(Mekke’de inmiştir. 77 âyettir)
{تَبَارَكَ الَّذِي نَزَّلَ الْفُرْقَانَ عَلَى عَبْدِهِ لِيَكُونَ لِلْعَالَمِينَ نَذِيرًا (1) الَّذِي لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَلَمْ يَتَّخِذْ وَلَدًا وَلَمْ يَكُنْ لَهُ شَرِيكٌ فِي الْمُلْكِ وَخَلَقَ كُلَّ شَيْءٍ فَقَدَّرَهُ تَقْدِيرًا (2)}.
1- Cin ve insanlara uyarıcı olsun diye kuluna Furkân’ı indiren
(Allah), ne yücedir!
2- Göklerin ve yerin hükümranlığı yalnız O’nundur. O, hiçbir çocuk edinmemiştir. Hükümranlığında da hiçbir ortağı yoktur. Her bir şeyi yaratmış ve onu bir ölçü dahilinde takdir ve tayin etmiştir.
#
{1} هذا بيانٌ لعظمته الكاملة وتفرُّده بالوَحْدانية من كلِّ وجه وكثرةِ خيراتِهِ وإحسانِهِ، فقال: {تبارك}؛ أي: تعاظم، وكَمُلَتْ أوصافُه، وكَثُرَتْ خيراتُه، الذي من أعظم خيراتِهِ ونعمه أن نَزَّلَ هذا القرآن الفارقَ بين الحلال والحرام والهدى والضلال وأهل السعادة من أهل الشقاوة، {على عبدِهِ}: محمدٍ - صلى الله عليه وسلم -، الذي كَمَّلَ مراتبَ العبوديَّة وفاق جميع المرسلين؛ {ليكونَ}: ذلك الإنزال للفرقانِ على عبده {للعالمينَ نَذيراً}: ينذِرُهم بأسَ الله ونِقَمَهُ ويبيِّنُ لهم مواقعَ رضا الله من سَخَطِهِ، حتى إنَّ مَنْ قَبِلَ نِذارَتَه وعمل بها؛ كان من الناجين في الدنيا والآخرة، الذين حَصَلَتْ لهم السعادةُ الأبديَّة والمُلك السَّرْمَدِيُّ؛ فهل فوق هذه النعمةِ وهذا الفضل والإحسان شيءٌ؟! فتبارك الذي هذا [من] بعض إحسانِهِ وبركاتِهِ.
1. Bu buyruk, Yüce Allah’ın kemal derecesindeki azametini, her açıdan tek olduğunu, hayır ve ihsanlarının pek çok olduğunu beyan etmektedir.
“Cin ve insanlara” Allah’ın azap ve intikamına karşı
“uyarıcı olsun diye kuluna” kulluk mertebelerinin kemal derecesine ulaşan ve bütün rasûllerin üstünde olan Muhammed’e
“Furkân’ı” yani helâl ile haramı, hidâyet ile sapıklığı, bahtiyarlar ile bedbahtları birbirinden ayıran Kur’ân-ı Kerîm’i “indiren (Allah), ne yücedir!” Ne büyüktür, vasıfları ne mükemmeldir, hayırları ne kadar çoktur! O’nun hayırlarının en büyüklerinden biri hiç şüphesiz bu niteliklere sahip Kuran-ı Kerîm’i indirmiş olmasıdır. Bununla onlara Allah’ın nelerden razı olduğunu, nelere gazap ettiğini açıklayıp beyan eder. Böylece onun uyarıp korkutmasını kabul eden ve gereğince amel eden kimse, dünya ve âhirette kurtulur, ebedi muttuluğu elde eder. Sonu gelmez mülklere sahip olur. Acaba bu nimetten daha üstün, bu lütuf ve bu ihsandan daha büyük bir şey olabilir mi? İhsan ve bereketlerinden biri de bu olan Yüce Allah’ın şanı gerçekten yücedir!
#
{2} {الذي له مُلْكُ السمواتِ والأرضِ}؛ أي: له التصرُّف فيهما وحدَه، وجميع مَنْ فيهما مماليكُ وعبيدٌ له مذعِنون لعظمتِهِ خاضعون لربوبيَّتِهِ فقراءُ إلى رحمته، الذي {لم يَتَّخِذْ ولداً ولم يكن له شريكٌ في الملكِ}: وكيف يكونُ له ولدٌ أو شريكٌ؛ وهو المالكُ وغيرُه مملوكٌ، وهو القاهرُ وغيرُه مقهورٌ، وهو الغنيُّ بذاتِهِ من جميع الوجوه والمخلوقونَ مفتَقِرون إليه [فقراً ذاتياً] من جميع الوجوه؟! وكيف يكونُ له شريكٌ في الملك ونواصي العبادِ كلِّهم بيديهِ؛ فلا يتحرَّكون أو يسكُنون ولا يتصرَّفون إلاَّ بإذنِهِ؛ فتعالى الله عن ذلك علوًّا قديراً؛ فلم يَقْدِرْهُ حقَّ قَدْرِهِ مَنْ قال فيه ذلك، ولهذا قال: {وخَلَقَ كلَّ شيءٍ}: شمل العالم العلويَّ والعالم السفليَّ من حيواناتِهِ ونباتاتِهِ وجماداتِهِ، {فقدَّره تقديراً}؛ أي: أعطى كلَّ مخلوقٍ منها ما يَليقُ به ويناسبُه من الخلقِ وما تقتضيه حكمتُه من ذلك؛ بحيث صار كلُّ مخلوقٍ لا يَتَصَوَّرُ العقلُ الصحيحُ أن يكونَ بخلاف شكلِهِ وصورتِهِ المشاهَدَة، بل كلُّ جزءٍ وعضوٍ من المخلوق الواحد لا يناسبُه غير محلِّه الذي هو فيه؛ قال تعالى: {سبِّحِ اسمَ ربِّك الأعلى الذي خَلَقَ فسَوَّى. والذي قَدَّرَ فَهَدى}، وقال تعالى: {ربُّنا الذي أعطى كُلَّ شَيءٍ خَلْقَه ثم هَدى}.
ولما بيَّن كمالَه وعظمتَه وكثرةَ إحسانِهِ؛ كان ذلك مقتضياً لأن يكونَ وحدَه المحبوبَ المألوه المعظَّم المفردَ بالإخلاص وحدَه لا شريك له؛ ناسبَ أن يذكُرَ بطلانَ عبادةِ ما سواه، فقال:
2.
