شكٍّ منه مريبٍ}؛ أي: قد بلغ بهم إلى الريبِ الذي يُقْلِقُهم؛ فلذلك كذَّبوه وجحدوه.
45.
“Andolsun Biz” sana Kitabı verdiğimiz gibi
“Mûsâ’ya Kitabı verdik.” İnsanlar o Kitaba karşı da seninkine davrandıkları gibi davranmışlar, onun hakkında anlaşmazlığa düşmüşlerdi. Kimisi Kitaba iman edip onunla hidâyet buldu ve ondan yararlandı. Kimisi de onu yalanladı ve ondan yararlanamadı.
Eğer Yüce Allah’ın hilmi
(günahkârların cezasını ertelemesi) ve azabı öne alınmayacak ve sonraya da bırakılmayacak şekilde belli bir vaadeye ertelemesine dair verilmiş bir sözü bulunmasa idi
“onların aralarında” mü’minlerin kâfirlerden ayrılması ve sadece kâfirlerin derhal helâk edilmesi şeklindeki
“hüküm verilirdi.” Çünkü helâk edilmeyi gerektiren sebep ortaya çıkmış ve helâk hak olmuştur.
“Onlar (hala daha) onun hakkında derin bir şüphe içindedirler.” Yani artık onlar rahatsız olacak bir şekilde şüphe ve tereddüde düşmüşlerdir. Bundan dolayı bu Kitabı yalanlayıp inkâr etmişlerdir.
#
{46} {مَن عَمِلَ صالحاً}: وهو العملُ الذي أمر الله به ورسوله {فَلِنَفْسِهِ}: نفعه وثوابه في الدنيا والآخرة. {ومن أساء فعليها}: ضررُه وعقابُه في الدُّنيا والآخرة، وفي هذا حثٌّ على فعل الخير وترك الشرِّ، وانتفاعُ العاملين بأعمالهم الحسنةِ، وضررُهم بأعمالهم السيئةِ، وأنَّه لا تزِرُ وازرةٌ وِزْرَ أخرى. {وما ربُّك بظلام للعبيدِ}: فيحمِّلُ أحداً فوق سيئاتِهِ.
46.
“Kim salih amel işlerse” yani Allah ve Rasûlünün emrettiği amelde bulunursa bunun faydası, dünya ve âhiretteki mükâfatı
“kendi lehinedir.”
“Kim de kötülük yaparsa” dünya ve âhirette zararı ve cezası
“kendi aleyhinedir.”
Bu buyruklar hayır işlemeye ve kötülüğü terk etmeye bir teşviktir. Amelde bulunanların güzel amellerinin faydasını kendilerinin göreceklerine, birinin bir başkasının günah yükünü yüklenmeyeceğine dair bir haberdir.
“Rabbin, kullarına asla zulmedici değildir.” Kimseyi işlediği günahlardan fazlasıyla cezalandırmaz.
{إِلَيْهِ يُرَدُّ عِلْمُ السَّاعَةِ وَمَا تَخْرُجُ مِنْ ثَمَرَاتٍ مِنْ أَكْمَامِهَا وَمَا تَحْمِلُ مِنْ أُنْثَى وَلَا تَضَعُ إِلَّا بِعِلْمِهِ وَيَوْمَ يُنَادِيهِمْ أَيْنَ شُرَكَائِي قَالُوا آذَنَّاكَ مَا مِنَّا مِنْ شَهِيدٍ (47) وَضَلَّ عَنْهُمْ مَا كَانُوا يَدْعُونَ مِنْ قَبْلُ وَظَنُّوا مَا لَهُمْ مِنْ مَحِيصٍ (48)}.
47- Kıyametin bilgisi ona havale edilir. O’nun ilmi dışında hiçbir meyve tomurcuğundan çıkmaz, hiçbir dişi de gebe kalmaz ve doğurmaz.
O gün O: “Hani (iddia ettiğiniz) ortaklarım nerede?” diye onlara seslenir.
