Ayet:
23- MÜMİNÛN SÛRESİ
23- MÜMİNÛN SÛRESİ
(Mekke’de inmiştir. 118 âyettir)
Ayet: 1 - 11 #
{قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ (1) الَّذِينَ هُمْ فِي صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ (2) وَالَّذِينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ (3) وَالَّذِينَ هُمْ لِلزَّكَاةِ فَاعِلُونَ (4) وَالَّذِينَ هُمْ لِفُرُوجِهِمْ حَافِظُونَ (5) إِلَّا عَلَى أَزْوَاجِهِمْ أَوْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُمْ فَإِنَّهُمْ غَيْرُ مَلُومِينَ (6) فَمَنِ ابْتَغَى وَرَاءَ ذَلِكَ فَأُولَئِكَ هُمُ الْعَادُونَ (7) وَالَّذِينَ هُمْ لِأَمَانَاتِهِمْ وَعَهْدِهِمْ رَاعُونَ (8) وَالَّذِينَ هُمْ عَلَى صَلَوَاتِهِمْ يُحَافِظُونَ (9) أُولَئِكَ هُمُ الْوَارِثُونَ (10) الَّذِينَ يَرِثُونَ الْفِرْدَوْسَ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ (11)}.
1- Müminler gerçekten felâha ermiştir. 2- Onlar, namazlarında huşû’ içindedirler. 3- Onlar, boş (iş ve) sözlerden yüz çevirirler. 4- Onlar (mallarının da nefislerinin de) zekâtını verirler. 5- Onlar, mahrem yerlerini (haram ilişkiden) korurlar. 6- Ancak eşleri yahut sahip oldukları (cariyeler) hariç. (Onlarla ilişki kurarlar ve) bundan dolayı da kınanmazlar. 7- Artık her kim bunun ötesinde bir yol arasa, işte onlar sınırı aşanlardır. 8- Onlar, emanetlerine ve ahitlerine riâyet ederler. 9- Onlar, namazlarını muhafaza ederler. 10,11- İşte Firdevs’e varis olacak olan mirasçılar bunlardır ve onlar orada ebediyen kalacaklardır.
Bu buyruklarda Yüce Allah, mü’min kullarını söz konusu etmekte, felah ve saadetlerini dile getirmekte ve hangi vesilelerle bu noktaya geldiklerini belirtmektedir. Bu da zımnen onların sahip oldukları vasıflara yönelik bir teşvik ve özendirmedir. Ta ki kul, kendisini de başkasını da bu âyetlere göre tartsın, bu yolla hem kendisinin hem de başkasının sahip olduğu imanı, fazlalık ve eksiklik, çokluk ve azlık bakımından tespit edebilsin.
#
{1} فقوله: {قد أفلح المؤمنونَ}؛ أي: قد فازوا وسَعِدوا ونجحوا، وأدركوا كلَّ ما يرام، المؤمنون الذين آمنوا بالله، وصدَّقوا المرسلين.
1. “Müminler gerçekten felâha ermiştir” Yani Allah’a iman edip peygamberleri tasdik eden müminler, bütün arzuladıkları şeyleri elde etmişler, mutluluğa ve başarıya ermişlerdir. Onların birtakım kamil sıfatları vardır ki bunlar şöyledir:
#
{2} الذين من صفاتهم الكاملة أنهم {في صلاتهم خاشِعونَ}: والخشوع في الصلاة هو حضورُ القلب بين يدي الله تعالى، مستحضراً لقربه، فيسكن لذلك قلبه، وتطمئن نفسه، وتسكن حركاتُه، ويقلُّ التفاتُه، متأدِّباً بين يدي ربِّه، مستحضراً جميع ما يقوله ويفعله في صلاتِهِ من أول صلاته إلى آخرها، فتنتفي بذلك الوساوس والأفكار الرديَّة، وهذا روح الصلاة والمقصود منها، وهو الذي يُكْتَبُ للعبد؛ فالصلاةُ التي لا خشوع فيها ولا حضورَ قلبٍ، وإنْ كانت مُجْزِيَةً مثاباً عليها؛ فإنَّ الثواب على حسب ما يَعْقِلُ القلب منها.
2. “Onlar, namazlarında huşû’ içindedirler.” Namazda huşû’; Yüce Allah’ın huzurunda kalbin şuurlu ve uyanık olması, O’na yakınlığın zihinde canlı tutulmasıdır. Böylelikle huşulu kulun kalbi sükûn bulur, nefsi huzura erer, gereksiz hareketleri son bulur, sağa sola bakmaz, Rabbinin huzurunda gereken edebi takınır. Namazında başından sonuna kadar söylediği ve yaptığı her şeyin farkında ve şuurunda olur. Bu yolla vesveseler ve kötü düşünceler ortadan kalkar. İşte namazın ruhu budur, namazdan maksat da budur. Kulun lehine namazından yazılan da bu kadarıdır. Huşûsu olmayan, kalbî şuuru bulunmayan bir namaz her ne kadar geçerli ve sevaplı olsa da, hiç şüphesiz gerçek sevap, kişinin namazından kalbiyle anladığı miktar kadardır.
#
{3} {والذين هم عن اللغو}: وهو الكلام الذي لا خير فيه ولا فائدة، {معرضون}: رغبةً عنه وتنزيهاً لأنفسهم وترفُّعاً عنه، وإذا مرُّوا باللغو مرُّوا كراماً، وإذا كانوا معرضين عن اللغو؛ فإعراضُهم عن المحرَّم من باب أولى وأحرى، وإذا مَلَكَ العبدُ لسانَه وخَزَنَه إلاَّ في الخير؛ كان مالكاً لأمرِهِ؛ كما قال النبيُّ - صلى الله عليه وسلم - لمعاذ بن جبل حين وصَّاه بوصايا؛ قال: «ألا أخبرك بملاك ذلك كله؟». قلت: بلى يا رسول الله! فأخذ بلسان نفسه وقال: «كفَّ عليك هذا». فالمؤمنون من صفاتهم الحميدة كفُّ ألسنتهم عن اللغو والمحرَّمات.
3. “Onlar boş (iş ve) hayrı, faydası olmayan “sözlerden yüz çevirirler.” Yani kendi kendilerini uzak tutar, bunları kendilerine yakıştırmazlar. “Boş (iş ve) sözlerle karşılaştıklarında onurlu bir şekilde geçer giderler.” (el-Furkan, 25/72) Boş sözlerden yüz çevirdikleri için haram şeylerden yüz çevirmeleri öncelikle söz konusudur. Kul, diline sahip olup onu hayrın dışında kullanmazsa, bütün işlerinin dizginlerini elinde tutmuş olur. Nitekim Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Muaz b. Cebel’e birtakım tavsiyelerde bulunduğunda şunları da söylemiştir: “Şimdi sana bütün bunların esasını bildireyim mi?” Ben: “Evet, ey Allah’ın Rasûlü” deyince dilini tutarak şöyle dedi: “Bunu tut, aleyhine çalışmasına engel ol.” O halde mü’minlerin övülmeye değer niteliklerinden biri, dillerini boş sözlerden ve haramlardan alıkoymalarıdır.
#
{4} {والذين هم للزَّكاةِ فاعلون}؛ أي: مؤدُّون لزكاة أموالهم على اختلاف أجناس الأموال؛ مزكين لأنفسهم من أدناس الأخلاق ومساوئ الأعمال التي تزكو النفوس بتركِها وتجنُّبِها؛ فأحسنوا في عبادة الخالق في الخشوع في الصلاة، وأحسنوا إلى خلقه بأداء الزَّكاة.
4. “Onlar (nefislerinin de mallarının da) zekâtını verirler.” Çeşitli türden mallarının zekâtını eksiksiz öderler. Nefislerini de kötü huylardan temizler, arındırırlar. Nefsin zekatı/arınması için terk edilmesi ve uzak durulması gereken şeylerden uzaklaşırlar. Namazda huşû’ sahibi olmak suretiyle yaratıcılarına güzelce ibadet ettikleri gibi zekâtı edâ etmek sureti ile de yaratılmışlara iyilikte bulunurlar.
#
{5} {والذين هم لفروجهم حافظون}: عن الزِّنا، ومن تمام حفظها تجنُّب ما يدعو إلى ذلك؛ كالنظر واللمس ونحوهما، فحفظوا فروجهم من كلِّ أحدٍ.
5-6. “Onlar, mahrem yerlerini (haram ilişkiden) zinadan “korurlar.” Harama bakmak, dokunmak ve buna benzer zinaya davet eden şeylerden uzak kalmak da mahrem yerlerini korumanın tamamlayıcı unsurlarındandır. İşte müminler, mahrem yerlerini herkese karşı haramdan korurlar “Ancak eşleri yahut sahip oldukları” cariyeler “hariç. (Onlarla ilişki kurarlar ve) bundan dolayı” onlara yaklaşmaktan ötürü “kınanmazlar.” Zira Yüce Allah eşleri ve cariyeleri onlara helâl kılmıştır.
#
{7} {فمنِ ابتغى وراء ذلك}: غير الزوجة والسُّرِّيَّة؛ {فأولئك هم العادونَ}: الذين تعدَّوا ما أحلَّ الله إلى ما حرَّمه، المتجرِّئون على محارم الله. وعموم هذه الآية يدلُّ على تحريم [نكاح] المتعة؛ فإنَّها ليست زوجةً حقيقةً مقصوداً بقاؤها ولا مملوكةً، وتحريم نكاح المحلِّل لذلك. ويدل قوله: {أو ما مَلَكَتْ أيمانُهم}: أنَّه يُشترط في حلِّ المملوكة أن تكونَ كلُّها في ملكه؛ فلو كان له بعضُها؛ لم تحلَّ؛ لأنَّها ليست ممَّا ملكت يمينُه، بل هي ملكٌ له ولغيره؛ فكما أنَّه لا يجوز أن يَشْتَرِكَ في المرأة الحرَّة زوجان؛ فلا يجوزُ أن يشترِكَ في الأمة المملوكة سيدان.
7. “Artık her kim bunun ötesinde bir yol arasa” eş ve cariyeden başkasını isterse “işte onlar sınırı aşanlardır.” Allah’ın helâl kıldığı sınırları aşarak harama giren, Allah’ın haram kıldığı şeyleri işleme cesaretini gösterenlerdir. Bu âyet-i kerimenin genel ifadesi, mut’a nikâhının haram olduğuna delildir. Çünkü mut’a nikâhı ile nikâhlanan kadın, ne eş olarak kalması maksadı ile nikâhlanılan gerçek bir zevcedir ne de bir cariyedir. Aynı şekilde bu ayet, üç talak ile boşanmış kadının kocasına helâl olması maksadı ile yapılan anlaşmalı nikâhların da (hulle nikâhı) haram olduğunu ortaya koymaktadır. Yüce Allah’ın “sahip oldukları” buyruğu, cariyenin helâl olabilmesi için bütünü ile kişinin mülkiyetinde olmasının şart olduğuna delildir. Eğer o cariyenin sadece bir kısmı kendisinin mülkiyeti ise ona helâl olmaz. Çünkü o cariye, onun sahip olduklarından sayılmaz. Aksine o, hem kendisinin hem başkasının mülkiyeti altındadır. Hür bir kadın ile iki kocanın ortaklaşa evlenmeleri caiz olmadığı gibi sahip olunan bir cariyeden istifade etmekte de birden fazla kişinin ortaklığı caiz değildir.
#
{8} {والذين هم لأماناتِهِم وعَهْدِهِم راعونَ}؛ أي: مراعون لها، ضابطون، حافظون، حريصون على القيام بها وتنفيذها. وهذا عامٌّ في جميع الأمانات التي هي حقٌّ لله، والتي هي حقٌّ للعباد؛ قال تعالى: {إنَّا عَرَضْنا الأمانة على السمواتِ والأرضِ والجبال فأبَيْنَ أنْ يحمِلْنها وأشفَقْنَ منها وحملها الإنسانُ}: فجميع ما أوجبه الله على عبدِهِ أمانةٌ على العبد حفظُها بالقيام التامِّ بها. وكذلك يدخُلُ في ذلك أمانات الآدميِّين؛ كأمانات الأموال والأسرار ونحوهما؛ فعلى العبد مراعاة الأمرين وأداء الأمانتين؛ {إنَّ اللَّه يأمُرُكم أنْ تؤدُّوا الأماناتِ إلى أهلها}، وكذلك العهد يَشْمَلُ العهدَ الذي بينهم وبين ربهم والذي بينهم وبين العباد، وهي الالتزامات والعقود التي يعقدها العبد؛ فعليه مراعاتها والوفاء بها، ويحرُمُ عليه التفريطُ فيها وإهمالها.
8. “Onlar emanetlerine ve ahitlerine riâyet ederler.” Gereğini yerine getirir ve onları korurlar. Emanetlerin gerektirdiği sorumlulukları ifaya özel dikkat gösterirler. Bu, hem Yüce Allah’ın hakkı olan hem de kulların hakkı olan bütün emanetler hakkında umumidir. Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: “Biz, emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik de onu yüklenmek istemediler. Bundan endişeye düştüler. Ama insan onu yüklendi.” (el-Ahzab, 33/72) Yüce Allah’ın kullarına farz kıldığı bütün yükümlülükler, kulun nezdinde bir emanettir ve kul, bunların gereklerini tam anlamıyla yerine getirip onları muhafaza etmekle yükümlüdür. Bunun kapsamına insanlara ait emanetler de girmektedir. Emanet olarak bırakılan mallar, sırlar vb. şeyler böyledir. Kulun her iki emre de riâyet edip her iki tür emaneti koruması gerekir. Bu, onun görevidir: “Şüphesiz ki Allah size emanetleri ehline vermenizi... emreder.” (en-Nisâ, 4/58) Ahit de böyledir, hem insanların kendi aralarındaki ahitleri hem de Allah’a verdikleri ahdi kapsar. Kul, yaptığı akitler ve üzerine aldığı mükellefiyetlere gereği gibi riâyet etmekle ve eksiksiz yerine getirmekle yükümlüdür. Bunda kusurlu davranmak ve onları ihmal etmek haramdır.
#
{9} {والذين هم على صَلَواتهم يحافِظونَ}؛ أي: يداومون عليها في أوقاتها وحدودها وأشراطها وأركانها؛ فمدحهم بالخشوع بالصلاة وبالمحافظة عليها، لأنَّه لا يتمُّ أمرُهم إلاَّ بالأمرين؛ فمن يداوِمُ على الصلاة من غير خُشوع أو على الخُشوع من دون محافظةٍ عليها؛ فإنَّه مذمومٌ ناقصٌ.
9. “Onlar namazlarını muhafaza ederler.” Yani vakitlerinde, sınırlarına riâyet ederek, şart ve rükünlerini yerine getirerek namazlarını devamlı kılarlar. Allah, onları namazlarında huşû içinde olmakla övdükten sonra şimdi de namazlarını gereğince muhafaza etmekle övmektedir. Çükü bu iki hususu gereğince yerine getirmedikçe iş tamam olmaz. Huşû bulunmaksızın namaza devam eden yahut da namazı gereği gibi korumaksızın huşûlu olmaya çalışan bir kimse (emrolunduğu hususlardan yalnızca birisini yerine getirdiğinden dolayı) yerilir ve yaptığı iş eksik kalır.
#
{10} {أولئك}: الموصوفون بتلك الصفات {هم الوارثونَ}.
10-11. “İşte” bu niteliklere sahip olanlar “Firdevs’e varis olacak olan mirasçılar bunlardır.” Firdevs cennetin en yükseği, ortası ve en iyi yeridir. Zira bu kimseler de hayırlı vasıfların en yükseğine, zirvesindekilere sahip olmuş, bunlarla bezenmişlerdir. Yahut da buradaki Firdevs’ten maksat, cennetin tümüdür. Böylelikle herkesin kendi durumuna uygun mertebesi vardır ve derecelerine göre cennete girecek bütün mü’minler bunun kapsamındadır. “ve onlar orada ebediyen kalacaklardır.” Oradan ayrılıp başka yere gitmezler. Zaten kendileri de ayrılmak istemezler. Çünkü orası -ne herhangi bir keder ne de hevesi kursakta bırakan bir şey olmaksızın- bütün nimetlerin en mükemmelini, en üstünü ve en eksiksiz olanını içerir.
Ayet: 12 - 16 #
{وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنْسَانَ مِنْ سُلَالَةٍ مِنْ طِينٍ (12) ثُمَّ جَعَلْنَاهُ نُطْفَةً فِي قَرَارٍ مَكِينٍ (13) ثُمَّ خَلَقْنَا النُّطْفَةَ عَلَقَةً فَخَلَقْنَا الْعَلَقَةَ مُضْغَةً فَخَلَقْنَا الْمُضْغَةَ عِظَامًا فَكَسَوْنَا الْعِظَامَ لَحْمًا ثُمَّ أَنْشَأْنَاهُ خَلْقًا آخَرَ فَتَبَارَكَ اللَّهُ أَحْسَنُ الْخَالِقِينَ (14) ثُمَّ إِنَّكُمْ بَعْدَ ذَلِكَ لَمَيِّتُونَ (15) ثُمَّ إِنَّكُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ تُبْعَثُونَ (16)}.
12- Andolsun ki biz insanı, süzülmüş bir çamurdan yarattık. 13- Sonra onu, sağlam bir yere (rahme) yerleşmiş bir nutfe yaptık. 14- Sonra o nutfeyi alaka yaptık. Sonra o alakayı bir çiğnem et ve o bir çiğnem eti de kemik yaptık. Derken o kemiğe et giydirdik. Sonra onu bambaşka bir varlığa dönüştürdük. En güzel yaratıcı olan Allah’ın şanı ne yücedir! 15- Sonra bunun ardından siz, şüphesiz öleceksiniz. 16- Sonra da kıyamet günü elbette diriltileceksiniz.
Yüce Allah, bundan sonraki âyet-i kerimelerde insanoğlunun geçtiği çeşitli aşamaları, yaratılışının başlangıcından vardığı son merhaleye kadar söz konusu etmektedir.
#
{12} فذكر ابتداء خلق أبي النوع البشري آدم عليه السلام، وأنه {من سُلالةٍ من طينٍ}؛ أي: قد سُلَّتْ وأُخِذَتْ من جميع الأرض، ولذلك جاء بنوه على قدر الأرض: منهم الطيب والخبيث وبين ذلك، والسهل والحزن وبين ذلك.
12. Önce insan türünün ilk atası Âdem aleyhisselam’ın yaratılışının başlangıcını şöylece dile getirmektedir: “Süzülmüş bir çamurdan yarattık.” Bu çamur, bütün yeryüzünden alınıp süzülmüş bir çamurdur. Bu yüzden onun evlatları da yeryüzü toprağındaki nitelikleri taşımaktadır. Kimisi iyi, kimisi kötü, kimisi de bu ikisi arasındadır. Kimisi yumuşak, kimisi sert ve kaba tabiatlıdır. Kimisi de bu ikisi arasında bir huya sahiptir.
#
{13} {ثم جعلناه}؛ أي: جنس الآدميين {نطفةً}: تخرُجُ من بين الصُّلب والترائب، فتستقر {في قَرارٍ مكينٍ}: وهو الرحم، محفوظةً من الفساد والريح وغير ذلك.
13. “Sonra onu” tür olarak Âdemoğullarını bozulmaya, rüzgara vb. dış etkenlere karşı korunmuş “sağlam bir yere” yani rahme “yerleşmiş” bel ile göğüs kemiği arasından çıkan sudan oluşmuş bir “nutfe yaptık.”
#
{14} {ثم خلقنا النطفةَ}: التي قد استقرَّت قبل {علقةً}؛ أي: دماً أحمر بعد مضيِّ أربعين يوماً من النطفة، ثم {خلقنا العلقةَ}: بعد أربعين يوماً {مضغةً}؛ أي: قطعة لحم صغيرةٍ بقدر ما يُمْضَغ من صغرها، {فَخلْقنا المضغة}: اللينةَ {عظاماً}: صلبةً قد تخلَّلت اللحم بحسب حاجة البدن إليها، {فكَسَوْنا العظام لحماً}؛ أي: جعلنا اللحم كسوة للعظام؛ كما جعلنا العظام عماداً للحم، وذلك في الأربعين الثالثة، {ثم أنشأناه خَلْقاً آخر}: نفخ فيه الروح، فانتقل من كونه جماداً إلى أنْ صار حيواناً. {فتبارك الله}؛ أي: تعالى وتعاظم وكثر خيره، {أحسنُ الخالقينَ}: {الذي أحسنَ كلَّ شيءٍ خَلَقَهُ وبدأ خَلْقَ الإنسان من طين. ثم جعل نسله من سلالةٍ من ماءٍ مَهين. ثم سوَّاه ونَفَخَ فيه من روحِهِ وجعل لكم السمع والأبصار والأفئدةَ قليلاً ما تشكرون}؛ فخلقه كلُّه حسنٌ، والإنسان من أحسن مخلوقاته، بل هو أحسنها على الإطلاق؛ كما قال تعالى: {لقد خَلَقْنا الإنسان في أحسن تقويم}، ولهذا كان خواصُّه أفضل المخلوقات وأكملها.
14. “Sonra” daha önce rahimde yerleşmiş bulunan “o nutfeyi” üzerinden kırk gün geçtikten sonra “alaka” kırmızı bir kan “yaptık. Sonra” yani bir kırk gün daha geçtikten sonra “o alakayı bir çiğnem et” yani küçüklüğü dolayısı ile ancak ağızda çiğnenecek kadar olan bir et parçası “ve o” yumuşak olan “bir çiğnem eti” sert ve sağlam “kemik yaptık.” Bu kemikler de bedenin bunlara ihtiyacına göre etin arasında yer alır. “Kemiğe de et giydirdik.” Yani kemikleri eti tutan direk durumunda kıldığımız gibi, eti de kemiklere giydirilen bir elbise gibi yaptık. Bu da üçüncü kırk günlük süre içerisinde olur. “Sonra onu bambaşka bir varlığa dönüştürdük.” Ona ruh üflendikten sonra artık cansız bir varlık olmaktan çıkıp canlı bir varlığa dönüşür. “En güzel yaratıcı olan Allah’ın!” Ki O, “yarattığı her bir şeyi güzel yapmıştır. İnsanı da yaratmaya bir çamurdan başladı. Sonra O, onun soyunu hakir bir sudan (meniden) meydana gelen bir süzme (nutfe)den var etti. Sonra O, ona şekil verip tamamlamış ve ruhundan üfürmüştür. Sizin için kulaklar, gözler ve kalpler yaratmıştır. Ne kadar az şükrediyorsunuz!” (es-Secde, 32/7-9) “şanı ne yücedir!” Ne kadar şanlı, ne büyüktür, O’nun hayırları, bereketleri ne kadar da çoktur! Allah’ın bütün yarattıkları güzeldir. İnsan ise O’nun yarattıklarının en güzelidir. Hatta kayıtsız ve şartsız olarak bütün yaratıkların en güzeli odur. Nitekim Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: “Andolsun ki biz insanı gerçekten en güzel suret ve biçimde yarattık.” (et-Tin, 95/4) İşte bundan dolayı onun özellikleri de bütün mahlukatın en üstün ve en mükemmel özellikleridir.
#
{15} {ثم إنكم بعد ذلك}: الخلق ونفخ الروح، {لَمَيِّتون}: في أحد أطواركم وتنقُّلاتكم.
15. “Sonra bunun” yani bu yaratılıştan ve ruhun üfürülmesinden “ardından siz şüphesiz” geçeceğiniz aşamalardan ve intikal edeceğiniz devrelerden birisi olan ölümü tadıp “öleceksiniz.”
#
{16} {ثم إنَّكم يوم القيامةِ تُبْعَثونَ}: فتجازَوْن بأعمالكم حسنها وسيئها؛ قال تعالى: {أيحسَبُ الإنسان أن يُتْرَكَ سدى. ألم يَكُ نطفةً من مَنِيٍّ يُمْنى. ثم كان علقةً فَخَلَقَ فسَوَّى. فَجَعَلَ منه الزوجينِ الذَّكَرَ والأنثى. أليس ذلك بقادرٍ على أن يُحيي الموتى}.
16. “Sonra da kıyamet günü elbette diriltileceksiniz.” İyisi ile kötüsü ile amellerinizin karşılığını göreceksiniz. Yüce Allah, başka bir yerde şöyle buyurmaktadır: “Yoksa insan başıboş bırakılacağını mı sanır? O, (rahme) dökülen meniden bir damla değil miydi? Sonra bir yapışkan bir kan pıhtısı (alaka) olmuş, sonra (Allah onu) yaratmış ve şekil verip düzenlemiştir. Ondan erkek ve dişi iki eş yaratmıştır. Bunları yaratanın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi?” (el-Kıyame, 75/36-40)
Ayet: 17 - 20 #
{وَلَقَدْ خَلَقْنَا فَوْقَكُمْ سَبْعَ طَرَائِقَ وَمَا كُنَّا عَنِ الْخَلْقِ غَافِلِينَ (17) وَأَنْزَلْنَا مِنَ السَّمَاءِ مَاءً بِقَدَرٍ فَأَسْكَنَّاهُ فِي الْأَرْضِ وَإِنَّا عَلَى ذَهَابٍ بِهِ لَقَادِرُونَ (18) فَأَنْشَأْنَا لَكُمْ بِهِ جَنَّاتٍ مِنْ نَخِيلٍ وَأَعْنَابٍ لَكُمْ فِيهَا فَوَاكِهُ كَثِيرَةٌ وَمِنْهَا تَأْكُلُونَ (19) وَشَجَرَةً تَخْرُجُ مِنْ طُورِ سَيْنَاءَ تَنْبُتُ بِالدُّهْنِ وَصِبْغٍ لِلْآكِلِينَ (20)}.
17- Andolsun biz üstünüzde yedi yol yarattık. Biz yaratmaktan/yaratılmışlardan habersiz değiliz. 18- Gökten bir ölçü ile su indirdik de onu yeryüzünde(ki yerlerine) yerleştirdik. Şüphesiz o suyu yok etmeye de gücümüz yeter. 19- Biz o suyla sizin için hurma ve üzüm bahçeleri var ettik ki oralarda sizin için çok çeşitli meyveler vardır ve siz onlardan yersiniz. 20- Bir ağaç da var ettik ki Tûr-u Sînâdan çıkar, hem yağ hem de yiyenlere bir katık bitirir.
#
{17} لما ذكر تعالى خلق الآدميِّ؛ ذكر مسكنه وتوفُّر النعم عليه من كل وجهٍ، فقال: {ولقد خَلَقْنا فوقَكُم}: سقفاً للبلاد ومصلحةً للعباد، {سبع طرائقَ}؛ أي: سبع سماواتٍ طباقاً، كلُّ طبقةٍ فوق الأخرى، قد زُيِّنَتْ بالنُّجوم والشمس والقمر، وأودِعَ فيها من مصالح الخلق ما أودع. {وما كُنَّا عن الخلق غافلين}؛ فكما أن خَلْقَنا عامٌّ لكل مخلوق؛ فعلمنا أيضاً محيطٌ بما خَلَقْنا؛ فلا نغفل مخلوقاً ولا ننساه، ولا نَخْلُقُ خلقاً فنضيِّعه، ولا نغفل عن السماء فتقع على الأرض، ولا ننسى ذرَّةً في لجج البحار وجوانب الفلوات ولا دابَّة إلاَّ سُقنا إليها رزقها، {وما من دابَّةٍ في الأرض إلاَّ على الله رِزْقُها ويعلم مُسْتَقَرَّها ومُسْتَوْدَعَها}: وكثيراً ما يقرِنُ تعالى بين خلقِهِ وعلمِهِ؛ كقوله: {ألا يعلمُ من خَلَقَ وهو اللطيفُ الخبير}، {بلى وهو الخلاقُ العليم}؛ لأنَّ خلق المخلوقات من أقوى الأدلَّة العقليَّة على علم خالقها وحكمته.
17. Yüce Allah, insanın yaratılışını söz konusu ettikten sonra onun meskenini, bu meskenin her çeşit nimetlerle donatıldığını söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Andolsun biz üstünüzde” yeryüzüne bir tavan, kullar için de maslahat olmak üzere “yedi yol” biri diğerinin üstünde yedi tabaka halinde yıldızlarla güneş ve ay ile süslenmiş ve orada kulların maslahatına gerekli olan şeylerin tevdi edilmiş bulunduğu yedi gök “yarattık. Biz yaratmaktan/yaratılmışlardan habersiz değiliz.” Yani yaratışımız her yaratılmışı kapsadığı gibi ilmimiz de bütün yarattıklarımızı kuşatmıştır. Hiçbir varlıktan gafil değiliz, hiçbirisini unutmayız. Hiçbir yaratılmışı var edip de zayi etmeyiz. Semadan gafil kalarak onu yerin üzerine düşürmeyiz. Deniz dalgaları içerisindeki bir zerreyi, uçsuz bucaksız ovaların kıyısında, köşesinde bulunan en ufak bir varlığı, herhangi bir canlıyı unutmayız. Mutlaka rızkını ona ulaştırırız: “Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah’a ait olmasın. O, Onların durdukları yerlerini de emaneten kaldıkları yerlerini de bilir.” (Hûd, 11/6) Allah Teala, yaratması ile ilmini bir arada çokça zikreder. Şu buyruklarda olduğu gibi: “Hiç yaratan bilmez mi? O Latifdir, her şeyden haberdardır.” (el-Mülk, 67/14); “O yegane yaratandır, her şeyi en iyi bilendir.” (Yâsîn, 36/81) Çünkü varlıkların yaratılması, onları yaratanın ilmine ve hikmetine delalet eden en kuvvetli akli delillerdendir.