“Göklerin ve yerin hükümranlığı yalnız O’nundur.” Her ikisinde de yalnız O tasarruf eder. Her ikisinde bulunan bütün varlıklar, O’nun kullarıdır, O’nun mülküdür. O’nun azameti önünde itaatle boyun eğerler, rububiyetinin önünde zilletle eğilirler. Hepsi de O’nun rahmetine muhtaçtır.
“O, hiçbir çocuk edinmemiştir. Hükümranlığında da hiçbir ortağı yoktur.” Hem nasıl O’nun evladı veya ortağı olabilir ki? Çünkü O, mutlak maliktir, hükümrandır. O’nun dışındaki her şeyse O’nun mülküdür. O, hepsinin hakimidir, O’nun dışındaki her şey de O’nun emrinin mahkûmudur. O, bütün yönleriyle bizatihi hiçbir şeye muhtaç olmayandır. Bütün yaratılmışlar ise her yönleriyle O’na muhtaçtırlar. O halde nasıl olur da O’nun mülkte, hükümranlıkta ortağı olabilir? Halbuki bütün kulların mukadderatı, idaresi O’nun elindedir. O’nun izni olmaksızın hareket edemezler. Hareket halindeyken de duramazlar. Hiçbir tasarrufta da bulunamazlar. Çocuk edinmekten de ortağı bulunmaktan da pek yücedir, münezzehtir. O’nun hakkında bu gibi çirkin iddialarda bulunanlar elbette ki Allah’ı gereği gibi tanımış olamazlar.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Her bir şeyi yaratmış ve onu bir ölçü dahilinde takdir ve tayin etmiştir.” O’nun yaratması ulvi ve süfli âlemi, canlılarıyla, bitkileriyle, cansızlarıyla tüm dünyayı büsbütün kuşatmıştır. O, hepsini yaratmış ve her bir yaratılmışa yakışan, yaratılışına uygun ve hikmetinin gerektirdiği türden özellikler vermiştir. Öyle ki akl-ı selim, her bir mahluk hakkında onun daha başka şekilde olmasını, görülen sûretinden başka bir biçimde olmasını tasavvur edememektedir. Hatta her bir varlığın tek bir parçasının, tek bir organının dahi bulunduğu yerden başka bir yerde olması uygun değildir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “O en yüce Rabbinin ismini tesbih et. O ki yaratıp düzenleyen, şekil verendir. O ki bir ölçü dahilinde takdir edip yol gösterendir.” (el-Âla, 87/1-3);
“Rabbimiz, her şeye hilkatini verip sonra da doğru yolu gösterendir.” (Taha, 20/50).
Yüce Allah, kemal ve azametini, ihsanının çokluğunu beyan etmiştir ki bu da yalnızca O’nun sevilen, tazim edilen ilâh olmasını ve hiçbir ortak koşmaksızın yalnızca O’na ihlâsla bağlanılmasını gerektirir.
Bu yüzden bundan sonra kendisi dışındaki uydurma ilâhlara ibadetin batıl olduğunu dile getirmesi uygun düştüğünden dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
{وَاتَّخَذُوا مِنْ دُونِهِ آلِهَةً لَا يَخْلُقُونَ شَيْئًا وَهُمْ يُخْلَقُونَ وَلَا يَمْلِكُونَ لِأَنْفُسِهِمْ ضَرًّا وَلَا نَفْعًا وَلَا يَمْلِكُونَ مَوْتًا وَلَا حَيَاةً وَلَا نُشُورًا (3)}.
3- Ama onlar, O’nun dışında hiçbir şey yaratamayan, aksine kendileri yaratılmış olan, kendi kendilerine bile zarar ve fayda veremeyen, öldürmeye, yaşatmaya ve
(ölümden sonra) diriltmeye gücü yetmeyen birtakım ilâhlar edindiler.
#
{3} أي: من أعجب العجائب وأدلِّ الدليل على سَفَههم ونقص عقولهم، بل أدلُّ على ظلمهم وجراءتهم على ربِّهم: أنِ اتَّخَذوا آلهةً بهذه الصفة، في غاية العجز أنَّها لا تَقْدِرُ على خلق شيء، بل هم مخلوقون، بل بعضهم مما عملته أيديهم، {ولا يملِكون لأنفُسِهِم ضرًّا ولا نفعاً}؛ أي: لا قليلاً ولا كثيراً؛ لأنه نكرةٌ في سياق النفي. {ولا يملِكون موتاً ولا حياةً ولا نشوراً}؛ أي: بعثاً بعد الموت.
فأعظمُ أحكام العقل بطلانُ إلهيتها وفسادُها وفسادُ عقل من اتّخذها آلهةً وشركاءَ للخالق لسائرِ المخلوقات من غير مشاركةٍ له في ذلك، الذي بيده النفع والضرُّ والعطاء والمنع، الذي يُحيي ويميتُ ويبعثُ مَنْ في القبور ويجمعُهُم يومَ النشور، وقد جَعَلَ لهم دارين: دار الشقاءِ والخزي والنَّكال لمن اتَّخذ معه آلهةً أخرى، ودار الفوز والسعادة والنعيم المقيم لمن اتَّخذه وحدَه معبوداً.
ولما قرَّر بالدليل القاطع الواضح صحَّة التوحيد وبطلان ضدِّه؛ قرَّر صحَّة الرسالة وبطلان قول من عارَضَها واعترضَها، فقال:
3. En hayret edilecek ve onların kıt akıllı olduklarına dair en ileri delil, hatta onların zalimliklerine ve Rablerine karşı küstahlıklarına dair en açık delil, onların, bu nitelikteki birtakım varlıkları ilâhlar edinmeleridir. Zira bu ilâhlar, o derece acizdir ki hiçbir şeyi yaratmaya güçleri yetmez. Aksine onlar yaratılmıştır. Hatta bunların bir kısmını kendi elleriyle yapmışlardır. Bunlar,
“kendi kendilerine bile” az ya da çok hiçbir
“zarar ve fayda veremeyen” aciz varlıklardır.
