(Medine’de inmiştir. 64 âyettir)
{سُورَةٌ أَنْزَلْنَاهَا وَفَرَضْنَاهَا وَأَنْزَلْنَا فِيهَا آيَاتٍ بَيِّنَاتٍ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ (1)}.
1-
(Bu,) indirdiğimiz ve
(hükümlerini) farz kıldığımız bir sûredir. Öğüt alasınız diye onda apaçık âyetler indirdik.
#
{1} أي: هذه {سورةٌ} عظيمةُ القَدْرِ، {أنْزَلْناها}: رحمةً منَّا بالعباد، وحفظناها من كلِّ شيطان، {وفَرَضْناها}؛ أي: قدَّرنا فيها ما قدَّرنا من الحدود والشهادات وغيرها، {وأنزلنا فيها آياتٍ بيِّناتٍ}؛ أي: أحكاماً جليلةً وأوامر وزواجر وحِكماً عظيمة؛ {لعلَّكم تذكَّرون}: حين نبيِّنُ لكم، ونُعْلِمُكم ما لم تكونوا تعلمون.
1. Bu, değeri pek yüksek ve bizden kullara rahmet olmak üzere
“indirdiğimiz” her türlü şeytana karşı da koruduğumuz
“ve farz kıldığımız bir sûredir.” Yani içinde birtakım hadlere, şahitliklere vb. çeşitli hususlara dair hükümler belirlediğimiz bir sûredir. Size açıklamalarda bulunup daha önce bilmediğiniz şeyleri öğrettiğimiz için de
“öğüt alasınız diye onda apaçık âyetler” pek üstün hükümler, emirler, yasaklar ve pek büyük hikmetler “indirdik.”
Daha sonra işaret olunan bu hükümleri beyan ederek şöyle buyurmaktadır:
{الزَّانِيَةُ وَالزَّانِي فَاجْلِدُوا كُلَّ وَاحِدٍ مِنْهُمَا مِائَةَ جَلْدَةٍ وَلَا تَأْخُذْكُمْ بِهِمَا رَأْفَةٌ فِي دِينِ اللَّهِ إِنْ كُنْتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَلْيَشْهَدْ عَذَابَهُمَا طَائِفَةٌ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ (2)}.
2- Zina eden kadın ile zina eden erkeğin her birine yüz sopa vurun. Eğer Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsanız Allah’ın dini hususunda her ikisine de acıyacağınız tutmasın. Mü’minlerden bir topluluk da onlara uygulanan cezaya tanık olsunlar.
#
{2} هذا الحكم في الزاني والزانية البكرين: أنَّهما يُجلد كلٌّ منهما مائة جلدةٍ، وأما الثيِّب؛ فقد دلَّت السنة الصحيحة المشهورة أنَّ حدَّه الرجم.
ونهانا تعالى أن تأخُذَنا رأفةٌ بهما في دين الله تمنعُنا من إقامة الحدِّ عليهما، سواء رأفة طبيعيَّة، أو لأجل قرابة أو صداقة أو غير ذلك، وأنَّ الإيمان موجبٌ لانتفاء هذه الرأفة المانعة من إقامة أمرِ الله؛ فرحمتُه حقيقةً بإقامة الحدِّ عليه، فنحنُ وإن رَحِمْناه لِجَرَيان القدر عليه؛ فلا نَرْحَمُه من هذا الجانب.
وأمَرَ تعالى أن يَحْضُرَ عذابَ الزانيين {طائفةٌ}؛ أي: جماعة من المؤمنين؛ ليشتهر ويحصُلَ بذلك الخزي والارتداع، وليشاهدوا الحدَّ فعلاً؛ فإنَّ مشاهدة أحكام الشرع بالفعل مما يَقْوى به العلم، ويستقرُّ بها الفهم، ويكونُ أقربَ لإصابة الصواب؛ فلا يزادُ فيه ولا ينقص. والله أعلم.
2. Bu, evlenmemiş olup zina eden erkek ile zina eden kadın hakkındaki hükümdür. Her ikisine de yüzer celde/sopa vurulur. Evli olanın haddi ise sahih ve meşhur sünnetin delâleti ile recmdir. Yüce Allah, zina edenlere
“Allah’ın dini hususunda” yani bu had cezasını uygulamamızı engelleyecek şekilde bir acımaya kendimizi kaptırmamızı yasaklamaktadır. Bu acıma ister tabii bir acıma olsun, ister akrabalık ve arkadaşlık, isterse de başka bir sebeple olsun fark etmez. Şüphesiz ki iman, Allah’ın emrini uygulamaya engel olan böyle bir acımanın uzaklaştırılmasını gerektirir. Çünkü gerçek anlamda acımak, o kimseye haddi uygulamak ile ortaya çıkar. Bizler, kaderin hükmü dolayısı ile ona merhamet edecek olsak bile bu
(dini) açıdan acımayız.
üce Allah, zina edenlerin bu cezasına mü’minlerden bir topluluğun da hazır bulunup tanık olmasını emretmektedir. Bu, zinakarlar teşhir olsun, bu yolla küçük düşürülmüş olsun ve hem kendileri hem de başkaları bundan ibret alarak vazgeçsin diyedir. Bu topluluk, haddin fiilen uygulandığına da tanık olmalıdır. Çünkü şer’î hükümlerin fiilen uygulandığına tanık olmak, o hususta ilmi daha bir pekiştirir ve artık zihinlerde iyice yerleşir. O takdirde uygulanan cezanın doğruya yakın olma ihtimali de daha yüksek olur. Ona herhangi bir ekleme ya da çıkarma yapılamaz. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
{الزَّانِي لَا يَنْكِحُ إِلَّا زَانِيَةً أَوْ مُشْرِكَةً وَالزَّانِيَةُ لَا يَنْكِحُهَا إِلَّا زَانٍ أَوْ مُشْرِكٌ وَحُرِّمَ ذَلِكَ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ (3)}.
3- Zina eden erkek, ancak zina eden veya müşrik olan bir kadını nikâhlar. Zina eden bir kadını da ancak zina eden ya da müşrik olan bir erkek nikâhlar. Böylesi
(bir nikah), mü’minlere haram kılınmıştır.
#
{3} هذا بيان لرذيلة الزنا، وأنه يدنِّس عِرْض صاحبه وعِرْض مَنْ قارَنَه ومازَجَه ما لا يفعله بقيةُ الذنوب، فأخبر أن الزاني لا يُقْدِمُ على نكاحه من النساء إلا أنثى زانيةٌ تناسب حالُه حالَها، أو مشركةٌ بالله لا تؤمن ببعثٍ ولا جزاءٍ، ولا تلتزمُ أمر الله.
والزانيةُ كذلك لا ينكِحُها إلا زانٍ أو مشركٌ.
{وحُرِّم ذلك على المؤمنين}؛ أي: حرم عليهم أن يُنْكِحُوا زانياً أو يَنْكِحُوا زانيةً. ومعنى الآية أنَّ مَن اتَّصف بالزِّنا من رجل أو امرأة، ولم يَتُبْ من ذلك؛ أن المُقْدِمَ على نكاحِهِ مع تحريم الله لذلك لا يخلو إمَّا أنْ لا يكون ملتزماً لحكم الله ورسولِهِ؛ فذاك لا يكون إلاَّ مشركاً، وإمَّا أنْ يكون ملتزماً لحكم الله ورسولِهِ، فأقدم على نكاحِهِ، مع علمه بزناه؛ فإنَّ هذا النكاح زنا، والناكح زانٍ مسافح؛ فلو كان مؤمناً بالله حقًّا؛ لم يُقْدِمْ على ذلك.
وهذا دليلٌ صريحٌ على تحريم نكاح الزانية حتى تتوبَ، وكذلك نكاح الزاني حتى يتوبَ؛ فإنَّ مقارنة الزوج لزوجته والزوجة لزوجها أشدُّ الاقترانات والازدواجات، وقد قال تعالى: {احشُروا الذين ظلموا وأزواجَهم}؛ أي: قرناءهم، فحرَّم اللهُ ذلك لما فيه من الشرِّ العظيم، وفيه من قِلَّةِ الغَيْرَةِ وإلحاق الأولاد الذين ليسوا من الزوج، وكون الزاني لا يعفها بسبب اشتغاله بغيرها؛ مما بعضُه كافٍ في التحريم.
وفي هذا دليلٌ أنَّ الزاني ليس مؤمناً كما قال النبي - صلى الله عليه وسلم -: «لا يزني الزاني حين يزني وهو مؤمنٌ» ؛ فهو وإنْ لم يكن مشركاً،؛ فلا يُطْلَقُ عليه اسم المدح الذي هو الإيمانُ المطلق.
3. Bu buyruk, zina rezaletinin mahiyetini açıklamakta, diğer günahlar için söz konusu olmayacak şekilde kişinin şeref ve haysiyetinin yanı sıra ona yakın ve yoldaş olanların şeref ve haysiyetini de kirlettiğini açıklamaktadır. Yüce Allah, zina eden erkeğin nikahına ancak hali onun haline uygun olan bir zinakar kadının yahut da Allah’a ortak koşan, öldükten sonra da dirilişe ve amellerin karşılıklarının görüleceğine inanmayan, Allah’ın emirlerine bağlı olmayan müşrik bir kadının talip olacağını haber vermektedir. Zina eden bir kadını da aynı şekilde zina eden bir erkek veya müşrik bir erkek nikâhına alır. Çünkü
“böylesi (bir nikah) mü’minlere haram kılınmıştır.” Yani mü’min erkeklere zinakar bir kadını nikâhlamaları da zina eden bir erkeğe kızlarını vermeleri de haram kılınmıştır. Âyet-
i kerimenin manası şudur: Erkek yahut kadın zinayı alışkanlık edinir de ondan dolayı tevbe etmezse, biri de kalkıp Allah’ın bu fiili haram kılmasına rağmen onların nikâhına talip olursa o kişi, ya Allah ve Rasûlünün hükmünü bağlayıcı kabul etmeyen birisidir -ki böylesi ancak müşrik olabilir- yahut da Allah ve Rasûlünün hükmüne bağlayıcı kabul etmekle birlikte onun zinakar olduğunu bile bile nikâha kalkışmıştır ki böyle bir nikâh da zina demektir. Bu nikâh akdini yapan kimse de zinakar ve hayasızca iş yapan bir kimse demektir. Zira eğer gerçekten Allah’a iman eden bir kimse olsaydı, böyle bir işe kalkışmazdı. Bu buyruk, tevbe etmedikçe zina eden kadının nikâhlanmasının haram olduğuna ve aynı şekilde zina eden erkeğe de tevbe edinceye kadar kız vermenin haram olduğuna delildir. Çünkü karı-kocanın beraberlikleri, beraberliklerin en ileri derecesi ve en sağlam şeklidir.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Toplayın zulmedenleri ve onlara eş olanları” (es-Saffat, 37/22) yani onları ve onlarla birlikte olanları, arkadaşlarını. Yüce Allah’ın bunu haram kılmasının sebebi, içerdiği büyük şer ve kötülükten dolayıdır. Böyle bir nikâhta kıskançlık son derece azdır. Kocadan olmayan çocuklar, onun çocuğu sayılmış olur. Diğer taraftan zina eden bir erkek de başka kadınlarla meşgul olması dolayısı ile nikâhı altındaki kadının da iffetini koruyamaz. Esasen bunların sadece bir bölümü bile zinanın haram kılınması için yeterlidir. Bu buyrukta zina eden kimsenin
“mü’min” olmadığına da delil vardır. Nitekim Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmaktadır: “Zina eden kişi mü’min olarak zina etmez.” Böyle bir kimse, her ne kadar müşrik olmasa da onun hakkında mutlak/kamil imanı ifade eden ve bir övgü olan “mü’min” vasfı da kullanılmaz.
{وَالَّذِينَ يَرْمُونَ الْمُحْصَنَاتِ ثُمَّ لَمْ يَأْتُوا بِأَرْبَعَةِ شُهَدَاءَ فَاجْلِدُوهُمْ ثَمَانِينَ جَلْدَةً وَلَا تَقْبَلُوا لَهُمْ شَهَادَةً أَبَدًا وَأُولَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ (4) إِلَّا الَّذِينَ تَابُوا مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ وَأَصْلَحُوا فَإِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ (5)}.
4- İffetli kadınlara
(zina) ithamında bulunup da sonra dört şahit getiremeyenlere seksen sopa vurun ve artık şahitliklerini ebediyen kabul etmeyin. Onlar, fasıkların tâ kendileridir.
5- Ancak bundan sonra tevbe edenler ve hallerini düzeltenler müstesnâdır. Şüphesiz Allah, çok bağışlayandır, pek merhametlidir.
#
{4} لما عظَّم تعالى أمر الزنا بوجوب جلدِهِ وكذا رَجْمِهِ إن كان محصناً، وأنَّه لا تجوز مقارنته ولا مخالطته على وجهٍ لا يَسْلَم فيه العبدُ من الشرِّ؛ بيَّن تعالى تعظيم الإقدام على الأعراض بالرمي بالزِّنا، فقال: {والذين يرمونَ المحصناتِ}؛ أي: النساء الأحرار العفائف، وكذلك الرجال، لا فرق بين الأمرين، والمرادُ بالرمي الرميُ بالزنا؛ بدليل السياق. {ثم لم يأتوا}: على ما رموا به {بأربعة شهداء}؛ أي: رجال عدول يشهدون بذلك صريحاً {فاجْلُدوهم ثمانينَ جلدةً}: بسوطٍ متوسطٍ يؤلِمُ فيه، ولا يبالِغُ بذلك حتى يُتْلِفَه؛ لأن القصد التأديب لا الإتلاف.
وفي هذا تقريرُ حدِّ القذف، ولكن بشرط أن يكون المقذوف كما قال تعالى محصناً مؤمناً، وأما قذف غير المحصن؛ فإنَّه يوجِبُ التعزير، {ولا تَقْبَلوا لهم شهادةً أبداً}؛ أي: لهم عقوبة أخرى، وهو أنَّ شهادة القاذف غير مقبولة، ولو حُدَّ على القَذْفِ، حتى يتوبَ؛ كما يأتي. {وأولئكَ هم الفاسقونَ}؛ أي: الخارجون عن طاعة الله، الذين قد كَثُرَ شرُّهم، وذلك لانتهاك ما حرَّم الله، وانتهاك عِرْضِ أخيه، وتسليط الناس على الكلام بما تكلَّم به، وإزالة الأخوة التي عقدها الله بين أهل الإيمان، ومحبَّة أن تَشيعَ الفاحشةُ في الذين آمنوا. وهذا دليلٌ على أن القذف من كبائر الذنوب.
4. Yüce Allah, zina eden bir kimseye celde/sopa vurulması -eğer muhsan ise recm edilmesi- hükmünü koymak suretiyle zinanın ne kadar ağır ve çirkin olduğunu belirttikten, zinakar biriyle birlikte olmanın ve onunla kötülükten uzak kalmanın mümkün olmayacağı şekilde bir birlikteliğin
(evliliğin) caiz olmadığını ortaya koyduktan sonra namuslu kimselere zina iftirasında bulunmaya kalkışmanın ne kadar büyük bir günah olduğunu beyan ederek şöyle buyurmaktadır:
“İffetli kadınlara” yani hür ve iffetli kadınlara -ki erkekler de buna dahildir zina bu konuda her ikisi arasında bir fark yoktur-
“(zina) ithamında bulunup da” âyet-i kerimelerin akışından da anlaşılacağı üzere zina iftirasında bulunanlar,
“sonra” attıkları iftiraya dair adaletli ve bu işin yapıldığına dair açıkça tanıklıkta bulunacak “dört” erkek
“şahit getiremeyenlere seksen sopa vurun.” Acı verecek, ancak kişiyi ölüme götürecek ya da yaralayacak kadar aşırı olmayan orta halli bir kamçı ile vurun. Çünkü bu cezadan maksat öldürmek değil, te’dib etmektir. Bu buyruk ile kazf haddi
(zina iftirasının cezası) açıklanmaktadır. Ancak bunun şartı vardır. Kendisine iftirada bulunulan şahsın Yüce Allah’ın belirttiği gibi mü’min, hür ve iffetli olması gerekir. Hür ve iffetli olmayan kimseye böyle bir iftirada bulunmak ise taziri
(hadden daha hafif bir cezayı) gerektirir.
“ve artık şahitliklerini ebediyen kabul etmeyin.” Yani onların bir cezası daha vardır; bu da iftirada bulunan kişinin şahitliğinin kabul edilmemesidir. İsterse kazf haddi kendisine uygulanmış olsun. İleride geleceği üzere bu durum, tevbe edene kadar böyle devam eder.
“Onlar fâsıkların ta kendileridir.” Allah’ın itaatının dışına çıkmış ve kötülükleri çoğalmış olanlardır. Çünkü bunlar, Allah’ın haram sınırlarını çiğnemiş ve din kardeşinin namusunu ayaklar altına almıştır. Söylediği sözlerle insanların da ileri geri konuşmalarına sebep olmuş, Allah’ın mü’minler arasında koyduğu kardeşliği zedelemiş, iman edenler arasında hayasızlıkların yaygınlık kazanması doğrultusundaki arzusunu ortaya koymuş olur. Bu da kazfın büyük günahlardan olduğunun delilidir.
#
{5} وقوله: {إلاَّ الذين تابوا من بعدِ ذلك وأصْلَحوا فإنَّ الله غفورٌ رحيمٌ}: فالتوبة في هذا الموضع أن يُكَذِّبَ القاذفُ نفسه، ويقرَّ أنَّه كاذبٌ فيما قال، وهو واجبٌ عليه أن يُكَذِّبَ نفسه، ولو تيقَّن وقوعَه؛ حيث لم يأتِ بأربعة شهداءَ؛ فإذا تاب القاذف وأصلح عَمَلَه وبدَّل إساءته إحساناً؛ زال عنه الفسقُ، وكذلك تُقبل شهادتُه على الصحيح؛ {فإنَّ الله غفورٌ رحيمٌ}، يغفِرُ الذنوبَ جميعاً لمن تاب وأناب.
وإنَّما يُجْلَدُ القاذف إذا لم يأت بأربعة شهداء إذا لم يكن زوجاً؛ فإنْ كان زوجاً؛ فقد ذُكِرَ بقوله:
5.
“Ancak bundan sonra tevbe edenler ve hallerini düzeltenler müstesnâdır.” Buradaki tevbe, zina iftirasında bulunan kişinin yalan söylediğini belirtmesi, söylediği sözlerde iftiracı olduğunu itiraf ve kabul etmesidir. Eğer böyle bir işin meydana geldiğini kesinkes bilse dahi dört şahit getirmeyecek olursa yine de kendi kendisini yalanlaması icab eder. Şâyet iftirada bulunan şahıs, tevbe eder, halini düzeltir, kötü ameli yerine iyilik yaparsa, o takdirde fasıklığı da ortadan kalkar. Aynı şekilde doğru kabul edilen görüşe göre şahitliği de kabul edilir. Çünkü
“şüphesiz Allah çok bağışlayandır, pek merhametlidir.” Tevbe edip Allah’a dönenlerin bütün günahlarını bağışlar. Ancak zina iftirasında bulunan kişinin zina ettiğini ileri sürdüğü şahıs eğer kendisinin eşi değilse dört şahit getirmediği takdirde ona ceza uygulanır. Şâyet zina ettiğini ileri sürdüğü şahıs,
onun eşi ise bunun hükmünü de Yüce Allah şu buyruklarında dile getirmektedir:
{وَالَّذِينَ يَرْمُونَ أَزْوَاجَهُمْ وَلَمْ يَكُنْ لَهُمْ شُهَدَاءُ إِلَّا أَنْفُسُهُمْ فَشَهَادَةُ أَحَدِهِمْ أَرْبَعُ شَهَادَاتٍ بِاللَّهِ إِنَّهُ لَمِنَ الصَّادِقِينَ (6) وَالْخَامِسَةُ أَنَّ لَعْنَتَ اللَّهِ عَلَيْهِ إِنْ كَانَ مِنَ الْكَاذِبِينَ (7) وَيَدْرَأُ عَنْهَا الْعَذَابَ أَنْ تَشْهَدَ أَرْبَعَ شَهَادَاتٍ بِاللَّهِ إِنَّهُ لَمِنَ الْكَاذِبِينَ (8) وَالْخَامِسَةَ أَنَّ غَضَبَ اللَّهِ عَلَيْهَا إِنْ كَانَ مِنَ الصَّادِقِينَ (9) وَلَوْلَا فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ وَأَنَّ اللَّهَ تَوَّابٌ حَكِيمٌ (10)}.
6- Eşlerine
(zina) ithamında bulunup da kendilerinden başka şahitleri olmayan kocaların her birine düşen, kendisinin kesinlikle doğru söyleyenlerden olduğuna dair Allah adına
(yemin ederek) dört defa şahitlik etmesidir.
7- Beşincisinde de eğer yalancılardan ise Allah’ın lanetinin kendi üzerine olmasını diler.
8- Kadının ise kocasının kesinlikle yalancılardan olduğuna dair Allah adına
(yemin ederek) dört defa şahitlik etmesi de ondan cezayı savar.
9- Beşincisinde de eğer kocası doğru söyleyenlerden ise Allah’ın gazabının kendi üzerine olmasını diler.
10- Eğer üzerinizde Allah’ın lütfu ve rahmeti olmasaydı ve Allah, tevbeleri çokça kabul eden, hüküm ve hikmet sahibi olmasaydı
(haliniz nice olurdu?)
Erkeğin, hanımı hakkındaki şahitliğinin kendisini hadden kurtarmasının sebebi, genellikle kocanın doğru olmadıkça hanımı hakkında böyle bir iddiaya kalkışmayacak olmasıdır. Çünkü hanımını lekeleyen şey kendisini de lekeler. Diğer bir sebep de şudur: Bu konuda koca hak sahibidir ve o, ondan olmayan çocukların ondanmış gibi gösterilmesi endişesini taşır. Buna benzer daha başka hikmetler de vardır. İşte bu nedenle şöyle buyrulmuştur:
#
{6 ـ 7} {والذين يرمون أزواجهم}؛ أي: الأحرار لا المملوكات {ولم يكن لهم}: على رَمْيِهِم بذلك {شهداءُ إلاَّ أنفسُهُم}: بأن لم يُقيموا شهداء على ما رموهم به، {فشهادةُ أحدِهم أربعُ شهاداتٍ بالله إنَّه لَمِنَ الصادقين}: سماها شهادةً لأنها نائبةٌ منابَ الشهود؛ بأن يقولَ: أشهدُ بالله أنِّي لمن الصادقين فيما رميتُها به. {والخامسةُ أنَّ لعنةَ الله عليه إن كان من الكاذبين}؛ أي: يزيد في الخامسة مع الشهادة المذكورة مؤكِّداً تلك الشهادات بأن يَدْعُوَ على نفسه باللعنة إنْ كان كاذباً؛ فإذا تَمَّ لعانُه؛ سقط عنه حدُّ القذف.
وظاهرُ الآياتِ ولو سمَّى الرجلَ الذي رماها به؛ فإنَّه يسقطُ حقُّه تَبَعاً لها.
وهل يُقام عليها الحدُّ بمجرَّد لعان الرجل ونكولها أم تُحبس؟ فيه قولانِ للعلماء، الذي يدلُّ عليه الدليل أنه يُقام عليها الحدُّ؛ بدليل قوله: {ويدرؤوا عنها العذابَ أن تَشْهَدَ ... } إلى آخره؛ فلولا أنَّ العذاب ـ وهو الحدُّ ـ قد وَجَبَ بلعانِهِ؛ لم يكن لعانها دارئاً له.
6.
“Eşlerine” yani cariye olmayan hür hanımlarına “(zina) ithamında bulunup da” bu ithamlarına dair
“kendilerinden başka şahitleri olmayan” hanımları hakkındaki iddialarına şahit getiremeyen
“kocaların her birine düşen, kendisinin kesinlikle doğru söyleyenlerden olduğuna dair Allah adına (yemin ederek) dört defa şahitlik etmesidir.” Buna şahitlik denilmesi, bu sözlerin şahitlerin yerine geçmesinden dolayıdır.
Bu da: “Allah adına (yeminle) şahitlik ederim ki onun hakkında ileri sürdüğüm bu iddiamda ben doğru söyleyen birisiyim” demesi ile gerçekleşir.
7.
“Beşincisinde de eğer yalancılardan ise Allah’ın lanetinin kendi üzerine olmasını diler.” Yani beşinci defada sözü edilen şahitliklere ek olarak ve o şahitlikleri pekiştirmek üzere eğer yalan söylüyor ise lanete uğraması şeklinde beddua ekler. Bu şekilde lanet dilediği takdirde kocadan iftira cezası
(kazf haddi) düşer. Âyetin zahirinden anlaşıldığına göre bu koca, hanımını beraber olmakla itham ettiği erkeğin adını söyleyecek olsa dahi kadına tâbi olarak o erkeğin hakkı da düşer. Peki, erkek lanet diler ama kadın buna yanaşmazsa o takdirde kadına had mı uygulanır yoksa hapis mi edilir? Bu konuda ilim adamlarının iki görüşü vardır. Delilin gösterdiği, kadına haddin uygulanacağı doğrultusundadır.
Buna da Allah’ın şu buyruğu delildir: “Kadının... dört defa şahitlik etmesi ondan cezayı savar” Bu buyruk, lanetleşmeyi kabul etmemesi halinde ona zina haddi uygulanacağını göstermektedir. Çünkü eğer cezanın yani haddin, kadına sadece kocanın lanet dilemesi ile uygulanması gerekseydi, kadının lanet dilemesinin ondan bu cezayı savmaması gerekirdi.
#
{8 ـ 9} {ويدرؤوا عنها}؛ أي: يدفع عنها العذاب إذا قابلتْ شهادات الزوج بشهاداتٍ من جنسها؛ {أن تَشْهَدَ أربعَ شهاداتٍ بالله إنَّه لَمِنَ الكاذبين}، وتزيدُ في الخامسة مؤكِّدةً لذلك أن تدعُوَ على نفسها بالغضب، فإذا تمَّ اللِّعان بينهما؛ فُرِّقَ بينَهما [إلى] الأبد، وانتفى الولد الملاعن عنه.
وظاهر الآيات يدلُّ على اشتراط هذه الألفاظ عند اللِّعان منه ومنها، واشتراط الترتيب فيها، وأنْ لا يُنْقَصَ منها شيءٌ ولا يبدَّل شيء بشيء، وأنَّ اللعان مختصٌّ بالزوج إذا رمى امرأته، لا بالعكس، وأنَّ الشبه في الولد مع اللعان لا عبرةَ به؛ كما لا يعتبر مع الفراش، وإنما يعتبر الشبه حيث لا مرجِّح إلاَّ هو.
8. Kadın, kocasının şahitliklerine karşı onun türünden şahitliklerle karşılık verecek olursa bu, o kadından cezayı
(zina haddini) kaldırır. Bu da
“kocasının kesinlikle yalancılardan olduğuna dair Allah adına (yemin ederek) dört defa şahitlik etmesi” ile olur.
9. Beşincisinde de bunu pekiştirmek üzere kendisi hakkında ilahi gazaba uğrama bedduasında bulunur. Bu şekilde karı-koca arasında karşılıklı lanetleşme
(liân) tamamlandığı taktirde artık onlar ebediyen birbirlerinden ayrılırlar ve lanetleşmeye konu olan fiilden doğan bir çocuk varsa o çocuğun nesebi de o kocaya ait olmaz. Âyetlerin zahiri, lanetleşme esnasında kocanın da karısının da aynı lafızları söylemesinin şart olduğuna delalet etmektedir. Bu lafızları söylemede sıranın gözetilmesi, bu lafızlardan herhangi bir şey eksiltilmemesi, birisinin değiştirilerek yerine başka bir sözün söylenmemesi şarttır. Ayrıca lanetleşme
(lian), kocanın karısını itham etmesi haline hastır. Aksi durumda lian söz konusu değildir. Diğer taraftan lian yapıldıktan sonra çocuğun
(taraflardan birine) benzemesine itibar edilmez. Tıpkı nikâhın varlığı halinde çocuğun
(başkasına) benzemesine itibar edilmediği gibi. Zira benzerliğe ancak başka hiçbir tercih ettirici sebep olmadığı zaman itibar edilir.
#
{10} {ولولا فضلُ الله عليكم ورحمتُه وأنَّ الله تَوَّابٌ حكيمٌ}: وجواب الشرط محذوفٌ يدلُّ عليه سياق الكلام؛ أي: لأحلَّ بأحد المتلاعنين الكاذب منهما ما دعا به على نفسه، ومن رحمتِهِ وفضلِهِ ثبوتُ هذا الحكم الخاصِّ بالزوجين؛ لشدَّة الحاجة إليه، وأنْ بيَّنَ لكم شدَّة الزِّنا وفظاعته وفظاعة القذف به، وأنْ شَرَعَ التوبة من هذه الكبائر وغيرها.
10.
“Eğer üzerinizde Allah’ın lütfu ve rahmeti olmasaydı ve Allah, tevbeleri çokça kabul eden, hüküm ve hikmet sahibi olmasaydı…” Bu buyruktaki şart cümlesinin cevabı hazfedilmiştir ki ona ifadelerin akışı delil teşkil etmektedir. Yani, o takdirde lanetleşen iki şahıstan yalan söyleyen kimseye, kendisi hakkında yaptığı bedduayı gerçekleştirirdi. Karı kocaya has bu hükmü koyması da Allah’ın rahmet ve lütfunun bir tecellisidir. Çünkü böyle bir hükme şiddetle ihtiyaç vardı. Ayrıca zinanın ne kadar ağır bir suç, ne kadar çirkin bir günah, zina iftirasının da ne kadar çirkin olduğunu beyan edip bütün bu büyük günahlardan ve diğerlerinden tevbeyi meşrû kılmış olması da O’nun rahmet ve lütfunun bir tecellisidir.
{إِنَّ الَّذِينَ جَاءُوا بِالْإِفْكِ عُصْبَةٌ مِنْكُمْ لَا تَحْسَبُوهُ شَرًّا لَكُمْ بَلْ هُوَ خَيْرٌ لَكُمْ لِكُلِّ امْرِئٍ مِنْهُمْ مَا اكْتَسَبَ مِنَ الْإِثْمِ وَالَّذِي تَوَلَّى كِبْرَهُ مِنْهُمْ لَهُ عَذَابٌ عَظِيمٌ (11) لَوْلَا إِذْ سَمِعْتُمُوهُ ظَنَّ الْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بِأَنْفُسِهِمْ خَيْرًا وَقَالُوا هَذَا إِفْكٌ مُبِينٌ (12) لَوْلَا جَاءُوا عَلَيْهِ بِأَرْبَعَةِ شُهَدَاءَ فَإِذْ لَمْ يَأْتُوا بِالشُّهَدَاءِ فَأُولَئِكَ عِنْدَ اللَّهِ هُمُ الْكَاذِبُونَ (13) وَلَوْلَا فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ لَمَسَّكُمْ فِي مَا أَفَضْتُمْ فِيهِ عَذَابٌ عَظِيمٌ (14) إِذْ تَلَقَّوْنَهُ بِأَلْسِنَتِكُمْ وَتَقُولُونَ بِأَفْوَاهِكُمْ مَا لَيْسَ لَكُمْ بِهِ عِلْمٌ وَتَحْسَبُونَهُ هَيِّنًا وَهُوَ عِنْدَ اللَّهِ عَظِيمٌ (15) وَلَوْلَا إِذْ سَمِعْتُمُوهُ قُلْتُمْ مَا يَكُونُ لَنَا أَنْ نَتَكَلَّمَ بِهَذَا سُبْحَانَكَ هَذَا بُهْتَانٌ عَظِيمٌ (16) يَعِظُكُمُ اللَّهُ أَنْ تَعُودُوا لِمِثْلِهِ أَبَدًا إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ (17) وَيُبَيِّنُ اللَّهُ لَكُمُ الْآيَاتِ وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ (18) إِنَّ الَّذِينَ يُحِبُّونَ أَنْ تَشِيعَ الْفَاحِشَةُ فِي الَّذِينَ آمَنُوا لَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ وَاللَّهُ يَعْلَمُ وَأَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ (19) وَلَوْلَا فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ وَأَنَّ اللَّهَ رَءُوفٌ رَحِيمٌ (20) يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ وَمَنْ يَتَّبِعْ خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ فَإِنَّهُ يَأْمُرُ بِالْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ وَلَوْلَا فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ مَا زَكَى مِنْكُمْ مِنْ أَحَدٍ أَبَدًا وَلَكِنَّ اللَّهَ يُزَكِّي مَنْ يَشَاءُ وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ (21) وَلَا يَأْتَلِ أُولُو الْفَضْلِ مِنْكُمْ وَالسَّعَةِ أَنْ يُؤْتُوا أُولِي الْقُرْبَى وَالْمَسَاكِينَ وَالْمُهَاجِرِينَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ وَلْيَعْفُوا وَلْيَصْفَحُوا أَلَا تُحِبُّونَ أَنْ يَغْفِرَ اللَّهُ لَكُمْ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ (22) إِنَّ الَّذِينَ يَرْمُونَ الْمُحْصَنَاتِ الْغَافِلَاتِ الْمُؤْمِنَاتِ لُعِنُوا فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ (23) يَوْمَ تَشْهَدُ عَلَيْهِمْ أَلْسِنَتُهُمْ وَأَيْدِيهِمْ وَأَرْجُلُهُمْ بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ (24) يَوْمَئِذٍ يُوَفِّيهِمُ اللَّهُ دِينَهُمُ الْحَقَّ وَيَعْلَمُونَ أَنَّ اللَّهَ هُوَ الْحَقُّ الْمُبِينُ (25) الْخَبِيثَاتُ لِلْخَبِيثِينَ وَالْخَبِيثُونَ لِلْخَبِيثَاتِ وَالطَّيِّبَاتُ لِلطَّيِّبِينَ وَالطَّيِّبُونَ لِلطَّيِّبَاتِ أُولَئِكَ مُبَرَّءُونَ مِمَّا يَقُولُونَ لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَرِزْقٌ كَرِيمٌ (26)}.
11-
(Âişe radıyallahu anha’ya) o iftirayı atanlar, içinizden bir gruptur. Siz, bunu kendiniz için kötü bir şey sanmayın. Bilakis o, sizin için hayırlıdır. O
(iftiracılardan) her biri için kazandığı günah
(karşılığında ceza) vardır. İçlerinden bu iftiranın başını çekene ise çok büyük bir azap vardır.
12-
Bu iftirayı işittiğinizde mü’min erkeklerle mümin kadınların birbirleri hakkında hüsnü zanda bulunmaları ve: “Bu, apaçık bir iftiradır” demeleri gerekmez miydi?
13-
(O iftiracılar) buna dair dört şahit getirselerdi ya!? Şahitleri getiremediklerine göre onlar, Allah katında yalancıların ta kendileridir.
14- Eğer dünya ve âhirette Allah’ın lütuf ve rahmeti üzerinizde olmasaydı içine daldığınız
(bu iftiradan) ötürü büyük bir azaba uğrardınız.