#
{18} {وأنزلنا من السماء ماءً}: يكون رزقاً لكُم ولأنعامكم بقدر ما يكفيكم؛ فلا ينقصه [بحيث لا يكفي الأرض والأشجار، فلا يحصل منه المقصود. ولا يزيده زيادة لا تحتمل]، بحيثُ يتلف المساكن، ولا تعيش منه النباتات والأشجار، بل أنزله وقتَ الحاجة لنزوله، ثم صرفه عند التضرُّر من دوامه، {فأسكنَّاه في الأرض}؛ أي: أنزلناه عليها، فسكن واستقرَّ وأخرج بقدرةِ منزلِهِ جميع الأزواج النباتيَّة، وأسكنه أيضاً معدًّا في خزائن الأرض؛ بحيث لم يذهبْ نازلاً حتى لا يوصل إليه ولا يُبلغَ قعره. {وإنَّا على ذَهابٍ به لَقادِرونَ}: إمَّا بأن لا نُنْزِلَه، أو نُنْزِلُه فيذهب نازلاً لا يوصَل إليه، أو لا يوجد منه المقصود منه، وهذا تنبيهٌ منه لعباده أن يشكروه على نعمته ويقدِّروا عدمها؛ ماذا يحصُلُ به من الضَّرر؛ كقوله تعالى: {قلْ أرأيتُم إنْ أصبحَ ماؤكم غَوْراً فمن يأتيكم بماءٍ معين}.
18. “Gökten” hem sizin hem hayvanarınız için rızık olmak üzere ve size yetecek kadar “bir ölçü ile su indirdik.” Bu su bitkiler, ağaçlar ve yeryüzü için yeterli miktardadır. Ne maksadı gerçekleştirmeyecek kadar az, ne de meskenleri yok edecek, ağaçları ve bitkileri boğacak kadar çoktur. Aksine Allah, o suyu ihtiyaç duyulan bir zamanda indirir, sonra da devam etmesi zarar verecek hale geldi mi onu keser. “onu yeryüzünde(ki yerlerine) yerleştirdik.” Suyu yere indirdik. O da orada yerleşip karar kıldı ve kendisini ndirenin kudreti ile bütün bitkilerden çiftler çıkardı. Yine Allah, onu kaybolup gitmesin, kendisine ulaşılsın ve ondan yararlanılsın diye yeryüzündeki depolarda onu hazır olmak üzere yerleştirdi. “Şüphesiz o suyu yok etmeye de gücümüz yeter.” Ya o yağmuru hiç indirmeyiz yahut da onu indirsek de yerde kaybolur gider de ona ulaşılamaz ya da o yağmurdan gözetilen maksat ele geçmez. Bu buyrukla Yüce Allah, kullarının, nimetlerine karşılık şükretmeleri için dikkatlerini çekmekte; eğer bu nimetler olmasaydı ne gibi zararlarla karşı karşıya kalacaklarını düşünmelerini istemektedir. Nitekim başka bir yerde de şöyle buyurmaktadır: “De ki: Bana haber verin: Eğer suyunuz yerin dibine geçiriliverse size kaynayan bir pınarı kim getirebilir?” (el-Mülk, 67/30)
#
{19} {فأنشأنا لكم به}؛ أي: بذلك الماء، {جناتٍ}؛ أي: بساتين {من نخيل وأعنابٍ}: خصَّ تعالى هذين النوعين، مع أنه ينشر منه غيرهما من الأشجار؛ لفضلهما ومنافعهما التي فاقت بها الأشجار، ولهذا ذكر العامَّ في قوله: {لكم}؛ أي: في تلك الجنات فواكه كثيرةٌ منها تأكُلون من تينٍ وأتْرُجٍّ ورمانٍ وتفاح وغيرها.
19. “Biz o suyla sizin için hurma ve üzüm bahçeleri var ettik.” Yüce Allah'ın, bu yağmur suyu ile bunlardan başka daha pek çok ağaçlar var etmesine rağmen özellikle bu iki tür ağacı zikretmesi, bunların üstünlüklerinden ve diğer ağaçlardan daha faydalı olmalarından dolayıdır. Bundan dolayı Yüce Allah, devamla ağaçların genelini kastederek şöyle buyurmaktadır: “ki oralarda” yani bu bahçelerde “sizin için çok çeşitli meyveler vardır ve siz onlardan yersiniz.” İncir, portakal, nar, elma vb. daha başka meyveler veren ağaçlar vardır.
#
{20} {وشجرة تخرج من طور سَيْناءَ}: وهي شجرة الزيتون؛ أي: جنسها، خُصَّت بالذكر لأنَّ مكانها خاصٌّ في أرض الشام، ولمنافعها التي ذُكِرَ بعضُها في قوله: {تَنْبُتُ بالدُّهن وصِبْغٍ للآكلين}؛ أي: فيها الزيت الذي هو دهنٌ، يُسْتَعْمَلُ استعمالَه من الاستصباح به، واصطباغ للآكلين؛ أي: يجعل إداماً للآكلين وغير ذلك من المنافع.
20. “Bir ağaç da var ettik ki Tûr-u Sînâdan çıkar, hem yağ hem de yiyenlere bir katık bitirir.” Bu da zeytin ağacıdır. Tur’un özellikle zikredilmesinin sebebi, onun özellikle Şam topraklarında yetişen bir ağaç olmasından dolayıdır. Ayrıca bunun birtakım faydaları da vardır ki bunların bazılarını Yüce Allah: “hem yağ hem de yiyenlere bir katık” diye dile getirmektedir. Yani bu ağacın meyvesinden zeytin yağı elde edilir ki o da kandillerde aydınlanma için çokça kullanıldığı gibi katık olarak da kullanılır ve daha başka birtakım faydaları da vardır.
Ayet: 21 - 22 #
{وَإِنَّ لَكُمْ فِي الْأَنْعَامِ لَعِبْرَةً نُسْقِيكُمْ مِمَّا فِي بُطُونِهَا وَلَكُمْ فِيهَا مَنَافِعُ كَثِيرَةٌ وَمِنْهَا تَأْكُلُونَ (21) وَعَلَيْهَا وَعَلَى الْفُلْكِ تُحْمَلُونَ (22)}.
21- Hayvanlarda da sizin için gerçekten bir ibret vardır. Size onların karınlarındakinden içiriyoruz. Onlarda sizin için birçok faydalar vardır ve onlardan yersiniz de. 22- Hem onların üzerinde, hem de gemilerin üzerinde taşınırsınız.
#
{21} أي: ومن نعمه عليكم أن سَخَّرَ لكم الأنعام؛ الإبل والبقر والغنم، فيها عبرةٌ للمعتبرين ومنافع للمنتفعين، {نُسْقيكُم ممَّا في بُطونها}: من لبنٍ يخرُجُ من بين فَرْثٍ ودمٍ خالص سائغ للشاربين، {ولكم فيها منافعُ كثيرةٌ}: من أصوافها وأوبارها وأشعارِها، وجعل لكم من جلودِ الأنعام بيوتاً تستخفُّونها يوم ظَعْنِكُم ويومَ إقامتِكُم، {ومنها تأكُلون}: أفضل المآكل من لحم وشحم.
21. Yani Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetlerinden birisi de sizlere deve, inek ve koyun türü hayvanları emrinize vermiş olmasıdır. Bunlarda ibret alanlara ibret, yararlanan kimselere de menfaatler vardır. “Size onların karınlarındakinden” yani işkembe kalıntıları ile kan arasından çıkan, saf ve içimi kolay sütten “içiriyoruz. Onlarda sizin için” yünlerinden, tüylerinden ve kıllarından “birçok faydalar vardır.” Ayrıca bu davarların derilerinden gerek göçtüğünüz vakitler, gerek ikametiniz esnasında hafif ve kolaylıkla kullanabildiğiniz evler/çadırlar yaparsınız. “ve onlardan” en değerli yiyecekler olan et ve yağlarından “yersiniz de.”
#
{22} {وعليها وعلى الفُلْكِ تُحْمَلونَ}؛ أي: جعلها سفناً لكم في البرِّ، تحملون عليها أثقالكم إلى بلدٍ لم تكونوا بالغيهِ إلاَّ بشِقِّ الأنفس؛ كما جعل لكم السفنَ في البحر تحملكم وتحمل متاعكم قليلاً كان أو كثيراً؛ فالذي أنعم بهذه النعم وصنَّف أنواع الإحسان وأدرَّ علينا من خيره المدرار هو الذي يستحقُّ كمالَ الشُّكْر وكمال الثناء والاجتهاد في عبوديَّته وأن لا يُستعان بنعمه على معاصيهِ.
22. “Hem onların üzerine, hem de gemilerin üzerine taşınırsınız.” Yüce Allah, bu hayvanları karada sizin emrinize vermiştir. Yüklerinizi sırtlarına yüklenir yarı canınız tükenmeden varamayacağınız yerlere götürürler. Diğer taraftan O, gemileri de denizde emrinize vermiştir. Bu gemiler hem sizleri hem de az olsun çok olsun yük ve eşyalarınızı taşırlar. Bunca nimetleri ihsan eden, çeşitli ihsanlarda ve en hayırlı ikramlarda bulunan O yüce zat elbette ki kelimenin tam anlamı ile şükre ve övgüye layıktır. O’na ibadet için bütün gayretimizi ortaya koymalı, O’nun nimetlerini kullanıp bunlarla O’na isyan etmemeliyiz.
Ayet: 23 - 30 #
{وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا نُوحًا إِلَى قَوْمِهِ فَقَالَ يَاقَوْمِ اعْبُدُوا اللَّهَ مَا لَكُمْ مِنْ إِلَهٍ غَيْرُهُ أَفَلَا تَتَّقُونَ (23) فَقَالَ الْمَلَأُ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ قَوْمِهِ مَا هَذَا إِلَّا بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يُرِيدُ أَنْ يَتَفَضَّلَ عَلَيْكُمْ وَلَوْ شَاءَ اللَّهُ لَأَنْزَلَ مَلَائِكَةً مَا سَمِعْنَا بِهَذَا فِي آبَائِنَا الْأَوَّلِينَ (24) إِنْ هُوَ إِلَّا رَجُلٌ بِهِ جِنَّةٌ فَتَرَبَّصُوا بِهِ حَتَّى حِينٍ (25) قَالَ رَبِّ انْصُرْنِي بِمَا كَذَّبُونِ (26) فَأَوْحَيْنَا إِلَيْهِ أَنِ اصْنَعِ الْفُلْكَ بِأَعْيُنِنَا وَوَحْيِنَا فَإِذَا جَاءَ أَمْرُنَا وَفَارَ التَّنُّورُ فَاسْلُكْ فِيهَا مِنْ كُلٍّ زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ وَأَهْلَكَ إِلَّا مَنْ سَبَقَ عَلَيْهِ الْقَوْلُ مِنْهُمْ وَلَا تُخَاطِبْنِي فِي الَّذِينَ ظَلَمُوا إِنَّهُمْ مُغْرَقُونَ (27) فَإِذَا اسْتَوَيْتَ أَنْتَ وَمَنْ مَعَكَ عَلَى الْفُلْكِ فَقُلِ الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي نَجَّانَا مِنَ الْقَوْمِ الظَّالِمِينَ (28) وَقُلْ رَبِّ أَنْزِلْنِي مُنْزَلًا مُبَارَكًا وَأَنْتَ خَيْرُ الْمُنْزِلِينَ (29) إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ وَإِنْ كُنَّا لَمُبْتَلِينَ (30)}.
23- Andolsun Nûh’u kavmine gönderdik de o: “Ey kavmim! Allah’a ibadet edin. Sizin O’ndan başka (hak) ilâhınız yoktur. Hiç korkup sakınmaz mısınız?” dedi. 24- Kavminden kâfir olan ileri gelenler şöyle dedi: “Bu, ancak sizin gibi bir insandır. Size karşı üstünlük sağlamak istiyor. Eğer Allah (peygamber göndermeyi) dileseydi elbette melekler indirirdi. Biz evvelki atalarımızdan böyle bir şey işitmedik.” 25- “O, ancak delirmiş bir adamdır. O nedenle bir süre ona katlanıp bekleyin.” 26- O da: “Rabbim! Beni yalanlamalarına karşı bana yardım et!” dedi. 27- Biz de ona şöyle vahyettik: “Gözlerimiz önünde ve vahyimiz doğrultusunda gemiyi yap!” (Azap) emrimiz gelip de tandır kaynayınca (ona) dedik ki: “Her bir (hayvandan) birer çift (al) ve aleyhlerinde (helak) sözü geçmiş olanlar hariç aile efradını gemiye bindir! Zulmedenler hakkında da bana bir şey söyleme! Çünkü onlar boğulacaklardır.” 28- Sen ve beraberindekiler gemiye yerleştiğinizde de “Bizi zalimler topluluğundan kurtaran Allah’a hamdolsun.” de. 29- De ki: “Rabbim, beni mübarek bir yere indir. Sen konuk edenlerin en hayırlısısın!” 30- Şüphesiz bunda ibretler vardır. Gerçek şu ki Biz, (insanları) imtihan etmekteyiz.
#
{23} يذكر تعالى رسالة عبده ورسوله نوح عليه السلام أول رسول أرسله لأهل الأرض، فأرسله إلى قومه، وهم يعبدون الأصنام، فأمرهم بعبادة الله وحده، فقال: {يا قوم اعبُدوا الله}؛ أي: أخلصوا له العبادة؛ لأنَّ العبادة لا تصحُّ إلا بإخلاصها. {ما لكم من إلهٍ غيره}: فيه إبطال ألوهيَّة غير الله وإثباتُ الإلهيَّة لله تعالى؛ لأنَّه الخالق الرازق الذي له الكمالُ كلُّه، وغيرُه بخلاف ذلك. {أفلا تتَّقون}: ما أنتم عليه من عبادة الأوثان والأصنام التي صُوِّرت على صور قوم صالحين، فعبدوها مع الله؟
23. Yüce Allah, kulu ve rasûlü Nûh aleyhisselam’ın risaletini söz konusu etmektedir ki o, Allah’ın yeryüzü halkına gönderdiği ilk rasûldür. Onu kavmine gönderdiğinde onlar putlara tapıyorlardı. Nûh onlara yalnızca Allah’a ibadet etmelerini emrederek şöyle dedi: “Ey kavmim, Allah’a ibadet edin.” İbadetinizi yalnızca O’na halis kılın. Çünkü ibadet ihlâsla yapılmadığı yani Allah’a halis kılınmadığı sürece geçerli değildir. “Sizin O’ndan başka (hak) ilâhınız yoktur.” Bu buyrukla Allah’tan başkasının ulûhiyeti reddedilmekte, yalnızca Yüce Allah’ın ilah olduğu vurgulanmaktadır. Çünkü yaratan, rızık veren, bütün kemâl sıfatlarına sahip olan yalnızca O’dur. O’nun dışındaki varlıklar ise böyle değildir. “Hiç korkup sakınmaz mısınız?” Şu put ve heykellere tapmaktan sakınmaz mısınız? Bunlar, salih kimselerin suretinde yapılmış olup Allah ile birlikte kendilerine ibadet edilmekte olan putlardı.
#
{24} فاستمرَّ على ذلك يدعوهم سرًّا وجهاراً وليلاً ونهاراً ألف سنة إلاَّ خمسين عاماً، وهم لا يزدادون إلاَّ عتوًّا ونفوراً، {فقال الملأ}: من قومه الأشرافُ والسادة المتبوعون على وجه المعارضة لنبيِّهم نوح والتحذير من اتِّباعه: {ما هذا إلاَّ بشرٌ مثلُكم يريد أن يَتَفَضَّلَ عليكم}؛ أي: ما هذا إلاَّ بشرٌ مثلُكم، قصدُهُ حين ادَّعى النبوَّة أن يزيد عليكم فضيلة ليكون متبوعاً، وإلاَّ؛ فما الذي يفضِّله عليكم وهو من جنسكم؟! وهذه المعارضة لا زالت موجودة في مكذِّبي الرسل، وقد أجاب الله عنها بجوابٍ شافٍ على ألسنة رسله؛ كما في قوله: {قالوا}؛ أي: لرسلهم. {إنْ أنتُم إلاَّ بشرٌ مثلُنا تريدونَ أنْ تصدُّونا عمَّا كان يعبدُ آباؤنا فأتونا بسلطانٍ مبينٍ. قالَت لهم رسلُهم إن نحنُ إلاَّ بشرٌ مثلُكُم ولكنَّ الله يَمُنَّ على مَن يشاء من عبادِهِ}: فأخبروا أنَّ هذا فضلُ الله ومنَّته، فليس لكم أن تحجُروا على الله، وتمنَعوه من إيصال فضلِهِ علينا. وقالوا أيضاً: {ولو شاء الله لأنزلَ ملائكةً}: وهذه أيضاً معارضةٌ بالمشيئة باطلةٌ؛ فإنَّه وإنْ كان لو شاء لأنزل ملائكة؛ فإنَّه حكيمٌ رحيمٌ، حكمتُه ورحمته تقتضي أن يكونَ الرسول من جنس الآدميِّين؛ لأنَّ الملائكة لا قدرة لهم على مخاطبتِهِ، ولا يمكن أن يكون إلاَّ بصورة رجل، ثم يعود اللبسُ عليهم كما كان. وقولهم: {ما سمعنا بهذا}؛ أي: بإرسال الرسول {في آبائنا الأوَّلينَ} وأيُّ حجَّة في عدم سماعِهم إرسالَ رسول في آبائهم الأولين؟! لأنَّهم لم يحيطوا علماً بما تقدَّم؛ فلا يجعلون جهلهم حجَّةً لهم! وعلى تقدير أنَّه لم يرسل منهم رسولاً: فإما أن يكونوا على الهدى؛ فلا حاجة لإرسال الرسول إذ ذاك، وإما أن يكونوا على غيره؛ فليحمدوا ربَّهم ويشكروه أن خصَّهم بنعمةٍ لم تأتِ آباءهم ولا شعروا بها، ولا يجعلوا عدم الإحسان على غيرهم سبباً لكفرِهم للإحسان إليهم.
24. Nûh aleyhisselam kavmini dokuz yüz elli yıl boyunca gizli ve açık, gece ve gündüz sürekli davet etti. Kavminin ise ancak nefreti ve azgınlığı artıyordu. “Kavminden kâfir olan ileri gelenler” Yani kavmi arasından şerefli ve efendi sayılıp kendilerine uyulanlar, peygamberleri Nûh aleyhisselam’a karşı çıkmak ve ona uymaktan başkalarını sakındırmak maksadı ile “şöyle dedi: Bu, ancak sizin gibi bir insandır. O, size karşı üstünlük sağlamak istiyor.” O, sadece sizin gibi bir insan! Onun peygamberlik iddiasında bulunmaktan kastı ise size karşı üstün olmak ve kendisine uyulmasını sağlamaktır. Yoksa -o hemcinsiniz iken- size üstün olmasını gerektirecek ne var? Bu karşı çıkış şekli, peygamberleri yalanlayanlardan her zaman görülegelmiştir. Allah da bu itiraza peygamberleri aracılığı ile tam anlamıyla cevap vermiştir: “Peygamberlerine dediler ki: Siz de ancak bizim gibi bir insansınız. Atalarımızın taptıklarından bizi alıkoymak istiyorsunuz. O halde bize apaçık bir delil getirin. Peygamberleri de onlara şöyle demişti: Biz, ancak sizin gibi bir insanız. Ancak Allah kulları arasından dilediği kimselere lütufta bulunur.” (İbrahim, 14/10-11) Böylelikle peygamberler, vahyin Allah’ın bir lütuf ve ihsanı olduğunu haber verdiler. Sizin ise Allah’ın lütfuna sınır koyma, O’nun lütuf ve ihsanının bize ulaşmasını engelleme imkânınız yoktur. Kavmi devamla: “Allah dileseydi elbette melekler indirirdi” demişlerdi. Bu da Allah’ın dilemesini ileri sürerek gösterilen batıl bir tepki ve karşı çıkıştır. Evet, elbette ki O dileseydi melekleri indirirdi. Fakat O, Hakîmdir, Rahîmdir; hikmet ve rahmeti peygamberlerin, insanların hemcinsi olmasını gerektirmiştir. Çünkü insanların melekleri, muhatap olma güçleri yoktur. Onlara gönderilecek bir meleğin muhatap alınabilmesi ancak bir insan suretinde gönderilmesi ile mümkün olur. Böyle bir durumda ise değişen hiçbir şey olmayacaktır. Nûh kavminin: “Biz evvelki atalarımızdan böyle bir şey işitmedik.” yani herhangi bir peygamber gönderildiğini işitmedik, şeklindeki sözlerine gelince; onların ataları arasında peygamberin gönderildiğini işitmemiş olmalarının delil olacak bir tarafı yoktur. Çünkü onlar, geçmişte olanları bilgileri ile kuşatabilmiş değildirler. O nedenle bilgisizliklerini kendi lehlerine bir delil kabul edemezler. Diyelim ki hemcinslerinden onlara bir peygamber gönderilmedi. Bu durumda iki aihtimal vardır: Onlar ya hidâyet üzereydiler yahut da değildiler. Eğer hidayet üzerinde idiyseler zaten bir peygamber gönderilmesine ihtiyaç yoktu, demektir. Hidâyet üzere değildiyseler o halde atalarına verilmemiş ve onların habersiz olduğu bir nimeti özellikle onlara ihsan ettiğinden dolayı Allah’a şükretmelidirler. Bir ihsanın başkalarına yapılmamış olması, kendilerine yapılan iyiliğe karşı nankörlük etmelerine sebep olmamalıdır.
#
{25} {إنْ هو إلاَّ رجلٌ به جِنَّةٌ}؛ أي: مجنون، {فتربَّصوا به}؛ أي: انتظروا به {حتى حينٍ}: إلى أن يأتيه الموت. وهذه الشبه [التي] أوردوها معارضةً لنبوَّة نبيِّهم دالةٌ على شدَّة كفرهم وعنادهم وعلى أنَّهم في غاية الجهل والضَّلال؛ فإنَّها لا تَصْلُحُ للمعارضة بوجهٍ من الوجوه؛ كما ذكرنا، بل هي في نفسها متناقضةٌ متعارضة؛ فقوله: {ما هذا إلاَّ بشرٌ مثلُكُم يريدُ أن يتفضَّلَ عليكُم}؛ أثبتوا أنَّ له عقلاً يكيدُهم به ليعلُوَهم ويسودَهم، ويحتاجُ مع هذا أن يُحْذَرَ منه لئلاَّ يُغترَّ به؛ فكيف يلتئم مع قولهم: {إنْ هو إلاَّ رجلٌ به جِنَّةٌ}؟! وهل هذا إلا من مشبِّهٍ ضالٍّ، منقلبٍ عليه الأمر، قصده الدفع بأيِّ طريق اتَّفق له، غير عالم بما يقول. ويأبى الله إلاَّ أنْ يُظْهِرَ خِزْيَ مَن عاداه وعادى رسله.
25.“O, ancak delirmiş bir adamdır.” Yani delidir, “O nedenle bir süre” yani ölüm onu gelip bulana kadar “ona katlanıp bekleyin.” Peygamberlerine karşı çıkmak üzere ileri sürdükleri bu şüpheleri, onların ileri derecedeki küfürlerine ve inatlarına, ayrıca son derece cahil ve sapık olduklarına delildir. Çünkü yukarda da belirttiğimiz gibi bunlar, hiçbir bakımdan karşı çıkmaya elverişli özellikte gerekçeler değildir. Aksine kendi içinde çelişkilidir ve birbirleri ile çatışmaktadır. Mesela onların: “Bu, ancak sizin gibi bir beşerdir. O size karşı üstünlük sağlamak istiyor” sözleri ile onu kendilerine karşı üstünlük sağlamak, onların efendisi olmak üzere bazı planlar hazırlayabilecek kadar akıllı olarak kabul ediyor, aldanılmaması için ondan sakınılması gerektiğini söylüyorlar. Peki, bu: “O ancak delirmiş bir adamdır” iddiaları ile nasıl bağdaşır? Bu, ne söylediğini bilmeyen, tereddüt içerisinde bulunan, sapıtmış, işi tersinden gören ve maksadı -ne şekilde olursa olsun- karşı çıkmak olan kişilerden başkasının sözleri olamaz. Allah ise mutlaka kendisine ve peygamberlerine düşmanlık besleyenlerin rüsvaylıklarını ortaya çıkartır.
#
{26} فلما رأى نوحٌ أنَّه لا يفيدُهم دعاؤه إلاَّ فراراً؛ {قال ربِّ انْصُرْني بما كذَّبونِ}: فاستنصر ربَّه عليهم غضباً لله حيث ضيَّعوا أمره وكذَّبوا رسله. وقال: {ربِّ لا تَذَرْ على الأرضِ من الكافرين دَيَّاراً. إنَّك إن تَذَرْهُم يُضِلُّوا عبادَكَ ولا يَلِدوا إلاَّ فاجراً كفَّاراً}. قال تعالى: {وَلَقَدْ نادانا نوحٌ فَلَنِعْمَ المجيبونَ}.
26. Nûh aleyhisselam kavmine davetinin onların nefretle kaçışlarını artırmaktan başka bir fayda sağlamadığını görünce: “Rabbim! Yalanlamalarına karşı bana yardım et, dedi.” Böylelikle, Rabbinin emrini zayi ettikleri, peygamberlerini yalanladıklarından dolayı Allah için öfkelenerek Rabbinden kendisine yardım etmesini diledi ve şöyle dua etti: “Rabbim, yeryüzünde kâfirlerden dönüp dolaşan hiç kimse bırakma! Çünkü eğer sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar ve kötü kimseden, aşırı giden kâfirden başka evlat doğurmazlar.” (Nûh, 71/26-27) Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: “Andolsun ki Nûh bize seslenmişti. Biz, duaya ne güzel karşılık verenleriz!” (es-Saffat, 37/75)
#
{27} {فأوحينا إليه}: عند استجابتنا له سبباً ووسيلةً للنجاة قبل وقوع أسبابِهِ: {أنِ اصْنَع الفُلْكَ}؛ أي: السفينة {بأعيننا ووحينا}؛ أي: بأمرِنا لك ومعونتنا، وأنت في حفظنا وكلاءتنا؛ بحيث نراك ونسمعك. {فإذا جاء أمرنا}: بإرسال الطوفان الذي عُذِّبوا به، {وفار التَّنُّورُ}؛ أي: فارت الأرض وتفجَّرت عيوناً حتى محلُّ النار الذي لم تجرِ العادة إلاَّ ببعدِهِ عن الماء. {فاسْلُكْ فيها من كلٍّ زوجينِ اثنينِ}؛ أي: أدخل في الفلك من كلِّ جنس من الحيوانات ذكراً وأنثى تبقى مادةَ النسل لسائر الحيوانات التي اقتضتِ الحكمةُ الربَّانيَّة إيجادها في الأرض. {وأهلك}؛ أي: أدخلهم {إلاَّ مَن سبقَ عليه القولُ}: كابنه، {ولا تخاطِبْني في الذين ظَلَموا}؛ أي: لا تَدْعُني أن أنجيهم؛ فإنَّ القضاء والقدَرَ قد حتم. {إنَّهُم مغرقون}.
27. “Biz de ona” duasını kabul ederek, azabın sebebleri meydana gelmeden önce kurtulaşa bir vesile olmak üzere “şöyle vahyettik: “Gözlerimiz önünde ve vahyimiz doğrultusunda” emrimiz gereğince ve yardımımız ile ve korumamız ve himayemiz altında “gemiyi yap!” zira biz seni görüyor ve işitiyoruz. (Azap) emrimiz” kavminin azaba uğratıldıkları tufan “gelip de tandır” yani normalde sudan uzak olan ateşin yakıldığı yerler de dahil olmak üzere yeryüzü pınarlar halinde “kaynayınca (ona) dedik ki: “Her bir (hayvandan) birer çift (al) yani Rabbani hikmetin yeryüzünde varlıklarını sürdürmelerini gerektirdiği hayvan türlerinin soylarının devamı için bütün hayvan türlerinden bir erkek ve bir dişi olmak üzere al “ve aleyhlerinde” mesela oğlu gibi azaba uğrayacağına dair (helak) sözü geçmiş olanlar hariç aile efradını gemiye” alarak beraberinde “bindir. Zulmedenler hakkında bana bir şey söyleme.” Yani onları kurtarayım diye bana dua etme. “Çünkü onlar” kesinleşmş olan takdirim gereğince “boğulacaklardır.”
#
{28} {فإذا استويتَ أنت ومن مَعَكَ على الفِلك}؛ أي: علوتُم عليها واستقلَّتْ بكم في تيارِ الأمواج ولُججِ اليمِّ؛ فاحْمَدوا الله على النجاة والسلامة. وقل: {الحمدُ لله الذي نجَّانا من القوم الظالمينَ}: وهذا تعليمٌ منه له ولمن معه أن يقولوا هذا شكراً له وحمداً على نَجاتِهِم من القوم الظالمين في عملهم وعذابهم.
28. “Sen ve beraberindekiler gemiye yerleştiğinizde de: Bizi zalimler topluluğundan kurtaran Allah’a hamdolsun, de” Yani gemiye binip gemi dalgalar arasında yol aldığında Allah’a kurtuluşu ve esenliği nasip ettiği için hamdedin. Yüce Allah, hem ona hem de onunla birlikte bulunanlara zalimler topluluğunun hem amellerinden hem de uğradıkları azaptan kurtulmalarına karşılık şükretmeleri ve hamdde bulunmaları için bu sözleri öğretmiştir.
#
{29} {وقل ربِّ أنزِلْني منزلاً مباركاً وأنت خير المنزِلينَ}؛ أي: وبقيتْ عليكُم نعمةٌ أخرى؛ فادعوا الله فيها، وهي أن ييسِّرَ الله لكم منزلاً مباركاً، فاستجاب الله دعاءه؛ قال الله: {وقُضِيَ الأمرُ واستوتْ على الجوديِّ وقيل بُعداً للقوم الظَّالمين ... } إلى أن قال: {قيلَ يا نوحُ اهبِطْ بسلام منَّا وبركاتٍ عليك وعلى أمم ممَّن معكَ ... } الآية.
