Ayet:
43- ZUHRUF SÛRESİ
43- ZUHRUF SÛRESİ
(Mekke’de inmiştir. 89 âyettir)
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adı ile.
Ayet: 1 - 5 #
{حم (1) وَالْكِتَابِ الْمُبِينِ (2) إِنَّا جَعَلْنَاهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ (3) وَإِنَّهُ فِي أُمِّ الْكِتَابِ لَدَيْنَا لَعَلِيٌّ حَكِيمٌ (4) أَفَنَضْرِبُ عَنْكُمُ الذِّكْرَ صَفْحًا أَنْ كُنْتُمْ قَوْمًا مُسْرِفِينَ (5)}.
1- Hâ, Mîm. 2- Apaçık/açıklayıcı kitaba yemin olsun ki, 3- Biz, onu anlayıp düşünesiniz diye Arapça bir Kur’ân kıldık. 4- Şüphesiz o, katımızdaki ana kitapta/levh-i mahfuzdadır, çok yücedir, hikmet doludur. 5- Şimdi siz haddi aşan bir toplumsunuz diye Zikr/Kur'ân’la size öğüt vermekten vaz mı geçelim?
#
{1 ـ 3} هذا قسمٌ بالقرآن على القرآن، فأقسم بالكتاب المبين، وأطلق، ولم يذكُرِ المتعلَّق؛ ليدلَّ على أنه مبينٌ لكل ما يحتاج إليه العباد من أمور الدُّنيا والدِّين والآخرة. {إنَّا جَعَلْناه قرآناً عربيًّا}: هذا المقسَم عليه أنَّه جُعِلَ بأفصح اللغاتِ وأوضحِها وأبينها، وهذا من بيانه. وذكر الحكمةَ في ذلك، فقال: {لعلَّكم تعقلونَ}؛ ألفاظَه ومعانيَه لتيسُّرها وقربها من الأذهان.
2. Bu ayette Kur’ân-ı Kerîm’e yemin edilmektedir. Yüce Allah, mutlak olarak apaçık/açıklayıcı olan Kitab’a yemin etmekte ve onun neyi açıkladığını söz konusu etmemektedir. Bu da bu Kitabın din, dünya ve âhiret ile ilgili kulların gerek duyacağı bütün hususları açıklayıcı olduğunu ifade etmesi içindir. 3. “Biz onu... Arapça bir Kur’ân kıldık.” Bu da hakkında yemin edilen hususu ifade etmektedir. Bu Kitabı en fasîh, en açık ve en anlaşılır bir dil olan Arapça olarak indirmiştir. Onun Arapça oluşu da açık/açıklayıcı oluşunun bir yönüdür. Devamla bundaki hikmeti de söz konusu ederek: “Onu anlayıp düşünesiniz diye” buyurmuştur. Yani lafızlarını ve anlamlarını kolaylıkla kavrayıp zihinleriniz bunları zorlanmadan anlasın diye böyle yaptık.
#
{4} {وإنَّه}؛ أي: هذا الكتاب {لدينا} في الملأ الأعلى في أعلى الرُّتب وأفضلها {لَعَلِيٌّ حكيمٌ}؛ أي: لعليٌّ في قدره وشرفه ومحله، حكيم فيما يشتمل عليه من الأوامر والنواهي والأخبار؛ فليس فيه حكمٌ مخالفٌ للحكمة والعدل والميزان.
4. “Şüphesiz o” yani bu Kitap “katımızdaki ana kitapta/levh-i mahfuzdadır” Mele-i â’lâda en yüce ve en üstün mertebededir “çok yücedir, hikmet doludur.” Kadr-u kıymeti, şerefi ve mekanı itibari ile çok yücedir. Kapsamındaki emirler, yasaklar ve haberler itibari ile de pek çok hikmetlerle doludur. Onda hikmete, adalete ve itidale aykırı hiçbir hüküm yoktur.
#
{5} ثم أخبر تعالى أنَّ حكمته وفضلَه يقتضي أنْ لا يتركَ عباده هملاً لا يرسل إليهم رسولاً ولا ينزل عليهم كتاباً ولو كانوا مسرفين ظالمين، فقال: {أفنضرِبُ عنكم الذِّكْرَ صفحاً}؛ أي: أفنعرض عنكم ونترك إنزال الذِّكر إليكم ونضرب عنكم صفحاً لأجل إعراضِكم وعدم انقيادِكم [له]، بل ننزل عليكم الكتابَ، ونوضِّح لكم فيه كلَّ شيءٍ؛ فإنْ آمنتُم به واهتديتُم؛ فهو من توفيقِكم، وإلاَّ؛ قامت عليكم الحجَّة، وكنتُم على بيِّنة من أمركم.
5. Daha sonra Yüce Allah, hikmet ve lütfunun, günahkâr ve zalim olsalar dahi kullarını peygamber göndermeden, bir kitap indirmeden başıboş bırakıp ihmal etmemesini gerektirdiğini haber vermekte ve şöyle buyurmaktadır: “Şimdi siz haddi aşan bir toplumsunuz diye Zikir/Kur'ân’la size öğüt vermekten vaz mı geçelim?” Sizden yüz çevirip size bu zikri/Kur’ân’ı indirmeyi terk ederek, siz yüz çevirdiniz ve buna itaat etmediniz diye Biz de sizden yüz mü çevirelim? Hayır, aksine Kitabı indireceğiz ve bu Kitapta size her şeyi açıklayacağız. Eğer ona iman eder, hidâyet bulursanız bu, sizin ilâhî tevfike mazhar olduğunuzu gösterir. Aksi takdirde size karşı delil ortaya konulmuş olur ve sizin durumunuz da açıklığa kavuşmuş olur.
Ayet: 6 - 8 #
{وَكَمْ أَرْسَلْنَا مِنْ نَبِيٍّ فِي الْأَوَّلِينَ (6) وَمَا يَأْتِيهِمْ مِنْ نَبِيٍّ إِلَّا كَانُوا بِهِ يَسْتَهْزِئُونَ (7) فَأَهْلَكْنَا أَشَدَّ مِنْهُمْ بَطْشًا وَمَضَى مَثَلُ الْأَوَّلِينَ (8)}.
6- Biz, önceki nesillere de nice peygamberler gönderdik! 7- Ama kendilerine ne zaman bir peygamber gelse mutlaka onu alaya alırlardı. 8- Biz de bunlardan (senin kavminden) çok daha güçlü olanlarını helâk ettik. Nitekim öncekilerin (kıssalarından) misaller daha önce geçmişti.
#
{6 ـ 8} يقول تعالى: إنَّ هذه سنَّتُنا في الخلق أن لا نَتْرُكَهم هملاً؛ فكم {أرسَلْنا من نبيٍّ في الأوَّلين}: يأمرونهم بعبادة الله وحده لا شريك له، ولم يزل التكذيبُ موجوداً في الأمم. {وما يأتيهم من نبيٍّ إلاَّ كانوا به يستهزِئونَ}: جَحْداً لما جاء به، وتكبُّراً على الحقِّ، {فأهْلَكْنا أشدَّ} من هؤلاء {بطشاً}؛ أي: قوة وأفعالاً وآثاراً في الأرض، {ومضى مَثَلُ الأوَّلين}؛ أي: مضت أمثالُهم وأخبارُهم وبيَّنَّا لكم منها ما فيه عبرةٌ ومزدجَرٌ عن التكذيب والإنكار.
6. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: İnsanlar arasında uygulayageldiğimiz sünnetimiz/kanunumuz gereği onları ihmal etmez, başıboş bırakmayız. “Biz önceki nesillere de nice peygamberler gönderdik.” Bu peygamberler, onlara Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmaksızın sadece O’na ibadet etmelerini emrediyorlardı. Ancak ümmetler arasında peygamberleri yalanlamak sürekli var olagelmiştir . 7. “Ama kendilerine ne zaman bir peygamber gelse mutlaka” getirdiğini bile bile inkâr ederek ve hakka karşı da büyüklenerek “onu alaya alırlardı.” 8. “Biz de bunlardan” şu senin kavminden “çok daha güçlü olanlarını” yaptıkları işleri ve yeryüzündeki eserleri itibari ile daha üstün olanlarını “helâk ettik. Nitekim öncekilerin (kıssalarından) misaller daha önce geçmişti.” Yani onlara dair misaller ve haberler geçmiş ve bunlardan sizin için ibret olacak hususları, yalanlamaktan alıkoyacak yönleri açıklamışızdır.
Ayet: 9 - 14 #
{وَلَئِنْ سَأَلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ لَيَقُولُنَّ خَلَقَهُنَّ الْعَزِيزُ الْعَلِيمُ (9) الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ الْأَرْضَ مَهْدًا وَجَعَلَ لَكُمْ فِيهَا سُبُلًا لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ (10) وَالَّذِي نَزَّلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً بِقَدَرٍ فَأَنْشَرْنَا بِهِ بَلْدَةً مَيْتًا كَذَلِكَ تُخْرَجُونَ (11) وَالَّذِي خَلَقَ الْأَزْوَاجَ كُلَّهَا وَجَعَلَ لَكُمْ مِنَ الْفُلْكِ وَالْأَنْعَامِ مَا تَرْكَبُونَ (12) لِتَسْتَوُوا عَلَى ظُهُورِهِ ثُمَّ تَذْكُرُوا نِعْمَةَ رَبِّكُمْ إِذَا اسْتَوَيْتُمْ عَلَيْهِ وَتَقُولُوا سُبْحَانَ الَّذِي سَخَّرَ لَنَا هَذَا وَمَا كُنَّا لَهُ مُقْرِنِينَ (13) وَإِنَّا إِلَى رَبِّنَا لَمُنْقَلِبُونَ (14)}].
9- Andolsun ki onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan kesinlikle: “Onları Aziz ve Alim (olan Allah) yarattı” derler. 10- (İşte O yaratıcı) yeryüzünü size döşek kılan ve maksatlarınıza ulaşasınız diye de orada sizin için yollar var edendir. 11- Gökten belli bir ölçü ile su indiren O’dur. Nitekim biz, o suyla ölü haldeki bir beldeye hayat veririz. İşte siz de bu şekilde (diriltilip kabirlerinizden) çıkarılacaksınız. 12- Bütün çiftleri yaratan ve sizin için bineceğiniz gemiler ve ehli hayvanlar var eden O’dur. 13- Ki böylece onların sırtlarına/güvertelerine çıkıp kurulasınız, sonra onların üzerine yerleşince de Rabbinizin nimetini hatırlayasınız ve şöyle diyesiniz: “Bunları bize amade kılan (Allah), her türlü eksiklikten münezzehtir. Yoksa bizim bunlara gücümüz yetmezdi.” 14- “Şüphesiz biz, Rabbimize döneceğiz.”
#
{9} يخبر تعالى عن المشركين أنَّك لو {سألتَهم مَنْ خَلَقَ السمواتِ والأرضَ ليقولنَّ}: الله وحدَه لا شريك له. {العزيز}: الذي دانت لعزَّته جميع المخلوقات. {العليم}: بظواهر الأمور وبواطنها وأوائلها وأواخراها. فإذا كانوا مقرِّين بذلك؛ فكيف يجعلون له الولدَ والصاحبةَ والشريكَ؟! وكيف يشركون به من لا يَخْلُقُ ولا يرزقُ ولا يميتُ ولا يحيي؟!
9. Yüce Allah, müşriklerin durmunu haber vererek şöyle buyurmaktadır: “Andolsun ki” sen “onlara: Gökleri ve yeri kim yarattı? diye sorsan kesinlikle: Onları Aziz ve Alim (olan Allah) yarattı, derler.” Onları tek başına Allah yaratmıştır, bu konuda hiçbir ortağı yoktur. O, Azizdir; bütün mahlukat O’nun izzeti ve kudreti önünde itaat ile boyun eğmiştir. Alimdir; gizli ve açık, ilki ile sonuncusu ile tüm işleri bilendir. Onlar bunu itiraf edip kabul ettiklerine göre O’nun evladı olduğunu, eşi ve ortağı bulunduğunu nasıl söylerler? Nasıl olur da O’na, hiçbir şey yaratamayan, rızık veremeyen, öldüremeyen, diriltemeyen varlıkları ortak koşarlar?
#
{10} ثم ذكر أيضاً من الأدلَّة الدالَّة على كمال نعمته واقتداره بما خَلَقه لعباده من الأرض التي مَهَدها وجعلها قراراً للعباد يتمكَّنون فيها من كلِّ ما يريدون، {وجَعَلَ لكم فيها سُبُلاً}؛ أي: جعل منافذ بين سلاسل الجبال المتَّصلة تنفُذون منها إلى ما ورائها من الأقطار، {لعلَّكم تهتدونَ}: في السير في الطرق ولا تضيعون، ولعلَّكم أيضاً تهتدون في الاعتبار بذلك والادِّكار فيه.
10. Daha sonra Yüce Allah, kudretinin ve nimetinin kemaline delil olarak kulları için bir döşek gibi yaydığı, onlara istedikleri her bir işi yapma imkânını verdiği bir yerleşim yeri kıldığı yeryüzünü zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır: (İşte O yaratıcı) yeryüzünü size döşek kılan ve maksatlarınıza ulaşasınız diye de orada sizin için yollar var edendir.” Birbirine bitişik sıra dağlar arasında dağların ötesindeki bölgelere gidebileceğiniz şekilde geçitler yaratmıştır. Tâ ki o yollarda yürüyüp kaybolmayasınız ve aynı şekilde bunlardan ibret alıp gerekli öğütleri çıkartarak doğru yolu bulasınız.
#
{11} {والذي نَزَّلَ من السماءِ ماءً بقدرٍ}: لا يزيدُ ولا ينقُص، ويكون أيضاً بمقدار الحاجةِ؛ لا ينقُصُ بحيث لا يكون فيه نفعٌ، ولا يزيدُ بحيث يضرُّ العباد والبلاد، بل أغاث به العبادَ، وأنقذ به البلادَ من الشدَّة، ولهذا قال: {فأنشَرْنا به بلدةً ميتاً}؛ أي: أحييناها بعد موتها، {كذلك تُخْرَجونَ}؛ أي: فكما أحيا الأرض الميتة الهامدة بالماء؛ كذلك يحييكم بعدما تستكملونَ في البرزخ ليجازِيَكم بأعمالكم.
11. “Gökten belli bir ölçü ile su indiren O’dur.” Bu ölçü, değişmez; ne artar ne eksilir. Aynı şekilde o, tam kulların ihtiyacını karşılayacak kadardır. Öyle ki o, fayda sağlamayacak kadar az da değildir; kullara ve topraklara zararlı olacak kadar çok da değildir. Aksine Yüce Allah, bu su ile kullarının imdadına yetişir, beldeleri darlık ve sıkıntıdan kurtarır. Bundan dolayı: “Nitekim biz, o suyla ölü haldeki bir beldeye hayat veririz” yani ölümünden sonra diriltiriz, buyurmaktadır. “İşte siz de bu şekilde (diriltilip kabirlerinizden) çıkarılacaksınız.” O hareketsiz ve ölü araziyi su ile canlandırdığı gibi, sizi de Berzahtaki sürenizi tamamladıktan sonra, amellerinizin karşılığını vermek üzere böylece diriltecektir.
#
{12} {والذي خَلَقَ الأزواجَ كلَّها}؛ أي: الأصناف جميعها مما تُنْبِتُ الأرض ومن أنفسِهم ومما لا يعلمون؛ من ليل ونهار، وحرٍّ وبرد، وذكر وأنثى ... وغير ذلك، {وجعل لكم من الفُلْكِ}؛ أي: السفن البحريَّة الشراعيَّة والناريَّة ما تركبون، {و} من {الأنعام ما تركبونَ}.
12. “Bütün çiftleri” gerek yerden bitenlerde gerek sizin kendisinizde gerekse de daha sizin bilmediğiniz nice şeylerde; gece, gündüz, sıcak, soğuk, erkek, dişi vb. tüm varlık türlerini “yaratan ve sizin için bineceğiniz gemiler” rüzgarla çalışan yelkenliler olsun, buharlı gemiler olsun denizde yol alan araçlar “ve ehli hayvanlar var eden O’dur.”
#
{13} {لتستووا على ظهورِهِ}: وهذا شامل لظهورِ الفُلك ولظهور الأنعام؛ أي: لتستقرُّوا عليها. {ثم تذكروا نعمةَ ربِّكم إذا استويتُم عليه}: بالاعتراف بالنعمة لمن سخَّرها والثناء عليه تعالى بذلك، ولهذا قال: {وتقولوا سبحانَ الذي سخَّر لنا هذا وما كُنَّا له مقرِنينَ}؛ أي: لولا تسخيره لنا ما سَخَّر من الفلك والأنعام؛ ما كنا مُطيقينَ لذلك وقادِرين عليه، ولكن من لطفِهِ وكرمِهِ تعالى سخَّرها وذلَّلها ويسَّر أسبابها. والمقصودُ من هذا بيانُ أن الربَّ الموصوفَ بما ذكره من إفاضة النِّعم على العبادِ هو الذي يستحقُّ أن يُعبد، ويصلَّى له ويُسجَد.
13. “Ki böylece onların sırtlarına/güvertelerine çıkıp kurulasınız.” Bu buyrukla hem hayvanların sırtları hem de gemilerin sırtı kastetmektedir. Yani onlar üzerine yerleşesiniz, “sonra onların üzerine yerleşince de Rabbinizin nimetini” bu nimetleri size ihsan edenin nimetini itiraf edip “hatırlayasınız” ve böylelikle O’na övgülerde bulunasınız “ve şöyle diyesiniz: Bunları bize amade kılan (Allah), her türlü eksiklikten münezzehtir. Yoksa bizim bunlara gücümüz yetmezdi.” Yani O, bizlere gemileri ve davarları amade kılmamış olsaydı, biz bunlara güç yetiremezdik. Ancak Yüce Allah, lütuf ve keremi ile bunları bize amade kılmış, boyun eğdirmiş ve onları elde etmenin yollarını kolaylaştırmıştır. Bundan maksat, Yüce Allah’ın sözünü ettiği nimetleri kullarına ihsan etmek sıfatına sahip olan o yüce Rabbin, ibadete yegane hak sahibi olduğunu, yalnız O’na boyun bükülüp yalnızca O’na secde edilmesi gerektiğini beyan etmektir. [14. “Şüphesiz biz, Rabbimize döneceğiz.” Yine şöyle de diyesiniz: Şüphe yok ki bizler, ölümümüzden sonra Rabbimize dönecek, O’nun huzuruna varacağız.][19]
Ayet: 15 - 25 #
{وَجَعَلُوا لَهُ مِنْ عِبَادِهِ جُزْءًا إِنَّ الْإِنْسَانَ لَكَفُورٌ مُبِينٌ (15) أَمِ اتَّخَذَ مِمَّا يَخْلُقُ بَنَاتٍ وَأَصْفَاكُمْ بِالْبَنِينَ (16) وَإِذَا بُشِّرَ أَحَدُهُمْ بِمَا ضَرَبَ لِلرَّحْمَنِ مَثَلًا ظَلَّ وَجْهُهُ مُسْوَدًّا وَهُوَ كَظِيمٌ (17) أَوَمَنْ يُنَشَّأُ فِي الْحِلْيَةِ وَهُوَ فِي الْخِصَامِ غَيْرُ مُبِينٍ (18) وَجَعَلُوا الْمَلَائِكَةَ الَّذِينَ هُمْ عِبَادُ الرَّحْمَنِ إِنَاثًا أَشَهِدُوا خَلْقَهُمْ سَتُكْتَبُ شَهَادَتُهُمْ وَيُسْأَلُونَ (19) وَقَالُوا لَوْ شَاءَ الرَّحْمَنُ مَا عَبَدْنَاهُمْ مَا لَهُمْ بِذَلِكَ مِنْ عِلْمٍ إِنْ هُمْ إِلَّا يَخْرُصُونَ (20) أَمْ آتَيْنَاهُمْ كِتَابًا مِنْ قَبْلِهِ فَهُمْ بِهِ مُسْتَمْسِكُونَ (21) بَلْ قَالُوا إِنَّا وَجَدْنَا آبَاءَنَا عَلَى أُمَّةٍ وَإِنَّا عَلَى آثَارِهِمْ مُهْتَدُونَ (22) وَكَذَلِكَ مَا أَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ فِي قَرْيَةٍ مِنْ نَذِيرٍ إِلَّا قَالَ مُتْرَفُوهَا إِنَّا وَجَدْنَا آبَاءَنَا عَلَى أُمَّةٍ وَإِنَّا عَلَى آثَارِهِمْ مُقْتَدُونَ (23) قَالَ أَوَلَوْ جِئْتُكُمْ بِأَهْدَى مِمَّا وَجَدْتُمْ عَلَيْهِ آبَاءَكُمْ قَالُوا إِنَّا بِمَا أُرْسِلْتُمْ بِهِ كَافِرُونَ (24) فَانْتَقَمْنَا مِنْهُمْ فَانْظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّبِينَ (25)}.