15- Zira o vakit siz, o
(iftira içeren) sözü, dilden dile birbirinize aktarıyordunuz. Hakkında hiçbir bilginizin olmadığı bir şeyi ağızlarınızda geveliyordunuz. Üstelik bunu basit bir şey sanıyordunuz. Halbuki o, Allah katında çok büyüktür.
16- O
(iftirayı) işittiğinizde:
“Bizim bunu söylememiz olacak şey değil! (Rabbimiz) seni tenzih ederiz. Bu büyük bir iftiradır” demeli değil miydiniz?”
17- Eğer mü’min iseniz böyle bir şeyi bir daha asla yapmamanız için Allah size öğüt veriyor.
18- Ve Allah sizlere âyetleri açıklıyor. Allah, her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.
19- Şüphesiz mü’minler arasında hayasızlığın yayılmasını isteyenlere dünyada da âhirette de can yakıcı bir azap vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz.
20- Eğer üzerinizde Allah’ın lütuf ve rahmeti olmasaydı ve Allah, çok şefkatli ve pek merhametli olmasaydı
(haliniz nice olurdu?)
21- Ey iman edenler! Şeytanın adımlarını izlemeyin. Kim şeytanın adımlarını izlerse
(bilsin ki) o, hayasızlığı ve kötülüğü emreder. Eğer üzerinizde Allah’ın lütuf ve rahmeti olmasaydı, sizden hiç kimse ebediyen temize çıkamazdı. Fakat Allah dilediğini temize çıkarır. Allah her şeyi işitendir, bilendir.
22- İçinizden fazilet ve imkân sahipleri yakınlara, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere
(sadaka) vermemek üzere yemin etmesinler. Affetsinler ve görmezden gelsinler. Allah’ın sizi bağışlamasını istemez misiniz? Allah çok bağışlayıcıdır, pek merhametlidir.
23- İffetli,
(hayasızlıklardan) habersiz mü’min kadınlara iftira edenler, dünyada da âhirette de lanete uğramışlardır. Ayrıca onlar için büyük bir azap vardır.
24- O gün onların dilleri, elleri ve ayakları, yaptıkları şeylere dair aleyhlerine şahitlik edeceklerdir.
25- O gün Allah, onlara hak ettikleri karşılığı tastamam verecektir ve onlar, Allah’ın apaçık hakkın kendisi olduğunu bileceklerdir.
26- Kötü kadınlar/sözler/fiiller kötü erkeklere, kötü erkekler de kötü kadınlara/sözlere/fiillere, tertemiz kadınlar/sözler/fiiller tertemiz erkeklere, tertemiz erkekler/sözler/fiiller de tertemiz kadınlara yaraşır. İşte bu
(tertemiz) olanlar, o
(kötülerin/iftiracıların) dediklerinden uzaktırlar. Onlar için mağfiret ve tükenmez bir rızık vardır.
Bundan önceki buyruklarda Yüce Allah, genel olarak zina iftirasında bulunmanın ne kadar büyük bir günah olduğunu söz konusu etmişti ki adeta bunlar, kadınların en şereflisi ve mü’minlerin annesi Âişe radıyallahu anha hakkında meydana gelen bu kıssanın bir mukaddimesi gibi olmuştur. Buradaki âyet-i kerimeler, Sahih, Sünen ve Müsned diye anılan hadis kitaplarında sabit ve meşhur olan İfk kıssası hakkında inmiştir. Bu kıssa özetle şöyledir: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem gazvelerinden birisinde, beraberinde Ebu Bekir es-Sıddık’ın kızı, zevcesi Âişe-i Sıddık’a da vardı. Âişe, kopup kaybolan gerdanlığını ararken gittiği yerden bir müddet gecikti. Onun bindiği deveyi, hevdeci ile birlikte yola koydular, ancak Âişe’nin hevdecinde olmadığını fark etmediler. Bunun akabinde ordu yola koyuldu. Âişe ise ordunun konakladığı yere vardığında gitmiş olduklarını gördü. Kendisinin, hevdecinde bulunmadığını fark ettiklerinde geri döneceklerini bildiğinden yerinden ayrılmadı. Ordu yoluna devam ederken sahabe-i kiramın en faziletlilerinden olan Safvan b. el-Muattal es-Sulemî, ordunun geri taraflarında gecelemiş ve uyuyakalmıştı. Âişe radıyallahu anha’yı gördüğünde tanıdı. Bineğinini çöktürdü. Âişe de bineğe bindi. Ne o Âişe ile konuştu, ne de Âişe onunla konuştu. Ordu öğlen vakti konaklamış iken Safvan, Âişe’nin devesini önden çekerek orduya yetişti. Bu yolculuk esnasında Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte bulunan münafıklardan biri, Savfan’ın Aişe’yi bu halde getirdiğini görünce malum şaiayı uydurdu ve bu uydurma etrafa yayıldı. Bu asılsız rivâyet dillere dolandı. Hatta kimi mü’minler de buna aldandı ve bu sözleri birbirine nakletmeye başladı. Uzun bir süre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e de vahiy gelmedi. Bundan bir süre sonra da haber Âişe radıyallahu anha’ya ulaştı. Oldukça üzüldü. Yüce Allah, bu âyet-i kerimelerde Âişe’nin tertemiz ve günahsız olduğuna dair hükümler indirdi. Mü’minlere öğütler verdi. Böyle bir işin ne kadar ağır ve çirkin olduğunu belirterek faydalı emir ve tavsiyelerde bulundu.
#
{11} فقوله تعالى: {إنَّ الذين جاؤوا بالإفكِ}؛ أي: الكذب الشنيع، وهو رمي أم المؤمنين، {عصبةٌ منكُم}؛ أي: جماعة منتسِبون إليكم يا معشر المؤمنين، منهم المؤمن الصادقُ في إيمانه، لكنَّه اغترَّ بترويج المنافقين، ومنهم المنافق. {لا تَحْسَبوه شرًّا لكم بل هو خيرٌ لكم}: لِما تضمَّنَ ذلك تبرئةَ أمِّ المؤمنين ونزاهتَها والتنويهَ بذِكْرها، حتى تناول عمومُ المدح سائرَ زوجاتِ النبيِّ - صلى الله عليه وسلم -، ولِما تضمَّن من بيان الآياتِ المضطرِّ إليها العباد، التي ما زال العملُ بها إلى يوم القيامة؛ فكل هذا خيرٌ عظيمٌ، لولا مقالَةُ أهل الإفك، لم يحصل بذلك ، وإذا أراد الله أمراً؛ جعل له سبباً، ولذلك جَعَلَ الخطابَ عامًّا مع المؤمنين كلهم، وأخبر أنَّ قَدْحَ بعضِهم ببعض كقدح في أنفسهم؛ ففيه أنَّ المؤمنين في توادِّهم وتراحُمِهم وتعاطُفِهم واجتماعِهم على مصالحهم كالجسدِ الواحدِ، والمؤمنُ للمؤمن كالبنيانِ يشدُّ بعضُه بعضاً؛ فكما أنَّه يكره أن يَقْدَحَ أحدٌ في عرضه؛ فليكرهْ مِنْ كلِّ أحدٍ أن يَقْدَحَ في أخيه المؤمن الذي بمنزلة نفسه، وما لم يصل العبدُ إلى هذه الحالة؛ فإنَّه من نَقْصِ إيمانه وعدم نُصحه. {لكلِّ امرئٍ منهم ما اكْتَسَبَ من الإثم}: وهذا وعيدٌ للذين جاؤوا بالإفك، وأنَّهم سيُعاقبون على ما قالوا من ذلك، وقد حدَّ النبيُّ - صلى الله عليه وسلم - منهم جماعةً، {والذي تَوَلَّى كِبْرَهُ}؛ أي: معظم الإفك، وهو المنافقُ الخبيثُ عبد الله بن أُبيّ بن سَلول لعنه الله. {له عذابٌ عظيمٌ}: ألا وهو الخلودُ في الدرك الأسفل من النار.
11.
“O iftirayı atanlar” oldukça çirkin bir yalanı, yani mü’minlerin annesine yönelik o iftirayı atanlar
“içinizden bir gruptur.” Yani ey mü’minler topluluğu, onlar size mensup bir cemaattir. Aralarında münafıkların propagandalarına kanmış samimi mü’minler de vardır, münafık kimseler de vardır.
“Siz bunu kendiniz için kötü bir şey sanmayın. Bilakis o, sizin için hayırlıdır.” Çünkü bu, mü’minlerin annelerinin günahsızlığını, nezih olduğunu içerdiği gibi, onun şanını da söz konusu ederek ona dikkat çekmiştir. O kadar ki bu genel övgüler Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in diğer hanımlarını da kapsamıştır. Diğer taraftan bu buyruklar, kulların zorunlu ihtiyacı olan birtakım âyet-i kerimelerin açıklanmasını da ihtiva etmektedir. Halen ve Kıyamet gününe kadar bu hükümlerle amel edilmeye devam edilecektir. İşte bu da pek büyük bir hayırdır. Eğer o iftiracıların o sözleri olmasaydı, bu hayırlar husule gelmezdi. Yüce Allah, bir şeyi murad etti mi, ona birtakım sebepler takdir eder. Bu yüzden Yüce Allah, bütün mü’minlere hitap etmekte ve onların birbirlerine ağır suçlama ve tenkitlerde bulunmalarının kendilerine yapılmış gibi olduğunu bildirmektedir. Bundan da anlaşıldığına göre mü’minler karşılıklı sevgi, merhamet ve dayanışmalarında, faydalarına olacak şeyler için bir araya gelişlerinde tek bir vücut gibidirler. Mü’minin mü’mine karşı durumu birbirini destekleyen bir yapı gibidir. Öyleyse bir mü’min, bizzat kendi namusuna şeref ve haysiyetine dil uzatılmasından hoşlanmadığı gibi aynı şekilde herhangi bir kimsenin kendisi gibi olan mü’min kardeşinin namusuna, şeref ve haysiyetine dil uzatmasından da hoşlanmamalıdır. Şüphesiz ki mü’min kulun bu hale erişememesi, onun imanının eksikliğinden, mü’min kardeşinin iyiliğini samimi olarak istemeyişindendir.
“O (iftiracılardan) her biri için kazandığı günah (karşılığında ceza) vardır.” Bu, iftirada bulunanlara yönelik bir tehdit olup söyledikleri sözler dolayısı ile cezalandırılacaklarını bildirmektedir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de onların bir bölümüne had uygulamıştır.
“İçlerinden bu iftiranın başını çekene” iftiranın büyüğünü söyleyene ki bu da pis münafık Abdullah b. Ubey b. Selul’dur -Allah’ın laneti üzerine olsun-
“ise çok büyük bir azap vardır.” Bu ise cehennemin en aşağı tabakasında ebedî kalıştır.
#
{12} ثم أرشدَ الله عباده عند سماع مثل هذا الكلام، فقال: {لولا إذْ سَمِعْتُموه ظنَّ المؤمنون والمؤمناتُ بأنفسِهم خيراً}؛ أي: ظنَّ المؤمنون بعضُهم ببعضٍ خيراً، وهو السلامة مما رُمُوا به، وأنَّ ما معهم من الإيمان المعلوم يَدْفَعُ ما قيل فيهم من الإفك الباطل. {وقالوا} بسبب ذلك الظَّنِّ: {سبحانك}؛ أي: تنزيهاً لك من كلِّ سوء، وعن أن تَبتليَ أصفياءك بالأمور الشنيعة. {هذا إفكٌ مبينٌ}؛ أي: كذبٌ وبهتٌ من أعظم الأشياء وأبينها؛ فهذا من الظنِّ الواجب حين سماع المؤمن عن أخيه المؤمن مثلَ هذا الكلام، وأن يبرِئَه بلسانِهِ، ويكذِّبَ القائل لذلك.
12.
Daha sonra Allah bu gibi sözleri işitmeleri halinde mü’min kullarına takınmaları gereken tutumu şöylece göstermektedir: “Bu iftirayı işittiğinizde mü’min erkeklerle mümin kadınların birbirleri hakkında hüsnü zanda bulunmaları” mü’minler birbirleri ile ilgili güzel duygular beslemeleri
“ve: “Bu, apaçık bir iftiradır” demeleri gerekmez miydi?” Hüsnü zan beslemek, mü’minlerin maruz kaldıkları bu iftiradan uzak olduklarını kabul etmektir. Mü’minlerin sahip bulundukları iman, onlar hakkında ileri sürülen asılsız iftirayı bertaraf etmelidir. İşte onlar, bu güzel zanları sebebi ile
“Rabbimiz, seni her türlü kötülükten tenzih ederiz. Seçkin kullarını da bu gibi ağır imtihanlara maruz bırakacağından da seni tenzih ederiz. Şüphesiz “bu, apaçık bir iftiradır”; ileri sürülen ve iftira olduğu apaçık belli olan büyük bir yalandır”, demeleri gerekirdi. İşte mü’min bir kimsenin, mü’min kardeşi hakkında bu gibi sözleri işittiği takdirde beslemesi gereken zan budur. Dili ile mü’min kardeşinin günahsız olduğunu ifade etmeli ve böyle bir sözü söyleyeni de yalanlamalıdır.
#
{13} {لولا جاؤوا عليه بأربعة شهداءَ}؛ أي: هلاَّ جاء الرامون على ما رَمَوْا به بأربعة شهداء؛ أي: عدول مرضيين، {فإذْ لم يأتوا بالشهداءِ فأولئك عندَ اللهِ هم الكاذبونَ}: وإن كانوا في أنفسِهم قد تيقَّنوا ذلك؛ فإنَّهم كاذبونَ في حكم الله؛ لأنَّه حرَّمَ عليهم التكلُّم بذلك من دون أربعة شهود، ولهذا قال: {فأولئك عند الله هم الكاذبون}: ولم يَقُلْ: فأولئك هم الكاذبون، وهذا كلُّه من تعظيم حرمةِ عِرْضِ المسلم؛ بحيثُ لا يجوز الإقدام على رميِهِ من دون نِصاب الشهادة بالصدق.
13.
“(O iftiracılar) buna dair dört şahit getirselerdi ya!?” Bu iftirada bulunanlar niçin bu iftiralarına dair adaletli ve şahitlikleri gönül hoşluğuyla kabul olunacak dört şahit getirmediler?
“Şahitleri getiremediklerine göre onlar Allah katında yalancıların ta kendileridir.” Onlar içten içe bunun doğruluğuna inanmış olsalar dahi Allah’ın hükmü gereğince yalancıdırlar. Çünkü dört şahit olmadan bu hususta söz söylemeleri haramdır.
Bundan dolayı Yüce Allah: “Onlar Allah katında yalancıların ta kendileridir” diye buyurmuş, bunun yerine
“onlar yalancıların ta kendileridir” dememiştir. Bütün bunlar, müslümanın namus, şeref ve haysiyetine dil uzatmanın ne kadar büyük bir haram olduğunu ortaya koymaktadır. Doğruluğuna dair gerekli şahit sayısı olmaksızın müslümana böyle bir ithamda bulunmaya kalkışmak asla caiz değildir.
#
{14} {ولولا فضلُ اللهِ عليكم ورحمتُهُ في الدُّنيا والآخرة}: بحيث شملكم إحسانُه فيهما في أمر دينكم ودنياكم {لَمَسَّكُم فيما أفَضْتُم}؛ أي: خضتم {فيه}: من شأن الإفك {عذابٌ عظيمٌ}: لاستحقاقِكم ذلك بما قلتُم، ولكن من فضل الله عليكم ورحمتِهِ أن شَرَعَ لكم التوبةَ، وجعل العقوبةَ مطهِّرةً للذنوب.
14.
“Eğer dünya ve âhirette Allah’ın lütuf ve rahmeti üzerinizde olmasaydı” din ve dünyanızı ilgilendiren hususlarda O’nun ihsanı, dünyada da âhirette de sizi kuşatmamış olsaydı
“içine daldığınız (bu iftiradan) ötürü” bu iftira ile ilgili söylediklerinizden dolayı
“büyük bir azaba uğrardınız.” Çünkü söylediklerinizden dolayı siz, böyle bir azabı hak etmiştiniz. Fakat Allah’ın üzerinizdeki lütuf ve rahmeti dolayısı ile O, size tevbe etmeyi meşrû kılarak dünyadaki cezayı da günahlardan arındırıcı bir sebep kılmıştır.
#
{15} {إذ تَلَقَّوْنَه بألسِنَتِكم}؛ أي: تلقَّفونه ويُلقيه بعضُكم إلى بعض وتستوشون حديثَه وهو قولٌ باطلٌ. {وتقولون بأفواهِكُم ما ليس لكم به علمٌ}: والأمران محظوران؛ التكلُّم بالباطل، والقولُ بلا علم. {وتحسبونَه هيِّناً}: فلذلك أقدمَ عليه مَن أقدمَ مِن المؤمنين الذين تابوا منه. وتطهَّروا بعد ذلك. {وهو عندَ الله عظيمٌ}: وهذا فيه الزجرُ البليغ عن تعاطي بعض الذُّنوب على وجه التهاون بها؛ فإنَّ العبدَ لا يُفيدُه حسبانُه شيئاً، ولا يخفِّف من عقوبتِهِ الذنب، بل يضاعِفُ الذنب، ويسهلُ عليه مواقعتُه مرةً أخرى.
15.
“Zira o vakit siz, o (iftira içeren) sözü, dilden dile birbirinize aktarıyordunuz.” Yani bu sözü biriniz diğerine söylüyor, biriniz ötekine aktarıyordu. Halbuki o, aslı astarı olmayan bir sözdü.
“Hakkında hiçbir bilginizin olmadığı bir şeyi ağızlarınızda geveliyordunuz.” Her ikisi de yasaktır. Batıl ve asılsız söz söylemek de bilgi sahibi olunmayan bir sözü gevelemek de.
“Üstelik bunu basit bir şey sanıyordunuz.” İşte daha sonra bu günahtan tevbe edip arınan mü’minlerin bu sözü söyleme cesaretini göstermelerinin sebebi de buydu.
“Halbuki o, Allah katında çok büyüktür.” Bu buyruk, günahları önemsiz görerek işlemekten ileri derecede sakındırma manasını içerir. Kulun kendi kanaati hiçbir şey ifade etmez ve o, günahın cezasını hafifletici değildir. Aksine bu, günahı kat kat artırır ve kişiye günahı bir defa daha işlemeyi kolaylaştırır.
#
{16} {ولولا إذ سمِعْتُموه}؛ أي: وهلاَّ إذ سمعتُم أيها المؤمنون كلامَ أهل الإفك، {قلتم}: منكرين لذلك معظِّمين لأمرِه: {ما يكونُ لنا أن نتكَلَّمَ بهذا}؛ أي: ما ينبغي لنا وما يليقُ بنا الكلامُ بهذا الإفك المبين؛ لأنَّ المؤمن يمنعُه إيمانُه من ارتكاب القبائح. {هذا بهتانٌ}؛ أي: كذب {عظيمٌ}.
16. Ey mü’minler, bu iftirada bulunan kimselerin söyledikleri
“o (iftirayı) işittiğinizde” onu reddederek ve böyle bir sözün büyük bir iddia olduğunu ifade ederek
“Bizim bunu söylememiz olacak şey değil!” Biz böyle bir söz söyleyemeyiz, apaçık iftira olduğu belli olan bu sözü söylemek bize yakışmaz, çünkü mü’minin imanı onun çirkin işler yapmasına engeldir.
“(Rabbim) seni tenzih ederiz. Bu, büyük bir iftiradır.” Pek büyük bir yalandır
“demeli değil miydiniz?”
#
{17} {يعِظُكم اللهُ أن تعودوا لمثلِهِ}؛ أي: لنظيره من رمي المؤمنين بالفُجور؛ فالله يعِظُكم وينصحُكم عن ذلك، ونعم المواعظ والنصائح من ربِّنا؛ فيجبُ علينا مقابلتُها بالقبول والإذعان والتسليم والشُّكر له على ما بيَّن لنا، أنَّ الله نِعِمَّا يَعِظُكم به. {إنْ كنتُم مؤمنينَ}: دلَّ ذلك على أنَّ الإيمان الصادق يمنعُ صاحبه من الإقدام على المحرَّمات.
17.
“Eğer mü’min iseniz” buyruğu, doğru ve samimi bir imanın kişiyi haramları işlemeye kalkışmaktan engelleyeceğini göstermektedir.
“böyle bir şeyi” yani mü’minlere bu gibi hayasızlıklar işlediklerine dair benzeri bir iftirada bulunmayı
“bir daha asla yapmamanız için Allah size öğüt veriyor.” Böyle şeylere kalkışmamanıza dair Allah size öğüt vermektedir. Yüce Rabbimizin bize verdiği bu öğütler ne güzeldir! Biz de bu öğütlere kabul, itaat,
teslimiyetle ve bize yaptığı bu açıklamalar dolayısı ile de şükürle karşılık vermeliyiz: “Gerçekten Allah, bununla size ne güzel öğüt veriyor!” (en-Nisâ, 4/58)
#
{18} {ويبيِّن اللهُ لكم الآياتِ}: المشتملة على بيان الأحكام والوعظِ والزجر والترغيب والترهيب، يوضِّحُها لكم توضيحاً جليًّا. {والله عليم (حكيم) }؛ أي: كامل العلم، عامُّ الحكمة؛ فمن علمِهِ وحكمتِهِ أن علَّمكم من علمه، وإنْ كان ذلك راجعاً لمصالحكم في كلِّ وقت.
18.
“Ve Allah sizlere” hükümleri açıklayan, öğüt veren, yasaklar içeren, teşvik eden ve sakındıran buyruklarını dile getiren
“âyetlerini açıklıyor.” Bunları size çok açık bir şekilde anlatıyor.
“Allah” ilmi kâmil olup “her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.” Hikmeti geneldir. O’nun ilim ve hikmetinin bir tecellisi de size kendi ilminden bazı hususları öğretmiş olmasıdır. Bununla birlikte bu ilim, her zaman için sizin menfaatinize olan hikmetler ihtiva eder.
#
{19} {إنَّ الذين يحبُّونَ أن تشيعَ الفاحشةُ}؛ أي: الأمور الشنيعة المستَقْبَحة، فيحبُّون أن تشتهر الفاحشة {في الذين آمنوا لهم عذابٌ أليمٌ}؛ أي: موجع للقلب والبدن، وذلك لغشِّه لإخوانه المسلمين، ومحبة الشرِّ لهم، وجراءته على أعراضهم؛ فإذا كان هذا الوعيد لمجرَّد محبَّة أن تشيعَ الفاحشةُ واستحلاء ذلك بالقلب؛ فكيف بما هو أعظمُ من ذلك من إظهارِهِ ونقلِهِ؟ وسواء كانت الفاحشةُ صادرةً أو غير صادرةٍ، وكل هذا من رحمة الله لعباده المؤمنين، وصيانة أعراضهم؛ كما صان دماءهم وأموالهم، وأمرهم بما يقتضي المصافاة، وأن يحبَّ أحدُهم لأخيه ما يحبُّ لنفسه، ويكرَهَ له ما يكرَهُ لنفسه. {والله يعلم وأنتم لا تعلمون}: فلذلك علَّمكم، وبيَّن لكم ما تجهلونَه.
19.
“Şüphesiz mü’minler arasında hayasızlığın yayılmasını isteyenlere” oldukça çirkin ve kötü işlerin yayılmasını, içlerinde hayasızlıkların yaygınlık kazanmasını arzu edenlere
“dünyada da âhirette de can yakıcı bir azap vardır.” Yani bu azap kalplerine de bedenlerine de acı ve ızdırap verir. Buna sebep ise böyle bir kimsenin, müslüman kardeşlerini aldatması, onlar hakkında kötülüğü istemesi, namus, şeref ve haysiyetlerine kastetmesidir. Bu tehdidin, sadece hayasızlıkların yayılmasını isteme ve bunu kalben hoş görme hakkında olduğunu düşünecek olursak bundan daha büyük olan hayasızlığı aşikar edip onu yaymak hakkındaki tehdidi var sen hesap et! Ki bu duurmda hayasızlık fiilen yapılmış olsun ya da olmasın fark etmez.
[Bu tehdide maruz kalmak için hayasızlığın yayılmasını istemek yeter.] Bütün bunlar, Yüce Allah’ın mü’min kullarına rahmetinin, onların namus ve haysiyetlerini koruma gayretinin bir tecellisidir. Tıpkı kanlarını ve mallarını koruma altına aldığı gibi. Yüce Allah, mü’minlere kendi aralarında birbirlerine karşı safiyane duygular beslemeyi gerektiren işler yapmalarını, herhangi birisinin kendisi için istediği şeyleri kardeşi için de istemesini, kendisi için hoşlanmadığı şeyden kardeşi için de hoşlanmamasını emretmektedir.
“Allah bilir, siz bilmezsiniz.” O nedenle O, size bilmediğinizi öğretmiş ve cahili olduğunuz hususları açıklamıştır.
#
{20} {ولولا فضلُ الله عليكم}: قد أحاط بكم من كلِّ جانب {ورحمتُهُ} عليكم، {وأنَّ الله رءوفٌ رحيم}: لما بيَّن لكم هذه الأحكام والمواعظ والحِكَم الجليلة، ولمَا أمهلَ من خالف أمره، ولكنَّ فضلَه ورحمتَه، وأنَّ ذلك وصفه اللازم أثر لكم من الخيرِ الدنيويِّ والأخرويِّ ما لن تحصوه أو تعدُّوه.
20.
“Eğer üzerinizde Allah’ın” sizi dört bir yandan kuşatan
“lütuf ve rahmeti olmasaydı ve Allah çok şefkatli ve pek merhametli olmasaydı...” size bu hükümleri, bu öğütleri bu üstün değerli hikmetleri açıklamaz, emrine aykırı hareket edenlere de mühlet vermezdi. Fakat Allah’ın lütfu, rahmeti ve bunların, O’nun sürekli ve ayrılmaz vasfı olmasından dolayı O, sayıp dökemeyeceğiniz kadar dünyevî ve uhrevî hayırları size ulaştırmıştır.
#
{21} ولما نهى عن هذا الذنب بخصوصِهِ؛ نهى عن الذُّنوب عموماً، فقال: {يا أيُّها الذين آمنوا لا تتَّبِعوا خطواتِ الشيطانِ}؛ أي: طرقَه ووساوسَه. وخطواتُ الشيطان يدخُلُ فيها سائرُ المعاصي المتعلِّقة بالقلب واللسان والبدن.
ومن حكمتِهِ تعالى أن بيَّن الحُكْمَ ـ وهو النهي عن اتِّباع خطوات الشيطان ـ والحِكْمة ـ وهو بيانُ ما في المنهيِّ عنه من الشرِّ المقتضي والداعي لتركه ـ، فقال: {ومَن يَتَّبِعْ خُطُواتِ الشيطانِ فإنَّه}؛ أي: الشيطان {يأمُرُ بالفحشاءِ}؛ أي: ما تستفحشُه العقول والشرائعُ من الذُّنوب العظيمة مع ميل بعض النفوس إليه، {والمنكَرِ}: وهو ما تُنْكِرُهُ العقولُ ولا تعرِفُه؛ فالمعاصي التي هي خُطُوات الشيطان لا تَخْرُجُ عن ذلك، فنهى الله عنها العبادَ نعمةً منه عليهم أن يشكُروه ويَذْكُروه؛ لأنَّ ذلك صيانةٌ لهم عن التدنُّس بالرذائل والقبائح؛ فمن إحسانِهِ عليهم أنْ نهاهم عنها كما نهاهم عن أكل السموم القاتلة ونحوها. {ولولا فضلُ اللهِ عليكُم ورحمتُهُ ما زكى منكُم من أحدٍ أبداً}؛ أي: ما تطهَّر من اتِّباع خطواتِ الشيطانِ؛ لأنَّ الشيطان يسعى هو وجندُه في الدعوة إليها وتحسينِها، والنفس ميالةٌ إلى السوء أمَّارةٌ به، والنقصُ مستولٍ على العبدِ من جميع جهاتِهِ، والإيمانُ غير قويٍّ؛ فلو خُلِّي وهذه الدواعي؛ ما زكى أحدٌ بالتطهُّرِ من الذُّنوب والسيئات والنماء بفعل الحسنات؛ فإنَّ الزكاء يتضمَّن الطهارة والنماء، ولكنَّ فضلَه ورحمتَه أوجبا أن يتزكَّى منكم من تزكَّى، وكان من دعاء النبيِّ - صلى الله عليه وسلم -: «اللهمَّ! آتِ نفسي تَقْواها، وزكِّها أنت خيرُ من زَكَّاها، أنت وَلِيُّها ومولاها». ولهذا قال: {ولكنَّ الله يزكِّي مَن يشاءُ}: من يعلمُ منه أن يتزكَّى بالتزكية، ولهذا قال: {والله سميعٌ عليمٌ}.
21. Yüce Allah,
özel bir günahı işlemeyi yasakladıktan sonra genel olarak bütün günahları yasaklayarak şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Şeytanın adımlarını” yollarını, vesveselerini
“izlemeyin.” “Şeytanın adımları” tabirinin kapsamına kalp, dil ve beden ile alâkalı bütün günahlar girer. Yüce Allah’ın hem hükmü hem de o hükmün hikmetini açıklamış olması, O’nun hikmetinin bir tecellisidir. Burada hüküm, şeytanın adımlarının izlenmesinin yasaklanışıdır. Hikmeti ise yasaklanan o işte bulunan ve onun terk edilmesini gerektiren kötülüktür. Bu sebepten Yüce Allah,
şöyle buyurmaktadır: “Kim şeytanın adımlarını izlerse (bilsin ki) o” yani şeytan
“hayasızlığı” akılların ve şeriatın çirkin gördüğü -bazı nefisler ona meyletse dahi- pek büyük günahları
“ve kötülüğü” akılların kabul etmediği, doğru bilip tanımadığı şeyleri işleminizi
“emreder.” Şeytanın adımları demek olan bütün günahlar, bu çerçevenin içindedir. Yüce Allah, kendi nezdinden bir nimet olmak üzere kullarına bunu yasaklamıştır. Öyleyse O’na şükredip anmaları gerekir. Çünkü bu, alçaltıcı işlerle ve çirkinliklerle kirlenmelerine karşı himaye edilmelerini sağlar. Onlara bu gibi işleri yasak kılmış olması, ihsanının bir tecellisidir. Tıpkı öldürücü zehirleri ve benzerlerini yemeyi yasaklamış olması gibidir. “Eğer üzerinizde Allah’ın lütuf ve rahmeti olmasaydı sizden hiç kimse ebediyen temize çıkamazdı.” Yani şeytanın adımlarını izlemekten uzak, tertemiz bir kişi kalamazdı. Çünkü şeytan ve askerleri, sürekli olarak şeytanın adımlarını izlemeye çağırmakta, onları güzel göstermektedirler. Nefis ise kötülüğe eğilimli olup onu emretmektedir. Kul da bütün yönleriyle acizdir ve imanı da bunlara karşı direnecek güçte olmayabilir. İşte kişi bu adımları izlemeye iten hususlarla başbaşa bırakılacak olursa hiç kimse büyük ve küçük günahlardan temizlenme, iyilikleri işleme sûreti ile de ilerleme imkânını bulamazdı. Çünkü
“temize çıkmak (tezkiye)” hem arınıp temizlenmeyi, hem de gelişip artmayı ihtiva eder. Ancak Yüce Allah’ın lütuf ve rahmeti, sizlerden bazılarının arınıp temize çıkmalarını sağlamıştır.
Bu konuda Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in yaptığı dualardan biri şöyledir: “Allah’ım, nefsime takvâsını ver ve onu tertemiz kıl. Çünkü sen, onu temizleyenlerin en hayırlısısın. Sen, onun velisisin ve mevlasısın.” Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Fakat Allah dilediğini” arındırılmakla arınıp temizleneceğini bildiği kimseleri
“temize çıkarır.” Bundan dolayı Yüce Allah:
“Allah her şeyi işitendir, bilendir” buyurmaktadır.
#
{22} {ولا يَأتَلِ}؛ أي: لا يحلف {أولو الفضل منكُم والسَّعة أن يُؤتوا أولي القُربى والمساكينَ والمهاجرينَ في سبيل الله وَلْيَعْفوا وَلْيَصْفَحوا}: كان من جملة الخائضينَ في الإفك مِسْطَح بن أُثاثة، وهو قريبٌ لأبي بكرٍ الصديق رضي الله عنه، وكان مسطحٌ فقيراً من المهاجرين في سبيل الله، فحلفِ أبو بكرٍ أن لا يُنْفِقَ عليه؛ لقولِهِ الذي قال، فنزلتْ هذه الآيةُ [ينهاه] عن هذا الحَلِفَ المتضمِّن لقطع النفقة عنهُ، ويحثُّه على العفو والصفح، ويَعِدُهُ بمغفرةِ الله إنْ غَفَرَ له، فقال: {ألا تُحبُّونَ أن يَغْفِرَ اللهُ لكم واللهُ غفورٌ رحيمٌ}: إذا عامَلْتُم عبيدَه بالعفو والصفح؛ عاملكم بذلك، فقال أبو بكرٍ لمَّا سمع هذه الآية: بلى والله؛ إني لأحبُّ أن يَغْفِرَ الله لي، فَرَجَّعَ النفقةَ إلى مِسْطَحٍ.
وفي هذه الآيةِ دليلٌ على النفقة على القريب، وأنَّه لا تُتْرَكُ النفقةُ والإحسانُ بمعصية الإنسان، والحثُّ على العفو والصفح ولو جرى منه ما جرى من أهل الجرائم.
22.
“İçinizden fazilet ve imkân sahipleri yakınlara, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere (sadaka) vermemek üzere yemin etmesinler. Affetsinler ve görmezden gelsinler.” İfk hadisesinde ileri geri konuşanlardan birisi de Mistah b. Usase idi. Bu, Ebu Bekr es-Sıddîk radıyallahu anh’ın yakın bir akrabası idi. Mistah, Allah yolunda hicret etmiş fakir bir zattı. Ebu Bekir, söylediği sözler dolayısı ile artık Mistah’a hiçbir mali yardımda bulunmayacağına dair yemin etmişti. Bu âyet-i kerime nâzil olarak ona bu kimseye yaptığı infakı kesme mahiyetinde yaptığı yeminden vazgeçmesini emredip bu tür yeminleri yasaklamıştır. Buna karşılık Ebu Bekir’i af ve müsamaha göstermeye teşvik ederek eğer onu bağışlayacak olursa Allah’ın da kendisini bağışlayacağı vaadini bildirmiştir.
Zira devamla Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın sizi bağışlamasını istemez misiniz? Allah çok bağışlayıcıdır, pek merhametlidir.” Sizler, O’nun kullarına af ve müsamaha ile muamale edecek olursanız, O da size bu şekilde muamelede bulunur.