Onlar da: “Bizden (böyle bir şeye) tanıklık edecek hiç kimse olmadığını Sana arzederiz” derler.
48- Önceden dua/ibadet ettikleri şeyler kaybolur gider ve artık kaçacak bir yerlerinin bulunmadığını anlarlar.
#
{47 ـ 48} هذا إخبارٌ عن سعة علمهِ تعالى واختصاصِهِ بالعلم الذي لا يطَّلع عليه سواه، فقال: {إليه يُرَدُّ علمُ الساعةِ}؛ أي: جميع الخلق يَرُدُّ علمها إلى الله تعالى، ويقرُّون بالعجز عنه؛ الرسلُ والملائكةُ وغيرُهم. {وما تَخْرُجُ من ثمراتٍ من أكمامها}؛ أي: وعائها الذي تخرُجُ منه، وهذا شاملٌ لثمرات جميع الأشجار التي في البلدان والبراري؛ فلا تخرُجُ ثمرةُ شجرةٍ من الأشجار إلاَّ وهو يعلمُها علماً تفصيليًّا. {وما تحمِلُ من أنثى}: من بني آدم وغيرهم من أنواع الحيوانات إلاَّ بعلمه، {ولا تضعُ} [أنثى حملَها] {إلاَّ بعلمِهِ}؛ فكيف سوَّى المشركون به تعالى مَنْ لا علم عنده ولا سمعَ ولا بصرَ؟ {ويوم يناديهم}؛ أي: المشركين به يوم القيامةِ توبيخاً وإظهاراً لكذِبِهم، فيقول لهم: {أين شركائي}: الذين زعمتُم أنَّهم شركائي، فعبدتُموهم وجادلتُم على ذلك وعاديتُم الرسل لأجلهم ؟ {قالوا}: مقرِّين ببطلان إلهيتهم وشركتهم مع الله: {آذَنَّاكَ ما مِنَّا من شهيدٍ}؛ أي: أعلمناك يا ربَّنا واشهدْ علينا أنَّه ما منَّا أحدٌ يشهد بصحة إلهيَّتهم وشركتهم؛ فكلُّنا الآن [قد] رجعنا إلى بطلان عبادتها وتبرَّأنا منها، ولهذا قال: {وضلَّ عنهم ما كانوا يَدْعونَ}: من دون الله؛ أي: ذهبت عقائدُهم وأعمالُهم التي أفَنَوا فيها أعمارهم على عبادة غير الله، وظنُّوا أنها تفيدُهم، وتدفعُ عنهم العذاب، وتشفع لهم عند اللهِ، فخاب سعيُهم، وانتقض ظنُّهم، ولم تُغْنِ عنهم شركاؤهم شيئاً. {وظنُّوا}؛ أي: أيقنوا في تلك الحال {ما لهم من مَحيصٍ}؛ أي: منقذٍ ينقذُهم ولا مغيثٍ ولا ملجأٍ. فهذه عاقبةُ من أشركَ بالله غيرَه، يُبَيِّنُها اللهُ لعباده، ليحذروا الشركَ به.
47. Bu buyrukla Yüce Allah,
ilminin genişliğini ve kendisinden başka hiçbir kimsenin muttali olmadığı bilginin yalnızca kendisine has olduğunu haber vermekte ve şöyle buyurmaktadır:
“Kıyametin bilgisi ona havale edilir.” Yani bütün mahlukat, bu bilgiyi O’na havale ederler. Bu hususta bilgi sahibi olmaktan aciz olduklarını rasûller de melekler de başkaları da ikrar ve itiraf ederler.
“O’nun ilmi dışında hiçbir meyve tomurcuğundan” içinde bulunduğu ve etrafını saran kılıfından
“çıkmaz.” Bu, hem şehirlede hem de kırlarda bulunan bütün ağaçların meyvelerini kapsar. Hangi ağaçtan hangi meyve çıkarsa çıksın mutlaka O, onu bütün tafsilatı ile bilir.