15- Onlar, kullarından kimisini O’nun bir parçası saydılar. Gerçekten insan apaçık bir nankördür. 16- Demek O, yarattıkları içinden kızları (evlat) edindi de size ayrıcalık tanıyarak oğulları size ayırdı, öyle mi? 17- Halbuki onlardan biri, Rahman’a isnat ettiği o (kız çocuğu) ile müjdelenince yüzü simsiyah kesilir de içi gam ve kederle dolar. 18- Zinet içinde yetiştirilen ve tartışma sırasında meramını ifade edemeyen (kızları)(ona yakıştırıyorlar)? 19- Onlar, Allah’ın kulları olan melekleri de dişi saydılar. Onların yaratılışlarına şahit mi olmuşlar? Onların bu şahitlkleri yazılacak ve (ondan dolayı) sorgulanacaklardır. 20- Yine onlar dediler ki: “Eğer Rahman dileseydi biz, o (putlara) ibadet etmezdik.” Onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar, ancak asılsız zanlarda bulunuyorlar. 21- Yoksa Biz onlara bu (Kur'ân’dan) önce bir kitap vermişiz de onlar (bu konuda) ona mı dayanıyorlar? 22- Hayır, aksine onlar: “Biz, atalarımızı bir din üzere bulduk ve şüphesiz biz onların izinden gitmekteyiz” derler. 23- Senden önce hangi şehre bir uyarıcı gönderdi isek mutlaka oranın refah içinde şımarmış elebaşları da aynı bu şekilde: “Biz atalarımızı bir din üzere bulduk ve şüphesiz biz, onların izine uymaktayız” demişlerdir. 24- (O uyarıcı onlara:) “Ben size, atalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirmiş olsam da mı (onlara uyacaksınız)?” dediğinde onlar: “Şüphesiz biz, sizinle gönderilen şeyleri inkâr ediyoruz” dediler. 25- Biz de onlardan intikam aldık. Yalanlayanların âkıbetlerinin nasıl olduğuna bir bak!
#
{15} يخبر تعالى عن شناعةِ قول المشركين الذين جعلوا لله تعالى ولداً، وهو الواحد الأحدُ الفرد الصَّمد، الذي لم يتَّخذ صاحبة ولا ولداً، ولم يكنْ له كفُواً أحدٌ. وأنَّ ذلك باطلٌ من عدة أوجه: منها: أنَّ الخلقَ كلَّهم عباده، والعبوديَّة تنافي الولادة. ومنها: أنَّ الولد جزءٌ من والدِهِ، والله تعالى بائنٌ من خلقِهِ مباينٌ لهم في صفاته ونعوت جلاله، والولدُ جزءٌ من الوالدِ؛ فمحالٌ أن يكون لله تعالى ولدٌ.
15. Yüce Allah, kendisine evlat isnad eden müşriklerin söyledikleri çirkin sözleri haber vermektedir. Oysa O tektir, Sameddir, eş de edinmemiştir, evlat da. Hiç kimse de O’na denk değildir. Onların bu iddiaları birkaç bakımdan batıldır: 1. Evvela bütün mahlukat O’nun kullarıdır. Kul olmak ise evlat olmaya aykırıdır. 2. Evlat, babasından bir parçadır. Yüce Allah ise yarattıklarından ayrıdır. Sıfatlarında ve niteliklerinde onlardan tamamı ile farklıdır. Evlat babasının bir parçası olduğundan dolayı Yüce Allah’ın evladının olması imkânsızdır.
#
{16} ومنها: أنَّهم يزعُمون أنَّ الملائكةَ بناتُ الله، ومن المعلوم أنَّ البناتِ أدونُ الصنفينِ؛ فكيف يكون لله البناتُ ويصطفيهم بالبنين ويفضِّلهم بها؟! فإذاً؛ يكونون أفضلَ من الله! تعالى اللهُ عن ذلك علوًّا كبيراً!
16. 3. Onlar meleklerin Allah’ın kızları olduğunu iddia ederler. Bilindiği gibi kızlar, erkeklerden daha zayıftır. O halde Allah nasıl kızları kendine alır da erkek çocukları onlara tahsis eder ve bu konuda onlara üstünlük verir? Zira o takdirde onlar bu hususta Allah’tan daha üstün olurlar! Yüce Allah ise bundan çok yüce ve münezzehtir.
#
{17}: ومنها: أنَّ الصنف الذي نَسبوه لله ـ وهو البنات ـ أدون الصنفين وأكرههما لهم، حتى إنَّهم من كراهتهم لذلك {إذا بُشِّرَ أحدُهم بما ضَرَبَ للرحمن مثلاً ظلَّ وجهُهُ مسودًّا}؛ من كراهته وشدَّة بغضه؛ فكيف يجعلون لله ما يكرهون؟!
17. 4. Onların Allah’a nispet ettikleri tür olan kızlar, onlara göre çocuklar içinde en düşük ve kendilerince en hoşlanılmayanıdır. O kadar ki onlar, kız çocuklarından tiksindiklerinden dolayı: “onlardan biri, Rahman’a isnat ettiği o (kız çocuğu) ile müjdelenince yüzü simsiyah kesilir de içi gam ve kederle dolar.” Bu ise onun, böyle bir evladı istemediğinden, ondan hoşlanmadığından ve ondan nefret ettiğinden dolayıdır. Peki, hoşlanmadıkları şeyi nasıl olur da Allah’a nispet eder ve yakıştırırlar?
#
{18} ومنها: أنَّ الأنثى ناقصةٌ في وصفها وفي منطقها وبيانها، ولهذا قال تعالى: {أوَمَن يُنَشَّأ في الحِلْيَةِ}؛ أي: يجمَّل فيها لنقص جمالِهِ، فيجمَّل بأمرٍ خارج منه ، {وهو في الخصام}؛ أي: عند الخصام الموجب لإظهارِ ما عند الشخص من الكلام {غيرُ مبينٍ}؛ أي: غير مبينٍ لحجَّته ولا مفصح عمَّا احتوى عليه ضميرُه؛ فكيف ينسبونهنَّ لله تعالى؟!
18. 5. Kızlar; hem vasıf hem de konuşma ve meramını ifade etme itibariyle daha eksik bir konumdadırlar. Bundan dolayı Yüce Allah: Güzelliğinin tamamlanması için kendi dışında kalan harici şeylerle güzelleştirilmek sureti ile “zinet içinde yetiştirilen ve” kişinin söyleyeceği sözü açıklamasını gerektiren “tartışma sırasında meramını ifade edemeyen” delillerini açıklayamayan ve içindeki maksatları dile getiremeyenleri “mi” Allah’a nispet ediyorlar? Bu nasıl olur?
#
{19} ومنها: أنَّهم {جعلوا الملائكة الذين هم عبادُ الرحمن إناثاً}: فتجرؤوا على الملائكة العباد المقرَّبين، ورقَّوهم عن مرتبة العبادة والذُّلِّ إلى مرتبة المشاركة لله في شيء من خواصِّه، ثم نزلوا بهم عن مرتبةِ الذُّكوريَّة إلى مرتبة الأنوثيَّة؛ فسبحان من أظهر تناقضَ مَنْ كَذَبَ عليه وعاند رسله! ومنها: أنَّ الله ردَّ عليهم بأنَّهم لم يشهدوا خَلْقَ الله لملائكته؛ فكيف يتكلَّمون بأمرٍ من المعلوم عند كلِّ أحدٍ أنَّه ليس لهم به علمٌ؟! ولكن لا بدَّ أن يُسألوا عن هذه الشهادة، وستُكْتَبُ عليهم ويعاقَبون عليها.
19. 6. Onlar, “Allah’ın kulları olan melekleri de dişi saydılar.” Allah’ın mukarreb/yakınlaştırılmış kulları olan meleklere karşı küstahça bir iddiada bulunarak onları ubûdiyet/kulluk ve Allah’ın önünde boyun bükme mertebesinden, Allah’ın özelliklerinden birisinde O’na ortak olma mertebesine yükselttiler. Daha sonra da onları erkeklik mertebesinden dişilik mertebesine indirdiler. Kendisi hakkında yalan iddialarda bulunarak peygamberlerine karşı inatlaşanların çelişkilerini açıkça ortaya koyan Allah’ın şanı ne yücedir? 7. Yüce Allah, onların melekleri yaratmasına tanık olmadıklarını belirterek onların görüşlerini reddetmektedir. Peki, hakkında hiçbir bilgilei olmadığı herkes tarafından bilinen bir hususta nasıl böyle konuşabiliyorlar? Böyle bir tanıklıkta bulunduklarından dolayı mutlaka sorgulanacaklardır ve bu tanıklık aleyhlerine yazılacak, bundan dolayı da cezalandırılacaklardır.
#
{20} وقوله تعالى: {وقالوا لو شاء الرحمنُ ما عَبَدْناهُم}: فاحتجُّوا على عبادتهم الملائكة بالمشيئةِ، وهي حجةٌ لم يزل المشركونَ يطرِقونها، وهي حجةٌ باطلةٌ في نفسها عقلاً وشرعاً؛ فكلُّ عاقل لا يقبلُ الاحتجاج بالقدر، ولو سَلَكَه في حالةٍ من أحواله؛ لم يثبت عليها قدمه، وأمّا شرعاً؛ فإنَّ الله تعالى أبطل الاحتجاج به، ولم يذكُرْه عن غير المشركين به المكذِّبين لرسله؛ فإنَّ الله تعالى قد أقام الحجَّة على العباد؛ فلم يبقَ لأحدٍ عليه حجةٌ أصلاً، ولهذا قال هنا: {ما لهم بذلك من علم إنْ هم إلاَّ يَخْرُصونَ}؛ أي: يتخرَّصون تخرُّصاً لا دليل عليه، ويتخبَّطون خَبْطَ عشواء.
20. Yüce Allah’ın: “Yine dediler ki: Eğer Rahman dileseydi biz, onlara ibadet etmezdik.” buyruğuna gelince: Onlar, bu sözleri ile meleklere ibadet etmelerine Allah’ın dilemesini delil göstermişlerdir. Müşrikler hep böyle bir delile başvuragelmişlerdir. Ancak bu, hem aklen hem de dinen tamamiyle geçersiz bir delildir. Aklı başında olan hiç kimse, kaderi delil göstermeyi kabul etmez. Herhangi bir konuda böyle bir yol izleyecek olsa da bu konuda ayağını sağlam bir şekilde yere basamaz, sürekli bunu devam ettiremez. Dinen de Yüce Allah, böyle bir şeyi delil göstermeyi batıl saymış ve böyle bir delil getirmeyi yalnızca kendisine ortak koşanların ve peygamberlerini yalanlayanların sözü olarak bize nakletmiştir. Şanı Yüce Allah, kullara karşı delili ortaya koymuştur ve geriye hiçbir kimsenin O’na karşı getirecekleri hiçbir delil ve bahaneleri kalmamıştır. Bundan dolayı burada Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: “Onların bu hususta hiçbir bilgileri yoktur. Onlar, ancak asılsız zanlarda bulunuyorlar.” Hiçbir delili olmayan bir tahminlerde bulunuyor ve gelişigüzel iddialar ortaya atıyorlar.
#
{21} ثم قال: {أم آتيناهُم كتاباً من قبلِهِ فهم به مستمسكون}: يخبِرُهم بصحَّة أفعالهم وصدق أقوالهم؟! ليس الأمر كذلك؛ فإنَّ الله أرسل محمداً نذيراً إليهم، وهم لم يأتهم نذيرٌ غيره؛ أي: فلا عقل ولا نقل، وإذا انتفى الأمران؛ فلا ثَمَّ إلاَّ الباطل.
21. Daha sonra Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: “Yoksa Biz onlara bu (Kur'ân’dan) önce bir kitap vermişiz de onlar (bu konuda) ona mı dayanıyorlar?” Bu kitap mı onlara davranışlarının yerinde olduğunu, sözlerinin doğru olduğunu haber vermektedir? Durum hiç de öyle değildir. Zira Yüce Allah, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i onlara korkutucu ve uyarıcı olmak üzere göndermiştir ve onlara ondan başka herhangi bir uyarıcı da gelmemiştir. Yani onların, iddialarına ne aklî ne de naklî bir delilleri vardır. Her iki türden delil de olmadığına göre geriye batıldan başka bir şey kalmıyor.
#
{22} نعم؛ لهم شبهةٌ من أوهى الشُّبه، وهي تقليد آبائهم الضالِّين، الذين ما زال الكفرة يردُّون بتقليدهم دعوة الرسل، ولهذا قال هنا: {بل قالوا إنَّا وَجَدْنا آباءَنا على أمَّةٍ}؛ أي: على دين وملَّة، {وإنَّا على آثارهم مهتدون}؛ أي: فلا نتَّبع ما جاء به محمدٌ - صلى الله عليه وسلم -.
22. Evet, onların bu konuda delil diye ileri sürdükleri oldukça çok cılız bir dayanakları vardır. O da kâfir olan sapık atalarını taklit etmeleridir. Atalarını taklit etmelerini ileri sürerek peygamberlerin davetini terk etmektedirler. Bundan dolayı Yüce Allah, burada şöyle buyurmaktadır: “Hayır, aksine onlar: “Biz, atalarımızı bir din üzere bulduk ve şüphesiz biz onların izinden gitmekteyiz” Yani bundan dolayı biz, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in getirdiğine uymayız “derler”
#
{23} {وكذلك ما أرسلنا من قبلِكَ في قريةٍ من نذيرٍ إلاَّ قال مترفوها}؛ أي: منعَّموها وملؤها الذين أطغَتْهم الدُّنيا وغرَّتهم الأموال واستكبروا على الحقِّ: {إنَّا وجَدْنا آباءنا على أمَّةٍ وإنَّا على آثارهم مقتدون}؛ أي: فهؤلاء ليسوا ببدع منهم، وليسوا بأول من قال هذه المقالة. وهذا الاحتجاج من هؤلاء المشركين الضالِّين بتقليدهم لآبائِهِم الضالِّين ليس المقصودُ به اتباعَ الحقِّ والهدى، وإنَّما هو تعصبٌ محضٌ، يُرادُ به نصرة ما معهم من الباطل.
23. “Senden önce hangi şehre bir uyarıcı gönderdi isek mutlaka oranın refah içinde şımarmış elebaşları” yani nimetlere dalıp gitmiş, dünyalığın azdırdığı, malların gaflete düşürdüğü ve hakka karşı büyüklük taslayan ileri gelenler “aynı bu şekilde: “Biz atalarımızı bir din üzere bulduk ve şüphesiz biz, onların izine uymaktayız” demişlerdir.” Yani bunların bu sözleri söylemeleri, yeni ve görülmedik bir şey değildir. Bu sözleri ilk söyleyenler de bunlar değildir. Bu, sapık müşriklerin, sapık atalarını taklit ederek bunu delil diye ileri sürmelerinden maksatları, hakka ve hidâyete uymak değildir. Bu, katıksız bir taassup olup kasıtları, izlemekte oldukları bâtılı desteklemektir. Bundan dolayı her bir peygamber, bu batıl ve geçersiz gerekçe ile karşılarına çıkanlara şöyle demişlerdir:
#
{24} ولهذا كلُّ رسول يقول لِمَنْ عارَضَه بهذه الشُّبهة الباطلة: {أولو جئتُكم بأهدى ممَّا وَجَدْتُم عليه آباءَكم}؛ أي: أفتتَّبعوني لأجل الهُدى؟ {قالوا إنَّا بما أرْسِلْتُم به كافرونَ}: فعُلِمَ بهذا أنَّهم ما أرادوا اتِّباعَ الحقِّ والهدى، وإنَّما قصدُهم اتِّباع الباطل والهوى.
24. “Ben size, atalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirmiş olsam da mı (onlara uyacaksınız)?” hidâyete ulaşmak için bana uymayacak mısınız? “dediğinde onlar: Şüphesiz biz, sizinle gönderilen şeyleri inkâr ediyoruz, dediler.” Böylelikle onların hakka ve hidâyete tâbi olmak istemedikleri, asıl maksatlarının batılın ve hevânın ardından gitmek olduğu anlaşılmaktadır.
#
{25} {فانتَقَمْنا منهم}: بتكذيبِهم الحقَّ وردِّهم إيَّاه بهذه الشبهة الباطلة، {فانظُرْ كيف كان عاقبةُ المكذِّبين}: فليحذرْ هؤلاء أن يستمرُّوا على تكذيبهم فيصيبهم ما أصابهم.
25. “Biz de” onlar, bu batıl şüphelerine dayanarak hakkı yalanlayıp reddettikleri için “onlardan intikam aldık. Yalanlayanların âkıbetlerinin nasıl olduğuna bir bak!” O halde bunlar, yalanlamalarını sürdürmekten sakınsınlar. Yoksa öncekilerin başına gelenlerin bir benzeri onların başına da gelir.
Ayet: 26 - 32 #
{وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ لِأَبِيهِ وَقَوْمِهِ إِنَّنِي بَرَاءٌ مِمَّا تَعْبُدُونَ (26) إِلَّا الَّذِي فَطَرَنِي فَإِنَّهُ سَيَهْدِينِ (27) وَجَعَلَهَا كَلِمَةً بَاقِيَةً فِي عَقِبِهِ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ (28) بَلْ مَتَّعْتُ هَؤُلَاءِ وَآبَاءَهُمْ حَتَّى جَاءَهُمُ الْحَقُّ وَرَسُولٌ مُبِينٌ (29) وَلَمَّا جَاءَهُمُ الْحَقُّ قَالُوا هَذَا سِحْرٌ وَإِنَّا بِهِ كَافِرُونَ (30) وَقَالُوا لَوْلَا نُزِّلَ هَذَا الْقُرْآنُ عَلَى رَجُلٍ مِنَ الْقَرْيَتَيْنِ عَظِيمٍ (31) أَهُمْ يَقْسِمُونَ رَحْمَتَ رَبِّكَ نَحْنُ قَسَمْنَا بَيْنَهُمْ مَعِيشَتَهُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَرَفَعْنَا بَعْضَهُمْ فَوْقَ بَعْضٍ دَرَجَاتٍ لِيَتَّخِذَ بَعْضُهُمْ بَعْضًا سُخْرِيًّا وَرَحْمَتُ رَبِّكَ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ (32)}.
26- Hani İbrahim babasına ve kavmine: “Gerçekten ben sizin ibadet ettiğiniz şeylerden uzağım” demişti. 27- “Ancak beni yaratan müstesnâ. Gerçekten O, bana yol gösterecektir.” 28- O, bu (tevhid davetini) belki ona dönerler diye kendisinden sonra gelecekler arasında ebedi kalacak bir söz olarak bıraktı. 29- Doğrusu Ben, bunları da babalarını da (dünya nimetlerinden) faydalandırdım. Nihayet kendilerine hak ve apaçık/açıklayıcı bir peygamber geldi. 30- Ama hak onlara gelince: “Bu bir sihirdir ve biz onu kesinlikle inkâr ediyoruz” dediler. 31- Yine: “Bu Kur’ân, iki şehrin birinden olan ulu bir adama indirilmeli değil miydi?” dediler. 32- Yoksa Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar?! Dünya hayatında geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık ve birbirlerine iş gördürsünler diye onların bir kısmını diğer bir kısmına derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti ise onların toplayıp biriktirdiklerinden çok daha hayırlıdır.
#
{26} يخبر تعالى عن ملَّة إبراهيم الخليل عليه السلام، الذي ينتسب إليه أهلُ الكتاب والمشركون، وكلُّهم يزعم أنَّه على طريقته، فأخبر عن دينِهِ الذي ورَّثَه في ذرِّيَّته، فقال: {وإذْ قال إبراهيمُ لأبيه وقومِهِ}: الذين اتَّخذوا من دون الله آلهةً يعبُدونهم ويتقرَّبون إليهم: {إنَّني براءٌ ممَّا تعبدونَ}؛ أي: مبغضٌ له مجتنبٌ معادٍ لأهله.