Ebu Bekir radıyallahu anh bu âyeti kerimeyi işitince: “Allah’a yemin ederim ki Allah’ın beni bağışlamasını isterim”, diyerek tekrar Mistah’a infak etmeye devam etti. Bu âyet-i kerimede yakın akrabaya infakta bulunmaya, işlediği bir masiyet dolayısı ile nafaka ve ihsanın terk edilmeyeceğine, -günahkârların yaptıkları işleri yapsa dahi- affedip müsamaha ile karşılamanın teşvik edildiğine delil vardır.
#
{23} ثم ذكر الوعيدَ الشديدَ على رمي المحصنات، فقال: {إنَّ الذين يَرْمونَ المحصناتِ}؛ أي: العفائف عن الفجور {الغافلاتِ}: اللاتي لم يَخْطُرْ ذلك بقلوبهنَّ، {المؤمناتِ لُعِنوا في الدُّنيا والآخرة}: واللعنةُ لا تكونُ إلاَّ على ذنبٍ كبيرٍ، وأكَّد اللعنة بأنها متواصلة عليهم في الدارين. {ولهم عذابٌ عظيمٌ}: وهذا زيادةٌ على اللعنة، أبعدَهم عن رحمتِهِ وأحلَّ بهم شدَّة نقمتِهِ، وذلك العذاب يوم القيامة.
23. Daha sonra Yüce Allah,
namuslu ve iffetli hanımlara iftira etme hakkındaki ağır tehdidini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “İffetli” hayasızlık işlememiş, tertemiz “(hayasızlıktan) habersiz” böyle bir şeyi hatırlarından dahi geçirmemiş
“mü’min kadınlara iftira edenler, dünyada da âhirette de lanete uğramışlardır.” Lanet, ancak büyük bir günah sebebi ile söz konusu olur. Yüce Allah, bu lanetin onlar hakkında dünyada da âhirette de kesintisiz söz konusu olduğunu söyleyerek bu laneti pekiştirmektedir.
“Ayrıca onlar için çok büyük bir azap da vardır.” Bu, lanetten ayrı bir azabı ifade eder. Yüce Allah, onları hem rahmetinden uzaklaştırmıştır, hem de onlara ağır bir azap verecektir. Söz konusu bu azap ise kıyamet gününde olacaktır. Şöyle ki;
#
{24} {يوم تشهدُ عليهم ألسِنَتُهم وأيديهم وأرْجُلُهم بما كانوا يعملونَ}: فكلُّ جارحةٍ تشهدُ عليه بما عَمِلَتْه، يُنْطِقُها الذي أنطق كلَّ شيءٍ؛ فلا يمكنه الإنكار، ولقد عدل في العباد مَنْ جَعَلَ شهودَهم من أنفسهم.
24.
“O gün onların dilleri, elleri ve ayakları, yaptıkları şeylere dair aleyhlerine şahitlik edeceklerdir.” Her bir organları, neler yaptığına dair şahitlikte bulunacaktır. Her şeyi konuşturan Yüce Allah, onları da konuşturacaktır ve bu günahları işleyen kişi bunları inkâr edemeyecektir. İnsanlara karşı bizzat kendi azalarını şahit kılan, ne kadar adaletlidir!
#
{25} {يومئذٍ يوفِّيهم الله دينَهُمُ الحقَّ}؛ أي: جزاءهم على أعمالهم الجزاء الحقَّ الذي بالعدل والقسط؛ يجدون جزاءها موفَّراً لم يفقدوا منها شيئاً، {وقالوا يا وَيْلَتَنا مالِ هذا الكتابِ لا يغادرُ صغيرةً ولا كبيرةً إلاَّ أحصاها وَوَجَدوا ما عَمِلوا حاضراً ولا يَظْلِمُ ربُّكَ أحداً}، {ويعلمونَ} في ذلك الموقف العظيم {أنَّ اللهَ هو الحقُّ المبينُ}، فيعلمون انحصار الحقِّ المبين في الله تعالى؛ فأوصافُه العظيمةُ حقٌّ، وأفعالُه هي الحقُّ، وعبادتُه هي الحقُّ، ولقاؤه حقٌّ، [ووعدُه] ووعيدُه حقٌّ، وحكمه الدينيُّ والجزائيُّ حقٌّ، ورسلُه حقٌّ؛ فلا ثَمَّ حقٌّ إلاَّ في الله، وما مِن الله.
25.
“O gün Allah, onlara hak ettikleri karşılığı tastamam verecektir.” Amellerinin karşılığını tam bir adaletle verecektir.
Böylece amellerinin karşılığını hiçbir şey eksiltilmeksizin tastamam olarak bulurlar ve: “derler ki: “Vay halimize! Bu nasıl bir kitaptır ki küçük büyük hiçbir şey bırakmadan hepsini sayıp dökmüş!” Bütün işlediklerini önlerinde hazır bulurlar. Rabbin, hiç kimseye zulmetmez.”
(el-Kehf, 18/49) Allah’ın huzurunda duracakları o büyük günde
“Allah’ın apaçık hakkın kendisi olduğunu bileceklerdir.” Apaçık hakkın, yalnızca Yüce Allah’ın vasfı olduğunu öğreneceklerdir. Yani O’nun yüce sıfatları da haktır, fiilleri de haktır. O’na ibadet haktır, O’nun huzuruna çıkmak haktır, O’nun vaadi ve tehdidi haktır, O’nun dinî ve cezaî hükümleri haktır, peygamberleri de haktır. Ortada Allah için mevzu bahis olmayan ve Allah’tan gelmeyen “hak” diye bir şey yoktur.
#
{26} {الخبيثاتُ للخبيثين والخبيثونَ للخبيثاتِ}؛ أي: كلُّ خبيثٍ من الرجال والنساء والكلماتِ والأفعال مناسبٌ للخبيثِ وموافقٌ له ومقترنٌ به ومشاكلٌ له، وكلُّ طيبٍ من الرجال والنساءِ والكلماتِ والأفعال مناسبٌ للطيِّبِ وموافقٌ له ومقترنٌ به ومشاكلٌ له؛ فهذه كلمةٌ عامةٌ وحصرٌ لا يخرجُ منه شيءٌ، من أعظم مفرداتِهِ أنَّ الأنبياء، خصوصاً أولي العزم منهم، خصوصاً سيدهم محمد - صلى الله عليه وسلم -، الذي هو أفضلُ الطيِّبين من الخلق على الإطلاق، لا يناسِبُهم إلاَّ كلُّ طيبٍ من النساء؛ فالقدح في عائشة رضي الله عنها بهذا الأمر قدحٌ في النبيِّ - صلى الله عليه وسلم -، وهو المقصودُ بهذا الإفك من قصد المنافقين؛ فمجرَّدُ كونِها زوجةً للرسول - صلى الله عليه وسلم - يعلمُ أنَّها لا تكون إلاَّ طيبةً طاهرةً من هذا الأمر القبيح؛ فكيف وهي ما هي صديقةُ النساء وأفضلُهن وأعلمُهن وأطيبُهن حبيبةُ رسول ربِّ العالمين التي لم ينزِلِ الوحيُ عليه وهو في لحافِ زوجةٍ من زوجاتِهِ غيرها ؟!
ثم صرَّح بذلك بحيثُ لا يبقى لمبطلٍ مقالاً، ولا لشكٍّ وشبهةٍ مجالاً، فقال: {أولئك مبرَّؤونَ مما يقولونَ}: والإشارةُ إلى عائشة رضي الله عنها أصلاً، وللمؤمناتِ المحصناتِ الغافلاتِ تبعاً لها. {مغفرةٌ}: تستغرق الذنوب. {ورزقٌ كريمٌ}: في الجنة صادرٌ من الربِّ الكريم.
26.
“Kötü kadınlar/sözler/fiiller kötü erkeklere, kötü erkekler de kötü kadınlara/sözlere/fiillere, tertemiz kadınlar/sözler/fiiller tertemiz erkeklere, tertemiz erkekler/sözler/fiiller de tertemiz kadınlara yaraşır.” Erkek ve kadınlardan kötü olanlar, kötü sözler ve kötü fiiller, kötü olan kimselere layıktır, onlara yakışır, onlarla birlikte bulunur ve onlara uygundur. Buna karşılık iyi ve temiz olan erkekler, kadınlar, sözler ve fiiller de iyilere uygundur, onlara yakışır, onlarla birlikte bulunur ve onlara benzer. Bu ifade, çok umumi ve kapsayıcıdır. Hiçbir şey onun kapsamı dışında değildir. Bu kapsama giren en önemli kimseler peygamberler, özellikle de aralarından ulu’l-azm peygamberler, bunlardan özellikle onların efendisi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’dir. O, kayıtsız şartsız bütün insanların iyi ve temizlerinin en faziletlisi, en üstünüdür. İşte bu bu iyi ve temizlere ancak iyi ve temiz olan kadınlar yakışır. Buna göre bu konuda Âişe radıyallahu anh’ya dil uzatmak, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e dil uzatmaktır ve zaten münafıkların bu iftirada bulunmaktan maksatları da ona dil uzatmaktır. Halbuki Âişe’nin sadece Allah Rasûlünün hanımı olmasından, onun bu çirkin işten uzak ve tertemiz olduğu anlaşılmaktadır. Peki, ya o kadınların sıddıkası, en faziletlileri, en bilgilileri, en temizleri, alemlerin Rabbinin rasûlünün sevgili hanımı, hanımları içinde örtüsü altında Peygamber’e vahiy nazil olan tek pak zevcesi olduğuna göre durum ne olur?
aha sonra Yüce Allah, bu hususu batıl sözler söyleyen hiç kimseye söyleyecek söz,
şüphe ve tereddüde de en ufak mahal bırakmayacak şekilde ifade edip açıkça şöyle buyurmaktadır: “İşte bu (tertemiz) olanlar, o (kötülerin/iftiracıların) dediklerinden uzaktırlar.” Burada asaleten Âişe radıyallahu anh’a, ona tabi olarak da hayasızlıklardan uzak, iffetli mü’min kadınlara işaret edilmektedir.
“Onlar için” günahlarının tümünü örten bir
“mağfiret”, cennette Kerim bir Rabden gelen “tükenmez bir rızık vardır.”
{يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَدْخُلُوا بُيُوتًا غَيْرَ بُيُوتِكُمْ حَتَّى تَسْتَأْنِسُوا وَتُسَلِّمُوا عَلَى أَهْلِهَا ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ (27) فَإِنْ لَمْ تَجِدُوا فِيهَا أَحَدًا فَلَا تَدْخُلُوهَا حَتَّى يُؤْذَنَ لَكُمْ وَإِنْ قِيلَ لَكُمُ ارْجِعُوا فَارْجِعُوا هُوَ أَزْكَى لَكُمْ وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ عَلِيمٌ (28) لَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أَنْ تَدْخُلُوا بُيُوتًا غَيْرَ مَسْكُونَةٍ فِيهَا مَتَاعٌ لَكُمْ وَاللَّهُ يَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا تَكْتُمُونَ (29)}.
27- Ey iman edenler! Kendi evlerinizin dışındaki
(yabancı) evlere izin alıp o ev halkına selâm vermeden girmeyin. Bu, sizin için daha hayırlıdır. Olur ki düşünüp öğüt alırsınız.
28- Eğer o
(yabancı evlerde) kimseyi bulamazsanız size izin verilinceye kadar oralara girmeyin. Eğer size
“Geri dönün” denirse, geri dönün. Bu, sizin için daha nezihtir. Allah yaptıklarınızı çok iyi bilir.
29- Oturulmayan ve içlerinde size ait eşya/fayda bulunan evlere
(izinsiz) girmenizde ise size bir günah yoktur. Allah, açığa vurduklarınızı da gizlediklerinizi de bilir.
#
{27} يُرشد الباري عبادَه المؤمنين أن لا يدخُلوا بيوتاً غير بيوتهم بغيرِ استئذانٍ؛ فإنَّ في ذلك عدَّةَ مفاسدَ:
منها: ما ذكرهُ الرسولُ - صلى الله عليه وسلم -: حيث قال: «إنَّما جُعِلَ الاستئذانُ من أجل البصرِ» ؛ فبسبب الإخلال به يقع البصر على العوراتِ التي داخل البيوت؛ فإنَّ البيت للإنسان في ستر عورةِ ما وراءه بمنزلة الثوبِ في ستر عورةِ جسدِهِ.
ومنها: أنَّ ذلك يوجب الرِّيبةَ من الداخل، ويتَّهم بالشرِّ سرقةٍ أو غيرها؛ لأنَّ الدُّخول خفيةً يدلُّ على الشرِّ، ومنع الله المؤمنين من دخول غير بيوتهم {حتى تَسْتَأنِسوا }؛ أي: تستأذنوا، سمى الاستئذانَ استئناساً؛ لأنَّ به يحصُلُ الاستئناس، وبعدمه تحصُل الوحشةُ، {وتُسَلِّموا على أهلها}: وصفة ذلك ما جاء في الحديث: «السلام عليكم، أأدخل؟». {ذلكم}؛ أي: الاستئذان المذكور {خيرٌ لكم لعلَّكم تَذَكَّرون}: لاشتماله على عدَّة مصالح، وهو من مكارم الأخلاق الواجبة؛ فإن أذن؛ دخل المستأذن.
27. Yüce Yaratıcı mü’min kullarına irşadda bulunarak kendi evleri dışındaki evlere izin almaksızın girmemelerini emretmektedir. Çünkü izinsiz başkasının evine girmenin pek çok kötü sonucu vardır.
Bunlardan birisini Allah Rasûlü şu buyruğu ile söz konusu etmektedir: “İzin istemek, ancak (ev sahiplerinin görülmesinin arzulamadıkları hallerinin) görülmesi(ni önlemek) için emredilmiştir.” İzin istememe dolayısı ile evlerin içerisinde görülmesi istenmeyen haller göze çarpar. Ev, içindekileri örtüp saklama hususunda elbisenin insanın bedenindeki avreti örtmesine benzer. İzin istemenin bir diğer sebebi, izinsiz giren kimsenin hırsızlık veya buna benzer kötü bir itham ve şüphe altında kalmasını gerektirmesidir. Çünkü gizlice bir yere girmek, kötülük yapmak istemenin delilidir. İşte Yüce Allah, mü’minlere kendi evlerinin dışındaki evlere
“izin alıp o ev halkına selâm vermeden” girmeyi yasaklamaktadır. İzin almaya âyet-i kerimede
(ısınma, ünsiyet sağlama anlamında) “istinas” denmesinin sebebi, bu yolla ünsiyetin husule gelmesi, izin almaksızın ise soğukluk ve ürkmenin söz konusu olması dolayısıyladır. İzin alıp hane halkına selam vermek, hadis-i şerifte geçtiği üzere: “Esselamu aleykum, girebilir miyim?” demek sûreti ile olur.
“Bu” sözü geçen şekilde izin istemek “sizin için daha hayırlıdır. Olur ki düşünüp öğüt alırsınız.” Çünkü bunun birçok faydası vardır ve bu, sahip olunması gereken ahlâkî erdemlerdendir. Eğer kendisinden izin istenen kişi izin verirse, izin talep eden de içeri girer.
#
{28} {فإن لم تجدوا فيها أحداً}: فلا تدخلوا فيها {حتى يُؤْذَنَ لكم وإن قيلَ لكم ارجِعوا فارجِعوا}؛ أي: فلا تمتنعوا من الرُّجوع ولا تغضبوا منه؛ فإنَّ صاحب المنزل لم يمنَعْكم حقًّا واجباً لكم، وإنَّما هو متبرعٌ؛ فإنْ شاء أذن أو منع؛ فأنتم لا يأخذ أحدكم الكبرُ والاشمئزازُ من هذه الحال؛ {هو أزكى لكم}؛ أي: أشدُّ لتطهيركم من السيئاتِ وتنميتكم بالحسنات. {والله بما تعملونَ عليم}: فيجازي كلَّ عامل بعملِهِ من كثرةٍ وقلَّةٍ وحسنٍ وعدمِهِ.
28.
“Eğer o (yabancı evlerde) kimseyi bulamazsanız size izin verilinceye kadar oralara girmeyin. Eğer size “Geri dönün” denirse, geri dönün.” Geri dönmemezlik etmeyin, bundan dolayı da kızıp öfkelenmeyin. Çünkü ev sahibi, sizin yerine getirilmesi gereken bir hakkınızı engellemiş değildir. O, bağışta bulunan kişi durumundadır. Dilerse izin verir, dilemezse vermez. Öyleyse sizden herhangi bir kimse böyle bir halden dolayı kibirlenip de kızmasın. Çünkü
“bu, sizin için daha nezihtir.” Kötülüklerden arınıp temizlenmeniz ve iyiliklerle bezenmeniz için daha uygundur.
“Allah, yaptıklarınızı çok iyi bilir.” Ve herkese az olsun, çok olsun, iyi olsun kötü olsun, ne amel yaptıysa onun karşılığını verecektir.
#
{29} هذا الحكم في البيوت المسكونة سواء كان فيها متاعٌ للإنسان أم لا، وفي البيوت غير المسكونة التي لا متاع فيها للإنسان، وأما البيوتُ التي ليس فيها أهلُها، وفيها متاعُ الإنسان المحتاج للدخول إليه، وليس فيها أحدٌ يتمكَّن من استئذانه، وذلك كبيوت الكراء وغيرها؛ فقد ذكرها بقوله: {ليس عليكم جُناحٌ}؛ أي: حرجٌ وإثمٌ؛ دلَّ على أنَّ الدُّخول من غير استئذان في البيوت السابقة أنه محرَّم وفيه حرج {أن تدخُلوا بيوتاً غير مسكونةٍ فيها متاعٌ لكم}: وهذا من احترازاتِ القرآن العجيبةِ؛ فإنَّ قولَه: {لا تدخُلوا بيوتاً غير بيوتكم}: لفظٌ عامٌّ في كل بيت ليس ملكاً للإنسان، أخرج منه تعالى البيوتَ التي ليست ملكَه وفيها متاعُهُ وليس فيها ساكنٌ، فأسقط الحرج في الدُّخول إليها. {والله يعلم ما تُبدونَ وما تكتُمون}: أحوالَكم الظاهرةَ والخفيَّة، وعلم مصالِحَكُم؛ فلذلك شَرَعَ لكم ما تحتاجون إليه وتضطرُّون من الأحكام الشرعيَّة.
29. Bu, fiilen mesken olarak kullanılan evlere dair hükümdür. İnsanın orada eşyasının bulunması ile bulunmaması arasında fark yoktur. Yine mesken olarak kullanılmayan ama insanın eşyası bulunmayan evler için de hüküm böyledir. Ev halkı bulunmayan, içinde kişiye ait eşyaların bulunduğu, oraya girme gereği duymakla birlikte kendilerinden izin alması mümkün olacak kimse bulunmayan evlere gelince -mesela ücret ödeyerek ve benzeri yollarla tutulup kalınan kiralık evler
(otel vb.) buna örnektir-
bunlar hakkında Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Oturulmayan ve içlerinde size ait eşya/fayda bulunan evlere (izinsiz) girmenizde ise size bir günah yoktur.” Bu, daha önce sözü edilen evlere izinsiz girmenin haram ve günah olduğuna delildir.
Yüce Allah’ın: “Oturulmayan ve içlerinde size ait eşya/fayda bulunan evler” tabiri, Kur’ân-ı Kerîm’in hayret verici kayıtlı ifadelerinden birisidir. Çünkü daha önce geçen
“kendi evlerinizin dışındaki evlere” buyruğu, insanın mülkiyetinde bulunmayan bütün evleri kapsayan umumi bir lafızdır. Bu âyet-i kerimedeki kayıt ile Yüce Allah, kişinin kendi mülkü altında olmamakla birlikte içinde kendisine ait eşya/fayda bulunan ve orada oturan kimselerin olmadığı evleri bu umumi lafzın dışına çıkarmakta ve bu gibi evlere izinsiz girmekten vebali kaldırmaktadır.
“Allah, açığa vurduklarınızı da gizlediklerinizi de bilir.” Gizli ve açık bütün hallerinizi bilir. Sizin maslahatınıza olan şeyleri de bilir. Bu yüzden size gerek duyduğunuz ve sizin için zorunlu bulunan şer’î hükümler buyurmuştur.
{قُلْ لِلْمُؤْمِنِينَ يَغُضُّوا مِنْ أَبْصَارِهِمْ وَيَحْفَظُوا فُرُوجَهُمْ ذَلِكَ أَزْكَى لَهُمْ إِنَّ اللَّهَ خَبِيرٌ بِمَا يَصْنَعُونَ (30)}.
30- Mü’min erkeklere söyle de gözlerini sakınsınlar ve mahrem yerlerini korusunlar. Bu, onlar için daha temizdir. Şüphe yok ki Allah, onların yaptıklarından çok iyi haberdardır.
#
{30} أي: أرشدِ المؤمنين وقُلْ لهم: الذين معهم إيمانٌ يمنعُهم من وقوع ما يُخِلُّ بالإيمان {يغضُّوا من أبصارِهم}: عن النظر إلى العورات وإلى النساء الأجنبيَّات وإلى المُرْدانِ، الذين يُخاف بالنظرِ إليهم الفتنة وإلى زينة الدُّنيا التي تفتنُ وتوقِعُ في المحذور. {ويحفَظُوا فروجَهم}: عن الوطء الحرام في قُبُل أو دُبُر أو ما دونَ ذلك وعن التمكين من مسِّها والنظر إليها. {ذلك}: الحفظُ للأبصار والفروج {أزكى لهم}: أطهرُ وأطيبُ وأنمى لأعمالهم؛ فإنَّ من حَفِظَ فرجَه وبصرَه؛ طَهُرَ من الخَبَثِ الذي يتدنَّس به أهلُ الفواحش، وزَكَتْ أعمالُه بسبب تركِ المحرَّم الذي تطمعُ إليه النفس وتدعو إليه؛ فمن تَرَكَ شيئاً لله؛ عوَّضَه الله خيراً منه، ومن غضَّ بصره عن المحرم أنار الله بصيرتَه، ولأنَّ العبد إذا حَفِظَ فرجَه وبصرَه عن الحرام ومقدّماته مع دواعي الشهوة؛ كان حفظُه لغيرِهِ أبلغَ، ولهذا سمَّاه الله حفظاً؛ فالشيء المحفوظُ إن لم يجتهدْ حافظُهُ في مراقبتِهِ وحفظِهِ وعمل الأسباب الموجبة لحفظِهِ؛ لم يَنْحَفِظْ، كذلك البصر والفرج إن لم يجتهدِ العبدُ في حفظِهِما؛ أوقعاه في بلايا ومحنٍ.
وتأمَّل كيف أمر بحفظِ الفرج مطلقاً لأنَّه لا يُباح في حالةٍ من الأحوال، وأما البصرُ؛ فقال: {يَغُضُّوا مِنْ أبصارِهم}: أتى بأداة مِنْ الدالَّة على التبعيض؛ فإنَّه يجوز النظر في بعض الأحوال لحاجةٍ؛ كنظر الشاهدِ والمعامل والخاطبِ ونحو ذلك. ثم ذكَّرهم بعلمِهِ بأعمالهم ليجتهِدوا في حفظ أنفسِهِم من المحرَّمات.
30. Yani sen,
beraberlerinde imanı ihlal edici şeylerden kendilerini alıkoyacak bir iman bulunan o mü’minleri irşad ederek de ki: Başkalarının avretlerine, yabancı kadınlara, kendilerine bakmakla fitneye düşülmekten korkulan tüysüz gençlere, kişiyi fitneye ve sakıncalı hallere düşüren dünya zînetine bakmaktan
“gözlerini sakınsınlar ve mahrem yerlerini” ön veya arka yoldan haram bir ilişki kurmaktan yahut bunların daha altındaki ilişkilerden ya da başkalarına onlara dokunma veya bakma imkânını vermekten
“korusunlar. Bu” gözleri ve mahrem yerleri korumak
“onlar için daha temizdir.” Daha hoş ve güzeldir, amellerini daha bir iyileştiricidir. Şüphesiz mahrem yerini ve gözünü koruyan bir kimse, hayasızlıklar işleyen kimselerin kirlenmelerine sebep olan pisliklerden arınmış olur. Haramı terk etmek dolayısı ile de amelleri tertemiz olup iyiye gider. Çünkü nefis harama tamah eder, haramı işlemeye çağırır. Allah için bir şeyi terk edene, Allah onun yerine ondan hayırlısını ihsan eder. Gözünü haramdan koruyan kimsenin Allah, basiretini nurlandırır. Diğer taraftan mahrem yerini ve gözünü haramdan ve harama önayak olan hususlardan -bunlara istek duyuran sebeplere rağmen- koruyan bir kimse, elbetteki başka hususları daha ileri derecede korur. Bundan dolayı Yüce Allah, burada
“muhafaza etmek/korumak” tabirini kullanmıştır. Muhafaza altında bulunan bir şeyi kişi, eğer kollayıp gözetmek ve korumakta bütün gayretini ortaya koymayacak, onu korumak için gerekli sebepleri yerine getirmeyecek olursa o şey korunmuş olmaz. İşte göz ve mahrem yer de böyledir. Kul, bunları korumakta gayret göstermeyecek olursa onlar da kulu türlü bela ve sıkıntılara düşürürler. Burada Yüce Allah’ın, mahrem yerinin korunmasını kayıtsız şartsız olarak emrettiği üzerinde dikkatle duralım. Çünkü mahrem yerinin korunmaması hiçbir halde mubah değildir.
Buna karşılık göz ile ilgili olarak Yüce Allah: “Gözlerini sakınsınlar” diye buyurmuş ve kısmîliğe
(bakışların bir kısmına) delâlet eden “من” edatını getirmiştir. Çünkü bazı hallerde ihtiyaç sebebi ile bakmak caizdir. Şahidin,
(ticari, hukuki vb. bir) muamelede bulunanın, evlenmek üzere bir kıza talip olanın vb. kimselerin bakması gibi.
aha sonra Yüce Allah, mü’min kullara neler yaptıklarını bildiğini hatırlatmaktadır ki böylelikle kendilerini haramlardan korumakta tam anlamı ile gayretlerini ortaya koysunlar.
{وَقُلْ لِلْمُؤْمِنَاتِ يَغْضُضْنَ مِنْ أَبْصَارِهِنَّ وَيَحْفَظْنَ فُرُوجَهُنَّ وَلَا يُبْدِينَ زِينَتَهُنَّ إِلَّا مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَلْيَضْرِبْنَ بِخُمُرِهِنَّ عَلَى جُيُوبِهِنَّ وَلَا يُبْدِينَ زِينَتَهُنَّ إِلَّا لِبُعُولَتِهِنَّ أَوْ آبَائِهِنَّ أَوْ آبَاءِ بُعُولَتِهِنَّ أَوْ أَبْنَائِهِنَّ أَوْ أَبْنَاءِ بُعُولَتِهِنَّ أَوْ إِخْوَانِهِنَّ أَوْ بَنِي إِخْوَانِهِنَّ أَوْ بَنِي أَخَوَاتِهِنَّ أَوْ نِسَائِهِنَّ أَوْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُنَّ أَوِ التَّابِعِينَ غَيْرِ أُولِي الْإِرْبَةِ مِنَ الرِّجَالِ أَوِ الطِّفْلِ الَّذِينَ لَمْ يَظْهَرُوا عَلَى عَوْرَاتِ النِّسَاءِ وَلَا يَضْرِبْنَ بِأَرْجُلِهِنَّ لِيُعْلَمَ مَا يُخْفِينَ مِنْ زِينَتِهِنَّ وَتُوبُوا إِلَى اللَّهِ جَمِيعًا أَيُّهَ الْمُؤْمِنُونَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ (31)}.
31- Mü’min kadınlara söyle de gözlerini sakınsınlar ve mahrem yerlerini korusunlar. Kendiliğinden görünen kısmı hariç zinetlerini
(erkeklere) göstermesinler ve başörtülerini de yakalarının üzerine salsınlar. Zînetlerini kocalarından, babalarından, kocalarının babalarından, oğullarından, kocalarının
(başka kadınlardan olma) oğullarından, erkek kardeşlerinden, erkek kardeşlerinin oğullarından, kızkardeşlerinin oğullarından, kendi kadınlarından, kölelerinden, kadınlara karşı arzusu olmayan erkeklerden ve kadınların avret yerlerini henüz anlamayan erkek çocuklardan başkasına göstermesinler. Gizledikleri zinetleri bilinsin diye de ayaklarını vurmasınlar. Ey iman edenler! Hep birlikte Allah’a tevbe edin ki kurtuluşa eresiniz.
#
{31} لما أمر المؤمنين بغضِّ الأبصار وحفظ الفروج؛ أمر المؤمناتِ بذلك، فقال: {وقُل للمؤمنات يَغْضُضْنَ من أبصارِهِنَّ}: عن النظر إلى العورات والرجال بشهوةٍ ونحو ذلك من النظر الممنوع. {ويَحْفَظْنَ فروجَهُنَّ}: من التمكين من جماعها أو مسِّها أو النظر المحرَّم إليها، {ولا يُبْدينَ زينَتَهُنَّ}: كالثياب الجميلة والحلي وجميع البدن كلِّه من الزينة. ولما كانت الثيابُ الظاهرة لا بدَّ لها منها؛ قال: {إلاَّ ما ظَهَرَ منها}؛ أي: الثياب الظاهرة التي جرتِ العادةُ بلبسها إذا لم يكنْ في ذلك ما يدعو إلى الفتنة بها، {وَلْيَضْرِبْنَ بخُمُرِهِنَّ على جيوبهنَّ}: وهذا لكمال الاستتار.
ويدلُّ ذلك على أن الزينةَ التي يحرُمُ إبداؤها يدخل فيها جميعُ البدن كما ذكرنا.
ثم كرَّر النهي عن إبداء زينتهن؛ ليستثني منه قوله: {إلاَّ لِبُعولَتِهِنَّ}؛ أي: أزواجهنَّ، {أو آبائهنَّ أو آباء بعولتهنَّ}: يشمل الأبَ بنفسه والجدَّ وإنْ علا، [{أو أبنائهنَّ أو أبناءِ بُعُولَتِهِنّ}: ويدخل فيه الأبناء، أو أبناء البعولة مهما نزلوا]، {أو إخوانهنَّ أو بني إخوانهنَّ}: أشقاء أو لأب أو لأم. {أو بني أخواتِهِنَّ أو نسائهنَّ}؛ أي: يجوز للنساء أن يَنْظُرَ بعضُهُنَّ إلى بعض مطلقاً، ويُحتمل أنَّ الإضافة تقتضي الجنسية؛ أي: النساء المسلمات اللاتي من جنسكنَّ؛ ففيه دليلٌ لِمَنْ قال: إنَّ المسلمةَ لا يجوزُ أن تَنْظُرَ إليها الذِّمِّيَّةُ، {أو ما ملكتْ أيمانُهُنَّ}: فيجوز للمملوك إذا كان كلُّه للأنثى أن يَنْظُرَ لسيِّدَتِه ما دامت مالكةً له كلَّه؛ فإذا زال الملكُ أو بعضُه؛ لم يجزِ النظر، {أو التابعينَ غيرِ أولي الإرْبَةِ من الرجال}؛ أي: [أو] الذين يَتْبَعونَكم ويتعلَّقون بكم من الرجال الذين لا إربةَ لهم في هذه الشهوة؛ كالمعتوه الذي لا يدري ما هنالك، وكَالْعِنِّين الذي لم يبقَ له شهوةٌ لا في فرجه ولا في قلبه؛ فإنَّ هذا لا محذورَ من نظرِهِ. {أو الطفل الذين لم يَظْهَروا على عوراتِ النساءِ}؛ أي: الأطفال الذين دونَ التمييزِ؛ فإنَّه يجوز نَظَرُهم للنساء الأجانب، وعلَّل تعالى ذلك بأنَّهم {لم يظهروا على عورات النساءِ}؛ أي: ليس لهم علمٌ بذلك، ولا وجدتْ فيهم الشهوةُ بعدُ، ودلَّ هذا أنَّ المميِّز تستترُ منه المرأةُ؛ لأنَّه يظهرُ على عوراتِ النساء.
{ولا يَضْرِبنَ بأرجلهنَّ لِيُعْلَمَ ما يُخفينَ من زينتهنَّ}؛ أي: لا يَضْرِبْنَ الأرض بأرجُلِهِنَّ ليصوِّتَ ما عليهنَّ من حلي كخلاخل وغيرها، فَتُعْلَمَ زينتُها بسببه، فيكونَ وسيلةً إلى الفتنة.
ويؤخَذُ من هذا ونحوه قاعدةُ سدِّ الوسائل، وأن الأمر إذا كان مباحاً ولكنَّه يفضي إلى محرم أو يُخاف من وقوعه؛ فإنَّه يمنع منه. فالضَّرْبُ بالرجل في الأرض الأصلُ أنَّه مباحٌ، ولكن لما كان وسيلةً لعلم الزينة؛ منع منه.
ولما أمر تعالى بهذه الأوامر الحسنة، ووصَّى بالوصايا المستحسنة، وكان لا بدَّ من وقوع تقصيرٍ من المؤمن بذلك؛ أمر الله تعالى بالتوبة، فقال: {وتوبوا إلى الله جميعاً أيُّها المؤمنون}، [لأن المؤمنَ يدعوه إيمانه إلى التوبة]. ثم علَّق على ذلك الفلاح، فقال: {لعلَّكم تفلحونَ}: فلا سبيلَ إلى الفلاح إلاَّ بالتوبة، وهي الرجوع مما يكرهُهُ الله ظاهراً وباطناً إلى ما يحبُّه ظاهراً وباطناً. ودلَّ هذا أنَّ كلَّ مؤمن محتاجٌ إلى التوبة؛ لأنَّ الله خاطب المؤمنين جميعاً. وفيه الحثُّ على الإخلاص بالتوبة في قوله: {وتوبوا إلى الله}؛ أي: لا لمقصد غير وجهه من سلامةٍ من آفات الدُّنيا أو رياءٍ وسمعة، أو نحو ذلك من المقاصد الفاسدة.
31. Yüce Allah,
mü’min erkeklere gözlerini haramdan sakınıp mahrem yerlerini korumalarını emrettikten sonra mü’min kadınlara da aynı şekilde emir vererek şöyle buyurmaktadır: “Mü’min kadınlara söyle de gözlerini” avretlere ve şehvetle yabancı erkeklere bakmaktan vb. yasak bakışlardan
“sakınsınlar ve mahrem yerlerini” kendilerine haram olan kimselere cima etme yahut dokunma veya bakma imkânını vermeyerek
“korusunlar. Kendiliğinden görünen kısmı hariç zinetlerini göstermesinler.” Güzel elbiseler, zinet eşyaları ve bedenin tümü zinete dahildir. Dışa giyilen elbiselerin görünmesi kaçınılmaz olduğundan dolayı
“kendiliğinden görünen kısmı hariç” buyrulmuştur. Yani giyilmesi âdet haline gelmiş olup fitneyi çağrıştıran bir özellik taşımayan dış elbiseler müstesnadır.