29. “De ki: “Rabbim, beni mübarek bir yere indir. Sen konuk edenlerin en hayırlısısın.” Yani sizin üzerinizde bir nimet daha var. Bu nimet dolayısı ile de Yüce Allah’a dua edin. Bu nimet, Yüce Allah’ın, sizlere bereketli kılınmış bir yere inmeyi kolaylaştırmasıdır. Yüce Allah, onun bu duasını kabul buyurduğunu şöylece bildirmektedir: “... iş olup bitti ve (gemi) Cûdî (dağının) üzerinde karar kıldı. O zalimler topluluğu uzak olsunlar, denildi... denildi ki: Tarafımızdan hem sana hem de beraberindeki ümmetlere bir selâmet ve nice bereketlerle (gemiden) in...” (Hûd, 11/44, 48)
#
{30} {إنَّ في ذلك}؛ أي: في هذه القصة {لآياتٍ}: تدلُّ على أنَّ الله وحدَه المعبود، وعلى أنَّ رسوله نوحاً صادقٌ، وأنَّ قومه كاذبون، وعلى رحمة الله بعباده؛ حيث حملهم في صُلْبِ أبيهم نوح في الفلك لما غَرِقَ أهلُ الأرض، والفلك أيضاً من آيات الله؛ قال تعالى: {ولقد تَرَكْناها آيةً فهل مِن مُدَّكِرٍ}. ولهذا جمعها هنا؛ لأنَّها تدلُّ على عدة آيات ومطالب. {وإن كنا لَمُبْتَلينَ}.
30. “Şüphesiz bunda” yani bu kıssada Allah’ın yegane ma’bud olduğuna, rasûlü Nûh’un doğru sözlü olduğuna, kavminin ise yalancı olduğuna ve Allah’ın kullarına ne kadar merhametli olduğuna dair pek çok “ibretler vardır.” Merhametlidir, çünkü O, kullarını, yeryüzü halkı suda boğulurken ataları Nûh’un sulbünde gemide taşımıştı. Gemi de aynı şekilde Yüce Allah’ın ibret ve delillerinden biridir. Nitekim Allah şöyle buyurmaktadır: “Andolsun ki biz onu (o gemiyi) bir ibret/delil olarak bıraktık. O halde var mı ibret alıp düşünen?” (el-Kamer, 54/15) Bundan dolayı Yüce Allah burada “ibretler” diyerek çoğul bir kelime zikretmiştir. Zira bu, pek çok ibret ve delil içermektedir. “Gerçek şu ki Biz, (insanları) imtihan etmekteyiz.”
Ayet: 31 - 41 #
{ثُمَّ أَنْشَأْنَا مِنْ بَعْدِهِمْ قَرْنًا آخَرِينَ (31) فَأَرْسَلْنَا فِيهِمْ رَسُولًا مِنْهُمْ أَنِ اعْبُدُوا اللَّهَ مَا لَكُمْ مِنْ إِلَهٍ غَيْرُهُ أَفَلَا تَتَّقُونَ (32) وَقَالَ الْمَلَأُ مِنْ قَوْمِهِ الَّذِينَ كَفَرُوا وَكَذَّبُوا بِلِقَاءِ الْآخِرَةِ وَأَتْرَفْنَاهُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا مَا هَذَا إِلَّا بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يَأْكُلُ مِمَّا تَأْكُلُونَ مِنْهُ وَيَشْرَبُ مِمَّا تَشْرَبُونَ (33) وَلَئِنْ أَطَعْتُمْ بَشَرًا مِثْلَكُمْ إِنَّكُمْ إِذًا لَخَاسِرُونَ (34) أَيَعِدُكُمْ أَنَّكُمْ إِذَا مِتُّمْ وَكُنْتُمْ تُرَابًا وَعِظَامًا أَنَّكُمْ مُخْرَجُونَ (35) هَيْهَاتَ هَيْهَاتَ لِمَا تُوعَدُونَ (36) إِنْ هِيَ إِلَّا حَيَاتُنَا الدُّنْيَا نَمُوتُ وَنَحْيَا وَمَا نَحْنُ بِمَبْعُوثِينَ (37) إِنْ هُوَ إِلَّا رَجُلٌ افْتَرَى عَلَى اللَّهِ كَذِبًا وَمَا نَحْنُ لَهُ بِمُؤْمِنِينَ (38) قَالَ رَبِّ انْصُرْنِي بِمَا كَذَّبُونِ (39) قَالَ عَمَّا قَلِيلٍ لَيُصْبِحُنَّ نَادِمِينَ (40) فَأَخَذَتْهُمُ الصَّيْحَةُ بِالْحَقِّ فَجَعَلْنَاهُمْ غُثَاءً فَبُعْدًا لِلْقَوْمِ الظَّالِمِينَ (41)}.
31- Sonra arkalarından başka bir nesil var ettik. 32- Onlara kendi içlerinden: “Allah’a ibadet edin. Sizin O’ndan başka (hak) ilâhınız yoktur. Artık korkup sakınmaz mısınız?” diye bir rasûl gönderdik. 33- Onun kavminden kâfir olan, âhirete kavuşmayı yalanlayan ve dünya hayatında kendilerine refah verdiğimiz ileri gelenler şöyle dedi: “Bu, ancak sizin gibi bir insandır; yediğinizden yiyor, içtiğinizden içiyor.” 34- “Eğer kendiniz gibi bir insana itaat ederseniz o takdirde elbette zarara uğrayanlardan olursunuz.” 35- “Siz ölüp de toprak ve kemik olduktan sonra (diriltilip kabirden) çıkartılacağınızı mı size vaat ediyor? 36- “Heyhat! Size vaat edilen o şey, (gerçek olmaktan) ne kadar da uzak!” 37- “Hayat, ancak bu dünya hayatımızdan ibarettir. (Kimimiz) ölürüz ve (kimimiz de) yaşarız. Yoksa (öldükten sonra) diriltilecek değiliz.” 38- “Bu, ancak yalan uydurup Allah'a iftira eden bir adamdır. Biz ona inanmıyoruz.” 39- O (rasûl) de: “Rabbim! Beni yalanlamalarına karşı bana yardım et!” dedi. 40- Buyurdu ki: “Yakında (bu yaptıklarına) kesinlikle pişman olacaklar.” 41- Derken hak (ettikleri) çığlık onları yakaladı da biz, onları (selin taşıdığı) çerçöpe çevirdik. O zalimler topluluğu (Allah'ın rahmetinden) uzak olsun!
#
{31} لما ذكر نوحاً وقومه وكيف أهلكهم؛ قال: {ثم أنشأنا من بعْدِهم قرناً آخرينَ}: الظاهر أنَّهم ثمودُ قومُ صالح عليه السلام؛ لأنَّ هذه القصة تشبه قصتهم.
31. Yüce Allah; Nûh’u, kavmini ve onları nasıl helâk ettiğini söz konusu ettikten sonra şöyle buyurmaktadır: “Sonra arkalarından başka bir nesil var ettik.” Âyetin zahirinden anlaşıldığına göre bunlar Salih aleyhisselam’ın kavmi Semûd’dur. Zira burada anlatılan kıssa, Semûd kavminin kıssasını andırmaktadır.
#
{32} {فأرسَلْنا فيهم رسولاً منهم}: من جنسِهِم يعرفون نسبه وحسبه وصدقَه؛ ليكونَ ذلك أسرعَ لانقيادِهم إذا كان منهم وأبعد عن اشمئزازِهم، فدعا إلى ما دعتْ إليه الرسلُ أممهم: {أنِ اعبدوا الله ما لكم من إلهٍ غيرُهُ}: فكلُّهم اتَّفقوا على هذه الدعوة، وهي أول دعوة يدعون بها أممهم؛ الأمر بعبادة الله، والإخبار أنَّه المستحقُّ لذلك، والنهي عن عبادة ما سواه، والإخبار ببطلان ذلك وفساده، ولهذا قال: {أفلا تتَّقونَ}: ربَّكم فتَجْتَنِبوا هذه الأوثان والأصنام.
32. “Onlara kendi içlerinden” onların hemcinsi olan, soyunu sopunu ve doğruluğunu bildikleri “…bir rasûl gönderdik” ki bu peygamber onlardan olduğu için ona itaat edip bağlanmaları daha kolay, ondan uzaklaşmaları ihtimali de daha zayıf olur. Onlara gönderilen bu peygamber de bütün peygamberlerin ümmetlerine yaptıkları daveti tekrarladı: “Allah’a ibadet edin. Sizin O’ndan başka (hak) ilâhınız yoktur.” Bütün peygamberler sözbirliği halinde bu daveti tekrarlamışlardır. Peygamberlerin ümmetlerine yönelttikleri ilk davet, yalnızca Allah’a ibadet etmek, O’nun buna layık olduğunu haber verip O’nun dışındaki varlıklara ibadeti yasaklamak, başka varlıklara ibadetin batıl ve tutarsız olduğunu bildirmektir. Bundan dolayı onlara şöyle demiştir: “Artık” Rabbinizden “korkup” bu putlara ibadetten “sakınmaz mısınız?”
#
{33} فقال {الملأ من قومِهِ الذين كَفَروا وكذَّبوا بلقاءِ الآخرة وأتْرَفْناهم في الحياة الدنيا}؛ أي: قال الرؤساءُ الذين جَمَعوا بين الكفرِ والمعاندةِ وإنكار البعثِ والجزاء، وأطغاهم ترفُهم في الحياة الدُّنيا؛ معارضةً لنبيِّهم وتكذيباً وتحذيراً منه. {ما هذا إلاَّ بشرٌ مثلُكم}؛ أي: من جنسكم، {يأكُلُ ممَّا تأكُلونَ منه ويشربُ ممَّا تشرَبونَ}: فما الذي يُفَضِّلُه عليكم؟! فهلاَّ كان ملكاً لا يأكل الطعام ولا يشرب الشراب!
33. “Onun kavminden kâfir olan, âhirete kavuşmayı yalanlayan ve dünya hayatında kendilerine refah verdiğimiz ileri gelenler” yani hem kâfir olan, hem inatlaşan, hem öldükten sonra dirilişi ve amellerin karşılıklarının verileceğini inkâr eden, dünya hayatındaki refah ve nimetleri kendilerini azdırmış bulunan liderler, peygamberlerine karşı çıkmak, onları yalanlamak ve ona bağlanmaktan sakındırmak maksadı ile “şöyle dedi: Bu ancak sizin gibi” sizin ile aynı cinsten olan “bir insan; yediğinizden yiyor içtiğinizden içiyor.” Onu size üstün kılan ne? Onun yemek yemeyen ve su içmeyen bir melek olması gerekmez miydi?
#
{34} {ولئِنْ أطعتُم بشراً مثلَكم إنَّكم إذاً لخاسرونَ}؛ أي: إن تبعتُموه وجعلتُموه لكم رئيساً وهو مثلُكم؛ إنَّكم لمسلوبو العقل نادمون على ما فعلتم! وهذا من العجب؛ فإنَّ الخسارَ والندامةَ حقيقةً لمن لم يتابِعْه ولم يَنْقَدْ له، والجهلُ والسفهُ العظيم لِمَنْ تكبَّرَ عن الانقياد لبشرٍ خصَّه الله بوحيِهِ، وفضَّلَه برسالته وابتُلي بعبادة الشجر والحجر، وهذا نظيرُ قولهم: {قالوا أبشراً منَّا واحداً نتَّبِعُهُ إنَّا إذاً لفي ضلال وسُعُرٍ. أألْقِيَ الذِّكْرُ عليهِ من بَيْنِنا بل هو كذابٌ أشِرٌ}.
34. “Eğer kendiniz gibi bir insana itaat ederseniz o takdirde elbette zarara uğrayanlardan olursunuz.” Yani o, sizin gibi birisi olduğu halde ona uyacak, onu kendinize baş yapacak olursanız, şüphesiz aklınız başınızda değil demektir ve yaptığınıza pişman olacaksınız. Gerçekten bu, hayret edilecek bir şeydir. Çünkü asıl hüsran ve pişmanlık, gerçekte O’na tâbi olmayan, O’na itaat etmeyen kimseler için söz konusudur. Asıl bilgisizlik ve ileri çapta akılsızlık, Allah’ın kendisine vahiy gönderdiği, risaleti ile üstün kıldığı bir insana itaat etmeyi gururuna yediremeyerek ağaçlara, taşlara ibadete müptela olmaktır. Bu, onların söyledikleri şu sözleri andırmaktadır: “Bizden bir tek insana mı, ona mı uyacağız? O takdirde hiç şüphesiz biz bir sapıklık ve çılgınlık içinde oluruz, dediler. Vahiy aramızdan ona mı verildi? Hayır, o mağrur ve şımarık, çok yalancı birisidir.” (el-Kamer, 54/24-26)
#
{35 ـ 36} فلما أنكروا رسالَتَه وَرَدُّوها؛ أنكروا ما جاء به من البعثِ بعد الموت والمجازاة على الأعمال، فقالوا: {أيَعِدُكُم أنَّكم إذا مِتُّم وكُنْتُم تُراباً وعظاماً أنَّكم مخرَجونَ. هيهاتَ هيهاتَ لما توعَدونَ}؛ أي: بعيدٌ بعيدٌ ما يعِدُكم به من البعث بعد أنْ تمزَّقتم وكنتم تراباً وعظاماً. فنظروا نظراً قاصراً، ورأوا هذا بالنسبة إلى قُدَرِهم غير ممكن، فقاسوا قدرة الخالق بقُدَرِهم، تعالى الله، فأنكروا قدرتَه على إحياء الموتى، وعجَّزوه غاية التَّعجيز، ونسوا خَلْقَهم أول مرة، وأنَّ الذي أنشأهم من العدم؛ فإعادته لهم بعد البلى أهون عليه، وكلاهما هيِّن لديه؛ فلمَ لا يُنِكْرون أول خَلْقهم ويكابرون المحسوسات ويقولون: إنَّنا لم نزل موجودين، حتى يَسْلَمَ لهم إنكارُهم البعث ويُنْتَقَل معهم إلى الاحتجاج على إثبات وجود الخالق العظيم؟! وهنا دليلٌ آخر، وهو أن الذي أحيا الأرض بعد موتها؛ إنَّ ذلك لمحيي الموتى؛ إنَّه على كل شيء قدير. وثَمَّ دليلٌ آخر، وهو ما أجاب به المنكرينَ للبعث في قوله: {بل عَجِبوا أن جاءهم مُنْذِرٌ منهم فقال الكافرونَ هذا شيءٌ عجيبٌ. أإذا مِتْنا وكُنَّا تُرابا ذلك رَجْعٌ بعيدٌ}. فقال في جوابهم: {قَدْ عَلِمْنا ما تَنْقُصُ الأرضُ منهم}؛ أي: في البِلى {وعندنا كتابٌ حفيظٌ}.
35-36. Onlar, peygamberlerinin risaletini inkâr ve reddettikleri gibi öldükten sonra dirilişe ve amellerin karşılıklarının verilmesine dair getirdiği haberleri de inkar ederek şöyle dediler: “Siz ölüp de toprak ve kemik olduktan sonra (diriltilip kabirden) çıkartılacağınızı mı size vaat ediyor? Heyhat! Size vaat edilen o şey, (gerçek olmaktan) ne kadar da uzak!” Onun size vaat ettiği öldükten sonra, paramparça olup toprak ve kemik yığını haline geldikten diriltileceğinize dair yaptığı bu vaat alabildiğine uzaktır. Onlar konuya kısır bir bakışla eğildiler. Onu kendi güçlerine kıyas ederek imkânsız bir şey kabul ettiler. Böylelikle yaratıcının gücünü, kendi güçleri ile kıyas ettiler. Allah, bundan yüce ve münezzehtir. O’nun ölüleri diriltmeye kadir olduğunu inkar edip böylelikle Allah’ın oldukça aciz olduğunu ileri sürdüler. Kendilerini ilk yaratanın O olduğunu, onları yoktan var edenin, çürümelerinden sonra onları bir daha yaratmasının çok daha kolay olacağını, daha doğrusu her iki yaratmanın da O’nun için çok kolay olduğunu unuttular. Onlar neden ilk yaratılışlarını inkâr etmiyorlar? Neden biz hiç yaratılmadık ve ezelden beri varız, demiyorlar? Böyle diyebilselerdi öldükten sonra dirilişi inkâr edişleri de kabul edilebilirdi. O zaman da onlara yüce yaratıcının varlığının ispatına dair deliller ortaya konurdu. Üstelik diriliş konusuda bir başka delil daha vardır: Ölümünden sonra yeryüzünü dirilten hiç şüphesiz ölüleri de diriltir. Çünkü O, her şeye gücü yetendir. Bir diğer delili de Yüce Allah, öldükten sonra dirilişi inkâr edenlere şu ayetlerde verdiği cevapta dile getirmektedir: “Bilakis kendilerine içlerinden bir uyarıcı geldi diye hayret ettiler de o kâfir olanlar: Şaşılacak şey!, dediler. Öldükten ve toprak olduktan sonra mı? Bu, uzak bir dönüştür. Biz yerin onlardan” çürümek sureti ile “neyi eksilteceğini muhakkak bilmişizdir. Yanımızda çok iyi tespit eden bir kitap da vardır.” (Kâf, 50/2-4)
#
{37} {إنْ هي إلاَّ حياتُنا الدُّنيا نموتُ ونحيا}؛ أي: يموت أناس ويحيا أناس، {وما نحن بمبعوثينَ}.
37. “Hayat, ancak bu dünya hayatımızdan ibarettir. (Kimimiz) ölürüz ve (kimimiz de) yaşarız.” Kimi insanlar ölür, kimi insanlar da yaşar. “Yoksa (öldükten sonra) diriltilecek değiliz.”
#
{38} {إنْ هو إلا رجلٌ به جِنَّة}: فلهذا أتى بما أتى به من توحيد الله وإثبات المعادِ! {فتربَّصوا به حتى حين}؛ أي: ارفعوا عنه العقوبةَ بالقتل وغيره احتراماً له ولأنَّه مجنونٌ غيرُ مؤاخذ بما يتكلَّم به؛ أي: فلم يبقَ بزعمِهِم الباطل مجادلةٌ معه لصحَّة ما جاء به؛ فإنَّهم قد زعموا بُطلانه، وإنَّما بقي الكلام هل يوقِعون به أم لا؛ فبزعمهم أنَّ عقولَهم الرزينةَ اقتضتِ الإبقاءَ عليه وتركَ الإيقاع به مع قيام الموجب!! فهل فوق هذا العناد والكفر غاية؟!
38. “Bu, ancak yalan uydurup Allah'a iftira eden bir adamdır. Biz ona inanmıyoruz.” Yalan uydurduğu için Allah’ın tevhidini, öldükten sonra dirilişi kabul eden birtakım haberler getirmiştir. “O, ancak delirmiş bir adamdır. O nedenle bir süre ona katlanıp bekleyin.” (el-Müminun, 23/25) Yani ona müsamaha edin, sakın öldürmeyin veya başka bir ceza vermeyin. Çünkü o, söylediklerinden sorumlu tutulmayan deli birisidir. Bâtıl zanlarına göre -aslında onun getirdikleri doğru olduğundan- onunla tartışmaya gerek kalmamıştı. Çünkü iddialarına göre onun söyledikleri batıl idi. Geriye de ona ceza verecekler mi vermeyecekler mi, bunu konuşmak kalmıştı. Güya sağlam ve tutarlı akılları gereğince, cezalandırılması gerektiği halde onu hayatta bırakıp ceza vermemeyi daha uygun gördüler. Acaba bu inat ve bu küfürden daha ötesi mümkün mü?
#
{39} ولهذا لما اشتدَّ كفرُهم ولم ينفعْ فيهم الإنذارُ؛ دعا عليهم نبيُّهم، فقال: {ربِّ انصُرْني بما كذَّبونِ}؛ أي: بإهلاكهم وخزيهم الدنيويِّ قبل الآخرة.
39. Küfürleri alabildiğine katmerleşip, yapılan uyarı ve korkutmalar onlara hiç fayda sağlamayınca peygamberleri onlara beddua ederek şöyle dedi: “Rabbim! Beni yalanlamalarına karşı” onları helâk etmek ve âhiretten önce dünyada da rezil etmek sureti ile “bana yardım et!” dedi.
#
{40 ـ 41} قال الله مجيباً لدعوته: {عمَّا قليل لَيُصْبِحُنَّ نادمينَ. فأخذتْهُمُ الصيحةُ بالحقِّ}: لا بالظلم والجَوْر، بل بالعدل وظلمهم أخذتْهُمُ الصيحةُ فأهلكَتْهم عن آخرهم. {فجعلناهم غُثاء}؛ أي: هشيماً يَبَساً بمنزلة غُثاء السيل الملقى في جَنَبات الوادي، وقال في الآية الأخرى: {إنَّا أرْسَلْنا عليهم صيحةً واحدةً فكانوا كَهَشيم المُحْتَظِر}. {فَبُعْداً للقوم الظالمين}؛ أي: أُتْبِعوا مع عذابهم البعدَ واللعنةَ والذمَّ من العالمين؛ {فما بَكَتْ عليهمُ السماءُ والأرضُ وما كانوا مُنْظَرين}.
40. Yüce Allah da onun duasını kabul ederek “buyurdu ki: Yakında (bu yaptıklarına) kesinlikle pişman olacaklardır.” 41. “Derken hak (ettikleri) çığlık onları yakaladı” yani bu azap, herhangi bir zulüm ve haksızlık değil adalet olarak onları yakaladı. Zulümleri sebebi ile o çığlık onları gelip buldu ve onlardan hiçbir kimse kalmamak üzere, hepsini helâk etti. “biz, onları (selin taşıdığı) çerçöpe çevirdik.” Yani sel sularının üzerinde olup da kıyıya atılmış çerçöpe dönüştürdük. Bir başka âyet-i kerimede de Allah şöyle buyurmaktadır: “Gerçekten biz, üzerlerine bir tek çığlık gönderdik ve hayvan ağılına konulan çerçöp gibi oldular.” (el-Kamer, 54/31) “O zalimler topluluğu (Allah'ın rahmetinden) uzak olsun” Yani azaba uğratılmalarını, lanet ve âlemler arasında yerilmek takip etti. “Gök ve yer ağlamadı onlar için ve onlara mühlet de verilmedi.” (ed-Duhan, 44/29)
Ayet: 42 - 44 #
{ثُمَّ أَنْشَأْنَا مِنْ بَعْدِهِمْ قُرُونًا آخَرِينَ (42) مَا تَسْبِقُ مِنْ أُمَّةٍ أَجَلَهَا وَمَا يَسْتَأْخِرُونَ (43) ثُمَّ أَرْسَلْنَا رُسُلَنَا تَتْرَى كُلَّ مَا جَاءَ أُمَّةً رَسُولُهَا كَذَّبُوهُ فَأَتْبَعْنَا بَعْضَهُمْ بَعْضًا وَجَعَلْنَاهُمْ أَحَادِيثَ فَبُعْدًا لِقَوْمٍ لَا يُؤْمِنُونَ (44)}.
42- Sonra onların ardından başka nesiller var ettik. 43- Hiçbir ümmet ne ecelinin önüne geçebilir, ne de geri kalabilirler. 44- Sonra peygamberlerimizi birbiri ardınca gönderdik. Her ne zaman bir ümmete peygamberi geldiyse onu yalanladılar. Biz de onları birbiri ardınca helak ettik ve hepsini (ibretlik) birer hikaye yaptık. Artık (Allah'ın rahmetinden) uzak olsun, iman etmeyen kavim!
#
{42 ـ 43} أي: ثم أنشأنا من بعد هؤلاء المكذِّبين المعانِدين {قروناً آخرين}: كلُّ أمةٍ في وقت مسمًّى وأجل محدود، لا تتقدَّم عنه ولا تتأخَّر، وأرسَلْنا إليهم رُسُلاً متتابعةً لعلَّهم يؤمنون وينيبون، فلم يزلِ الكفرُ والتكذيب دأبَ الأمم العُصاة والكَفَرة البغاة، {كلَّ ما جاء أمَّةً رسولُها كذَّبوه}: مع أنَّ كلَّ رسول يأتي من الآيات ما يؤمن على مثلِهِ البشر، بل مجرَّد دعوةِ الرسل وشرعِهِم يدلُّ على حَقِّيَّة ما جاؤوا به.
42-43. Yani bu inatçı ve yalanlayıcılardan sonra başka nesiller var ettik. Her bir ümmetin belli bir süresi, sınırlandırılmış bir vadesi vardır. Ne ondan öne geçebilir, ne de ondan geriye kalabilirler.
#
{44} {فأتْبَعْنا بعضَهم بعضاً}: بالهلاك، فلم يبقَ منهم باقيةٌ، وتعطَّلت مساكنُهم من بعدِهم، {وجَعَلْناهم أحاديثَ}: يتحدَّثُ بهم مَن بعدهم، ويكونون عبرةً للمتَّقين ونَكالاً للمكذِّبين وخزياً عليهم مقروناً بعذابهم. {فبعداً لقوم لا يؤمنونَ}: ما أشقاهم! وَتعْساً لهم! ما أخسر صفقتهم!
44. Biz, bu ümmetlere iman ederler, doğru yola dönerler diye ardı arkasına peygamberler gönderdik. Fakat isyankâr ümmetlerin tutturageldikleri yol, küfür ve yalanlamak oldu. Azgın ve kâfir ümmetlerden her birisine peygamberleri geldiği her seferinde onu yalanladılar. Oysa her bir peygamber insanların benzeri ile karşılaşmaları halinde iman etmelerine yeterli gelecek türden pek çok âyet ve mucizeleri beraberinde getirmiştir. Hatta sadece peygamberlerin daveti ve şeriati bile onların getirdiklerinin hak olduklarının delilidir. “Biz de onları birbiri ardınca helak ettik.” Geriye onlardan hiçbir şey kalmadı. Onlardan sonra meskenleri ıssız kaldı. “hepsini (ibretlik) birer hikaye yaptık.” Onlardan sonra gelenler, onlardan söz edip durur ve onlar, muttakiler için ibret vesilesi, yalanlayanlar için de uyarı ve ibret olurlar. Bu onlar için de azaplarının üstüne başka bir rüsvaylıktır. “Artık (Allah'ın rahmetinden) uzak olsun iman etmeyen kavim!” Ne bedbahttır böyle bir kavim! Yazıklar olsun onlara! Onlar ne kadar büyük bir hüsran içindedirler!
Ayet: 45 - 49 #
{ثُمَّ أَرْسَلْنَا مُوسَى وَأَخَاهُ هَارُونَ بِآيَاتِنَا وَسُلْطَانٍ مُبِينٍ (45) إِلَى فِرْعَوْنَ وَمَلَئِهِ فَاسْتَكْبَرُوا وَكَانُوا قَوْمًا عَالِينَ (46) فَقَالُوا أَنُؤْمِنُ لِبَشَرَيْنِ مِثْلِنَا وَقَوْمُهُمَا لَنَا عَابِدُونَ (47) فَكَذَّبُوهُمَا فَكَانُوا مِنَ الْمُهْلَكِينَ (48) وَلَقَدْ آتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ لَعَلَّهُمْ يَهْتَدُونَ (49)}.
45- Sonra Mûsâ ve kardeşi Hârûn’u mucizelerimizle ve apaçık bir delil ile gönderdik. 46- Firavun’a ve ileri gelenlerine… Ama onlar büyüklendiler. Zaten zorba bir topluluk idiler. 47- Onun için dediler ki: “Kavimleri bize kul-köle iken bizim gibi iki insana mı iman edeceğiz?” 48- Böylece onları yalanladılar da helâk edilenlerden oldular. 49- Andolsun ki biz, hidâyet bulurlar diye Mûsâ’ya Kitab’ı verdik.
zun bir süre önce şu anda ismini hatırlayamadığım bir ilim adamının şu açıklamalarını görmüştüm: Mûsâ’dan ve Tevrat’ın indirilişinden sonra Yüce Allah, ümmetlere azabı, yani toptan helak etme azabını kaldırmış, yalanlayan ve inat edenlere karşı cihad emrini teşrî buyurmuştur. Ben, bu ilim adamının bu görüşü nereden çıkardığını bilmiyordum. Ne zaman ki buradaki âyet-i kerimelerle birlikte Kasas suresindeki âyetleri bir arada düşününce bu görüşün nereden alındığını anlamış oldum. Önce bu âyet-i kerimeleri ele alacak olursak Yüce Allah, önce ardı arkasına helâk edilen ümmetleri söz konusu etmiş sonra Mûsâ’yı gönderdiğini ve ona insanlar için hidâyet içeren Tevrat’ı indirdiğini haber vermiştir. Firavun’un helâk edilmiş olması, bu görüşü reddetmek için yeterli değildir. Çünkü Firavun’un helâki, Tevrat’ın indirilişinden öncedir. Kasas Sûresi’ndeki âyet-i kerimelere gelince onlari bu hususta gerçekten açık ifadeler taşımaktadırlar. Çünkü Firavun’un helâk edilmesinden sonra Allah’ın şöyle buyurduğunu görüyoruz: “Andolsun önceki nesilleri helâk ettikten sonra Mûsâ’ya Kitab’ı insanlara basiretler, hidâyet ve rahmet olmak üzere verdik. Olur ki öğüt alırlar.” (el-Kasas, 28/43) İşte bu buyruk, Allah’ın Mûsâ’ya Kitabı azgın ümmetleri helâk ettikten sonra indirdiğine dair açık ifadeler taşımaktadır. Bu buyrukta Tevrat’ı insanlar için basiretler, hidâyet ve rahmet olmak üzere indirdiğini haber vermektedir. Yunus Sûresi’ndeki şu ayetler de bu kabilden olabilir: “Sonra onun arkasından” yani Nûh’un ardından “kendi kavimlerine nice peygamberler gönderdik de onlara apaçık belgelerle geldiler; fakat önceden yalanladıkları şeye iman edecek değillerdi. Biz haddi aşanların kalpleri üzerine işte böyle mühür basarız. Sonra bunların ardından da Mûsâ’yı ve Hârûn’u âyetlerimizle Firavun’a ve onun ileri gelenlerine gönderdik.” (Yunus, 10/74-75) Doğrusunu en iyi bilen Allah’dır.