“öldürmeye, yaşatmaya ve (ölümden sonra) diriltmeye” güçleri de yetmez bu uydurma ilâhların. Aklın vereceği en açık hükümlerden biri, onların ilâhlıklarının batıl ve tutarsız olduğu, bunları ilâh kabul eden, diğer yaratıkları yaratan yüce yaratıcıya herhangi bir ortaklıkları olmadığı halde bunları O’na ortak kabul edenlerin akılsız olduklarıdır. Çünkü bu uydurma ilâhların Yüce Allah’a hiçbir ortaklıkları yoktur. Fayda sağlamak, zarar vermek, bağışlamak, alıkoymak sadece O’nun elindedir. Öldüren, hayat veren, kabirlerden diriltecek olan ve onları bir araya getirecek olan da yalnız O’dur. O; birisi, kendisiyle birlikte başka ilâh edinenlere ait olup bedbahtlık, rüsvaylık ve ibretlik ceza yurdu; diğeri ise kendisine ibadet eden kimselere ayırdığı kurtuluş, mutluluk ve ebedi nimetler yurdu olmak üzere iki yurt hazırlamıştır.
llah, kesin ve açık delil ile tevhidin doğruluğunu, onun zıttı olan şirkin de batıl olduğunu ortaya koyduktan sonra risaletin doğruluğunu,
buna karşılık ona karşı çıkıp itiraz edenlerin iddialarının da batıl olduğunu ortaya koymak üzere şöyle buyurmaktadır:
{وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا إِنْ هَذَا إِلَّا إِفْكٌ افْتَرَاهُ وَأَعَانَهُ عَلَيْهِ قَوْمٌ آخَرُونَ فَقَدْ جَاءُوا ظُلْمًا وَزُورًا (4) وَقَالُوا أَسَاطِيرُ الْأَوَّلِينَ اكْتَتَبَهَا فَهِيَ تُمْلَى عَلَيْهِ بُكْرَةً وَأَصِيلًا (5) قُلْ أَنْزَلَهُ الَّذِي يَعْلَمُ السِّرَّ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ إِنَّهُ كَانَ غَفُورًا رَحِيمًا (6)}.
4-
Kâfirler: “Bu, ancak onun uydurduğu bir yalandır. Başka bir topluluk da bu konuda ona yardım etmiştir.” dediler. Gerçekten onlar zalim oldular ve yalan bir iddiada bulundular.
5-
Ve dediler ki: “Bu, öncekilerin efsaneleridir. Onları başkalarına yazdırmıştır ve sabah akşam onlar kendisine okunmaktadır.”
6-
De ki: “Onu göklerde ve yerde olan gizlilikleri bilen Allah indirmiştir. Şüphesiz O, çok bağışlayıcıdır, pek merhametlidir.”
#
{4} أي: وقال الكافرون بالله، الذي أوجب لَهم كُفْرُهم أنْ قالوا في القرآن والرسول: إنَّ هذا القرآنَ كذبٌ كَذَبه محمد، وإفكٌ افتراه على الله، وأعانه على ذلك قومٌ آخرون؛ فردَّ الله عليهم ذلك بأنَّ هذا مكابرةٌ منهم وإقدامٌ على الظُّلم والزُّور الذي لا يمكن أن يدخلَ عقلَ أحدٍ؛ وهم أشدُّ الناس معرفةً بحالة الرسول - صلى الله عليه وسلم - وكمال صدقِهِ وأمانتِهِ وبرِّه التامِّ، وأنَّه لا يمكِنُه لا هو ولا سائرُ الخلق أن يأتوا بهذا القرآنِ الذي هو أجلُّ الكلام وأعلاه، وأنَّه لم يجتمعْ بأحدٍ يُعينه على ذلك؛ {فقد جاؤوا} بهذا القول ظلماً {وزوراً}.
4. Yani Allah’ı inkâr eden kâfirler,
küfürlerinin bir gereği olarak Kur’ân ve Rasûl hakkında şunları söylediler: “Bu Kur’an, Muhammed’in düzüp uydurduğu bir yalandır. O, bunu uydurup Allah’a isnat etmiştir. Bunu yapmak için de bu hususta başka birtakım kimseler de ona yardımcı olmuştur.” Allah,
onların bu iddialarını şöyle reddetmektedir: Onların bu karşı çıkışları, bile bile hakka karşı kibirlenmektir. Zulme ve yalan söylemeye kalkışmaktır. Çünkü, Allah Rasûlünün halini, doğruluğunun kemalini, ne derecede emin olduğunu, çok iyi bir kimse olduğunu, onun da diğer tüm insanların da en üstün ve en değerli söz olan bu Kur’ân-ı Kerim’in benzerini asla meydana getiremeyeceğini, onun bu hususta kendisine yardımcı olmak üzere hiçbir kimseyle bir araya gelmediğini insanlar arasında en iyi bilenler onlardır. Bu yüzden onların bu iddialarının akla sığması mümkün değildir. Onlar, bu sözleriyle gerçekten haksızlık edip zalim oldular. Aslı astarı bulunmayan, yalan bir iddiada bulundular.
#
{5} ومن جملة أقاويلهم فيه أنْ قالوا: هذا الذي جاء به محمدٌ {أساطيرُ الأولينَ اكْتَتَبَها}؛ أي: هذا قَصَص الأولين وأساطيرُهم، التي تتلقَّاها الأفواه وينقلُها كلُّ أحدٍ، استَنْسَخَها محمدٌ؛ {فهِيَ تُملى عليه بُكرةً وأصيلاً}: وهذا القول منهم فيه عدةُ عظائم:
منها: رميُهم الرسولَ الذي هو أبرُّ الناس وأصدقُهم بالكذب والجرأة العظيمة.
ومنها: إخبارُهم عن هذا القرآن الذي هو أصدقُ الكلام وأعظمُه وأجلُّه بأنه كذبٌ وافتراءٌ.
ومنها: أنَّ في ضمن ذلك أنَّهم قادرون أن يأتوا بمثلِهِ، وأن يضاهئ المخلوقُ الناقصُ من كلِّ وجه للخالق الكامل من كلِّ وجه بصفةٍ من صفاته، وهي الكلام.
ومنها: أنَّ الرسول قد عُلِمَتْ حالُه ، وهم أشدُّ الناس علماً بها؛ أنَّه لا يكتبُ ولا يجتمعُ بمن يكتبُ له؛ وهم قد زعموا ذلك.
5.
Onların Kur'ân hakkındaki sözleri arasında şunlar da vardır: Muhammed’in getirmiş olduğu bu Kitap
“öncekilerin efsaneleridir. Onları başkalarına yazdırmıştır.” Yani bu, dilden dile dolaşan, herkesin aktarıp durduğu ve Muhammed’in de yazdırdığı öncekilere ait hikayeler ve masallardır,
“ve sabah akşam onlar kendisine okunmaktadır.” Onların bu sözleri birkaç büyük ve asılsız iddiayı içermektedir:
1- Evvela insanların en iyisi, en doğru sözlüsü olan Allah Rasûlünü yalancılıkla ve Allah’a karşı cüretkârlıkla itham etmektedirler.