İster Âdemoğullarından olsun, ister diğer canlı türlerinden olsun “hiçbir dişi de” O’nun bilgisi olmadan
“gebe kalmaz ve doğurmaz.” Bunların hepsini O bilir. O halde müşrikler nasıl olur da bilgi sahibi olmayan, işitmeyen ve görmeyen varlıkları O’na eş koşarlar?
“O gün O: “Hani ortaklarım” olduklarını iddia ettiğiniz, kendilerine tapındığınız, bu hususta mücadele ettiğiniz ve kendileri adına peygamberlere düşmanlık ettiğiniz uydurma ilâhlar
“nerede? diye onlara” yani Kıyamet günü kendisine şirk koşanlara, onları azarlamak ve yalan söylediklerini ortaya çıkarmak için bu şekilde
“seslenir. Onlar da” ortak koştukları varlıkların ulûhiyetlerinin batıl olduğunu,
Allah ile ortaklıklarının bulunmadığını ikrar ve itiraf ederek:
“Bizden (böyle bir şeye) tanıklık edecek hiç kimse olmadığını sana arzederiz, derler” yani Rabbimiz, sen de şahit ol, biz sana şöylece bildiririz ki onların ilâhlıklarının, Sana ortaklıklarının doğru olduğuna bizden şahitlik edecek hiçbir kimse yoktur. Şu anda hepimiz onlara tapınmanın batıl olduğunu kabul ediyoruz. Onlardan uzaklaştığımızı ilan ediyoruz.
Bundan dolayı bir sonraki âyet-
i kerimede şöyle buyurulmaktadır:
48.
“Önceden” Allah’tan başka “dua/ibadet ettikleri şeyler kaybolur gider.” Yani ömür boyu Allah’tan başkasına ibadet ederek bu konuda sahip oldukları inanç ve amelleri, batıl mabudların kendilerine fayda sağlayacaklarına ve onlardan azabı uzaklaştırıp Allah nezdinde şefaat edeceklerine dair kanaatleri ve inançları yok olup gidecektir. Bunun sonucunda çalışmaları boşa gitmiş ve zanları çürütülmüş olacak, Allah’a koştukları ortakların kendilerine hiçbir faydasının olmadığı ortaya çıkacaktır. Bu halde iken
“artık kaçacak bir yerlerinin” bir kurtarıcının, bir sığınağın, bir barınağın
“bulunmadığını” kesin olarak “anlarlar.” İşte Allah'a başkalarını ortak koşanların akıbeti budur. Allah, kendisine şirk koşmaktan sakınsınlar diye bunu kullarına açıklamaktadır.
{لَا يَسْأَمُ الْإِنْسَانُ مِنْ دُعَاءِ الْخَيْرِ وَإِنْ مَسَّهُ الشَّرُّ فَيَئُوسٌ قَنُوطٌ (49) وَلَئِنْ أَذَقْنَاهُ رَحْمَةً مِنَّا مِنْ بَعْدِ ضَرَّاءَ مَسَّتْهُ لَيَقُولَنَّ هَذَا لِي وَمَا أَظُنُّ السَّاعَةَ قَائِمَةً وَلَئِنْ رُجِعْتُ إِلَى رَبِّي إِنَّ لِي عِنْدَهُ لَلْحُسْنَى فَلَنُنَبِّئَنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا بِمَا عَمِلُوا وَلَنُذِيقَنَّهُمْ مِنْ عَذَابٍ غَلِيظٍ (50) وَإِذَا أَنْعَمْنَا عَلَى الْإِنْسَانِ أَعْرَضَ وَنَأَى بِجَانِبِهِ وَإِذَا مَسَّهُ الشَّرُّ فَذُو دُعَاءٍ عَرِيضٍ (51)}.
49- İnsan
(Rabbinden dünyevi) iyilikler dilemekten usanmaz. Ama ona kötülük dokunursa hemen ye’se düşüp
(O’ndan) ümidini tamamen keser.