26. Yüce Allah, Kitap ehlinin de müşriklerin de kendisine mensup olduklarını ileri sürdükleri ve hepsinin de yolundan gittiklerini iddia ettikleri Halil İbrahim aleyhisselam’ın dini hakkında bilgi vermekte ve onun, zürriyetine miras bıraktığı dini hakkında şöyle buyurmaktadır: “Hani İbrahim” Allah’tan başka varlıkları ilâh edinip onlara tapınan ve onlara yakınlaşmaya çalışan “babasına ve kavmine: Gerçekten ben sizin ibadet ettiğiniz şeylerden uzağım, demişti.” Yani onlara buğz ediyorum, bunlara ibadet edenlerden uzaklaşıyor ve onlara düşmanlık besliyorum.
#
{27} {إلاَّ الذي فَطَرني}؛ فإنِّي أتولاَّه وأرجو أن يَهْدِيَني للعلم بالحقِّ والعمل بالحقِّ؛ فكما فَطَرني ودَبَّرَني بما يُصْلِحُ بدني ودُنياي، فسيهديني لما يُصْلِحُ ديني وآخرتي.
27. “Ancak beni yaratan müstesnâ” Ben O’nu dost edinirim, “Gerçekten O, bana yol gösterecektir” hakkı bilmeye ve hak gereğince amel etmeye beni ileteceğini umarım. O, beni yarattığı, hem bedenimi hem de dünyamı ıslah edecek şekilde işlerimi çekip çevirdiği gibi dinimi ve âhiretimi ıslah edecek şeylere de beni iletecektir.
#
{28} {وجَعَلَها}؛ أي: هذه الخصلَة الحميدَة التي هي أمُّ الخصال وأساسُها، وهي إخلاصُ العبادة لله وحده، والتبرِّي من عبادة ما سواه {كلمةً باقيةً في عقبِه}؛ أي: في ذرِّيَّتِهِ ، {لعلَّهم}: إليها {يرجِعونَ}: لشهرتها عنه وتوصيته لذُرِّيَّتِهِ وتوصية بعض بنيه كإسحاق ويعقوب لبعض؛ كما قال تعالى: {ومَن يرغَبُ عن مِلَّةِ إبراهيم إلاَّ من سَفِهَ نفسه ... } إلى آخر الآيات.
28. “O, bu (tevhid davetini) yani güzel hasletlerin anası ve temeli olan, ibadeti yalnızca Yüce Allah’a ihlâsla yapıp onun dışındaki mabudlara ibadet etmekten uzaklaşmak şeklindeki bu övülmeye değer hasleti “belki” ona “dönerler diye kendisinden sonra” zürriyeti yani soyundan “gelecekler arasında ebedi kalacak bir söz olarak bıraktı.” Çünkü bu davet, ondan yaygınlık kazanmıştır. O, soyundan gelenlere bunu vasiyet etmiştir, İshak ile Yakub da aynı şekilde onu oğullarına vasiyet etmişlerdir. O bakımdan bu tevhid daveti, ondan öğrenilerek yaygınlık kazanmıştır. Nitekim Yüce Allah: “Kendini bilmezden başka kim İbrahim’in dininden yüz çevirebilir?…” şeklinde başlayan ayetlerde bunu ifade etmektedir. (el-Bakara, 2/130 vd) Böylece bu tevhid sözü, onun soyunda varlığını sürdürmeye devam etmiştir. Ta ki nimetlere kavuşarak şımarıp azgınlaşma aralarında başgösterinceye kadar:
#
{29} فلم تزلْ هذه الكلمة موجودةً في ذرِّيَّته عليه السلام حتى دخلهم التَّرفُ والطغيانُ، فقال تعالى: {بل متَّعْتُ هؤلاء وآباءَهم}: بأنواع الشَّهَوات، حتى صارت هي غايتهم ونهاية مقصودِهم، فلم تزلْ يتربَّى حبُّها في قلوبهم، حتى صارت صفاتٍ راسخةً وعقائدَ متأصلةً. {حتى جاءهم الحقُّ}: الذي لا شكَّ فيه ولا مِرْيَةَ ولا اشتباه، {ورسولٌ مبينٌ}؛ أي: بيِّن الرسالة، قامت أدلَّة رسالته قياماً باهراً بأخلاقه ومعجزاتِهِ، وبما جاء به، وبما صدَّق به المرسلين وبنفس دعوتِهِ - صلى الله عليه وسلم -.
29. “Doğrusu Ben, bunları da babalarını da” türlü arzu ve şehvetlerle “faydalandırdım.” Nihâyet onların amaçları ve nihai maksatları bunlar, oldu. Bunlara karşı kalpten duydukları sevgi, artıp durdu ve sonunda bu, onlarda köklü bir vasıf halini aldı, kökleri ta derinlere varan inanç şekline büründü. “Nihayet kendilerine” herhangi bir şüphe, tereddüt ve karışıklığın söz konusu olmadığı “hak ve” risaleti apaçık olan, gerek ahlâkı, gerek mucizeleri, gerek getirdikleri gerekse de önceki peygamberlerin onu tasdik etmesi ile hem de bizzat onun kendi daveti ile risâletinin/rasûl olduğunun delilleri apaçık ortada olan “apaçık/açıklayıcı bir peygamber geldi.”
#
{30} {ولمَّا جاءهم الحقُّ}: الذي يوجِبُ على من له أدنى دينٍ ومعقول أن يَقْبَلَه وينقادَ له، {قالوا هذا سحرٌ وإنَّا به كافرونَ}: وهذا من أعظم المعاندة والمشاقَّة؛ فإنَّهم لم يكتفوا بمجرَّد الإعراض عنه، بل ولا جحده، فلم يرضَوْا حتى قدحوا به قدحاً شنيعاً، وجعلوه بمنزلة السحر الباطل الذي لا يأتي به إلاَّ أخبثُ الخلق وأعظمُهم افتراءً، والذي حَمَلَهم على ذلك طغيانُهم بما متَّعهم الله به وآباءهم.
30. Asgari seviyede bir dinî inancı ve aklı bulunan kimsenin kabul etmesi ve kendisine bağlanması gereken “hak onlara gelince: Bu bir sihirdir ve biz onu kesinlikle inkâr ediyoruz, dediler.” Bu ise inatlaşmanın ve hakka karşı ayrılıkçı bir tutum takınmanın en ileri şeklidir. Onlar, bu haktan yüz çevirmekle yetinmemiş, hatta onu bile bile inkâr etmekle de kalmamış, bir de ona çok çirkin bir şekilde dil uzatmışlardır. Onu ancak insanların en kötülerinin ve en büyük iftiracılarının ortaya attığı batıl bir sihir seviyesinde değerlendirmişlerdir. Böyle bir iftirada bulunmaya onları iten ise Yüce Allah’ın kendilerini ve atalarını faydalandırdığı nimetler dolayısı ile azgınlaşmalarıdır.
#
{31} {وقالوا}: مقترحينَ على الله بعقولهم الفاسدة: {لولا نُزِّلَ هذا القرآنُ على رجل من القريتينِ عظيمٍ}؛ أي: معظَّم عندهم مبجَّل من أهل مكة أو أهل الطائف؛ كالوليد بن المغيرة ونحوه ممَّن هو عندَهم عظيم.
31. “Yine” doğru çalışmayan akıllarından hareketle Yüce Allah’a karşı akıl verme küstahlığını göstererek şöyle demişlerdir: “Bu Kur’ân iki kasabanın birinden olan ulu bir adama indirilmeli değil miydi?” Yani Velid b. Muğire vb. gibi ya Mekke ahalisi tarafından ulu kabul edilen ve saygı gören bir kişiye ya da Taif halkı tarafından ulu kabul edilen bir kişiye indirilmeli değil miydi? Yüce Allah, onların bu tekliflerini reddederek şöyle buyurmaktadır:
#
{32} قال الله ردًّا لاقتراحهم: {أهم يقسِمونَ رحمةَ ربِّكَ}؛ أي: أهُم الخزَّانُ لرحمة الله، وبيدهم تدبيرُها، فيعطون النبوَّة والرسالة من يشاؤون، ويمنعونها ممَّن يشاؤون؟! {نحن قسَمْنا بينَهم معيشَتَهم في الحياة الدُّنيا ورَفَعْنا بعضَهم فوق بعض درجاتٍ}؛ أي: في الحياة الدُّنيا، {و} الحال أنَّ رحمةَ {ربِّك خيرٌ ممَّا يجمعونَ}: من الدُّنيا؛ فإذا كانت معايشُ العبادِ وأرزاقُهم الدنيويَّة بيد الله تعالى، هو الذي يقسِمُها بين عباده، فيبسِطُ الرزق على من يشاءُ ويضيِّقُه على مَن يشاءُ بحسب حكمته؛ فرحمتُه الدينيَّةُ ـ التي أعلاها النبوَّة والرسالة ـ أولى وأحرى أن تكونَ بيدِ الله تعالى؛ فالله أعلمُ حيثُ يجعلُ رسالَتَه. فعُلم أنَّ اقتراحهم ساقطٌ لاغٍ، وأنَّ التدبير للأمور كلِّها دينيِّها ودنيويِّها بيد الله وحده، هذا إقناعٌ لهم من جهة غلطهم في الاقتراح الذي ليس في أيديهم منه شيءٌ، إن هو إلاَّ ظلمٌ منهم وردٌّ للحقِّ. وقولهم: {لولا نُزِّلَ هذا القرآنُ على رجل من القريتين عظيم}: لو عرفوا حقائقَ الرجال والصفاتِ التي بها يُعْرَفُ علوُّ قدر الرجل، وعِظَمُ منزلته عند الله وعند خلقِهِ؛ لعلموا أنَّ محمد بن عبد الله بن عبد المطلب هو أعظمُ الرجال قدراً، وأعلاهم فخراً، وأكملُهم عقلاً، وأغزرُهم علماً، وأجلُّهم رأياً وعزماً وحزماً، وأكملُهم خلقاً، وأوسعُهم رحمةً، وأشدُّهم شفقةً، وأهداهم وأتقاهم، وهو قطبُ دائرة الكمال، وإليه المنتهى في أوصاف الرجال، ألا وهو رجلُ العالم على الإطلاق؛ يعرف ذلك أولياؤه وأعداؤه؛ إلاَّ من ضلَّ وكابَرَ؛ فكيف يُفَضِّلُ عليه المشركون مَنْ لم يَشُمَّ مثقال ذرَّةٍ مِنْ كَماله، ومَنْ حَزْمُه ومنتهى عقلِهِ أنْ جعل إلهه الذي يعبُدُه ويدعوه ويتقرَّب إليه صنماً أو شجراً أو حجراً لا يضرُّ ولا ينفع ولا يُعطي ولا يمنعُ، وهو كَلٌّ على مولاه، يحتاجُ لمن يقوم بمصالحه؟! فهل هذا إلا من فعل السُّفهاء والمجانين؟! فكيف يُجعلُ مثلُ هذا عظيماً؟! أم كيف يُفَضَّلُ على خاتم الرسل وسيد ولد آدم - صلى الله عليه وسلم -؟! ولكنَّ الذين كفروا لا يعقلون. وفي هذه الآية تنبيهٌ على حكمة الله تعالى في تفضيل الله بعضَ العباد على بعض في الدُّنيا؛ {ليتَّخِذَ بعضُهم بعضاً سخريًّا}؛ أي: ليسخِّر بعضُهم بعضاً في الأعمال والحِرَف والصنائع؛ فلو تساوى الناس في الغنى ولم يحتج بعضُهم إلى بعض؛ لتعطَّلَت كثيرٌ من مصالحهم ومنافعهم. وفيها دليلٌ على أنَّ نعمتَه الدينيَّة خير من النعمة الدنيويَّة؛ كما قال تعالى في الآية الأخرى: {قل بفضل اللهِ وبرحمتِهِ فبذلك فَلْيَفْرَحوا هو خيرٌ ممَّا يجمعونَ}.
32. “Yoksa Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırıyorlar?” Allah’ın rahmetinin hazinedarları onlar mıdır? Bu hazineleri idare etmek onların elinde midir ki nübüvvet ve risaleti dilediklerine verip dilediklerine vermemezlik edecekler? “Dünya hayatında geçimliklerini aralarında Biz paylaştırdık ve birbirlerine iş gördürsünler diye” dünya hayatında “onların bir kısmını diğer bir kısmına derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti ise onların” dünyalıklardan “toplayıp biriktirdiklerinden çok daha hayırlıdır.” Kulların dünya geçimliği ve dünyevî rızıkları, Allah’ın elinde olduğuna, kulları arasında bunları O paylaştırdığına, hikmetine göre dilediğinin rızkını genişletip dilediğininkini daralttığına göre; dini rahmetinin en üstün mertebesi olan nübüvvet ve risaletin O’nun elinde olması, öncelikle söz konusudur. Zira peygamberliği kime vereceğini Allah daha iyi bilir. Böylelikle onların bu akıl vermelerinin ve sundukları teklifin boş ve geçersiz olduğu ortaya çıkmaktadır. Bütün işlerin idaresi -dini ve dünyevi olsun- yalnız Allah’ın elindedir. Bu, onların elinde hiçbir yetkileri olmayan bu konudaki bu tekliflerinde hatalı olduklarını ortaya koymaktadır. Dolayısı ile böyle bir teklif, sadece onların zalimliklerinden ve hakkı reddetmelerinden kaynaklanmaktadır. “Bu Kur’ân, iki şehrin birinden olan ulu bir adama indirilmeli değil miydi?” sözlerine gelince şâyet onlar, gerçek adamların kim olduğunu tanıyabilselerdi ve kişilerin hem Yüce Allah nezdinde hem de insanlar nezdinde yüksek konumlara sahip olacakları sıfatların ne olduğunu bilselerdi, hiç şüphesiz Abdulmuttalib’in oğlu Abdullah’ın oğlu Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in içlerindeki en büyük şahsiyet, en üstün, en değeli, aklı en mükemmel, ilmi en bol, görüşü en ileri, en kararlı, ahlâkı en mükemmel, merhameti en geniş, şefkatinin en bol, hidâyeti en ileri seviyede ve en takvâlı kişi olduğunu elbette anlarlardı. Zira o, mükemmellik dairesinin odak noktasıdır. Yiğit kimselerin vasıflarının en ileri derecesi ondadır. Hiç şüphesiz o, kayıtsız ve şartsız âlemin en üstün şahsiyetidir. Bunu onun dostları da düşmanları da bilir. Acak sapıtanlar ve bile bile inkâr edenler müstesnâ. O halde müşrikler, nasıl olur da onun kesip attığı bir tırnak bile olamayacak kimseleri ondan üstün görebiliyorlar? Tapınmak, dua etmek ve kendisine yakınlaşmak üzere ya bir put ya da bir ağaç yahut da bir taşı kendilerine ilah olarak seçecek kadar akıldan fikirden yoksun kimseleri nasıl ona tercih edebiliyorlar?! Zira bu ilahları ne bir zarar, ne de bir fayda veremeyen, kimseye bir bağışta bulunup bulunmama yetkisi olmayan, üstelik kendilerine tapanların sırtında bir yük olan ve bizzat kendi işlerini görecek kimselere ihtiyaçları bulunan aciz varlıklardır. O halde böyle bir tercih, delilerle akılsızlardan başkasına yakışır mı? Bu vasfa sahip bir kimse nasıl olur da ulu bir kişi olarak görülebilir? Yahut böylesi nasıl olur da rasûllerin sonuncusu, Adem soyunun efendisi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’den üstün görülebilir? Ama kâfirler akıllarını kullanmazlar. Bu âyet-i kerimede Yüce Allah’ın dünya hayatında kullarının bazısını diğer bazısına üstün kılmasındaki hikmete de dikkat çekilmekte ve bu hikmet: “birbirlerine iş gördürsünler diye” açıklanmaktadır. Yani onların kimisi, kimisini birtakım işlerde, mesleklerde, sanatlarda çalıştırsın diye. Şâyet bütün insanlar, eşit zenginlikte olsalardı ve birinin diğerine ihtiyacı olmasaydı, onların maslahat ve menfaatlerinin pek çoğu gerçekleşmezdi. Yine bu buyrukta Yüce Allah’ın, dini nimetinin dünyevî nimetinden daha hayırlı olduğuna da delil vardır. Nitekim bir başka âyet-i kerimede de şöyle buyrulmaktadır: “De ki: Allah’ın lütfu ve rahmeti ile işte yalnız bunlar ile sevinsinler. Bu, onların biriktirdiklerinden daha hayırlıdır.” (Yunus, 10/58)
Ayet: 33 - 35 #
{وَلَوْلَا أَنْ يَكُونَ النَّاسُ أُمَّةً وَاحِدَةً لَجَعَلْنَا لِمَنْ يَكْفُرُ بِالرَّحْمَنِ لِبُيُوتِهِمْ سُقُفًا مِنْ فِضَّةٍ وَمَعَارِجَ عَلَيْهَا يَظْهَرُونَ (33) وَلِبُيُوتِهِمْ أَبْوَابًا وَسُرُرًا عَلَيْهَا يَتَّكِئُونَ (34) وَزُخْرُفًا وَإِنْ كُلُّ ذَلِكَ لَمَّا مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَالْآخِرَةُ عِنْدَ رَبِّكَ لِلْمُتَّقِينَ (35)}.
33- Eğer insanlar (küfür üzere birleşmiş) tek bir ümmet olmayacak olsalardı, Rahman’ı inkar edenlerin evlerinin tavanlarını ve üzerine çıktıkları merdivenleri gümüşten yapardık. 34- Evlerinin kapılarını ve yaslandıkları tahtlarını da… 35- Ve zinetlere (boğardık onları). Ne var ki bunların hepsi, dünya hayatının (geçici) menfaatinden başka bir şey değildir. Âhiret ise Rabbin nezdinde takvâ sahiplerine aittir.
#
{33 ـ 35} يخبر تعالى بأنَّ الدُّنيا لا تسوى عنده شيئاً، وأنَّه لولا لطفُه ورحمتُه بعباده التي لا يقدم عليها شيئاً؛ لوسَّع الدُّنيا على الذين كفروا توسيعاً عظيماً، ولَجَعَلَ {لبيوتهم سُقُفاً من فضَّة ومعارجَ}؛ أي: درجاً من فضة، {عليها يظهرونَ}: إلى سطوحهم، {ولبيوتِهِم أبواباً وسُرراً عليها يتَّكِئونَ}: من فضَّة، ولجعل لهم {زُخْرفاً}؛ أي: لزخرف لهم دُنياهم بأنواع الزخارف وأعطاهم ما يشتهون، ولكن منعه من ذلك رحمتُه بعباده؛ خوفاً عليهم من التسارع في الكفر وكثرة المعاصي بسبب حبِّ الدُّنيا. ففي هذا دليلٌ على أنَّه يمنع العبادَ بعضَ أمور الدُّنيا منعاً عامًّا أو خاصًّا لمصالحهم، وأنَّ الدُّنيا لا تزن عند الله جناح بعوضة. وأنَّ كلَّ هذه المذكورات متاعُ الحياة الدُّنيا منغصة مكدرة فانية، وأنَّ الآخرة عند الله تعالى خيرٌ للمتَّقين لربِّهم بامتثال أوامره واجتناب نواهيه؛ لأنَّ نعيمَها تامٌّ كاملٌ من كلِّ وجهٍ، وفي الجنة ما تشتهيه الأنفس وتلذُّ الأعين، وهم فيها خالدون. فما أشدَّ الفرقَ بين الدارين!
33. Yüce Allah, nezdinde dünyanın hiçbir değer taşımadığını ve eğer kulları üstündeki her şeyden değerli olan lütuf ve rahmeti olmasaydı dünya hayatının nimetlerini kâfirlere çok büyük çapta vereceğini, öyle ki “Rahman’ı inkar edenlerin evlerinin tavanlarını ve üzerine” evlerinin çatılarına “çıktıkları merdivenleri gümüşten” yapacağını haber vermektedir. 34-35. “Evlerinin kapılarını ve yaslandıkları tahtlarını da” gümüşten yapardık. Onlara ayrıca pek çok zinet eşyaları da verirdik. Yani dünyayı onlara çeşitli süslerle süsler, arzuladıkları şeyleri onlara verirdik. Ancak bunu yapmayışının sebebi, kullarına olan rahmetidir. Zira onlar bu durumda dünya sevgisi dolayısı ile küfre ve çokça masiyet işlemeye koşuşurlardı. Bu buyrukta şuna delil vardır: Yüce Allah, kulların maslahatına olmak üzere bazı dünyevî hususları genel ya da özel olarak vermeyip engeller. Ayrıca dünyanın Allah nezdinde bir sivrisinek kanadı kadar dahi değeri yoktur. Sözü edilen bütün bu şeyler, dünya hayatının geçici menfaatleridir. Bunlardan alınacak hevesler, kursakta kalmaya mahkûmdur ve fanidir. Allah nezdinde ise âhiret, emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından uzak durmak sureti ile Rablerine karşı takvâlı olanlar için elbette daha hayırlıdır. Çünkü âhiretin nimetleri, her bakımdan tam ve mükemmeldir. Cennette canların çektiği ve gözlerin zevk alacağı şeyler vardır. Onlar orada ebedi kalacaklardır. Bu iki yurt arasındaki fark, gerçekten de çok büyüktür!