2- Sözlerin en doğrusu, en büyüğü ve en değerlisi olan bu Kur’ân-ı Kerîm’in yalan ve iftira olduğunu söylemektedirler.
3- Bu iddiaları, onların Kur'ân’ın benzeri bir söz söyleyebilecekleri ve her açıdan eksik olan insanın, her bakımdan kamil olan Yaratıcı’ya sıfatlarından birisi olan kelam sıfatında denk olduğu anlamını içermektedir.
4- Allah Rasûlünün durumu onlar tarafından bilinmekteydi. Onu en iyi bilenler onlardı. Ve onlar bilirlerdi ki o, yazmayı bilen birisi değildi. Kendisi için bir şeyler yazan kimselerle de bir araya gelmemişti. Onlar, herhangi bir dayanakları bulunmaksızın böyle bir iddiada bulunmuşlardı. Bundan dolayı Allah,
onların iddialarını reddetmek üzere şöyle buyurmaktadır:
#
{6} فلذلك ردَّ عليهم ذلك بقوله: {قُلْ أنزَلَه الذي يعلم السرَّ في السمواتِ والأرضِ}؛ أي: أنزله مَنْ أحاط علمهُ بما في السماواتِ وما في الأرض من الغيب والشهادة والجهر والسرِّ؛ كقوله: {وإنَّه لَتنزيلُ ربِّ العالمينَ. نَزَلَ به الرُّوحُ الأمينُ. على قَلْبِكَ لتكونَ من المنذِرين}. ووجهُ إقامة الحجة عليهم أنَّ الذي أنزله هو المحيطُ علمُه بكلِّ شيء، فيستحيلُ ويمتنعُ أن يقولَ مخلوقٌ ويتقوَّل عليه هذا القرآن، ويقولَ: هو من عند الله، وما هو من عندِهِ، ويستحلُّ دماء مَنْ خالفَه وأموالَهم، ويزعمُ أنَّ الله قال له ذلك، والله يعلمُ كلَّ شيء، ومع ذلك؛ فهو يؤيِّده وينصرُهُ على أعدائه ويمكِّنُه من رقابهم وبلادهم؛ فلا يمكن أحداً أنْ يُنْكِرَ هذا القرآن إلاَّ بعد إنكارِ علم الله، وهذا لا يقول به طائفةٌ من بني آدم سوى الفلاسفة الدُّهرية.
وأيضاً: فإنَّ ذكر علمِهِ تعالى العام ينبِّههم ويحضُّهم على تدبُّر القرآن، وأنَّهم لو تدبَّروا؛ لرأوا فيه من علمِهِ وأحكامِهِ ما يدلُّ دلالةً قاطعةً على أنَّه لا يكون إلا من عالم الغيب والشهادة.
ومع إنكارهم للتوحيد والرسالة؛ من لطفِ الله بهم أنَّه لم يَدَعْهُم وظُلْمَهم، بل دعاهم إلى التوبة والإنابة إليه، ووعدهم بالمغفرة والرحمة إنْ هم تابوا ورجعوا، فقال: {إنَّه كان غَفوراً}؛ أي: وصفُه المغفرةُ لأهل الجرائم والذُّنوب إذا فعلوا أسباب المغفرةِ، وهي الرجوع عن معاصيه والتوبة منها. {رحيماً}: بهم؛ حيثُ لم يعاجِلْهم بالعقوبة وقد فعلوا مقتضاها وحيث قبِلَ توبتَهم بعد المعاصي، وحيث محا ما سلف من سيئاتهم، وحيث قبل حسناتِهم، وحيث أعاد الراجع إليه بعد شروده والمقبل عليه بعد إعراضه إلى حالة المطيعين المنيبين إليه.
6.
“De ki: Onu göklerde ve yerde olan gizlilikleri bilen Allah indirmiştir.” Yani bu Kitabı ilmiyle göklerde ve yerde bulunan her bir şeyi, görüneni ve görünmeyeni, gizliyi ve açığı bilen indirmiştir.
Bir başka yerde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Muhakkak bu, âlemlerin Rabbinin indirdiğidir. Onu uyarıcılardan olasın diye kalbinin üzerine Ruhu’l-Emin indirdi.” (eş-Şuara, 192-194) Bu buyrukta onlara karşı getirilen delilin açıklaması şöyledir: Bu Kitabı indirenin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Dolayısıyla herhangi bir yaratılmışın bu Kur’ân-
ı Kerîm’i uydurup Allah’a isnat etmesi ve Allah tarafından gönderilmediği halde: “Bu Allah’tandır”, demesi imkânsızdır. Buna dayanarak kendisine muhalefet edenlerin kanlarını ve mallarını helâl sayması, üstelik bunu Yüce Allah’ın kendisine emrettiğini iddia etmesine imkân yoktur. Çünkü Allah her şeyi bilir. Diğer taraftan O, bu kulunu desteklemekte ve düşmanlarına karşı ona yardım etmektedir. Onlara ve ülkelerine onu hakim kılmaktadır. Ona bu imkânları vermektedir. O halde bir kimsenin, Allah’ın ilmini inkâr etmedikçe bu Kur’ân-ı Kerîm’i inkâr etmesine imkân yoktur. Allah’ın ilmini ise Ademoğulları içinde materyalist
(Dehri) filozoflar dışında inkâr eden hiçbir fırka yoktur. Aynı şekilde Yüce Allah’ın her şeyi kuşatan ilminin söz konusu edilmesi, bu Kur’ân-ı Kerîm’e dikkatlerini çekmekte ve onun üzerinde iyice düşünmeye teşvik etmektedir. Çünkü onlar, Kur’ân-ı Kerîm üzerinde gereği gibi düşünecek olurlarsa orada Yüce Allah’ın ilminden ve hükümlerinden öyle şeyler görürler ki bunlar, o Kitabın ancak gizliyi de açığı da bilen Allah tarafından geldiğini onlara ispatlar.
nların tevhid ve risaleti inkâr etmesine rağmen Allah'ın, onları zulümleriyle başbaşa bırakmaması da Allah’ın lütfunun bir tecellisidir. Aksine O,
onları tevbeye ve kendisine dönüşe davet etmiş ve tevbe edip döndükleri takdirde de şu buyruğuyla mağfiret ve rahmet vaadinde bulunmuştur: “Şüphesiz O, çok bağışlayıcıdır, pek merhametlidir.” Yani O, günah ve suç işleyenleri mağfirete nail olmanın sebepleri olan masiyetlerinden dönüp tevbeyi yerine getirdiklerinde bağışlayıp affetme sıfatına sahiptir. Onlara karşı çok merhametlidir. Çünkü cezalandırılmaları gerektiren işleri yapmakla birlikte onları hemen cezalandırmaz ve masiyetlerden sonra tevbelerini kabul eder. Geçmiş günahlarını siler, iyiliklerini de kabul eder. Kendisinden kaçmış olanları, yüz çevirdikten sonra kendisine yönelenleri, itaatkârların ve kendisine dönenlerin makamına yüseltir.