“Başörtülerini de yakalarının üzerine salsınlar.” Bu ise tesettüre bürünmenin mükemmel olması içindir. Ayrıca bu, açığa çıkarılması haram olan zînetin kapsamına belirttiğimiz gibi bedenin tümünün dahil olduğunun da delilidir.
aha sonra Yüce Allah,
zînetlerini açığa çıkarma yasağını tekrar söz konusu etmekte ve buna şu istisnaları getirmektedir: “Zînetlerini kocalarından, babalarından, kocalarının babalarından” bu, hem bizzat babayı, hem ne kadar yukarı çıkarsa çıksın dedeleri kapsar,
“oğullarından, kocalarının (başka kadınlardan olma) oğullarından” buna öz ve üvey oğullarla tüm erkek torunlar dahildir
“erkek kardeşlerinden, erkek kardeşlerinin oğullarından” ister anne baba bir kardeş olsunlar, ister baba bir, isterse de anne bir kardeş olsunlar fark etmez;
“kızkardeşlerinin oğullarından, kendi kadınlarından,” Kadınların birbirlerine bakmaların mutlak olarak caizdir. Ancak buradaki
“kendi kadınlarından” ifadesinin aynı cinsten olma anlamına gelme ihtimali vardır. Yani
“sizin cinsinizden olan müslüman kadınlar” demektir. Bu da zimmi kadının müslüman kadına bakması caiz değildir, diyenlerin görüşlerine delildir.
“kölelerinden” köle bütünü ile kadına ait ise o kölenin hanımefendisine bakması -kadın o kölenin tek sahibi olduğu sürece- caizdir. Ancak bu mülkiyet, kısmen veya tamamen ortadan kalkarsa artık kölenin ona bakması caiz olmaz.
“Kadınlara karşı arzusu olmayan erkeklerden” yani
(yemek vb. bir şeyler almak ümidiyle) sizin ardınızdan gelip peşinize takılan ancak kadınlara hiçbir arzu ve isteği bulunmayan, avretin mahiyetini anlamayan kadar bunak, ne fercinde ne de kalbinde böyle bir arzu bulunmayan iktidarsız kimseler ve benzerlerinin kadınlara bakmalarında bir sakınca yoktur.
“Ve kadınların avret yerlerini henüz anlamayan erkek çocuklardan” yani henüz temyiz yaşına gelmemiş erkek çocukların yabancı kadınlara bakmaları caizdir. Yüce Allah, buna sebep olarak kadınların avretlerini henüz anlayamamalarını göstermektedir. Yani bu hususta herhangi bir bilgileri bulunmuyor ve henüz şehvetleri uyanmıyor ise bunda bir mahzur yoktur. Bu buyruk, temyiz yaşına gelmiş çocuğa karşı yabancı kadının tesettüre riâyet etmesi gerektiğine delildir. Çünkü bu gibi kimseler, kadınların avretlerini fark edebilecek yaştadır. İşte zinetlerini bu sayılanlardan
“başkasına göstermesinler. Gizledikleri zînetleri bilinsin diye de ayaklarını vurmasınlar.” Yani takındıkları halhal vb. zinet eşyaları, ses çıkartıp da bu yolla zînetlerinin farkına varılarak fitneye vesile olmaması için ayaklarını yere vurmasınlar. Bu ve benzeri buyruklardan, seddu’z-zerâî’ kaidesi anlaşılmaktadır. Yani bir iş, mübah olmakla beraber eğer harama götürüyor ise yahut harama götürmesinden korkuluyor ise yasaklanır. Yere ayakları vurmak, aslında mübahtır. Ancak zînetin bilinmesine götüren bir yol olmasından ötürü yasaklanmıştır.
anı Yüce Allah, bunca güzel emirleri buyurduktan, bu güzel tavsiyelerini yaptıktan sonra -bu hususlarda mü’min kimselerin birtakım kusurlarının bulunması kaçınılmaz olduğundan dolayı-
mü’minlere tevbe etmelerini emrederek şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Hep birlikte Allah’a tevbe edin.” Çünkü imanı mümini tevbeye çağırır. Daha sonra da kurtuluşun buna bağlı olduğunu belirterek
“ki kurtuluşa eresiniz” buyurmaktadır. Tevbe olmadan kurtuluşa imkân yoktur. Tevbe ise Allah’ın zahiren ve batınen hoşlanmadığı şeylerden, zahiren ve batınen sevdiği şeylere dönmek demektir. Bu buyruk, her bir mü’minin tevbe etmeye ihtiyacı bulunduğunun delilidir. Çünkü Yüce Allah, bütün mü’minlere hitap etmektedir. Ayrıca
“Allah’a tevbe edin” buyruğunda tevbenin ihlâs ile yapılması da teşvik edilmektedir. Yani dünya musibetlerinden kurtulmak yahut riyakârlık gibi bozuk bir amaçla tevbe etmeyin; yalnızca Allah için tevbe edin, demektir.
{وَأَنْكِحُوا الْأَيَامَى مِنْكُمْ وَالصَّالِحِينَ مِنْ عِبَادِكُمْ وَإِمَائِكُمْ إِنْ يَكُونُوا فُقَرَاءَ يُغْنِهِمُ اللَّهُ مِنْ فَضْلِهِ وَاللَّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ (32) وَلْيَسْتَعْفِفِ الَّذِينَ لَا يَجِدُونَ نِكَاحًا حَتَّى يُغْنِيَهُمُ اللَّهُ مِنْ فَضْلِهِ وَالَّذِينَ يَبْتَغُونَ الْكِتَابَ مِمَّا مَلَكَتْ أَيْمَانُكُمْ فَكَاتِبُوهُمْ إِنْ عَلِمْتُمْ فِيهِمْ خَيْرًا وَآتُوهُمْ مِنْ مَالِ اللَّهِ الَّذِي آتَاكُمْ وَلَا تُكْرِهُوا فَتَيَاتِكُمْ عَلَى الْبِغَاءِ إِنْ أَرَدْنَ تَحَصُّنًا لِتَبْتَغُوا عَرَضَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَمَنْ يُكْرِهْهُنَّ فَإِنَّ اللَّهَ مِنْ بَعْدِ إِكْرَاهِهِنَّ غَفُورٌ رَحِيمٌ (33)}.
32- İçinizden evli olmayanları, köle ve cariyelerinizden de salih/elverişli olanları evlendirin. Eğer onlar fakir iseler Allah onları lütfu ile zengin kılar. Allah lütfu bol olandır, her şeyi bilendir.
33- Evlenme imkanı bulamayanlar da Allah, lütfundan kendilerine zenginlik verinceye kadar iffetlerini korusunlar. Sahip olduğunuz köle ve cariyeler arasından mükâtebe
(bir bedel karşılığında özgürlüklerini satın almak üzere anlaşma) yapmak isteyenlerle -eğer onlarda bir hayır görürseniz- mükâtebe yapın ve onlara Allah’ın size verdiği maldan verin. İffetlerini korumak isteyen cariyelerinizi dünya hayatının geçici menfaatini elde etmek için fuhşa zorlamayın. Kim onları
(fuhşa) zorlarsa şüphe yok ki Allah, onların zorlanmalarından sonra çok bağışlayıcı ve pek merhametlidir.
#
{32} يأمر تعالى الأولياء والأسيادَ بإنكاح مَنْ تحتَ ولايَتِهِم من الأيامى، وهم مَنْ لا أزواجَ لهم من رجالٍ ونساءٍ ثِيْبٍ وأبكارٍ، فيجب على القريب وولي اليتيم أن يزوِّجَ مَنْ يحتاجُ للزواج ممَّن تجبُ نفقته عليه، وإذا كانوا مأمورين بإنكاح مَنْ تحتَ أيديهم؛ كان أمرُهم بالنِّكاح بأنفسهم من باب أولى. {والصالحين من عبادِكُم وإمائِكُم}: يُحتمل أنَّ المرادَ بالصالحين صلاحُ الدين، وأنَّ الصالح من العبيد والإماءِ ـ وهو الذي لا يكون فاجراً زانياً ـ مأمورٌ سيِّده بإنكاحه جزاءً له على صلاحِهِ وترغيباً له فيه، ولأنَّ الفاسد بالزِّنا منهيٌّ عن تزوُّجه، فيكون مؤيِّداً للمذكور في أول السورة أنَّ نِكاح الزاني والزانية محرمٌ حتى يتوبَ، ويكون التخصيصُ بالصلاح في العبيد والإماء دونَ الأحرارِ؛ لكثرة وجود ذلك في العبيد عادة.
ويُحتمل أنَّ المرادَ بالصَّالحين الصَّالحين للتزوُّج المحتاجين إليه من العبيد والإماء، يؤيِّدُ هذا المعنى أنَّ السيِّد غير مأمورٍ بتزويج مملوكِهِ قبل حاجتِهِ إلى الزواج، ولا يبعُدُ إرادةُ المعنييْنِ كليهما. والله أعلم. وقوله: {إن يكونوا فقراءَ}؛ أي: الأزواج والمتزوِّجين، {يُغْنِهِمُ الله من فضلِهِ}: فلا يمنعكم ما تتوهَّمون من أنَّه إذا تزوَّج افتقر بسبب كَثْرَةِ العائلة ونحوه.
وفيه حثٌّ على التزوُّج ووعدٌ للمتزوِّج بالغنى بعد الفقر. {والله واسعٌ}: كثير الخير عظيمُ الفضل. {عليمٌ}: بمن يستحقُّ فضلَه الدينيَّ والدنيويَّ أو أحدَهما ممَّن لا يستحقُّ، فيعطي كلًّا ما علمه، واقتضاه حكمه.
32. Yüce Allah, velilere ve efendilere velâyetleri altında bulunan -ister bekâr, ister dul, ister erkek ister kadın olsun- evli olmayan kimseleri evlendirmelerini emretmektedir. Bu yüzden akrabanın ve yetimin velisi olan kimselerin, nafakasını karşılamakla yükümlü oldukları kimseler içinde evlenmeye ihtiyacı olanları evlendirmesi gerekir. Velayetleri altında bulunan kimseleri evlendirmekle emrolunduklarına göre kendi kendilerinin evlenmelerinin emredilmesi öncelikle söz konusudur.
“Köle ve cariyelerinizden de salih/elverişli olanları evlendirin” buyruğunda
“salih/elverişli” olanlardan, dinen salih olanların kastedilmiş olması ihtimal dahilindedir. Buna göre ahlaksız ve zinakar olmayan salih köle ve cariyeleri, efendileri evlendirmekle memurdur. Bu da onun salih oluşunun bir mükâfatı ve onu salih olmaya bir teşviktir. Zira zina eden facir bir kimsenin evlendirilmesi yasak kılınmıştır. Bu yüzden bu buyruk, sûrenin baş tarafında sözü edilen zina eden erkek ve kadınların nikâhlanmalarının -tevbe edinceye kadar- haram olduğu yönündeki hükmü teyit etmektedir.
“Salih” olmanın köleler ve cariyeler hakkında özellikle zikredilerek hürler hakkında söz konusu edilmemesi, genelde köleler arasında “salih” olmayışın çokça söz konusu olmasından dolayıdır.
“Salih” sözü ile evlenmeye elverişli ve ona ihtiyacı bulunan köle ve cariyelerin kastedilmiş olma ihtimali de vardır. Bu anlamı, efendinin kölesini evlenmeye ihtiyacı olmadan önce evlendirmekle memur olmaması da teyit etmektedir. Her iki mananın bir arada kastedilmiş olması da uzak bir ihtimal değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
“Eğer onlar” kocalar ve evlenenler
“fakir iseler Allah onları lütfu ile zengin kılar” Öyleyse bunlar evlenecek olurlarsa, bakmaları gereken çoluk çocukları olacağından ötürü fakir düşecekleri vehmi sizi onları evledirmekten alıkoymasın. Bu buyruk, evliliğe teşvik ve evlenen kimsenin fakir ise zengin olacağına dair bir vaadi içermektedir.
“Allah lütfu bol olandır.” İhsanı çok ve hayırları pek büyük olandır.
“Her şeyi bilendir.” Dinî ve dünyevî lütfuna yahut bunlardan birine kimin layık olduğunu ve kimin layık olmadığını çok iyi bilir. Herkese de ilim ve hikmetinin gereğine göre verir.
#
{33} {وليستعفِفِ الذين لا يَجِدون نكاحاً حتى يُغنيهم الله من فضلِهِ}: هذا حكم العاجز عن النِّكاح، أمره الله أن يستعففَ؛ أنْ يكفَّ عن المحرَّم ويفعلَ الأسبابَ التي تكفُّه عنه، من صرف دواعي قلبه بالأفكارِ التي تخطُرُ بإيقاعِهِ فيه، ويفعل أيضاً كما قال النبيُّ - صلى الله عليه وسلم -: «يا معشر الشباب! من استطاعَ منكم الباءةَ؛ فليتزوَّجْ، ومنْ لم يستَطِعْ؛ فعليه بالصَّوم، فإنَّه له وجاء». وقوله: {الذين لا يَجِدون نكاحاً}؛ أي: لا يقدرون نكاحاً: إما لفقرهم، أو فقر أوليائهم وأسيادهم، أو امتناعهم من تزويجهم، وليس لهم قدرةٌ على إجبارهم على ذلك. وهذا التقدير أحسنُ من تقدير مَنْ قَدَّر لا يجدونَ مهر نكاح، وجعلوا المضاف إليه نائباً منابَ المضاف؛ فإنَّ في ذلك محذورين: أحدهما: الحذفُ في الكلام، والأصل عدم الحذف. والثاني: كون المعنى قاصراً على مَنْ له حالان: حالةُ غنى بمالِهِ، وحالةُ عُدْم، فيخرُجُ العبيد والإماءُ ومَنْ إنكاحُهُ على وليِّهِ كما ذكرنا، {حتى يُغْنِيَهُمُ اللهُ من فضلِهِ}: وعدٌ للمستعفف أنَّ الله سَيُغْنِيه وييسِّرُ له أمره، وأمرٌ له بانتظار الفرج؛ لئلا يشقَّ عليه ما هو فيه.
وقوله: {والذين يبتغونَ الكتاب مما مَلَكَتْ أيمانكُم فكاتِبوهم إن علمتُم فيهم خيراً}؛ أي: من ابتغى وطلب منكم الكتابةَ وأن يَشْتَرِي نفسَه من عبيدٍ وإماءٍ؛ فأجيبوه إلى ما طلب، وكاتبوه، {إنْ علمتُم فيهم}؛ أي: في الطالبين للكتابة {خيراً}؛ أي: قدرة على التكسُّب وصلاحاً في دينه؛ لأنَّ في الكتابة تحصيلَ المصلحتين: مصلحة العِتْق والحريَّة، ومصلحة العوض الذي يبذُلُه في فداء نفسه، وربما جدَّ واجتهد وأدرك لسيِّده في مدَّة الكتابة من المال ما لا يحصُلُ في رقِّه، فلا يكون ضررٌ على السيِّد في كتابتِهِ، مع حصول عظيم المنفعة للعبد؛ فلذلك أمر الله بالكتابة على هذا الوجه أمرَ إيجابٍ؛ كما هو الظاهر، أو أمر استحبابٍ على القول الآخر، وأمر بمعاوَنَتِهِم على كتابَتِهِم؛ لكونهم محتاجين لذلك؛ بسبب أنَّهم لا مال لهم، فقال: {وآتوهم من مال الله الذي آتاكم}؛ يدخل في ذلك أمر سيده الذي كاتبه أن يعطيه من كتابته أو يسقط عنه منها وأمر الناس بمعونتهم، ولهذا جعل الله للمكاتبين قسطاً من الزكاة ورغب في إعطائه بقوله: {من مال الله الذي آتاكم}؛ أي: فكما أن المال مال الله، وإنَّما الذي بأيديكم عطيَّةٌ من الله لكم ومحضُ مِنَّة؛ فأحسنوا لعباد الله كما أحسن الله إليكم.
ومفهومُ الآية الكريمة أنَّ العبد إذا لم يطلبِ الكتابة؛ لا يؤمَرُ سيِّدُه أن يبتدئ بكتابته، وأنَّه إذا لم يعلم منه خيراً؛ بأن عَلِمَ منه عكَسَه: إمَّا أنَّه يعلم أنه لا كَسْبَ له، فيكون بسبب ذلك كَلًّا على الناس ضائعاً، وإمَّا أن يخافَ إذا عُتِق وصار في حريَّةِ نفسِهِ أن يتمكَّن من الفسادِ؛ فهذا لا يؤمر بكتابتِهِ، بل ينهى عن ذلك؛ لما فيه من المحذور المذكور.
ثم قال تعالى: {ولا تكرِهوا فتياتكم}؛ أي: إماءكم {على البِغاءِ}؛ أي: أن تكون زانيةً؛ {إنْ أردنَ تحصُّناً}: لأنه لا يُتَصَوَّر إكراهُها إلاَّ بهذه الحال، وأما إذا لم تُرِدْ تحصُّناً؛ فإنها تكونُ بغيًّا يجبُ على سيِّدها منعُها من ذلك، وإنما هذا نهيٌ لما كانوا يستعمِلونه في الجاهليَّة من كون السيِّد يُجْبِرُ أمَتَه على البغاءِ؛ ليأخذ منها أجرة ذلك، ولهذا قال: {لِتَبْتَغوا عَرَضَ الحياةِ الدُّنيا}: فلا يَليقُ بكم أن تكونَ إماؤكم خيراً منكم وأعفَّ عن الزِّنا وأنتم تفعلونَ بهنَّ ذلك لأجل عَرَضِ الحياة؛ متاع قليل يَعْرِضُ ثم يزولُ؛ فكسبُكم النزاهةَ والنظافةَ والمروءةَ بقطع النظر عن ثوابِ الآخرة وعقابِها أفضلُ من كسبِكُم العَرَضَ القليل الذي يُكْسِبُكُمُ الرذالةَ والخسَّة.
ثم دعا مَنْ جرى منه الإكراه إلى التوبة، فقال: {وَمَن يُكْرِهْهُنَّ فإنَّ الله من بعدِ إكراهِهِنَّ غفورٌ رحيمٌ}: فْليتُبْ إلى الله، ولْيقلعْ عما صدر منه مما يُغْضِبُه؛ فإذا فَعَلَ ذلك؛ غَفَرَ الله ذنوبَه ورَحِمَه؛ كما رَحِمَ نفسه بفكاكها من العذاب، وكما رَحِمَ أمَتَهُ بعدم إكراهِها على ما يضرُّها.
33.
“Evlenme imkanı bulamayanlar da Allah, lütfundan kendilerine zenginlik verinceye kadar iffetlerini korusunlar.” Bu, nikâh imkânı bulamayanın hükmüdür. Yüce Allah, böylesine iffetli kalmayı yani haramdan uzak durup kendisini ondan uzak tutacak sebepleri yerine getirmesini emretmektedir. Kendisini harama düşürecek türden hatırına gelecek düşünceleri, haramı çağrıştıran hususları aklından uzaklaştırmak sûreti ile bu sebepleri yerine getirmelidir.
Aynı şekilde Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in şu tavsiyesini de yapmalıdır: “Ey gençler topluluğu! Sizden evlenmeye gücü yeten kimse evlensin. Evlenme gücü bulamayan kimse ise oruç tutmaya baksın. Çünkü oruç şehveti keser.” Yüce Allah’ın
“evlenme imkanı bulamayanlar” buyruğu, fakirlikleri yahut velilerinin ve efendilerinin fakir olması veya onları evlendirmeyi kabul etmemeleri ve onların da onları bu işe zorlama güçlerinin bulunmadığından dolayı evlenme imkânı bulamayanlar, demektir. Ayete verilen bu mana,
“nikâh için mehir bulamayanlar” şeklinde verilen manadan daha güzeldir. Çünkü bu manayı verenler, aslında muzâfun ileyh’i muzaf’ın yerine geçirmiş oluyorlar.
Bunun ise iki mahzuru vardır: Birincisi, ifadede hazf olduğu kabul edilmiş olur ki ifadede aslolan hazfe gitmemektir. İkincisi, buyruğun anlamı, birisi malı ile zengin olma diğeri de olmama hali olmak üzere iki hale münhasır olur. O takdirde de bizim belirttiğimiz manadaki köleler ve cariyeler ile velisi tarafından evlendirilmesi gerekenler bu ifadenin dışında kalmış olur.
“Allah lütfundan kendilerine zenginlik verinceye kadar” buyruğu da iffetini koruyan kimseleri Yüce Allah’ın zengin kılacağına ve kendilerine işlerinde kolaylık vereceğine dair bir vaattir. Ayrıca içinde bulundukları halin kendilerine zor ve ağır gelmemesi için de sıkıntıdan kurtulacakları vakti beklemeleri yönünde bir emirdir.
“Sahip olduğunuz köle ve cariyeler arasından sizden mükâtebe isteyenler ile -eğer onlarda bir hayır görürseniz- mükatebe yapın.” Yani sizden mükâtebe talebinde bulunarak bir bedel karşılığı hürriyetini satın almak isteyen köle ve cariyelerin bu isteklerini kabul edin ve onlarla mükâtebe anlaşması yapın. Şu şartla ki mükâtebe talebinde bulunanlarda bedellerini kazanabileceklerine ve dinlerinde de salah sahibi olduklarına dair bilginiz olmalıdır.
Çünkü mükatebede iki maslahat söz konusudur: Birisi kölenin azat olması ve hürriyetini kazanması, diğeri kendi hürriyetini satın almak maksadı ile efendisine vereceği bedeli kazanması. Belki bu yolla köle, mükâtebe süresi içerisinde köleliği boyunca elde edemeyeceği pek çok malı kazanabilir. Böylece köle pek büyük bir menfaat elde etmekle birlikte efendisinin de bu mükâtebeden dolayı herhangi bir zararı söz konusu olmaz. Bundan dolayı Yüce Allah, ifadenin zahirinden anlaşıldığı üzere mükâtebe yapmayı farziyet ifade eden emir kipi ile dile getirmiştir. Bir diğer görüşe göre buradaki emir, müstehablık ifade eder. Ayrıca Yüce Allah mükatebe bedelleri konusunda onlara yardımcı olmayı da emretmektedir. Çünkü onların buna gerçekten ihtiyacı vardır. Zira onların hiçbir malları bulunmamaktadır.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Onlara Allah’ın size verdiği maldan verin.” Bunun kapsamına mükâtebe yapan efendinin mükatebe bedeli olarak köleye bir şeyler vermesi yahut bedelden bir şeyler düşürmesi ve diğer insanlara da bu hususta kölere yardımcı olması girmektedir. Bundan dolayı Yüce Allah, mükâteb kölelere zekâttan bir pay tahsis edilmesini emretmiştir.
Ayrıca: “Allah’ın size verdiği maldan” buyruğu ile de bunun verilmesini teşvik etmiştir. Mal, Allah’ın malı olduğu gibi sizin elinizde bulunan mal da Allah’ın size bir bağışı, O’nun lütuf ve ihsanıdır. Bundan ötürü siz de -Allah size nasıl ihsanda bulundu ise- Allah’ın kullarına öylece iyilikte bulunun. Âyet-i kerimenin mefhumundan anlaşıldığına göre köle, mükatebe talebinde bulunmayacak olursa efendisine kölesi ile mükâtebe yapması emredilmez. Aynı şekilde eğer efendisi kölesinde hayır olmadığını bilirse, mesela kölesinin herhangi bir kazanç kapısının olmadığını bilir ve bunun sonucunda insanlara bir yük olacağından korkarsa yahut da azat edildiği ve hürriyetine kavuştuğu takdirde fesat işleme imkânını bulacağını bilirse böyle bir efendiye bu türden olan kölesi ile mükatebe yapması emredilmez. Aksine sözü edilen sakıncalar dolayısı ile böyle bir mükatebe yasaklanır.
aha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “İffetlerini korumak isteyen cariyelerinizi” -çünkü ancak bu durumda cariyelerin fuhşa zorlanması düşünülebilir-
“dünya hayatının geçici menfaatini elde etmek için fuhşa zorlamayın.” Şâyet cariyenin kendisini zinadan korunmak istemiyor ise o takdirde o, hayasız bir fahişe demektir ki bu durumda da efendisinin onun bu tutumundan alıkoyması gerekir. Yüce Allah’ın böyle bir yasağı dile getirmesi, cahiliye döneminde bu tür bir uygulama bulunduğundan dolayıdır. Efendi, karşılığında ücret almak üzere cariyesini fuhşa zorlardı.
Bundan dolayı Yüce Allah burada: “Dünya hayatının geçici menfaatini elde etmek için” buyurmaktadır. Yani cariyeleriniz sizden daha hayırlı, zinadan kaçınmak hususunda sizden daha iffetli olursa onlara dünya hayatının azıcık bir menfaati için böyle bir baskı yapmanız size yakışmaz. Çünkü bu dünya menfaati, kısa bir sürede geçip gider. Ancak âhiret mükafatını ya da cezasını göz önünde bulundurmasak bile sırf sizin temizlik, iffet ve fazileti kazanmanız, elbette ki böyle bir rezillik ve aşağılığa yol açan azıcık dünya malını elde etmekten çok daha üstündür. Daha sonra Yüce Allah,
böyle bir zorlamaya kalkışmış kimseleri tevbeye davet ederek şöyle buyurmaktadır: “Kim onları zorlarsa şüphe yok ki Allah, onların zorlanmalarından sonra çok bağışlayıcı ve pek merhametlidir.” Böyle bir kimse, Yüce Allah’a tevbe etsin. Daha önce Allah’ı gazaplandıran türden olan bu işinden de kesinlikle vazgeçsin. Bunu yapacak olursa Allah, onun günahlarını bağışlar. O kendisini azaptan kurtarmak için nefsine acıdığı ve cariyesine de ona zarar verecek şeye onu zorlamayarak merhamet ettiği gibi Allah da ona merhamet buyuracaktır.
{وَلَقَدْ أَنْزَلْنَا إِلَيْكُمْ آيَاتٍ مُبَيِّنَاتٍ وَمَثَلًا مِنَ الَّذِينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْ وَمَوْعِظَةً لِلْمُتَّقِينَ (34)}.
34- Andolsun ki size açıklayıcı âyetler, sizden önce geçmiş olanlardan misaller ve takvâ sahipleri için de bir öğüt indirdik.
#
{34} هذا تعظيمٌ وتفخيمٌ لهذه الآيات التي تلاها على عبادِهِ؛ ليعرفوا قَدْرَها ويقوموا بحقِّها، فقال: {ولقد أنْزَلْنا إليكم آياتٍ مُبَيِّناتٍ}؛ أي: واضحاتِ الدّلالةِ على كلِّ أمر تحتاجون إليه من الأصول والفُروع؛ بحيث لا يبقى فيها إشكالٌ ولا شبهةٌ. {و}: أنزلنا إليكم أيضاً {مَثَلاً من الذين خَلَوْا من قَبْلِكُم}: من أخبار الأوَّلين؛ الصالح منهم والطَّالح، وصفة أعمالهم، وما جرى لهم وجرى عليهم؛ تعتبِرونَه مثالاً ومعتَبَراً لمن فَعَلَ مثل أعمالهم أنْ يُجازى مثل ما جُوزوا. {وموعظةً للمتَّقين}؛ أي: وأنزلنا إليكم موعظةً للمتَّقين؛ من الوعدِ والوعيدِ والترغيبِ والترهيبِ؛ يتَّعِظُ بها المتَّقون، فيكفُّون عما يكره الله إلى ما يحبُّه الله.
34. Bu buyruklar ile Yüce Allah’ın kullarına indirmiş olduğu bu âyet-i kerimelerin ne kadar değerli oldukları dile getirilmektedir ki böylelikle kullar, bu âyetlerin kıymetini bilsinler, hakkı ile gereklerini yerine getirsinler.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Andolsun ki size açıklayıcı” gerek itikadî hususlarda, gerek fer’î/ahkama dair konularda en ufak bir şüphe ve tereddüt, anlaşılmayacak bir taraf kalmayacak şekilde gerek duyduğunuz her bir hususa açıkça delâlet eden
“âyetler” ve aynı şekilde “sizden önce geçmiş olanlardan” salih olanları ile olmayanları ile öncekilerin haberleri, amellerinin nitelikleri, onların yaptıkları ile onlara yapılanlar, kendilerinden ibret alacağınız, onlar gibi amellerde bulunanların da onlar gibi karşılık göreceğine dair ibretli
“misaller ve takvâ sahipleri için de bir öğüt indirdik.” Yani takvâ sahipleri için de öğüt olacak şekilde vaatler, tehditler, teşvikler ve korkutmalar içeren şeyler indirdik ki muttakiler bunlarla öğüt alarak Yüce Allah’ın hoşlanmadığı şeylerden vazgeçer ve O’nun sevdiği şeylere yönelirler.
{اللَّهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ الْمِصْبَاحُ فِي زُجَاجَةٍ الزُّجَاجَةُ كَأَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لَا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُورٌ عَلَى نُورٍ يَهْدِي اللَّهُ لِنُورِهِ مَنْ يَشَاءُ وَيَضْرِبُ اللَّهُ الْأَمْثَالَ لِلنَّاسِ وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ (35)}.
35- Allah, göklerin ve yerin nurudur. Nurunun misali, içinde kandil bulunan bir kandil yuvasına benzer. Bu kandil, bir cam
(fanus) içindedir. O cam ise parıltısı inciyi andıran bir yıldız gibidir. Bu kandil, doğuya da batıya da ait olmayan mübarek bir zeytin ağacından tutuşturulur ki bu ağacın yağı neredeyse kendisine ateş değmese bile ışık verir.
(Ateş değdiğinde ise o) nur üstüne nur olur. Allah, dilediği kimseyi nuruna hidâyet eder. Allah, insanlar için misaller getirir. Allah, her şeyi çok iyi bilendir.
#
{35} {الله نورُ السمواتِ والأرض}: الحسيُّ والمعنويُّ. وذلك أنَّه تعالى بذاتِهِ نورٌ، وحجابه نورٌ، الذي لو كَشَفَه لأحرقت سُبُحاتُ وجهِهِ ما انتهى إليه بصره من خلقه، وبه استنار العرشُ والكرسيُّ والشمسُ والقمر والنورُ، وبه استنارت الجنةُ. وكذلك [النُّور] المعنويُّ يرجِعُ إلى الله؛ فكتابه نورٌ، وشرعُه نورٌ، والإيمانُ والمعرفةُ في قلوب رسله وعباده المؤمنين نورٌ؛ فلولا نورُهُ تعالى؛ لتراكمتِ الظُّلمات، ولهذا كلُّ محلٍّ يفقد نورَه؛ فثمَّ الظُّلمة والحصرُ. {مَثَلُ نورِهِ}: الذي يهدي إليه، وهو نورُ الإيمان والقرآن في قلوب المؤمنين {كمشكاةٍ}؛ أي: كوَّة {فيها مصباحٌ}: لأنَّ الكوَّة تجمع نورَ المصباح بحيث لا يتفرَّق. ذلك {المصباح في زُجاجةٍ الزجاجةُ}: من صفائها وبهائها، {كأنَّها كوكبٌ دُرِّيٌّ}؛ أي: مضيء إضاءة الدرِّ، {يوقَدُ}: ذلك المصباح الذي في تلك الزجاجة الدُّرِّيَّةِ {من شجرةٍ مباركةٍ زيتونةٍ}؛ أي: يوقَد من زيت الزيتون، الذي نارُه من أنور ما يكون {لا شرقيَّةٍ}: فقط؛ فلا تصيبُها الشمس آخر النهار {ولا غربيَّةٍ}: فقط؛ فلا تصيبها الشمس [آخر] النهار. وإذا انتفى عنها الأمران؛ كانت متوسطةً من الأرض؛ كزيتون الشام؛ تصيبُه الشمس أول النهار وآخره، فَيَحْسُنُ ويَطيبُ ويكونُ أصفى لزيتها، ولهذا قال: {يكادُ زيتُها}: من صفائه {يضيءُ ولو لم تمسَسْهُ نارٌ}: فإذا مسَّتْه النار؛ أضاء إضاءةً بليغةً. {نورٌ على نورٍ}؛ أي: نور النار ونور الزيت.
ووجه هذا المثل الذي ضربه الله وتطبيقُه على حالةِ المؤمن ونورِ الله في قلبه أنَّ فطرتَه التي فُطِرَ عليها بمنزلة الزيتِ الصافي؛ ففطرتُه صافيةٌ مستعدَّة للتعاليم الإلهية والعمل المشروع؛ فإذا وصل إليه العلم والإيمان؛ اشتعل ذلك النور في قلبه بمنزلة اشتعال النار في فتيلةِ ذلك المصباح، وهو صافي القلب من سوء القصدِ وسوء الفهم عن الله، إذا وصل إليه الإيمان؛ أضاء إضاءةً عظيمةً لصفائِهِ من الكُدورات، وذلك بمنزلة صفاء الزُّجاجة الدُّرِّيَّةِ، فيجتمع له نورُ الفطرة ونورُ الإيمان ونورُ العلم وصفاء المعرفة نورٌ على نورِهِ.
ولما كان هذا من نور الله تعالى، وليس كلُّ أحدٍ يَصْلُحُ له ذلك؛ قال: {يهدي الله لنورِهِ مَن يشاءُ}: ممَّن يعلم زكاءه وطهارته، وأنه يزكي معه وينمو. {ويضرِبُ الله الأمثالَ للناس}: ليعقلوا عنه ويفهموا؛ لطفاً منه بهم، وإحساناً إليهم، وليتَّضِحَ الحقُّ من الباطل؛ فإنَّ الأمثال تقرِّبُ المعاني المعقولة من المحسوسة، فيعلمها العبادُ علماً واضحاً. {والله بكلِّ شيءٍ عليم}: فعلمُهُ محيطٌ بجميع الأشياء، فَلْتَعْلَموا أنَّ ضربهَ الأمثالَ ضَرْبُ مَنْ يعلمُ حقائقَ الأشياء وتفاصيلها وأنَّها مصلحةٌ للعباد؛ فليكن اشتغالُكُم بتدبُّرها وتعقُّلها لا بالاعتراض عليها ولا بمعارضتها؛ فإنَّه يعلم وأنتم لا تعلمونَ.
35.
“Allah göklerin ve yerin nurudur.” Maddi ve manevi bütün nurlar O’ndandır. Şöyle ki Allah zatı ile nurdur. O’nun hicabı da nurdur. Eğer bu hicabı açacak olsa yüzünün parıltıları gözünün ulaştığı tüm mahlukatını yakar. Arş, Kürsi, güneş, ay ve nur/ışık da O’nunla aydınlanmış/nurlanmıştır, cennet de O’nun nuru ile aydınlanmıştır. Manevi nur da bütünü ile Allah’tandır. O’nun kitabı da nurdur, şeriatı da nurdur. Peygamberlerinin ve mü’min kullarının kalbindeki iman ve marifetullah da bir nurdur. Yüce Allah’ın nuru olmasa karanlıklar üst üste yığılırdı. O bakımdan Allah’ın nurunun bulunmadığı her yerde karanlık vardır, sıkıntı vardır.
“Nurunun” yani kendisine ilettiği Kur’ân nurunun ve mü’minlerin kalplerindeki iman nurunun “misali içinde kandil bulunan bir kandil yuvasına benzer.” Çünkü kandil yuvası kandilin nurunu bir arada tutar, dağılmasını önler.