#
{45} فقوله: {ثم أرسلْنا موسى}: ابن عمرانَ كليمَ الرحمن، {وأخاه هارونَ}: حين سأل ربَّه أن يُشْرِكَه في أمره فأجاب سُؤْلَه، {بآياتنا}: الدالَّة على صدقهما وصحَّة ما جاءا به، {وسلطانٍ مُبينٍ}؛ أي: حجَّة بيَّنة من قوتها أن تَقْهَرَ القلوب وتتسلَّط عليها لقوَّتها فتنقادَ لها قلوبُ المؤمنين وتقومَ الحجَّة البيِّنة على المعاندين. وهذا كقوله: {ولقد آتَيْنا موسى تسعَ آياتٍ بيِّناتٍ}: ولهذا رئيسُ المعاندين عَرَفَ الحقَّ وعاند. {فاسأل بني إسرائيلَ إذْ جاءَهم}: بتلك الآياتِ البيِّناتِ، فقال له [فرعون]: {إنِّي لأظنُّك يا موسى مسحوراً}. فقال موسى: {لقدْ علمتَ ما أنزلَ هؤلاء إلا ربُّ السمواتِ والأرض بصائرَ وإنِّي لأظنُّك يا فرعونُ مَثْبوراً}. وقال تعالى: {وجَحَدوا بها واسْتَيْقَنَتْها أنفسُهم ظُلماً وعلوًّا}.
45. “Sonra” İmran’ın oğlu “Mûsâ” Kelimullah’ı “ve kardeşi Hârûn’u” Rabbinden onu bu işinde ortak kılmasını dileyip de onun bu dileğini kabul ettikten sonra “mucizelerimizle” ikisinin de doğru söylediklerine, getirdiklerinin sıhatine dair delillerimizle “ve apaçık bir delil ile gönderdik.” Bu delilin niteliği, kalplere boyun eğdirmesi, gücü dolayısı ile onlara egemen olmasıydı ki böylelikle mü’minlerin kalpleri itaat etmiş, inat edenlere karşı da apaçık delil ortaya konmuş oldu. Bu da bu delilin gücünü göstermektedir. Bu ayet, Allah’ın: “Andolsun ki biz Mûsâ’ya apaçık dokuz mucize verdik.” (el-İsra, 17/101) buyruğunu andırmaktadır. İşte bundan dolayı o inatçıların başı (Firavun), hakkı bildiği halde inat etmişti. “İşte İsrailoğullarına sor, o onlara” bu apaçık mucizelerle “geldiğinde Firavun, ona: Ey Mûsâ, ben senin kesinlikle büyülenmiş olduğunu düşünüyorum, demişti. O da demişti ki: “Sen bunları, birer ibret olmak üzere, göklerin ve yerin Rabbinden başkasının indirmediğini gayet iyi biliyorsun. Ey Firavun! Ben de senin gerçekten mahvolduğunu düşünüyorum.” (el-İsra, 17/101-102) Yüce Allah, bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: “Kalpleri onlara inandığı halde zulüm ve büyüklenmeleri sebebiyle onları inkâr ettiler.” (en-Neml, 27/14) Burada da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Sonra Mûsâ ve kardeşi Hârûn’u âyetlerimizle ve apaçık belge ile gönderdik.”
#
{46} وقال هنا: {ثم أرسَلْنا موسى وأخاه هارونَ بآياتِنا وسلطانٍ مُبينٍ. إلى فرعونَ وملئِهِ}: كهامان وغيره من رؤسائهم، {فاستَكْبَروا}؛ أي: تكبَّروا عن الإيمان بالله واستكبروا على أنبيائِهِ، {وكانوا قوماً عالينَ}؛ أي: وصفهم العلوُّ والقهرُ والفسادُ في الأرض، فلهذا صدر منهم الاستكبار، ذلك غيرُ مستكثَرٍ منهم.
46. “Firavun’a ve ileri gelenlerine” yani Hâmân ve onun dışında onların diğer ileri gelenleri gibi. “Ama onlar büyüklendiler.” Kibirlenip Allah’a iman etmekten yüz çevirdiler, peygamberlerine karşı da büyüklendiler. “Zaten zorba bir topluluk idiler.” Yani büyüklenmek, başkalarına zorla boyun eğdirmek ve yeryüzünde fesat çıkarmak onların değişmez vasıfları idi. Dolayısı ile büyüklük taslamaları onlara çok görülmez.
#
{47} {فقالوا} كِبْراً وتيهاً وتحذيراً لضُعفاء العقول وتمويهاً: {أنؤمنُ لِبَشَرَيْنِ مثلِنا}: كما قاله مَنْ قبلَهم سواءً بسواءٍ؛ تشابهتْ قلوبُهم في الكفر، فتشابهت أقوالُهم وأفعالُهم، وجحدوا منَّةَ الله عليهما بالرسالة. {وقومُهُما}؛ أي: بنو إسرائيل. {لنا عابدونَ}؛ أي: معبَّدونَ بالأعمال والأشغال الشاقَّة؛ كما قال تعالى: {وإذْ نَجَّيْناكم من آلِ فرعونَ يسومونَكم سوءَ العذابِ يذبِّحون أبناءَكم ويستَحْيون نساءَكم وفي ذلِكُم بلاءٌ من ربِّكم عظيمٌ}: فكيف نكون تابعين بعد أن كُنَّا متبوعينَ؟! وكيف يكون هؤلاءِ رؤساءَ علينا؟! ونظيرُ قولِهِم قولُ قوم نوح: {أنؤمنُ لك واتَّبَعَكَ الأرذَلونَ}، {وما نراك اتَّبَعَكَ إلاَّ الذين هم أراذلُنا بادِيَ الرأي}.
47. Kibirlenerek, serserice ve kıt akıllıları sakındırıp onlara batılı hak gibi göstererek “dediler ki: Kavimleri” İsrailoğulları “bize kul-köle iken” çeşitli ağır ve zor işleri yaptırmak sûreti ile kavimlerini kendimize köleleştirdiğimiz “bizim gibi iki insana mı iman edeceğiz?” Bu, tıpkı onlardan öncekilerin sözleri gibidir. Küfürde kalpleri birbirine benzeştiğinden dolayı söz ve davranışları da birbirine benzemiştir. Yüce Allah’ın bu iki peygambere risaleti vermek lütfunu da inkâr etmişlerdir. Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Oğullarınızı boğazlayıp kızlarınızı sağ bırakmakla size azabın en kötüsünü tattıran Firavun hanedanından sizi kurtardığımız zamanı hatırlayın. Bu, sizin için Rabbinizden büyük bir imtihan idi.” (el-Bakara, 2/49) Biz kendilerine uyulan kimseler iken nasıl bunlara uyarız? Ve nasıl bunlar bizim başımız, başkanlarımız olurlar? Nûh kavminin söylediği şu sözler de onların sözlerini andırmaktadır: “Sana mı iman edelim! Tabilerin sıradan kimseler iken?” (eş-Şuara, 26/11); “Ve içimizden ancak ayak takımı kimselerin işin başından düşünmeden sana tâbi olduklarını görüyoruz.” (Hud, 11/27) Bilindiği gibi bu tür sözlerin hiçbiri, hakkı çürütmek için yeterli değildir. Bunlar bir yalanlama ve inatla söylenmiş sözlerden ibarettir. Bundan dolayı Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{48} من المعلوم أن هذا لا يَصْلُحُ لدفع الحقِّ، وأنه تكذيبٌ ومعاندةٌ، ولهذا قال: {فكذَّبوهما فكانوا من المُهْلَكينَ}: في الغرقِ في البحر وبنو إسرائيل ينظُرون.
48. “Böylece onları yalanladılar da sonunda” denizde, İsrailoğullarının gözü önünde boğularak “helâk edilenlerden oldular.”
#
{49} {ولقد آتَيْنا موسى}: بعدما أهلكَ الله فرعونَ وخلَّص الشعبَ الإسرائيليَّ مع موسى وتمكَّن حينئذٍ من إقامة أمرِ الله فيهم وإظهارِ شعائرِهِ؛ وعدَه اللهُ أن ينزِّل عليه التوراةَ أربعين ليلةً، فذهب لميقاتِ ربِّه؛ قال الله تعالى: {وكَتَبْنا له في الألواح من كلِّ شيءٍ موعظةً وتفصيلاً لكلِّ شيءٍ}. ولهذا قال هنا: {لعلَّهم يهتدونَ}؛ أي: بمعرفة تفاصيل الأمر والنهي والثوابِ والعقابِ ويعرفونَ ربَّهم بأسمائِهِ وصفاتِهِ.
49. Firavun kavmi helâk olup İsrailoğulları Mûsâ ile birlikte kurtulduktan ve böylelikle aralarında Allah’ın emrini uygulama, Allah’a ibadeti izhar etme imkânını elde ettikten sonra Allah, onunla Tevrat’ı indirmek üzere kırk gün sözleşti. Mûsâ Rabbinin tayin ettiği vakitte gitti. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Bir de ona levhalarda her şeye ait bir öğüt ve her şeye dair açıklamayı yazdık.” (el-A’raf, 7/145) Bundan dolayı Allah burada: “Hidâyet bulurlar diye” diye buyurmaktadır. Yani emir ve yasağa, mükâfat ve cezaya dair hükümleri etraflıca bilerek, Rablerini isim ve sıfatları ile bilip tanıyarak hidâyet bulurlar diye Mûsâ’ya Tevrat’ı verdik.
Ayet: 50 #
{وَجَعَلْنَا ابْنَ مَرْيَمَ وَأُمَّهُ آيَةً وَآوَيْنَاهُمَا إِلَى رَبْوَةٍ ذَاتِ قَرَارٍ وَمَعِينٍ (50)}.
50- Meryem oğlu (İsâ’yı) da anasını da bir mucize kıldık. Onları yerleşmeye elverişli ve akarsuyu olan yüksek bir yerde barındırdık.
#
{50} أي: وامتَنَنَّا على عيسى ابن مريم وجَعَلْناه وأمَّه من آيات الله العجيبة؛ حيث حملتْه وولدتْه من غيرِ أبٍ، وتكلَّم في المهد صبيًّا، وأجرى الله على يديه من الآيات ما أجرى. {وآوَيْناهما إلى ربوةٍ}؛ أي: مكان مرتفع، وهذا والله أعلم وقتَ وضعِها، {ذاتِ قَرارٍ}؛ أي: مستقَرٍّ وراحةٍ، {ومَعين}؛ أي: ماء جارٍ؛ بدليلِ قوله: {قد جعل ربُّكِ تحتَكِ}؛ أي: تحت المكان الذي أنت فيه لارتفاعه {سَرِيًّا}؛ أي: نهراً، وهو المَعِيْن. {وهُزِّي إليكِ بجِذْعِ النخلةِ تُساقِطْ عليك رُطَباً جَنِيًّا. فكُلي واشْرَبي وقَرِّي عيناً}.
50. Yani biz Meryem oğlu İsâ’ya da lütuf ve ihsanda bulunduk. O’nu ve anasını Allah’ın hayret verici âyetlerinden kıldık. Çünkü annesi, ona babasız olarak gebe kalıp dünyaya getirmişti. Kendisi beşikte henüz küçük bir çocuk iken konuşmuştu. Ayrıca Yüce Allah, onun vasıtası ile pek çok mucizeler göstermişti. “Onları yerleşmeye elverişli ve akarsuyu olan yüksek bir yerde barındırdık” Allah daha iyi bilir ama bu, Meryem’in onu doğurduğu zaman olmuştu. Yüce Allah’ın şu buyruğu da buna delildir: “Rabbin senin alt tarafında” yani yüksekliği dolayısı ile bulunduğun mekanın alt tarafında kalan “bir su arkı var etti.” Bu da kaynayan küçük bir akarsu idi. “Hurma ağacının gövdesini kendine doğru silkele de üzerine olgunlaşmış taze hurmalar dökülsün.” (Meryem, 19/24-26)
Ayet: 51 - 56 #
{يَاأَيُّهَا الرُّسُلُ كُلُوا مِنَ الطَّيِّبَاتِ وَاعْمَلُوا صَالِحًا إِنِّي بِمَا تَعْمَلُونَ عَلِيمٌ (51) وَإِنَّ هَذِهِ أُمَّتُكُمْ أُمَّةً وَاحِدَةً وَأَنَا رَبُّكُمْ فَاتَّقُونِ (52) فَتَقَطَّعُوا أَمْرَهُمْ بَيْنَهُمْ زُبُرًا كُلُّ حِزْبٍ بِمَا لَدَيْهِمْ فَرِحُونَ (53) فَذَرْهُمْ فِي غَمْرَتِهِمْ حَتَّى حِينٍ (54) أَيَحْسَبُونَ أَنَّمَا نُمِدُّهُمْ بِهِ مِنْ مَالٍ وَبَنِينَ (55) نُسَارِعُ لَهُمْ فِي الْخَيْرَاتِ بَلْ لَا يَشْعُرُونَ (56)}.
51- Ey peygamberler! Temiz ve hoş olan şeyleri yiyin ve salih amel işleyin. Şüphe yok ki ben yaptıklarınızı çok iyi bilirim. 52- İşte bu sizin dininiz/ümmetiniz, tek bir dindir/ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde benden korkup sakının. 53- Buna rağmen onlar, din işlerini parça parça edip gruplara bölündüler. Her grup kendi sahip oldukları ile böbürlenmektedir. 54- O nedenle onları bir süreye kadar gafletleri ile baş başa bırak! 55, 56- Kendilerine mal ve oğullar veriyoruz diye onların iyiliğine koşturduğumuzu mu sanıyorlar? Hayır, onlar (gerçeğin) farkında değiller.
#
{51} هذا أمرٌ منه تعالى لرسلِهِ بأكل الطيِّبات التي هي: الرزق والطيِّبُ الحلال، والشكر للَّه بالعمل الصالح الذي به يَصْلُحُ القلب والبدن والدنيا والآخرة، ويخبِرُهم أنَّه بما يعملون عليم؛ فكلُّ عمل عملوه وكلُّ سعي اكتسبوه؛ فإنَّ الله يعلمه، وسيجازيهم عليه أتمَّ الجزاء وأفضلَه، فدلَّ هذا على أنَّ الرسل كلَّهم متفقون على إباحة الطيبات من المآكل وتحريم الخبائثِ منها، وأنَّهم متَّفقون على كلِّ عمل صالح، وإنْ تنوَّعت بعضُ أجناس المأموراتِ واختلفتْ بها الشرائعُ؛ فإنَّها كلَّها عملٌ صالح، ولكنْ تتفاوت بتفاوتِ الأزمنة. ولهذا؛ الأعمال الصالحة التي هي صلاحٌ في جميع الأزمنة قد اتَّفقت عليها الأنبياء والشرائع؛ كالأمر بتوحيد الله وإخلاص الدِّين له ومحبَّته وخوفِهِ ورجائِهِ والبرِّ والصدقِ والوفاءِ بالعهد وصلةِ الأرحام وبرِّ الوالدين والإحسان إلى الضعفاء والمساكين واليتامى والحنوِّ والإحسان إلى الخلق ونحو ذلك من الأعمال الصالحة، ولهذا كان أهل العلم والكُتُب السابقة والعقل حين بَعَثَ الله محمداً - صلى الله عليه وسلم - يستدلُّون على نبوَّته بأجناس ما يأمر به وينهى عنه؛ كما جرى لِهرَقْل وغيره؛ فإنَّه إذا أمر بما أمر به الأنبياءُ الذين من قبلِهِ ونهى عما نَهَوْا عنه؛ دلَّ على أنَّه من جنسهم؛ بخلاف الكذَّاب؛ فلا بدَّ أن يأمرَ بالشرِّ وينهى عن الخير.
51. Yüce Allah, peygamberlerine temiz ve helal rızıkları yemelerini ve şükür olarak da salih amel işlemelerini emretmektedir. Salih amel sayesinde kalp ve beden ıslah olur, dünya ve âhiret işleri iyiye gider. Yüce Allah, bu buyruğunda onların yaptıklarını bildiğini de haber vermektedir. Onların bütün yaptıkları işleri, kazandıkları bütün hayırları şüphesiz Allah bilir ve bunun karşılığını onlara en mükemmel ve üstün şekli ile verecektir. Bu buyruk, bütün peygamberlerin hoş ve temiz bütün yiyecekleri helâl kıldıklarını, buna karşılık pis ve murdar olan bütün yiyecekleri de haram kılmakta ittifak ettiklerini, salih her türlü ameli yine ittifakla teşvik ettiklerini göstermektedir. Emrolunan şeylerin bazı türleri ve birtakım şer’i hükümler farklı olsa bile hepsi de salih ameldir, ancak zamanın değişmesiyle bunlar da değişebilir. Bütün çağlarda geçerli ve salahı sağlayan salih ameller ise bütün peygamberler ve şeriatler tarafından ittifakla emredilmiştir. Allah’ın tevhid edilmesi, dinin yalnızca O’na halis kılınması, Allah’ın sevilmesi, O’ndan korkulması, mükâfatının umulması, iyilik, doğruluk, ahde vefa, akrabalık bağını gözetmek, anne-babaya iyilik, zayıf, yoksul ve yetimlere iyilikte bulunmak, bütün insanlara şefkat, merhamet ve ihsanda bulunmak vb. bütün salih ameller bu kabildendir. Bundan dolayı ilim ehli, önceki kitapların mensupları ve akıl sahipleri, Allah Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i peygamber olarak gönderdiğinde onun peygamberliğine verdiği emirleri ve koyduğu yasakları delil olarak görmekteydiler. Nitekim Herakliyus ve diğerleri böyle yapmışlardır. Çünkü Muhammed’in, kendisinden önceki peygamberlerin verdiği emirleri emredip onların yasakladıklarını yasaklaması, onun da o peygamberler gibi bir peygamber olduğuna delildir. Yalan söyleyenlerin durumu ise böyle değildir. Yalan söyleyen bir kimsenin bir kötülüğü emretmesi ve hayrı yasaklaması kaçınılmaz bir şeydir. Bundan dolayı Allah, peygamberlere hitaben şöyle buyurmaktadır:
#
{52} ولهذا قال تعالى للرسل: {وإنَّ هذه أمَّتُكم أمَّةً}؛ أي: جماعتُكم يا معشرَ الرسل {واحدةً}: متفقةً على دينٍ واحدٍ وربُّكم واحدٌ. {فاتَّقونِ}: بامتثال أوامري واجتناب زواجري. وقد أمر الله المؤمنين بما أمر به المرسلين؛ لأنَّهم بهم يَقْتَدون وخلفَهم يسلُكون، فقال: {يا أيُّها الذين آمنوا كُلوا من طيِّبات ما رَزَقْناكم واشكُروا للهِ إنْ كنتُم إيَّاه تعبُدونَ}: فالواجب على كل المنتسبين إلى الأنبياء وغيرهم أن يَمْتَثِلوا هذا ويعملوا به.
52. “İşte bu sizin dininiz/ümmetiniz” yani ey peygamberler, sizin bu topluluğunuz “tek bir dindir/ümmettir.” Aynı din üzerinde ittifak etmiştir. Rabbiniz de birdir. “O halde” emirlerimi yerine getirerek ve yasakladıklarımdan sakınarak “benden korkup sakının.” Allah, mü’minlere de tıpkı peygamberlere emrettiği şeyleri emretmiştir. Çünkü mü’minler de peygamberlere uyarlar, onların izinden giderler. Allah şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin temiz olanlarından yiyin ve Allah’a şükredin, eğer O’na kulluk ediyorsanız…” (el-Bakara, 2/172) O halde peygamberlere bağlı olanlara da başkalarına da düşen görev, bu emre uymak, gereğince amel etmektir. Ancak ihtilafa düşen zalimler, isyandan başka bir yol izlememekte diretirler. Bundan dolayı Allah azze ve celle şöyle buyurmaktadır:
#
{53} ولكنْ أبى الظالمون المُفْتَرقُون إلاَّ عصياناً، ولهذا قال: {فتقطَّعوا أمرَهم بينَهم زُبُراً}؛ أي: تقطَّع المنتسبون إلى أتباع الأنبياء {أمْرَهم}؛ أي: دينهم {بينَهم زُبُرا}؛ أي: قطعاً. {كلُّ حزبٍ بما لديهم}؛ أي: بما عندهم من العلم والدين {فرِحون}: يزعمون أنَّهم المحقُّون، وغيرُهم على غير الحقِّ، مع أن المحقَّ منهم مَنْ كان على طريق الرُّسل من أكل الطيبات والعمل الصالح، وما عداهم فإنَّهم مبطِلون.
53. “Buna rağmen onlar, din işlerini parça parça edip gruplara bölündüler.” Yani peygamberlere uyanların peşinden gelenler, kendi aralarında dinlerini parça parça edip dağıttılar. “Her grup sahip oldukları” ilim ve din namına sahip olduğu şeyler “ile böbürlenmektedir.” Kendilerinin haklı olduklarını başkalarının ise hak üzere olmadıklarını iddia ederler. Halbuki aralarında haklı olanlar, yalnızca peygamberlerin izinden gidenlerdir. Yani temiz şeyleri yemek, salih amel işlemek sûreti ile onların yollarını takip edenlerdir. Onların dışında kalanlar ise hiç şüphesiz batıl üzeredirler.
#
{54} {فَذَرْهُم في غمرتهم}؛ أي: في وسط جهلهم بالحقِّ ودعواهم أنَّهم هم المحقون {حتى حينٍ}؛ أي: إلى أن ينزِلَ العذابُ بهم؛ فإنَّهم لا ينفعُ فيهم وعظٌ، ولا يفيدُهم زجرٌ؛ فكيفَ يفيدُ بمن يزعُمُ أنَّه على الحقِّ ويطمع في دعوة غيرِهِ إلى ما هو عليه؟
54. “O nedenle onları bir süreye” üzerlerine azabın ineceği vakte “kadar gafletleri” hakkı bilmeyişleri ve buna rağmen kendilerini haklı olarak gösteren cahillikleri “ile baş başa bırak.” Çünkü bu halde onlara hiçbir öğüdün faydası yoktur. Hiçbir azardan da yararlanmamaktadırlar. Kendilerinin hak üzere olduğunu iddia edip de bir de izlemekte olduğu yola başkalarını çağırmaya gayret eden kimseye öğüdün faydası nasıl olsun ki?
#
{55 ـ 56} {أيحسبونَ أنَّما نُمِدُّهُم به من مالٍ وبنينَ. نسارِعُ لهم في الخيرات}؛ أي: أيظنُّونَ أنَّ زيادتنا إيَّاهم بالأموال والأولاد دليلٌ على أنَّهم من أهل الخير والسعادة، وأنَّ لهم خيرَ الدُّنيا والآخرة، وهذا مقدَّم لهم؟! ليس الأمر كذلك؛ {بل لا يشعرونَ}: أنَّما نُملي لهم ونُمْهِلُهم ونُمِدُّهم بالنعم ليزدادوا إثماً وليتوفَّر عقابهم في الآخرة، وليغتَبِطوا بما أوتوا، حتى إذا فَرِحوا بما أوتوا؛ أخَذْناهم بغتةً.
55-56. “Kendilerine mal ve oğullar veriyoruz diye onların iyiliğine koşturduğumuzu mu sanıyorlar?” Yani bunlar kendilerine çokça mal ve evlat verişimizin, kendilerinin hayır üzere ve bahtiyar kimseler olduklarının, dünya ve âhirette kendilerini hayrın beklediğinin delili olduğunu mu sanıyorlar? Ancak durum onların zannettikleri gibi değildir. “Hayır, onlar (gerçeğin) farkında değiller.” Kendilerine mühlet versek bile onları ihmal etmeyeceğimizin farkında değiller. Bizim onlara mühlet verişimiz günahları daha da artsın, âhiretteki cezaları çoğalsın, kendilerine verilenler dolayısı ile şımarsınlar diyedir. “Nihâyet kendilerine verilenler dolayısı ile şımarınca ansızın onları (azapla) yakalayıverdik.” (el-En’am, 6/44)
Ayet: 57 - 62 #
{إِنَّ الَّذِينَ هُمْ مِنْ خَشْيَةِ رَبِّهِمْ مُشْفِقُونَ (57) وَالَّذِينَ هُمْ بِآيَاتِ رَبِّهِمْ يُؤْمِنُونَ (58) وَالَّذِينَ هُمْ بِرَبِّهِمْ لَا يُشْرِكُونَ (59) وَالَّذِينَ يُؤْتُونَ مَا آتَوْا وَقُلُوبُهُمْ وَجِلَةٌ أَنَّهُمْ إِلَى رَبِّهِمْ رَاجِعُونَ (60) أُولَئِكَ يُسَارِعُونَ فِي الْخَيْرَاتِ وَهُمْ لَهَا سَابِقُونَ (61) وَلَا نُكَلِّفُ نَفْسًا إِلَّا وُسْعَهَا وَلَدَيْنَا كِتَابٌ يَنْطِقُ بِالْحَقِّ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ (62)}.
57- Rablerinin korkusundan titreyenler, 58- Rablerinin âyetlerine iman edenler, 59- Rablerine şirk koşmayanlar, 60- Rablerine dönecekler diye yapmakta olduklarını kalpleri çarpa çarpa yapanlar var ya… 61- İşte onlar hayırlarda yarışırlar ve onlarda öne geçerler. 62- Biz, kimseye gücünden fazlasını yüklemeyiz. Katımızda hakkı konuşan bir kitap vardır. Onlara zulmedilmez.
Allah azze ve celle kötülükler işlemekle birlikte kendilerini güven altında hisseden, Allah’ın dünyada kendilerine verdiği şeyleri kendilerinin hayırlı ve üstün olduklarına delil kabul eden kimseleri söz konusu ettikten sonra ihsanda bulunmakla birlikte korku içerisinde olanları söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{57} {إنَّ الذينَ هم من خَشْيَةِ ربِّهم مشفِقونَ}؛ أي: وجِلون، مشفقة قلوبُهم، كلُّ ذلك من خشية ربِّهم؛ خوفاً أن يَضَعَ عليهم عدلَه؛ فلا يُبقي لهم حسنةً، وسوءَ ظنٍّ بأنفسهم أنْ لا يكونوا قد قاموا بحقِّ الله تعالى، وخوفاً على إيمانِهِم من الزَّوال، ومعرفةً منهم بربِّهم وما يستحقُّه من الإجلال والإكرام. وخوفُهم وإشفاقُهم يوجِبُ لهم الكفَّ عما يوجِبُ الأمرُ المخوفُ من الذُّنوب والتقصير في الواجبات.
57. “Rablerinin korkusundan titreyenler.” Yüce Allah, kendilerine adaleti ile muamele eder de hiçbir iyilikleri kalmaz diye korkarak kendileri hakkında hüsn-ü zanda bulunmayıp Allah’ın hakkını gereği gibi yerine getiremediklerinden çekinenler, imanlarını kaybetmekten korkanlar, Rablerini celâl ve ikrâmına, azametine yakışacak şekilde tazim edemeyeceklerini bildiklerinden dolayı korkanlar ve bu sebebten ötürü kalpleri titreyenler... İşte bunların bu korkuları ve kalplerinin titremesi, günahlardan ve farzları aksatmaktan uzak durmalarını gerektirir ki zaten bunlar da korkuyu gerektirir.
#
{58} {والذين هم بآياتِ ربِّهم يؤمنونَ}؛ أي: إذا تُلِيَتْ عليهم آياتُه؛ زادتْهم إيماناً، ويتفكَّرون أيضاً في الآيات القرآنيَّة، ويتدبَّرونها، فَيَبِينُ لهم من معاني القرآن وجلالتِهِ واتِّفاقِهِ وعدم اختلافِهِ وتناقضِهِ وما يدعو إليه من معرفة الله وخوفِهِ ورجائِهِ وأحوال الجزاء، فيحدثُ لهم بذلك من تفاصيل الإيمان ما لا يُعَبِّرُ عنه اللسانُ، ويتفكَّرون أيضاً في الآيات الأفقيَّة؛ كما في قوله: {إنَّ في خَلْقِ السمواتِ والأرضِ واختلافِ الليل والنهارِ لآياتٍ لأولي الألباب ... } إلى آخر الآيات.
58. “Rablerinin âyetlerine iman edenler.” Yani Rablerinin âyetleri kendilerine okunduğunda imanları artan, aynı şekilde Kur’ân âyetleri üzerinde tefekkür ederek düşünenler, bunun sonucunda da Kur’ân-ı Kerîm’in yüce anlamlarını, üstün değerini, lafızlarının sağlamlık ve mükemmelliğini, onda tutarsızlığın bulunmadığını, çelişki içermediğini anlayanlar, Kur’ân’ın çağırdığı marifetullah, Allah’tan korkmak, mükâfatını ummak, amellerin karşılığının verilmesi ile ilgili halleri açıkça öğrenenler… İşte bunlar, imanın -dille ifade edilemeyecek- pek çok tafsili özelliğini elde ederler. Aynı şekilde bunlar, Yüce Allah’ın şu buyruklarında sözü edildiği gibi afaki (dış dünyadaki) âyetler üzerinde de tefekkür ederler: “Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün değişip durmasında elbette akıl sahipleri için deliller vardır.” (Âl-i İmrân, 3/190) vb. diğer âyetlerde olduğu gibi.
#
{59} {والذين هم بربِّهم لا يُشْرِكونَ}؛ أي: لا شركاً جليًّا؛ كاتخاذ غير الله معبوداً يدعوه ويرجوه، ولا شركاً خفيًّا؛ كالرياء ونحوه، بل هم مخلصونَ لله في أقوالهم وأعمالهم وسائر أحوالهم.
59. “Rablerine şirk koşmayanlar.” Allah’tan başkasını mabud edinip de dua ve ümidini sahte bir ilaha yönelterek açıkça şirk koşmayan; riyakarlık ve buna benzer bir şekilde de gizli şirke düşmeyenler... Aksine sözlerini, amellerini ve tüm hallerini yalnızca Yüce Allah için ihlaslı kılanlar.