Ayet: 36 - 39 #
{وَمَنْ يَعْشُ عَنْ ذِكْرِ الرَّحْمَنِ نُقَيِّضْ لَهُ شَيْطَانًا فَهُوَ لَهُ قَرِينٌ (36) وَإِنَّهُمْ لَيَصُدُّونَهُمْ عَنِ السَّبِيلِ وَيَحْسَبُونَ أَنَّهُمْ مُهْتَدُونَ (37) حَتَّى إِذَا جَاءَنَا قَالَ يَالَيْتَ بَيْنِي وَبَيْنَكَ بُعْدَ الْمَشْرِقَيْنِ فَبِئْسَ الْقَرِينُ (38) وَلَنْ يَنْفَعَكُمُ الْيَوْمَ إِذْ ظَلَمْتُمْ أَنَّكُمْ فِي الْعَذَابِ مُشْتَرِكُونَ (39)}
36- Kim Rahmân’ın Zikrini/Kur'ân’ı görmezden gelirse Biz, ona bir şeytan musallat ederiz de artık o, onun arkadaşı olur. 37- O (şeytanlar), onları doğru yoldan alıkoyarlar, onlar ise kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar. 38- Nihâyet o, huzurumuza geldiğinde (şeytan arkadaşına) şöyle diyecek: “Keşke benimle senin aran, doğu ile batı arası kadar uzak olsaydı. Zira sen ne kötü bir arkadaşmışsın!” 39- (Dünyada) zulme saptığınız için bugün azapta ortak olmanız, size hiçbir fayda sağlamayacaktır.
#
{36} يخبر تعالى عن عقوبَتهِ البليغةِ بمن أعرضَ عن ذكرِهِ، فقال: {ومن يَعْشُ}؛ أي: يعرِضُ ويصدُّ {عن ذِكْرِ الرحمن}: الذي هو القرآنُ العظيمُ، الذي هو أعظم رحمة رحم بها الرحمن عبادَه؛ فمن قَبِلَها؛ فقد قبل خير المواهب، وفاز بأعظم المطالب والرغائب، ومن أعرض عنها وردَّها؛ فقد خاب وخسِرَ خسارةً لا يسعدُ بعدها أبداً، وقيَّض له الرحمن شيطاناً مريداً يقارِنُه ويصاحِبُه ويعِدُه ويمنِّيه ويؤزُّه إلى المعاصي أزًّا.
36. Yüce Allah, zikrinden yüz çeviren kimselere vereceği büyük cezayı söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Kim Rahman’ın Zikrini” Kur’ân-ı Azimi “görmezden gelirse” ondan yüz çevirir ve uzak durursa “Biz, ona bir şeytan musallat ederiz.” Kur’ân-ı Kerîm, Rahman olan Allah’ın kullarına ihsan ettiği en büyük rahmettir. Bu rahmeti kabul ile karşılayan, en hayırlı bağışı kabullenmiş, en üstün hedef ve maksatları gerçekleştirmiş olur. Ondan yüz çevirip reddeden kimse ise öyle bir zarara uğramış olur ki artık bundan sonra ebediyen mutlu olamaz. Üstelik Rahman, ona oldukça azgın bir şeytanı musallat kılar. Bu şeytan, hep onunla birlikte olur, ona arkadaşlık eder, boş vaatlerde bulunur, onu hayallere daldırır ve günahlara sürükler.
#
{37} {وإنَّهم لَيَصُدُّونهم عن السبيل}؛ أي: الصراط المستقيم والدين القويم، {ويحسَبون أنَّهم مهتدونَ}: بسبب تزيين الشيطانِ للباطل وتحسينِهِ له وإعراضِهِم عن الحقِّ، فاجتمع هذا وهذا. فإن قيل: فهل لهذا من عذرٍ من حيث إنَّه ظنَّ أنَّه مهتدٍ وليس كذلك؟ قيل: لا عذر لهذا وأمثاله الذين مصدرُ جهلهم الإعراضُ عن ذكرِ الله مع تمكُّنهم على الاهتداء، فزهدوا في الهدى مع القدرة عليه، ورغِبوا في الباطل؛ فالذنبُ ذنبُهم والجرم جرمُهم.
37. “O (şeytanlar), onları” dosdoğru “yoldan” ve dosdoğru dinden “alıkoyarlar, onlar ise” şeytanın batılı kendilerine süslü ve güzel göstermesi, onların da haktan yüz çevirmeleri dolayısı ile “kendilerinin doğru yolda olduklarını sanırlar.” Bu iki neden, işte bu sonucu doğurur. “Böyle bir kimse kendisi hidâyette olmadığı halde hidâyet üzere olduğunu sandığından dolayı acaba mazur görülebilir mi?” denilecek olursa buna şöyle cevap verilir: Cehaletlerinin kaynağı, hidâyete erme imkânları olduğu halde bile bile Allah’ın zikrinden/Kur’ân’dan yüz çevirmek olan bu ve benzeri kimselerin mazeretleri kabul edilmez. Çünkü bunlar imkanları olmakla birlikte hidâyete iltifat etmemişler ve bâtıla yönelmişlerdir. Esas suç ve günah da onların bu yaptığıdır.
#
{38} فهذه حالةُ هذا المعرِض عن ذكرِ الله في الدُّنيا مع قرينه، وهو الضَّلال والغيُّ وانقلاب الحقائق، وأما حاله إذا جاء ربَّه في الآخرة؛ فهو شرُّ الأحوال، وهو الندم والتحسُّر والحزن الذي لا يُجْبَر مصابُه والتبرِّي من قرينه، ولهذا قال تعالى: {حتى إذا جاءنا قال يا ليتَ بيني وبينَكَ بُعْدَ المشرقينِ فبئس القرينُ}؛ كما في قوله تعالى: {ويومَ يَعَضُّ الظالمُ على يديه يقولُ يا ليتني اتَّخذتُ مع الرسولِ سبيلاً. يا ويلتَى ليتني لم أتَّخِذْ فلاناً خليلاً. لقدْ أضَلَّني عن الذِّكْرِ بعد إذ جاءني وكان الشيطانُ للإنسانِ خَذولاً}.
38. Allah’ın zikrinden yüz çeviren kimsenin dünya hayatında iken şeytan ile olan hali yukarda geçti. O, sapıklık ve azgınlık içindedir ve hakikatleri tersyüz görmektedir. Âhirette Rabbinin huzuruna geleceği zamandaki durumuna gelince; bu durum çok daha kötüdür. Zira sonu, pişmanlık, yürek acısı, hiçbir şekilde hafiflemeyecek bir keder ve o şeytan arkadaşıyla ipleri koparma olacaktır. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Nihâyet o, huzurumuza geldiğinde (şeytan arkadaşına) şöyle diyecek: “Keşke benimle senin aran, doğu ile batı arası kadar uzak olsaydı. Zira sen ne kötü bir arkadaşmışsın!” Nitekim Yüce Allah, bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: “O gün (her) zalim, ellerini ısırıp: Keşke peygamberle birlikte hak yolu tutmuş olsaydım, der. Eyvah bana, keşke filanı dost edinmeseydim! Andolsun ki bana geldikten sonra beni Zikir’den o saptırdı. Zaten şeytan insanı yardımsız bir halde ortada bırakır.” (el-Furkan, 25/27-29)
#
{39} وقوله تعالى: {ولَن يَنفَعَكُم اليومَ إذ ظلمتُم أنَّكم في العذابِ مشترِكونَ}؛ أي: ولا ينفعكم يوم القيامةِ اشتراكُكم في العذاب أنتم وقرناؤكم وأخلاَّؤكم، وذلك لأنكم اشتركتُم في الظُّلم فاشتركتم في عقابه وعذابِهِ، ولن ينفَعَكم أيضاً روح التسلِّي في المصيبة؛ فإنَّ المصيبة إذا وقعت في الدُّنيا واشترك فيها المعاقَبون؛ هان عليهم بعضُ الهون، وتسلَّى بعضُهم ببعضٍ، وأما مصيبةُ الآخرة؛ فإنَّها جَمَعَتْ كلَّ عقابٍ ما فيه أدنى راحةٍ، حتى ولا هذه الراحة. نسألُك يا ربَّنا العافيةَ وأن تُريحنا برحمتِكَ.
39. Yani Kıyamet gününde sizin, dostlarınızla ve şeytan arkadaşlarınızla ortaklaşa azap görmenizin size hiçbir faydası olmayacaktır. Zira siz zulümde de ortaktınız, onun cezasında ve azabında da ortak olacaksınız. Aynı şekilde musibetinizin ortak oluşu dolayısıyla birbirinizden teselli bulma imkanınız da olmayacaktır. Çünkü musibet, eğer dünyada meydana gelir ve ona uğrayanlar ortaklaşa olurlarsa bu musibet, nispeten onlara hafif gelir ve biri diğerinin musibetini görerek teselli bulur. Âhiretteki musibet ise her türlü cezayı birlikte ihtiva eder ve orada asgari bir rahat yoktur. Böyle bir teselliden kaynaklanacak rahat dahi yoktur. Rabbimiz! Senden esenlik ve rahmetinle bize rahat ve huzur ihsan etmeni dileriz.
Ayet: 40 - 45 #
{أَفَأَنْتَ تُسْمِعُ الصُّمَّ أَوْ تَهْدِي الْعُمْيَ وَمَنْ كَانَ فِي ضَلَالٍ مُبِينٍ (40) فَإِمَّا نَذْهَبَنَّ بِكَ فَإِنَّا مِنْهُمْ مُنْتَقِمُونَ (41) أَوْ نُرِيَنَّكَ الَّذِي وَعَدْنَاهُمْ فَإِنَّا عَلَيْهِمْ مُقْتَدِرُونَ (42) فَاسْتَمْسِكْ بِالَّذِي أُوحِيَ إِلَيْكَ إِنَّكَ عَلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ (43) وَإِنَّهُ لَذِكْرٌ لَكَ وَلِقَوْمِكَ وَسَوْفَ تُسْأَلُونَ (44) وَاسْأَلْ مَنْ أَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ مِنْ رُسُلِنَا أَجَعَلْنَا مِنْ دُونِ الرَّحْمَنِ آلِهَةً يُعْبَدُونَ (45)}
40- O sağırlara sen mi işittireceksin? Yahut körlere ve apaçık bir sapıklık içerisinde bulunanlara doğru yolu sen mi göstereceksin? 41- Eğer seni (vefat ettirip içlerinden) alıp götürsek bile biz, onlardan kesinlikle intikam alacağız. 42- Yahut da onları tehdit ettiğimiz (azabı) sana gösteririz. Zira Bizim onlara gücümüz yeter. 43- O halde sen, sana vahyolunana sarıl! Çünkü sen, dosdoğru bir yol üzeresin. 44- Şüphesiz o, hem senin hem de kavmin için bir şereftir/öğüttür. Yakında (ondan) sorguya çekileceksiniz. 45- Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimize sor ki: Biz, Rahman’ın yanı sıra ibadet edilecek ilâhlar var etmiş miyiz?
#
{40} يقولُ تعالى لرسولِهِ - صلى الله عليه وسلم - مسلياً له عن امتناع المكذِّبين عن الاستجابة له وأنَّهم لا خيرَ فيهم ولا فيهم زكاءٌ يدعوهم إلى الهدى: {أفأنتَ تُسْمِعُ الصُّمَّ}؛ أي: الذين لا يسمعون، {أو تَهْدي العُمْيَ}: الذين لا يبصرون أو تهدي مَنْ هو {في ضلال مبين}؛ أي: بيِّن واضح لعلمِهِ بضلالِهِ ورضاه به؛ فكما أنَّ الأصمَّ لا يسمعُ الأصوات، والأعمى لا يبصِر، والضالَّ ضلالاً مبيناً لا يهتدي؛ فهؤلاء قد فسدتْ فِطَرُهم وعقولُهم بإعراضهم عن الذِّكر، واستحدثوا عقائدَ فاسدةً وصفاتٍ خبيثةً تمنعهم وتَحولُ بينَهم وبينَ الهُدى، وتوجِبُ لهم الازديادَ من الرَّدى.
40. Yüce Allah, Rasûlü’nü inkarcıların, çağrısını kabul etmeyişlerine karşı teselli ederek onlarda bir hayır bulunmadığını ve onların kendilerini hidâyete iletecek bir ruh temizliğine sahip olmadıklarını belirtmekte ve şöyle buyurmaktadır: “O” kulak vermeyen “sağırlara sen mi işittireceksin? Yahut” görmezden gelen “körlere ve” sapık olduğunu bilip bundan hoşnut olduğundan dolayı da “apaçık bir sapıklık içerisinde bulunanlara doğru yolu sen mi göstereceksin?” Sağır sesleri işitmediği, kör görmediği gibi, apaçık sapıklık içerisinde bulunan da hidâyet bulamaz. Çünkü böyleleri Zikir’den yüz çevirdikleri için onların fıtratları ve akılları bozulmuştur. Onlar, bozuk inançlar uydurmuş ve çok kötü vasıflara sahip olmuşlardır. Bu inanç ve vasıfları da onların hidâyet bulmalarına engel olur ve helâke gidişlerinin daha da artmasına yol açar. Geriye böylelerinin ya dünyada ya da âhirette ibretli bir şekilde cezalandırılıp azaba uğratılmalarından başka geriye bir seçenek kalmamaktadır. Bundan dolayı da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{41} فهؤلاء لم يبقَ إلاَّ عذابُهم ونَكالُهم إمَّا في الدُّنيا أو في الآخرة، ولهذا قال تعالى: {فإمَّا نَذْهَبَنَّ بك فإنَّا منهم منتَقِمونَ}؛ أي: فإنْ ذهَبْنا بك قبل أن نُرِيَكَ ما نعِدُهم من العذابِ؛ فاعلمْ بخبرنا الصادق أنَّا منهم منتقمون.
41. “Eğer seni (vefat ettirip içlerinden) alıp götürsek bile biz, onlardan kesinlikle intikam alacağız.” Yani onları tehdit edegeldiğimiz azabı sana göstermeden önce seni alıp götürürsek, Bizim vermiş olduğumuz doğru habere dayanarak şunu bil ki; şüphesiz Biz onlardan intikam alacağız.
#
{42} {أو نُرِيَنَّكَ الذي وَعَدْناهم}: من العذاب، {فإنَّا عليهم مقتدرونَ}: ولكن ذلك متوقِّف على اقتضاءِ الحكمة لتعجيلِهِ أو تأخيرِهِ؛ فهذه حالك وحالُ هؤلاء المكذِّبين.
42. “Yahut da onları tehdit ettiğimiz (azabı) sana gösteririz. Zira Bizim onlara gücümüz yeter.” Ancak o azabın öne alınması yahut sonraya bırakılması, hikmetin gereğine bağlıdır. İşte seninle bu inkarcıların durumu bundan ibarettir.
#
{43} وأمَّا أنت؛ {فاستمسِكْ بالذي أوحِيَ إليك}: فعلاً واتِّصافاً بما يأمر بالاتِّصاف به، ودعوةً إليه، وحرصاً على تنفيذِهِ بنفسك وفي غيرك. {إنَّك على صراطٍ مستقيم}: موصل إلى اللهِ وإلى دارِ كرامتِهِ، وهذا مما يوجِبُ عليك زيادةَ التمسُّك به والاهتداء، إذا علمتَ أنَّه حقٌّ وعدلٌ وصدقٌ تكون بانياً على أصل أصيل، إذا بنى غيرُكَ على الشكوكِ والأوهام والظُّلم والجَوْر.
43. “O halde sen, sana vahyolunana” hem fiilen hem de sahip olunmasını emrettiği sıfatlara sahip olmak suretiyle, ona davet ederek, gerek bizzat kendine gerekse de başkalarına onun hükümlerini uygulamaya gayret ederek “sarıl!” “Çünkü sen” Yüce Allah’a ve O’nun lütuf ve ihsan yurduna ulaştıran “dosdoğru bir yol üzeresin.” Bu da senin, sana vahyolunana daha çok sarılmanı ve onunla hidâyet bulmanı gerektirmektedir. Çünkü sen onun hak, adalet ve doğrunun ta kendisi olduğunu bildiğin için çok sağlıklı bir temel üzere binanı kurmuş oluyorsun. Senden başkaları ise binalarını şüphe, vehim, zulüm ve haksızlık üzere kurmaktadırlar.
#
{44} {وإنَّه}؛ أي: هذا القرآن الكريم، ذِكْرٌ {لك ولقومِكَ}؛ أي: فخرٌ لكم ومنقبةٌ جليلةٌ ونعمةٌ لا يقادر قدرها ولا يعرف وصفها، ويذكِّرُكم أيضاً ما فيه من الخير الدنيويِّ والأخرويِّ، ويحثُّكم عليه، ويذكِّرُكم الشرَّ ويرهِّبُكم عنه. {وسوف تُسألونَ}: عنه؛ هل قُمتم به فارتفعتُم وانتفعتُم؟ أم لم تقوموا به فيكون حجةً عليكم وكفراً منكم بهذه النعمة؟
44. “Şüphesiz o,” yani bu Kur’ân-ı Kerîm “hem senin hem de kavmin için bir şereftir/öğüttür.” Büyük bir övünç kaynağıdır, üstün bir değerdir. Kadri ölçülemeyecek ve gerçek niteliği ile bilinemeyecek kadar büyük bir nimettir. Aynı şekilde bu kitap, ihtiva ettiği dünyevi ve uhrevi hayırları sizlere hatırlatarak öğüt vermekte, sizi bunlara teşvik etmekte, diğer taraftan şerri de hatırlatıp ondan sakındırmaktadır. “Yakında” ondan, onun gereğini yerine getirip de yüceldiniz ve ondan faydalandınız mı yoksa gereğini yerine getirmediniz mi diye “sorguya çekileceksiniz.” Eğer gereğini yerine getirmedinizse o, sizin aleyhinize delil olacak ve siz bu nimete karşı nankörlük etmiş olacaksınız.
#
{45} {واسأل مَنْ أرْسَلْنا من قبلك من رسِلنا أجعلنا من دونِ الرحمن آلهةً يُعْبَدون}: حتى يكون للمشركين نوعُ حجَّةٍ يتَّبِعون فيها أحداً من الرسل؛ فإنَّك لو سألتهم واستخبرت عن أحوالهم؛ لم تجدْ أحداً منهم يدعو إلى اتِّخاذ إلهٍ آخر مع الله، وأنَّ كلَّ الرُّسل من أوَّلهم إلى آخرِهم يدعون إلى عبادةِ الله وحدَه لا شريك له؛ قال تعالى: {ولقد بَعَثْنا في كلِّ أمَّةٍ رسولاً أنِ اعبُدوا الله واجْتَنِبوا الطاغوتَ}، وكلُّ رسول بعثه الله يقولُ لقومه: {اعبُدوا الله ما لَكُم من إلهٍ غيرُه}، فدلَّ هذا أنَّ المشركين ليس لهم مستندٌ في شركهم لا من عقل صحيح ولا نقل عن الرسل.
45. Böyle bir şey var mı ki müşriklerin bu hususta peygamberlerden birisine uyduklarına dair ellerinde bir tür delil olmuş olsun? Eğer sen, onlara bunu soracak ve durumları hakkında bilgi edinmek isteyecek olursan o peygamberlerden hiçbir kimsenin Allah ile birlikte başka bir ilâh edinmeye davet ettiğini göremezsin. İlkinden sonuncusuna kadar bütün peygamberler, tek başına Allah’a, O’na hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ibadet etmeye çağırmışlardır. Nitekim Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: “Andolsun ki Biz her ümmete: Allah’a ibadet edin ve tağuttan kaçının, diyen bir peygamber göndermişizdir.” (en-Nahl, 16/36) Allah’ın gönderdiği her bir peygamber: Allah’a ibadet edin, sizin O’ndan başka hiçbir hak ilâhınız yoktur, demiştir. İşte bu, müşriklerin şirklerine dair hiçbir dayanaklarının bulunmadığını, ister sağlıklı aklî delil olsun, ister peygamberlerden gelmiş naklî bir delil olsun hiçbir delillerinin olmadığını göstermektedir.