“Bu kandil, bir cam (fanus) içindedir. O cam ise” saflığı, temizliği ve göz kamaştırıcılığı itibari ile
“parıltısı inciyi andıran bir yıldız gibidir.” İnci gibi parıldayan camın içerisindeki
“bu kandil, doğuya da batıya da ait olmayan mübarek bir zeytin ağacından tutuşturulur.” Yani onun ışığı, en ileri derecede aydınlık saçan zeytin yağından tutuşturulur ki bu yağ da zeytin ağacından elde edilir. Bu zeytin ağacı ise gündüzün sonunda güneş almayıp yalnızca doğuya bakan, gündüzün ilk saatlerinde güneş almayıp yalnızca batıya bakan bir ağaç değildir. Doğuya da batıya da aidiyeti söz konusu olmadığına göre o, yeryüzünün ortalarında bir yerdedir. Şam bölgesinde yetişen zeytinler böyledir. Oradaki zeytin ağaçları günün erken saatlerinde de geç saatlerinde de güneş alır. Bu yüzden oranın zeytinleri gâyet güzel ve kaliteli olur. Bu da yağının daha saf ve berrak olmasını sağlar.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “ki bu ağacın yağı” saf ve berrak oluşundan dolayı
“neredeyse kendisine ateş değmese bile ışık verir.” Ona ateş değdiğinde ise oldukça ileri derecede aydınlık verir.
“(Ateş değdiğinde ise o) nur üstüne nur olur.” Bir taraftan ateşin nuru, diğer taraftan zeytin yağının ışığı.
üce Allah’ın verdiği bu misalin açıklaması,
onun mü’minin durumuna ve Allah’ın mü’minin kalbindeki nuruna uygunluğu şöyledir: Yüce Allah’ın mü’mini üzerinde yarattığı fıtrat, saf zeytin yağı durumundadır. O fıtratı ile temizdir, ilâhi öğretileri kabule ve şeriate uygun amele hazırdır. Bu fıtrata ilim ve iman ulaştı mı o nur, kalbinde yanar, tıpkı ateşin kandilin fitilini tutuşturması gibi. Bu mü’min, kötü maksatlardan Yüce Allah’ın buyruklarını yanlış anlamaktan yana da arınmıştır. Onun kalbine iman ulaştı mı büyük çapta bir aydınlık verir. Çünkü o, bulandırıcı her bir unsurdan arınmıştır. Bu da inci gibi parıldayan cam fanusun tertemiz olmasına benzer. Böylelikle mü’min hakkında fıtratın nuru, imanın nuru, ilmin nuru, marifetin saflığı bir arada bulunmuş olur. İşte bu, nur üstüne nurdur.
u,
Yüce Allah’ın nurundan bir tecelli olduğundan ve herkes de böyle bir nura sahip olmaya da elverişli olmadığından dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah dilediği kimseyi nuruna hidâyet eder.” O, saf ve tertemiz olduğunu ve bununla birlikte daha da temizlenip arınacağını ve böylelikle gelişeceğini bildiği kimseler arasından dilediklerini bu nuruna iletir.
“Allah” buyruklarını akledip kavrasınlar diye bir lütuf ve bir ihsan olmak üzere ve hak batıldan ayırt edilsin diye “insanlar için misaller getirir.” Çünkü misaller, akıl ile kavranılan soyut manaları, somut bir şekilde anlatırlar. Böylelikle kullar da bu misalleri açık şekilde bilir ve anlar.
“Allah her şeyi çok iyi bilendir.” O’nun bilgisi her şeyi kuşatmıştır. O halde şunu bilin ki O’nun verdiği misaller eşyanın hakikatlerini ve tafsilatını, bunların kulların maslahatına olduğunu bilen bir zatın verdiği misallerdir. Bu yüzden siz de bu misalleri iyice anlamaya, akledip kavramaya çalışın. Bunlara karşı itirazla, karşı çıkmakla vakit geçirmeyin. Çünkü O bilir, siz bilmezsiniz.
İman ve Kur’ân nurunun ortaya çıkmasının sebepleri çoğunlukla mescidlerde olduğundan dolayı Yüce Allah onlara dikkat çekerek şöyle buyurmaktadır:
{فِي بُيُوتٍ أَذِنَ اللَّهُ أَنْ تُرْفَعَ وَيُذْكَرَ فِيهَا اسْمُهُ يُسَبِّحُ لَهُ فِيهَا بِالْغُدُوِّ وَالْآصَالِ (36) رِجَالٌ لَا تُلْهِيهِمْ تِجَارَةٌ وَلَا بَيْعٌ عَنْ ذِكْرِ اللَّهِ وَإِقَامِ الصَّلَاةِ وَإِيتَاءِ الزَّكَاةِ يَخَافُونَ يَوْمًا تَتَقَلَّبُ فِيهِ الْقُلُوبُ وَالْأَبْصَارُ (37) لِيَجْزِيَهُمُ اللَّهُ أَحْسَنَ مَا عَمِلُوا وَيَزِيدَهُمْ مِنْ فَضْلِهِ وَاللَّهُ يَرْزُقُ مَنْ يَشَاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ (38)}.
36-
(Bu nur) Allah’ın, yüceltilmesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği birtakım evlerdedir. Ki oralarda O’nu sabah akşam tesbih ederler…
37- Kendilerini ne ticaretin ne de alışverişin Allah’ı anmaktan, namazı dosdoğru kılmaktan ve zekâtı vermekten alıkoymadığı birtakım yiğitler. Onlar, kalplerin ve gözlerin
(korkudan) döneceği bir günden de korkarlar.
38- Çünkü Allah, onları işledikleri amellerinin en güzeli ile mükâfatlandıracak ve onlara lütfundan fazlası ile verecektir. Allah, dilediğine hesapsız rızık verir.
#
{36} أي: يُتَعَبَّدُ لله {في بيوتٍ}: عظيمةٍ فاضلةٍ هي أحبُّ البقاع إليه، وهي المساجد، {أذِنَ الله}؛ أي: أمر ووصَّى {أن تُرْفَعَ ويُذْكَرَ فيها اسمُه}: هذان مجموع أحكام المساجد، فيدخُلُ في رفعها بناؤها وكنسُها وتنظيفُها من النجاسات والأذى وصونُها عن المجانين والصبيانِ الذين لا يتحرَّزون عن النجاسات وعن الكافرِ وأن تُصان عن اللغوِ فيها ورفع الأصواتِ بغير ذِكْرِ الله. {ويُذْكَرَ فيها اسمُه}: يدخُلُ في ذلك الصلاة كلُّها؛ فرضُها ونفلُها، وقراءةُ القرآن، والتسبيحُ، والتهليلُ، وغيره من أنواع الذِّكر، وتعلُّم العلم وتعليمُه، والمذاكرةُ فيها، والاعتكافُ، وغيرُ ذلك من العباداتِ التي تُفْعَلُ في المساجد، ولهذا كانت عِمارةُ المساجد على قسمين: عمارةُ بنيانٍ وصيانةٍ لها، وعمارةٌ بذكرِ اسم الله من الصلاة وغيرها، وهذا أشرف القسمين، ولهذا شُرِعَتِ الصلواتُ الخمس والجمعةُ في المساجد وجوباً عند أكثر العلماء واستحباباً عند آخرين.
36.
“Allah’ın, yüceltilmesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği” emir ve tavsiye ettiği
“birtakım evlerdedir” Allah’a ibadet olunan pek büyük, pek faziletli ve Allah’ın en sevdiği yerler olan mescidlerdedir. Bu buyruktaki iki özellik
(mescidlerin yüceltilmesi ve orada Allah’ın adının anılması), mescitlere dair ahkâmın özetidir. Yüceltilmelerinin kapsamına bu mescidlerin bina edilmesi, süpürülmeleri, necasetlerden temizlenmeleri, rahatsız edici şeylerin uzaklaştırılması, necasetlerden kendilerini koruyamayan deli ve çocukların ayrıca kâfirlerin oralardan uzak tutulması, aynı şekilde orada boş ve lüzumsuz işlerle uğraşılmaması, Allah’ı zikretmek dışında seslerin yükseltilmemesi bunun kapsamına girer.
“içlerinde adının anılması” buyruğunun kapsamına da farzı ve nafile bütün namazlar, Kur’ân okumak, tesbih, tehlil ve bunların dışındaki çeşitli zikirler, ilim öğrenmek, öğretmek, ilmî müzakereler yapmak, itikâf vb. gibi mescitlerde yapılan türlü ibadetler girer.
Bu sebepten mescitlerin imar edilmesi iki şekilde olur: Birisi, bina olarak imar edilmeleri ve korunmaları, diğeri ise Allah'ın adının namaz vb. ibadetlerle anılması sûreti ile imar edilmesidir. İki kısmın daha üstün olanı da budur. Bundan dolayı beş vakit namaz ve cuma namazının cemaatle mescitlerde kılınması, ilim adamlarının çoğunluğuna göre farz, bazılarına göre de müstehaptır.
aha sonra Allah,
mescitleri ibadetlerle imar edenlerden övgü ile söz ederek şöyle buyurmaktadır: “Ki oralarda O’nu sabah akşam” ihlasla
“tesbih ederler.” Özellikle bu iki vaktin söz konusu edilmesi, bunların şerefleri ve bu vakitlerde Yüce Allah’a ibadetin kolay olmasından dolayıdır. Bunun kapsamına namazdaki ve namazın dışındaki tesbih de girer. Bu yüzden sabah-akşam zikirleri ve sabah-akşam vakitlerinde yapılacak virdler teşrî buyurulmuştur.
#
{37} ثم مدح تعالى عُمَّارها بالعبادة، فقال: {يُسَبِّحُ له}: إخلاصاً {بالغدوِّ}: أول النهار {والآصالِ}: آخره {رجالٌ}: خصَّ هذين الوقتين لِشَرَفِهما ولتيسُّر السير فيهما إلى الله وسهولتِهِ، ويدخل في ذلك التسبيح في الصلاة وغيرها، ولهذا شُرِعَتْ أذكارُ الصباح والمساء وأورادُهما عند الصباح والمساء؛ أي: يسبِّح فيها لله رجالٌ، وأيُّ رجال؟! ليسوا ممَّن يؤثِرُ على ربِّه دنيا ذات لذاتٍ ولا تجارةٍ ومكاسبَ مشغلة عنه. {لا تُلهيهم تجارةٌ}: وهذا يَشْمَلُ كلَّ تكسُّب يُقصد به العِوَضُ، فيكون قوله: {ولا بَيْعٌ}: من باب عطف الخاصِّ على العامِّ؛ لكَثرة الاشتغال بالبيع على غيره؛ فهؤلاء الرجال وإن اتَّجروا وباعوا واشْتَرَوا؛ فإنَّ ذلك لا محذور فيه، لكنَّه لا تلهيهم تلك بأن يقدِّموها ويؤثِروها على {ذِكْر الله وإقام الصَّلاةِ وإيتاءِ الزكاة}: بل جعلوا طاعةَ الله وعبادتَه غايةَ مرادِهم ونهايةَ مقصدِهم؛ فما حال بينَهم وبينَها رفضوه.
ولما كان تركُ الدُّنيا شديداً على أكثر النفوس وحبُّ المكاسب بأنواع التجاراتِ محبوباً لها، ويشقُّ عليها تركُه في الغالب وتتكلَّفُ من تقديم حقِّ الله على ذلك؛ ذَكَرَ ما يَدْعوها إلى ذلك ترغيباً وترهيباً، فقال: {يخافون يوماً تتقلَّبُ فيه القلوبُ والأبصارُ}: من شدَّة هولِهِ وإزعاجِهِ للقلوب والأبدان؛ فلذلك خافوا ذلك اليوم، فَسَهُلَ عليهم العملُ وتركُ ما يَشْغَلُ عنه.
37. İşte oralarda birtakım yiğitler Allah’ın adını tesbih ederler. Bunlar, dünyayı Rablerine tercih eden kimseler değildir. Bunlar ticareti ve kârı tercih ederek onlarla oyalanıp Rablerini unutan kimseler de değildir. Aksine onlar
“ne ticaretin ne de alışverişin Allah’ı anmaktan, namazı dosdoğru kılmaktan ve zekâtı vermekten alıkoymadığı birtakım yiğitler”dir. Bu buyruktaki
“ticaret”ten kasıt, karşılığında bedel alma maksadı güdülen her türlü kazanç yolunu kapsar. Buna göre “alışveriş” ifadesi de özelin genele atfedilmesi kabilinden olur. Zira alışveriş ile uğraşmak diğerlerine göre daha çoktur. İşte bu yiğitler ticaret yapsalar, alış veriş yapsalar dahi bunda bir mahzur yoktur. Zira onlar, ticaret ve alışverişi
“Allah’ı anmaktan, namazı dosdoğru kılmaktan ve zekâtı vermekten” üstün tutup öne geçirmezler, sadece onlarla oyalanmazlar. Aksine Allah’a itaat ve ibadeti esas gaye olarak benimsemişler, nihai maksat olarak görmüşlerdir. Bu gaye ve maksatlarının arasına giren bir şey oldu mu, onu reddederler.
ünyayı terk etmek, çoğu nefislere ağır geldiğinden, çeşitli ticaret yolları ile kazanç elde etmek insanlarca sevildiğinden ve genelde bunu terk nefse zor geldiğinden, bu konuda Yüce Allah’ın hakkına öncelik tanımak, nefse ağır bir yük olduğundan dolayı Yüce Allah,
hem teşvik etmek hem de korkutmak üzere insanı bu işleri yapmaya sevk eden hususları dile getirerek şöyle buyurmaktadır: “Onlar” şiddetinden, dehşetinden, kalpleri ve bedenleri korkuya düşürüp tirtir titretmesinden dolayı “kalplerin ve gözlerin döneceği bir günden korkarlar.” Böyle bir günden korkmaları da amelde bulunmalarını ve böyle bir maksada ulaşmaktan alıkoyan şeyleri terk etmelerini kolaylaştırmıştır.
#
{38} {لِيَجْزِيَهُمُ الله أحسنَ ما عَمِلوا}: والمرادُ بـ {أحسن ما عَمِلوا}: أعمالَهم الحسنة الصالحة؛ لأنَّها أحسنُ ما عملوا؛ لأنهم يعملون المباحاتِ وغيرها؛ فالثواب لا يكون إلاَّ على العمل الحسن؛ كقوله تعالى: {ليكفِّرَ اللهُ عنهم أسوأ الذي عَمِلوا ويَجْزِيَهم أجْرَهم بأحسنِ ما كانوا يعملون}، {ويزيدَهم من فَضْلِهِ}: زيادةً كثيرةً عن الجزاء المقابل لأعمالهم. {والله يَرْزُقُ مَنْ يشاءُ بغير حسابٍ}: بل يُعطيه من الأجر ما لا يبلغُهُ عملُه، بل ولا تبلُغُه أمنيتُه، ويعطيه من الأجر بلا عدٍّ ولا كيلٍ، وهذا كنايةٌ عن كثرتِهِ جدًّا.
38.
“Çünkü Allah, onları işledikleri amellerin en güzeli ile mükâfatlandıracak” İşlediklerinin en güzelinden kasıt ise güzel ve salih amelleridir. Zira işledikleri en güzel ameller onlardır. Çünkü onlar, mübah işleri de mübah olmayan işleri de yaparlar. Mükafat ise ancak iyi olan ameller için söz konusudur.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Tâ ki Allah, yaptıklarının en kötü olanlarını örtsün ve yapageldiklerinin en güzeli ile onlara mükâfatlarını versin.” (ez-Zümer, 39/35)
“Ve onlara lütfundan fazlası ile verecektir.” Amellerinin karşılığı olan mükâfatın kat kat fazlasını verecektir.
“Allah dilediğine hesapsız rızık verir.” Hatta kula amelinin ulaşamadığı mükâfatları ihsan eder. Hatta temennilerinin dahi ulaşamadığı mükâfatlar verir. O’nun mükâfatı sayısız ve ölçüsüzdür. Bu buyruk, O’nun vereceği mükâfatın pek çok olacağından kinayedir.
{وَالَّذِينَ كَفَرُوا أَعْمَالُهُمْ كَسَرَابٍ بِقِيعَةٍ يَحْسَبُهُ الظَّمْآنُ مَاءً حَتَّى إِذَا جَاءَهُ لَمْ يَجِدْهُ شَيْئًا وَوَجَدَ اللَّهَ عِنْدَهُ فَوَفَّاهُ حِسَابَهُ وَاللَّهُ سَرِيعُ الْحِسَابِ (39) أَوْ كَظُلُمَاتٍ فِي بَحْرٍ لُجِّيٍّ يَغْشَاهُ مَوْجٌ مِنْ فَوْقِهِ مَوْجٌ مِنْ فَوْقِهِ سَحَابٌ ظُلُمَاتٌ بَعْضُهَا فَوْقَ بَعْضٍ إِذَا أَخْرَجَ يَدَهُ لَمْ يَكَدْ يَرَاهَا وَمَنْ لَمْ يَجْعَلِ اللَّهُ لَهُ نُورًا فَمَا لَهُ مِنْ نُورٍ (40)}.
39- Kâfir olanların amelleri, çöldeki bir serap gibidir. Susuz kimse onu su sanır. Nihâyet onun yanına varınca onun hiçbir şey olmadığını görür. Üstelik onun yanında Allah’ı bulur, O da onun hesabını tastamam görür. Allah, hesabı çok çabuk görendir.
40- Yahut da
(amelleri) engin bir denizdeki karanlıklar gibidir. Onu dalga üstüne dalga kaplar. Dalgaların üzerinde de
(koyu) bulutlar vardır. Birbiri üstünde karanlıklar, öyle ki
(insan) elini uzatsa nerede ise onu dahi göremez. Allah kime nur vermezse onun hiçbir nuru olamaz.
Bunlar, Yüce Allah’ın kâfirlerin amellerinin geçersizliğine, boşa gittiğine, o amellerde bulunanların bunlardan dolayı pişmanlık çekeceğine dair vermiş olduğu iki misaldir. Yüce Allah buyuruyor ki:
#
{39} {والذين كفروا}: بربِّهم وكذَّبوا رسلَه {أعمالُهم كسرابٍ بِقيعةٍ}؛ أي: بقاعٍ لا شَجَرَ فيه ولا نبتَ {يحسبُهُ الظمآنُ ماءً}: شديد العطش، الذي يتوهم ما لا يتوهم غيره، بسبب ما معه من العطش، وهذا حسبانٌ باطلٌ، فيقصده ليزيل ظمأه {حتى إذا جاءه لم يَجِدْه شيئاً}: فندم ندماً شديداً، وازداد ما به من الظمأ بسبب انقطاع رجائه؛ كذلك أعمال الكفار بمنزلة السراب، تُرى ويظنُّها الجاهل الذي لا يدري الأمور أعمالاً نافعة، فيغرُّه صورتها، ويخلُبُه خيالُها، ويحسبُها هو أيضاً أعمالاً نافعة لهواه، وهو أيضاً محتاجٌ إليها، بل مضطرٌّ إليها؛ كاحتياج الظمآن للماء، حتى إذا قدم على أعماله يوم الجزاء؛ وجدها ضائعةً، ولم يجدْها شيئاً، والحال أنَّه لم يذهبْ لا له ولا عليه، بل {وجد الله عنده فوفَّاه حسابَهُ}: لم يَخْفَ عليه من عملِهِ نقيرٌ ولا قِطمير، ولنْ يَعْدَمَ منه قليلاً ولا كثيراً. {والله سريعُ الحساب}: فلا يَسْتَبْطِئ الجاهلون ذلك الوعد؛ فإنَّه لا بدَّ من إتيانه، وَمَثَّلَها الله بالسراب الذي {بقيعةٍ}؛ أي: لا شجر فيه ولا نبات، وهذا مثالٌ لقلوبِهم؛ لا خير فيها ولا بِرَّ فتزكو فيها الأعمال، وذلك للسبب المانع، وهو الكفر.
39. Rablerini inkâr edip peygamberlerini yalanlayarak
“kâfir olanların amelleri” ağacı ve bitkisi bulunmayan
“çöldeki bir serap gibidir. Susuz” son derece susamış bir
“kimse” aşırı susuzluğu dolayısı ile başkasının düşmediği zanlara düşerek “onu su sanır.” Böyle bir kimsenin bu zannı batıldır, boştur. O, susuzluğunu gidermek için su sandığı o yere doğru gider ama
“nihâyet onun yanına varınca onun hiçbir şey olmadığını görür.” Aşırı derecede pişman olur ve susuzluğu -su bulma ümidi kesildiğinden dolayı- daha bir artar. İşte kâfirlerin amelleri de uzaktan görülen ve işin içyüzünü bilmeyen kimsenin su zannettiği serap gibidir. Bilmeyen kişi, o amelleri fayda verecek zanneder. Ancak amellerin görünüşü, bu bilmeyenleri aldatır ve ona çekici gelir. Onlar da -hevâsının peşinden gittiğinden dolayı- bu amellerin fayda vereceğini zanneder. Yine onlar bu amellerin faydasına susuz kimsenin suya duyduğu ihtiyaç kadar muhtaçtır. Ancak kıyamet gününde amelleri ile karşılaştıkları vakit onların boş olduğunu, aslında hiçbir şey olmadığını ve kendisine bir fayda vermediğini görür. Aksine
“onun yanında Allah’ı bulur, O da onun hesabını tastamam görür.” Yaptığı amellerinden ona hurma çekirdeğinin sırtındaki zar hatta nokta kadar dahi gizli kalmaz. Az ya da çok bütün amellerinin karşılığını görecektir.
“Allah hesabı çok çabuk görendir.” Bu yüzden o cahiller, bu vaadin geciktiğini sanmasınlar. Onun gelmesi kaçınılmazdır. Yüce Allah, bu amelleri hiçbir ağaç ve bitkinin bulunmadığı bir çöle benzetmektedir. Bu çöl, onların hayır ve iyilik namına hiçbir vasfı bulunmayan kalplerinin misalidir. O bakımdan amelleri tertemiz bir şekilde ortaya çıkmaz. Bunun sebebi de amellerin bu hale gelmesini engelleyen küfürdür.
#
{40} والمثل الثاني لبطلان أعمال الكفار: {كظُلُماتٍ في بحرٍ لُجِّيٍّ}: بعيدٍ قعرُهُ طويل مداهُ، {يغشاه موجٌ من فوقِهِ موجٌ من فوقِهِ سحابٌ ظلماتٌ بعضُها فوق بعض}: ظلمةُ البحر اللُّجِّيِّ، ثم فوقه ظلمة الأمواج المتراكمة، ثم فوق ذلك ظلمة السحب المدلهمَّة، ثم فوق ذلك ظلمةُ الليل البهيم، فاشتدَّت الظلمةُ جدًّا؛ بحيث أنَّ الكائن في تلك الحال {إذا أخرجَ يَدَه لم يكدْ يراها}: مع قربِها إليه؛ فكيف بغيرها؟! كذلك الكفار تراكمت على قلوبهم الظلماتُ؛ ظلمةُ الطبيعة التي لا خير فيها، وفوقها ظلمةُ الكفر، وفوقَ ذلك ظلمةُ الجهل، وفوق ذلك ظلمةُ الأعمال الصادرة عمَّا ذُكِرَ، فبقوا في الظُّلمة متحيِّرين، وفي غمرتهم يَعْمَهون، وعن الصراط المستقيم مُدْبِرون، وفي طرق الغيِّ والضلال يتردَّدون، وهذا لأنَّ الله خَذَلَهم فلم يُعْطِهِم من نوره. {وَمَن لم يَجْعَلِ الله له نوراً فما له من نورٍ}: لأنَّ نفسَه ظالمةٌ جاهلةٌ، فليس فيها من الخير والنور إلاَّ ما أعطاها مولاها ومنحها ربُّها.
يُحْتَمَل أنَّ هذين المثالين لأعمال جميع الكفار؛ كلٌّ منهما منطبقٌ عليها، وعدَّدهما لتعدُّد الأوصاف، ويُحتمل أنَّ كلَّ مثال لطائفةٍ وفرقةٍ؛ فالأوَّل للمتبوعين، والثاني للتابعين. والله أعلم.
40.
Kâfirlerin amellerinin boşa gittiğine dair verilen ikinci misale gelince: “Yahut da (amelleri) engin” dibi oldukça derin, uzun ve geniş
“bir denizdeki karanlıklar gibidir. Onu dalga üstüne dalga kaplar. Dalgaların üzerinde de (koyu) bulutlar vardır. Birbiri üstünde karanlıklar.” Önce derin denizin karanlığı, daha sonra üst üste birikmiş dalgaların karanlığı, bunun da üstünde küme küme olmuş bulutların karanlığı, daha sonra da hepsinin üzerinde kapkaranlık gecenin karanlığı. Bu yüzden karanlık o kadar ileri bir hal almıştır ki bu durumdaki bir kimse
“elini uzatsa” elinin kendisine yakınlığına rağmen
“nerede ise onu dahi göremez.” Ya başka şeyi nasıl görebilsin? İşte kâfirler de böyledir. Kalplerinde karanlıklar üst üste yığılmıştır. Hayır namına hiçbir özelliği bulunmayan tabiatlerinin karanlığı, bunun üstünde küfrün karanlığı, bunun da üstünde cahilliğin karanlığı, bunun da üstünde bütün sözü edilenlerden ortaya çıkan amellerin karanlığı. Bunun sonucunda onlar karanlık içerisinde şaşkın, inkârları içerisinde bocalar, dosdoğru yola sırtlarını çevirmiş, azgınlık ve sapıklık yollarında gidip gelen bir haldedirler. Bunun sebebi, Yüce Allah’ın muvaffakiyet ihsan etmemesi,
onlara kendi nurundan vermemesidir: “Allah kime nur vermezse onun hiçbir nuru olamaz.” Çünkü böyle bir kimsenin nefsi zalimdir, cahildir. O nefiste hayır ve nurdan eser yoktur. Mevlası olan Allah’ın verdiğinden, Rabbinin ona ihsan ettiğinden başka bir nura da sahip olamaz.
u iki misalin, bütün kâfirlerin amellerine misal olarak verilmiş olması muhtemeldir. Bu misallerin her birisi onlara uyar. Bu durumda misallerin birden çok olması ise amellerin niteliklerinin de birden çok olmasından dolayıdır. Her bir misalin ayrı bir kesim ve fırka için verilmiş olma ihtimali de vardır. Buna göre birinci misal, kendilerine uyulan kimselere, ikinci misal de başkalarına uyan kimselere dairdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’dır.
{أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللَّهَ يُسَبِّحُ لَهُ مَنْ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَالطَّيْرُ صَافَّاتٍ كُلٌّ قَدْ عَلِمَ صَلَاتَهُ وَتَسْبِيحَهُ وَاللَّهُ عَلِيمٌ بِمَا يَفْعَلُونَ (41) وَلِلَّهِ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَإِلَى اللَّهِ الْمَصِيرُ (42)}.
41- Görmez misin ki göklerde ve yerde bulunanlarla saf halinde uçan kuşlar Allah’ı tesbih ederler? Onların her biri kendi dua ve tesbihlerini bilir. Allah, onların yaptıklarını çok iyi bilir.
42- Göklerin ve yerin hükümranlığı yalnız Allah’a aittir ve dönüş de Allah’adır.
#
{41} نبَّه تعالى عبادَه على عظمتِهِ وكمال سلطانِهِ وافتقارِ جميع المخلوقاتِ له في ربوبيَّتها وعبادتها، فقال: {ألم تر أنَّ الله يسبِّحُ له مَن في السمواتِ والأرضِ}: من حيوان وجمادٍ، {والطيرُ صافاتٍ}؛ أي: صافات أجنِحَتِها في جوِّ السماء تسبِّحُ ربَّها. {كلٌّ}: من هذه المخلوقات {قد عَلِمَ صلاتَه وتسبيحَه}؛ أي: كلٌّ له صلاةٌ وعبادةٌ بحسب حاله اللائقة به، وقد ألهمه الله تلك الصلاة والتسبيح: إما بواسطة الرسل كالجن والإنس والملائكة، وإما بإلهام منه تعالى كسائر المخلوقات غير ذلك.
وهذا الاحتمال أرجح؛ بدليل قوله: {واللهُ عليمٌ بما يفعلونَ}؛ أي: علم جميعَ أفعالها، فلم يخفَ عليه منه شيء، وسيجازيهم بذلك، فيكون على هذا قد جَمَعَ بين علمها بأعمالهم، وذلك بتعليمه، وبين علمه بأعمالهم المتضمِّن للجزاء. ويُحتمل أنَّ الضمير في قوله: {قد علم صلاتَه وتسبيحَه}: يعودُ إلى الله، وأنَّ الله تعالى قد عَلِمَ عباداتِهِم، وإنْ لم تَعْلَموا أيُّها العبادُ منها إلاَّ ما أطلعكم الله عليه. وهذه الآية كقوله تعالى: {تُسَبِّحُ له السمواتُ السبعُ والأرضُ ومَنْ فيهنَّ وإن من شيءٍ إلاَّ يسبِّح بحمدِهِ ولكن لا تَفْقَهونَ تسبيحَهم إنَّه كان حليماً غفوراً}.
41. Yüce Allah azametine, egemenliğinin kemaline,
bütün yaratılmışların idare ve ibadetlerinde O’na muhtaç oluşlarına dikkatleri çekerek şöyle buyurmaktadır: “Görmez misin ki göklerde ve yerde bulunanlarla” canlı ve cansız bütün varlıklarla
“saf halinde uçan kuşlar” gökte Rablerini tesbih ederek kanatlarını açmış olan dizi dizi kuşlar
“Allah’ı tesbih ederler. Onların” bu yaratılmışların
“her biri kendi dua ve tesbihlerini bilir.” Onların her birisinin kendisine uygun şekilde bir duası, bir ibadeti vardır. Yüce Allah, ona böyle bir dua ve tesbihi ilham olarak vermiştir. Bu da ya cin, insanlar ve melekler gibi varlıklara peygamberler aracılığı ile bidirilir yahut da Yüce Allah’ın diğer mahlukata verdiği ilham ile olur. Böyle bir ihtimal daha kuvvetlidir.
Bunun delili de Yüce Allah’ın: “Allah, onların yaptıklarını çok iyi bilir” buyruğudur. Yani O, onların bütün fiillerini bilir. Fiilllerinden hiçbir şey O’na gizli değildir ve
(mükelleflerin) bu fiillerinin karşılığını verecektir. Bu buyruk, Allah’ın, hem onların amellerini bildiğini -ki bu amellerini onlara O öğretmiştir- hem de amellerin karşılığını da ihtiva eden şekli ile maksatlarını bildiğini bir arada ifade etmektedir.
üce Allah’ın: “dua ve tesbihlerini bilir” buyruğundaki zamirin Yüce Allah’a ait olma ihtimali de vardır. Yani Yüce Allah, onların hepsinin ibadetlerini bilir, demektir. Sizler, ey kullar, bunlardan ancak Allah’ın bildirdiğini bilseniz dahi O, onların ibadetlerini tümüyle bilir. Bu âyet-
i kerime Yüce Allah’ın şu buyruğunu andırmaktadır: “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar O’nu tesbih ederler. O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiç kimse yoktur; fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız. Şüphesiz ki O, Halîmdir, mağfiret edicidir.” (el-İsra, 17/44)
#
{42} فلما بيَّن عبوديَّتهم وافتقارهم إليه من جهة العبادة والتوحيد؛ بيَّن افتقارَهم من جهة الملك والتربية والتدبير، فقال: {ولله ملكُ السمواتِ والأرض}: خالقهما ورازقهما والمتصرِّفُ فيهما في حكمه الشرعيِّ والقدريِّ في هذه الدار وفي حكمه الجزائيِّ بدار القرار؛ بدليل قوله: {وإلى الله المصيرُ}؛ أي: مرجع الخلق ومآلهم ليجازِيَهم بأعمالهم.
42. Allah,
ibadet ve tevhid açısından onların kendisine muhtaç olduklarını ve ubudiyetlerini beyan ettikten sonra Allah’ın mülkiyetinde bulunmaları ve idareleri açısından da O’na muhtaç olduklarını şöylece beyan etmektedir: “Göklerin ve yerin hükümranlığı yalnız” onları yaratan, onlardakileri rızıklandıran, her ikisinde de gerek şer’î gerek kaderî hükümleri ile bu dünyada tasarrufta bulunan, amellerinin karşılığını vermesi demek olan cezaî hükmü ile de ebedi karar yurdunda tasarrufta bulunacak olan
“Allah’a aittir.” Bunun delili de Yüce Allah’ın:
“Ve dönüş de Allah’adır” buyruğudur. Yani bütün mahlukatın dönüşü, sonunda varacakları yer, amellerinin karşılığını onlara vermek üzere Allah’a olacaktır.
{أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللَّهَ يُزْجِي سَحَابًا ثُمَّ يُؤَلِّفُ بَيْنَهُ ثُمَّ يَجْعَلُهُ رُكَامًا فَتَرَى الْوَدْقَ يَخْرُجُ مِنْ خِلَالِهِ وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَاءِ مِنْ جِبَالٍ فِيهَا مِنْ بَرَدٍ فَيُصِيبُ بِهِ مَنْ يَشَاءُ وَيَصْرِفُهُ عَنْ مَنْ يَشَاءُ يَكَادُ سَنَا بَرْقِهِ يَذْهَبُ بِالْأَبْصَارِ (43) يُقَلِّبُ اللَّهُ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَعِبْرَةً لِأُولِي الْأَبْصَارِ (44)}.
43- Görmez misin ki Allah, bulutları sürüyor, sonra aralarını birleştiriyor, sonra da onları üst üste yığıyor. Sen de yağmurun, onların aralarından çıktığını görürsün. O, gökten, oradaki dağ
(gibi bulut)lardan dolu indirir de onu dilediğine isabet ettirir, dilediğinden de uzak tutar. O
(bulutların) şimşeğinin parlak ışığı, neredeyse gözleri alıverir.
44- Allah, gece ve gündüzü evirip çevirir. Şüphesiz bunda basiret sahipleri için bir ibret vardır.
#
{43} أي: ألم تشاهدْ ببصرِك عظيمَ قدرةِ الله وكيف {يُزْجي}؛ أي: يسوق {سحاباً}: قطعاً متفرقة، {ثم يؤلِّفُ}: بين تلك القطع، فيجعلُه سحاباً متراكماً مثل الجبال {فترى الوَدْقَ}؛ أي: الوابل والمطر يخرجُ من خلال السحابِ نقطاً متفرِّقة؛ ليحصُلَ بها الانتفاع من دون ضررٍ، فتمتلئ بذلك الغُدران، وتتدفَّق الخُلجان، وتسيل الأوديةُ، وتنبتُ الأرض من كلِّ زوج كريم. وتارةً ينزِّلُ الله من ذلك السحاب بَرَداً يُتْلِفُ ما يصيبُه {فيصيبُ به من يشاءُ ويصرِفُه عن مَن يشاءُ}؛ أي: بحسب اقتضاء حكمه القدريِّ وحكمتِهِ التي يُحْمَدُ عليها، {يكاد سَنا بَرْقِهِ}؛ أي: يكادُ ضوءُ برق ذلك السحاب من شدَّته {يذهبُ بالأبصارِ}؛ أليس الذي أنشأها وساقَها لعبادِهِ المفتقرين وأنزلها على وجهٍ يحصُلُ به النفع وينتفي به الضررُ كاملَ القدرة نافذَ المشيئة واسعَ الرحمة؟!