#
{60} {والذين يؤتونَ ما آتوْا}؛ أي: يعطون من أنفسهم مما أُمِروا به ما آتوا من كلِّ ما يقدرون عليه من صلاةٍ وزكاةٍ وحجٍّ وصدقةٍ وغير ذلك، ومع هذا {قلوبُهُم وَجِلَةٌ}؛ أي: خائفة {أنَّهم إلى ربِّهم راجِعونَ}؛ أي: خائفةٌ عند عرض أعمالها عليه والوقوف بين يديه أن تكونَ أعمالُهم غيرَ منجِّيةٍ من عذاب الله؛ لعلمِهِم بربِّهم، وما يستحقُّه من أصناف العبادات.
60. “Rablerine dönecekler diye yapmakta olduklarını kalpleri çarpa çarpa yapanlar.” kendilerinden istenen, emrolundukları namaz, zekât, hac, sadaka ve buna benzer güç yetirebildikleri her ameli işlemekle birlikte amelleri Rablerine arz olunup da O’nun huzurunda duracakları vakti hatırlayarak -O’nu tanıdıkları ve O’na layık olan ibadetlerin neler olduğunu bildiklerinden ötürü- kendi amellerinin, onları Allah’ın azabından kurtaramayacak olmasından korkarlar.
#
{61} {أولئك يسارِعونَ في الخيراتِ}؛ أي: في مَيْدان التَّسارع في أفعال الخير؛ همُّهم ما يقرِّبُهم إلى الله، وإرادتُهم مصروفةٌ فيما يُنجي من عذابِهِ؛ فكلُّ خيرٍ سمعوا به أو سَنَحَتْ لهم الفرصةُ [إليه]؛ انتهزوه وبادَروه؛ قد نَظَروا إلى أولياءِ الله وأصفيائِهِ أمامهم، ويمنةً ويسرةً؛ يسارِعون في كلِّ خيرٍ، وينافِسون في الزُّلْفى عند ربِّهم؛ فنافَسوهُم، ولمَّا كان المسابِقُ لغيرِهِ المسارِعُ؛ قد يسبِقُ لجِدِّه وتشميره، وقد لا يسبِقُ لتقصيرِهِ؛ أخبر تعالى أنَّ هؤلاء من القسم السابقين، فقال: {وهم لها}؛ أي: للخيرات، {سابِقونَ}: قد بلغوا ذِرْوَتَها، وتبارَوْا هم والرعيل الأول، ومع هذا قد سبقت لهم من الله سابقةُ السعادةِ أنَّهم سابقونَ.
61. “İşte onlar hayırlarda yarışırlar.” Hayır işlerinde yarış alanındadırlar. Onların bütün gayretleri kendilerini Allah’a yakınlaştıracak şeylere yöneliktir. Bütün istekleri, kendilerini O’nun azabından kurtaracak şeylere hasredilmiştir. İşittikleri her bir hayrı yahut fırsat buldukları her bir iyiliği işlerler, fırsatları değerlendirirler, ellerini çabuk tutarlar. Önlerine, sağlarına ve sollarına bakarlar, Yüce Allah’ın seçkin kullarının, gerçek dostlarının her türlü hayrı çabucak işlediklerini, kendilerini Rablerine yakınlaştıracak hususlarda birbirleri ile yarıştıklarını görürler ve bu yarışa onlar da katılır. Başkası ile yarışan ve elini çabuk tutan bir kimse, bu konudaki üstün gayreti dolayısı ile başkasını geçebileceği gibi kusuru dolayısı ile geri de kalabilir. Bundan dolayı Allah, bunların öne geçenlerden olduklarını şöyle haber vermektedir: “ve onlarda” yani hayırlı işlerde “öne geçerler.” Bu konuda zirveye ulaşmış ve başkalarını geçmişlerdir. Bunlar, en öndeki kafiledir. Allah tarafından bunların öne geçecekleri ve bahtiyarlardan olacakları takdir edilmiştir.
#
{62} ولما ذَكَرَ مسارَعَتَهم إلى الخيرات وَسَبْقَهم إليها؛ ربَّما وَهِمَ واهمٌ أنَّ المطلوب منهم ومن غيرهم أمرٌ غير مقدورٍ أو متعسِّر؛ أخبر تعالى أنه {لا نكلِّفُ نفساً إلاَّ وُسْعَها}؛ أي: بقدر ما تسعه ويفضُلُ من قوتها عنه، ليس ممَّا يستوعبُ قوَّتها؛ رحمةً منه وحكمةً؛ لتيسير طريق الوصول إليه، ولتعمر جادةُ السالكين في كلِّ وقت إليه. {ولَدَيْنا كتابٌ ينطِقُ بالحقِّ}: وهو الكتابُ الأوَّل الذي فيه كل شيء، وهو يطابِقُ كلَّ واقع يكون؛ فلذلك كان حقًّا. {وهم لا يُظْلَمون}: ينقص من إحسانهم، أو يزداد في عقوبتِهم وعصيانِهِم.
62. Allah, onların hayırlarda ellerini çabuk tutup öne geçtiklerini söz konusu ettiğinden bazı kimseler, kendilerinden ve diğerlerinden güç yetirilemeyen yahut da çok zor birtakım işlerin istendiğini zannedebilirler diye şöyle buyurmaktadır: “Biz, kimseye gücünden” takatinden ve güç yetirebildiğinden “fazlasını yüklemeyiz.” Gücünü aşacak şey ile onu yükümlü kılmayız. Bu, Allah’ın bir rahmeti ve bir hikmetidir. Böylelikle kendisine ulaştıran yolu kolaylaştırmış, her vakit ona giden yolu izleyen yolcuların bulunmasını sağlamıştır. “Katımızda hakkı konuşan bir kitap vardır.” Bu ise kendisinde her şeyin yazılı bulunduğu ilk kitaptır (Levh-i Mahfuz) ve bundaki her şey, olana/vakıaya mutabıktır. Ondan dolayı bu, hak bir kitaptır. “Onlara zulmedilmez” Yaptıkları iyiliklerin karşılığı eksik verilmez, ceza ve isyanları da aslından fazla gösterilmez.
Ayet: 63 - 71 #
{بَلْ قُلُوبُهُمْ فِي غَمْرَةٍ مِنْ هَذَا وَلَهُمْ أَعْمَالٌ مِنْ دُونِ ذَلِكَ هُمْ لَهَا عَامِلُونَ (63) حَتَّى إِذَا أَخَذْنَا مُتْرَفِيهِمْ بِالْعَذَابِ إِذَا هُمْ يَجْأَرُونَ (64) لَا تَجْأَرُوا الْيَوْمَ إِنَّكُمْ مِنَّا لَا تُنْصَرُونَ (65) قَدْ كَانَتْ آيَاتِي تُتْلَى عَلَيْكُمْ فَكُنْتُمْ عَلَى أَعْقَابِكُمْ تَنْكِصُونَ (66) مُسْتَكْبِرِينَ بِهِ سَامِرًا تَهْجُرُونَ (67) [أَفَلَمْ يَدَّبَّرُوا الْقَوْلَ أَمْ جَاءَهُمْ مَا لَمْ يَأْتِ آبَاءَهُمُ الْأَوَّلِينَ (68) أَمْ لَمْ يَعْرِفُوا رَسُولَهُمْ فَهُمْ لَهُ مُنْكِرُونَ (69) أَمْ يَقُولُونَ بِهِ جِنَّةٌ بَلْ جَاءَهُمْ بِالْحَقِّ وَأَكْثَرُهُمْ لِلْحَقِّ كَارِهُونَ (70) وَلَوِ اتَّبَعَ الْحَقُّ أَهْوَاءَهُمْ لَفَسَدَتِ السَّمَاوَاتُ وَالْأَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ بَلْ أَتَيْنَاهُمْ بِذِكْرِهِمْ فَهُمْ عَنْ ذِكْرِهِمْ مُعْرِضُونَ (71)}].
63- Hayır! Onların kalpleri bu (Kur'ân’dan) yana gaflet içindedir. Onların, bunun dışında işlemekte oldukları başka (kötü) amelleri de vardır. 64- Nihâyet onların refah içinde olanlarını azapla yakaladığımızda hemen feryadı basıverirler. 65- “Bugün (boşuna) feryat etmeyin. Çünkü bizden size yardım yok.” 66- “Size âyetlerim okunuyordu da topuklarınızın üstünde gerisin geri dönü(p kaçı)yordunuz.” 67- “Onunla büyükleniyordunuz. Geceleri de toplanıp o (Kur'ân) hakkında hezeyanlar ediyordunuz.” 68- Onlar bu sözü hiç mi düşünmediler? Yoksa onlara evvelki atalarına gelmeyen bir şey mi geldi (de onun için iman etmiyorlar)?! 69- Yahut onlar peygamberlerini tanımıyorlar da onun için mi onu inkâr ediyorlar? 70- Yoksa: “Onda delilik var!” mı diyorlar? Hayır o, onlara hakkı getirdi ama onların çoğu haktan hoşlanmıyorlar. 71- Eğer hak, onların hevâlarına uysaydı gökler, yer ve içlerinde olanlar fesada uğrardı. Hayır, Biz onlara kendileri için öğüt/şeref (olacak bir Kitap) getirdik, ama onlar bu öğütten/şereften yüz çeviriyorlar.
#
{63} يخبر تعالى أنَّ قلوبَ المكذِّبين في غمرةٍ من هذا؛ أي: وسط غمرةٍ من الجهل والظُّلم والغفلة والإعراض تمنَعُهم من الوصول إلى هذا القرآن؛ فلا يهتدونَ به، ولا يصل إلى قلوبهم منه شيءٌ، {وإذا قَرَأتَ القرآنَ جَعَلْنا بينَك وبين الذين لا يؤمنون بالآخرةِ حجاباً مستوراً، وجَعَلْنا على قلوبِهِم أكِنَّةً أنْ يَفْقَهوه وفي آذانِهِم وقراً}؛ فلمَّا كانت قلوبُهم في غمرةٍ منه؛ عملوا بحسب هذا الحال من الأعمال الكفريَّة والمعاندة للشَّرع ما هو موجبٌ لعقابهم، ولكنْ {لهم أعمالٌ من دونِ}: هذه الأعمال {هم لها عاملونَ}؛ أي: فلا يستغرِبوا عدم وقوع العذاب فيهم؛ فإنَّ الله يُمْهِلُهم ليعملوا هذه الأعمال التي بقيت عليهم مما كُتِبَ عليهم؛ فإذا عملوها، واستَوْفَوها؛ انتقلوا بشرِّ حالةٍ إلى غضب الله وعقابه.
63. Yüce Allah, yalanlayıcıların akılları örten bir cehalet, zulüm, gaflet ve yüz çevirmenin tam ortasında olduklarını, bu hallerinin kendilerini Kur’ân’a ulaşmaktan alıkoyduğunu, bu sebepten de onunla hidâyet bulamayarak bu Kur’ân’dan kalplerine bir şey ulaşmadığını haber vermektedir. “Kur’an’ı okuduğun zaman seninle âhirete iman etmeyenlerin arasına gizli bir perde çekeriz. Kalpleri üzerine de onu iyi anlamalarına engel olan örtüler geçirir, kulaklarına da bir ağırlık veririz.” (el-İsra, 17/45-46) Kalpleri Kur’ân’dan yana gaflet içerisinde olduğundan bu hallerine uygun, küfür içeren, şeriate karşı inat mahiyetinde olup cezalandırılmayı gerektiren birtakım amellerde bulundular. Ama “onların, bunun dışında” yaptıkları bu ameller dışında “işlemekte oldukları başka (kötü) amelleri de vardır.” Yani onlar, ilâhi azaba çarptırılmamalarını garip karşılamasınlar. Çünkü Yüce Allah, işlemeleri takdir edilmiş ve henüz işlemedikleri birtakım amelleri işlesinler diye onlara mühlet vermektedir. Sözü geçen bu amellerini işleyip de eksiksiz yerine getirdikleri takdirde en kötü halde Allah’ın gazabına ve cezalandırmasına intikal edeceklerdir.
#
{64 ـ 65} {حتى إذا أخَذْنا مُتْرَفيهم}؛ أي: متنعِّميهم الذين ما اعتادوا إلاَّ التَّرفَ والرَّفاهية والنعيم، ولم تحصُل لهم المكارهُ؛ فإذا أخذْناهم {بالعذابِ}، ووجدوا مسَّه؛ {إذا هم يجأرون}: يصرُخون ويتوجَّعون؛ لأنَّه أصابهم أمرٌ خالفَ ما هم عليه، ويستغيثونَ، فيقالُ لهم: {لا تجأروا اليومَ إنَّكم منَّا لا تُنصَرونَ}: وإذا لم تأتِهِم النُّصرةُ من الله، وانقطع عنهم الغوثُ من جانِبِه؛ لم يستطيعوا نصرَ أنفسِهِم، ولم ينصُرْهم أحدٌ.
64. “Nihâyet onların refah içinde olanlarını” refah ve nimet içinde bulunmaktan başka bir şeye alışmamış, nimetlere gark olmuş, hoşlarına gitmeyen hiçbir şeyle yüzyüze gelmemiş olanlarını “azapla yakaladığımızda” ve azabın acısını duyduklarında acı ve ızdırap ile “feryadı basıverirler.” Çünkü içinde bulundukları hale tam ters bir durum kendilerine gelip çatmış olur. 65. Bu esnada yardım isterler de kendilerine şöyle denilir: “Bugün (boşuna) feryat etmeyin, çünkü bizden size yardım yok.” Allah’ın onlara ne herhangi bir yardımda bulunması, ne de imdatlarına yetişmesi söz konusu değildir. O nedenle kendi kendilerine de yardım edemezler, hiçbir kimse de onlara yardımcı olamaz.
#
{66} فكأنَّه قيل: ما السببُ الذي أوصلَهم إلى هذه الحال؟ قال: {قد كانتْ آياتي تُتْلى عليكم}: لتؤمِنوا بها وتُقْبِلوا عليها، فلم تَفْعَلوا ذلك، بل {كنتُم على أعقابِكُم تنكِصونَ}؛ أي: راجعين القهقرى إلى الخلف، وذلك لأنَّ باتِّباعهم القرآن يتقدَّمون، وبالإعراض عنه يستأخِرون، وينزلون إلى أسفل سافلين.
66. Sanki “Peki, onları bu hale düşüren nedir?” diye bir soru sorulmuş gibi buna şöyle cevap verilmiştir: “Size âyetlerim” onlara iman edesiniz, onlara yönelesiniz diye “okunuyordu da” siz böyle yapmayıp aksine “topuklarınızın üstünde gerisin geri dönü(p kaçı)yordunuz.” Arkalarınızı dönüp gidiyordunuz. Onlar Kur’ân-ı Kerîm’e uymakla ileri gitmiş olacaklardı. Ondan yüz çevirdikleri için geri kalmış oldular ve aşağıların aşağısına indiler.
#
{67} {مستكبِرينَ به سامراً تَهْجُرونَ}: قال المفسِّرون: معناه: مستكبرين به: الضمير يعود إلى البيت المعهود عند المخاطبين أو الحرم؛ أي: متكبِّرين على الناس بسببه، تقولون: نحنُ أهلُ الحرم؛ فنحنُ أفضلُ من غيرِنا وأعلا. {سامراً}؛ أي: جماعة يتحدثون بالليل حول البيت. {تَهْجُرونَ}؛ أي: تقولون الكلامَ الهُجْرَ الذي هو القبيح في هذا القرآن؛ فالمكذِّبون كانت طريقتُهم في القرآنِ الإعراضُ عنه، ويوصي بعضُهم بعضاً بذلك، {وقال الذين كَفَروا لا تَسْمَعوا لهذا القرآن والْغَوْا فيه لعلَّكم تغلِبونَ}، وقال الله عنهم: {أفَمِنْ هذا الحديثِ تَعْجَبونَ. وتَضْحَكونَ ولا تبكونَ. وأنتم سامِدون}، {أم يقولون تقوَّلَه} فلما كانوا جامعينَ لهذه الرذائل؛ لا جَرَمَ حقَّت عليهم العقوبةُ، ولَمَّا وقعوا فيها؛ لم يكن لهم ناصرٌ ينصُرُهم ولا مغيثٌ ينقِذُهم، ويوبَّخون عند ذلك بهذه الأعمال الساقطة.
67. “Onunla büyükleniyordunuz.” Müfessirlerin dediklerine göre anlamı şudur: “Onunla” zamiri, muhataplarca bilinen Beyt(ullah/Kâbe) yahut da Hareme aittir. Yani siz, Kabe yahut Harem sebebi ile insanlara karşı büyüklük taslıyordunuz ve: Biz, Harem ehliyiz, bizim dışımızdakilerden daha faziletli ve daha üstünüz, diyordunuz. “Geceleri de” Beyt’in etrafında konuşmak üzere gruplar halinde “toplanıp o (Kur'ân) hakkında hezeyanlar ediyordunuz.” Bu Kur’ân hakkında oldukça çirkin ve hoş olmayan sözler söylerdiniz. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’i yalanlayanlar hem ondan yüz çevirirlerdi hem de bu tutumu birbirlerine tavsiye ederlerdi: “Kâfir olanlar dediler ki: Bu Kur’ân’ı dinlemeyin ve o okunurken anlamsız sesler çıkarın, belki baskın çıkarsınız.” (Fussilet, 41/26); “Şimdi siz bu sözden dolayı mı hayret edersiniz? Ve gülersiniz de ağlamaz mısınız? Üstelik oyalanıp eğlenirsiniz.” (en-Necm, 53/59-61); “Yoksa onlar bu sözü kendisi uydurdu mu diyorlar.” (et-Tur, 52/33) Onlar bunca aşağılık tutumları bir arada işlediklerinden dolayı hiç şüphesiz cezaya uğratılmaları hak olmuştur. Cezaya çarptırıldıkları vakit de onlara hiç kimse yardım edemedi. Hiç kimse imdatlarına yetişip onları kurtaramadı. Böyle bir halde de bu aşağılık ameller dolayısı ile de azarlanırlar:
#
{68} {أفلم يَدَّبَّروا القولَ}؛ أي: أفلا يتفكَّرون في القرآن ويتأمَّلونه ويتدبَّرونه؛ أي: فإنَّهم لو تدبَّروه؛ لأوجبَ لهم الإيمانَ، ولَمَنَعَهم من الكفرِ، ولكن المصيبةَ التي أصابتهم بسبب إعراضهم عنه. ودل هذا على أنَّ تدبُّرَ القرآن يدعو إلى كلِّ خير ويعصِمُ من كلِّ شرٍّ، والذي منعهم من تدبُّرِهِ أنَّ على قلوبِهِم أقفالُها. {أم جاءهم ما لم يأتِ آباءَهُمُ الأوَّلينَ}؛ أي: أَوَ منعهم من الإيمان أنَّه جاءهم رسولٌ وكتابٌ ما جاء آباءَهم الأوَّلين، فرضوا بسلوك طريقِ آبائِهِم الضالِّين، وعارَضوا كلَّ ما خالفَ ذلك! ولهذا قالوا هم ومن أشبههم من الكفار ما أخبر الله عنهم: {وكذلك ما أرْسَلْنا من قبلِكَ في قريةٍ من نذيرٍ إلاَّ قال مُتْرَفوها إنَّا وَجَدْنا آباءَنا على أمَّةٍ وإنَّا على آثارِهِم مُقتدونَ}. فأجابهم بقوله: {قال أوَلَوْ جئتُكم بأهدى ممَّا وَجَدْتم عليه آباءَكم فهل تَتَّبِعونِ}: إنْ كان قصدُكم الحقَّ. فأجابوا بحقيقةِ أمرِهم: {قالوا إنا بما أرسِلْتم به كافرونَ}.
68. “Onlar bu sözü hiç mi düşünmediler?” Yani Kur’an hakkında hiç düşünmez, onun üzerinde akıllarını fikirlerini yormazlar mı? Bu da şu demektir: Kur’ân üzerinde düşünecek olurlarsa bu, onların iman etmelerini gerektirir, onları küfürden alıkoyar. Ama başlarına gelen musibet, Kur’ân’dan yüz çevirmelerinden ötürü gelip çatmıştır. Bu şuna delildir: Kur’ân üzerinde düşünmek, bütün hayırlara davet eden, her türlü şerden koruyan bir ameldir. Onları Kur’ân üzerinde düşünmekten alıkoyan şey ise kalplerinin kilitli olmasıdır. “Yoksa onlara evvelki atalarına gelmeyen bir şey mi geldi!?” Yoksa evvelki atalarına gelmeyen peygamber ve Kitab’ın onlara gelmesi mi onları iman etmekten alıkoydu? O nedenle mi sapık atalarının yollarını izlemeye razı olup buna uymayan her şeye karşı çıktılar? Nitekim onlar da onlara benzeyen diğer kâfirler de Allah’ın haber verdiği üzere şu sözleri söylemişlerdi: “Senden önce de hangi kasabaya bir uyarıcı gönderdi isek mutlaka oranın şımarık varlıklıları: Biz atalarımızı bir din üzerine bulduk ve muhakkak bizler onların izlerine uyanlarız, demişlerdir.” Peygamber ise onlara şöylece cevap vermiştir: “Ya ben size atalarınızı üzerinde bulduğunuz dinden daha doğrusunu getirdi isem yine de mi (onlara uyacaksınız)?” Yine sizler hakkı bulmak maksadında iseniz onlara uymaya devam mı edeceksiniz? Kavimleri de gerçek durumlarını şu cevapları ile dile getirmişlerdi: “Muhakkak bizler sizinle gönderilen şeyleri inkâr edenleriz.” (ez-Zuhruf, 43/23-24)
#
{69} وقوله: {أمْ لم يعرِفوا رسولَهم فهم له منكرونَ}؛ أي: أَوَ منعهم من اتّباع الحقِّ أنَّ رسولَهم محمداً - صلى الله عليه وسلم - غير معروفٍ عندهم فهم منكرونَ له يقولونَ: لا نعرِفُه ولا نعرِفُ صدقَه، دعونا [حتى] نَنْظُر حالَه ونسألَ عنه مَنْ له به خبرةٌ؟ أي: لم يكنِ الأمرُ كذلك؛ فإنَّهم يعرفون الرسولَ - صلى الله عليه وسلم - معرفةً تامّةً، صغيرهم وكبيرهم، يعرفون منه كلَّ خُلُق جميل، ويعرِفون صدقَه وأمانَتَه، حتى كانوا يسمُّونه ـ قبل البعثة ـ: الأمين ؛ فَلِمَ لا يصدِّقونَه حين جاءهم بالحقِّ العظيم والصدق المبين؟!
69. “Yahut onlar peygamberlerini tanımıyorlar da onun için mi onu inkâr ediyorlar.” Yani onları hakka uymaktan alıkoyan şey, kendilerine peygamber olarak gönderilen Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i tanımayışları mı? Bundan dolayı mı onu inkâr etmektedirler? “Biz onu tanımıyoruz, onun dürüst olup olmadığını bilmiyoruz. Bize fırsat tanıyın da onun durumu üzerinde düşünelim, tetkik edelim, onun hakkında bilgi sahibi olanlara soralım” mı diyorlar?! Yani durum hiç de öyle değil! kendilerine peygamber olarak gönderilen Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i küçük büyük hepsi, tam anlamı ile tanımaktadırlar. Onun bütün güzel huylara sahip olduğunu, doğru sözlülüğünü, güvenilir biri olduğunu bilmektedirler. Nitekim peygamber olarak gönderilmesinden önce ona “el-Emîn” diyorlardı. Peki, niçin onlara bu büyük gerçeği ve apaçık doğruyu getirdiği vakit onu tasdik etmiyorlar?
#
{70} {أم يقولونَ به جِنَّةٌ}؛ أي: جنون؛ فلهذا قال ما قال! والمجنونُ غيرُ مسموع منه، ولا عبرة بكلامه؛ لأنَّه يهذي بالباطل والكلام السخيف! قال الله في الردِّ عليهم في هذه المقالة: {بل جاءهم بالحقِّ}؛ أي: بالأمر الثابت الذي هو صدقٌ وعدلٌ لا اختلافَ فيه ولا تناقُضَ؛ فكيفَ يكونُ مَنْ جاء به، به جِنَّةٌ؟! وهلاَّ يكون إلاَّ في أعلى درج الكمال من العلم والعقل ومكارم الأخلاق! وأيضاً؛ فإنَّ في هذا الانتقال مما تقدَّم؛ أي: بل الحقيقة التي منعتهم من الإيمان أنَّه {جاءَهُم بالحقِّ وأكثرُهم للحقِّ كارهون}، وأعظمُ الحقِّ الذي جاءهم به: إخلاصُ العبادة للَّه وحده، وترك ما يُعْبَد من دون اللَّه، وقد علم كراهتهم لهذا الأمر وتعجُّبهم منه؛ فكونُ الرسول أتى بالحقِّ، وكونُهم كارهين للحقِّ بالأصل، هو الذي أوجب لهم التكذيب بالحقِّ؛ لا شكًّا ولا تكذيباً للرسول؛ كما قال تعالى: {فإنَّهم لا يكذِّبونَك ولكنَّ الظالمينَ بآياتِ الله يَجْحَدون}.
70. “Yoksa: Onda delilik var!, mı diyorlar?!” “Bu delilik yüzünden bunları söylüyor. Delinin sözüne kulak asılmaz, söylediklerine itibar olunmaz. Zira deli anlamsız hezeyenlarda bulunur, basit ve değersiz sözler söyler.” mi diyorlar? Allah, bu sözlerini reddetmek üzere şöyle buyurmaktadır: “Hayır; o, onlara hakkı getirdi.” Doğruluk ve adaletin ta kendisi olan değişmez hakkı getirdi. Onda ne bir tutarsızlık, ne de bir çelişki vardır. Şimdi bu hakkı getirenin deliliğinden nasıl söz edilebilir? Aksine böyle bir kimse hakkı getirebilmek için ilim ve aklın, üstün ahlakî değerlerin en üstün ve kemal derecesinde olmalı değil mi? Burada yukardaki ifadelerden bir geçiş vardır. Yani onları iman etmekten alıkoyan gerçek sebep şudur: “o, onlara hakkı getirdi; ama onların çoğu haktan hoşlanmıyorlar.” Onlara getirdiği en büyük hak ise ibadeti yalnızca Allah’a halis kılmak, Allah’ın dışında kendilerine ibadet edilen varlıkları terk etmektir. Onların da özellikle bu husustan tiksindikleri, nefret ettikleri, bundan hayret ettikleri bilinen bir husustur. İşte Allah Rasûlünün hakkı getirmiş olması ve onların da esasen haktan hoşlanmayışları, hakkı yalanlamaları sonucunu vermiştir. Yoksa bu husustaki herhangi bir şüphelerinden ya da peygamberi yalancı gördüklerinden dolayı bu tutumu takınmamışlardır. Nitekim Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Onlar aslında seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler bile bile Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar.” (el-En’âm, 6/33)
#
{71} فإنْ قيلَ: لِمَ لم يكنِ الحقُّ موافقاً لأهوائهم؛ لأجْل أن يؤمنوا أو يُسْرِعوا الانقيادَ؟ أجاب تعالى بقوله: {ولوِ اتَّبَعَ الحقُّ أهواءهم لَفَسَدَتِ السمواتُ والأرضُ}: ووجهُ ذلك أنَّ أهواءهم متعلِّقة بالظُّلم والكفر والفسادِ من الأخلاق والأعمال؛ فلو اتَّبع الحقُّ أهواءهم؛ لفسدتِ السماواتُ والأرضُ؛ لفساد التصرُّف والتدبير المبنيِّ على الظُّلم وعدم العدل؛ فالسماواتُ والأرض ما استقامتا إلاَّ بالحقِّ والعدل. {بل أَتيْناهم بذِكْرِهِم}؛ أي: بهذا القرآن المذكِّر لهم بكل خيرٍ، الذي به فخرُهُم وشرفُهم حين يقومون به ويكونون به سادةَ الناس. {فهم عن ذِكْرِهِم مُعْرِضون}: شقاوةً منهم وعدمَ توفيق؛ {نَسُوا الله فَنَسِيَهم}، {نَسُوا الله فأنساهم أنفُسَهم}؛ فالقرآن ومَنْ جاء به أعظمُ نعمةٍ ساقها الله إليهم، فلم يقابلوها إلا بالردِّ والإعراض؛ فهل بعد هذا الحرمان حرمانٌ؟! وهل يكون وراءَه إلاَّ نهايةُ الخسران؟!
71. Eğer “İman etmeleri yahut daha çabuk itaate yönelmeleri için hak, niçin onların hevâlarına uygun olarak gelmedi?” diye sorulacak olursa, buna Allah’ın şu buyruğu cevap vermektedir: “Eğer hak, onların hevâlarına uysaydı gökler, yer ve içlerinde olanlar fesada uğrardı.” Yani bu, şu yüzdendir: Onların hevâlarının bağlı olduğu temel; zulüm, küfür, bozuk ameller ve çirkin ahlaktır. Bu durumda hak, onların hevâlarına uyacak olsa zulüm ve adaletsizlik esası üzerinde yükselen kötü tasarruf ve yönetimleri sebebi ile gökler ve yer fesada uğrardı. Çünkü gökler ve yer, ancak hak ve adalet ile ayakta durur. “Hayır, biz onlara öğüt/şeref (olacak bir Kitap) getirdik.” Yani onlara her türlü hayrı öğüt veren bu Kur’ân’ı verdik ki onu gereği gibi uyguladıkları takdirde kendileri için şeref ve övünç kaynağı olur ve onları insanların önderleri kılar. “Ama onlar” bedbahtlıklarından ve ilâhî tevfike mazhar olamadıklarından ötürü “bu öğütten/şereften yüz çeviriyorlar.” Onlar “Allah’ı unuttular, Allah da onları unuttu.” (et-Tevbe, 9/67); “Onlar Allah’ı unuttu, Allah da onlara kendi kendilerini unutturdu.” (el-Haşr, 59/19) Kur’ân ve onu getiren peygamber, Allah’ın onlara sunduğu en büyük nimettir. Onlar ise bu nimete sadece onu reddetmek ve ondan yüz çevirmekle karşılık verdiler. Bu imansızlıktan daha büyük bir mahrumiyet olabilir mi? Bunun ötesinde hüsranın en ileri derecesinden başka ne olabilir?