Ayet: 46 - 56 #
{وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا مُوسَى بِآيَاتِنَا إِلَى فِرْعَوْنَ وَمَلَئِهِ فَقَالَ إِنِّي رَسُولُ رَبِّ الْعَالَمِينَ (46) فَلَمَّا جَاءَهُمْ بِآيَاتِنَا إِذَا هُمْ مِنْهَا يَضْحَكُونَ (47) وَمَا نُرِيهِمْ مِنْ آيَةٍ إِلَّا هِيَ أَكْبَرُ مِنْ أُخْتِهَا وَأَخَذْنَاهُمْ بِالْعَذَابِ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ (48) وَقَالُوا يَاأَيُّهَ السَّاحِرُ ادْعُ لَنَا رَبَّكَ بِمَا عَهِدَ عِنْدَكَ إِنَّنَا لَمُهْتَدُونَ (49) فَلَمَّا كَشَفْنَا عَنْهُمُ الْعَذَابَ إِذَا هُمْ يَنْكُثُونَ (50) وَنَادَى فِرْعَوْنُ فِي قَوْمِهِ قَالَ يَاقَوْمِ أَلَيْسَ لِي مُلْكُ مِصْرَ وَهَذِهِ الْأَنْهَارُ تَجْرِي مِنْ تَحْتِي أَفَلَا تُبْصِرُونَ (51) أَمْ أَنَا خَيْرٌ مِنْ هَذَا الَّذِي هُوَ مَهِينٌ وَلَا يَكَادُ يُبِينُ (52) فَلَوْلَا أُلْقِيَ عَلَيْهِ أَسْوِرَةٌ مِنْ ذَهَبٍ أَوْ جَاءَ مَعَهُ الْمَلَائِكَةُ مُقْتَرِنِينَ (53) فَاسْتَخَفَّ قَوْمَهُ فَأَطَاعُوهُ إِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمًا فَاسِقِينَ (54) فَلَمَّا آسَفُونَا انْتَقَمْنَا مِنْهُمْ فَأَغْرَقْنَاهُمْ أَجْمَعِينَ (55) فَجَعَلْنَاهُمْ سَلَفًا وَمَثَلًا لِلْآخِرِينَ (56)}
46- Andolsun Biz, Mûsâ’yı âyetlerimizle/mucizelerimizle Firavun’a ve ileri gelenlerine gönderdik. O da (onlara): “Ben alemlerin Rabbinin rasulüyüm/elçisiyim” dedi. 47- Onlara âyetlerimizi/mucizelerimizi getirdiğinde onlar, bunlara gülüverdiler. 48- Onlara gösterdiğimiz her bir âyet/mucize, bir öncekinden daha büyüktü. Belki dönerler diye onları (dünyevi) azaplara da uğrattık. 49- (Başlarına azap geldiğinde) şöyle diyorlardı: “Ey sihirbaz! Sana verdiği söz uyarınca bizim için Rabbine dua et (de bu azabı kaldırsın)! Gerçekten biz doğru yola gireceğiz.” 50- Ama biz azabı üzerlerinden kaldırınca da hemen verdikleri sözden cayıyorlardı. 51- Firavun kavmine seslenip şöyle dedi: “Ey kavmim! Mısır’ın hakimiyeti ve alt tarafımdan akan şu nehirler benim değil mi? Görmüyor musunuz? 52- “Ben, değersiz ve neredeyse derdini bile anlatamayan şu adamdan daha üstün değil miyim? 53- “Hem ona altın bilezikler takılmalı yahut onun yanı sıra melekler gelmeli değil miydi? 54- Böylece o, kavmini küçümsedi/akıllarını hafife aldı. Onlar da ona itaat ettiler. Çünkü onlar, fâsık bir toplum idi. 55- Nihâyet onlar Bizi gazaplandırınca kendilerinden intikam aldık da hepsini suda boğduk. 56- Böylece onları (benzeri işler yapanlar için) bir selef ve sonra gelenler için de (ibretlik) bir örnek kıldık.
#
{46} لما قال تعالى: {واسألْ مَنْ أرسلْنا من قبلك من رسلنا أجَعَلْنا من دونِ الرحمن آلهةً يُعْبَدون}؛ بيَّن تعالى حالَ موسى ودعوتَهُ التي هي أشهرُ ما يكونُ من دَعَوات الرسل، ولأنَّ الله تعالى أكثر من ذِكْرِها في كتابه، فذكر حالَه مع فرعون [فقال]: {ولقد أرْسَلْنا موسى بآياتنا}: التي دلَّت دلالةً قاطعةً على صحَّة ما جاء به؛ كالعصا والحية وإرسال الجراد والقمَّل ... إلى آخر الآيات، {إلى فرعون وملئِهِ فقال إنِّي رسولُ ربِّ العالمين}: فدعاهم إلى الإقرار بربِّهم، ونهاهم عن عبادةِ ما سواه.
46. Yüce Allah: “Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimize sor ki: Biz, Rahman’ın yanı sıra ibadet edilecek ilâhlar var etmiş miyiz?” buyurduktan sonra Mûsâ aleyhisselam’ın durumunu ve onun davetini söz konusu etmektedir. Çünkü onun daveti peygamberlerin davetleri arasında en ünlüsüdür ve Yüce Allah da ondan Kitabında diğerlerinden daha çok söz etmektedir. İşte bu bakımdan burada Mûsâ aleyhisselam ile Firavun’un durumunu söz konusu ederek şöyle buyurmuştur: “Andolsun Biz Mûsâ’yı” yılana dönüşen asa, çekirge ve haşeratın gönderilmesi ve benzeri gibi getirdiklerinin doğruluğuna kat’î olarak delil teşkil eden “âyetlerimizle/mucizelerimizle Firavun’a ve ileri gelenlerine gönderdik. O da onlara: Ben âlemlerin Rabbinin rasulüyüm/elçisiyim, dedi.” Böylelikle onları Rablerini kabule çağırdı, O’nun dışındakilere ibadet etmekten vazgeçmelerini emretti.
#
{47 ـ 48} {فلمَّا جاءهم بآياتِنا إذا هم منها يضحَكونَ}؛ أي: ردُّوها وأنكروها واستهزؤوا بها ظلماً وعلوًّا، فلم يكنْ لقصورٍ بالآيات وعدم وضوح فيها، ولهذا قال: {وما نُريهم من آيةٍ إلاَّ هي أكبرُ من أختِها}؛ أي: الآيةُ المتأخرةُ أعظم من السابقة، {وأخذناهم بالعذاب}: كالجراد والقمل والضفادع والدَّم آياتٍ مفصلاتٍ، {لعلَّهم يرجِعون}: إلى الإسلام ويُذْعِنون له؛ ليزولَ شركهم وشرُّهم.
47. “Onlara âyetlerimizi/mucizelerimizi getirdiğinde onlar, bunlara gülüverdiler.” Yani onları red ve inkâr ettiler, zalimlik ederek ve büyüklenerek bunlarla alay ettiler. 48. Yani iman etmeyişleri, âyetlerdeki bir eksiklik ve onların gereği kadar açık olmayışlarından ileri gelmiyordu. Onun için şöyle buyrulmaktadır: “Onlara gösterdiğimiz her bir âyet/mucize, bir öncekinden daha büyüktü.” Yani sonra gösterdiğimiz mucize, ondan öncekinden daha büyüktü. “Belki” şirk ve kötülükleri son bulur da İslâm’a “dönerler” ve ona boyun eğerler “diye onları” birbirinden ayrı ve apaçık âyetler/mucizeler olan çekirge, haşerat, kurbağa ve kan gibi (dünyevi) azaplara da uğrattık.”
#
{49} {وقالوا} عندما نزل عليهم العذاب: {يا أيُّها الساحرُ}: يعنون: موسى عليه السلام، وهذا إمَّا من باب التهكُّم به، وإمَّا أن يكون هذا الخطاب عندهم مدحاً، فتضرَّعوا إليه بأن خاطبوه بما يخاطبون به مَنْ يزعُمون أنَّهم علماؤهم، وهم السحرة، فقالوا: {يا أيها الساحرُ ادعُ لنا ربَّك بما عَهِدَ عندك}؛ أي: بما خصَّك الله به وفضَّلك به من الفضائل والمناقب أن يكشفَ عنَّا العذاب، {إنَّنا لمهتدونَ}: إنْ كشف الله عنَّا ذلك.
49. Üzerlerine azap indiği vakit “şöyle dediler: “Ey sihirbaz!” Bu sözleri ile Mûsâ aleyhisselam’ı kastediyorlardı. Bunu ya onunla alay etmek için söylemişlerdir yahut da onlara göre bu hitap, bir övgü hitabı idi. Kendilerince ilim adamları olarak kabul ettikleri sihirbazlara hitap ettikleri şekilde ona hitap ederek ve böylece onu överek ona yalvardılar ve: “Sana verdiği söz uyarınca bizim için Rabbine dua et (de bu azabı kaldırsın)!” Yani Yüce Allah’ın sana özel olarak ihsanları, sana vermiş olduğu lütuf ve üstün mevkii ile üzerimizden azabı gidermesi için dua et. “Gerçekten biz” Allah üzerimizden azabı giderecek olursa “doğru yola gireceğiz.”
#
{50} {فلمَّا كَشَفْنا عنهم العذابَ إذا هم ينكُثون}؛ أي: لم يفوا بما قالوا، بل غدروا، واستمرُّوا على كفرهم، وهذا كقولِهِ تعالى: {فأرسَلْنا عليهم الطُّوفان والجرادَ والقمَّلَ والضفادع والدَّم آياتٍ مفصَّلات فاستكبروا وكانوا قوماً مجرِمين}، ولما وقع عليهم الرجزُ؛ قالوا: {يا موسى ادعُ لنا رَبَّكَ بما عهدَ عندك لئنْ كَشَفْتَ عنَّا الرجزَ لنؤمننَّ لك ولنرسلنَّ معك بني إسرائيلَ. فلمَّا كَشَفْنا عنهم الرِّجْزَ إلى أجل هم بالغوه إذا هم ينكُثونَ}.
50. Sözlerinde durmuyor, küfürlerini devam ettiriyorlardı. Bu, Yüce Allah’ın şu buyruklarına benzemektedir: “Biz de onlara ayrı ayrı âyetler/mucizelere olmak üzere başlarına tufan, çekirge, haşerât, kurbağalar ve kan gönderdik. Fakat yine büyüklük tasladılar. Onlar günahkâr bir topluluk idi. Üzerlerine azap çökünce: Ey Mûsâ, sana olan ahdi hürmetince bizim için Rabbine dua et! Şâyet bu azabı bizden kaldırırsan andolsun sana iman edeceğiz ve İsrailoğullarını da mutlaka seninle birlikte göndereceğiz, dediler. Biz kendisine erişecekleri bir süreye kadar üzerlerinden azabı giderince, bir de bakardın ki onlar sözlerini bozmuşlar bile!” (el-A’raf, 7/133-135)
#
{51} {ونادى فرعونُ في قومه قال}: مستعلياً بباطلِهِ قد غرَّه مُلكه وأطغاه مالُه وجنودُه: {يا قوم أليس لي ملكُ مصرَ}؛ أي: ألست المالك لذلك المتصرف فيه؟ {وهذه الأنهار تجري من تحتي}؛ أي: الأنهار المنسحبة من النيل في وسط القصور والبساتين. {أفلا تبصِرونَ}: هذا الملكَ الطويلَ العريض؟! وهذا من جهله البليغ؛ حيث افتخر بأمرٍ خارج عن ذاته، ولم يفخرْ بأوصافٍ حميدةٍ، ولا أفعال سديدةٍ.
51. “Firavun” mülkü ile aldanarak, malı ve askerleri ile azgınlaşarak, batılını ileri sürüp yücelik taslayarak “kavmine seslenip şöyle dedi: Ey kavmim, Mısır’ın hakimiyeti ve alt tarafımdan akan şu nehirler benim değil mi?” Bunların sahibi ve bunlarda tasarrufta bulunan ben değil miyim? Şu sarayların ve bahçelerin ortasında akan ve Nil’den ayrılıp gelen ırmaklar benim değil mi? Şu uçsuz bucaksız mülkü “görmüyor musunuz?” Bu ifadeler, onun aşırı derecedeki cahilliğini göstermektedir. Çünkü o, kendi zatı dışındaki şeylerle övünmüş, kendisine ait olan övünülmeye değer vasıfları ve dosdoğru davranışları ile övünmemiştir.
#
{52} {أم أنا خيرٌ من هذا الذي هو مَهينٌ}؛ يعني قبَّحه الله بالمَهينِ موسى بن عمران كليم الرحمن الوجيه عند الله؛ أي: أنا العزيز وهو الذَّليل المهان المحتقر؛ فأَيُّنا خيرٌ؟! {و} مع هذا؛ فلا {يكادُ يُبينُ} عما في ضميرِهِ بالكلام؛ لأنَّه ليس بفصيح اللسان، وهذا ليس من العيوب في شيءٍ، إذا كان يُبين ما في قلبِهِ، ولو كان ثقيلاً عليه الكلام.
52. “Ben, değersiz ve neredeyse derdini bile anlatamayan şu adamdan daha üstün değil miyim?” Kahrolasıca “değersiz” sözüyle, Kelimullah ve Allah nezdinde oldukça değerli olan İmran oğlu Mûsâ’yı kastediyordu. Yani ben aziz, güçlü ve kuvvetliyim. O ise zelil, değersiz ve hakirdir. Şimdi hangimiz üstün? Üstelik meramını da doğru dürüst açıklayamıyor. Çünkü dili açık ve anlaşılır değil! Asında bu bir kusur değildir. Yani bir kimse eğer içindekini sözlü olarak açıklayabiliyor ise konuşmakta zorlansa bile bu kusur olarak görülemez.
#
{53} ثم قال فرعونُ: {فلولا ألْقِيَ عليه أسورةٌ من ذهبٍ}؛ أي: فهلاَّ كان موسى بهذه الحالة: أن يكون مزيناً مجملاً بالحُلِيِّ والأساور، {أو جاء معه الملائكة مقترنين}: يعاونونه على دعوته ويؤيِّدونه على قوله.
53. Daha sonra Firavun: “Hem ona altın bilezikler takılmalı yahut onun yanı sıra melekler gelmeli değil miydi?” dedi. Niçin Mûsâ, çeşitli süs eşyaları ve bileziklerle süslenmiş bir halde size gelmedi? Yahut niye melekler davetinde ona yardımcı olmuyor, onun söylediği sözleri desteklemiyor?
#
{54} {فاستخفَّ قومَه فأطاعوه}؛ أي: استخفَّ عقولَهم بما أبدى لهم من هذه الشُّبه، التي لا تسمن ولا تغني من جوع، ولا حقيقة تحتها، وليست دليلاً على حقٍّ ولا على باطل، ولا تروج إلاَّ على ضعفاء العقول؛ فأيُّ دليل يدلُّ على أن فرعون محقٌّ لكون ملك مصرَ له وأنهاره تجري من تحته؟! وأيُّ دليل يدلُّ على بطلان ما جاء به موسى لقلَّة أتباعِهِ وثقل لسانِهِ وعدم تحليةِ الله له؟! ولكنَّه لقي ملأ لا معقول عندَهم؛ فمهما قال؛ اتَّبعوه؛ من حقٍّ وباطل. {إنَّهم كانوا قوماً فاسقينَ}: فبسبب فسقِهِم قيَّض لهم فرعونَ، يزيِّن لهم الشركَ والشرَّ.
54. “Böylece o, kavmini küçümsedi/akıllarını hafife aldı. Onlar da ona itaat ettiler.” Firavun ortaya attığı bu şüphelerle onların akılları ile adeta alay etti. Zira onun ileri sürdüğü bu şüpheler, hiçbir değer taşımayan, hiçbir gerçekliği bulunmayan, ne hakka ne batıla delil olmayacak şeylerdir. Onlara ancak kıt akıllılar rağbet eder. Mısır mülkünün Firavun’a ait olmasının ve ırmakların onun altından akmasının, onun haklı olduğunu göstermeye delil olacak taraf neresidir? Mûsâ’ya uyanların azlığı, dilinin ağırlığı ve Allah tarafından altın bileziklerle süslenmemiş olması, onun getirdiklerinin batıl olduğuna nasıl delil olabilir? Ancak Firavun hiçbir şekilde akıllarını kullanmayan birtakım kimselere hitap ediyordu. Onlar da o, hak ya da batıl ne söylerse ona uyuyorlardı. “Çünkü onlar, fâsık bir toplum idi.” Fâsıklıkları sebebi ile Firavun gibi birisini onlara musallat etti; o da onlara şirki ve kötülüğü süslü ve güzel gösterdi.
#
{55 ـ 56} {فلمَّا آسفونا}؛ أي: أغضبونا بأفعالهم، {انتَقَمْنا منهم فأغْرَقْناهم أجمعين. فجعلناهم سَلَفاً ومثلاً للآخرين}: ليعتبر بهم المعتبرونَ، ويتَّعِظَ بأحوالهم المتَّعظون.
55. “Nihâyet onlar Bizi” yaptıkları işleri ile “gazaplandırınca kendilerinden intikam aldık da hepsini suda boğduk.” 56. “Böylece onları (benzeri işler yapanlar için) bir selef ve sonra gelenler için de” ibret alanlar onlarla ibret alsınlar, öğüt alanlar da onların hallerinden öğüt alsınlar diye (ibretlik) bir örnek kıldık.”
Ayet: 57 - 65 #
{وَلَمَّا ضُرِبَ ابْنُ مَرْيَمَ مَثَلًا إِذَا قَوْمُكَ مِنْهُ يَصِدُّونَ (57) وَقَالُوا أَآلِهَتُنَا خَيْرٌ أَمْ هُوَ مَا ضَرَبُوهُ لَكَ إِلَّا جَدَلًا بَلْ هُمْ قَوْمٌ خَصِمُونَ (58) إِنْ هُوَ إِلَّا عَبْدٌ أَنْعَمْنَا عَلَيْهِ وَجَعَلْنَاهُ مَثَلًا لِبَنِي إِسْرَائِيلَ (59) وَلَوْ نَشَاءُ لَجَعَلْنَا مِنْكُمْ مَلَائِكَةً فِي الْأَرْضِ يَخْلُفُونَ (60) وَإِنَّهُ لَعِلْمٌ لِلسَّاعَةِ فَلَا تَمْتَرُنَّ بِهَا وَاتَّبِعُونِ هَذَا صِرَاطٌ مُسْتَقِيمٌ (61) وَلَا يَصُدَّنَّكُمُ الشَّيْطَانُ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُبِينٌ (62) وَلَمَّا جَاءَ عِيسَى بِالْبَيِّنَاتِ قَالَ قَدْ جِئْتُكُمْ بِالْحِكْمَةِ وَلِأُبَيِّنَ لَكُمْ بَعْضَ الَّذِي تَخْتَلِفُونَ فِيهِ فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَطِيعُونِ (63) إِنَّ اللَّهَ هُوَ رَبِّي وَرَبُّكُمْ فَاعْبُدُوهُ هَذَا صِرَاطٌ مُسْتَقِيمٌ (64) فَاخْتَلَفَ الْأَحْزَابُ مِنْ بَيْنِهِمْ فَوَيْلٌ لِلَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْ عَذَابِ يَوْمٍ أَلِيمٍ (65)}.
57- Meryem oğlu (İsa) misal verilince senin kavmin ondan dolayı hemen sevinç çığlıkları atmaya başladı. 58- Ve: “Bizim ilahlarımız mı hayırlı yoksa o mu?” dediler. O misali sana sırf tartışma olsun diye verdiler. Dahası onlar, kavgacı bir topluluktur. 59- O, ancak kendisine nimet verdiğimiz ve İsrailoğullarına misal kıldığımız bir kuldur. 60- Eğer dileseydik, sizin yerinize yeryüzünde halef olacak melekler var ederdik. 61- Şüphesiz o, kıyamete dair bir bilgidir. O halde sakın kıyamet hakkında şüpheye düşmeyin ve bana uyun. Dosdoğru yol işte budur. 62- Şeytan sakın sizi (o yoldan) alıkoymasın. Çünkü o, sizin apaçık bir düşmanınızdır. 63- İsa, apaçık deliller ile geldiğinde dedi ki: “Ben size hikmeti getirdim ve hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz bazı hususları size açıklamak için geldim. Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin.” 64- “Hiç şüphesiz benim Rabbim de sizin Rabbiniz de Allah'tır. O halde yalnız O’na ibadet edin. Dosdoğru yol işte budur.” 65- Sonunda o fırkalar, kendi aralarında ihtilafa düştüler. Pek acıklı bir günün azabından dolayı zulmedenlerin vay haline!