50- Andolsun biz, kendisine dokunan bir sıkıntıdan sonra ona tarafımızdan bir rahmet tattırsak o,
kesinlikle şöyle der: “Bu benim hakkımdır. Ben Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Eğer olur da Rabbime döndürülsem hiç şüphesiz O’nun katında benim için en güzeli vardır.” Andolsun Biz kâfirlere yaptıklarını haber vereceğiz ve kesinlikle onlara çok şiddetli bir azaptan tattıracağız.
51- Biz insana nimet verdiğimizde yüz çevirir ve yan çizip uzaklaşır. Ama ona kötülük isabet edince bu sefer de
(bize) uzun uzadıya dua eder.
#
{49} هذا إخبارٌ عن طبيعة الإنسان من حيثُ هو، وعدم صبرِه وجَلَدِه، لا على الخير ولا على الشرِّ، إلاَّ مَن نقله الله من هذه الحال إلى حال الكمال، فقال: {لا يسأمُ الإنسانُ من دعاءِ الخيرِ}؛ أي: لا يملُّ دائماً من دعاء الله في الغنى والمال والولدِ وغير ذلك من مطالب الدُّنيا، ولا يزال يعملُ على ذلك، ولا يقتنعُ بقليل ولا بكثيرٍ منها؛ فلو حصل له من الدُّنيا ما حصل؛ لم يزل طالباً للزيادة. {وإن مَسَّهُ الشرُّ}؛ أي: المكروه كالمرض والفقر وأنواع البلايا، {فَيؤوسٌ قنوطٌ}؛ أي: ييأس من رحمة الله تعالى، ويظنُّ أن هذا البلاء هو القاضي عليه بالهلاكِ، ويتشوَّشُ من إتيان الأسبابِ على غير ما يحبُّ ويطلبُ؛ إلاَّ الذين آمنوا وعملوا الصالحات؛ فإنَّهم إذا أصابهم الخيرُ والنعمةُ والمحابُّ؛ شكروا الله تعالى، وخافوا أن تكونَ نعمُ الله عليهم استدراجاً وإمهالاً، وإن أصابتْهم مصيبةٌ في أنفسهم وأموالهم وأولادِهم؛ صبروا ورَجَوا فضل ربِّهم فلم ييأسوا.
49. Bu buyruk, insan tabiatının mahiyetini haber vermekte, onun sabırsız ve dayanıksız olduğunu bildirmektedir. O, hayra karşı da şerre karşı da dirençsizdir. Ancak Yüce Allah’ın bu halden kemal derceye taşıdığı kimseler müstesnâdır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“İnsan (Rabbinden dünyevi) iyilikler dilemekten usanmaz.” Yüce Allah’tan kurtuluş, mal sahibi olmak, çocuk sahibi olmak vb. gibi dünya ihtiyaçlarını dilemeyi, dünyevi dileklerde bulunmayı her zaman sürdürür, bundan usanmaz. Bunun için de sürekli çalışır. Dünyanın azına da çoğuna da kanaat etmez. Dünyalıktan elde ettikleri, istediği kadar çok olsun yine de daha fazlasını istemeye devam eder.
“Ama ona kötülük” hastalık, fakirlik, çeşitli belâlar vb. gibi hoşlanılmayan şeyler
“dokunursa hemen ye’se düşüp (O’ndan) ümidini tamamen keser.” Allah’ın rahmetinden ümit keser. Bu belânın kendisini helâke götüreceğini zanneder. İstemediği ve hoşlanmadığı türlü sebeplerin üzerine gelişinden dolayı şaşırır kalır.
İman edip salih amel işleyenler ise böyle değildir. Onlara hayır, nimet ve sevdikleri bir şey isabet ettiğinde; bundan dolayı Yüce Allah’a şükrederler ve Allah’ın, üzerlerindeki bu nimetlerinin bir istidrac ve azap öncesi bir mühlet tanıma olmasından endişe ederler. Eğer canlarında, mallarında ve çoluk çocuklarında kendilerine bir musibet isabet edecek olursa, buna da sabrederler. Rablerinin lütfunu umar ve ümitsizliğe kapılmazlar.