{وَقَالُوا مَالِ هَذَا الرَّسُولِ يَأْكُلُ الطَّعَامَ وَيَمْشِي فِي الْأَسْوَاقِ لَوْلَا أُنْزِلَ إِلَيْهِ مَلَكٌ فَيَكُونَ مَعَهُ نَذِيرًا (7) أَوْ يُلْقَى إِلَيْهِ كَنْزٌ أَوْ تَكُونُ لَهُ جَنَّةٌ يَأْكُلُ مِنْهَا وَقَالَ الظَّالِمُونَ إِنْ تَتَّبِعُونَ إِلَّا رَجُلًا مَسْحُورًا (8) انْظُرْ كَيْفَ ضَرَبُوا لَكَ الْأَمْثَالَ فَضَلُّوا فَلَا يَسْتَطِيعُونَ سَبِيلًا (9) تَبَارَكَ الَّذِي إِنْ شَاءَ جَعَلَ لَكَ خَيْرًا مِنْ ذَلِكَ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ وَيَجْعَلْ لَكَ قُصُورًا (10) بَلْ كَذَّبُوا بِالسَّاعَةِ وَأَعْتَدْنَا لِمَنْ كَذَّبَ بِالسَّاعَةِ سَعِيرًا (11) إِذَا رَأَتْهُمْ مِنْ مَكَانٍ بَعِيدٍ سَمِعُوا لَهَا تَغَيُّظًا وَزَفِيرًا (12) وَإِذَا أُلْقُوا مِنْهَا مَكَانًا ضَيِّقًا مُقَرَّنِينَ دَعَوْا هُنَالِكَ ثُبُورًا (13) لَا تَدْعُوا الْيَوْمَ ثُبُورًا وَاحِدًا وَادْعُوا ثُبُورًا كَثِيرًا (14)}.
7-
Yine dediler ki: “Bu nasıl peygamberdir ki yemek yer ve çarşılarda dolaşır? Onunla birlikte uyarıcı olmak üzere beraberinde bir melek indirilmeli değil miydi?”
8-
“Yahut ona bir hazine verilmesi veya mahsüllerinden yiyeceği bir bahçesi olması gerekmez miydi?” O zalimler:
“Siz, ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz” dediler.
9- Senin hakkında nasıl misaller getirdiklerine bir bak! Böylece haktan saptılar da artık
(ona ulaşacak) hiçbir yol bulamazlar.
10- Dilerse sana bu
(saydıklarından) daha hayırlısını; altlarından ırmaklar akan bahçeler ve sana ait saraylar verebilecek olan Allah, yüceler yücesidir!
11- Fakat onlar, kıyameti yalanladılar. Biz de kıyameti yalanlayanlara çılgın bir ateş hazırladık.
12- O ateş onları uzak bir yerden görünce onlar, onun öfkeli kaynayışını ve uğultusunu işiteceklerdir.
13- Onlar elleri boyunlarına bağlı bir halde onun dar bir yerine atıldıklarında orada ölmek için yalvaracaklardır.
14-
(Onlara şöyle denilecektir:) “Bugün tek bir ölüm değil, pek çok ölüm için yalvarın.”
#
{7} هذا من مقالة المكذِّبين للرسول، التي قَدَحوا [بها] في رسالتِهِ، وهو أنهم اعترضوا بأنَّه هلاَّ كان مَلَكاً أو مَلِكاً أو يساعِدُه مَلَك؛ فقالوا: {مال هذا الرسول}؛ أي: ما لهذا الذي ادَّعى الرسالة تهكُّماً منهم واستهزاء {يأكل الطعام}: وهذا من خصائص البشر؛ فهلاَّ كان مَلَكاً لا يأكُل الطعام ولا يحتاجُ إلى ما يحتاج إليه البشر، {ويمشي في الأسواق}: للبيع والشراء، وهذا بزعمِهِم لا يَليقُ بمَنْ يكون رسولاً؛ مع أن الله قال: {وما أرسلنا قبلك من المرسلين إلا إنهم ليأكلون الطعام ويمشون في الأسواق}. {لولا أُنْزِلَ إليه مَلَكٌ}؛ أي: هلاَّ أنْزِل معه مَلَكٌ يساعده ويعاونُه {فيكونَ معه نذيراً}: وبزعمهم أنَّه غير كافٍ للرسالة، ولا بطوقه وقدرته القيام بها.
7. Bu, Allah Rasûlünü yalanlayıp risaletine dil uzatanların söyledikleri sözlerdendir. Onlar,
onun risaletine karşı: O,
niye bir melek yahut bir hükümdar değil? Yahut niçin bir melek ona yardımcı olmuyor? diye itiraz etmişlerdi ve alay yollu şöyle demişlerdir: “Bu nasıl bir peygamberdir?” Bu risalet iddiasında bulunana ne oluyor
“ki yemek yer” bu, insanların özelliklerindendir; o, yemek yemeyen, insanların gerek duyduğu şeylere ihtiyaç duymayan bir melek olmalı değil miydi?
“ve” üstelik “çarşılarda” alışveriş için
“dolaşır?” Bu, onların yanlış kanaatlerine göre peygamber olana yakışan bir şey değildi. Oysa Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Bizim senden önce gönderdiğimiz rasûller de muhakkak yemek yerler ve çarşılarda dolaşırlardı” (el-Furkan, 25/20) “Onunla birlikte uyarıcı olmak üzere beraberinde bir melek indirilmeli değil miydi?” Yani niye onunla birlikte, ona yardımcı ve destek olmak üzere bir melek indirilmedi? Onların yanlış kanaatlerine göre kendisi tek başına risalete yeterli değildi ve bu risaletin gereklerini yerine getirme güç ve kudretine de sahip değildi.