43. Yani sen gözlerinle Allah’ın büyük kudretini ve O’nun
“bulutları” nasıl ayrı parçalar halinde iken birbirine doğru sürdüğünü görmedin mi? Sonra aralarını birleştiriyor, bu parça parça bulutları bir araya getirerek onu dağlar gibi üst üste yığılmış bulutlar haline koyuyor. “Sen de yağmurun onların aralarından çıktığını görürsün.” Yağmur, bu bulutlar arasından ayrı ayrı damlalar halinde çıkar. Böylelikle herhangi bir zarar söz konusu olmaksızın ondan faydalanılır. Bu yolla çukurlar dolar, pınarlar kaynar, vadiler seller akıtır ve yeryüzünde de oldukça değerli her bir bitkiden çifter çifter yetişir. Kimi zaman bu bulutlardan ise değdiği mahsulü telef eden dolu indirir.
“Onu dilediğine isabet ettirir, dilediğinden de uzak tutar.” Yani bunu kaderdeki hükmüne ve her halükârda kendisine hamd olunan hikmetine göre yapar.
“O (bulutların) şimşeğinin parlak ışığı” yani bu bulutlardan çakan o şiddetli ışık
“neredeyse gözleri alıverir.” Bunları yaratan, muhtaç olan kullara doğru süren, faydalanacakları şekilde ve zarar görmeyecekleri bir halde yağmuru indiren, kudreti kâmil, iradesi yeterli ve rahmeti geniş olan Rab değil midir?
#
{44} {يقلِّب الله الليل والنهار}: من حرٍّ إلى برد، ومن بردٍ إلى حرٍّ، ومن ليل إلى نهار، ونهار إلى ليل ويُديلُ الأيام بين عبادِهِ. {إنَّ في ذلك لَعبرةً لأولي الأبصار}؛ أي: لذوي البصائر والعقول النافذة للأمور المطلوبة منها كما تنفذ الأبصار إلى الأمور المشاهَدَة الحسيَّة؛ فالبصير ينظُرُ إلى هذه المخلوقات نَظَرَ اعتبار وتفكُّر وتدبُّر لما أريدَ بها ومنها، والمعرضُ الجاهل نَظَرُهُ إليها نظرُ غفلةٍ بمنزلة نَظَرِ البهائم.
44.
“Allah gece ve gündüzü evirip çevirir.” Bunlar sıcakken soğuk, soğukken sıcak olur. Gece iken gündüz, gündüz iken gece olur ve O, günleri kulları arasında döndürür durur.
“Şüphesiz ki bunda basiret sahipleri için bir ibret vardır.” Basiretleri bulunan ve akılları iyi konulara -gözlerin görünen maddi şeylere nüfuz etmesi gibi- derinliğine nüfuz eden kimseler için
“bir ibret vardır.” Basiret sahibi bir kimse, bu yaratılmışlara ibret ve tefekkür nazarı ile bakar. Bunların ne maksatla yaratıldığı üzerinde düşünür. Yüz çeviren cahilin bakışı ise hayvanların bakışı seviyesini aşmayan, gafilce bir bakıştır.
{وَاللَّهُ خَلَقَ كُلَّ دَابَّةٍ مِنْ مَاءٍ فَمِنْهُمْ مَنْ يَمْشِي عَلَى بَطْنِهِ وَمِنْهُمْ مَنْ يَمْشِي عَلَى رِجْلَيْنِ وَمِنْهُمْ مَنْ يَمْشِي عَلَى أَرْبَعٍ يَخْلُقُ اللَّهُ مَا يَشَاءُ إِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (45)}.
45- Allah, bütün canlıları sudan yaratmıştır. Onlardan bazısı karnı üzerinde yürür, bazısı iki ayak üzerinde yürür, bazısı da dört ayak üzerinde yürür. Allah dilediğini yaratır. Şüphesiz Allah, her şeye güç yetirendir.
#
{45} ينبِّه عباده على ما يشاهدونَه أنَّه خَلَقَ جميع الدوابِّ التي على وجه الأرض {من ماءٍ}؛ أي: مادَّتُها كلُّها الماء؛ كما قال تعالى: {وَجَعَلْنا من الماءِ كلَّ شيءٍ حيٍّ}؛ فالحيوانات التي تتوالد، مادتها ماءُ النطفةِ حين يلقحُ الذَّكر الأنثى، والحيوانات التي تتولَّد من الأرض لا تتولَّد إلاَّ من الرطوبات المائيَّة؛ كالحشرات، لا يوجد منها شيءٌ يتولَّد من غير ماء أبداً؛ فالمادَّة واحدةٌ، ولكن الخِلْقَةَ مختلفةٌ من وجوه كثيرة. {فمنهم من يمشي على بطنِهِ}؛ كالحيَّة ونحوها، {ومنهم مَنْ يمشي على رجلينِ}؛ كالآدميِّين وكثيرٍ من الطُّيور، {ومنهم من يمشي على أربع}؛ كبهيمة الأنعام ونحوها؛ فاختلافُها مع أنَّ الأصل واحدٌ يدلُّ على نفوذِ مشيئة الله وعموم قدرتِهِ. ولهذا قال: {يَخْلُقُ الله ما يشاءُ}؛ أي: من المخلوقات على ما يشاؤه من الصفات. {إنَّ الله على كلِّ شيء قديرٌ}؛ كما أنزل المطر على الأرض، وهو لقاحٌ واحدٌ، والأمُّ واحدةٌ، وهي الأرضُ، والأولاد مختلفو الأصنافِ والأوصافِ. {وفي الأرض قطعٌ متجاوراتٌ وَجَنَّاتٌ من أعنابٍ وَزَرْع ونَخيلٍ صِنْوانٌ وغَيْرُ صنوانٍ يُسْقى بماءٍ واحدٍ ونُفَضِّلُ بعضَها على بعض في الأُكُلِ إنَّ في ذلك لآياتٍ لقوم يعقلونَ}.
45. Yüce Allah, yeryüzünde bulunan ve kullarının müşahade ettikleri bütün canlı varlıkları kendisinin yaratmış olduğu gerçeğine dikkatleri çekmektedir.
“Allah bütün canlıları sudan yaratmıştır.” Bu canlıların tümünün ana maddesi sudur.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Biz canlı her şeyi sudan yarattık.” (el-Enbiyâ, 21/30) Birbirinden doğup üreyen canlıların ana maddesi, erkeğin dişiyi aşıladığı nutfe suyudur. Yerden var olan canlılar ise ancak sulu, nemli yerlerden var olurlar. Haşerat gibi. Su olmaksızın var olan hiçbir canlı türü yoktur. Ana madde bir, fakat hilkat şekli farklı ve pek çoktur.
“Onlardan bazısı” yılan ve benzeri sürüngenler
“karnı üzerinde yürür. Bazısı” insanlar ve kuşlar gibi
“iki ayak üzerinde yürür. Bazısı da” davarlar ve benzerleri gibi
“dört ayak üzerinde yürür.” Asıllarının bir olmasına rağmen bunların farklı farklı oluşu, Yüce Allah’ın meşîetinin etkinliğine, kudretinin her şeyi kuşattığına delildir. Bundan dolayı Yüce Allah,
şöyle buyurmaktadır: “Allah dilediğini yaratır.” Dilediği yaratıkları dilediği şekil ve sıfatlara sahip olarak var eder.
“Şüphesiz Allah her şeye güç yetirendir.” O yeryüzüne yağmuru indirmiştir. Yağmur tek bir aşı türüdür. Ana durumunda olan ise yerdir.
Bunun evlatlarının ise türleri ve nitelikleri alabildiğine farklıdır: “Yeryüzünde birbirine bitişik kara parçaları, üzüm bağları, ekinler ve çatallı çatalsız hurmalıklar vardır ki hepsi bir su ile sulanır, ama biz onlardan bir kısmını yemiş bakımından diğer bir kısmına üstün kılarız. Şüphesiz bunlarda aklını kullananlar için ibretler vardır.” (er-Ra’d, 13/4)
{لَقَدْ أَنْزَلْنَا آيَاتٍ مُبَيِّنَاتٍ وَاللَّهُ يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ (46)}.
46- Andolsun ki Biz açıklayıcı âyetler indirdik. Allah dilediğini dosdoğru yola iletir.
#
{46} أي: لقد رَحِمْنا عبادنا وأنزلنا إليهم آياتٍ بيِّناتٍ؛ أي: واضحات الدِّلالة على جميع المقاصد الشرعيَّة والآداب المحمودة والمعارف الرشيدة، فاتَّضحتْ بذلك السُّبُل، وتبيَّن الرُّشْدُ من الغَيِّ والهُدى من الضلال؛ فلم يبقَ أدنى شبهةٍ لمبطل يتعلَّقُ بها، ولا أدنى إشكال لمريدِ الصوابِ؛ لأنَّها تنزيلُ مَنْ كَمُلَ علمهُ وكَمُلَتْ رحمتُه وكَمُلَ بيانُه؛ فليس بعد بيانِهِ بيان. لِيَهْلِكَ بعد ذلك مَنْ هَلَكَ عن بَيِّنَةٍ وَيَحْيا مَنْ حَيَّ عن بَيِّنَةٍ. {والله يهدي مَنْ يشاءُ}: ممَّن سبقتْ لهم سابقةُ الحسنى وقَدَمُ الصدق {إلى صراطٍ مستقيم}؛ أي: طريق واضح مختصر موصِل إليه وإلى دار كرامته متضمِّنٍ العلمَ بالحقِّ وإيثارَه والعملَ به. عمَّمَ البيانَ التامَّ لجميع الخَلْق، وخَصَّصَ بالهدايةِ مَنْ يشاءُ؛ فهذا فضلُه وإحسانُه، وما فضلُ الكريم بممنونٍ، وذاك عدلُه، وقَطَعَ الحجَّةَ للمحتجِّ، والله أعلم حيثُ يجعل مع مواقع إحسانه.
46. Yani andolsun ki biz kullarımıza acıdık da onlara bütün şer’î maksatlara, övülmeye değer adaba ve dosdoğru bilgilere açıkça delâlet eden apaçık belgeler indirdik. Böylelikle izlemeleri gereken yol açıklık kazanmış, hak batıldan, hidâyet de sapıklıktan ayırt edilmiş oldu. Ortada batıl peşinde olanın tutunabileceği en ufak bir şüphe, doğruyu bulmak isteyenin içinden çıkamayacağı en basit bir husus kalmamıştır. Çünkü bu apaçık âyetler, ilmi kâmil, rahmeti kâmil, açıklaması kamil olan yüce Zat tarafından indirilmiştir. Onun açıklaması ötesinde bir açıklama düşünülemez. Bunlar
“helâk olan kişi apaçık bir delil üzere helâk olsun, hayatta kalan kişi ise apaçık bir delil üzere yaşasın diyedir.” (el-Enfal, 8/42)
“Allah dilediğini” kendisi hakkında güzel takdirde bulunulmuş ve güzel makama ulaşacağı hükmü verilmiş kimseleri
“dosdoğru yola iletir.” Yani gâyet açık, kısa yoldan maksada ulaştıran, hakka vardıran, O’nun lütuf ve ihsan yurduna götüren yola iletir. Bu yol hakkı bilmeyi, hakkı tercih edip gereğince amel etmeyi içerir. Yüce Allah genel olarak bütün insanlar hakkında beyanı eksiksiz ortaya koymuş, hidâyeti ise dilediğine tahsis etmiştir. Bu tahsis O’nun lütuf ve ihsanından dolayıdır. Keremi sonsuz olan Rabbimizin lütfu elbette ki kesilmez, tükenmez. Açıklamayaı herkese yönelik yapmış olması ise O’nun adaletinin bir gereğidir ve Allah’a karşı delil koymaya kalkışacak olanlara, ileri sürecekleri bir delil bırakmamak maksadına matuftur. Allah, ihsan ve lütuflarını nerelere bırakacağını en iyi bilendir.
{وَيَقُولُونَ آمَنَّا بِاللَّهِ وَبِالرَّسُولِ وَأَطَعْنَا ثُمَّ يَتَوَلَّى فَرِيقٌ مِنْهُمْ مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ وَمَا أُولَئِكَ بِالْمُؤْمِنِينَ (47) وَإِذَا دُعُوا إِلَى اللَّهِ وَرَسُولِهِ لِيَحْكُمَ بَيْنَهُمْ إِذَا فَرِيقٌ مِنْهُمْ مُعْرِضُونَ (48) وَإِنْ يَكُنْ لَهُمُ الْحَقُّ يَأْتُوا إِلَيْهِ مُذْعِنِينَ (49) أَفِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ أَمِ ارْتَابُوا أَمْ يَخَافُونَ أَنْ يَحِيفَ اللَّهُ عَلَيْهِمْ وَرَسُولُهُ بَلْ أُولَئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ (50)}.
47-
“Biz Allah’a ve Rasûle iman ve itaat ettik” derler. Ondan sonra da içlerinden bir grup yüz çevirir. İşte onlar mü’min değildirler.
48- Onlar, aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Rasûlüne çağrıldıklarında bir de bakarsın ki içlerinden bir grup hemen yüz çevirir.
49- Ama hak kendi lehlerinde ise sürat ve itaatle ona gelirler.
50- Acaba bunların kalplerinde hastalık mı var yahut şüpheye mi düştüler? Yoksa Allah ve Rasûlü onlara haksızlık eder diye mi korkuyorlar? Hayır, onlar zalimlerin ta kendileridir.
#
{47} يخبر تعالى عن حالةِ الظَّالمينَ ممَّن في قلبه مرضٌ وضعفُ إيمانٍ أو نفاقٌ ورَيْبٌ وضعفٌ، علم أنَّهم يقولون بألسنتهم ويلتزمون الإيمان بالله والطاعة، ثم لا يقومون بما قالوا، ويتولَّى فريقٌ منهم عن الطاعة تولياً عظيماً؛ بدليل قوله: {وهُم معرِضونَ}؛ فإنَّ المتولِّي قد يكون له نيَّةُ عَوْدٍ ورُجوع إلى ما تولَّى عنه، وهذا المتولِّي معرضٌ لا التفات له ولا نَظَرَ لما تولَّى عنه. وتجدُ هذه الحالة مطابقةً لحال كثيرٍ ممَّن يَدَّعي الإيمان والطاعة لله، وهو ضعيفُ الإيمان، تجِدُه لا يقومُ بكثيرٍ من العبادات، خصُوصاً العبادات التي تشقُّ على كثيرٍ من النفوس؛ كالزكوات، والنفقات الواجبة والمستحبَّة، والجهاد في سبيل الله، ونحو ذلك.
47. Yüce Allah kalbinde hastalık, iman zayıflığı yahut münafıklık, şüphe ve pek az bir ilim bulunan zalimlerin halini haber vermekte, onların dilleri ile Allah’a iman ettiklerini ve itaate bağlı olduklarını ileri sürdükten sonra dediklerinin gereğini yerine getirmediklerini, onlardan bir bölümünün de itaatten alabildiğine yüz çevirdiklerini haber vermektedir. Buna delil de Yüce Allah’ın
(bir sonraki âyet-i kerimede gelen):
“içlerinden bir grup hemen yüz çevirir” buyruğudur. Çünkü geri dönen bir kimsenin tekrar dönme ve geri dönüp arkada bıraktığı şeye bilâhere yönelme ihtimali vardır. Burada sözü edilenler ise yüz çevirmektedirler. Oraya doğru bir dönüşleri ve arkaya bıraktıkları şeye dönüp bakmaları söz konusu değildir. Bu halin, Allah’a iman ve itaat ettiğini iddia etmekle birlikte imanı zayıf pek çok kimsenin durumuna uygun düştüğünü gördüğümüz gibi bu gibi kimselerin, pek çok ibadeti özellikle de zekât, farz ve müstehab infaklar, Allah yolunda cihad vb. gibi çoğu kimseye ağır gelen ibadetleri ifa etmediklerini de görüyoruz.
#
{48} {وإذا دُعوا إلى الله ورسوله ليحكم بينهم}؛ أي: إذا صار بينَهم وبينَ أحدٍ حكومةٌ ودُعوا إلى [حكم] الله ورسوله، {إذا فريقٌ منهم معرِضونَ}: يريدونَ أحكامَ الجاهليَّة ويفضِّلون أحكام القوانين غير الشرعيَّة على الأحكام الشرعيَّة؛ لعلمِهِم أنَّ الحقَّ عليهم، وأنَّ الشرع لا يحكُم إلاَّ بما يطابِقُ الواقع.
48.
“Onlar, aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Rasûlüne çağrıldıklarında” yani onlarla herhangi bir kimse arasında başkasının hükmünü gerektiren bir anlaşmazlık ortaya çıkar da Allah ve Rasûlünün hükmüne çağırılırarsa
“yüz çevirir” ve cahiliye hükmünü isterler; şer’î olmayan hükümleri ve kanunları şer’î hükümlere üstün tutarlar. Bunun sebebi, haksız olduklarını ve şeriatın ancak gerçeğe uygun hüküm verdiğini bilmeleridir.
#
{49} {وإن يكن لهم الحقُّ يأتوا إليه}؛ أي: إلى حكم الشرع {مُذْعِنينَ}: وليس ذلك لأجل أنَّه حكم شرعيٌّ، وإنَّما ذلك لأجل موافقة أهوائهم؛ فليسوا ممدوحينَ في هذه الحال، ولو أتوا إليه مذعنين؛ لأنَّ العبدَ حقيقةً مَن يتَّبع الحقَّ فيما يحبُّ ويكره، وفيما يسرُّه ويحزنُه. وأما الذي يتَّبع الشرع عند موافقة هواه وينبِذُهُ عند مخالفتِهِ، ويقدِّم الهوى على الشرع؛ فليس بعبدٍ على الحقيقة.
49.
“Ama hak kendi lehlerinde ise sürat ve itaatle ona” şeriatın hükmüne “gelirler.” Bu gelişleri verilecek hükmün, şeri bir hüküm oluşundan dolayı değildir. Bunun sebebi, bu hükmün hevâlarına uygun düşmesidir. O nedenle onlar, o hükme süratle ve itaatle gitseler bile bu durumları ile övülmezler. Çünkü gerçek kul, sevdiği hususlarda da hoşlanmadığı hususlarda da kendisini sevindiren güzel hallerde de üzücü hallerde de hakka uyan kimsedir. Şeriata hevâsına uygun düştüğünde uyan, hevâsına muhalefet ettiğinde ise onu bir kenara atan ve hevâsını şeriattan öne geçiren bir kimse ise gerçekte Allah’ın kulu değildir.
#
{50} قال الله في لومهم على الإعراض عن الحكم الشرعي: {أفي قلوبِهِم مرضٌ}؛ أي: علَّة أخرجت القلبَ عن صحَّتِهِ وأزالت حاسَّته فصار بمنزلة المريض الذي يعرِضُ عمَّا ينفعُه ويُقْبِلُ على ما يضرُّه. {أم ارتابوا}؛ أي: شكُّوا وقلقتْ قلوبُهم من حكم الله ورسوله واتَّهموه أنه لا يحكُمُ بالحقِّ. {أم يخافون أن يحيفَ اللهُ عليهم ورسولُه}؛ أي: يحكم عليهم حكماً ظالماً جائراً، وإنَّما هذا وصفُهم؛ {بل أولئك هم الظالمونَ}، وأما حكُم اللهِ ورسولِهِ؛ ففي غاية العدالةِ والقِسْط وموافقةِ الحكمة، {ومَنْ أحسنُ من الله حُكْماً لقوم يوقِنونَ}.
وفي هذه الآيات دليلٌ على أنَّ الإيمان ليس هو مجرد القول حتى يقترِنَ به العملُ، ولهذا نفى الإيمان عمَّنْ تولَّى عن الطاعة ووجوب الانقياد لحكم الله ورسولِهِ في كلِّ حال، وأنَّ مَن لم يَنْقَدْ له دلَّ على مرض في قلبِهِ ورَيْبٍ في إيمانِهِ، وأنَّه يحرم إساءة الظنِّ بأحكام الشريعة، وأنْ يظنَّ بها خلاف العدل والحكمة.
50. Yüce Allah,
şer’i hükümden yüz çevirmeleri dolayısıyla onları kınayarak şöyle buyurmaktadır: “Acaba bunların kalplerinde hastalık mı var?” Kalplerini sağlıklı halinden uzaklaştırıp fonksiyonunu ortadan kaldıran ve bunun sonucunda da kalplerini kendisine faydalı şeylerden yüz çevirip zarar verecek şeylere yönelecek hale sokan bir rahatsızlıkları mı var?
“Yahut şüpheye mi düştüler?” Allah ve Rasûlünün hükmü dolayısıyla kalpleri tereddüde düştü yahut tedirgin mi oldu ki hak ile hükmetmeyecek diye onu itham ediyorlar?
“Yoksa Allah ve Rasûlü kendilerine haksızlık eder diye mi korkuyorlar?” Haklarında zalimce hüküm vereceğinden mi endişe ediyorlar? Asıl bu, onların vasfıdır.
“Hayır, onlar zalimlerin ta kendileridir.” Allah ve Rasûlünün hükmüne gelince o,
son derece adaletlidir ve hikmete uygundur: “Yakin sahibi bir toplum için kimin hükmü Allah’ın hükmünden daha güzel olabilir ki?” (el-Maide, 5/50)
u âyet-i kerimelerde imanın, beraberinde amel bulunmayan kuru bir sözden ibaret olmadığına delil vardır. Bundan dolayı itaattan yüz çevirenin iman sahibi olmadığı, ayrıca Allah ve Rasûlü’nün hükmüne her durumda bağlı kalmanın farz olduğu dile getirilmektedir. Eğer kişi Allah ve Rasûlünün hükmüne itaat etmeyecek olursa, o takdirde bu, kalpteki bir hastalığa, imandaki bir şüphe ve tereddüde delildir. Diğer taraftan şeriatın hükümleri hakkında kötü zan beslemek, onların adalet ve hikmete aykırı olduklarını düşünmek de haramdır.
üce Allah, şer’î hükümlerden yüz çevirenlerin durumunu söz konusu ettikten sonra övgüye mazhar olan mü’minlerin halini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
{إِنَّمَا كَانَ قَوْلَ الْمُؤْمِنِينَ إِذَا دُعُوا إِلَى اللَّهِ وَرَسُولِهِ لِيَحْكُمَ بَيْنَهُمْ أَنْ يَقُولُوا سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ (51) وَمَنْ يُطِعِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَيَخْشَ اللَّهَ وَيَتَّقْهِ فَأُولَئِكَ هُمُ الْفَائِزُونَ (52)}.
51-
Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Rasûlüne çağrıldıklarında mü’minlerin sözleri ancak: “İşittik ve itaat ettik” demektir. İşte bunlar felaha erenlerin ta kendileridir.
52- Kim Allah’a ve Rasûlüne itaat ederse, Allah’tan korkar ve O’na karşı takvalı olursa işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
#
{51} أي: {إنَّما كان قولَ المؤمنين}: حقيقةً، الذين صَدَّقوا إيمانَهم بأعمالهم حين يدعون {إلى الله ورسولِهِ لِيَحْكُم بينَهم}: سواء وافق أهواءهم أو خالفها، {أنْ يقولوا سَمِعْنا وأطَعْنا}؛ أي: سمعنا حكم الله ورسولِهِ وأجَبْنا مَنْ دعانا إليه وأطعنا طاعةً تامةً سالمةً من الحرج. {وأولئك هم المفلحونَ}: حَصَرَ الفلاح فيهم؛ لأنَّ الفلاحَ الفوزُ بالمطلوب والنجاةُ من المكروه، ولا يُفْلِحُ إلاَّ مَنْ حَكَّمَ اللهَ ورسولَه وأطاع اللهَ ورسولَه.
51.
“Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Rasûlüne çağrıldıklarında” bu hüküm ister arzularına uygun düşsün, ister aykırı olsun
“mü’minlerin sözleri” yani imanlarını amelleriyle tasdik eden gerçek müminlerin söyleyecekleri söz,
ancak: “İşittik ve itaat ettik, demektir.” Yani Allah ve Rasûlünün hükmünü işittik. Bizi bu hükme çağıranın çağrısını kabul ettik. Ve herhangi bir sıkıntı duymaktan alabildiğine uzak olan tam bir itaat ile itaat ettik.
“İşte bunlar felaha erenlerin tâ kendileridir.” Felah, bunlara hastır. Çünkü felah, arzu edilen şeyi elde etmek ve hoşlanılmayan şeyden de kurtulmak demektir. Allah ve Rasûlü’nün hükmüne müraacat eden, Allah ve Rasûlü’ne itaat edenden başkaları için ise felâh söz konusu değildir.
#
{52} ولما ذَكَرَ فضل الطاعة في الحكم خصوصاً؛ ذَكَرَ فضلَها عموماً في جميع الأحوال، فقال: {ومَنْ يُطِع اللهَ ورسولَه}: فيصدِّقُ خَبَرَهُما ويمتثلُ أمْرَهُما {ويَخْشَ الله}؛ أي: يخافُه خوفاً مقروناً بمعرفة، فيترُكُ ما نهى عنه، ويكفُّ نفسَه عمَّا تَهْوى، ولهذا قال: {وَيَتَّقْهِ}: بترك المحظور؛ لأن التَّقْوى عند الإطلاق يدخُلُ فيها فعلُ المأمور وتركُ المنهيِّ عنه، وعند اقترانها بالبرِّ أو الطاعة ـ كما في هذا الموضع ـ تفسَّر بتوقِّي عذاب الله بترك معاصيه. {فأولئك}: الذين جَمَعوا بين طاعةِ الله وطاعةِ رسوله، وخشيةِ الله وتقواه {هم الفائزون}: بنجاتِهِم من العذاب؛ لتركِهم أسبابَه، ووصولِهم إلى الثواب؛ لفعلهم أسبابه؛ فالفوزُ محصورٌ فيهم، وأمَّا مَنْ لم يتَّصِفْ بوصفِهم؛ فإنَّه يفوته من الفوز بحسب ما قصَّر عنه من هذه الأوصافِ الحميدة.
واشتملتْ هذه الآيةُ على الحقِّ المشترك بين الله وبين رسوله، وهو الطاعةُ المستلزمةُ للإيمان، والحقِّ المختص بالله، وهو الخشيةُ والتقوى، وبقي الحقُّ الثالث المختصُّ بالرسول، وهو التعزيرُ والتوقيرُ؛ كما جَمَعَ بين الحقوق الثلاثة في سورة الفتح في قوله: {لِتُؤْمِنوا باللهِ ورسولِهِ وتعزِّروهُ وتوقِّروهُ وتسبِّحوهُ بُكْرَةً وأصيلاً}.
52. Yüce Allah,
özel olarak verdikleri hükümlerde Allah ve Rasûlüne itaat etmenin faziletini söz konusu ettikten sonra genel olarak bütün hallerde onlara itaatin faziletini dile getirerek şöyle buyurmaktadır: “Kim Allah'a ve Rasûlüne itaat ederse” Onların verdikleri haberleri tasdik eder, emirlerine uyarsa
“Allah’tan korkar” yani O’nu bilip tanımakla birlikte O’ndan korkup yasaklarını terk eder ve nefsini hevâsından alıkoyacak olursa
“ve O’na karşı takvalı olursa” yasak kılınan şeyleri terk etmek sûretiyle takvâlı hareket ederse… Çünkü takvâ, mutlak olarak zikredildiği takdirde kapsamına hem emrolunan şeyi yapmak hem de yasaklanan şeyleri terk etmek girer. Burada olduğu gibi iyilik yahut itaat ile birlikte söz konusu edildiği takdirde ise takvâ, masiyetleri terk etmek sûretiyle Allah’ın azabından korunmak ve sakınmak şeklinde tefsir edilir.
“İşte onlar” Yani hem Allah'a itaat eden, hem Rasûlüne itaat eden, hem Allah’tan korkan hem de takvalı olan kimseler, azaba götüren sebebleri terk ettikleri için azaptan kurtulmakla, mükâfata ulaştıran sebepleri işleyerek de mükâfatı elde etmekle
“kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” Kurtuluş bunlara münhasırdır. Onların niteliklerine sahip olmayanlara gelince bu gibi kimseler, bu övülmeye değer sıfatlara sahip olmaktaki kusurları oranında kurtuluşu elden kaçırırlar.
u âyet-i kerime, Allah ve Rasûlü arasında müşterek olan bir hakkı dile getirmektedir. Bu da imanın ayrılmaz bir parçası olan itaattir. Aynı şekilde sadece Allah'a has olan hakkı da zikretmektedir. Bu da korkmak ve takvâ sahibi olmaktır. Geriye Allah Rasûlüne has üçüncü bir hak kalmaktadır ki o da Allah Rasûlüne gereken saygı ve tazimi göstermektedir.
Nitekim Fetih Sûresinde Yüce Allah’ın şu buyruğu bu üç hakkı bir arada zikretmektedir: “Allah’a ve Rasûlüne iman edesiniz, ona yardım edesiniz, onu büyük tanıyasınız, sabah akşam O’nu (Allah’ı) tesbih edesiniz diye.” (el-Feth, 48/9)
{وَأَقْسَمُوا بِاللَّهِ جَهْدَ أَيْمَانِهِمْ لَئِنْ أَمَرْتَهُمْ لَيَخْرُجُنَّ قُلْ لَا تُقْسِمُوا طَاعَةٌ مَعْرُوفَةٌ إِنَّ اللَّهَ خَبِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ (53) قُلْ أَطِيعُوا اللَّهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ فَإِنْ تَوَلَّوْا فَإِنَّمَا عَلَيْهِ مَا حُمِّلَ وَعَلَيْكُمْ مَا حُمِّلْتُمْ وَإِنْ تُطِيعُوهُ تَهْتَدُوا وَمَا عَلَى الرَّسُولِ إِلَّا الْبَلَاغُ الْمُبِينُ (54)}.
53- O
(münafıklar), şayet kendilerine emredersen mutlaka cihada çıkacaklarına dair olanca güçleri ile Allah’a yemin ettiler.
De ki: “(Boşuna) yemin etmeyin; itaat(iniz) malumdur! Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”
54-
De ki: “Allah’a itaat edin, Rasûle de itaat edin.” Eğer yüz çevirirseniz
(bilin ki) ona düşen ancak ona yüklenen
(tebliğ)dir, size düşen de size yüklenen
(itaat)tir. Eğer ona itaat ederseniz hidâyet bulursunuz. Peygambere düşen ancak apaçık bir tebliğdir.
#
{53} يخبِرُ تعالى عن حالة المتخلِّفين عن الرسول - صلى الله عليه وسلم - في الجهادِ من المنافقين ومَن في قلوبِهِم مرضٌ وضَعْفُ إيمان أنَّهم يقسِمون بالله: {لئن أمَرْتَهم}: فيما يُسْتَقْبَلُ أو لئنْ نصصتَ عليهم حين خرجتَ؛ {لَيَخْرُجُنَّ} والمعنى الأولُ أولى. قال الله رادًّا عليهم: {قُلْ لا تقسِموا}؛ أي: لا نحتاج إلى إقسامكم وإلى أعذاركم؛ فإنَّ الله قد نبَّأنا من أخباركم. وطاعتُكُم معروفةٌ لا تَخْفى علينا، قد كُنَّا نعرِفُ منكم التثاقلَ والكسلَ من غير عذرٍ؛ فلا وجهَ لِعُذْرِكم وقَسَمِكم، إنَّما يحتاجُ إلى ذلك من كان أمرُهُ محتملاً وحاله مُشتبهةً؛ فهذا ربما يفيدُه العذر براءةً، وأمَّا أنتُم؛ فكلاَّ ولمَّا، وإنَّما يُنْتَظَرُ بكم ويُخاف عليكم حلول بأس الله ونقمته، ولهذا توعَّدهم بقوله: {إنَّ الله خبيرٌ بما تعملون}: فيجازِيكم عليها أتمَّ الجزاء.
53. Yüce Allah, münafıklardan cihadda Allah Rasûlünden geri kalanların halini, kalplerinde hastalık ve iman zaafiyeti bulunanlardan haber vermektedir. Gelecekte yahut da sen savaşa çıkacağın vakit açıktan açığa onların da cihada çıkmalarını isteyecek olursan
“mutlaka cihada çıkacaklarına dair olanca güçleri ile Allah’a yemin ettiler.” Birinci mana
(gelecekte onlara cihada çıkmakları için emir verirsen, anlamı) daha uygundur. Yüce Allah,
onların iddialarını reddederek şöyle buyurmaktadır: “De ki: (Boşuna) yemin etmeyin.” Yemin etmenize ihtiyacımız yoktur, özür beyan etmenize de. Çünkü Yüce Allah, sizin haberlerinizi bize bildirmiştir. Ayrıca sizin itaatiniz de bizce malumdur. Bize gizli, saklı değildir. Biz, sizin geçmişte hiçbir mazeretiniz olmaksızın ağırdan aldığınızı, tembellik ettiğinizi biliyoruz. O halde mazeret açıklamanızın ve yemin etmenizin anlamı yoktur. Buna ancak hakkında iki halin de muhtemel olduğu ve iki farklı duruma müsait olan kimselerin ihtiyacı vardır. Böylesinin beyan edeceği mazeret, belki kendisine fayda sağlayabilir. Size gelince bunun asla faydası olmayacaktır. Allah’ın azap ve intikamının gelip sizi bulacağından korkulur.
Bundan dolayı Yüce Allah onları şöyle tehdit etmektedir: “Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır” ve o amellerin karşılığını eksiksiz bir şekilde verecektir.
#
{54} هذه حالُهم في نفس الأمر، وأمَّا الرسولُ عليه الصلاة والسلام؛ فوظيفتُهُ أنْ يأمُرَكم وينهاكُم، ولهذا قال: {قُلْ أطيعوا اللهَ وأطيعوا الرسولَ فإن}: امتثلوا؛ كان حظَّكم وسعادَتَكم، وإنْ {تَوَلَّوْا فإنَّما عليه ما حُمِّلَ}: من الرسالة، وقد أدَّاها، {وعليكُم ما حُمِّلْتُم}: من الطاعة، وقد بانت حالُكم وظهرتْ، فبان ضلالُكم وغيُّكم واستحقاقُكم العذاب. {وإن تُطيعوه تَهْتَدوا}: إلى الصراط المستقيم قولاً وعملاً؛ فلا سبيلَ لكم إلى الهداية إلاَّ بطاعتِهِ، وبدون ذلك لا يمكنُ، بل هو محالٌ. {وما على الرسول إلاَّ البلاغُ المُبينُ}؛ أي: تبليغُكُم البيِّنُ الذي لا يُبقي لأحدٍ شَكًّا ولا شبهةً، وقد فعل - صلى الله عليه وسلم -؛ بَلَّغَ البلاغَ المُبين، وإنَّما الذي يحاسِبُكم ويجازيكم هو الله تعالى؛ فالرسول ليس له من الأمرِ شيءٌ، وقد قام بوظيفتِهِ.