#
{57} يقول تعالى: {ولما ضُرِبَ ابنُ مريم مثلاً}؛ أي: نُهي عن عبادته وجُعلت عبادتُه بمنزلة عبادة الأصنام والأنداد، {إذا قومُك}: المكذِّبون لك {منه}؛ أي: من أجل هذا المثل المضروب، {يَصُدُّون}؛ أي: يستلجُّون في خصومتهم لك ويصيحون ويزعُمون أنَّهم قد غَلَبوا في حجَّتهم وأفلجوا.
57. Daha sonra Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: “Meryem oğlu (İsa) misal verilince” yani Yüce Allah, ona ibadeti yasaklayıp ona ibadetin de tıpkı putlara ve Allah’a ortak koşulan varlıklara ibadet gibi olduğunu bildirince “senin” seni yalanlayan “kavmin ondan dolayı” bu misal sebebiyle “hemen sevinç çığlıkları atmaya başladı.” Yani sana olan düşmanlıklarını ortaya koyarak seslerini yükseltmeye, böylelikle getirdikleri delilleri ile galip geldiklerini ve üstünlük sağladıklarını iddia etmeye koyuldular.
#
{58} {وقالوا أآلهتنُا خيرٌ أم هو}؛ يعني: عيسى؛ حيث نُهي عن عبادة الجميع، وشورك بينهم بالوعيد على من عَبَدهم، ونزل أيضاً قوله تعالى: {إنَّكم وما تَعْبُدونَ من دونِ الله حَصَبُ جهنَّمَ أنتُم لها وارِدونَ}. ووجه حجَّتهم الظالمة أنَّهم قالوا: قد تقرَّر عندنا وعندك يا محمدُ أنَّ عيسى من عبادِ الله المقرَّبين الذين لهم العاقبة الحسنة؛ فَلِمَ سوَّيْت بينه وبينها في النهي عن عبادة الجميع؟! فلولا أن حجَّتك باطلةٌ؛ لم تتناقضْ؟! ولم قلت: {إنَّكم وما تعبُدون من دون الله حَصَبُ جهنَّم أنتم لها وارِدونَ}؟! وهذا اللفظ بزعمهم يعمُّ الأصنام وعيسى؛ فهل هذا إلاَّ تناقضٌ؟ وتناقضُ الحجَّة دليلٌ على بطلانها! هذا أنهى ما يقررون به هذه الشبهة الذين فرحوا بها واستبشروا وجعلوا يصدُّون ويتباشرون. وهي ـ ولله الحمدُ ـ من أضعف الشُّبه وأبطلها؛ فإنَّ تسوية الله بين النهي عن عبادة المسيح وبين النهي عن عبادة الأصنام؛ لأنَّ العبادة حقٌّ لله تعالى، لا يستحقُّها أحدٌ من الخلق لا الملائكة المقرَّبون ولا الأنبياء المرسلون ولا من سواهم من الخلق؛ فأيُّ شبهةٍ في تسوية النهي عن عبادة عيسى وغيره؟!
58. “Ve: Bizim ilahlarımız mı hayırlı yoksa o mu, dediler” Kastettikleri İsa aleyhisselam’dır. Çünkü ona da diğer bütün varlıklara da ibadet etmek yasaklanmıştır. Yine onlara ibadet edenlere yapılan tehdit de ortaktır. Zira bu konuda Yüce Allah’ın şu buyruğu nazil olmuştu: “Gerçekten siz de Allah’tan başka taptıklarınız da cehennem odunusunuz, siz oraya gireceksiniz.” (el-Enbiyâ, 21/98) Onların haksız yere getirdikleri zalimce delillerinin açıklaması şöyledir: Onlar dediler ki: Ya Muhammed, biz de sen de şunu kabul ediyoruz: İsa, Allah’ın yakın kullarındandır. Onun güzel bir âkıbeti vardır. Peki, Allah’tan başka bütün mabudlara ibadeti yasaklarken bizim mabudlarımız ile onu ne diye eşit tuttun? Senin delilin batıl olmasaydı böyle bir çelişkiye düşmez ve: “Gerçekten siz de Allah’tan başka taptıklarınız da cehennem odunusunuz, siz oraya gireceksiniz.” demezdin. Onlara göre bu âyet-i kerimedeki ifade, hem putlarını hem de İsa aleyhisselam’ı kapsamaktadır. Buna göre bu bir çelişkidir ve delilin çelişkili olması da batıl olduğunu gösterir. İşte onların delil gördükleri ve ondan dolayı sevinç çığlıkları attıkları ve birbirlerini tebrik edercesine ileri sürdükleri şey, bundan ibarettir. Yüce Allah’a hamdolsun ki bu, şüphelerin en zayıfı ve en çürüğüdür. Çünkü Yüce Allah’ın Mesih İsa’ya ibadetle putlara ibadeti yasaklamış olmasının sebebi, ibadetin yalnızca Yüce Allah’ın hakkı oluşundan dolayıdır. Ne mukarreb melekler ne mürsel peygamberler ne de onların dışındaki herhangi bir varlık, hiçbir şekilde ibadete layık değildir. O halde İsa aleyhisselam’a ibadetle başka varlıklara ibadeti eşit şekilde yasaklamanın şüpheyi gerektirecek tarafı nedir? İsa aleyhisselam’ın üstün kılınması ve onun, Rabbi nezdinde yakın bir kul olması, bu konuda onunla diğer mabudlar arasında (mabud olarak görülmesi bakımından) herhangi bir fark olmasını gerektirmez. Zira o, ancak Yüce Allah’ın şu buyruğunda dile getirdiği bir kuldur:
#
{59} وليس تفضيل عيسى [عليه] السلام وكونِهِ مقرّباً عند ربِّه ما يدلُّ على الفرق بينَه وبينَها في هذا الموضع، وإنَّما هو كما قال تعالى: {إنْ هو إلاَّ عبدٌ أنْعَمْنا عليه}: بالنبوَّة والحكمة والعلم والعمل، {وجَعَلْناه مثلاً لبني إسرائيل}: يعرِفون به قدرةَ الله تعالى على إيجادِهِ من دون أبٍ. وأمَّا قوله تعالى: {إنَّكم وما تعبدونَ من دونِ الله حَصَبُ جهنَّم أنتم لها واردونَ}؛ فالجواب عنها من ثلاثة أوجه: أحدها: أنَّ قوله: {إنَّكم وما تعبُدونَ من دونِ الله} أنَّ {ما} اسمٌ لما لا يعقل لا يدخل فيه المسيح ونحوه. الثاني: أنَّ الخطاب للمشركين الذين بمكَّة وما حولها، وهم إنَّما يعبدون أصناماً وأوثاناً ولا يعبدون المسيح. الثالث: أنَّ الله قال بعد هذه الآية: {إنَّ الذين سبقتْ لهم منَّا الحُسنى أولئك عنها مبعَدونَ}؛ فلا شكَّ أن عيسى وغيره من الأنبياء والأولياء داخلونَ في هذه الآية.
59. “O ancak kendisine nimet” nübüvvet, hikmet, ilim ve amel “verdiğimiz ve İsrailoğullarına” babasız olarak var edildiği için, kendisi vasıtası ile Yüce Allah’ın kudretini anlayabilecekleri “misal kıldığımız bir kuldur.” Yüce Allah’ın: “Gerçekten siz de Allah’tan başka taptığınız şeyler de cehennem odunusunuz, siz oraya gireceksiniz.” (el-Enbiya, 21/98) buyruğunu ileri sürerek yapılan itiraza üç açıdan cevap verilebilir: 1. Öncelikle Yüce Allah’ın: “siz de Allah’tan başka taptığınız şeyler de” buyruğunda geçen (ve “şey” diye tercüme edilen) “ما” kelimesi, Arapça’da akıl sahibi olmayan varlıklar için kullanılır. O nedenle bunun kapsamına Mesih aleyhisselam ve benzerleri girmez. 2. Bu ayetteki itap, Mekke ve çevresinde bulunan müşriklere yöneliktir. Onlar ise İsa’ya değil sadece putlara ve heykellere tapınıyorlardı. 3. Yüce Allah, bu âyet-i kerimeden sonra şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz kendileri için daha önceden tarafımızdan iyilik takdir edilmiş olanlar, işte onlar oradan (cehennemden) uzak tutulalacaklardır.” (el-Enbiyâ, 21/101) Şüphesiz ki İsa, onun dışındaki diğer peygamberler ve Allah’ın diğer dostları, bu âyet-i kerimenin kapsamı içerisine girmektedir.
#
{60} ثم قال تعالى: {ولو نشاءُ لَجَعَلْنا منكم ملائكةً في الأرض يخلُفون}؛ أي: لجعلنا بَدَلَكم ملائكةً يخلُفونكم في الأرض، ويكونون في الأرض حتى نرسل إليهم ملائكةً من جنسهم، وأما أنتم يا معشرَ البشر؛ فلا تطيقونَ أن ترسل إليكم الملائكةُ؛ فمن رحمة الله بكم أن أرسلَ إليكم رُسُلاً من جنسكم تتمكَّنون من الأخذ عنهم.
60. Yani sizin yerinize yeryüzünde size halef olacak melekler yaratırdırk da yeryüzünde onlar yaşarlardı. Biz de onlara kendi türlerinden olan melekleri peygamber olarak gönderirdik. Siz ise ey insanlar! Meleklerin sizlere peygamber gönderilmesine tahammül edemezsiniz. O halde Allah’ın sizlere, sizin cinsinizden ve kendilerinden vahiy bilgisini öğrenme imkânını bulabileceğiniz insanları peygamber olarak göndermesi, O’nun size bir rahmetidir.
#
{61} {وإنَّه لَعِلْمٌ للساعة}؛ أي: وإنَّ عيسى عليه السلام لدليلٌ على الساعة، وأنَّ القادر على إيجادِهِ من أمٍّ بلا أبٍ قادرٌ على بعثِ الموتى من قبورِهم، أو: وإنَّ عيسى عليه السلام سينزلُ في آخر الزمان ويكونُ نزولُه علامةً من علامات الساعة، {فلا تَمْتَرُنَّ بها}؛ أي: لا تشكُّنَّ في قيام الساعة؛ فإنَّ الشكَّ فيها كفر، {واتَّبعونِ}: بامتثال ما أمرتُكم واجتنابِ ما نهيتُكم، {هذا صراطٌ مستقيمٌ}: موصلٌ إلى الله عزَّ وجلَّ.
61. “Şüphesiz o” İsa aleyhisselam “kıyamete dair bir bilgidir.” Kıyamete bir delildir. Onu babasız olarak bir anneden var etmeye kadir olan, öldükten sonra ölüleri kabirlerinden diriltmeye de kadirdir. Yahut İsa aleyhisselam, ahir zamanda inecek ve onun inişi, Kıyamet alâmetlerinden bir alâmet olacaktır. “O halde kıyamet hakkında asla şüpheye düşmeyin.” Kıyametin kopacağı hususunda hiç şüpheniz olmasın. Çünkü onun hakkında şüphe etmek küfürdür. Size vermiş olduğum emirlere uymak ve yasakladığım hususlardan da uzak durmak sureti ile “bana uyun.” Yüce Allah’a ulaştıracak “dosdoğru yol işte budur.”
#
{62} {ولا يَصُدَّنَّكُمُ الشيطانُ}: عما أمركم الله به؛ فإنَّ الشيطانَ {لكم عدوٌّ مبينٌ}: حريصٌ على إغوائكم، باذلٌ جهدَه في ذلك.
62. “Şeytan sakın sizi” Allah’ın size vermiş olduğu emirlere uymaktan “alıkoymasın. Çünkü o” şeytan “sizin apaçık bir düşmanınızdır.” Sizi yoldan çıkarmayı arzular ve bunun için bütün gayretini ortaya koyar.
#
{63} {ولمَّا جاء عيسى بالبيِّناتِ}: الدالَّة على صدق نبوَّته وصحَّة ما جاءهم به من إحياء الموتى وإبراء الأكمه والأبرص ونحو ذلك من الآيات، {قال}: لبني إسرائيل: {قد جئتُكم بالحكمةِ}: النبوَّة والعلم بما ينبغي على الوجه الذي ينبغي، {ولأبيِّنَ لكم بعضَ الذي تختلفون فيه}؛ أي: أبين لكم صوابَه وجوابَه، فيزول عنكم بذلك اللبس، فجاء عليه السلام مكمِّلاً ومتمِّماً لشريعة موسى عليه السلام ولأحكام التوراة، وأتى ببعض التسهيلاتِ الموجبة للانقياد له وقَبول ما جاءهم به. {فاتَّقوا الله وأطيعونِ}؛ أي: اعبدوا الله وحدَه لا شريك له، وامتثلوا أمره، واجتنبوا نهيَه، وآمنوا بي، وصدِّقوني، وأطيعون.
63. “İsa” ölüleri diriltmek, anadan doğma körü ve abraş/alaca hastalarını iyileştirmek vb. gibi onlara getirdiği mucizeler ile peygamberliğinin doğruluğunu ve onlara getirdiklerinin gerçekliğini ortaya koyan “apaçık deliller ile geldiğinde” İsrailoğullarına “dedi ki: Ben size hikmeti” peygamberliği ve bilinmesi gereken şeyleri bilinmesi gereken şekilde bildirmek üzere “getirdim ve hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz bazı hususları size açıklamak için geldim.” Anlaşmazlık konularında size hakkı ve doğru cevabı size açıklayarak sizleri içine düştüğünüz karışıklıktan kurtarmak üzere geldim. İsa aleyhisselam, Mûsâ aleyhisselam’ın şeriatini ve Tevrat’ın hükümlerini mükemmelleştirici ve tamamlayıcı olarak gelmişti. Ayrıca o, birtakım kolaylıklar da getirmişti. Bunlar ise ona itaat ile bağlanmayı ve getirdiği şeyleri kabul etmeyi gerektiriyordu. “Artık Allah’tan korkun ve bana itaat edin.” Allah’a tek olarak ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ibadet edin. O’nun emirlerine uyun ve yasaklarından kaçının. Bana da iman ve itaat edin.
#
{64} {إنَّ الله هو ربِّي وربُّكم فاعبُدوه هذا صراطٌ مستقيمٌ}: ففيه الإقرارُ بتوحيدِ الرُّبوبيَّة بأنَّ الله هو المربِّي جميع خلقه بأنواع النِّعم الظاهرة والباطنة، والإقرارُ بتوحيد العبوديَّة بالأمر بعبادة الله وحدَه لا شريك له، وإخبار عيسى عليه السلام أنَّه عبدٌ من عباد الله، ليس كما قال النصارى فيه: إنَّه ابنُ الله أو ثالثُ ثلاثة، والإخبارُ بأنَّ هذا المذكور صراطٌ مستقيمٌ موصلٌ إلى الله وإلى جنَّته.
64. “Hiç şüphesiz benim Rabbim de sizin Rabbiniz de Allah'tır. O halde yalnız O’na ibadet edin. Dosdoğru yol işte budur.” Bu ifadelerde Yüce Allah’ın rububiyet tevhidi dile getirilmektedir. Çünkü gizli ve açık bütün nimetlerle bütün mahlukatı besleyenin, Yüce Allah olduğu ifade edilmektedir. Aynı şekilde ubûdiyet/uluhiyet tevhidi de ikrar edilmektedir. Bu da Yüce Allah’a, O’na hiçbir şeyi ortak koşmaksızın tek başına ibadet etme emri ile dile getirilmektedir. Ayrıca İsa aleyhisselam kendisinin Allah’ın kullarından birisi olduğunu, hristiyanların hakkında söyledikleri gibi “Allah’ın oğlu” yahut “Üçün üçüncüsü” olmadığını da bildirmekte ve bu hususların, Yüce Allah’a ve O’nun cennetine ulaştıran dosdoğru yol olduğunu da haber vermektedir.
#
{65} فلما جاءهم عيسى عليه السلام بهذا، {اختلف الأحزابُ}: المتحزِّبون على التكذيب، {من بينِهِم}: كلٌّ قال بعيسى عليه السلام مقالةً باطلةً وردَّ ما جاء به؛ إلاَّ من هدى الله من المؤمنين، الذين شهدوا له بالرسالة، وصدَّقوا بكل ما جاء به، وقالوا: إنَّه عبدُ الله ورسوله. {فويلٌ للذين ظلموا [من عذاب يوم أليم]}؛ أي: ما أشدَّ حزن الظالمين! وما أعظم خسارَهم في ذلك اليوم!
65. İsa aleyhisselam, İsrailoğullarına bunları getirdikten sonra “o fırkalar” yani inkar üzere birleşmiş olan gruplara “kendi aralarında ihtilafa düştüler.” Onların her birisi İsa aleyhisselam ile ilgili batıl bir görüş ortaya attı ve onun getirdiği şeyleri reddetti. Allah’ın hidâyete ilettiği, onun risaletine tanıklık eden, bütün getirdiklerini tasdik edip “O, Allah’ın kulu ve rasûlüdür”, diyen mü’minler müstesnâ. “Pek acıklı bir günün azabından dolayı zulmedenlerin vay haline!” Onların kederleri, üzüntüleri ne kadar büyük, o gündeki hüsranları ne kadar fazla olacaktır!
Ayet: 66 - 73 #
{هَلْ يَنْظُرُونَ إِلَّا السَّاعَةَ أَنْ تَأْتِيَهُمْ بَغْتَةً وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ (66) الْأَخِلَّاءُ يَوْمَئِذٍ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ إِلَّا الْمُتَّقِينَ (67) يَاعِبَادِ لَا خَوْفٌ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ وَلَا أَنْتُمْ تَحْزَنُونَ (68) الَّذِينَ آمَنُوا بِآيَاتِنَا وَكَانُوا مُسْلِمِينَ (69) ادْخُلُوا الْجَنَّةَ أَنْتُمْ وَأَزْوَاجُكُمْ تُحْبَرُونَ (70) يُطَافُ عَلَيْهِمْ بِصِحَافٍ مِنْ ذَهَبٍ وَأَكْوَابٍ وَفِيهَا مَا تَشْتَهِيهِ الْأَنْفُسُ وَتَلَذُّ الْأَعْيُنُ وَأَنْتُمْ فِيهَا خَالِدُونَ (71) وَتِلْكَ الْجَنَّةُ الَّتِي أُورِثْتُمُوهَا بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ (72) لَكُمْ فِيهَا فَاكِهَةٌ كَثِيرَةٌ مِنْهَا تَأْكُلُونَ (73)}
66- Onlar ille de kıyametin hiç farkında değillerken kendilerine ansızın gelmesini mi bekliyorlar? 67- O gün dostlar birbirlerine düşmandır. Ancak takvâ sahipleri müstesnâ. 68- “Ey kullarım! Bugün size hiçbir korku yoktur ve siz üzülmeyeceksiniz de.” 69- (Ne mutlu size ki) âyetlerimize iman eden ve (Allah'a) teslim olmuş kimseler (idiniz). 70- “Siz de eşleriniz de sevinç içerisinde girin cennete!” 71- Altın tepsiler ve kadehler (onlara ikram edilmek üzere) etraflarında dolaştırılır. Orada canların çektiği ve gözlerin zevk aldığı her şey vardır. Hem sizler orada ebedi kalacaksınız. 72- İşte bu cennet, yaptığınız ameller sebebiyle size miras verilmiştir. 73- Sizin için orada pek çok meyveler vardır. Siz onlardan yersiniz.
#
{66} يقول تعالى: ما ينتظر المكذِّبون؟! وما يتوقَّعون {إلاَّ الساعة أن تأتِيَهم بغتةً وهم لا يشعرونَ}؛ أي: فإذا جاءت؛ فلا تسألوا عن أحوال من كَذَّب بها واستهزأ بمن جاء بها.
66. “Onlar” yani yalanlayanlar “ille de kıyametin hiç farkında değillerken kendilerine ansızın gelmesini mi bekliyorlar?” O geleceği vakit, onu ve onun gerçekleşeceğine dair haber getirenleri yalanlayanların hallerini hiç sorma!