#
{8} {أو يُلْقى إليه كنزٌ}؛ أي: مالٌ مجموع من غير تعب، {أو تكون له جنَّةٌ يأكُلُ منها}: فيستغني بذلك عن مشيه في الأسواق لطلب الرزق، {وقال الظالمون}: حملهم على القول ظُلْمهُم، لا اشتباه منهم: {إن تَتَّبِعونَ إلاَّ رَجُلاً مسَحْوراً}: هذا وقد علموا كمال عقله وحسن حديثه وسلامته من جميع المطاعن.
8.
“Yahut ona bir hazine” çalışıp çabalamadan bir araya getirilmiş bir yığın mal
“verilmesi” veya “mahsüllerinden yiyeceği bir bahçesi olması” böylelikle rızık kazanma maksadıyla pazarlarda dolaşma ihtiyacından kurtulması
“gerekmez miydi? O zalimler”i bu sözleri söylemeye iten onların zulümleridir. Yoksa bu konuda kafalarının karışık olması ve bir türlü işin içinden çıkamamaları değildir.
Onlar: “Siz ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz, dediler.” Halbuki onlar, onun aklının ne kadar mükemmel olduğunu, sözlerinin ne kadar güzel ve hiçbir eleştiriye kâbil olmayacak kadar eksiklikten uzak olduğunu biliyorlardır. Buna rğmen bu sözü söylediler.
Bu sözleri gerçekten hayret edilecek türden olduğundan dolayı Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{9} ولما كانت هذه الأقوال منهم عجيبةً جدًّا؛ قال تعالى: {انظُرْ كيفَ ضربوا لك الأمثالَ}: وهي: هلاَّ كان مَلَكاً وزالتْ عنه خصائصُ البشر، أو معهُ مَلَكٌ لأنه غير قادرٍ على ما قال، أو أنزِلَ عليه كنزٌ، أو جُعِلَتْ له جنةٌ تُغنيه عن المشي في الأسواق، أو أنه كان مسحوراً. {فضلُّوا فلا [يستطيعون] سبيلاً}: قالوا: أقوالاً متناقضةً، كلُّها جهلٌ وضلالٌ وسفهٌ، ليس في شيء منها هدايةٌ، بل ولا في شيء منها أدنى شبهةٍ تقدحُ في الرسالة، فبمجرَّدِ النظرِ إليها وتصوُّرها يجزم العاقل ببطلانها، ويكفيه عن ردِّها. ولهذا أمر تعالى بالنظر إليها وتدبُّرِها والنظرِ: هل توجِبُ التوقُّف عن الجزم للرسول بالرسالة والصدق؟!
9.
“Senin hakkında nasıl misaller getirdiklerine bir bak!” Sözü edilen misallerden kasıt:
“O niçin melek değildir de beşeriyetin özelliklerine sahiptir? Niçin onunla birlikte bir melek yok? Çünkü o söylediklerini yerine getiremez. Niçin ona bir hazine indirilmedi? Niçin pazarlarda dolaşmak ihtiyacından kendisini kurtacak bir bahçesi yok?” ya da
“O, bir sihirbazdır” türü sözleridir.
“Böylece haktan saptılar da artık (ona ulaşacak) hiçbir yol bulamazlar.” Onlar, bütünüyle cahillik, sapıklık ve akılsızlık olan, birbiriyle çelişkili sözler söylediler. Bunların hiçbirisinde hidâyet namına bir şey yoktur. Hatta bu sözlerin hiç birisinde risaleti tenkit edebilecek türden asgari bir şüphe uyandıracak bir taraf dahi yoktur. Bu sözlere bakmak ve bunları düşünmekle aklı başında bir kişi, hemen bunların batıl olduğunu kesinlikle anlar ve ayrıca onları reddetmek ihtiyacını da duymaz. Bundan dolayı Yüce Allah,
sadece onlara bakmayı ve üzerlerinde düşünmeyi emretmektedir: Acaba bunlar, gerçekten Allah Rasûlü’nün risaletini ve doğruluğunu kabul etmekte kesinlikle tereddüdü gerektirecek türden midir?
#
{10} ولهذا أخبر أنه قادر على أن يعطيك خيراً كثيراً في الدُّنيا، فقال: {تبارك الذي إن شاء جَعَلَ لك خيراً من ذلك}؛ أي: خيراً مما قالوا، ثم فسَّره بقوله: {جنَّاتٍ تَجْري من تَحْتِها الأنهار ويَجْعَلْ لك قُصوراً}: مرتفعةً مزخرفةً؛ فقدرتُهُ ومشيئتُهُ لا تقصُرُ عن ذلك، ولكنَّه تعالى لما كانت الدُّنيا عنده في غاية البعد والحقارة؛ أعطى منها أولياءه ورسله ما اقتضتْه حكمتُه منها، واقتراحُ أعدائهم بأنَّهم هلاَّ رُزِقوا منها رزقاً كثيراً جدًّا ظلمٌ وجراءةٌ.
10. Bu bakımdan Yüce Allah,
Peygamberine dünyada pek büyük hayırlar ve mallar vermeye kadir olduğunu haber vererek şöyle buyurmaktadır: “Dilerse sana bu (saydıklarından) daha hayırlısını... verebilecek olan Allah, yüceler yücesidir!” Yani O, dilerse onların söylediklerinden daha hayırlılarını verebilir. Daha sonra Yüce Allah,
şu buyruğuyla buna açıklık getirmektedir: “altlarından ırmaklar akan bahçeler ve sana ait” alabildiğine yüksek ve görkemli
“saraylar verebilecek olan…” O’nun kudret ve meşieti bunları yapmaktan aciz değildir. Ama dünya, Yüce Allah’ın nezdinde son derece önemsiz olduğundan dolayı O, gerçek dostlarına ve peygamberlerine hikmetinin gerektiği kadarını bu dünyadan vermiştir.
O nedenle peygamberlere düşmanlık edenlerin: Niçin onlara bu dünyadan bol bol rızık verilmemiş ki? diye itiraz etmeleri, bir haksızlık ve cüretkârlıktır.