54. Onların hali işte budur. Allah Rasûlünün durumuna gelince onun görevi, size emir ve yasakları bildirmektir.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “De ki: Allah’a itaat edin, Rasûle de itaat edin. Eğer” bu, emre uyarlarsa bu onlar için mutluluk ve bahtiyarlık sebebidir. Şâyet
“yüz çevirirseniz (bilin ki) ona düşen ancak ona yüklenen” risaleti
“(tebliğ)dir” ve o da bu görevi eksiksiz yerine getirmiştir.
“Size düşen de size yüklenen (itaat)tir” emre uymaktır. Bu hususlarda haliniz açıkça ortaya çıkmış bulunuyor. Böylelikle sapıklığınız, azgınlığınız ve azabı hak ettiğiniz de açıkça görülmüş olmaktadır.
“Eğer ona itaat ederseniz” hem söz hem amel itibariyle dosdoğru yola
“hidâyet bulursunuz.” Ona itaat etmeksizin hidâyete yol bulamazsınız. Bu olmadan hidâyete yol bulmanıza imkân yoktur.
“Peygambere düşen ancak apaçık bir tebliğdir.” Sizden herhangi bir kimsenin ileri sürebileceği bir şüphe ve tereddüt bırakmayacak şekilde size tebliğde bulunmaktır. Allah Rasûlü de bunu fiilen yapmış, apaçık tebliğde bulunmuştur. Sizi hesaba çekecek, amellerinizin karşılığını verecek olan ise Allahtır. Rasûlün bu konuda yapacak bir şeyi yoktur. O, kendi görevini yerine getirmiş bulunmaktadır.
{وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا مِنْكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُمْ فِي الْأَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ دِينَهُمُ الَّذِي ارْتَضَى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُمْ مِنْ بَعْدِ خَوْفِهِمْ أَمْنًا يَعْبُدُونَنِي لَا يُشْرِكُونَ بِي شَيْئًا وَمَنْ كَفَرَ بَعْدَ ذَلِكَ فَأُولَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ (55)}.
55- Allah içinizden iman edip salih ameller işleyenlere onlardan öncekileri yeryüzünde hükümran kılıdığı gibi onları da kesinlikle yeryüzünde hükümran kılacağını, onlar için seçip beğendiği dinlerini onlar için güçlendirip hakim kılacağını ve
(yaşadıkları) korkunun ardından onları güvene kavuşturacağını vaat etmiştir. Çünkü onlar, bana ibadet ederler ve hiçbir şeyi Bana ortak koşmazlar. Bundan sonra her kim kâfir olursa işte onlar fasıkların ta kendileridir.
#
{55} هذا من أوعاده الصادقةِ التي شوهِدَ تأويلُها ومَخْبَرُها؛ فإنَّه وعد مَنْ قام بالإيمان والعمل الصالح من هذه الأمة أن يَسْتَخْلِفَهم في الأرض، يكونونَ هم الخلفاءَ فيها، المتصرفين في تدبيرها، وأنه يمكِّن {لهم دينَهُمُ الذي ارتضى لهم}، وهو دينُ الإسلام الذي فاقَ الأديانَ كلَّها، ارتضاه لهذه الأمة لفضلِها وشرفِها ونعمتِهِ عليها بأن يتمكَّنوا من إقامتِهِ وإقامةِ شرائعِهِ الظاهرةِ والباطنةِ في أنفسهم وفي غيرِهم؛ لكونِ غيرِهم من أهل الأديان وسائرِ الكفَّار مغلوبينَ ذليلينَ، وأنَّه يبدِّلُهم [أمناً] {من بعدِ خوفِهم}؛ الذي كان الواحد منهم لا يتمكَّنُ من إظهار دينِهِ وما هو عليه إلاَّ بأذى كثيرٍ من الكفار، وكون جماعة المسلمين قليلينَ جدًّا بالنسبة إلى غيرهم، وقد رماهُم أهلُ الأرض عن قوسٍ واحدةٍ، وبَغَوْا لهم الغوائلَ، فوعَدَهم الله هذه الأمورَ وقت نزول الآية، وهي لم تشاهد الاستخلافَ في الأرض والتمكينَ فيها والتمكينَ من إقامةِ الدين الإسلاميِّ والأمنَ التامَّ بحيثُ يعبُدون الله ولا يشرِكون به شيئاً ولا يخافون أحداً إلاَّ الله، فقام صدرُ هذه الأمة من الإيمان والعمل الصالح بما يفوقُ على غيرهم، فمكَّنهم من البلاد والعباد، وفُتِحَتْ مشارقُ الأرض ومغاربُها، وحصل الأمنُ التامُّ والتمكين التامُّ؛ فهذا من آيات الله العجيبة الباهرة، ولا يزالُ الأمر إلى قيام الساعة، مهما قاموا بالإيمان والعمل الصالح؛ فلا بدَّ أن يوجَدَ ما وَعَدَهُم الله، وإنَّما يسلِّطُ عليهم الكفار والمنافقين ويُديلُهم في بعض الأحيان بسبب إخلال المسلمين بالإيمان والعمل الصالح. {ومَن كَفَرَ بعد ذلك}: التمكين والسلطنة التامَّة لكم يا معشرَ المسلمينَ، {فأولئك هم الفاسقون}: الذين خرجوا عن طاعة الله وفسدوا، فلم يصلحوا لصالح، ولم يكنْ فيهم أهليَّةٌ للخير؛ لأنَّ الذي يَتْرُكُ الإيمانَ في حال عزِّه وقهرِهِ وعدم وجودِ الأسباب المانعة منه يدلُّ على فساد نيَّته وخُبث طويَّته؛ لأنَّه لا داعي له لترك الدين إلاَّ ذلك.
ودلت هذه الآية أنَّ الله قد مكَّن مَنْ قبلَنا واستخلَفَهم في الأرض؛ كما قال موسى لقومه: {ويَسْتَخْلِفكُم في الأرْضِ فَيَنْظُرَ كيف تعملونَ}، وقال تعالى:
{ونريدُ أن نَمُنَّ على الذين استُضْعِفوا في الأرض [ونجعلهم أئمة ونجعلهم الوارثين] ونمكِّنَ لهم في الأرض}.
55. Bunlar, Yüce Allah’ın dosdoğru vaatleridir. Bunların gerçekleştiği ve haber verdiği gibi ortaya çıktığı görülmüştür. O, bu ümmet arasından iman ve salih ameli gereğince ayakta tutan kimselere kendilerini yeryüzünde hükümran kılacağını vaat etmiştir. Yeryüzünün halifelerinin ve tasarruf sahiplerinin onlar olacağını bildirmiştir. Ayrıca kendileri için beğenip seçtiği ve bütün dinlerden üstün olan İslâm dinini hakim kılacağını da vaat etmiştir. O, bu dini bu ümmet için seçip beğenmiştir. Çünkü bu ümmet, faziletli ve şerefli bir ümmettir. Bu ümmet üzerindeki nimeti, onların bu dini uygulama imkânını elde etmelerini, bu dinin zahir ve batın şer’î hükümlerini hem kendi nefislerinde hem de başkalarında uygulamalarını mümkün kılmıştır. Ayrıca onların dışındaki çeşitli dinlere mensup kimseler ve diğer kâfirler de mağlup ve zelil kimselerdir. Yüce Allah,
onlara ayrıca şunu da vaat etmiştir: Korkularından sonra onlara güvenlik verecektir. Çünkü önceleri onlardan herhangi bir kimse, dinini ve kabul ettiği yolu kâfirlerden pek çok eziyet ve işkenceyi göze almadıkça açığa vurma imkânını bulamıyordu. Müslüman cemaat sayıca başkalarına nispetle oldukça azdı. Yeryüzündeki insanlar da elbirliği ile onlara karşı dikilmiş, onların başlarına türlü musibetler getirmeye kalkışmıştı. İşte Yüce Allah, bu âyetin indiği dönemde onlara bütün hususları vaat etmiştir. Henüz o ümmet yeryüzünde halifelik makamına getirilmeyi, iktidar sahibi olmayı, İslâm dinini uygulama imkânını elde etmeyi ve tam güvenlik içerisinde Yüce Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmaksızın, Allah’tan başkasından çekinmeksizin O’na ibadet edecek şekilde bir iktidara sahip olamamıştı. Ancak bu ümmetin ilk nesli, başkalarından çok daha ileri ve üstün bir şekilde iman ve amel-i salihin gereğini yerine getirdi. Böylece Yüce Allah, onlara çeşitli ülkelerin ve milletlerin yönetim ve iktidarını verdi; yerin doğularını ve batılarını fethetmelerini mümkün kıldı. Tam bir güvenliğe ve tam bir iktidara kavuştular. İşte bu da Yüce Allah’ın hayret edilecek ve göz kamaştıracak belgelerinden biridir. Bu durum, Kıyametin kopacağı vakte kadar aynen geçerlidir. Mü’minler ne zaman imanı ve salih ameli gereği gibi yerine getirecek olurlarsa, Allah’ın onlara verdiği bu sözü gerçekleştirmesi kaçınılmazdır. Yüce Allah’ın onlara kâfir ve münafıkları musallat kılması ve bazı hallerde onları galip kılması, müslümanların iman ve salih ameli ihlal etmeleri dolayısıyladır.
“Bundan” yani ey müslümanlar; böyle bir iktidardan ve sizin tam anlamıyla egemen kılınmanızdan “sonra her kim kâfir olursa işte onlar fasıkların” Allah’a itaatin sınırları dışına çıkarak bozgunculuk yapanların
“ta kendileridir.” Artık iyi hiçbir şeyi hak etmezler, hayır işleme yeterliliklerini kaybederler. Çünkü aziz ve üstün zamanlarında imanı terk eden ve imana bağlanmayı engelleyen sebeplerin olmadığı bir sırada ondan uzaklaşan kimsenin bu hali, niyetinin bozukluğuna, içinde kötü şeyler sakladığına delildir. Zira bu gibi hallerde dinini terk etmesine iten hiçbir sebep yoktur.
u âyet-i kerimede Yüce Allah’ın bizden önceki müminlere iktidar verip onları da yeryüzünde halifelik makamına getirdiğine delil vardır.
Nitekim Mûsâ’nın kavmine şunları söylediğini biliyoruz: “Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı helâk eder ve sizi yeryüzünde halifeler kılar; o zaman da sizin nasıl davranacağınıza bakacaktır.” (el-A’raf 7/129) Bir başka yerde de Allah şöyle buyurmaktadır:
“Biz de o ülkede zayıf düşürülenlere lütfetmek, onları önder yapmak ve onları varisler kılmak istiyorduk. Ve onlara o yerde güç ve imkân verelim (istiyorduk).” (el-Kasas, 28/5-6)
{وَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ وَآتُوا الزَّكَاةَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ (56) لَا تَحْسَبَنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا مُعْجِزِينَ فِي الْأَرْضِ وَمَأْوَاهُمُ النَّارُ وَلَبِئْسَ الْمَصِيرُ (57)}.
56- Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Rasûle itaat edin ki merhamete kavuşasınız.
57- Sakın kâfirlerin yeryüzünde
(Allah’ı) âciz bırakacaklarını sanma! Onların varacağı yer ateştir. O, ne kötü bir dönüş yeridir!
#
{56} يأمر تعالى بإقامة الصلاة بأركانها وشروطها وآدابها ظاهراً وباطناً، وبإيتاء الزكاة من الأموال التي استَخْلَفَ الله عليها العباد وأعطاهم إياها؛ بأن يُؤتوها الفقراء وغيرهم ممَّن ذَكَرَهُم الله لمصرِفِ الزكاة؛ فهذان أكبرُ الطاعات وأجلُّهما، جامعتان لحقِّه وحقِّ خلقِهِ، للإخلاص للمعبود وللإحسان إلى العبيد. ثم عَطَفَ عليهما الأمرَ العامَّ، فقال: {وأطيعوا الرَّسولَ}: وذلك بامتثال أوامرِهِ واجتنابِ نواهيه، {ومَن يُطِعِ الرسولَ فَقَدْ أطاع الله}، {لعلَّكم}: حين تقومون بذلك {تُرْحَمون}: فمن أراد الرحمةَ؛ فهذا طريقُها، ومَنْ رجاها من دون إقامة الصلاة وإيتاء الزَّكاة وإطاعة الرسول؛ فهو متمنٍّ كاذبٌ، وقد منَّته نفسُه الأمانيَّ الكاذبة.
56. Yüce Allah, namazı rükünleriyle, şartlarıyla, adabıyla, zahiren ve batınen dosdoğru kılmayı, Allah’ın kulların tasarrufuna verdiği mallarının zekâtlarını fakirlere ve zekâtın harcama yerleri olarak Yüce Allah’ın sözünü ettiği diğer yerlere vermelerini emretmektedir. Bu iki emir, itaatlerin en büyükleri, en değerlileridir. Hem Allah’ın hakkını hem de yaratılmışların hakkını bir arada içerirler. Bir taraftan mabuda ihlâs, diğer taraftan kullara ihsan özelliklerini taşımaktadırlar. Daha sonra Yüce Allah,
bu ikisine genel bir emri atfetmiştir: “ve Rasûle” emirlerine uyarak ve yasaklarından da uzak durarak “itaat edin” Çünkü
“Rasûle itaat eden Allah’a itaat etmiş olur.” (en-Nisa, 4/80) “ki” bunları yerine getirdiğiniz takdirde “merhamete kavuşasınız.” İlâhi rahmete nail olmak isteyenlerin izlemeleri gereken yol işte budur. Namaz kılmaksızın, zekât vermeksizin, Allah rasûlüne itaat etmeksizin rahmete nail olacağını uman bir kimse boş bir temennide bulunmaktadır. Böyle bir kimse, nefsinin gerçekle ilgisi olmayan asılsız temennilerine kanan birisidir.
#
{57} {لا تحسبنَّ الذين كفروا مُعْجِزينَ في الأرض}: فلا يَغْرُرْكَ ما مُتِّعوا به في الحياة الدُّنيا؛ فإنَّ الله وإنْ أمْهَلَهم؛ فإنَّه لا يُهْمِلُهم؛ {نمتِّعُهم قليلاً ثم نضطرُّهم إلى عذابٍ غليظٍ}. ولهذا قال هنا: {ومأواهُمُ النارُ ولبئسَ المصيرُ}؛ أي: بئس المآلُ مآل الكافرين؛ مآل الشرِّ والحسرة والعقوبة الأبديَّة.
57.
“Sakın kâfirlerin yeryüzünde (Allah'ı) âciz bırakacaklarını sanma!” Dünya hayatında faydalandırıldıkları nimetler seni aldatmasın. Şüphesiz ki Yüce Allah, onlara mühlet verecek olsa dahi, azabı ihmal etmeyecektir.
“Biz onları azıcık faydalandırırız. Sonra oldukça ağır bir azaba mahkûm ederiz.” (Lokman, 31/24) Bundan dolayı Yüce Allah burada da:
“Onların varacağı yer ateştir. O, ne kötü bir dönüş yeridir!” buyurmaktadır. Yani kâfirlerin dönecekleri yer ne kötüdür! O yerde şer, pişmanlık ve ebedî ceza vardır.
{يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لِيَسْتَأْذِنْكُمُ الَّذِينَ مَلَكَتْ أَيْمَانُكُمْ وَالَّذِينَ لَمْ يَبْلُغُوا الْحُلُمَ مِنْكُمْ ثَلَاثَ مَرَّاتٍ مِنْ قَبْلِ صَلَاةِ الْفَجْرِ وَحِينَ تَضَعُونَ ثِيَابَكُمْ مِنَ الظَّهِيرَةِ وَمِنْ بَعْدِ صَلَاةِ الْعِشَاءِ ثَلَاثُ عَوْرَاتٍ لَكُمْ لَيْسَ عَلَيْكُمْ وَلَا عَلَيْهِمْ جُنَاحٌ بَعْدَهُنَّ طَوَّافُونَ عَلَيْكُمْ بَعْضُكُمْ عَلَى بَعْضٍ كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللَّهُ لَكُمُ الْآيَاتِ وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ (58) وَإِذَا بَلَغَ الْأَطْفَالُ مِنْكُمُ الْحُلُمَ فَلْيَسْتَأْذِنُوا كَمَا اسْتَأْذَنَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللَّهُ لَكُمْ آيَاتِهِ وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ (59)}.
58- Ey iman edenler! Sahip olduğunuz köle ve cariyelerle içinizden büluğa ermeyen
(çocuklar), sizden
(yanınıza girmek için şu) üç vakitte izin istesinler: Sabah namazından önce, elbisenizi çıkardığınız öğle
(dinlenme) vaktinde ve yatsı namazından sonra. Bunlar, sizin için üç mahrem vakittir. Bu üç vakit dışında
(izinsiz girmede) size de onlara da bir vebal yoktur. Çünkü onlar da siz de birbirinizin yanına sık sık girip çıkarsınız. İşte Allah, âyetleri size böyle açıklıyor. Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.
59- Sizden olan çocuklar büluğa erdiklerinde kendilerinden öncekiler nasıl izin istiyorlarsa onlar da öyle izin istesinler. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklıyor. Allah, her şeyi bilendir, hilmet sahibidir.”
#
{58} أمر المؤمنين أن يستأذِنَهم مماليكُهم والذين لم يبلُغوا الحُلُمَ منهم، قد ذَكَرَ الله حكمتَه، وأنَّه ثلاثُ عوارتٍ للمستأذَنِ عليهم؛ وقتَ نومِهم بالليل بعد العشاء، وعند انْتِباههم قبل صلاة الفجر؛ فهذا في الغالب أنَّ النائم يستعمل للنوم في الليل ثوباً غير ثوبِهِ المعتاد، وأمَّا نومُ النهار؛ [فلمّا] كان في الغالب قليلاً قد ينام فيه العبد بثيابِهِ المعتادة؛ قيَّده بقوله: {وحين تَضَعون ثيابَكم من الظهيرةِ}؛ أي: للقائلة وسط النهار؛ ففي ثلاث هذه الأحوال يكون المماليكُ والأولادُ الصغارُ كغيرهم لا يمكَّنون من الدُّخول إلاَّ بإذنٍ، وأمَّا ما عدا هذه الأحوالُ الثلاثة؛ فقال: {ليس عليكُم ولا عليهِم جُناح بعدهنَّ}؛ أي: ليسوا كغيرِهم؛ فإنَّهم يُحتاج إليهم دائماً، فيشقُّ الاستئذان منهم في كلِّ وقتٍ، ولهذا قال: {طَوَّافونَ عليكم بعضُكم على بعضٍ}؛ أي: يتردَّدون عليكم في قضاء أشغالكم وحوائجكم. {كذلك يبيِّنُ الله لكم الآياتِ}: بياناً مقروناً بحكمتِهِ؛ ليتأكَّدَ ويتقوَّى ويعرفَ به رحمةَ شارِعِه وحكمتَه، ولهذا قال: {والله عليمٌ حكيمٌ}: له العلم المحيطُ بالواجبات و [المستحيلات] والممكنات والحكمة التي وَضَعَتْ كلَّ شيءٍ موضِعَه، فأعطى كلَّ مخلوق خَلْقَه اللائق به، وأعطى كلَّ حكم شرعيٍّ حكمه اللائقَ به، ومنه هذه الأحكام التي بَيَّنَها وبيَّنَ مآخِذَها وحُسْنَها.
58. Yüce Allah mü’minlere kölelerinin ve ergenlik yaşına gelmemiş çocuklarının, yanlarına girmek üzere izin istemelerini emretmektedir. Yüce Allah, bu izin istemenin hikmetini de zikretmiştir. Şöyle ki yanlarına girmek üzere izinleri istenecek kimselerin izinlerinin alınması için üç mahrem vakit vardır. Bu vakitlerin ikisi, yatsıdan sonra gece uyuyacakları vakit ile sabah namazlarından önce uyandıkları vakittir. Zira çoğunlukla uyuyan bir kimse, normal elbisesi dışında yatarken giymek üzere farklı bir elbise giyer. Ama gündüzün çoğunlukla kişi normal elbiseleriyle uyuduğu için Yüce Allah,
bu vakti söz konusu ederken: “elbisenizi çıkardığınız öğle (dinlenme) vaktinde” kaydını söz konusu etmektedir. Yani gündüzün ortasında kaylule uykusuna çekileceğiniz vakit de sizden izin istesinler, demektir. İşte bu üç vakitte köleler ve küçük çocuklar da başkaları gibidir. İzin almaksızın büyüklerinin yanına girmelerine imkan verilmez.
u üç halin dışındaki hallere gelince: “Bu üç vakit dışında (izinsiz girmede) size de onlara da bir vebal yoktur.” Yani bu kimseler başkaları gibi değildir. Her zaman için onlara ihtiyaç duyulabilir. Bu yüzden onların her vakit izin istemeleri zor olur.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Çünkü onlar da siz de birbirinizin yanına sık sık girip çıkarsınız.” Onlar işlerinizi ve ihtiyaçlarınızı karşılamak için yanlarınıza girip çıkarlar.
“İşte Allah âyetleri size böyle” hikmeti ile birlikte
“açıklar” ki bu hüküm iyice pekişsin ve bu yolla da bu hükmü teşrî buyuranın rahmet ve hikmeti bilinmiş olsun. Bundan dolayı Yüce Allah: “Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.” buyurmaktadır. Yani O’nun ilmi vacip
(varlığı zorunlu), müstahil
(varlığı imkânsız) ve mümkün
(varlığı ve yokluğu imkân dahilinde olan) her şeyi kuşattığı gibi O’nun hikmeti de her şeyi yerli yerince koymuş ve yerleştirmiştir. Her bir varlığa ona uygun ve yakışan hilkati verdiği gibi her bir şer’î hükme de uygun bir hikmeti tevdi etmiştir. Nereden geldiklerini ve güzelliklerini genişçe açıkladığı ve beyan ettiği hükümler de bunlar arasındadır.
#
{59} {وإذا بَلَغَ الأطفالُ منكم الحُلُمَ}: وهو إنزالُ المنيِّ يقظةً أو مناماً؛ {فَلْيَسْتَأذِنوا كما استأذنَ الذين من قبلِهِم}؛ أي: في سائر الأوقات، والذين مِنْ قبلِهِم هم الذين ذَكَرَهُمُ اللهُ بقوله: {يا أيُّها الذين آمنوا لا تَدْخُلوا بيوتاً غير بيوتِكُم حتى تَسْتَأنِسوا ... } الآية. {كذلك يبيِّنُ الله لكم آياتِهِ}: ويوضِّحُها ويفصِّلُ أحكامها. {والله عليم حكيم}.
وفي هاتين الآيتين فوائدُ:
منها: أنَّ السيِّد وولي الصغير مخاطبان بتعليم عبيدِهم ومَنْ تحتَ ولايَتِهم من الأولاد العلمَ والآدابَ الشرعيَّة؛ لأنَّ الله وجَّه الخطاب إليهم بقوله: {يا أيُّها الذين آمنوا لِيَسْتَأذِنكُمُ الذين ملكت أيمانكم والذين لم يَبْلُغوا الحُلُم ... } الآية، ولا يمكنُ ذلك إلاَّ بالتعليم والتأديب، ولقوله: {ليس عليكُم ولا عليهِم جُناح بَعْدَهُنَّ}.
ومنها: الأمر بحفظِ العورات والاحتياط لذلك من كلِّ وجه، وأنَّ المحلَّ والمكانَ الذي مَظِنَّةٌ لرؤيةِ عورة الإنسان فيه، أنَّه منهيٌّ عن الاغتسال فيه والاستنجاء ونحو ذلك.
ومنها: جوازُ كشفِ العورة لحاجةٍ؛ كالحاجة عند النوم وعند البول والغائط ونحو ذلك.
ومنها: أنَّ المسلمين كانوا معتادين القَيْلولة وسطَ النهار؛ كما اعتادوا نومَ الليل؛ لأنَّ الله خاطَبَهم ببيانِ حالِهِم الموجودةِ.
ومنها: أنَّ الصغير الذي دون البلوغ لا يجوزُ أن يمكَّنَ من رؤية العورة، ولا يجوزُ أن تُرى عورتُهُ؛ لأنَّ الله لم يأمُرْ باستئذانِهِم إلاَّ عن أمرٍ ما يجوز.
ومنها: أنَّ المملوك أيضاً لا يجوزُ أن يرى عورةَ سيِّده؛ كما أنَّ سيِّده لا يجوز أن يرى عورتَه؛ كما ذكرنا في الصغير.
ومنها: أنَّه ينبغي للواعظ والمعلِّم ونحوهم ممَّن يتكلَّم في مسائل العلم الشرعيِّ أن يقرِنَ بالحكم بيانَ مأخذِهِ ووجهِهِ، ولا يُلقيه مجرَّداً عن الدليل والتَّعليل؛ لأنَّ الله لما بيَّن الحكم المذكور؛ علَّله بقوله: {ثلاثُ عوراتٍ لكم}.
ومنها: أنَّ الصَّغيرَ والعبدَ مخاطبان كما أنَّ وليَّهما مخاطبٌ؛ لقوله: {ليس عليكُم ولا عليهم جناحٌ بَعْدَهُنَّ}.
ومنها: أنَّ ريق الصبيِّ طاهرٌ، ولو كان بعد نجاسةٍ؛ كالقيء؛ لقوله تعالى: {طوَّافونَ عليكُم}؛ مع قول النبيِّ - صلى الله عليه وسلم - حين سُئِلَ عن الهرة: «إنها ليست بِنَجَسٍ، إنَّها من الطَّوَّافينَ عليكم والطَّوَّافاتِ».
ومنها: جوازُ استخدام الإنسان مَنْ تحت يدِهِ من الأطفال على وجهٍ معتادٍ لا يشقُّ على الطفل؛ لقوله: {طوَّافونَ عليكم}. ومنها: أنَّ الحكم المذكورَ المفصَّل إنَّما هو لما دونَ البلوغ، وأمَّا ما بعدَ البلوغ؛ فليس إلاَّ الاستئذان.
ومنها: أنَّ البلوغَ يحصُلُ بالإنزال، فكلُّ حكم شرعيٍّ رُتِّبَ على البلوغ؛ حصل بالإنزال، وهذا مجمعٌ عليه، وإنَّما الخلاف هل يَحْصُلُ البلوغُ بالسنِّ أو الإنباتِ للعانةِ. والله أعلم.
59.
“Sizden olan çocuklar büluğa erdiklerinde” bulûğ, uyanıkken veya uyku halinde iken meninin inzali ile gerçekleşir.
“kendilerinden öncekiler” sair zamanlarda
“nasıl izin istiyorlarsa onlar da öyle izin istesinler.” Kendilerinden öncekilerden kasıt ise şanı Yüce Allah’ın:
“Ey iman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere izin alıp o ev halkına selam vermeden girmeyin” (en-Nur, 24/24) buyruğunda söz konusu ettiği kimselerdir.
“İşte Allah size âyetlerini böyle açıklıyor” ve bunlara dair hükümlerini bu şekilde izah ediyor.
“Allah her şeyi bilendir, hilmet sahibidir.” Bu iki âyet-
i kerimede önemli birtakım hususlar vardır:
1- Efendi kölelerine, küçük çocuğun velisi de velâyetleri altında bulunan çocuklara ilmî ve şer’î adabı öğretmekle yükümlüdür.
Çünkü Yüce Allah: “Ey iman edenler! Sahip olduğunuz köle ve cariyelerle içinizden büluğa ermeyen (çocuklar), sizden (yanınıza girmek için şu) üç vakitte izin istesinler” buyruğunda onlara hitap etmektedir. Bu ise ancak öğretmek ve şer’î adabı onlara göstermekle mümkün olur.
Diğer taraftan Yüce Allah’ın: “Bu üç vakit dışında (izinsiz girmede) size de… bir vebal yoktur” buyruğu da bunu gerektirmektedir.
2- Bu buyruklarda avretlerin gereği gibi korunması, her bakımdan bu maksatla ihtiyatın elden bırakılmaması emredilmektedir. İnsanın avretinin görülme ihtimali bulunan yerde gusul, istinca vb. işler yapması yasaklanmıştır.
3- Uyku halinde, küçük, büyük abdest bozma halinde vb. hallerde ihtiyaç olduğu takdirde avretin açılması caizdir.
4- Müslümanlar geceleyin uyudukları gibi gündüzün ortasında kaylûle uykusunu da adet haline getirmişlerdi. Çünkü Yüce Allah, onlara hali hazırda mevcut olan hallerini beyan etmek sûretiyle onlara hitap etmiştir.
5- Bûlûğ çağına gelmemiş olan çocuğun, başkalarının avretini görmesine de onun avretinin başkaları tarafından görülmesine de imkan sağlamak caiz değildir. Çünkü Yüce Allah'ın, onların izin istemesini emretmesinin sebebi ancak caiz olmayan bir husus dolayısıyladır.
6- Kölenin efendisinin avretini görmesi caiz olmadığı gibi efendisinin de kölesinin avretini görmesi -bülûğa erişmemiş çocukta söz konusu ettiğimiz gibi- caiz değildir.
7- Vaiz, öğretmen ve bunlara benzer şer’i-ilmi meseleler hakkında söz söyleyecek kimseler, hüküm ile birlikte bu hükmün nereden alındığını ve bu hükmün açıklamasını birlikte yapmalı, hükmü delil, hikmet ve gerekçelerinden uzak olarak bildirmemelidir. Çünkü Yüce Allah,
sözü geçen hükmü beyan ettikten sonra bunu da: “Bunlar, sizin için üç mahrem vakittir” buyruğu ile gerekçelendirmiştir.
8- Velileri muhatap olduğu gibi küçük çocuk ve köle de muhataptır.
Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Bu üç vakit dışında (izinsiz girmede) size de onlara da bir vebal yoktur.”
9- Küçük çocuğun tükürüğü temizdir. Kusmuk gibi bir necasetten sonra gelse dahi.
Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “birbirinizin yanına sık sık girip çıkarsınız.” Ayrıca Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in kedi hakkında sorulan bir soruya verdiği şu cevap da bu hükme işarettir:
“O (kedi) necis değildir. Çünkü o sizin yanınıza sık sık girip çıkanlardandır.”
10- İnsanın, çocuklarını âdet olduğu üzere ve çocuğa ağır gelmeyecek bir şekilde hizmetinde kullanması caizdir.
Yüce Allah’ın: “birbirinizin yanına sık sık girip çıkarsınız” buyruğu bunu ifade etmektedir.
11- Sözü geçen bu etraflı hükümler, henüz baliğ olmamış çocuklar içindir. Bulûğdan sonra ise izin istemekten başka bir hüküm söz konusu değildir.
12- Bulûğ, boşalma ile gerçekleşir. Buluğa bağlı olarak söz konusu edilen her bir şer’î hüküm de o vakit yürürlüğe girer. Bu konuda icma vardır. Görüş ayrılığı, buluğun yaş ile veya etek tüylerinin bitmesi ile gerçekleşip gerçekleşmeyeceği hakkındadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
{وَالْقَوَاعِدُ مِنَ النِّسَاءِ اللَّاتِي لَا يَرْجُونَ نِكَاحًا فَلَيْسَ عَلَيْهِنَّ جُنَاحٌ أَنْ يَضَعْنَ ثِيَابَهُنَّ غَيْرَ مُتَبَرِّجَاتٍ بِزِينَةٍ وَأَنْ يَسْتَعْفِفْنَ خَيْرٌ لَهُنَّ وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ (60)}.
60- Evlenme arzu ve ümidi kalmamış ihtiyar kadınların, zinetlerini göstermemek şartıyla
(dış) elbiselerini çıkarmalarında onlara bir günah yoktur. Bununla beraber
(çıkarmayıp) iffete sarılmaları onlar için daha hayırlıdır. Allah her şeyi işitendir, bilendir.
#
{60} {والقواعدُ من النساء}؛ [أي]: اللاتي قَعَدْنَ عن الاستمتاع والشهوةِ، {اللاتي لا يَرْجونَ نِكاحاً}؛ أي: لا يَطْمَعْنَ في النكاح ولا يُطْمَعُ فيهن، وذلك لكونها عجوزاً لا تشتهي أو دميمةَ الخِلْقَةِ لا تُشْتَهى ولا تَشْتَهي. {فليس عليهنَّ جُناحٌ}؛ أي: حرجٌ وإثمٌ، {أن يَضَعْنَ ثيابَهُنَّ}؛ أي: الثياب الظاهرة كالخمار ونحوه، الذي قال الله فيه للنساء: {وَلْيَضْرِبْنَ بِخُمُرِهِنَّ على جُيوبِهِنَّ}؛ فهؤلاء يجوز لهنَّ أن يَكْشِفْنَ وجوهَهُنَّ لأمن المحذور منها وعليها.
ولما كان نفيُ الحرج عنهنَّ في وضع الثياب ربَّما تُوُهِّمَ منه جوازُ استعمالها لكلِّ شيءٍ؛ دَفَعَ هذا الاحتراز بقوله: {غيرَ مُتَبَرِّجات بزينةٍ}؛ أي: غير مظهراتٍ للناس زينةً من تجمُّلٍ بثيابٍ ظاهرةٍ، وتَسْتُرُ وجهها، ومن ضربِ الأرض ليعلم ما تُخفي من زينتها؛ لأنَّ مجرَّد الزينة على الأنثى، ولو مع تستُّرها، ولو كانت لا تُشتهى؛ يفتن فيها ويوقِعُ الناظر إليها في الحرج. {وأن يَسْتَعْفِفْنَ خيرٌ لهنَّ}: والاستعفافُ طلبُ العفَّة بفعل الأسباب المقتضية لذلك من تزوُّج وتركٍ لما يُخْشى منه الفتنة. {والله سميعٌ}: لجميع الأصوات. {عليمٌ}: بالنيَّات والمقاصدِ؛ فليحذَرْن من كلِّ قول وقصدٍ فاسدٍ، ويَعْلَمْنَ أنَّ الله يُجازي على ذلك.
60.
“Evlenme arzu ve ümidi kalmamış” yani kendisi evlenme arzusu taşımayan ve kendisi ile de evlenmeye arzu duyulmayacak olan -ki bu da ya aşırı yaşlandığından yahut yaratılışı itibariyle çirkin olup arzulanmayacak bir halde olmasından olabilir- şehvetten kesilmiş
“ihtiyar kadınların, zinetlerini göstermemek şartıyla (dış) elbiselerini” yani cilbab, peçe vb. dış elbiselerini
“çıkarmalarında onlara bir günah yoktur.” Burada,
Yüce Allah’ın kadınlar ile ilgili olarak: “Başörtülerini de yakalarının üzerine salsınlar” buyruğundaki hüküm kastedilmektedir. Bu tür kadınların gerek kendilerinin fitneye düşmelerinden gerekse de başkalarını fitneye düşürmelerinden yana emin olunduğu için yüzlerini açmaları caizdir.