#
{67} وإن الأخِلاَّء يومَ القيامةِ، المتخالِّين على الكفر والتكذيب ومعصية الله، {بعضُهم لبعض عدوٌّ}: لأنَّ خُلَّتَهم ومحبَّتهم في الدُّنيا لغير الله، فانقلبت يوم القيامة عداوة {إلاَّ المتَّقين}: للشرك والمعاصي؛ فإنَّ محبَّتهم تدوم وتتَّصل بدوام مَنْ كانت المحبَّة لأجلِهِ.
67. “O gün” Kıyamet günü “dostlar” küfür, yalanlamak ve Allah’a isyan üzere birbirleri ile dostluk edenler “birbirlerine düşmandır.” Çünkü dünyadaki dostluk ve sevgileri Allah için değildi, o nedenle Kıyamet gününde dostlukları düşmanlığa dönüşecektir. “Ancak takvâ sahipleri” şirkten ve masiyetlerden sakınanlar “müstesnâ.” Onlar, kendi rızası için birbirlerini sevdikleri zatın varlığı devam edeceğinden sevgileri de devam edecektir, kesintiye uğramayacaktır.
#
{68} ثُمَّ ذكر ثواب المتَّقين، وأنَّ الله تعالى يناديهم يوم القيامةِ بما يسرُّ قلوبَهم ويذهب عنهم كلَّ آفةٍ وشرٍّ، فيقول: {يا عبادِ لا خوفٌ عليكُم اليومَ ولا أنتُم تَحْزَنونَ}؛ أي: لا خوفٌ يلحقُكم فيما تستقبِلونه من الأمور، ولا حزنٌ يُصيبُكم فيما مضى منها، وإذا انتفى المكروه من كلِّ وجه؛ ثبت المحبوب المطلوب.
68. Yüce Allah, takvâ sahiplerinin mükâfatını, Kendisinin kıyamet gününde onlara kalplerini sevince boğacak, kendilerinden her türlü afet ve kötülüğü uzaklaştıracak bir mahiyette sesleneceğini söz konusu ederek şöyle buyuracaktır: “Ey kullarım! Bugün size hiçbir korku yoktur ve siz üzülmeyeceksiniz de” Bundan sonra karşılaşacağınız hususlarda size herhangi bir korku ve endişe erişmeyecektir. Daha önce geçmişler dolayısı ile de bir üzüntünüz olmayacaktır. Hoşlanılmayan şeyler hiçbir şekilde söz konusu olmayacağına göre bu, sevilen ve arzulanan her şey gerçekleşecek demektir.
#
{69} {الذين آمنوا بآياتنا وكَانوا مُسلِمِينَ}؛ أي: وصفهم الإيمانُ بآيات الله، وذلك يشمل للتصديق بها، وما لا يتمُّ التصديق إلاَّ به من العلم بمعناها والعمل بمقتضاها، وكانوا مسلمينَ لله منقادينَ له في جميع أحوالِهِم، فجمعوا بين الاتِّصاف بعمل الظاهر والباطن.
69. (Ne mutlu size ki) âyetlerimize iman eden ve (Allah'a) teslim olmuş kimseler (idiniz).” Yüce Allah, onları Allah’ın âyetlerine iman etmekle nitelendirmektedir. Bu da hem onları tasdik etmeyi, hem de anlamlarını bilmek, gereklerince de amel etmek gibi kendileri olmaksızın tasdikin tamamlanması söz konusu olmayan hususları kapsamaktadır. Yine onlar Allah’a teslim olmuş, bütün hallerinde O’nun buyruklarına itaat etmiş kimselerdir. Böylelikle onlar hem zahiri, hem de Batıni amelleri işleme vasfını bir arada taşımış olmaktadırlar.
#
{70} {ادخُلوا الجنَّةَ}: التي هي دارُ القرار {أنتُم وأزواجُكم}؛ أي: مَنْ كان على مثل عملِكُم من كلِّ مقارن لكم من زوجةٍ وولدٍ وصاحبٍ وغيرهم، {تُحْبَرونَ}؛ أي: تَنعمون وتُكْرمون، ويأتيكم من فضل ربِّكم من الخيرات والسرور والأفراح واللَّذَّات ما لا تُعَبِّرُ الألسنُ عن وصفه.
70. “Siz de eşleriniz de sevinç içerisinde girin cennete!” Yani sizin gibi amelde bulunan eşleriniz, çocuklarınız, arkadaşlarınız vb. gibi sizinle amel yönünden birlikte bulunanların hepsi, ebediyen kalacağınız yer olan cennete girin. Orada sizler, nimetler içerisinde ikramlara mazhar olacaksınız. Rabbinizin lütfundan sizlere pek çok hayırlar, sevinçler ve lezzetler verilecektir ki dillerin bunları anlatabilmesine imkân yoktur.
#
{71} {يطافُ عليهم بصحافٍ من ذهبٍ وأكوابٍ}؛ أي: تدور عليهم خدَّامهم من الولدانِ المخلَّدين بطعامِهم بأحسنِ الأواني وأفخرِها، وهي صحافُ الذهب، وبشرابهم بألطف الأواني، وهي الأكواب التي لا عرى لها، وهي من أصفى الأواني، من فضة أعظم من صفاءِ القوارير، {وفيها}؛ أي: الجنة {ما تشتهيه الأنفسُ وتلذُّ الأعينُ}: وهذا اللفظ جامعٌ، يأتي على كلِّ نعيم وفرح وقرَّة عين وسرور قلبٍ؛ فكلُّ ما تشتهيه النُّفوس من مطاعم ومشارب وملابس ومناكح، ولذّته العيون من مناظر حسنةٍ وأشجارٍ محدقةٍ ونعم مونقةٍ ومبانٍ مزخرفةٍ؛ فإنَّه حاصلٌ فيها معدٌّ لأهلها على أكمل الوجوه وأفضلها؛ كما قال تعالى: {لهم فيها فاكهةٌ ولهم ما يَدَّعونَ}. {وأنتم فيها خالدونَ}: وهذا هو تمامُ نعيم أهل الجنة، وهو الخُلْدُ الدائمُ فيها، الذي يتضمَّن دوام نعيمِها وزيادتَه وعدم انقطاعه.
71. “Altın tepsiler ve kadehler (onlara ikram edilmek üzere) etraflarında dolaştırılır.” Ebedi kılınmış Vildân hizmetçileri, onların yemeklerini en güzel ve en değerli kaplar olan altın tepsilerde, içeceklerini de en güzel kaplar olan ve camların şeffaflığından daha şeffaf, gümüşten, kulpsuz bardaklar ile onlara sunulacaktır. “Orada” yani cennette “canların çektiği ve gözlerin zevk aldığı her şey vardır.” Bu öyle kapsamlı bir ifadedir ki her türlü nimeti, sevinci, göz aydınlığını ve kalbî neşeyi kapsar. Canların çektiği her türlü yiyecekler, içecekler, giyecekler, eşler, gözlerin zevk alacağı güzel manzaralar, çiçek açmış ağaçlar, mükemmel nimetler, süslü yapılar vb. görüntüler orada vardır. Oradakiler için en mükemmel ve en üstün şekilde bunlar hazırlanmıştır. Nitekim Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: “Onlar için orada meyveler ve istedikleri her şey vardır.” (Yâsîn, 36/57) “Hem sizler orada ebedi kalacaksınız.” Bu da cennetliklerin nimetlerinin mükemmelliğini ortaya koymaktadır. Orada ebedi kalmak söz konusudur. Bu ise nimetlerinin devamını, sürekli artmasını ve hiç bir şekilde kesintiye uğramamasını ifade eder.
#
{72} {وتلك الجنَّة}: الموصوفة بأكمل الصفات هي {التي أورِثْتُموها بما كُنتُم تعملونَ}؛ أي: أورثكم الله إيَّاها بأعمالكم، وجعلها من فضلِهِ جزاء لها، وأودع فيها من رحمتِهِ ما أودعَ.
72. “İşte” en mükemmel niteliklere sahip olduğu bildirilen “bu cennet, yaptığınız ameller sebebiyle size miras verilmiştir.” Yani amellerinizden dolayı Allah burayı size miras vermiş, lütfu ile onu amellerinizin mükâfatı kılmış ve rahmeti ile orada bunca nimetleri hazırlamıştır.
#
{73} {لكم فيها فاكهةٌ كثيرةٌ}؛ كما في الآية الأخرى: {فيهما من كلِّ فاكهةٍ زوجانِ}، {منها تأكلونَ}؛ أي: مما تتخيَّرون من تلك الفواكه الشهيَّة والثمار اللذَّيذة تأكلون.
73. “Sizin için orada pek çok meyveler vardır.” Nitekim bir başka âyet-i kerimede şöyle buyrulmaktadır: “İkisinde de her meyveden çifter çifter vardır.” (er-Rahman, 55/52) “Siz onlardan yersiniz.” Canların çektiği bu lezzetli meyvelerden istediğinizi seçersiniz, dilediğinizi yersiniz.
Yüce Allah, cennetteki nimetleri söz konusu ettikten sonra cehennem azabını da söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 74 - 78 #
{إِنَّ الْمُجْرِمِينَ فِي عَذَابِ جَهَنَّمَ خَالِدُونَ (74) لَا يُفَتَّرُ عَنْهُمْ وَهُمْ فِيهِ مُبْلِسُونَ (75) وَمَا ظَلَمْنَاهُمْ وَلَكِنْ كَانُوا هُمُ الظَّالِمِينَ (76) وَنَادَوْا يَامَالِكُ لِيَقْضِ عَلَيْنَا رَبُّكَ قَالَ إِنَّكُمْ مَاكِثُونَ (77) لَقَدْ جِئْنَاكُمْ بِالْحَقِّ وَلَكِنَّ أَكْثَرَكُمْ لِلْحَقِّ كَارِهُونَ (78)}.
74- Günahkârlar ise cehennem azabında ebedî kalacaklardır. 75- O azap onlara hafifletilmeyecektir ve onlar o azap içinde ümitsiz kalacaklardır. 76- Biz onlara zulmetmedik. Aksine onlar, kendileri zalimler idiler. 77- Onlar: “Ey Malik! Rabbin, hakkımızda ölüm hükmünü versin” diye seslenecekler. O da: “Sizler (burada ebedi) kalacaksınız” diyecek. 78- Andolsun Biz size hakkı göndermiştik. Fakat çoğunuz, haktan hoşlanmıyordunuz.
#
{74} {إنَّ المجرمينَ}: الذين أجرموا بكفرهم وتكذيبهم {في عذاب جهنَّم}؛ أي: منغمرون فيه، محيطٌ بهم العذاب من كلِّ جانب، {خالدونَ}: فيه لا يخرُجونَ منه أبداً.
74. Küfür ve yalanlamaları ile suç işleyen “günahkârlar ise cehennem azabında” kendilerini her taraftan kuşatmış bulunan azap içinde gömülmüş olarak “ebedi kalacaklardır.” O azaptan asla çıkamayacaklardır.
#
{75} و {لا يُفَتَّرُ عنهم}: العذابُ ساعةً [لا بإزالته] ولا بتهوين عذابه، {وهم فيه مُبْلِسونَ}؛ أي: آيسون من كلِّ خير، غير راجين للفرج، وذلك أنَّهم ينادون ربَّهم، فيقولون: {ربَّنا أخْرِجْنا منها فإنْ عُدْنا فإنَّا ظالمونَ. قال اخسؤوا فيها ولا تُكَلِّمونَ}.
75. “O azap onlara” bir an dahi ne kaldırılmak sureti ile ne de azaltılmak sureti ile “hafifletilmeyecektir ve onlar o azap içinde ümitsiz kalacaklardır.” Her türlü hayırdan yana ümitsiz olacaklar ve kurtuluş ümitleri kalmayacaktır. Çünkü onlar Rablerine şöyle sesleneceklerdir: “Rabbimiz, bizi buradan çıkar. Eğer bundan sonra bir daha dönersek şüphesiz biz zalim kimseleriz. Buyuracak ki: Yıkılın içerisine ve bir daha bana bir şey söylemeyin.” (el-Müminun, 23/107-108)
#
{76} وهذا العذابُ العظيم بما قدَّمت أيديهم وبما ظلموا به أنفسَهم، والله لم يظلِمْهم ولم يعاقِبْهم بلا ذنبٍ ولا جرم.
76. Bu büyük azap, onların kendi elleriyle yaptıkları ve bu yolla kendi kendilerine zulmetmiş olmaları sebebiyledir. Yüce Allah onlara zulmetmediği gibi, suçsuz ve günahsız oldukları halde de onları cezalandırmış da değildir.
#
{77} {ونادوا}: وهم في النار لعلَّهم يحصل لهم استراحةٌ: {يا مالِكُ ليقضِ علينا ربُّك}؛ أي: لِيُمِتْنا فنستريحَ؛ فإنَّنا في غمٍّ شديدٍ وعذابٍ غليظٍ لا صبر لنا عليه ولا جَلَد، فَـ {قال} لهم مالكٌ خازنُ النار حين طلبوا منه أن يَدْعُوَ الله لهم أن يقضي عليهم: {إنَّكم ماكثونَ}؛ أي: مقيمون فيها لا تخرجون عنها أبداً، فلم يحصُلْ لهم ما قصدوه، بل أجابهم بنقيض قصدِهِم، وزادَهم غمًّا إلى غمِّهم.
77. Onlar ateşte iken belki oradan kurtulurlar ümidi ile: “Ey Mâlik! Rabbin hakkımızda ölüm hükmünü versin” bizi öldürsün de kurtulalım. Çünkü şüphesiz bizler, çok büyük gam ve kederde, çok ağır bir azap içerisindeyiz. Artık sabrımız kalmadı, bu azaba dayanamıyoruz “diye seslenecekler.” Cehennem bekçisi olan Mâlik’ten kendileri için Yüce Allah’a haklarında ölüm hükmünü versin diye dua etmesini isteyecekler. O da: “Sizler (burada ebedi) kalacaksınız, diyecek.” Yani burada kalacaksınız. Buradan ebediyen çıkarılmayacaksınız. Böylelikle arzuları gerçekleşmeyecek, aksine maksatlarının tam zıddı bir cevap alacaklar. Bu da kederlerine daha bir keder katacak.
#
{78} ثم وبَّخهم بما فعلوا، فقال: {لقد جئناكم بالحقِّ}: الذي يوجب عليكم أن تتَّبِعوه، فلو تبعْتُموه؛ لفزتُم وسعدتُم، {ولكنَّ أكثركم للحقِّ كارهونَ}: فلذلك شقيتُم شقاوةً لا سعادة بعدها.
78. Daha sonra yaptıkları sebebi ile şöyle azarlanacaklar: “Andolsun Biz size” tâbi olmanız gereken ve tâbi olmanız halinde kurtuluşunuzu ve mutluluğunuzu sağlayacak olan “hakkı göndermiştik. Fakat çoğunuz haktan hoşlanmıyordunuz.” Bundan dolayı ardından asla mutluluk gelmeyecek bir bedbahtlığa mahkûm oldunuz.
Ayet: 79 - 80 #
{أَمْ أَبْرَمُوا أَمْرًا فَإِنَّا مُبْرِمُونَ (79) أَمْ يَحْسَبُونَ أَنَّا لَا نَسْمَعُ سِرَّهُمْ وَنَجْوَاهُمْ بَلَى وَرُسُلُنَا لَدَيْهِمْ يَكْتُبُونَ (80)}
79- Yoksa onlar (hakka tuzak kurmaya) karar mı verdiler? Öyleyse Biz de kararlıyız. 80- Yoksa onlar, içlerinde sakladıklarını ve fısıldaşmalarını işitmiyoruz mu sanıyorlar? Elbette (işitiyoruz); üstelik yanlarındaki elçilerimiz de (onları) yazıyorlar.
#
{79} يقول تعالى: {أم أبرموا}؛ أي: أبرمَ المكذِّبون بالحقِّ المعاندون له {أمراً}؛ أي: كادوا كيداً ومكروا للحقِّ ولمن جاء بالحقِّ ليدحضوه بما موَّهوا من الباطل المزخرف المزوَّق، {فإنَّا مبرِمون}؛ أي: محكمون أمراً ومدبِّرون تدبيراً يعلو تدبيرَهم وينقضُهُ ويبطِلُه. وهو ما قيَّضه الله من الأسباب والأدلَّة لإحقاق الحقِّ وإبطال الباطل؛ كما قال تعالى: {بل نَقْذِفُ بالحقِّ على الباطل فيدمغُهُ}.
79. “Yoksa onlar” yani hakkı yalanlayanlar, ona karşı inatla direnenler (hakka tuzak kurmaya) karar mı verdiler?” Hakka ve hakkı getirene karşı allanmış, pullanmış batılı ileri sürerek bir hile ve tuzak mı kurdular? “Öyleyse Biz de kararlıyız.” Onların hile ve tuzaklarına galip gelecek, bozacak ve iptal edecek bir tedbirinizi son derece sağlam almışız. Bu da Yüce Allah’ın hakkı ortaya koymak ve batılı da çürütmek için hazırlamış olduğu sebep ve delillerle olur. Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: “Hayır, Biz hakkı batıl üzerine bırakırız da hak onun beynini darmadağın eder...” (el-Enbiya, 21/18)
#
{80} {أم يحسبونَ}: بجهلهم وظلمِهِم {أنَّا لا نسمعُ سرَّهم}: الذي لم يتكلَّموا به، بل هو سرٌّ في قلوبهم، {ونجواهم}؛ أي: كلامهم الخفيَّ الذي يتناجَوْن به؛ أي: فلذلك أقدموا على المعاصي، وظنُّوا أنَّها لا تبعةَ لها ولا مجازاة على ما خفي منها، فردَّ الله عليهم بقوله: {بلى}؛ أي: إنا نعلم سرَّهم ونجواهم، {ورسُلُنا}: الملائكة الكرام {لديهم يكتُبونَ}: كلَّ ما عملوه، وسيحفظُ ذلك عليهم حتى يَرِدوا القيامةَ فيجدوا ما عملوا حاضراً، ولا يظلم ربُّك أحداً.
80. “Yoksa” cahillikleri ve zulümleri dolayısı ile “onlar içlerinde” hiç konuşmayıp kalplerinde sır olarak “sakladıklarını ve fısıldaşmalarını” kendi aralarında gizli saklı konuşmalarını “işitmiyoruz mu sanıyorlar?” Yani onlar, bundan dolayı mı masiyet işliyorlar ve gizli saklı oldukları için bu masiyetlerden sorumlu tutulmayacaklarını, cezalarını çekmeyeceklerini mi zannediyorlar? Yüce Allah, onların bu kanaatlerini reddederek şöyle buyurmaktadır: “Elbette (işitiyoruz).” Biz, onların gizlediklerini de fısıltılarını da biliyoruz. “Üstelik yanlarındaki elçilerimiz” şerefli melekler “de” onların bütün yaptıklarını “yazıyorlar.” Bu yaptıkları kayda geçip saklanacak ve Kıyamet gününde onlara gösterilecektir. Böylelikle yaptıkları her şeyi karşılarında hazır bulacaklardır. Zira Rabbin kimseye zulmetmez.
Ayet: 81 - 83 #
{قُلْ إِنْ كَانَ لِلرَّحْمَنِ وَلَدٌ فَأَنَا أَوَّلُ الْعَابِدِينَ (81) سُبْحَانَ رَبِّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ رَبِّ الْعَرْشِ عَمَّا يَصِفُونَ (82) فَذَرْهُمْ يَخُوضُوا وَيَلْعَبُوا حَتَّى يُلَاقُوا يَوْمَهُمُ الَّذِي يُوعَدُونَ (83)}.
81- De ki: “Şayet Rahman’ın bir çocuğu olsaydı, ona ibadet edenlerin ilki ben olurdum.” 82- Hem göklerin ve yerin Rabbi hem de Arş’ın Rabbi (olan Allah) onların nitelendirmelerinden münezzehtir. 83- Bırak onları tehdit edildikleri güne kavuşuncaya kadar (batıl işlerine) dalıp oyalansınlar.