#
{11} ولمَّا كانت تلك الأقوالُ التي قالوها معلومةَ الفسادِ؛ أخبر تعالى أنَّها لم تصدُرْ منهم لطلبِ الحقِّ ولا لاتِّباع البرهان، وإنما صدرت منهم تعنُّتاً وظلماً وتكذيباً بالحق، فقالوا ما في قلوبهم من ذلك، ولهذا قال: {بل كذَّبوا بالساعةِ}: والمكذِّبُ المتعنِّتُ الذي ليس له قصدٌ في اتِّباع الحق لا سبيلَ إلى هدايتِهِ ولا حيلةَ في مجادلتِهِ، وإنَّما له حيلةٌ واحدةٌ، وهي نزولُ العذاب به؛ فلهذا قال: {وأعْتَدْنا لمن كَذَّبَ بالساعةِ سعيراً}؛ أي: ناراً عظيمةً قد اشتدَّ سعيرُها وتغيَّظَتْ على أهلها واشتدَّ زفيرُها.
11. Onların söyledikleri bu sözlerin tutarsızlığı açıkça bilinen bir husus olduğundan dolayı Yüce Allah, bu sözlerini hakkı aramak ve delile uymak amacıyla söylemediklerini; aksine bu sözlerini işi yokuşa sürmek için, zalimlikleri ve hakkı yalanlamak isteyişleri nedeniyle söylediklerini bize haber vermektedir. Onlar kalplerinde bulunanı dile getirmişlerdir.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Fakat onlar Kıyameti yalanladılar.” Hakka uymak maksadını gütmeyen, işi yokuşa sürmek için yalanlayan bir kimseyi doğru yola iletme imkânı yoktur. Onunla tartışmanın bir anlamı da yoktur. Onun tek bir çaresi vardır. O da azabın, tepesine inmesidir.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Biz de kıyameti yalanlayanlara çılgın bir ateş hazırladık.” Pek büyük bir ateş hazırladık. Bu ateşin alevi alabildiğine şiddetlidir. İçinde bulunacaklara karşı çok öfkeli ve uğultusu da pek şiddetli olacaktır.
#
{12} {إذا رأتْهُم من مكانٍ بعيدٍ}؛ أي: قبل وصولهم ووصولها إليها؛ {سمعوا لها تغيُّظاً}: عليهم {وزفيراً}: تقلقُ منهم الأفئدةُ، وتتصدَّعُ القلوبُ، ويكادُ الواحدُ منهم يموتُ خوفاً منها وذُعراً، قد غضبتْ عليهم لغضَبِ خالِقِها، وقد زاد لهبُها لزيادِة كفرهم وشرهم.
12.
“O ateş onları uzak bir yerden” henüz birbirlerine ulaşmadan önce
“görünce onun” kendilerine karşı
“onlar, onun öfkeli kaynayışını ve” kalpleri yerinden oynatan, yürekleri paramparça eden, korkusunun dehşetinden adeta kişiyi öldürecek duruma getiren
“uğultusunu işiteceklerdir.” Bu ateş Yaratıcının gazabı dolayısı ile öfkelenecek, küfür ve kötülüklerinin fazlalığı dolayısıyla alevi daha da artacaktır.
#
{13} {وإذا أُلْقوا منها مكاناً ضيِّقاً مقرَّنينَ}؛ أي: وقت عذابهم وهم في وسطها جمعٌ في مكان، بين ضِيق المكان وتزاحُم السُّكان وتقرِينِهم بالسَّلاسل والأغلال؛ فإذا وَصَلوا لذلك المكان النحس وحُبِسوا في أشرِّ حبس؛ {دَعَوْا هنالك ثُبوراً}: دعوا على أنفسِهِم بالثُّبور والخزي والفضيحةِ، وعلموا أنَّهم ظالمونَ معتدون، قد عَدَلَ فيهم الخالقُ حيث أنزلهم بأعمالهم هذا المنزل.
13.
“Onlar elleri boyunlarına bağlı bir halde onun dar bir yerine atıldıklarında” yani azaba uğratılacakları vakit onun tam ortasında ve daracık bir yerinde, içinde bulunanların izdiham edip sıkışacakları, zincirlere, bukağılara vurulmuş olacakları bir halde, işte o uğursuz yere varıp da en kötü bir şekilde hapsedilecekleri vakit
“orada ölmek için yalvaracaklardır.” Kendilerine ölümün ve helakin gelmesi için rezil ve rüsvaylıkla beddua edeceklerdir. Haksız ve zalim olduklarını bileceklerdir. Yüce Allah’ın da haklarında adaletle hüküm verdiğini anlayacaklardır. Çünkü O, onları amelleri dolayısıyla böyle bir yere koymuştur.
#
{14} وليس ذلك الدعاء والاستغاثة بنافعةٍ لهم ولا مغنيةٍ من عذاب الله، بل يُقالُ لهم: {لا تدعوا اليوم ثُبوراً واحداً وادْعوا ثُبوراً كثيراً}؛ أي: لو زاد ما قلتُم أضعاف أضعافِهِ؛ ما أفادكم إلاَّ الهمَّ والغمَّ والحزنَ.
14. Onların bu yalvarışlarının ve yardım isteyişlerinin kendilerine hiçbir faydası olmayacaktır. Allah’ın azabına karşı hiçbir yardım alamayacaklardır.
Aksine onlara: “Bugün tek bir ölüm değil, pek çok ölüm için yalvarın” denecektir. Yani ölümü bundan kat kat fazla isteseniz dahi bunun, size üzüntü gam ve kederden başka hiçbir faydası olmayacaktır.
üce Allah, zalimlerin cezalarını beyan ettikten sonra takvâ sahiplerinin görecekleri mükâfatı dile getirmesi uygun düştüğünden dolayı devamla şöyle buyurmaktadır:
{قُلْ أَذَلِكَ خَيْرٌ أَمْ جَنَّةُ الْخُلْدِ الَّتِي وُعِدَ الْمُتَّقُونَ كَانَتْ لَهُمْ جَزَاءً وَمَصِيرًا (15) لَهُمْ فِيهَا مَا يَشَاءُونَ خَالِدِينَ كَانَ عَلَى رَبِّكَ وَعْدًا مَسْئُولًا (16)}.
15-
De ki: “Bu mu iyi yoksa takvâ sahiplerine vaat edilen ebedilik cenneti mi? Onların mükâfatı ve dönüş yeri orasıdır.”
16- Orada onlar için diledikleri her şey vardır ve orada ebediyen kalacaklardır. Bu, Rabbinin üzerine aldığı
(ve kendisinden yerine getirmesi) istenen bir vaadidir.