#
{50} ثم قال تعالى: {ولئِنْ أذَقْناه}؛ أي: الإنسان الذي لا يسأم من دُعاء الخير وإن مسَّه الشرُّ فيؤوسٌ قنوطٌ {رحمةً منَّا}؛ أي: بعد ذلك الشرِّ الذي أصابه؛ بأنْ عافاه الله من مرضِهِ أو أغناه من فقرِهِ؛ فإنَّه لا يشكر الله تعالى؛ بل يبغي ويطغى ويقول: {هذا لي}؛ أي: أتاني لأنِّي له أهلٌ وأنا مستحقٌّ له، {وما أظنُّ الساعةَ قائمةً}، وهذا إنكارٌ منه للبعث، وكفرٌ للنعمة والرحمة التي أذاقها الله له، {ولئن رُجِعْتُ إلى ربِّي إنَّ لي عنده للحُسْنى}؛ أي: على تقدير إتيان الساعة، وأنِّي سأرجع إلى ربي؛ إنَّ لي عنده للحسنى؛ فكما حصلت لي النعمة في الدُّنيا؛ فإنَّها ستحصُلُ لي في الآخرة! وهذا من أعظم الجرأة والقول على الله بلا علم؛ فلهذا توعَّده [اللَّهُ] بقولِهِ: {فَلَنُنَبِّئَنَّ الذين كفروا بما عَمِلوا ولَنُذيقَنَّهم من عذابٍ غليظٍ}؛ أي: شديد جدًّا.
50. Daha sonra Yüce Allah,
şöyle buyurmaktadır: “Andolsun biz, kendisine dokunan bir sıkıntıdan sonra ona tarafımızdan bir rahmet tattırsak” yani hayır dilemekten usanmayan ve bir kötülük isabet ettikten sonra da ümidini kesen insana, Allah hastalığından afiyet vermek yahut fakirlikten sonra onu zenginleştirmek sureti ile ona bir rahmet verecek olursa o, Yüce Allah’a şükretmez.
Aksine haddi aşıp azar ve
“kesinlikle şöyle der: Bu benim hakkımdır.” Yani ben böyle bir şeye layık olduğum için Allah, bunu bana vermiştir.
“Ben Kıyametin kopacağını da sanmıyorum.” Bu, onun öldükten sonra dirilişi inkâr ettiğini göstermektedir. Bu tutumu ile o, Allah’ın kendisine tattırmış olduğu rahmet ve nimete karşı da nankörlük etmiş olur.
“Eğer olur da Rabbime döndürülsem hiç şüphesiz O’nun katında benim için en güzeli vardır.” Yani Kıyametin kopacağını ve benim de Rabbime döneceğimi varsaysak dahi O’nun yanında benim için iyilik ve güzellik vardır. Dünya hayatında ben nimetlere kavuştuğum gibi âhirette de nimetlere nail olacağım.
Bu ise herhangi bir bilgiye dayanmaksızın Yüce Allah hakkında küstâhca söz söylemektir.
Bundan dolayı Yüce Allah böyle birisini şu buyrukları ile tehdit etmektedir:
“Andolsun Biz kâfirlere yaptıklarını haber vereceğiz ve kesinlikle onlara çok şiddetli bir azaptan tattıracağız.”
#
{51} {وإذا أنْعَمْنا على الإنسان}: بصحَّة أو رزقٍ أو غيرهما {أعرضَ}: عن ربِّه وعن شكرِهِ، {ونأى}؛ أي: ترفَّع {بجانبِهِ}: عجباً وتكبراً، {وإن مسَّه الشرُّ}: أي: المرضُ أو الفقرُ أو غيرُهما {فذو دعاءٍ عريضٍ}؛ أي: كثير جدًّا؛ لعدم صبره؛ فلا صبر في الضرَّاء ولا شكر في الرَّخاء؛ إلاَّ مَنْ هداه الله ومنَّ عليه.
51.