Ayet: 72 #
{أَمْ تَسْأَلُهُمْ خَرْجًا فَخَرَاجُ رَبِّكَ خَيْرٌ وَهُوَ خَيْرُ الرَّازِقِينَ (72)}.
72- Yoksa onlardan (davetine karşılık) ücret mi istiyorsun!? Rabbinin vereceği ücret/mükafat daha hayırlıdır ve O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.
#
{72} أي: أَوَ مَنَعَهم من اتِّباعك يا محمد أنَّك تسألُهم على الإجابة أجراً؛ {فهم من مَغْرَم مُثْقَلون}: يتكلَّفون من اتِّباعك بسبب ما تأخُذُ منهم من الأجرِ والخراج، ليس الأمر كذلك. {فخراجُ ربِّك خيرٌ وهو خير الرازقينَ}: وهذا كما قال الأنبياءُ لأممهم: {يا قوم لا أسألُكُم عليه أجراً إنْ أجرِيَ إلاَّ على الله}؛ أي: ليسوا يدعون الخلق طمعاً فيما يُصيبهم منهم من الأموال، وإنَّما يدعونَهم نُصحاً لهم وتحصيلاً لمصالحهم، بل كان الرسلُ أنصحَ للخلق من أنفسهم، فجزاهُم اللهُ عن أممهم خيرَ الجزاءِ، ورزَقَنا الاقتداء بهم في جميع الأحوال.
72. “Yoksa onlardan (davetine karşılık) ücret mi istiyorsun!?” ey Muhammed! Onların sana uymalarını engelleyen nedir!? Sen, onlardan çağrını kabul etmeleri karşılığında bir ücret istedin de onlar da “borçtan dolayı ağır bir yük altına mı girmişler?!” (et-Tur, 52/40) Sana uydukları takdirde onlardan alacağın ücret ve vergi dolayısı ile ağır yükümlülükler altına girecekler de o yüzden mi iman etmiyorlar! Hayır, durum hiç de öyle değil! Çünkü “Rabbinin vereceği ücret/mükafat daha hayırlıdır ve O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.” Bu, geçmiş peygamberlerin ümmetlerine söyledikleri şu sözleri andırmaktadır: “Ey kavmim, buna karşı sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ecrimi vermek ancak Allah’a aittir.” (Hud, 11/29) Yani peygamberler insanları ellerindeki mallara tamah ederek davet etmezler. Onları, sadece insanların iyiliklerini istedikleri için, menfaatlerine olan şeyleri gerçekleştirmek için davet ederler. Hatta peygamberler, insanların iyiliklerini bizzat kendilerinden daha çok istemişlerdir. Yüce Allah, ümmetlerine karşı bu iyilikleri dolayısı ile onları en hayırlı şekli ile mükâfatlandırsın. Bizlere de bütün hallerde onlara uymayı lütuf ve ihsan eylesin.
Ayet: 73 - 74 #
{وَإِنَّكَ لَتَدْعُوهُمْ إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ (73) وَإِنَّ الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْآخِرَةِ عَنِ الصِّرَاطِ لَنَاكِبُونَ (74)}.
73- Gerçek şu ki sen onları dosdoğru bir yola davet ediyorsun. 74- Ahirete iman etmeyenler ise (ısrarla doğru) yoldan sapıyorlar.
#
{73 ـ 74} ذكر الله تعالى في هذه الآيات الكريمات كلَّ سببٍ موجبٍ للإيمان، وذَكَرَ الموانع، وبيَّن فسادها واحداً بعد واحدٍ، فذكر من الموانع: أنَّ قلوبَهم في غَمْرةٍ، وأنهم لم يَدَّبَّروا القول، وأنَّهم اقتدَوْا بآبائهم، وأنَّهم قالوا: برسولهم جِنَّةٌ؛ كما تقدم الكلام عليها. وذكر من الأمور الموجبة لإيمانهم: تدبُّرُ القرآن، وتلقِّي نعمة الله بالقَبول، ومعرفة حال الرسول محمدٍ - صلى الله عليه وسلم - وكمال صدقِهِ وأمانتِهِ، وأنَّه لا يسألُهم عليه أجراً، وإنَّما سعيُهُ لنفعهم ومصلحتهم، وأنَّ الذي يَدْعوهم إليه صراطٌ مستقيمٌ، سهلٌ على العاملين لاستقامتِهِ، موصلٌ إلى المقصودِ من قرب، حنيفيَّةٌ سمحةٌ؛ حنيفيَّةٌ في التوحيد، سمحةٌ في العمل؛ فدعوتُك إيَّاهم إلى الصراط المستقيم موجب لمن يريد الحقَّ أن يَتَّبِعَك؛ لأنَّه مما تشهدُ العقول والفطر بحسنِهِ وموافقتِهِ للمصالح؛ فأين يذهبونَ إنْ لم يتابِعوك؟ فإنَّهم ليس عندهم ما يُغنيهم ويكفيهم عن متابعتِكَ؛ لأنَّهم {عن الصراط}: ناكِبون، متجنِّبون، منحرِفون عن الطريق الموصل إلى الله وإلى دار كرامته، ليس في أيديهم إلاَّ ضلالاتٌ وجهالاتٌ، وهكذا كلُّ من خالَفَ الحقَّ؛ لا بدَّ أن يكونَ منحرفاً في جميع أمورِهِ؛ قال تعالى: {فإن لم يَسْتَجيبوا لك فاعْلَمْ أنَّما يَتَّبِعون أهواءهم ومَنْ أضَلُّ مِمَّنِ اتَّبع هواه بغير هدىً من الله}.
73-74. Yüce Allah, yukarda geçen âyetlerde iman etmeyi gerektiren bütün sebebleri ve imana mani olan hususları söz konusu etmiş, bu manilerin tutarsızlıklarını teker teker dile getirmiştir. Yüce Allah, imanın manileri arasında onların şunları saymıştır: (1) Kalplerinin gaflet içerisinde oluşunu. (2) İlâhi buyruklar üzerinde gereği gibi düşünmediklerini. (3) Atalarına uyduklarını. (4) Peygamberlerinin deli olduğunu söylediklerini ki bunlara dair açıklamalar yukarda geçti. İman etmelerini gerektiren hususlar arasında da şunları saymıştır: (1) Kur’ân-ı Kerîm üzerinde dikkatle düşünmek. (2) Allah’ın nimetini kabul ile karşılamak. (3) Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i tanımak, durumunu, onun tam anlamı ile doğru sözlü ve güvenilir birisi olduğunu bilmek. (4) Onun onlardan herhangi bir ücret istememesi, aksine bütün çabasının onların menfaat ve maslahatlarına yönelik olması. (5) Kendilerini davet ettiği yolun “dosdoğru bir yol” olmasıdır. Ki bu yol, dosdoğru olduğu için gereğince amelde bulunacaklara kolaylaştırılmıştır. Maksada ulaşmayı da alabildiğine yakınlaştırmıştır. Hanif ve müsamahakâr bir yoldur. Yani tevhidde hanif, amelde müsamahakârdır. Senin onları dosdoğru yola davet edişin, hakkı bulmak isteyenlerin sana tâbi olmalarını gerektirir. Zira bu, akılların ve fıtratların güzel olduğuna ve maslahatlara uygun düştüğüne şahitlik ettiği hususlardan birisidir. Bunlar sana tâbi olmayacak olurlarsa nereye gidecekler? Hiç şüphesiz ellerinde sana uymalarına gerek bırakmayacak ve kendilerine yeterli gelecek herhangi bir şeyleri yoktur. Çünkü onlar “yoldan sapıyorlar.” Yüce Allah’a ulaştıran, O’nun lütuf ve ihsan yurdu olan cennetine götüren yoldan uzak kalmışlar ve sapıtmışlardır. Onların elinde bulunan, sapıklıktan, bilgisizlikten başkası değildir. Zaten hakka aykırı davranan herkesin bütün işlerinde haktan uzak ve sapmış bir kimse olması kaçınılmaz bir şeydir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Eğer senin çağrını kabul etmezlerse bil ki onlar ancak hevâlarına uymaktadırlar. Allah’tan bir hidâyet olmaksızın hevâsına uyandan daha sapık kim olabilir ki?” (el-Kasas, 28/50)
Ayet: 75 - 77 #
{وَلَوْ رَحِمْنَاهُمْ وَكَشَفْنَا مَا بِهِمْ مِنْ ضُرٍّ لَلَجُّوا فِي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ (75) وَلَقَدْ أَخَذْنَاهُمْ بِالْعَذَابِ فَمَا اسْتَكَانُوا لِرَبِّهِمْ وَمَا يَتَضَرَّعُونَ (76) حَتَّى إِذَا فَتَحْنَا عَلَيْهِمْ بَابًا ذَا عَذَابٍ شَدِيدٍ إِذَا هُمْ فِيهِ مُبْلِسُونَ (77)}.
75- Eğer onlara merhamet edip de başlarındaki sıkıntıyı kaldırsaydık yine azgınlıkları içinde bocalamaya devam ederlerdi. 76- Andolsun ki onları azaba uğrattık; ama onlar Rablerine boyun eğmediler ve yalvarıp yakarmadılar. 77- Nihâyet üzerlerine şiddetli bir azabın kapısını açacağımız zaman onlar, o azabın içinde ümitsiz kalakalırlar.
#
{75} هذا بيانٌ لشدَّة تمرُّدهم وعنادهم، وأنَّهم إذا أصابهم الضُّرُّ؛ دَعَوُا الله أن يكشف عنهم ليؤمنوا، أو ابتلاهم بذلك ليرجعوا إليه؛ أنَّ الله إذا كشف الضُّرَّ عنهم؛ {لَجُّوا}؛ أي: استمرُّوا {في طُغيانهم يَعْمَهون}؛ أي: يجولون في كفرهم حائرينَ متردِّدين؛ كما ذكر الله حالهم عند ركوب الفُلك، وأنَّهم يدعون مخلصين له الدينَ، وينسَوْن ما يشركُون به، فلما أنجاهم؛ إذا هم يَبْغونَ في الأرض بالشِّرْك وغيره.
75. Bu buyruk, onların azgınlıklarının ve inatlarının aşırı derecede olduğunu beyan etmektedir. Onlara herhangi bir sıkıntı gelip çatacak olursa Allah’a dua eder, iman etmeleri için bu sıkıntıyı açıp gidermesini isterler yahut onları bir şeyle imtihan edecek olursa Allah’a yalvarır, tevbe etmeleri için o belayı gidermesini isterler. Ama Yüce Allah sıkıntılarını açıp giderecek olursa yine azgınlıkta inat eder sapkınlıklarını sürdürürler. Yani şaşkın bir halde küfürlerine devam ederler. Nitekim Yüce Allah, denizdeki yolculuklarında bunu dile getirmektedir. Şöyle ki onlar, gemide bir fırtınaya yakalandıklarına dinlerini Allah’a halis kılarak yalnız O’na dua eder ve O’na koştukları ortakları unuturlar. Ancak onları kurtardığı zaman şirk ve diğer günahlarla yeryüzünde azgınlık etmeyi sürdürürler.
#
{76} {ولقد أخَذْناهم بالعذابِ}: قال المفسِّرونَ: المرادُ بذلك الجوع الذي أصابهم سبع سنين، وأنَّ الله ابتلاهم بذلك ليرجِعوا إليه بالذُّلِّ والاستسلام، فلم ينجَعْ فيهم، ولا نَجَحَ منهم أحدٌ. {فما استَكانوا لربِّهم}؛ أي: خضعوا وذلُّوا، {وما يتضرَّعون}: إليه ويفتقرون، بل مرَّ عليهم ذلك ثم زال كأنه لم يُصِبْهم، لم يزالوا في غيِّهم وكفرهم.
76. “Andolsun ki onları azaba uğrattık...” Müfessirlerin açıklamalarına göre bununla kastedilen, Mekkelilerin yedi yıl boyunca açlık/kıtlık ile imtihan edilmeleridir. Allah zillet ve teslimiyet ile kendisine dönsünler diye onları böyle bir belâya maruz bırakmıştır. Ancak bunun, onlara hiçbir faydası olmamıştır. “ama onlar Rablerine boyun eğmediler” O’nun huzurunda zillet göstererek itaate yönelmediler “ve yalvarıp yakarmadılar.” O’na dua ve niyaz ile muhtaç olduklarını arz etmediler. Aksine bu açlık, üzerlerinden gelip geçti ve adeta başlarına böyle bir musibet gelmemiş gibi azgınlıklarını, küfürlerini sürdürmeye devam ettiler. Ancak bundan sonra geri çevrilmesi mümkün olmayan bir azap daha bulunmaktadır. Bu da Yüce Allah’ın şu buyruğu ile dile getirilmektedir:
#
{77} ولكن وراءهم العذاب الذي لا يردُّ، وهو قوله: {حتى إذا فَتَحْنا عليهم بابًا ذا عذابٍ شديدٍ}: كالقتل يومَ بدرٍ وغيره؛ {إذا هم فيه مُبْلِسونَ}: آيِسون من كلِّ خيرٍ، قد حَضَرَهم الشرُّ وأسبابُه؛ فليحْذَروا قبل نزول عذاب الله الشديد، الذي لا يردُّ؛ بخلاف مجرَّد العذاب؛ فإنَّه ربما أقلع عنهم؛ كالعقوبات الدنيويَّة التي يؤدِّب الله بها عبادَه؛ قال تعالى فيها: {ظَهَرَ الفسادُ في البرِّ والبحر بما كَسَبَتْ أيدي الناسِ لِيذُيقَهم بعضَ الذي عَمِلوا لعلَّهم يرجِعونَ}.
77. “Nihâyet üzerlerine” Bedir gününde öldürülmeleri ve buna benzer “şiddetli bir azabın kapısını açacağımız zaman onlar, o azabın içinde” her türlü hayırdan yana “ümitsiz kalakalırlar.” Felaket ve onun sebebleri mevcuttur. O halde geri çevrilmesi mümkün olmayan Allah’ın o şiddetli azabı inmeden önce sakınsınlar. Çünkü Allah’ın geri çevrilmeyecek bu azabı, dünyevi bir azap gibi değildir. Zira dünyevi azap bir süre sonra onların yakasını bırakabilir. Nitekim Allah’ın kullarını tedip ettiği dünyevi cezalar bu kabildendir. Bu hususta Allah şöyle buyurmaktadır: “İnsanların kendi elleri ile kazandıklarından ötürü karada ve denizde fesad başgösterdi. Bu, işlediklerinin bazısını onlara tattırsın diyedir, belki dönerler.” (er-Rûm, 30/41)
Ayet: 78 - 80 #
{وَهُوَ الَّذِي أَنْشَأَ لَكُمُ السَّمْعَ وَالْأَبْصَارَ وَالْأَفْئِدَةَ قَلِيلًا مَا تَشْكُرُونَ (78) وَهُوَ الَّذِي ذَرَأَكُمْ فِي الْأَرْضِ وَإِلَيْهِ تُحْشَرُونَ (79) وَهُوَ الَّذِي يُحْيِي وَيُمِيتُ وَلَهُ اخْتِلَافُ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ أَفَلَا تَعْقِلُونَ (80)}.
78- Sizin için kulak, göz ve gönüller yaratan O’dur. Ne kadar az şükrediyorsunuz! 79- Sizi yeryüzünde yaratıp yayan da O’dur ve yine O’nun huzurunda toplanacaksınız. 80- Hayat veren ve öldüren de O’dur. Gece ve gündüzün değişmesi de O’nun işidir. Hala aklınızı kullanmayacak mısınız?
#
{78} يخبرُ تعالى بِمِنَنِه على عباده الدّاعي لهم إلى شكرِهِ والقيام بحقِّه، فقال: {وهو الذي أنشأ لكم السمعَ}: لِتُدْرِكوا به المسموعاتِ فَتَنْتَفِعوا في دينِكم ودُنْياكم، {والأبصارَ}: لِتُدْرِكوا بها المُبْصَراتِ فتنتفِعوا بها في مصالِحِكم، {والأفئدةَ}؛ أي: العقول التي تدرِكون بها الأشياءَ وتتميَّزون بها عن البهائم؛ فلو عدِمْتُم السمعَ والأبصارَ والعقولَ بأن كنتم صمًّا عمياً بكماً؛ ماذا تكونُ حالكم؟ وماذا تفقِدون من ضروريَّاتِكم وكمالكم؟ أفلا تشكُرون الذي منَّ عليكُم بهذه النِّعم؛ فتقومون بتوحيدِهِ وطاعتِهِ؟ ولكنَّكم قليلاً شكركم مع توالي النعم عليكم.
78. Yüce Allah, kullarına şükretmeleri ve hakkını gereğince yerine getirmeleri gereken lütuf ve ihsanlarını haber vererek şöyle buyurmaktadır: “Sizin için” işitilecek şeyleri algılayabilmeniz için, dininiz ve dünyanız hususunda kendisinden yararlanasınız diye “kulak”, görülen şeyleri idrâk edesiniz ve maslahatınıza olan hususlarda kendisiyle yararlanasınız diye “göz ve” kendileri ile varlıkları idrak ettiğiniz ve kendileriyle hayvanlardan ayrıldığınız “gönülleri” yani akılları “yaratan O’dur.” Eğer kulaklarınız, gözleriniz ve akıllarınız olmasaydı; sağır, kör ve dilsiz olsaydınız haliniz nice olurdu? Zorunlu ihtiyaçlarınızdan ve üstün özelliklerinizden nicelerini kaybetmiş olacaktınız! Size bunca nimetleri lütuf ve ihsan edeni tevhid edip gereğince O’na itaat ederek şükretmeyecek misiniz? Ama Allah’ın üzerinizdeki kesintisiz nimetlerine rağmen siz, pek az şükredersiniz!
#
{79} {وهو}: تعالى {الذي ذَرَأَكم في الأرض}؛ أي: بثَّكم في أقطارها وجهاتها، وسلَّطكم على استخراج مصالحها ومنافعها، وجعلها كافيةً لمعايِشِكُم ومساكِنِكم. {وإليه تُحْشَرون}: بعد موتِكُم فيجازيكم بما عَمِلْتُم في الأرض من خيرٍ وشرٍّ، وتُحدِّث الأرضُ التي كنتُم فيها بأخبارها.
79. “Sizi yeryüzünde yaratıp yayan da O’dur.” Yeryüzünün çeşitli yerlerine ve bölgelerine sizi O yaydı. Yeryüzünün çeşitli menfaatlerini ve faydalarını ortaya çıkarma imkânını verdi. Bunları sizin geçiminiz ve yeryüzünde yerleşmeniz için yeterli kıldı. Ölümünüzden sonra da yine “O’nun huzurunda toplanacaksınız.” O da yeryüzünde hayır olsun şer olsun işlediklerinizin karşılığını size verecektir. Üzerinde yaşadığınız yeryüzü de haberlerini bildirecektir.
#
{80} {وهو}: تعالى وحدَه {الذي يُحيي ويُميتُ}؛ أي: المتصرِّف في الحياة والموت هو الله وحده. {وله اختلافُ الليل والنهار}؛ أي: تعاقُبُهما وتناوُبُهما؛ فلو شاء أنْ يجعلَ النهار سرمداً، مَن إلهٌ غيرُ الله يأتيكم بليل تسكنون فيه؟ ولو شاء أن يجعل الليل سرمداً من إلهٌ غيرُ الله يأتيكم بضياءٍ أفلا تُبْصِرونَ؟ ومن رحمتِهِ جَعَلَ لكُم الليلَ والنهار لِتَسْكُنوا فيه ولِتَبْتَغوا من فضلِهِ ولعلَّكم تشكُرون. ولهذا قال هنا: {أفلا تعقلون}؛ فتعرِفون أنَّ الذي وَهَبَ لكم من النِّعم السمعَ والأبصارَ والأفئدةَ، والذي نَشَرَكم في الأرض وحدَه، والذي يُحيي ويُميت وحدَه، والذي يتصرَّف بالليل والنهار وحدَه؛ إنَّ ذلك موجبٌ لكم أن تُخْلِصوا له العبادة وحدَه لا شريك له، وتترُكوا عبادةَ مَنْ لا ينفَعُ ولا يضرُّ ولا يتصرَّف بشيء، بل هو عاجزٌ من كلِّ وجهٍ؛ فلو كان لكم عقلٌ؛ لم تَفْعَلوا ذلك.
80. “Hayat veren ve öldüren de O’dur” sadece. Hayat ve ölümde yalnızca Allah tasarruf eder. “Gece ve gündüzün değişmesi de” nöbetleşe ve arka arkaya gelmeleri de “O’nun işidir.” Yüce Allah, ebediyyen gündüz yapacak olsa kendisinde dinlenebileceğiniz geceyi Allah’tan başka size getirecek olan ilâh kimdir? Eğer O, ebediyen gece yapmak istese Allah’tan başka size gündüzün aydınlığını getirecek bir ilâh var mı? Hiç görmez misiniz? Gece sükûn bulasınız, gündüz de lütfundan arayasınız diye gece ve gündüzü takdir etmiş olması, Allah’ın rahmetindendir. Belki şükredersiniz. “Hala aklınızı kullanmayacak mısınız?” ki şunu bilesiniz: Size işitme, görme, akıl gibi pek çok nimetleri bağışlayan, sizi -bu işte bir ortağı bulunmaksızın- yeryüzüne yaymış bulunan, tek başına öldürüp dirilten, tek başına gece ve gündüzde tasarruf sahibi olan Allah’tır ve sizin, ibadetinizi hiçbir şeyi ortak koşmaksızın yalnızca O’na halis kılmanız; fayda da veremeyen zararı da dokunmayan, hiçbir hususta en ufak bir tasarrufu bulunmayan; aksine her bakımdan aciz olan varlıklara ibadeti terk etmeniz gerekir. Eğer aklınız varsa kesinlikle başka bir şeye tapmazsınız.
Ayet: 81 - 83 #
{بَلْ قَالُوا مِثْلَ مَا قَالَ الْأَوَّلُونَ (81) قَالُوا أَإِذَا مِتْنَا وَكُنَّا تُرَابًا وَعِظَامًا أَإِنَّا لَمَبْعُوثُونَ (82) لَقَدْ وُعِدْنَا نَحْنُ وَآبَاؤُنَا هَذَا مِنْ قَبْلُ إِنْ هَذَا إِلَّا أَسَاطِيرُ الْأَوَّلِينَ (83)}.
81- Ne var ki onlar, öncekilerin dediklerinin aynını dediler. 82- Dediler ki: “Ölüp de toprak ve kemik olduğumuz zaman mı, evet biz (bu haldeyken) mi diriltileceğiz?” 83- “Andolsun ki bu tehdit, hem bize hem de daha önce atalarımıza yapılmıştı (Ama biz böyle bir şey görmedik). Bu, eskilerin efsanlerinden başka bir şey değil!”
#
{81 ـ 83} أي: بل سَلَكَ هؤلاء المكذِّبون مَسْلَكَ الأوَّلين من المكذِّبين بالبعث، واستَبْعَدوه غايةَ الاستبعاد، وقالوا: {أإذا مِتْنا وكُنَّا تراباً وعظاماً أإنا لَمَبْعوثونَ}؛ أي: هذا لا يُتَصَوَّرُ ولا يدخلُ العقل بزعمهم. {لقد وُعِدْنا نحنُ وآباؤُنا هذا من قبلُ}؛ أي: ما زلنا نوعد بأنَّ البعث كائنٌ نحن وآباؤنا، ولم نره، ولم يأت بعدُ. {إنْ هذا إلا أساطيرُ الأولينَ}؛ أي: قَصَصُهم وأسمارُهم التي يُتَحَدَّثُ بها وتُلهي، وإلاَّ؛ فليس لها حقيقةٌ، وكَذَبوا قبَّحهم الله؛ فإنَّ الله أراهم من آياتِهِ أكبرَ من البعث، ومثله: {لَخَلْقُ السمواتِ والأرضِ أكبرُ من خلق الناس}، {وضرب لنا مثلاً ونَسِيَ خَلْقَه قال مَن يُحيي العظام وهي رميمٌ ... } الآيات، {وترى الأرضَ هامدةً فإذا أنزلنا عليها الماء اهتزَّتْ ورَبَتْ ... } الآيات.
81-82. Bu yalanlayıcılar da evvelki inkarcıların ve dirilişi yalanlayanların yolunu izlediler ve dirilişi alabildiğine uzak bir ihtimal görerek şöyle dediler: “Ölüp de toprak ve kemik olduğumuz zaman mı, evet biz (bu haldeyken) mi diriltileceğiz!?” Batıl zanlarına göre bu, akla mantığa sığmaz bir şeydir. 83. “Andolsun ki bu, hem bize hem de daha önce atalarımıza vaad edilmişti.” Hâlen daha dirilişin gerçekleşeceği vaad olunuyor. Bize de babalarımıza da hep vaad edilegeldi. Ama biz öyle bir şey görmedik. Şimdiye kadar da öyle bir şey olmadı. “Bu, eskilerin efsanlerinden başka bir şey değil.” Öncekilerin sohbetlerinde konuştukları, anlatıp durdukları, aslı astarı olmayan hikayelerdir. Bunların gerçekliği yoktur. Kahrolasıcalar! Yalan söylediler. Halbuki Allah, kendilerine öldükten sonra dirilişten daha büyük veya ona denk pek çok ayetlerini göstermiştir. Meselâ, Allah şöyle buyurmaktadır: “Göklerle yerin yaratılması andolsun ki insanların yaratılışından daha büyüktür.” (el-Mümin, 40/57); “Kendi yaratılışını unuturak bize bir misal getirip dedi ki: Çürümüş haldeki kemikleri kim diriltecek?” (Yâsîn, 36/78); “Sen yeryüzünü kupkuru görürsün. Biz üzerine suyu indirdiğimizde hareketlenir, kabarır ve her çeşit güzel bitkiden bitirir.” (el-Hac, 22/5)
Ayet: 84 - 89 #
{قُلْ لِمَنِ الْأَرْضُ وَمَنْ فِيهَا إِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ (84) سَيَقُولُونَ لِلَّهِ قُلْ أَفَلَا تَذَكَّرُونَ (85) قُلْ مَنْ رَبُّ السَّمَاوَاتِ السَّبْعِ وَرَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ (86) سَيَقُولُونَ لِلَّهِ قُلْ أَفَلَا تَتَّقُونَ (87) قُلْ مَنْ بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ يُجِيرُ وَلَا يُجَارُ عَلَيْهِ إِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ (88) سَيَقُولُونَ لِلَّهِ قُلْ فَأَنَّى تُسْحَرُونَ (89)}.
84- De ki: “Yeryüzü ve onda bulunanlar kimindir? Eğer biliyorsanız (söyleyin).” 85- “Allah’ındır” diyecekler. De ki: “O halde düşünüp ibret almaz mısınız?” 86- De ki: “Yedi göğün Rabbi ve azametli Arş’ın Rabbi kim?” 87- “Allah’ındır” diyecekler. De ki: “O halde korkup sakınmaz mısınız?” 88- De ki: “Her şeyin hükümranlığı elinde bulunan kimdir ki O, himaye eder ama kendisine karşı (kimse kimseyi) himaye edemez? Eğer biliyorsanız (söyleyin)!” 89- “Allah’ın (elindedir) diyecekler. De ki: “O halde nasıl büyüleniyorsunuz?”
#
{84 ـ 85} أي: قُلْ لهؤلاء المكذِّبين بالبعث، العادلين بالله غيرَهُ؛ محتجًّا عليهم بما أثبتوه وأقرُّوا به من توحيد الرُّبوبيَّة وانفرادِ اللهّ بها على ما أنكروه من توحيد الإلهيَّة والعبادة، وبما أثبتوه من خَلْق المخلوقات العظيمة على ما أنكروه من إعادةِ الموتى الذي هو أسهل من ذلك: {لِمَنِ الأرضُ ومَن فيها}؛ أي: مَنْ هو الخالقُ للأرض ومَنْ عليها من حيوان ونباتٍ وجمادٍ وبحارٍ وأنهارٍ وجبال، المالك لذلك، المدبِّر له؛ فإنَّك إذا سألتَهم عن ذلك؛ لا بدَّ أن يقولوا: اللهُ وحدَه. فقل لهم إذا أقرُّوا بذلك: {أفلا تَذَكَّرونَ}؛ أي: أفلا ترجعون إلى ما ذكَّركم الله به مما هو معلومٌ عندكم مستقرٌّ في فِطَرِكُم قد يُغيبه الإعراضُ في بعض الأوقات، والحقيقة أنَّكم إن رجعتم إلى ذاكِرَتِكُم بمجرَّد التأمُّل؛ علمتُم أنَّ مالك ذلك هو المعبود وحده، وأن إلهيَّة من هو مملوكٌ أبطلُ الباطل.
84. Yani şu dirilişi yalanlayan, Allah’a başkalarını denk tutan kimselere karşı kabul ve ikrar ettikleri bir husus olan rubûbiyet tevhidini ve bunun yalnızca Allah’a ait olduğu gerçeğini; inkâr ettikleri hususlar olan ulûhiyet tevhidine ve ibadetin yalnızca O’na ait olduğu gerçeğine; yine kabul ettikleri bu pek büyük varlıkların yaratılmışlığını, inkâr ettikleri ve bundan çok daha kolay olan ölülerin tekrar diriltileceğine delil olarak göster ve de ki: “Yeryüzü ve onda bulunanlar kimindir?” Yeri, yerin üzerinde bulunan canlıları, bitkileri, cansızları, denizleri, ırmakları, dağları yaratan kim? Bütün bunların mutlak maliki kim? Bunların her türlü işlerini çekip çeviren kim? 85. Onlara böyle bir soru yönelttiğinde kaçınılmaz olarak: Bütün bunları yapan yalnızca Allah’tır, diyeceklerdir. Bunu kabul ve ikrar edince onlara deki: “O halde düşünüp ibret almaz mısınız?” Yani Allah’ın size hatırlatmış olduğu ve sizce bilinen -fıtratlarında da yerleşmiş, ama bazı hallerde yüz çevirmenin örtüp perdelediği bir gerçek olan- Allah’ın size hatırlattığı bu gerçeğe dönmeyecek misiniz? Gerçek şu ki, eğer sadece düşünmekle bile olsa hatırlatılan bu gerçeğe dönecek olursanız, elbette anlarsınız ki yegane ve tek ma’bud, bütün bunların mutlak sahibi olan Allah’tır. Başkasının egemenliği altında olan bir varlığa ibadet etmek batılların batılıdır.