ış elbiselerini çıkarmalarından dolayı vebal altında olmadıkları dile getirilince bundan,
her konuda bu ruhsatın kullanılmasının caiz olacağı vehmi uyanabileceğinden Yüce Allah böyle bir vehmi: “zinetlerini göstermemek şartıyla” buyruğuyla ortadan kaldırmaktadır. Yani insanlara karşı -yüzlerini örtseler dahi- güzel dış elbiselerle süslenerek ve gizledikleri zinetleri bilinsin diye ayaklarını yere vurarak zinetlerini teşhir etmemelidirler. Çünkü kadın tesettüre riâyet etse bile zinete bürünmekle -isterse arzu duyulmayacak halde olsun- insanları fitneye, kendisine bakanı da günaha düşebilir.
“Bununla beraber (çıkarmayıp) iffete sarılmaları onlar için daha hayırlıdır.” İffete sarılmak, bunun için gerekli sebepleri yerine getirmek sûretiyle -evlenmek ve fitneye düşmekten korkulanı terk etmekle- iffete talip olmak demektir.
“Allah” bütün sesleri çok iyi “işitendir.” Bütün niyet ve maksatları çok iyi “bilendir.” O bakımdan bu tür kadınlar, bozuk maksatlardan ve iyi olmayan sözlerden alabildiğine sakınsınlar ve bilsinler ki Yüce Allah, bunların cezasını da verecektir.
{لَيْسَ عَلَى الْأَعْمَى حَرَجٌ وَلَا عَلَى الْأَعْرَجِ حَرَجٌ وَلَا عَلَى الْمَرِيضِ حَرَجٌ وَلَا عَلَى أَنْفُسِكُمْ أَنْ تَأْكُلُوا مِنْ بُيُوتِكُمْ أَوْ بُيُوتِ آبَائِكُمْ أَوْ بُيُوتِ أُمَّهَاتِكُمْ أَوْ بُيُوتِ إِخْوَانِكُمْ أَوْ بُيُوتِ أَخَوَاتِكُمْ أَوْ بُيُوتِ أَعْمَامِكُمْ أَوْ بُيُوتِ عَمَّاتِكُمْ أَوْ بُيُوتِ أَخْوَالِكُمْ أَوْ بُيُوتِ خَالَاتِكُمْ أَوْ مَا مَلَكْتُمْ مَفَاتِحَهُ أَوْ صَدِيقِكُمْ لَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أَنْ تَأْكُلُوا جَمِيعًا أَوْ أَشْتَاتًا فَإِذَا دَخَلْتُمْ بُيُوتًا فَسَلِّمُوا عَلَى أَنْفُسِكُمْ تَحِيَّةً مِنْ عِنْدِ اللَّهِ مُبَارَكَةً طَيِّبَةً كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللَّهُ لَكُمُ الْآيَاتِ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ (61)}.
61- Gözü görmeyene vebal yoktur. Topala vebal yoktur. Hastaya da vebal yoktur. Aynı şekilde size de kendi evlerinizden, babalarınızın evlerinden, analarınızın evlerinden, kardeşlerinizin evlerinden, kız kardeşlerinizin evlerinden, amcalarınızın evlerinden, halalarınızın evlerinden, dayılarınızın evlerinden, teyzelerinizin evlerinden yahut anahtarlarını elinizde bulundurduğunuz kimselerin veya dostlarınızın evlerinden yemek yemenizde bir vebal yoktur. Sizin topluca ya da ayrı ayrı yemenizde de bir sakınca yoktur. Evlere girdiğiniz zaman Allah katından mübarek ve hoş bir selâm olmak üzere kendinize/birbirinize selâm verin. İşte Allah düşünesiniz diye size âyetleri böyle açıklıyor.
#
{61} يخبر تعالى عن منَّته على عبادِهِ، وأنَّه لم يجعلْ عليهم في الدين من حرج، بل يسَّره غاية التيسير، فقال: {ليس على الأعمى حَرَجٌ ولا على الأعرجِ حَرَجٌ ولا على المريضِ حَرَجٌ}؛ أي: ليس على هؤلاء جُناح في ترك الأمور الواجبة التي تتوقَّف على واحدٍ منها، وذلك كالجهاد ونحوه مما يتوقَّف على بصر الأعمى أو سلامة الأعرج أو صحَّة المريض، ولهذا المعنى العامِّ الذي ذَكَرْناه؛ أطلقَ الكلامَ في ذلك، ولم يقيِّدْ؛ كما قيَّدَ قوله: {ولا على أنفسكم}؛ أي: حرج، {أن تأكلوا مِن بيوتكم}؛ أي: بيوت أولادكم. وهذا موافقٌ للحديث الثابت: «أنت ومالُكَ لأبيك» ، والحديث الآخر: «إنَّ أطيبَ ما أكلتُم من كسبِكُم، وإنَّ أولادَكُم من كسبِكُم».
وليس المرادُ من قولِهِ: {من بيوتِكُم}: بيت الإنسان نفسه؛ فإنَّ هذا من باب تحصيل الحاصل، الذي يُنَزَّهُ عنه كلامُ الله، ولأنَّه نفي الحرج عمَّا يُظَنُّ أو يتوهَّمُ فيه الإثمُ من هؤلاء المذكورين، وأمَّا بيتُ الإنسان نفسه؛ فليس فيه أدنى توهُّم. {أو بيوتِ آبائِكُم أو بيوت أمَّهاتِكم أو بيوتِ إخوانِكم أو بيوت أخَواتِكُم أو بيوتِ أعمامِكُم أو بيوتِ عَمَّاتِكُم أو بيوتِ أخْوالِكُم أو بيوتِ خالاتكم}: وهؤلاء معروفون. {أو ما مَلَكْتُم مفاتِحَهُ}؛ أي: البيوت التي أنتم متصرِّفون فيها بوكالةٍ أو ولايةٍ ونحو ذلك، وأمَّا تفسيرُها بالمملوك؛ فليس بوجيه؛ لوجهين: أحدِهما: أنَّ المملوكَ لا يُقال فيه: ملكتَ مفاتِحَهُ، بل يقال: ما ملكْتُموه، أو: ما ملكت أيمانُكم؛ لأنَّهم مالكونَ له جملةً، لا لمفاتِحِهِ فقط. والثاني: أنَّ بيوتَ المماليك غيرُ خارجةٍ عن بيت الإنسان نفسه؛ لأنَّ المملوك وما مَلَكَه لسيِّده؛ فلا وجه لنفي الحَرَج عنه.
{أو صديقِكُم}: وهذا الحرج المنفيُّ من الأكل من هذه البيوت؛ كلُّ ذلك إذا كان بدون إذنٍ، والحكمةُ فيه معلومةٌ من السياق؛ فإن هؤلاء المسمَّيْن قد جرتِ العادةُ والعرفُ بالمسامحة في الأكل منها؛ لأجل القرابة القريبة أو التصرُّف التامِّ أو الصَّداقة؛ فلو قُدِّرَ في أحدٍ من هؤلاء عدم المسامحة والشحُّ في الأكل المذكور؛ لم يَجُزِ الأكلُ ولم يرتَفِع الحرجُ نظراً للحكمة والمعنى. وقوله: {ليس عليكم جُناحٌ أن تَأكُلوا جميعاً أو أشتاتاً}؛ فكلُّ ذلك جائزٌ؛ أكلُ أهل البيت الواحد جميعاً، أو أكلُ كلِّ واحدٍ منهم وحدَه، وهذا نفيٌ للحرج لا نفيٌ للفضيلة، وإلاَّ؛ فالأفضل الاجتماع على الطعام. {فإذا دَخَلْتُم بيوتاً}: نكرة في سياق الشرط؛ يشمَلُ بيتَ الإنسان وبيتَ غيرِهِ، سواء كان في البيت ساكنٌ أم لا؛ فإذا دَخَلَها الإنسان؛ {فسلِّموا على أنفُسِكُم}؛ أي: فَلْيُسَلِّمْ بعضُكم على بعضٍ؛ لأنَّ المسلمين كأنَّهم شخصٌ واحدٌ من توادِّهم وتراحُمهم وتعاطُفهم؛ فالسلامُ مشروعٌ لدخول سائر البيوت؛ من غير فرقٍ بين بيتٍ وبيتٍ، والاستئذانُ تقدَّم أن فيه تفصيلاً في أحكامه، ثم مدح هذا السلام، فقال: {تحيَّةً من عند الله مباركةً طيبةً}؛ أي: سلامكم بقولِكم: السلامُ عليكُم ورحمةُ الله وبركاتُه، أو: السلامُ علينا وعلى عباد الله الصالحين؛ إذْ تدخُلون البيوتَ {تحيةً من عند الله}؛ أي: قد شرعها لكم وجعلها تحيَّتَكُم، {مباركةً}: لاشتمالها على السلامة من النقص وحصول الرحمة والبركة والنَّماء والزيادة، {طيبة}: لأنها من الكَلِم الطيِّب المحبوب عند الله، الذي فيه طيبُ نفس للمحيَّا ومحبَّة وجلب مودَّة.
لما بيَّن لنا هذه الأحكام الجليلة؛ قال: {كذلك يبيِّنُ الله لكم الآياتِ}: الدَّالاَّت على أحكامِهِ الشرعيَّة وحِكَمِها {لعلَّكم تعقلونَ}: عنه؛ فتفهَمونها وتعقِلونها بقُلوبكم، ولتكونوا من أهل العقول والألباب الرَّزينةِ؛ فإنَّ معرفة أحكامه الشرعيَّة على وجهها يزيدُ في العقل ويَنْمو به اللُّبُّ؛ لكون معانيها أجلَّ المعاني وآدابها أجلَّ الآداب، ولأنَّ الجزاء من جنس العمل؛ فكما استعمل عقلَه للعقل عن ربِّه وللتفكُّر في آياته التي دعاه إليها؛ زاده من ذلك.
وفي هذه الآيات دليلٌ على قاعدةٍ عامَّةٍ كليَّةٍ، وهي: أنَّ العرف والعادة مخصِّص للألفاظ؛ كتخصيص اللفظ للفظ؛ فإنَّ الأصل أن الإنسان ممنوع من تناول طعام غيره مع أنَّ الله أباح الأكل من بيوت هؤلاء للعُرف والعادةِ؛ فكلُّ مسألة تتوقَّف على الإذن من مالك الشيء إذا عُلِمَ إذنُه بالقول أو العُرف؛ جاز الإقدام عليه.
وفيها: دليلٌ على أنَّ الأب يجوزُ له أن يأخُذَ ويتملَّك من مال ولدِهِ ما لا يضرُّه؛ لأنَّ الله سمَّى بيتَه بيتاً للإنسان.
وفيها: دليلٌ على أن المتصرِّفَ في بيت الإنسان كزوجتِهِ وأختِهِ ونحوِهما يجوزُ لهما الأكل عادةً وإطعامُ السائل المعتاد.
وفيها: دليلٌ على جوازِ المشاركة في الطعام، سواء أكلوا مجتمعينَ أو متفرِّقين، ولو أفضى ذلك إلى أن يأكُلَ بعضُهم أكثر من بعض.
61. Allah, kullarına lütuf ve ihsanını haber vermekte,
dinde onlara bir zorluk vermediğini aksine dini onlara alabildiğine kolaylaştırdığını belirterek şöyle buyurmaktadır: “Gözü görmeyene sorumluluk yoktur. Topala sorumluluk yoktur. Hastaya da sorumluluk yoktur.” Yani bu gibi kimseler için bu engellerden herhangi birisinin sağlıklı olmasına bağlı olan farz hususları terk etmelerinde bir vebal yoktur. Ki bunlar da gözü görmeyenin görmesine, topalın sağlam ve hastanın da sağlıklı olmasına bağlı bulunan cihad ve benzeri yükümlülüklerdir. Sözünü ettiğimiz bu mana umumi olduğu için ilgili ifade kayıtlı değil mutlak
(kayıtsız şartsız) getirilmiştir. Ancak
“Size de kendi evlerinizden... sakınca yoktur” buyruğunda ise ifade mutlak değildir, aksine bir kayıt söz konusudur.
“Kendi evlerinizden” yani çocuklarınızın evlerinden, demektir.
Bu açıklama şu anlamda sabit olmuş olan hadise de uygundur: “Sen de malın da babana aitsiniz.” Diğer hadiste de şöyle buyrulmaktadır:
“Şüphesiz yediklerinizin en hoş ve temiz olanı kendi kazancınızdan yediklerinizdir. Hiç şüphesiz sizin evlatlarınız da sizin kazancınızın bir kısmıdır.” O nedenle:
“kendi evlerinizden” buyruğundan kasıt, insanın bizzat kendi evi değildir. Çünkü böyle bir ifade, bilinen bir hususun dillendirilmesi ve faydasız bir tekrar kabilinden olur ki Yüce Allah’ın kelamı böyle bir şeyden münezzehtir. Diğer taraftan buyruktan kasıt, sözü edilen kimselerin evlerinde yemek yeme hakkında akla gelebilecek bir vebal duygusunun ortadan kaldırılmasıdır ki insanın kendi evi hakkında ise böyle bir duyguya kapılması düşünülemez.
“Babalarınızın evlerinden, analarınızın evlerinden, kardeşlerinizin evlerinden, kızkardeşlerinizin evlerinden, amcalarınızın evlerinden, teyzelerinizin evlerinden, dayılarınızın evlerinden” bütün bu akrabaların kimler oldukları malumdur.
“Ya da anahtarlarını elinizde bulundurduğunuz kimselerin” vekâleten yahut velâyeten ya da benzer bir yolla kendilerinde tasarrufta bulunduğunuz evlerin anahtarları demektir.
Bunların kölelere ait evler şeklinde tefsir edilmesi şu iki sebep dolayısıyla uygun değildir:
1- Evvela köle hakkında
“anahtarlarını elinizde bulundurduğunuz” tabiri yerine
“sahip olduğunuz” yahut da
“sağ ellerinizin sahip olduğu” gibi tabirler kullanılır. Çünkü efendiler, kölelerin tamamının malikidirler. Yalnızca anahtarlarının değil.
2- Kölelere ait olan evler, esasen insanın kendi evi kapsamı dışında değildir. Çünkü köle de kölenin mülkü de efendisine aittir. Dolayısıyla böyle bir şey hakkında günahın söz konusu olmadığının açıklanabilir bir tarafı yoktur.
“Veya dostlarınızın evlerinden” Sözü edilen bütün bu evlerden yenilmesi halinde vebalin söz konusu olmaması, izinsiz yenmesi halindedir. Bundaki hikmet ise ifadelerin akışından/siyaktan açıkca anlaşılmaktadır. Çünkü bu gibi müslümanların evlerinden yemek, örf ve âdet, yakın akrabalık yahut tam bir tasarruf yetkisi veya dostluk sebebiyle müsamaha ile karşılanagelmiştir. Ancak bu kimselerden herhangi birisinin sözü edilen yemeyi hoş karşılamadığı veya bu konuda cimrilik gösterdiği varsayılacak olursa o takdirde oradan yemek caiz olmaz, vebal de ortadan kalkmaz. Bu konudaki hikmet ve mana bunu gerektirmektedir.
“Sizin topluca ya da ayrı ayrı yemenizde de bir sakınca yoktur” bütün bunlar caizdir. Yani bir evde bulunan hane halkının hep birlikte veya onlardan her birisinin kendi başına yemek yemesi caizdir. Burada fazilet değil sakıncanın söz konusu olmayacağı belirtilmektedir. Zira daha faziletli olan topluca yemek etrafında bir araya gelmektir.
“Evlere girdiğiniz zaman” buyruğunda şarttan sonra
“evler” kelimesi belirtisiz (nekire) geldiğinden hem insanın kendi evini hem de başkasının evini kapsar. Yine bu evde ister bir kimse bulunsun ister bulunmasın fark etmez. O bakımdan sizler bu türden bir eve girecek olursanız “kendinize/birbirinize Allah katından... selam verin” kendinize yani birbirinize selam verin. Çünkü müslümanlar karşılıklı sevgi, merhamet ve şefkatlerinde tek bir kişi gibidirler. Evler arasında herhangi bir fark yoktur; bütün evlere girmek için selam meşrudur. İzin istemek ile ilgili hükümlere dair açıklamalar ise daha önce geçmiş bulunmaktadır.
aha sonra Yüce Allah,
selamı överek: “Allah katından mübarek ve hoş bir selam olmak üzere” buyurmaktadır.
Yani evlere girdiğiniz vakit: “es-Selâmu aleykum ve rahmetullahi ve berekâtuhû” yahut
“es-Selamu aleynâ ve alâ ibadillahi’s-salihin” sözlerini söyleyin. Yüce Allah bunu size teşri’ buyurmuş ve sizin selamınız olarak bunu tayin etmiştir. Bu selamın
“mübarek” olmakla nitelendirilmesi, eksiklikten uzak olmayı, rahmeti, bereketi, artış ve gelişmeyi ihtiva ettiğinden dolayıdır. “hoş (tayyibe)” ile nitelendirilmesine gelince selam Allah tarafından sevilen güzel/hoş bir sözdür. Kendisine selam verilen kişinin gönlü hoş edilir. Kalbinde sevgi yer eder ve selam veren kişi onun tarafından sevilir.
anı Yüce Allah,
bu pek üstün ve değerli hükümleri bize açıkladıktan sonra: “İşte Allah düşünesiniz diye size âyetleri böyle açıklıyor” buyurmaktadır. Yani size açıkladıklarımızı düşünüp kavrayasınız, kalplerinizle belleyesiniz, sağlam ve özlü akıl sahiplerinden olasınız diye şer’i ahkâma ve bunların hikmetlerine delâlet eden âyetlerini böyle açıklamaktadır. Çünkü O’nun şer’i hükümlerini gereği gibi bilip anlamak, aklı arttırır ve geliştirir. Zira bu hükümlerin içerdiği manalar, en üstün manalardır. Onların emrettiği adap en üstün adaptır. Amellere verilen karşılık da amelin türünden olacaktır. Kişi aklını Rabbinden geleni kavramak ve kendilerine davet ettiği âyetler üzerinde tefekkür etmek için kullanacak olursa Yüce Allah da onun bu isteğini fazlasıyla gerçekleştirmesine yardımcı olur.
u âyet-i kerimelerde genel ve külli bir kaideye delil vardır.
O da şudur: “Örf ve âdet, lafzın lafzı tahsis etmesi gibi lafızları tahsis eder.” Aslolan insanın başkasının yemeğini yemesinin yasak olmasıdır. Bununla birlikte Yüce Allah, bu husustaki örf ve âdet dolayısıyla âyette sözü edilen kimselerin evlerinden yemeyi mubah kılmıştır. Herhangi bir şeyden yararlanmak, o şeyin sahibinden izin almaya bağlı ise ve o kişinin sözlü veya örfe dayalı izni biliniyor ise o şeyden yararlanmak caiz olur. Bu âyet-
i kerimelerde şu hususa da delil vardır: “Babanın çocuğunun malından çocuğuna zarar vermeyecek şeyleri alıp mülk edinmesi caizdir.” Çünkü Yüce Allah, çocuğa ait olan evden
“insanın kendi evi” diye söz etmektedir. Ayette insanın evinde tasarrufta bulunan hanımı, kız kardeşi ve benzerlerinin de adeten bu evlerden yemeleri ve dilenenlere normal şekilde yedirmelerinin caiz olduğuna da delil vardır. İster bir arada olunsun, ister ayrı ayrı olunsun ortaklaşa yemek yemek -velev ki birisinin diğerinden daha fazla yemesi sonucunu doğursun- caizdir.
{إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ آمَنُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ وَإِذَا كَانُوا مَعَهُ عَلَى أَمْرٍ جَامِعٍ لَمْ يَذْهَبُوا حَتَّى يَسْتَأْذِنُوهُ إِنَّ الَّذِينَ يَسْتَأْذِنُونَكَ أُولَئِكَ الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ فَإِذَا اسْتَأْذَنُوكَ لِبَعْضِ شَأْنِهِمْ فَأْذَنْ لِمَنْ شِئْتَ مِنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمُ اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ (62) لَا تَجْعَلُوا دُعَاءَ الرَّسُولِ بَيْنَكُمْ كَدُعَاءِ بَعْضِكُمْ بَعْضًا قَدْ يَعْلَمُ اللَّهُ الَّذِينَ يَتَسَلَّلُونَ مِنْكُمْ لِوَاذًا فَلْيَحْذَرِ الَّذِينَ يُخَالِفُونَ عَنْ أَمْرِهِ أَنْ تُصِيبَهُمْ فِتْنَةٌ أَوْ يُصِيبَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ (63) أَلَا إِنَّ لِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ قَدْ يَعْلَمُ مَا أَنْتُمْ عَلَيْهِ وَيَوْمَ يُرْجَعُونَ إِلَيْهِ فَيُنَبِّئُهُمْ بِمَا عَمِلُوا وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ (64)}.
62- Mü’minler ancak Allah ve Rasûlüne iman eden ve toplumu ilgilendiren bir işte onunla beraber bulundukları vakit ondan izin almadıkça ayrılmayan kimselerdir. Şüphe yok ki senden izin isteyenler, işte Allah ve Rasûlüne iman edenler onlardır. O halde bazı işleri için senden izin istediklerinde onlardan dilediğine izin ver ve onlar için Allah’tan mağrifet dile. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, pek merhametlidir.
63- Peygamberi, kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi çağırmayın/Peygamberin sizi çağırmasını, birbirinizi çağırmanızla bir tutmayın. İçinizden birbirinizin arkasına gizlenerek sıvışıp gidenleri Allah kesinlikle bilir. O halde onun emrine
(yüz çevirerek) muhalefet edenler, başlarına bir musibetin yahut can yakıcı bir azabın gelmesinden sakınsınlar.
64- Dikkat edin! Göklerde ve yerde olanlar yalnızca Allah’ındır. O, sizin ne üzere olduğunuzu çok iyi bilir. O gün
(hepsi) O’na döndürülecekler ve O, onlara neler yaptıklarını haber verecektir. Allah, her şeyi çok iyi bilendir.
#
{62} هذا إرشادٌ من الله لعبادِهِ المؤمنين أنَّهم إذا كانوا مع الرسول - صلى الله عليه وسلم - على أمرٍ جامع؛ أي: من ضرورتِهِ أو مصلحتِهِ أن يكونوا فيه جميعاً؛ كالجهاد والمشاورة ونحو ذلك من الأمور التي يشتركُ فيها المؤمنون؛ فإنَّ المصلحة تقتضي اجتماعُهم عليه وعدمُ تفرُّقهم؛ فالمؤمنُ بالله ورسوله حقًّا لا يذهبُ لأمرٍ من الأمور؛ لا يرجِعُ لأهلِهِ، ولا يذهبُ لبعض الحوائج التي يشذُّ بها عنهم؛ إلاَّ بإذنٍ من الرسول أو نائبِهِ من بعدِهِ، فجعل موجَبَ الإيمان عدمَ الذَّهاب إلاَّ بإذنٍ، ومَدَحَهم على فعلهم هذا وأدَبِهِم مع رسولِهِ وولي الأمر منهم، فقال: {إنَّ الذين يستأذِنونك أولئك الذين يؤمِنون باللهِ ورسولِهِ}: ولكنْ؛ هل يأذنُ لهم أم لا؟ ذكر لإذنِهِ لهم شرطين: أحدَهما: أن يكون لشأنٍ من شؤونهم وشغل من أشغالهم، فأما مَنْ يستأذنُ من غيرِ عذرٍ؛ فلا يُؤْذَنُ له. والثاني: أن يشاءَ الإذنَ، فتقتضيه المصلحةُ من دونِ مضرَّةٍ بالآذنِ؛ قال: {فإذا استأذنوكَ لبعض شأنِهِم فأْذَن لِمَن شئتَ منهُم}: فإذا كان له عذرٌ، واستأذنَ؛ فإنْ كان في قعودِهِ وعدم ذَهابه مصلحةٌ برأيِهِ أو شجاعته ونحو ذلك؛ لم يأذنْ له. ومع هذا؛ إذا استأذنَ وأذِنَ له بشرطيه؛ أمر الله رسولَه أن يَسْتَغْفِرَ له لما عسى أن يكون مقصراً في الاستئذان، ولهذا قال: {فاسْتَغْفِرْ لهم اللهَ إنَّ الله غفورٌ رحيمٌ}: يغفرُ لهم الذنوبَ، ويرحمُهم؛ بأن جوَّز لهم الاستئذان مع العذر.
62. Bu buyrukla Allah, mü’min kullarına Rasûlullah ile birlikte toplumu ilgilendiren bir iş için bir arada bulundukları sırada yani kamuyu zorunlu olarak ilgilendiren, yahut onun maslahatına ait olan hususlarda bir arada olmaları gerektiği irşadını yapmaktadır. Cihad, istişare vb. gibi bütün mü’minlerin ortak ilgi alanına giren hususlar böyledir. Maslahat, onların bu iş etrafından birleşip bir arada olmalarını, ayrı olmamalarını gerektirir. İşte gerçekten Allah ve Rasûlüne iman eden bir kimse, Allah Rasûlünden, ondan sonra da onun vekili olanlardan izin almadıkça herhangi bir işe gitmez, aile halkının yanına dönmez. Yahut da onlardan farklı ve sırf kendisini ilgilendiren bazı ihtiyaçlarını görmeye gitmez. Bu buyrukta Yüce Allah, izin almaksızın gitmemeyi, imanın bir gereği olarak ortaya koymaktadır.
Hem bu şekildeki davranışları dolayısıyla hem de Allah ve Rasûlüne ile içlerindeki yöneticilere karşı olan edepleri dolayısıyla onları överek şöyle buyurmaktadır: “Şüphe yok ki senden izin isteyenler, işte Allah ve Rasûlüne iman edenler onlardır.” Peki,
Allah Rasûlü onlara izin verir mi vermez mi? İzin vermek için ayette iki şart söz konusu edilmektedir:
1- Bu izin istenilen hususun onları ilgilendiren bir iş yahut kendi meşguliyetlerinden birisi olmalıdır. Mazeretsiz olarak izin istiyene izin verilmez.
2- Peygamber, ona izin verme isteğinde olmalıdır ve bu izni, izin verene zarar vermeksizin, maslahat gereği olarak vermelidir.
Zira Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “O halde bazı işleri için senden izin istediklerinde onlardan dilediğine izin ver.” İzin isteyenin bir mazereti bulunup da izin isteyecek olursa ama eğer belirteceği bir görüşü veya cesareti ve buna benzer bir özelliği dolayısıyla gitmeyip oturmasında bir maslahat varsa ona izin vermez. Bununla birlikte kişi, izin ister ve kendisinden izin istenilen de belirtilen iki şartla izin verecek olursa, Yüce Allah, Rasûlünden o kişi için mağfiret dilemesini istemektedir. Çünkü o kimse izin istemekte kusur etmiş olabilir.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ve onlar için Allah’tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, pek merhametlidir.” Yani onların günahlarını bağışlar ve mazeretleri olması halinde izin istemelerine cevaz vermek sûretiyle onlara merhamet eder.
#
{63} {لا تجعلوا دُعاءَ الرسول بينَكم كدعاءِ بعضِكُم بعضاً}؛ [أي لا تجعلوا دُعاءَ الرَّسولِ إيَّاكُم، ودُعَاءَكم للرَّسولِ كَدُعاءِ بَعْضِكم بَعْضاً]، فإذا دعاكم؛ فأجيبوه وجوباً، حتى إنه تجبُ إجابة الرسول - صلى الله عليه وسلم - في حال الصلاة، وليس أحدٌ إذا قال قولاً يجبُ على الأمَّة قَبولُ قولِهِ والعملُ به إلاَّ الرسول؛ لعصمتِهِ، وكونِنا مخاطَبينَ باتِّباعه؛ قال تعالى: {يا أيُّها الذين آمنوا اسْتَجيبوا للهِ وللرسولِ إذا دَعاكُم لِما يُحْييكُم}. وكذلك لا تجعلوا دعاءكم للرَّسول كدُعاءِ بعضِكُم بعضاً؛ فلا تقولوا: يا محمدُ عند ندائِكم، أو: يا محمد بن عبد الله! كما يقولُ ذلك بعضُكم لبعض، بل من شرفِهِ وفضلِهِ وتميُّزِهِ - صلى الله عليه وسلم - عن غيرِهِ أنْ يُقال: يا رسولَ الله! يا نبيَّ الله! {قد يعلم الله الذين يتسلَّلونَ منكم لِواذاً}. لما مَدَحَ المؤمنين بالله ورسولِهِ الذين إذا كانوا معه على أمرٍ جامع لم يَذْهبوا حتى يستأذِنوه؛ توعَّدَ مَنْ لم يفعلْ ذلك وذَهَبَ من غير استئذانٍ؛ فهو؛ وإن خفي عليكم بذَهابه على وجهٍ خفيٍّ، وهو المراد بقوله: {يتسلَّلون مِنكم لِواذاً}؛ أي: يلوذون وقتَ تسلُّلهم وانطلاقهم بشيء يحجُبُهم عن العيون؛ فالله يعلمهم، وسيجازيهم على ذلك أتمَّ الجزاء، ولهذا توعَّدهم بقولِهِ: {فليحذرِ الذين يخالفونَ عن أمرِهِ}؛ أي: يذهبون إلى بعض شؤونهم عن أمرِ الله ورسولِهِ؛ فكيف بمَنْ لم يذهبْ إلى شأن من شؤونه، وإنَّما تركَ أمرَ الله من دون شغل له؛ {أن تُصيبَهم فتنةٌ}؛ أي: شركٌ وشرٌّ، {أو يُصيبَهم عذابٌ أليمٌ}.
63.
“Peygamberi, kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi çağırmayın/Peygamberin sizi çağırmasını, birbirinizi çağırmanızla bir tutmayın.” Yani onun sizi çağırmasını da sizin onu çağırmanızı da birbirinizi çağırmak gibi görmeyin. O, sizi çağıracak olursa farz bir emir olarak onun çağrısına cevap verin. Hatta namaz esnasında bile Allah Rasûlünün çağrısına cevap vermek icab eder. Allah Rasûlu dışında bir söz söyleyen herhangi bir kimsenin o sözünün ümmet tarafından kabul edilmesi ve gereğince amel edilmesi farz değildir. Bu ancak onun için geçerlidir. Çünkü Allah Rasûlü, hatadan korunmuştur ve biz ona uymakla muhatabız.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman Allah ve Rasûlünün çağrısına uyun.” (el-Enfâl, 8/24). Aynı şekilde Allah Rasûlünü birbirinizi çağırdığınız gibi çağırmayın,
ona seslendiğiniz zaman: “Ya Muhammed” yahut da
“Ey Abdullah’ın oğlu Muhammed!” gibi birbirinize söylediğiniz sözleri söylemeyin. Aksine şerefi,
fazileti ve başkalarından farklılığı dolayısıyla: “Ey Allah’ın Rasûlü” veya
“Ey Allah’ın Peygamberi” diye ona hitap etmek gerekir.
“Aranızda birbirinizin arkasına gizlenerek gizlice sıvışıp gidenleri Allah kesinlikle bilir.” Yüce Allah toplumu ilgilendiren bir iş dolayısıyla Peygamber ile birlikte bulunup ondan izin almaksızın ayrılıp gitmeyen, Allah ve Peygambere iman eden mü’minleri övdükten sonra, bu şekilde hareket etmeyerek, izin almadan çekip gidenleri tehdit etmektedir.
Yüce Allah’ın: “Aranızda birbirinizin arkasına gizlenerek gizlice sıvışıp gidenler...” buyruğunda kastedilen, sıvışıp gittikleri ve ayrıldıkları vakit, başkalarının kendilerini görmesini önleyecek şekilde herhangi bir şey arkasına saklanıp gitmeleridir. İşte bu gidişleri sizin fark edemeyeceğiniz bir şekilde olsa bile Yüce Allah onları bilir ve bu yaptıklarına karşılık eksiksiz bir şekilde onları cezalandıracaktır. Bundan dolayı Yüce Allah,
onları şu buyruğuyla tehdit etmektedir: “O halde onun emrine muhalefet edenler” yani bazı işleri için Allah ve Rasûlünün emrine rağmen gidenler
“başlarına bir musibetin” yani şirk ve kötülük
“yahut can yakıcı bir azabın gelmesinden sakınsınlar.” Bazı işleri için Allah ve Rasûlünün emrine rağmen gidenler hakkında durum buysa ya herhangi bir işi olmaksızın Allah’ın emrini terk edenlerin hali ne olur?
#
{64} {ألا إنَّ لله ما في السمواتِ والأرض}: مُلكاً وعبيداً يتصرَّف فيهم بحكمِهِ القدريِّ وحكمه الشرعيِّ. {قد يعلم ما أنتُم عليه}؛ أي: قد أحاط علمُه بما أنتُم عليه من خيرٍ وشرٍّ، وعلم جميعَ أعمالكم؛ أحصاها علمُه، وجرى بها قلمُه، وكتبتْها عليكم الحفظةُ الكرام الكاتِبون. {ويومَ يُرْجَعون إليه}؛ أي: يوم القيامة {فينَبِّئُهم بما عَمِلوا}: يخبرُهم بجميع أعمالِهِم؛ دقيقِها وجليلها؛ إخباراً مطابقاً لما وَقَعَ منهم، ويستشهدُ عليهم أعضاءَهم؛ فلا يعدَمون منه فَضْلاً أو عدلاً. ولما قيَّد علمَه بأعمالهم؛ ذكر العمومَ بعد الخُصوص، فقال: {واللهُ بكلِّ شيءٍ عليمٌ}.
64.
“Dikkat edin! Göklerde ve yerde olanlar” hem mülkiyetleri itibariyle hem de O’na kul olmaları itibariyle
“yalnızca Allah’ındır.” O, bunlar hakkında hem kaderî hükmü gereğince, hem de şer’î hükmü gereğince tasarrufta bulunur.
“O, sizin ne üzere olduğunuzu çok iyi bilir.” O, sizin hayır mı şer mi işlemekte olduğunuzu bildiği gibi bütün amellerinizi de bilir. O’nun ilmi hepsini kuşatmıştır. Kalemi bunları yazmıştır. Kiramen Kâtibin de bunları sizin hakkınızda yazıp tespit etmektedir.
“O gün” yani kıyamet gününde “(hepsi) O’na döndürülecekler ve O, onlara neler yaptıklarını haber verecektir” Küçüğüyle, büyüğüyle onların yaptıklarını, bütün amellerini aynen bildirecektir. Kendi organlarını kendilerine karşı şahit tutacaktır. Ya O’nun fazileti, lütfu ile karşılaşacaklar ya da adaletini göreceklerdir. Şanı Yüce Allah,
onların yaptıklarını bildiğine dair özel bilgisini söz konusu ettikten sonra bilgisinin her şeyi kuşatan umumi bir bilgi olduğunu belirterek: “Allah her şeyi çok iyi bilendir” buyurmaktadır.
ûr Sûresi’nin tefsiri burada sona ermektedir.
***