“Biz insana” sağlık, bol rızık veya başka herhangi bir
“nimet verdiğimizde” Rabbinden ve O’na şükretmekten
“yüz çevirir.” Kendisini beğenerek ve büyüklük taslayarak
“yan çizip uzaklaşır.”
“Ama ona” hastalık, fakirlik veya başka herhangi bir “kötülük isabet edince bu sefer de (bize) uzun uzadıya” sabırsızlığından dolayı oldukça fazla “dua eder.”
Ne darlıkta sabreder, ne de bollukta şükreder. Allah’ın hidâyete ilettiği ve lütufta bulunduğu kimseler bundan müstesnâdır.
{قُلْ أَرَأَيْتُمْ إِنْ كَانَ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ ثُمَّ كَفَرْتُمْ بِهِ مَنْ أَضَلُّ مِمَّنْ هُوَ فِي شِقَاقٍ بَعِيدٍ (52) سَنُرِيهِمْ آيَاتِنَا فِي الْآفَاقِ وَفِي أَنْفُسِهِمْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ أَنَّهُ الْحَقُّ أَوَلَمْ يَكْفِ بِرَبِّكَ أَنَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدٌ (53) أَلَا إِنَّهُمْ فِي مِرْيَةٍ مِنْ لِقَاءِ رَبِّهِمْ أَلَا إِنَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ مُحِيطٌ (54)}.
52-
De ki: “Söyleyin bana! Eğer o (Kur'ân), Allah tarafından ise ve siz de onu inkâr etmişseniz bu durumda (haktan) çok uzak bir ihtilafa düşen (sizlerden) daha sapık kim olabilir?”
53- O
(Kur'ân’ın) gerçeğin ta kendisi olduğu kendilerine apaçık belli oluncaya kadar delillerimizi onlara hem dış dünyada hem de kendi nefislerinde göstereceğiz. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?
54- Şunu bilin ki onlar, Rablerine kavuşmaktan yana şüphe içindedirler. Yine bilin ki Allah, her şeyi
(ilmiyle) kuşatmıştır.
#
{52} أي: {قل}: لهؤلاء المكذِّبين بالقرآن المسارعين إلى الكُفران: {أرأيتُم إن كانَ}: هذا القرآنُ {من عندِ الله}: من غير شكٍّ ولا ارتيابٍ، {ثم كفرتُم به مَنْ أضلُّ ممَّنْ هو في شقاقٍ بعيدٍ}؛ أي: معاندة لله ولرسوله؛ لأنَّه تبيَّن لكم الحقُّ والصوابُ، ثم عدلتُم عنه لا إلى حقٍّ، بل إلى باطل وجهل؛ فإذاً تكونون أضلَّ الناس وأظلَمَهم.
52. Şu Kur’ân’ı yalanlayan, küfre ve nankörlüğe hızlıca koşan kimselere
“de ki: Söyleyin bana! Eğer o” yani bu Kur’ân-ı Kerîm, şüphesiz ve tereddütsüz olarak
“Allah tarafından ise ve siz de onu inkâr etmişseniz bu durumda” Allah’a ve Rasûlüne karşı inatlaşarak
“ (haktan) çok uzak bir ihtilafa düşen (sizlerden) daha sapık kim olabilir?”
Çünkü siz, hakkı ve doğruyu açıkça öğrendikten sonra haktan yüz çevirdiniz. Batıla ve cahilliğe yöneldiniz. O halde sizler insanların en sapığı ve en zalimisiniz.