#
{86 ـ 87} ثم انتقل إلى ما هو أعظم من ذلك، فقال: {قلْ مَن ربُّ السمواتِ السبع}: وما فيها من النيِّرات والكواكب السيَّارات والثوابت، {وربُّ العرش العظيم}: الذي هو أعلى المخلوقات وأوسُعها وأعظمُها؛ فمن الذي خَلَقَ ذلك ودبَّره وصرَّفه بأنواع التدبير؟ {سيقولون لله}؛ أي: سيقرُّون بأنَّ الله ربُّ ذلك كله، قل لهم حين يُقِرُّون بذلك: {أفلا تتَّقونَ}: عبادةَ المخلوقاتِ العاجزةِ وتتَّقون الربَّ العظيم كامل القدرة عظيم السلطان؟! وفي هذا من لطف الخطاب من قوله: {أفلا تذكرون}، {أفلا تتَّقونَ}؛ والوعظ بأداة العرض الجاذبة للقلوب ما لا يخفى.
86. Daha sonra Allah Teala, bundan da büyük bir gerçeğe dikkatleri çekerek şöyle buyurmaktadır: “De ki: Yedi göğün Rabbi” ve onlarda bulunan aydınlık saçan cisimlerin, gezegenlerin ve yerleri değişmeyen yıldızların “ve azametli” yani mahlukatın en yükseği, en genişi ve en büyüğü olan “Arş’ın Rabbi kim?” Bütün bunları yaratan, işlerini düzenleyen ve çeşitli şekilleri ile çekip çeviren kim? 87. “Allah’ındır, diyecekler.” Yani bütün bunların Rabbinin Allah olduğunu ikrar ve itiraf edecekler. Onlar bu ikrar ve itirafta bulununca de ki: “O halde” aciz yaratıklara ibadet etmekten “korkup sakınmaz mısınız?” O azametli, kudreti kâmil, egemenliği pek büyük olan Rabden korkmaz mısınız? Yüce Allah’ın: “O halde düşünüp ibret almaz mısınız?” ve “O halde korkup sakınmaz mısınız?” buyruklarında oldukça nazik bir hitap, kalpleri kendisine doğru çeken güzel bir öğüt vardır. Soru edatı ile gelmesinde de bu, açıkça görülmektedir.
#
{88 ـ 89} ثم انتقل إلى إقرارهم بما هو أعمُّ من ذلك كلِّه، فقال: {قل من بيدِهِ ملكوتُ كلِّ شيءٍ}؛ أي: ملك كل شيء من العالم العلويِّ والعالم السفليِّ، ما نبصِرُه وما لا نبصِرُه، والملكوتُ صيغةُ مبالغةٍ؛ بمعنى الملك. {وهو يُجيرُ}: عباده من الشرِّ ويدفعُ عنهم المكارِهَ ويحفَظُهم مما يضرُّهم، {ولا يُجارُ عليه}؛ أي: لا يقدر أحدٌ أن يجيرَ على الله ولا يدفَعَ الشرَّ الذي قدَّره الله، بل ولا يشفَعُ أحدٌ عنده إلاَّ بإذنه. {سيقولون لله}؛ أي: سيقرُّون أنَّ الله المالك لكل شيءٍ، المجيرُ الذي لا يُجار عليه، {قل} لهم حين يقرُّون بذلك ملزِماً لهم: {فأنَّى تُسْحَرونَ}؛ أي: فأين تذهبُ عقولُكم حيث عبدتم مَنْ علمتم أنَّهم لا مُلك لهم ولا قِسْطَ من الملك، وأنَّهم عاجزون من جميع الوجوه، وتركتُم الإخلاص للمالِكِ العظيم القادرِ المدبِّر لجميع الأمور؟ فالعقول التي دلَّتكم على هذا لا تكون إلاَّ مسحورةً، وهي بلا شكٍّ قد سَحَرَها الشيطانُ بما زيَّنَ لهم، وحسَّنَ لهم وقَلَبَ الحقائق لهم فَسَحَرَ عقولَهم، كما سَحَرَت السحرةُ أعينَ الناس.
88. Daha sonra Yüce Allah, bütün bunlardan daha kapsamlı bir ikrar ve kabullerine geçerek şöyle buyurmaktadır: “De ki: Her şeyin hükümranlığı elinde bulunan kimdir?” ulvi alem olsun süfli alem olsun, gördüğünüz ve görmediğiniz her bir şeyin egemenliği/hakimiyeti kimin elindedir? “ki O himaye eder” kullarını kötülüklere karşı korur, hoşlanmadıkları şeyleri kendilerinden uzaklaştırır, zarar verecek şeylerden onları muhafaza eder “ama kendisine karşı (kimse kimseyi) himaye edemez?” Yani Allah’a rağmen kimsenin başkasını himaye altına almaya gücü yoktur. Allah’ın takdir ettiği kötülüğü hiç kimse bertaraf edemez, hatta O’nun izni olmadan kimse şefaatçi dahi olamaz. 89. “Onlar: Allah’ın (elindedir) diyecekler.” Yani her şeyin mutlak malik ve egemeninin O olduğunu, kendisine rağmen kimsenin himaye altına alınamayacağını ve himayeye alanın yalnızca O olduğunu ikrar ve itiraf edecekler. İşte bu ikrar ve itirafta bulununca onlara bağlayıcı olmak üzere “De ki: “O halde nasıl büyüleniyorsunuz?” Aklınız nereye gitti? Çünkü kendilerinin en ufak bir hükümranlığa sahip olmadıklarını, egemenlikten hiçbir paylarının bulunmadığını, bütün yönleri ile aciz olduklarını bildiğiniz varlıklara ibadet ediyor da o azametli, mutlak malik ve hakime, gücü her şeye yeten ve bütün işleri çekip çevirene ihlasla ibadeti terk ediyorsunuz? Size bu yolu gösteren akıllarınız olsa olsa büyülenmiştir! Hiç şüphesiz bu akılları şeytan, süslediği ve güzel gösterdiği şeylerle büyülemiştir. Onların nazarında gerçekleri ters yüz etmiş, sihirbazların başkalarının gözlerini büyülediği gibi o da onların akıllarını büyülemiştir.
Ayet: 90 - 92 #
{بَلْ أَتَيْنَاهُمْ بِالْحَقِّ وَإِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ (90) مَا اتَّخَذَ اللَّهُ مِنْ وَلَدٍ وَمَا كَانَ مَعَهُ مِنْ إِلَهٍ إِذًا لَذَهَبَ كُلُّ إِلَهٍ بِمَا خَلَقَ وَلَعَلَا بَعْضُهُمْ عَلَى بَعْضٍ سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يَصِفُونَ (91) عَالِمِ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ فَتَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ (92)}.
90- Hayır, biz onlara hakkı getirdik. Ne var ki onlar, yalancıdırlar. 91- Allah, hiç evlât edinmemiştir ve O’nunla birlikte herhangi bir ilâh da yoktur. Eğer olsaydı her bir ilâh kendi yarattığını yanına alır ve kimisi kimisine üstünlük sağlardı. Allah onların nitelendirmelerinden münezzehtir. 92- O, gaybı/görülmeyeni de görüleni de bilendir. O, ortak koştuklarından çok yücedir.
#
{90 ـ 92} يقولُ تعالى: بل أتينا هؤلاء المكذِّبين بالحقِّ؛ المتضمِّن للصدق في الأخبار، العدل في الأمر والنهي؛ فما بالُهم لا يعترِفون به، وهو أحقُّ أن يُتَّبَع، وليس عندَهم ما يعوِّضُهم عنه إلاَّ الكذبُ والظلمُ؟! ولهذا قال: {وإنَّهم لَكاذبون. ما اتَّخَذَ الله من ولدٍ وما كان معه من إلهٍ}: كذبٌ يُعْرَفُ بخبرِ الله وخبرِ رسلِهِ، ويُعْرَفُ بالعقل الصحيح، ولهذا نَبَّهَ تعالى على الدليل العقليِّ على امتناع إلهين فقال: {إذاً}؛ أي: لو كان معه آلهةٌ كما يقولون؛ {لَذَهَبَ كلُّ إلهٍ بما خَلَقَ}؛ أي: لانفرد كلُّ واحدٍ من الإلهين بمخلوقاتِهِ واستقلَّ بها، ولحرص على ممانعة الآخر ومغالبته، {ولَعَلا بعضُهم على بعضٍ}؛ فالغالب يكون هو الإله؛ فمع التمانُع لا يمكِنُ وجودُ العالَم ولا يُتَصَوَّرُ أن يَنْتَظِمَ هذا الانتظامَ المدهشَ للعقول، واعتبر ذلك بالشمس والقمر والكواكب الثابتة والسيَّارة؛ فإنَّها منذ خُلِقَتْ وهي تجري على نظام واحدٍ وترتيبٍ واحدٍ، كلُّها مسخرةٌ بالقدرةِ، مدبَّرةٌ بالحكمة لمصالح الخَلْق كلِّهم، ليست مقصورةً على مصلحةِ أحدٍ دون أحدٍ، ولن ترى فيها خللاً ولا تناقضاً ولا معارضةً في أدنى تصرُّف؛ فهل يُتَصَوَّرُ أن يكون ذلك تقدير إلهيْنِ ربَّيْنِ. {سبحان اللهِ عمَّا يصفِون}: قد نطقتْ بلسانِ حالِها، وأفهمتْ ببديع أشكالها: أنَّ المدبِّر لها إلهٌ واحدٌ؛ كامل الأسماء والصفات، قد افتقرتْ إليه جميعُ المخلوقات في ربوبيَّتِهِ لها وفي إلهيَّتِهِ لها؛ فكما لا وجود لها ولا دوام إلاَّ بربوبيَّتِهِ؛ كذلك لا صلاح لها ولا قِوامَ إلاَّ بعبادته وإفراده بالطاعة. ولهذا نبَّه على عظمةِ صفاتِهِ بأنموذج من ذلك، وهو علمُهُ المحيطُ، فقال: {عالم الغيب}؛ أي: الذي غاب عن أبصارِنا وعلمنا من الواجبات والمستحيلات والممكنات {والشهادةِ}: وهو ما نشاهِدُ من ذلك. {فتعالى}؛ أي: ارتفع وعظم {عما يُشْرِكون}: به، ولا علم عندَهم إلاَّ ما علَّمه الله.
90. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Hayır, biz o yalancılara verdiği haberlerde doğruluk, emir ve yasaklarında adalet içeren hakkı getirdik. Ne diye bu hakkı ikrar ve kabul etmiyor ve onun uyulmaya en layık olduğunu söylemiyorlar? Hem onların elinde onun yerini tutacak -yalan ve zulümden başka- hiçbir şey yoktur. Bundan dolayı Yüce Allah: “Ne var ki onlar, yalancıdırlar” buyurmaktadır. 91. “Allah, hiç evlât edinmemiştir ve O’nunla birlikte herhangi bir ilâh da yoktur.” Bunun yalan olduğu, hem Allah’ın ve rasullerinin haberi ile hem de akl-ı selimin delaleti ile bilinen bir husustur. Bundan dolayı Yüce Allah, iki ilâhın varlığının mümkün olmadığına dair aklî delile dikkat çekerek şöyle buyurmaktadır: “Eğer olsaydı” yani dedikleri gibi Allah ile birlikte başka ilâhlar bulunsa idi “her bir ilâh kendi yarattığını yanına alır” ilâhların her birisi sadece kendi yarattıklarını yanına alır, onlarla diğerlerinden bağımsız olarak varlığını korumaya çalışır, diğer ilâhlara karşı koymaya ve onları yenmeye gayret gösterirdi. “kimisi kimisine üstünlük sağlardı.” Böylece üstünlük sağlayan yegane ilâh olurdu. Alemin var olması ve akılları dehşete düşüren bir düzen içinde varlığını sürdürmesi, birden çok ilâhın varlığı ile bir arada düşünülemez. Güneş, ay, gezegenler ve sabit yıldızlar bunu ortaya koymaktadır. Bunlar yaratıldıkları günden beri belli bir düzen ve tek bir sistem çerçevesinde hareket etmektedirler. Hepsi Allah’ın kudretine boyun eğmiştir. Bütün insanların maslahatlarına uygun bir hikmet ile idare edilmektedirler. Bunların faydası, sadece belli kimselere has değildir, herkes içindir. Bunların düzeninde en ufak bir düzensizlik, bir çelişki yoktur. En ufak bir tasarrufta dahi bir sıkıntı bulunmamaktadır. Acaba bütün bunların iki rab ve ilâhın takdiri ile olması mümkün mü? “Allah, onların nitelendirmelerinden münezzehtir.” Bütün bu varlıklar, lisan-ı halleri ile dile gelmiş harikulade şekilleri ile şunu göstermiştir ki onları var eden, idare eden yalnızca bir tek ilâhtır. İsim ve sıfatları kâmildir, bütün yaratıklar rubûbiyetine ve ulûhiyetine muhtaçtır. Yüce Allah’ın rububiyeti olmaksızın var olmaları ve varlıklarını sürdürmeleri mümkün olmadığı gibi yalnızca O’na ibadet ve itaatte bulunmaksızın düzen bulmaları, varlıklarını dosdoğru bir şekilde devam ettirmeleri mümkün değildir. 92. Bundan dolayı Yüce Allah, sıfatlarının azametine dair tek bir örnek ile dikkat çekmektedir. Bu da O’nun her şeyi kuşatan ilmidir. Şöyle buyurmaktadır: “O, gaybı/görülmeyeni de” gözlerimizin ve ilmimizin dışında kalan vacip (varlığı zorunlu), müstahil (varlığı imkânsız) ve mümkün (varlığı ve yokluğu imkân dahilinde olan) her şeyi, “görüleni de” bunlardan bizim görebildiklerimizi de “bilendir. O, ortak koştuklarından çok yücedir.” Üstüntür, pek büyüktür. Onlarınsa Allah’ın bildirdiğinden başka bir bilgileri yoktur.
Ayet: 93 - 95 #
{قُلْ رَبِّ إِمَّا تُرِيَنِّي مَا يُوعَدُونَ (93) رَبِّ فَلَا تَجْعَلْنِي فِي الْقَوْمِ الظَّالِمِينَ (94) وَإِنَّا عَلَى أَنْ نُرِيَكَ مَا نَعِدُهُمْ لَقَادِرُونَ (95)}.
93- De ki: “Rabbim! Eğer onların tehdit olundukları (azabı) bana göstereceksen; 94- “O takdirde Rabbim, beni o zalimler topluluğu arasında kılma!” 95- Biz, onları tehdit ettiğimiz (azabı) sana göstermeye elbette kadiriz.
#
{93 ـ 95} لمَّا أقام تعالى على المكذِّبين أدلَّتَه العظيمةَ، فلم يلتَفِتوا لها، ولم يُذْعِنوا لها؛ حقَّ عليهم العذابُ، ووُعِدوا بنزوله، وأرشد اللهُ رسولَه أن يقول: {قُلْ ربِّ إمَّا تُرِيَنِّي ما يوعَدونَ}؛ أي: أيَّ وقتٍ أريتني عذابَهم وأحضرتَني ذلك، {ربِّ فلا تَجْعَلْني في القوم الظالمين}؛ أي: اعصِمْني وارْحَمْني مما ابتلَيْتَهم به من الذُّنوب الموجبة للنقم، واحْمِني أيضاً من العذاب الذي ينزِلُ بهم؛ لأنَّ العقوبة العامَّة تَعُمُّ عند نزولها العاصي وغيره. قال الله في تقريب عذابهم: {وإنَّا على أن نُرِيَكَ ما نَعِدُهُم لَقادِرونَ}: ولكنْ إنْ أخَّرْناه؛ فلحكمةٍ، وإلاَّ؛ فقُدْرَتنا صالحةٌ لإيقاعِهِ [فيهم].
93-94. Yüce Allah, yalancılara karşı pek büyük delillerini ortaya koyduğu halde onlar bu delillere iltifat etmeyip kabule yanaşmadıkları için azabın onlara gelmesi hak oldu. Bu nedenle de azabın üzerlerine inmesi ile tehdit olundular. İşte Yüce Allah da Rasûlüne şunları söylemesini emrediyor: “De ki: Rabbim! Eğer onların tehdit olundukları (azabı) bana göstereceksen” yani onlara azabın geleceği vakti bana gösterip o sırada beni de hazır bulunduracaksan; “O takdirde Rabbim, beni o zalimler topluluğu arasında kılma!” Onları müptela kıldığın ve onlardan intikam almanı gerektiren günahlardan beni koru, himayene al! Aynı şekilde üzerlerine inecek azaptan da beni koru! Çünkü genel azap nazil olduğu zaman isyankâr olanı da olmayanı da kapsar. 95. Yüce Allah onların azaba uğramalarının pek yakın olduğunu haber vererek şöyle buyurmaktadır: “Biz onları tehdit ettiğimiz (azabı) sana göstermeye elbette kadiriz.” Ama bu azabı erteliyorsak, bunun bir hikmeti vardır. Aksi takdirde bizim kudretimiz ve gücümüz onlara bu azabı indirmeye yeterlidir.
Ayet: 96 - 98 #
{ادْفَعْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ السَّيِّئَةَ نَحْنُ أَعْلَمُ بِمَا يَصِفُونَ (96) وَقُلْ رَبِّ أَعُوذُ بِكَ مِنْ هَمَزَاتِ الشَّيَاطِينِ (97) وَأَعُوذُ بِكَ رَبِّ أَنْ يَحْضُرُونِ (98)}.
96- Sen kötülüğü en güzel şekliyle sav! Biz, onların ne nitelendirmelerde bulunduklarını çok iyi biliyoruz. 97- Ve de ki: “Rabbim, şeytanların kışkırtıcı vesveselerinden sana sığınırım.” 98- “Rabbim, yanımda bulunmalarından da sana sığınırım.”
#
{96} هذا من مكارم الأخلاق التي أمر اللهُ رسولَه بها، فقال: {ادفَعْ بالتي هي أحسنُ السيئةَ}؛ أي: إذا أساء إليك أعداؤك بالقول والفعل؛ فلا تقابِلْهم بالإساءة؛ مع أنَّه يجوزُ معاقبة المسيء بمثل إساءته، ولكن ادْفَعْ إساءتهم إليك بالإحسان منك إليهم؛ فإنَّ ذلك فضلٌ منك على المسيء، ومن مصالح ذلك أنَّه تخفُّ الإساءة عنك في الحال وفي المستقبل، وأنَّه أدعى لجلب المسيء إلى الحقِّ، وأقرب إلى ندمه وأسفه ورجوعِهِ بالتوبة عمَّا فَعَلَ، ويتَّصِفُ العافي بصفة الإحسان، ويقهرُ بذلك عدوَّه الشيطان، ويستوجبُ الثواب من الربِّ؛ قال تعالى: {فَمَنْ عفا وأصلحَ فأجرُهُ على الله}، وقال تعالى: {ادفَعْ بالتي هي أحسنُ السيئةَ فإذا الذي بينَكَ وبينَهُ عداوةٌ كأنَّه وليٌّ حميمٌ. وما يُلَقَّاها}؛ أي: ما يوفَّق لهذا الخُلُق الجميل {إلاَّ الذين صَبَروا وما يُلَقَّاها إلاَّ ذو حظٍّ عظيم}. وقوله: {نحن أعلم بما يَصِفون}؛ أي: بما يقولون من الأقوال المتضمِّنة للكفر والتكذيب بالحق، قد أحاط علمُنا بذلك، وقد حَلِمْنا عنهم وأمهَلْناهم وصبَرْنا عليهم، والحقُّ لنا، وتكذيبُهم لنا؛ فأنت يا محمد ينبغي لك أن تصبِرَ على ما يقولون، وتقابِلَهم بالإحسان. هذه وظيفة العبد في مقابلة المسيء من البشر.
96. Bu buyrukta Allah’ın Rasûlüne emretmiş olduğu üstün ahlâkî değerlerden birisini görüyoruz. Yüce Allah ona şunu emretmektedir: “Sen kötülüğü en güzel şekliyle sav!” Düşmanların sana söz ve davranışları ile kötülük yapacak olursa -kötülük yapana kötülüğünün benzeri ile karşılık vermek caiz olmakla birlikte- sen onlara kötülük ile karşılık verme! Bunun yerine sana yaptıkları kötülüğü onlara iyilik yapmak sûreti ile savuştur. Bu, senin kötülük yapana karşı bir faziletin, bir erdemin olsun. Bunun faydalarından birisi de hem o esnada hem de gelecekte sana karşı yapılacak kötülüğün azalmasıdır. Diğer taraftan böyle bir davranış, sana kötülük yapanın hakkı görmesine, pişmanlık duyup üzülmesine, yaptığından tevbe edip dönmesine daha bir yardımcı olur. Ayrıca affeden kişi, ihsan sıfatına sahip olur. Bu yolla düşmanı olan şeytanı kahreder. Yüce Rabden de mükâfat almaya hak kazanır olur. Zira Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Kim affedip düzeltirse artık onun mükâfatını vermek Allah’a aittir.” (eş-Şura, 42/40); “Sen (kötülüğü) en güzel şekilde def et. O zaman seninle kendisi arasında düşmanlık olan kimse sanki candan bir dost gibi oluverir. Buna da ancak sabredenler kavuşturulur.” Yani bu güzel ahlâka sahip olma muvaffakiyeti ancak onlara hastır. “Buna ancak büyük bir pay sahibi olanlar kavuşturulur.” (Fussilet, 41/34-35) üce Allah’ın: “Biz onların ne nitelendirmelerde bulunduklarını çok iyi biliyoruz” buyruğuna gelince; yani biz küfrü ve hakkı yalanlamayı içeren sözlerini çok iyi biliriz. İlmimiz bunu kuşatmıştır, ama hilmimiz ile muamele ederek onlara mühlet verdik ve onların söylediklerini sabırla karşıladık. Halbuki hak bizimdir ve onlar aslında bizi yalanlamaktadırlar. Şimdi ey Muhammed, senin de onların söylediklerine sabretmen ve onlara iyilikle karşılık vermen gerekir. İşte kötülük işleyen insanlara karşı kulun vazifesi budur.
#
{97 ـ 98} وأما المسيء من الشياطين؛ فإنَّه لا يُفيد فيه الإحسانُ، ولا يدعو حِزْبَهُ إلاَّ لِيكونوا من أصحاب السعير؛ فالوظيفةُ في مقابلته أن يسترشِدَ بما أرشد الله إليه رسوله، فقال: {وقُل ربِّ أعوذُ بك}؛ [أي: أعتصم بحولك وقوَّتك متبرئًا من حولي وقوَّتي]، {من هَمَزات الشياطين. وأعوذُ بكَ ربِّ أن يحضُرونِ}؛ أي: أعوذُ بك من الشرِّ الذي يصيبُني بسبب مباشرتِهِم وهَمْزِهِم ومسِّهم، ومن الشرِّ الذي بسبب حضورِهِم ووسوستِهِم، وهذه استعاذةٌ من مادَّة الشرِّ كلِّه وأصله، ويدخُلُ فيه الاستعاذةُ من جميع نَزَغات الشيطان ومن مسِّه ووسوستِهِ؛ فإذا أعاذ اللهُ عبدَه من هذا الشرِّ، وأجاب دعاءَه؛ سَلِمَ من كلِّ شرٍّ، ووفِّقَ لكلِّ خير.
97-98. Kötülük yapan şeytanlara gelince onlara iyilik yapmanın bir faydası olmaz. O, kendi taraftarlarını ancak cehennemliklerden olmaları için davet eder durur. Şeytana karşı koymakta yerine getirilmesi gereken görev ise Allah’ın, Rasûlüne gösterdiği yola uygun hareket etmektir. Allah şöyle buyurmaktadır: “Ve de ki: Rabbim, şeytanların kışkırtıcı vesveselerinen sana sığınırım. Rabbim, yanımda bulunmalarından da sana sığınırım.” Yani onların yakınlıkları, vesveseleri, dokunmaları ile isabet edecek kötülükten, yanımda hazır bulunmaları ve vesveseleri ile uğrayacağım şerlerinden sana sığınırım. Kendi güç ve imkanlarımdan uzaklaşıp yalnızca sana iltica ederim. Bu, şerrin tümünden ve onun ana kaynağından Allah’a sığınmaktır. Bunun kapsamına şeytanın bütün ayartmalarından ve vesveselerinden Allah’a sığınmak girmektedir. Yüce Allah, kulunu böyle bir şerden koruyup himaye altına alarak onun bu duasını kabul ettiği taktirde o, her türlü kötülükten kurtulmuş ve her hayrı işleme başarısına nail olmuş olur.
Ayet: 99 - 100 #
{حَتَّى إِذَا جَاءَ أَحَدَهُمُ الْمَوْتُ قَالَ رَبِّ ارْجِعُونِ (99) لَعَلِّي أَعْمَلُ صَالِحًا فِيمَا تَرَكْتُ كَلَّا إِنَّهَا كَلِمَةٌ هُوَ قَائِلُهَا وَمِنْ وَرَائِهِمْ بَرْزَخٌ إِلَى يَوْمِ يُبْعَثُونَ (100)}.
99- Nihayet onlardan birine ölüm geldiğinde: “Rabbim, beni (dünyaya) döndürün” der. 100- “Ta ki salih amel işleyip de terk ettiklerimi telafi edeyim.” Asla! Bu, onun gevelediği bir sözden ibarettir. Onların önlerinde diriltilecekleri güne kadar (sürecek) bir berzah (kabir alemi) vardır.
#
{99 ـ 100} يخبرُ تعالى عن حال مَنْ حَضَرَهُ الموت من المفرِّطين الظَّالمين: أنَّه يندمُ في تلك الحال إذا رأى مآله، وشاهَدَ قُبْحَ أعماله، فيطلبُ الرجعة إلى الدنيا، لا للتمتُّع بلذَّاتها واقتطاف شَهَواتها، وإنَّما ذلك يقول: {لعلِّي أعملُ صالحاً فيما تركتُ}: من العمل وفرَّطْتُ في جَنْب الله. {كلاَّ}؛ أي: لا رجعةَ له ولا إمهالَ، قد قضى اللهُ أنَّهم إليها لا يُرْجَعون، {إنَّها}؛ أي: مقالتُه التي تمنَّى فيها الرجوعَ إلى الدُّنيا {كلمةٌ هو قائلُها}؛ أي: مجرد قول باللسانِ، لا يفيدُ صاحبَه إلاَّ الحسرةَ والندم، وهو أيضاً غير صادقٍ في ذلك؛ فإنَّه لَوْ رُدَّ لَعادَ لما نُهِيَ عنه. {ومن ورائِهِم برزخٌ إلى يوم يُبْعَثونَ}؛ أي: من أمامهم وبين أيديهم برزخٌ، وهو الحاجز بين الشيئين؛ فهو هنا الحاجزُ بين الدُّنيا والآخرة، وفي هذا البرزخ يتنعَّم المطيعونَ، ويعذَّبُ العاصونَ من موتِهِم إلى يوم يبعثونَ؛ أي: فَلْيَعُدُّوا له عُدَّتَهُ، وليأخذوا له أُهْبَتَهُ.
99-100. Yüce Allah, kusurlu ve zalim kimselerin ölüme yakın hallerini haber vermektedir. Böyle bir kimse, âkıbetini görüp amellerinin çirkinliğini müşahade edeceği bu halde pişman olacaktır. Bu pişmanlığın etkisi ile dünyaya geri döndürülmeyi isteyecektir. Ancak bu isteği, dünya lezzetlerinden faydalanmak ve arzu edilen şeyleri devşirmek için olmayacaktır. O, “salih amel işleyip de terk ettiklerimi telafi edeyim” ümidiyle bunu isteyecektir. Yani terk ettiğim amelleri işleyip Allah’ın hakkında yaptığım kusurları telafi edeyim, temennisi ile bu sözleri söyleyecektir. “Asla!” Onun dönüşü olmayacak, ona mühlet de verilmeyecektir. Çünkü Allah, tekrar dünyaya geri dönülmeyeceğine dair kesin hüküm vermiştir. “Bu” dünyaya dönmeyi temenni ettiği bu sözü “onun gevelediği bir sözden ibarettir.” Sadece dille söylenmiştir. Söyleyenine pişmanlıktan başka bir faydası yoktur. Aynı zamanda o, bu sözünde samimi de değildir. Çünkü dünyaya geri döndürülecek olursa hiç şüphesiz daha önce kendisine yasak kılınan şeylere tekrar dönecektir. “Onların önlerinde diriltilecekleri güne kadar (sürecek) bir berzah (kabir alemi) vardır.” Önlerinde iki şey arasındaki engel demek olan “berzah” bulunmaktadır. Buradaki engel, dünya ile âhiret arasındaki engeldir. Bu berzahta itaat edenler nimete mazhar olurlar, isyankârlar da azap görürler ve bu, ölümlerinden ve kabirlerinde yerlerini almalarından itibaren başlayıp diriltilecekleri güne kadar devam eder. O halde bu güne hazırlıklı olsunlar ve bunun için gereken tedbirlerini alsınlar.