#
{81} أي: قل يا أيُّها الرسول الكريم للذين جعلوا لله ولداً، وهو الواحد الأحد، الفرد الصَّمد، الذي لم يتَّخذ صاحبة ولا ولداً، ولم يكن له كفواً أحدٌ: {قل إن كان للرحمن ولدٌ فأنا أوَّلُ العابدينَ}: لذلك الولد؛ لأنه جزءٌ من والده، وأنا أولى الخلق انقياداً للأوامر المحبوبة لله، ولكنِّي أولُ المنكرين لذلك، وأشدُّهم له نفياً، فعلم بذلك بطلانه؛ فهذا احتجاجٌ عظيم عند من عرفَ أحوال الرسل، وأنَّه إذا علم أنَّهم أكملُ الخلق، وأنَّ كلَّ خير فهم أول الناس سبقاً إليه وتكميلاً له. وكلُّ شرٍّ فهم أولُ الناس تركاً له وإنكاراً له وبعداً منه؛ فلو كان للرحمن ولدٌ، وهو الحقُّ؛ لكان محمدُ بنُ عبد الله أفضلَ الرسل أول مَنْ عَبَدَه، ولم يسبقْه إليه المشركون. ويُحتمل أنَّ معنى الآية: لو كان للرحمن ولدٌ؛ فأنا أولُ العابدين لله، ومن عبادتي لله إثباتُ ما أثبته ونفيُ ما نفاه؛ فهذا من العبادة القوليَّة الاعتقاديَّة، ويلزم من هذا لو كان حقًّا؛ لكنتُ أول مثبتٍ له، فعلم بذلك بطلانُ دعوى المشركين وفسادها عقلاً ونقلاً.
81. Yani ey şerefli Rasûl! Allah tek ve Samed (kimseye muhtaç olmayan, herkesin muhtaç olduğu), eş ve evlat edinmemiş ve hiç kimse O’na denk olmadığı halde O’na çocuk isnat edenlere “de ki: Şayet Rahman’ın bir çocuğu olsaydı ona” o çocuğa “ibadet edenlerin ilki ben olurdum.” Çünkü bu evlat da babasının bir parçası olurdu. Ayrıca ben, Allah’ın sevdiği emirlere sıkı sıkıya bağlanıp itaat etmeye en layık kişiyim. Fakat böyle bir şeyi inkâr edenlerin ilki benim. Böyle bir şeyi herkesten daha çok ben reddediyorum. O halde böyle bir şeyin batıl olduğu ortadadır. Bu, peygamberlerin halini bilenlere göre oldukça büyük bir delildir. Çünkü onların en mükemmel insanlar oldukları, bütün insanlar arasında herkesten önce hayra yönelen ve onu tamamlayanlar oldukları, kötülükleri de bütün insanlar arasında ilk terk edenler, onları herkesten daha çok reddedip ondan en uzak kalanlar oldukları bilindiği takdirde şöyle bir durum ortay çıkar: Eğer Rahman olan Allah’ın çocuğu bulunsaydı ve bu doğru olsaydı, şüphesiz ona ilk ibadet eden, peygamberlerin en faziletlisi olan Abdullah oğlu Muhammed olurdu ve müşrikler bu konuda asla onun önüne geçemezlerdi. Âyetin şu anlama gelme ihtimali de vardır: Eğer Rahman’ın çocuğu olsaydı, işte ben Allah’a ibadet edenlerin ilkiyim. Allah’a ibadetimin bir gereği olarak da ben, Allah’ın bildirdiğini kabul eder, reddettiğini de reddederim. Bu, itikadî ve sözlü anlamda bir ibadettir. Yani eğer sizin bu iddianız gerçek olsaydı, böyle bir şeyi kabul eden ilk kişi yine ben olurdum. Böylelikle müşriklerin bu iddialarının aklen ve naklen batıl ve tutarsız olduğu ortaya çıkmış olmaktadır.
#
{82} {سبحانَ ربِّ السمواتِ والأرض ربِّ العرش عمَّا يصفونَ}: من الشريك والظَّهير والعوين والولد وغير ذلك مما نسبه إليه المشركون.
82. O, ortağı, yardımcısı, destekçisi, evladı bulunmak vb. gibi müşriklerin O’na nispet ettikleri vasıflardan “münezzehtir.”
#
{83} {فَذَرْهم يخوضوا ويلعبوا}؛ أي: يخوضوا بالباطل ويلعبوا بالمحال؛ فعلومُهم ضارةٌ غير نافعةٍ، وهي الخوض والبحث بالعلوم التي يعارِضون بها الحقَّ وما جاءت به الرسل، وأعمالهم لعبٌ وسفاهةٌ لا تزكِّي النفوس ولا تثمِرُ المعارفَ، ولهذا توعَّدهم بما أمامهم يوم القيامةِ، فقال: {حتى يلاقوا يومَهم الذي يوعَدونَ}: فسيعلمون فيه ماذا حَصَّلوا، وما حَصَلوا عليه من الشقاءِ الدائم والعذاب المستمرِّ.
83. “Bırak onları... dalıp oyalansınlar.” Batıla dalsınlar ve imkânsız şeylerle oyalanıp dursunlar. Onların bilgileri zararlıdır, fayda vermez. Zira onlar, hakka karşı ileri sürdükleri bilgilere dalıp bu hususları araştırırlar. Böylelikle peygamberlerin getirdiklerini akılları sıra çürütmeye çalışırlar. Onların amelleri de oyalanmadır ve akılsızlıktır. Ruhları arındırmaz ve hiçbir bilgi doğurmaz. Bundan dolayı Yüce Allah, ileride karşılarına çıkacak olan Kıyamet günü ile onları tehdit ederek: “tehdit edildikleri güne kavuşuncaya kadar” buyurmaktadır. Zira o, günde ne elde etmiş olduklarını bilecekler. Kazandıkları ebedi bedbahtlığı ve sürekli azabı görecekler.
Ayet: 84 - 89 #
{وَهُوَ الَّذِي فِي السَّمَاءِ إِلَهٌ وَفِي الْأَرْضِ إِلَهٌ وَهُوَ الْحَكِيمُ الْعَلِيمُ (84) وَتَبَارَكَ الَّذِي لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا وَعِنْدَهُ عِلْمُ السَّاعَةِ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ (85) وَلَا يَمْلِكُ الَّذِينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ الشَّفَاعَةَ إِلَّا مَنْ شَهِدَ بِالْحَقِّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ (86) وَلَئِنْ سَأَلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَهُمْ لَيَقُولُنَّ اللَّهُ فَأَنَّى يُؤْفَكُونَ (87) وَقِيلِهِ يَارَبِّ إِنَّ هَؤُلَاءِ قَوْمٌ لَا يُؤْمِنُونَ (88) فَاصْفَحْ عَنْهُمْ وَقُلْ سَلَامٌ فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ (89)}.
84- Gökte ilâh olan da yerde de ilâh olan da O’dur. O, Hakîmdir, Alimdir. 85- Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların hükümranlığı yalnız kendisine ait olan (Allah) ne yücedir! Kıyametin bilgisi de yalnız O’nun yanındadır ve yalnız O’na döndürüleceksiniz. 86- Onların Allah'ın dışında yalvardıklarının şefaat etme hakları yoktur. Ancak hakka bilerek şahitlik edenler hariç. 87- Andolsun onlara kendilerini kimin yarattığını sorsan kesinlikle: “Allah” derler. O halde nasıl (O’na ibadetten) çevriliyorlar? 88- O (Peygamber’in): “Ey Rabbim! Bunlar, iman etmeyen bir toplumdur.” dediğini de (Alah bilir). 89- Artık sen de onlardan yüz çevir ve: “Selâm” de. Zira onlar, yakında bilecekler.
#
{84} يخبر تعالى أنَّه وحده المألوهُ المعبودُ في السماواتِ والأرض، فأهل السماوات كلُّهم، والمؤمنون من أهل الأرض يعبدُونَه ويعظِّمونه ويخضعون لجلاله ويفتِقرون لكماله، {تسبِّحُ له السمواتُ السبع والأرضُ ومن فيهن}، {وإن من شيءٍ إلاَّ يسبِّحُ بحمدِه}، {ولله يسجُدُ من في السمواتِ والأرض طوعاً وكرهاً}. فهو تعالى المألوه المعبودُ الذي يألهه الخلائق كلُّهم طائعين مختارين وكارهين، وهذه كقولِهِ تعالى: {وهو الله في السماواتِ وفي الأرض}؛ أي: ألوهيَّته ومحبته فيهما وأما هو فإنه فوق عرشه بائن من خلقه متوحدٌ بجلاله متمجدٌ بكماله. {وهو الحكيمُ}: الذي أحكم ما خلقه، وأتقن ما شرعه؛ فما خلق شيئاً إلاَّ لحكمةٍ، ولا شرع شيئاً إلاَّ لحكمةٍ، وحكمهُ القدريُّ والشرعيُّ والجزائيُّ مشتملٌ على الحكمة، {العليم}: بكلِّ شيء، يعلم السِّر وأخفى، ولا يعزُبُ عنه مثقالُ ذرَّة في العالم العلويِّ والسفليِّ ولا أصغر منها ولا أكبر.
84. Yüce Allah, göklerde de yerde de yegane mabud ve ilâh olduğunu haber vermektedir. Bütün semavattakiler ile yeryüzündeki mü’minler, O’na ibadet ederler, O’nu tazim ederler, O’nun celali önünde saygı ile boyun eğerler ve O’nun kemaline muhtaç olduklarını bilirler. “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar, O’nu tesbih ederler. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız.” (el-İsrâ, 17/44); “Göklerde ve yerde bulunanların kendileri de gölgeleri de ister istemez sabah akşam Allah’a secde ederler.” (er-Ra’d, 13/15) O halde Yüce Allah, bütün mahlukatın kendi irade ve tercihleri ile isteyerek de istemeyerek de ilâh edinip boyun büktükleri yegane mabuddur. Bu buyruk, Yüce Allah’ın: “Göklerde de yerde de Allah O’dur.” (el-En’âm, 6/3) buyruğuna benzemektedir. Yani her ikisinde de ulûhiyet ve muhabbet hakkı O’nundır. Kendisi ise Arşının üzerinde, mahlukatından ayrı, celali ile tek, kemali ile de şanı yüce ve üstündür. “O Hakîmdir” yarattıklarını ve şeriatini muhkem ve sağlam kılmıştır. Her şeyi bir hikmet için yaratmış, her hükmü bir hikmet için koymuştur. Onun kaderi, şer’î ve (amellere kendisiyle karşılık vereceği) cezaî hükümleri hep hikmetlidir. “Alimdir.” her şeyi bilir. Gizliyi de gizlinin gizlisini de bilir. Ulvi âlemde olsun, süfli âlemde olsun, bütün kâinatta zerre ağırlığı kadar bir şey ne kadar küçük olursa olsun O’na gizli kalmaz.
#
{85} {وتبارك الذي له ملك السمواتِ والأرض وما بينهما}: {تبارك}؛ بمعنى: تعالى وتعاظم وكثُر خيرُه واتَّسعت صفاتُه وعظُم ملكُه، ولهذا ذكر سَعَةَ ملكِه للسمواتِ والأرض وما بينهما، وسَعَةَ علمِهِ، وأنَّه بكلِّ شيءٍ عليمٌ، حتى إنه تعالى انفردَ بعلم الغيوب ، التي لم يطَّلع عليها أحدٌ من الخلق؛ لا نبيٌّ مرسلٌ ولا ملكٌ مقربٌ، ولهذا قال: {وعنده علمُ الساعةِ}: قدَّم الظرفَ ليفيد الحصر؛ أي: لا يعلم متى تجيء الساعةُ إلاَّ هو. ومن تمام ملكِهِ وسعته أنَّه مالك الدُّنيا والآخرة، ولهذا قال: {وإليه ترجعون}؛ أي: في الآخرة فيحكم بينكم بحكمِهِ العدل.
85. “Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların hükümranlığı yalnız kendisine ait olan (Allah) ne yücedir!” Ne kadar yüce, ne kadar azametli, hayırları ne kadar çok, sıfatları ne kadar geniş, mülkü ne kadar azametlidir! Bundan dolayı Yüce Allah, hükümranlığının gökleri, yeri ve ikisinin arasındakileri kapsayan çok geniş bir hükümranlık olduğunu, ilminin de çok geniş olduğunu ve her şeyi bildiğini söz konusu etmektedir. Öyle ki, gaybı bilen yalnız O’dur. Bu gayba hiç kimse; ne mürsel bir peygamber, ne de mukarreb bir melek muttali olamaz. Bundan dolayı şöyle buyurmaktadır: “Kıyametin bilgisi de yalnız O’nun yanındadır.” Yani kıyametin kopacağı vaktin ne zaman geleceğini, O’ndan başka hiç kimse bilemez. Hükümranlığının kemalinin ve genişliğinin bir tecellisi de O’nun dünya ve âhiretin mutlak maliki oluşudur. Bundan dolayı Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: “Ve yalnız O’na döndürüleceksiniz.” Yani âhirette O’na döndürüleceksiniz ve O da aranızda adaletli hükmü ile hüküm verecektir. Yarattıklarından hiçbir kimsenin hiçbir şeye malik olamaması, hiçbir kimsenin O izin vermeksizin nezdinde şefaate kalkışamaması da Yüce Allah’ın mutlak hükümranlığının bir gereğidir. O nedenle şöyle buyurmaktadır:
#
{86} ومن تمام ملكِهِ أنَّه لا يملكُ أحدٌ من خلقِهِ من الأمر شيئاً، ولا يقدِم على الشفاعة عنده أحدٌ إلاَّ بإذنه. {ولا يملكُ الذين يدعونَ من دونِهِ الشفاعةَ}؛ أي: كلُّ مَنْ دُعِيَ من دون الله من الأنبياء والملائكة وغيرهم لا يملكونَ الشفاعةَ ولا يشفعونَ إلاَّ بإذن الله ولا يشفعونَ إلاَّ لِمن ارتضى، ولهذا قال: {إلاَّ مَنْ شَهِدَ بالحقِّ}؛ أي: نطق بلسانه مقرًّا بقلبه عالماً بما شهد به، ويشترطُ أن تكونَ شهادته بالحقِّ، وهو الشهادةُ لله تعالى بالوحدانيَّةِ، ولرسله بالنبوَّة والرسالة، وصحَّة ما جاؤوا به من أصول الدين وفروعه وحقائقه وشرائعه؛ فهؤلاء الذين تنفع فيهم شفاعةُ الشافعين، وهؤلاء الناجون من عقاب الله، الحائزون لثوابه.
86. “Onların Allah'ın dışında yalvardıklarının şefaat etme hakları yoktur.” Yani ister peygamberler, ister melekler olsun, ister başkaları olsun, Allah’tan başka kendisine dua/ibadet edilen hiçbir kimse, Allah’ın izni ile olmadıkça şefaat imkânını bulamaz. Şefaat edeceklerinde de ancak Allah’ın razı olacakları kimselere şefaat edebileceklerdir. Bundan dolayı Yüce Allah burada: “Ancak hakka bilerek şahitlik edenler hariç” buyurmaktadır. Yani ancak dili ile söyleyip kalbi ile tasdik eden ve neye şahitlik ettiğini de bilen kimseler şefaatte bulunabilir. Onun hakka şahit olması şart koşulmuştur. Bu ise Yüce Allah’ın vahdâniyetine, rasûllerinin nübüvvet ve risaletine, getirdikleri dinin esasları ile ahkamı ile hakikatleri ile şer’îati ile hepsinin doğru olduğuna şahitlik etmektir. İşte şefaatçilerin şefaatinden istifade edecekler bunlardır. Allah’ın cezalandırmasından kurtulup O’nun mükâfatına nail olacaklar bunlardır. Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{87} ثم قال تعالى: {ولئن سألتَهم مَن خَلَقَهُم لَيقولنَّ اللهُ}؛ أي: ولئن سألت المشركين عن توحيد الربوبيَّة ومَن هو الخالق؛ لأقرُّوا أنَّه الله وحدَه لا شريك له، {فأنَّى يُؤْفَكونَ}؛ أي: فكيف يُصْرَفون عن عبادة الله والإخلاص له وحدَه؟! فإقرارهُم بتوحيد الرُّبوبيَّة يلزمهم به الإقرار بتوحيد الألوهية، وهو من أكبر الأدلَّة على بطلان الشرك.
87. Yani sen müşriklere rububiyet tevhidini ve yaratıcının kim olduğunu soracak olursan, hiç şüphesiz Allah’ın bu konuda tek ve ortaksız olduğunu itiraf edeceklerdir. “O halde nasıl çevriliyorlar?” Peki nasıl olur da Allah’a ibadet etmekten ve yalnızca O’na ihlâsla yönelmekten başka tarafa dönüyorlar? Onların rubûbiyet tevhidini kabul etmeleri, ulûhiyet tevhidini de kabul etmelerini gerektirir. Zira rubûbiyet tevhidi, şirkin bâtıl oluşunun en büyük delillerindendir.
#
{88} {وقيله ياربِّ إنَّ هؤلاء قومٌ لا يؤمنون}: هذا معطوف على قولِهِ: {وعندهُ علمُ الساعةِ}؛ أي: وعنده علم قيلِهِ؛ أي: الرسول - صلى الله عليه وسلم - شاكياً لربِّهِ تكذيب قومِهِ، متحزِّناً على ذلك، متحسِّراً على عدم إيمانهم؛ فالله تعالى عالمٌ بهذه الحال، قادرٌ على معاجلتهم بالعقوبة، ولكنه تعالى حليمٌ، يمهلُ العباد، ويستأني بهم لعلَّهم يتوبون ويرجِعون.
88. Bu buyruk daha önce geçen: “Kıyametin bilgisi de yalnız O’nun yanındadır” buyruğuna atfedilmiştir. Yani Yüce Allah, Rasûlünün, kavminin yalanlayışına üzülerek, onların iman etmeyişlerinden dolayı acı çekerek söylediği “Ya Rabbi!…” sözünü de bilir. Yüce Allah, onun bu halini bilmektedir ve onları derhal cezalandırmaya da kadirdir. Ancak Yüce Allah, Halîmdir; kullara mühlet verir ve belki tevbe edip dönerler diye onlara süre tanır. Bundan dolayı da şöyle buyurmaktadır:
#
{89} ولهذا قال: {فاصفحْ عنهم وقُلْ سلامٌ}؛ أي: اصفح عنهم ما يأتيك من أذيَّتِهِمْ القوليَّة والفعليَّة، واعفُ عنهم، ولا يبدر منك لهم إلاَّ السلامُ الذي يقابِل به أولو الألباب والبصائر للجاهلين؛ كما قال تعالى عن عباده الصالحين: {وإذا خاطَبَهُمُ الجاهلونَ}؛ أي: خطاباً بمقتضى جهلهم، {قالوا سلاماً}. فامتثل - صلى الله عليه وسلم - لأمر ربِّه، وتلقَّى ما يصدُرُ إليه من قومِهِ وغيرهم من الأذى بالعفو والصفح، ولم يقابِلْهم عليه السلام إلاَّ بالإحسان إليهم والخطاب الجميل؛ فصلوات الله وسلامُه على مَن خصه الله بالخُلُق العظيم الذي فَضَلَ به أهلَ الأرض والسماء، وارتفعَ به أعلى من كواكبِ الجوزاءِ، وقوله: {فسوفَ يَعلمونَ}؛ أي: غِبَّ ذُنوبهم وعاقبةَ جُرمهم.
89. Onların sana ulaşan sözlü ve fiilî eziyetlerini bağışla ve onları affet. Senden onlara akıllı ve basiret sahibi kimselerin cahillere verdiği karşılık olan “Selâm”dan başka bir şey sadır olmasın. Nitekim Yüce Allah, salih kulları hakkında şöyle buyurmaktadır: “Cahiller onlara” cahilliklerinin gerektirdiği bir şekilde “hitap ettiklerinde onlar: Selâm, der geçerler.” (el-Furkan, 25/63) Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, Rabbinin emrine uyarak kavminden ve diğerlerinden görmüş olduğu eziyetleri affedip bağışlamıştır. Onlara iyilik yapmaktan ve güzel sözler söylemekten başka şekilde karşılık vermemiştir. Allah’ın salât ve selâmları, kendisine özel olarak pek büyük bir ahlâk ihsan ettiği ve böylelikle göklerde ve yerde bulunan herkese üstün kıldığı, gökteki en yüksek yıldızlardan bile daha yükseğe çıkardığı Rasûlüne olsun. “Zira onlar yakında” günahlarının ve suçlarının âkıbetini “bilecekler.”
Zuhruf Sûresi’nin tefsiri burada sona ermektedir. Yüce Allah’a hamd-u senâlar olsun. Minnet duygularımız yalnız O’nadır.
***