Şâyet sizlerin bunun doğruluğu ve gerçekliği hususunda herhangi bir şüpheniz varsa veya bunu dile getirecek olursanız hiç şüphesiz Allah, buna dair birtakım âyetlerini size gösterecektir. Bu konuda da Yüce Allah,
şöyle buyurmaktadır:
#
{53} فإنْ قلتُم أو شككتُم بصحَّته وحقيقتِهِ؛ فسيقيم الله لكم، ويريكم من آياتِهِ في الآفاق؛ كالآياتِ التي في السماء وفي الأرض وما يُحْدِثُه الله تعالى من الحوادثِ العظيمة الدالَّة للمستبصر على الحقِّ. {وفي أنفسِهِم}: مما اشتملتْ عليه أبدانُهم من بديع آياتِ الله وعجائبِ صنعتِهِ وباهر قدرتِهِ، وفي حلول العقوبات والمَثُلات في المكذِّبين ونصر المؤمنين، {حتى يتبيَّن لهم}: من تلك الآياتِ بياناً لا يقبل الشكَّ، {أنَّه الحقُّ}: وما اشتمل عليه حقٌّ، وقد فعل تعالى؛ فإنَّه أرى عباده من الآيات ما به تبيَّن [لهم] أنه الحقُّ، ولكن الله هو الموفِّق للإيمان مَنْ شاء، والخاذل لمن يشاء. {أو لم يكفِ بربِّك أنَّه على كلِّ شيءٍ شهيدٌ}؛ أي: أولم يكفِهم ـ على أنَّ القرآن حقٌّ، ومن جاء به صادقٌ ـ شهادةُ الله تعالى؛ فإنَّه قد شهد له بالصدق، وهو أصدقُ الشاهدين، وأيَّده ونصره نصراً متضمِّناً لشهادته القوليَّة عند من شكَّ فيها.
53.
“O (Kur'ân’ın)” ve onun ihtiva ettiği hakikatlerin
“gerçeğin ta kendisi olduğu kendilerine” göstereceğimiz deliller ve en ufak bir şüpheyi kabul etmeyecek tam bir açıklama ile
“apaçık belli oluncaya kadar delillerimizi onlara hem dış dünyada” göklerdeki ve yerdeki delillerle, Yüce Allah’ın meydana getirdiği ve basiretli kimselere hakkı gösteren pek büyük olaylarla bu türden delilleri hem dış dünyalarında
“hem de kendi nefislerinde” kendi bedenlerinde bulunan Yüce Allah’ın harikulade delilleri, hayret verici sanatı, göz kamaştırıcı kudretini gösteren deliller ile inkarcıların ibretli cezalara çarptırılarak mü’minlere yardım olunması vb. gibi delilleri
“göstereceğiz.”
Nitekim Yüce Allah, bunları gerçekleştirmiş, kullarına hakkın kendileri vasıtası ile açıkça ortaya çıkacağı türden deliller göstermiştir. Ancak dilediğini imana muvaffak kılan ve dilediğini bu hususta yardımsız bırakan, Yüce Allah’tır.
“Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?” Yani Kur’ân-ı Kerîm’in hak oluşuna, onu getirenin doğru söylediğine Allah’ın şahitliği onlara yetmiyor mu? Çünkü Yüce Allah, peygamberini tasdik ederek lehine şahitlik etmiştir. Şahitlik edenlerin en doğrusu da O’dur. O, onu desteklemiş ve bu hususta şüphe edenler için sözlü şahitliği de ihtiva edecek şekilde ona yardımcı olmuştur.
#
{54} {ألا إنِّهم في مِرْيَةٍ من لقاءِ ربِّهم}؛ أي: في شكٍّ من البعث والقيامةِ، وليس عندَهم دارٌ سوى الدار الدُّنيا؛ فلذلك لم يعملوا للآخرة، ولم يلتفتوا لها. {ألا إنَّه بكلِّ شيءٍ محيطٌ}: علماً وقدرةً وعزةً.
54.
“Şunu bilin ki onlar Rablerine kavuşmaktan yana şüphe içindedirler.” Öldükten sonra diriliş ve Kıyamet günü hakkında şüphe etmektedirler. Onlara göre dünya yurdundan başka gidilecek yer yoktur. Bunun için âhiret için çalışmazlar ve ona iltifat etmezler.
“Yine bilin ki O” ilmi, kudreti ve izzeti ile
“her şeyi kuşatmıştır.”
Fussilet sûresinin tefsiri -Yüce Allah’ın lütfu ile- burada sona ermektedir.
***