Ayet: 101 - 114 #
{فَإِذَا نُفِخَ فِي الصُّورِ فَلَا أَنْسَابَ بَيْنَهُمْ يَوْمَئِذٍ وَلَا يَتَسَاءَلُونَ (101) فَمَنْ ثَقُلَتْ مَوَازِينُهُ فَأُولَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ (102) وَمَنْ خَفَّتْ مَوَازِينُهُ فَأُولَئِكَ الَّذِينَ خَسِرُوا أَنْفُسَهُمْ فِي جَهَنَّمَ خَالِدُونَ (103) تَلْفَحُ وُجُوهَهُمُ النَّارُ وَهُمْ فِيهَا كَالِحُونَ (104) أَلَمْ تَكُنْ آيَاتِي تُتْلَى عَلَيْكُمْ فَكُنْتُمْ بِهَا تُكَذِّبُونَ (105) قَالُوا رَبَّنَا غَلَبَتْ عَلَيْنَا شِقْوَتُنَا وَكُنَّا قَوْمًا ضَالِّينَ (106) رَبَّنَا أَخْرِجْنَا مِنْهَا فَإِنْ عُدْنَا فَإِنَّا ظَالِمُونَ (107) قَالَ اخْسَئُوا فِيهَا وَلَا تُكَلِّمُونِ (108) إِنَّهُ كَانَ فَرِيقٌ مِنْ عِبَادِي يَقُولُونَ رَبَّنَا آمَنَّا فَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا وَأَنْتَ خَيْرُ الرَّاحِمِينَ (109) فَاتَّخَذْتُمُوهُمْ سِخْرِيًّا حَتَّى أَنْسَوْكُمْ ذِكْرِي وَكُنْتُمْ مِنْهُمْ تَضْحَكُونَ (110) إِنِّي جَزَيْتُهُمُ الْيَوْمَ بِمَا صَبَرُوا أَنَّهُمْ هُمُ الْفَائِزُونَ (111) قَالَ كَمْ لَبِثْتُمْ فِي الْأَرْضِ عَدَدَ سِنِينَ (112) قَالُوا لَبِثْنَا يَوْمًا أَوْ بَعْضَ يَوْمٍ فَاسْأَلِ الْعَادِّينَ (113) قَالَ إِنْ لَبِثْتُمْ إِلَّا قَلِيلًا لَوْ أَنَّكُمْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ (114)}.
101- Sûr’a üfürüldüğü zaman artık aralarında ne akrabalık bağı kalır ne de birbirlerini sorup soruştururlar. 102- Kimlerin tartıları ağır basarsa işte onlar, kurtuluşa erenlerdir. 103- Kimlerin tartıları hafif gelirse işte onlar da kendilerini hüsrana sürükleyenlerdir ve cehennemde ebediyen kalacaklardır. 104- Yüzlerini ateş bürüyecektir ve (dudakları yandığından) dişleri sırıtacaktır. 105- (Allah şöyle buyuracak:) “Âyetlerim size okunuyordu da siz de onları yalanlıyordunuz, öyle değil mi?” 106- Diyecekler ki: “Rabbimiz, bedbahtlığımız/arzularımız bize galip geldi. Biz sapmış bir topluluktuk.” 107- “Rabbimiz! Bizi buradan çıkar. Eğer bir daha (eski yaptıklarımıza) dönersek gerçekten biz (bu azabı hak etmiş) zalim kimseleriz, demektir.” 108- Buyuracak ki: Yıkılın içerisine! Bana da bir şey söylemeyin artık! 109- Gerçek şu ki kullarım içinde: “Rabbimiz! Biz, iman ettik. Öyleyse bize mağfiret ve rahmet buyur. Sen merhamet edenlerin en hayırlısısın” diyen bir topluluk vardı. 110- Sizler ise onları alaya aldınız; öyle ki onlar(la meşguliyetiniz) size beni anmayı unutturdu. Siz, onlara gülüp durdunuz. 111- Ben de bugün onları sabretmelerine karşılık mükafatlandırdım: İşte kurtuluşa erenler onlardır. 112- (Onlara:) “Siz yeryüzünde kaç yıl kaldınız?” buyuracak. 113- Onlar da: “Bir gün yahut daha az kaldık. Sayanlara sor” diyecekler. 114- Buyuracak ki: “Siz, ancak pek az bir süre kaldınız. Bunu bir bilmiş olsaydınız…”
#
{101} يخبر تعالى عن هول يوم القيامةِ، وما في ذلك [اليوم] من المزعجاتِ والمقلقاتِ، وأنَّه إذا نُفِخَ في الصور نفخةُ البعث، فحُشِرَ الناس أجمعون، لميقاتِ يوم معلوم؛ أنَّه يُصيبهم من الهول ما يُنسيهم أنسابَهم التي هي أقوى الأسباب، فغير الأنساب من باب أولى، وأنَّه لا يسألُ أحدٌ أحداً عن حالِهِ؛ لاشتغالِهِ بنفسه؛ فلا يدري هل يَنْجو نجاةً لا شقاوةَ بعدَها أو يشقى شقاوةً لا سعادةَ بعدها؛ قال تعالى: {فإذا جاءتِ الصَّاخَّة. يوم يَفِرُّ المرءُ من أخيه وأمّه وأبيه. وصاحبتِهِ وبنيه. لكلِّ امرئٍ منهم يومئذٍ شأنٌ يُغنيه}.
101. Allah, kıyamet gününün dehşetini ve o günde insanı tedirgin edici halleri haber vermektedir. Sûr’a öldükten sonra diriliş için üfürüleceği vakit bütün insanlar, vadesi belli bir günde hep birlikte toplanmış, haşredilmiş olacaktır. O vakit insanlar bu dehşetlerin etkisi ile en önemli bağ olan nesep bağlarını dahi unutacaklardır. Nesep bağı dışındaki bağlılıkların unutulması ise öncelikle söz konusudur. Kimse kimseye: Halin nedir? diye sormayacaktır. Çünkü herkes kendisi ile meşgul olacaktır. Acaba arkasından bedbahtlık söz konusu olmayan bir şekilde mutlu olacak mı? Yoksa arkasından mutluluğun söz konusu olmayacağı bir bedbahtlığa mı mahkum olacak? Nitekim Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: “O kulakları sağır edici (sura ikinci üfürüş) geldiği zaman. O gün kişi, kardeşinden, annesinden ve babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar. O gün onlardan her birinin kendine yeter bir işi vardır.” (Abese, 80/33-37)
#
{102} وفي القيامة مواضعُ يشتدُّ كربُها ويعظُمُ وقْعُها؛ كالميزان الذي يُمَيَّزُ به أعمالُ العبدِ، ويُنْظَرُ فيه بالعدل ما له وما عليه، وتَبين فيه مثاقيلُ الذَّرِّ من الخيرِ والشر. {فَمَنْ ثَقُلَتْ موازينُهُ}: بأن رَجَحَتْ حسناتُه على سيئاته؛ {فأولئك هم المفلحونَ}: لنجاتِهِم من النار، واستحقاقِهِم الجنَّة، وفوزِهم بالثناء الجميل.
102. Kıyamet gününde sıkıntıları ağır, etkisi pek büyük bazı konumlar olacaktır. Kulun amellerinin birbirinden ayırt edildiği, amellerinin adaletle gözden geçirilip neyin lehine neyin aleyhine olduğunun tespit edildiği, hayır ve şer türünden zerre ağırlığı kadar olanların dahi ortaya çıktığı mizan/tartı buna bir örnektir. İşte “Kimlerin tartıları” iyilikleri kötülüklerine “ağır basarsa işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” Çünkü ateşten kurtulup cenneti hak etmişlerdir, güzel övgülere nail olmuşlardır.
#
{103} {ومَنْ خَفَّتْ موازينُهُ}: بأن رَجَحَتْ سيئاتُه على حسناتِهِ وأحاطتْ بها خطيئاتُهُ؛ {فأولئك الذين خَسِروا أنْفُسَهم}: كلُّ خسارةٍ غير هذه الخسارةِ؛ فإنَّها بالنسبة إليها سهلةٌ، ولكن هذه خسارةٌ صعبةٌ؛ لا يُجْبَرُ مُصابها، ولا يُسْتَدْرَكُ فائِتُها؛ خسارةٌ أبديَّة وشقاوةٌ سرمديَّة، قد خسر نفسَه الشريفة التي يتمكَّن بها من السعادة الأبديَّة، ففوَّتها هذا النعيم المقيم في جوار الربِّ الكريم. {في جهنَّمَ خالدونَ}: لا يخرُجون منها أبدَ الآبدينَ، وهذا الوعيد إنَّما هو ـ كما ذكرنا ـ لمن أحاطَتْ خطيئاتُهُ بحسناتِهِ، ولا يكون ذلك إلاَّ كافراً؛ فعلى هذا لا يُحاسَبُ محاسبةَ من توزَنُ حسناتُه وسيئاتُه؛ فإنَّهم لا حسنات لهم، ولكن تعدُّ أعمالُهم وتُحصى، فيوقَفون عليها، ويقرَّرون بها، ويُخْزَوْن بها. وأمَّا مَنْ مَعَهُ أصلُ الإيمان، ولكنْ عَظُمَتْ سيئاتُه، فرجَحَتْ على حسناتِهِ؛ فإنَّه وإن دَخَلَ النار؛ لا يَخْلُدُ فيها كما دلَّت على ذلك نصوص الكتاب والسنة.
103. “Kimin de tartıları” kötülükleri iyiliklerine ağır basarak “hafif gelirse” ve günahları kendisini çepeçevre kuşatırsa “işte onlar, kendilerini hüsrana sürükleyenlerdir” Bütün hüsranlar buna oranla hafiftir, kolaydır. Zira bu hüsran, pek büyük bir zarardır ve onun telafisi yoktur. Elden kaçırılanlar bir daha geri getirilemez. Ebedi bir zarar, sonu gelmez bir bedbahtlık... Kişi kendi öz nefsini dahi kaybetmiş olacaktır. Halbuki o, değerli nefsi sayesinde ebedi saadeti elde etme imkânına sahipti. Ancak o, kendi nefsine kerim olan Rabbin yakınında ebedi nimetlere nail olma fırsatını kaybettirmiştir. “ve cehennemde ebediyen kalacaklardır.” Oradan bir daha asla çıkamayacaklardır. Bu tehdit -az önce de belirttiğimiz gibi- günahları iyiliklerini çepeçevre kuşatmış olan kimseler içindir. Böyle bir kimse ise ancak kâfir kişidir. Buna göre bu kimse, iyilik ve kötülüklerin karşılıklı olarak tartılacağı bir hesaba tâbi tutulmayacaktır. Çünkü bunların iyilikleri yoktur. Ancak onların amelleri tek tek sayılacak, tespit edilecek ve onlar amellerinden haberdar edilecek, bu amelleri yaptıklarını ikrar ve itiraf edecekler, bu amelleri sebebi ile de rezil edileceklerdir. İmanın aslına sahip olmakla birlikte günahları çok olduğu için iyiliklerine ağır basan kimseler, cehennem ateşine girecek olsalar dahi orada ebediyen kalmayacaklardır. Nitekim Kitap ve Sünnetin nasları da buna delil teşkil etmektedir.
#
{104} ثم ذَكَرَ تعالى سوءَ مصير الكافرين، فقال: {تَلْفَحُ وجوهَهُم النارُ}؛ أي: تغشاهم من جميع جوانِبِهم، حتى تصيبَ أعضاءهم الشريفةَ، ويتقطَّع لهبُها عن وجوههم، {وهم فيها كالِحونَ}: قد عَبَسَتْ وجوهُهم وقَلَصَتْ شفاهُهم، من شدَّة ما هم فيه، وعظيم ما يَلْقَوْنَه.
104. Daha sonra Allah, kâfirlerin kötü âkıbetlerini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Yüzlerini ateş bürüyecektir.” Yani ateş, onları bütün yönlerinden kuşatacaktır. O kadar ki en şerefli azalarına dahi isabet edecek ve ateşin parça parça alevleri yüzlerin yakacaktır. “…dişleri sırıtacaktır.” Suratları asık bir hal almış; dudakları içinde bulundukları halin şiddetinden ve karşı karşıya kaldığı azabın büyüklüğünden dolayı yukarı doğru gerilmiş/çekilmiş olacaktır.
#
{105} فيُقالُ لهم توبيخاً ولوماً: {ألم تَكُنْ آياتي تُتْلى عليكم}: تُدْعَون بها لِتؤمنوا وتُعْرَضُ عليكم لِتَنْظُروا؛ {فكنتم بها تكذِّبونَ}: ظلماً منكم وعناداً، وهي آياتٌ بيناتٌ، دالاَّتٌ على الحقِّ والباطل، مبيِّناتٌ للمحقِّ والمبطل؟!
105. Onlara azarlama ve kınama üslûbu ile şöyle denilecektir: “Âyetlerim size okunuyordu da” onlarla imana ve üzerlerinde dikkatle düşünmeye çağırılıyordunuz “siz de onları” zalimlik ederek ve inatlaşarak “yalanlıyordunuz, öyle değil mi?” Halbuki bu âyetler, hakka ve batıla delâlet eden, kimin hak kimin batılın peşinde olduğunu açıkça ortaya koyan apaçık âyetler idi.
#
{106} فحينئذٍ أقرُّوا بظلمهم حيث لا ينفع الإقرار: {قالوا ربَّنا غَلَبَتْ عَلَيْنا شِقْوَتُنا}؛ أي: غلبت علينا الشَّقاوة الناشئةُ عن الظُّلم والإعراض عن الحقِّ والإقبال على ما يضرُّ وتركِ ما ينفعُ، {وكنَّا قوماً ضالِّين}: في عملهم، وإن كانوا يَدْرون أنَّهم ظالمون؛ أي: فعلنا في الدُّنيا فعلَ التائِهِ الضالِّ السفيهِ؛ كما قالوا في الآية الأخرى: {وقالوا لو كُنَّا نَسْمَعُ أو نَعْقِلُ ما كُنَّا في أصحابِ السَّعير}.
106. İşte o vakit onlar, ikrar ve itirafın fayda vermeyeceği bir zamanda zalimliklerini kabul edeceklerdir: “Rabbimiz, bedbahtlığımız bize galip geldi.” Zulüm, haktan yüz çevirmek, zararlı şeylere yönelip faydalı şeyleri terk etmekten kaynaklanan bedbahtlığımız bize baskın geldi. “Biz” işlerinde “sapmış bir topluluktuk.” Böylece kendilerinin zalim olduklarını kabul edeceklerdir. Yani biz, dünyada nereye gittiğini bilemeyen, yolunu şaşırmış, aklı başından gitmiş kimselerin yaptığını yapıyorduk. Nitekim bir başka âyette onların şöyle diyecekleri bize nakledilmektedir: “Eğer biz, dinleseydik ve aklımızı kullanmış olsaydık cehennemlikler arasında olmazdık. (el-Mülk, 67/10)
#
{107} {ربَّنا أخْرِجْنا منها فإنْ عُدْنا فإنَّا ظالِمونَ}: وهم كاذِبون في وعدِهم هذا؛ فإنَّهم كما قال تعالى: {لو رُدُّوا لَعادوا لما نُهوا عنه}، ولم يُبْقِ الله لهم حجَّة، بل قطع أعذارَهم، وعَمَّرَهم في الدُّنيا ما يتذكَّر فيه من تذكَّر ، ويرتدِعُ فيه المجرمُ.
107. “Rabbimiz! Bizi buradan çıkar. Eğer bir daha (eski yaptıklarımıza) dönersek gerçekten biz (bu azabı hak etmiş) zalim kimseleriz, demektir.” Ancak onlar, bu sözlerinde de yalancıdırlar. Allah’ın buyurduğu gibi: “Eğer geri döndürülseler yine kendilerine yasaklanan şeylere geri dönerler.” (el-En’âm, 6/128) Yüce Allah, onlara kendi lehlerine ileri sürebilecekleri hiçbir delil bırakmamış, aksine bütün mazeretlerini çürütmüştür. Dünya hayatında da onlara öğüt alabilecek kimsenin öğüt alabileceği, suçlunun suçundan vazgeçebileceği bir ömür yaşatmıştır. Yüce Allah, bu dileklerine cevap olarak şöyle buyurmaktadır:
#
{108} فقال الله جواباً لسؤالهم: {اخسؤوا فيها ولا تُكَلِّمونِ}: وهذا القول ـ نسألُه تعالى العافيةَ ـ أعظمُ قول على الإطلاق يسمعهُ المجرِمون في التخييبِ والتوبيخ والذُّلِّ والخسارِ والتأييس من كلِّ خيرٍ والبُشرى بكل شرٍّ، وهذا الكلام والغضب من الربِّ الرحيم أشدُّ عليهم، وأبلغُ في نِكايتهم من عذاب الجحيم.
108. “Yıkılın içerisine! Bana da bir şey söylemeyin artık.” Yüce Allah’tan esenlik dileriz; bu söz günahkâr kimselerin umutlarının yıkılması, azar, zillet, hüsran, her türlü hayırdan yana ümitlerinin kesilmesi, buna karşılık her türlü kötülük müjdesinin verilmesi muhtevasına sahip olan, günahkârların işitebileceği sözlerin kayıtsız şartsız en ağırı, en büyüğüdür. Rahim Rab’den gelen bu söz ve gazap, onlar için cehennem azabında çekecekleri sıkıntılardan daha ağır ve daha büyüktür.
#
{109} ثم ذكر الحال التي أوصلَتْهم إلى العذاب وقَطَعَتْ عنهم الرحمةَ، فقال: {إنَّه كان فريقٌ من عبادي يقولونَ ربَّنا آمنَّا فاغْفِرْ لنا وارْحَمْنا وأنتَ خيرُ الراحمينَ}: فجمعوا بين الإيمان المقتضي لأعمالِهِ الصالحة، والدُّعاء لربِّهم بالمغفرة والرحمة، والتوسُّل إليه بربوبيَّته ومنَّته عليهم بالإيمان، والإخبار بسعةِ رحمتِهِ وعموم إحسانِهِ، وفي ضمنِهِ ما يدلُّ على خضوعهم وخشوعهم وانكسارِهم لربِّهم وخوفهم ورجائهم؛ فهؤلاءِ ساداتُ الناس وفضلاؤهم.
109. Daha sonra Allah, onları bu azaba ulaştıran, ilâhi rahmetin kendilerine ulaşmasının önünü kesen hallerini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Gerçek şu ki kullarım içinde: “Rabbimiz! Biz, iman ettik. Öyleyse bize mağfiret ve rahmet buyur. Sen merhamet edenlerin en hayırlısısın” diyen bir topluluk vardı.” Bu topluluk, salih amelleri gerektiren iman ile birlikte Rablerine dua edip mağfiret ve rahmetini diliyor, rubûbiyetini, onlara imanı lütfedişini, Rablerinin rahmetinin genişliğini, ihsanının genelliğini dile getirerek yalvarıp yakarıyorlardı. Bu buyrukların muhtevasında son derece alçakgönüllü olduklarına, Rablerinin huzurunda zilletle eğildiklerine, ona karşı kırık kalpleri ile yöneldiklerine, azabından korkup rahmetini ümit ettiklerine delil olacak ifadeler vardır. İşte bunlar, insanların efendileri ve en faziletlileridir.
#
{110} {فاتَّخَذْتُموهم}: أيُّها الكفرةُ الأنذالُ ناقصو العقول والأحلام، {سِخْرِيًّا}: تهزؤون بهم وتحتقرونهم حتى اشتغلتُم بذكر السَّفه، {حتى أنْسَوْكُم ذِكْري وكنتم منهم تَضْحَكونَ}: وهذا الذي أوجبَ لهم نسيان الذِّكر اشتغالُهم بالاستهزاء بهم؛ كما أنَّ نسيانهم للذِّكر يحثُّهم على الاستهزاء؛ فكلٌّ من الأمرين يمدُّ الآخر؛ فهل فوق هذه الجرأة جرأة؟!
110. Buna rağmen siz, ey bayağı kâfirler, kıt akıllı, kısır görüşlüler, “sizler ise onları alaya aldınız.” Onlarla o derece alay edip onları o derece hakir gördünüz, bu kıtakıllılıkla o kadar uğraşıp durdunuz ki “onlar(la meşguliyetiniz) size beni anmayı unutturdu. Siz onlara gülüp durdunuz.” İşte Rablerinin öğüdünü hatırlamalarını engelleyen ve unutturan şey, bu mü’minleri alaya almakla meşgul olmalarıdır. Aynı şekilde onların Rablerinin öğüdünü unutmaları da onları böyle bir alaya teşvik etmiştir. Bu işlerin her birisi diğerinin desteğidir. Bundan daha büyük bir küstahlık olabilir mi?
#
{111} {إنِّي جزيتُهُمُ اليومَ بما صَبَروا}: على طاعتي وعلى أذاكم حتى وصلوا إليَّ {أنَّهم هُمُ الفائزونَ}: بالنعيم المقيم والنَّجاة من الجحيم؛ كما قال في الآية الأخرى: {فاليومَ الذين آمنوا من الكُفَّارِ يَضْحَكونَ ... } الآيات.
111. “Ben de bugün onları” huzuruma varıncaya kadar bana itaate ve sizin eziyetlerinize “sabretmelerine karşılık mükafatlandırdım: İşte kurtuluşa erenler onlardır” ebedi nimetlere kavuşmayı, alevli cehennem azabından uzak kalmayı hak etmişlerdir. Nitekim Yüce Allah: “İşte bugün, iman edenler o kâfirlere gülerler.” (el-Mutaffifin, 83/34) diye başlayan âyet-i kerimelerde de bu durumu dile getirmektedir.
#
{112 ـ 114} {قال} لهم على وجهِ اللَّوم وأنَّهم سفهاءُ الأحلام حيث اكْتَسَبوا في هذه المدَّة اليسيرةِ كلَّ شرٍّ أوصَلَهم إلى غضبِهِ وعقوبتِهِ، ولم يكتَسِبوا ما اكْتَسَبَه المؤمنون من الخير الذي يوصِلُهم إلى السعادة الدائمة ورضوان ربِّهم: {كم لَبِثْتُم في الأرضِ عددَ سنينَ. قالوا لَبِثْنا يوماً أو بعضَ يوم}: كلامُهم هذا مبنيٌّ على استقصارِهم جدًّا لمدَّة مُكْثِهِم في الدُّنيا، وأفاد ذلك، لكنَّه لا يفيدُ مقدارَه ولا يُعَيِّنُه؛ فلهذا قالوا: {فاسألِ العادِّينَ}؛ أي: الضابطين لعددِهِ، وأمَّا هم؛ ففي شغل شاغل وعذاب مذهل عن معرفةِ عددِهِ. فقال لهم: {إن لبثتم إلاَّ قليلاً}: سواء عيَّنْتُم عدَدَه أم لا، {لو أنكم كنتُم تعلمونَ}.
112. (Onlara:) “Siz yeryüzünde kaç yıl kaldınız?” buyuracak.” Yüce Allah, onları kınama anlamında, akılsız olduklarını belirtmek üzere onlara bu sözleri söyleyecektir. Çünkü onlar, dünyadaki bu kısacık süreleri zarfında kendilerini ilâhi gazap ve cezaya maruz bırakan her türlü kötülüğü kazandılar. Buna karşılık mü’minleri ebedi mutluluğa ve Rablerinin rızasına ulaştıran hayırları onlar kazanamadılar. 113. “Siz yeryüzünde kaç yıl kaldınız?” diye kendilerine sorulacak soruya: “Bir gün yahut daha az kaldık... diyecekler.” Bu sözleri, dünyadaki kalış sürelerini oldukça kısa kabul etmeleri kanaatine dayalıdır. Orada kısa bir süre kaldıklarını bu söz ifade eder; ancak bu, gerçekten dünyadaki kalış sürelerinin miktarını tayin etmez. Onlar “sayanlara sor” diyeceklerdir. Yani kaldığımız süreyi sayı olarak tespit edenlere sor. Kendileri ise bunu saymakla uğraşmalarına imkân tanımayacak bir meşguliyet ve bir azap içerisinde bulunacaklardır. 114. Onlara: Sizler kaldığınız süreyi miktarı ile ister tayin edin, ister etmeyin fark etmez. Zira “siz ancak pek az bir süre kaldınız. Bunu bir bilmiş olsaydınız…”
Ayet: 115 - 116 #
{أَفَحَسِبْتُمْ أَنَّمَا خَلَقْنَاكُمْ عَبَثًا وَأَنَّكُمْ إِلَيْنَا لَا تُرْجَعُونَ (115) فَتَعَالَى اللَّهُ الْمَلِكُ الْحَقُّ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْكَرِيمِ (116)}.
115- “Yoksa sizi boşuna yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi zannettiniz?” 116- Gerçek hükümran olan Allah ne yücedir! O’ndan başka (hak) ilah yoktur. O, şerefli Arş’ın Rabbidir.
#
{115 ـ 116} أي: {أفحَسِبْتُم} أيُّها الخلقُ، {أنَّما خَلَقْناكم عَبَثاً}؛ أي: سدىً وباطلاً تأكلون وتشربون وتمرَحون وتتمتَّعون بَلذَّات الدُّنيا ونتركُكم لا نأمُرُكم ولا ننهاكم ولا نُثيبكم ونعاقبكم، ولهذا قال: {وأنَّكم إلينا لا تُرْجَعونَ}؟ لا يَخْطُر هذا ببالكم. {فتعالى اللهُ}؛ أي: تعاظمَ وارتفعَ عن هذا الظنِّ الباطل الذي يرجِع إلى القدح في حكمته، {المَلكُ الحقُّ لا إله إلاَّ هو ربُّ العرش العظيم}: فكونُهُ ملكاً للخلق كلِّهم حقًّا في صدقِهِ ووعدِهِ [و] وعيدِهِ مألوهاً معبوداً لما له من الكمال ربَّ العرش العظيم فما دونه من باب أولى يمنَعُ أن يَخْلُقَكم عَبَثاً.
115. Ey insanlar “sizi boşuna yarattığımızı” gereksiz yere ve hiçbir maksat gözetmeksizin, yiyesiniz, içesiniz, gülüp eğlenesiniz, dünya lezzetlerinden faydalanasınız diye var ettiğimizi ve sizleri kendi halinize bırakacağımızı, hiçbir emir ve yasak buyurmayacağımızı, size mükâfat ve ceza vermeyeceğimizi, bunun için de “bize döndürülmeyeceğinizi mi zannettiniz?” Bu hiç hatırınıza gelmiyor. 116. “Gerçek hükümran olan Allah ne yücedir!” O, hikmetinin tenkit edilmesi anlamına gelen böyle batıl bir zandan yücedir, büyüktür, uzaktır. O, bütün yaratılmışların hak meliki/gerçek hükümranıdır. Sözleri haktır, vaadi de tehdidi de haktır. İlah ve yegane ma’buddur. Çünkü O, sonsuz kemale sahiptir. Hem “şerefli Arş’ın Rabbidir.” Arş’ın dışındakilerin Rabbi olması ise öncelikle söz konusudur. Bu vasıfları O’nun sizi boşuna yaratmış olmasına imkan vermez.
Ayet: 117 - 118 #
{وَمَنْ يَدْعُ مَعَ اللَّهِ إِلَهًا آخَرَ لَا بُرْهَانَ لَهُ بِهِ فَإِنَّمَا حِسَابُهُ عِنْدَ رَبِّهِ إِنَّهُ لَا يُفْلِحُ الْكَافِرُونَ (117) وَقُلْ رَبِّ اغْفِرْ وَارْحَمْ وَأَنْتَ خَيْرُ الرَّاحِمِينَ (118)}.
117- Kim hiçbir delili olmadığı halde Allah ile birlikte başka bir ilâha yalvarırsa onun hesabı ancak Rabbinin katındadır. Gerçek şu ki kâfirler kurtuluşa eremezler. 118- De ki: “Rabbim, mağfiret ve rahmet buyur. Sen merhamet edenlerin en hayırlısısın.”
#
{117} أي: ومن دعا مع الله آلهةً غيره بلا بيِّنة من أمرِهِ ولا برهانٍ على ذلك يدلُّ على ما ذهب إليه، وهذا قيدٌ ملازمٌ؛ فكلُّ مَن دعا غير الله؛ فليس له برهانٌ على ذلك، بل دلَّت البراهينُ على بطلانِ ما ذهبَ إليه، فأعرض عنها ظلماً وعناداً؛ فهذا سيقدُمُ على ربِّه فيجازيه بأعمالِهِ ولا ينيلُه من الفلاح شيئاً؛ لأنه كافر، {إنَّه لا يفلحُ الكافرونَ}: فكفرُهم منعهم من الفلاح.
117. Yani kim bu hususta açık bir delili yokken, Allah ile birlikte birtakım ilâhlara dua ve ibadet ederse, hiç şüphesiz böyle bir kimse Rabbinin huzuruna varacaktır, Rabbi de amellerinin karşılığını ona verecektir. O hiçbir şekilde kurtuluş bulamayacaktır. Çünkü o, bir kâfirdir. “Gerçek şu ki kâfirler kurtuluşa eremezler.” Onların küfürleri kurtuluşa engeldir. Âyet-i kerimede geçen “hiçbir delili olmadığı halde” kaydı, kayd-ı mülâzimdir. Yani böyle bir şey, esasen söz konusu olamaz, demektir. Çünkü Allah ile birlikte başka bir ilaha yalvarıp dua eden hiçbir kimsenin onun ilahlığı konusunda hiçbir delili bulunamaz. Aksine bütün deliller onun bu kanatinin batıl olduğunu ortaya koymaktadır. O ise bu delillerden zalimlik ve inad ederek yüz çevirir.
#
{118} {وقل}: داعياً لربِّك مخلصاً له الدين: {ربِّ اغْفِرْ}: لنا حتى تُنْجِيَنا من المكروه، وارحَمْنا لتوصِلَنا برحمتك إلى كلِّ خير. {وأنت خيرُ الراحمين}: فكلُّ راحم للعبدِ؛ فالله خيرٌ له منه، أرحمُ بعبدِهِ من الوالدة بولدِها، وأرحمُ به من نفسه.
118. Rabbine dini yalnız O’na halis kılarak dua edip “de ki: Rabbim” bize hoşumuza gitmeyen her bir şeyden kurtaracak şekilde “mağfiret ve” her türlü hayra rahmetinle ulaştıracak şekilde de “rahmet buyur. Sen merhamet edenlerin en hayırlısısın.” Kula, merhametli olan herkesten daha çok Allah merhamet eder. O, kuluna annenin evladına merhametinden daha merhametlidir. O’nun merhameti, kul için kulun kendi kendine merhametinden bile daha hayırlıdır.
üce Allah’ın lütuf ve ihsanı ile Mü’minûn Sûresi’nin tefsiri burada sona ermektedir.
***