#
{15} أي: قُلْ لهم مبيِّناً لسفاهة رأيهم واختيارهم الضارِّ على النافع: {أذلك}: الذي وَصَفْتُ لكم من العذاب {خيرٌ أم جنَّةُ الخُلْدِ التي وُعِدَ المتَّقون}: التي زادُها تقوى الله؛ فمن قام بالتقوى؛ فالله قد وَعَدَه إيَّاها، {كانت لهم جزاءً}: على تقواهم، {ومصيراً}: موئلاً يرجعون إليها، ويستقرُّون فيها، ويخلُدون دائماً أبداً.
15. Yani sen,
onlara görüşlerinin tutarsızlığını ve zararlıyı faydalı olana tercih ettiklerini açıklamak üzere de ki: “Bu mu” yani size niteliklerini belirttiğim azap mı “iyi yoksa takvâ sahiplerine vaat edilen” ve ona ulaştırıcı azığı takvâ olan
“ebedilik cenneti mi?” Çünkü takvânın gereğini yerine getiren kimseye Yüce Allah cenneti vaat etmiştir. Bu cennet, takvâlarına karşılık
“onların mükâfatı ve dönüş yeri”dir. Onlar sonunda oraya varacaklar, orada yerleşecekler ve ebediyen orada kalacaklardır.
#
{16} {لهم فيها ما يشاؤون}؛ أي: يطلبون وتتعلَّق به أمانيهم ومشيئتهم؛ من المطاعم، والمشارب اللذيذة، والملابس الفاخرة، والنساء الجميلات، والقصور العاليات، والجنَّات والحدائق المرجحنَّة (1)، والفواكة التي تسر ناظريها وآكليها من حسنها وتنوُّعها وكثرة أصنافها، والأنهار التي تجري في رياض الجنَّة وبساتينها حيث شاؤوا يصرِّفونها ويفجِّرونها أنهاراً من ماءٍ غير آسنٍ، وأنهارٌ من لبن لم يتغيَّر طعمُه، وأنهارٌ من خمر لذَّةٍ للشاربين، وأنهارٌ من عسل مصفًّى وروائح طيِّبة، ومساكن مزخرفة، وأصواتٌ شجيَّة تأخُذُ من حسنها بالقلوب، ومزاورة الإخوان، والتمتُّع بلقاء الأحباب، وأعلى من ذلك كلِّه التمتُّع بالنظر إلى وجه الربِّ الرحيم، وسماع كلامِهِ والحظوة بقربه والسعادة برضاه، والأمن من سَخَطه واستمرار هذا النعيم ودوامه وزيادته على ممرِّ الأوقات وتعاقب الآنات. {كان}: دخولُها والوصولُ إليها {على ربِّك وعداً مسؤولاً}: يسأله إيَّاها عبادُه المتَّقون بلسان حالهم ولسان مقالهم.
فأيُّ الدارين المذكورتين خيرٌ وأولى بالإيثارِ؟! وأيُّ العاملين عُمَّال دار الشقاء أو عمال دار السعادة أولى بالفضل والعقل والفخر يا أولي الألباب؟! لقد وَضَح الحقُّ واستنار السبيل، فلم يبق للمفرِّط عذرٌ في تركه الدليل؛ فنرجوك يا من قضيتَ على أقوام بالشقاءِ وأقوام بالسعادةِ أن تَجْعَلَنا ممَّنْ كتبتَ لهم الحسنى وزيادة، ونستغيثُ بك اللهمَّ من حالة الأشقياء ونسألك المعافاة منها.
16.
“Orada onlar için diledikleri herşey vardır.” İstedikleri, temenni edecekleri ve dileyecekleri her türlü lezzetli yiyecekler, içecekler, görkemli elbiseler, güzel eşler, yüksek köşkler, geniş bahçeler, güzelliklerinden, çeşitlerinden ve türlerinin fazlalığından dolayı seyredenlerin de yiyenlerin de çok hoşlandığı meyveler, cennet bahçeleri ve dalları arasında akıp duran ve diledikleri yerlere yönlendirebilecekleri bozulmayan sudan, tadı değişmeyen sütten, içenlere hoş bir lezzet veren şaraptan, saf baldan akan ırmaklar, güzel kokular, pek süslü meskenler, coşturucu güzellikleriyle kalbi hoş eden sesler, kardeşlerin birbirlerini ziyaret etmeleri, ahbaplarla neşeli görüşmeler, bütün bunlardan daha üstün olmak üzere de Rahim olan Rabbin yüzüne bakmak, sözünü işitmek ve O’na yakın olma lutfuna mazhar olmakla elde edilecek nimetler, O’nun rızası ile mutlu olmak, gazabından yana emin olmak, üstelik bütün bu nimetlerin sürekli ve devamlı oluşları, zaman geçtikçe artıp durmaları… İşte bütün bunlar, orada onlar içindir.
“Bu, Rabbinin üzerine aldığı (ve kendisinden yerine getirmesi) istenen bir vaadidir.” Böyle bir cennete girmeyi ve buna ulaşıp kavuşmayı, takvâ sahibi kulları O’ndan hem halleriyle hem de sözleriyle ister ve dilerler.
imdi, sözü edilen bu iki yurdun hangisi daha iyidir ve hangisi tercih edilmeye değerdir? Acaba bedbahtlık yurdu için amel edenler mi yoksa mutluluk yurdu için amel edenler mi daha üstün, daha akıllı ve daha çok övünmeye layıktır? Ey özlü akıl sahipleri, söyleyin! Andolsun ki hak apaçık ortadır. Yol apaydınlıktır. Haddi aşan ve kusurlu davranan herhangi bir kimsenin delili terk etmekte kendisini haklı çıkartacak hiçbir mazereti kalmamıştır. Ey bazı kimseler hakkında bedbahtlık, bazıları hakkında da bahtiyarlık hükmünü vermiş olan yüce Rabbimiz! Senden bizleri kendilerine o güzel mükâfat yurdu olan cenneti ve cemalini takdir etmiş olduğun kimselerden kılmanı niyaz ederiz. Allah’ım, bedbahtların hallerinden sana sığınır ve bu hallerden yana senden esenlik dileriz.
{وَيَوْمَ يَحْشُرُهُمْ وَمَا يَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ فَيَقُولُ أَأَنْتُمْ أَضْلَلْتُمْ عِبَادِي هَؤُلَاءِ أَمْ هُمْ ضَلُّوا السَّبِيلَ (17) قَالُوا سُبْحَانَكَ مَا كَانَ يَنْبَغِي لَنَا أَنْ نَتَّخِذَ مِنْ دُونِكَ مِنْ أَوْلِيَاءَ وَلَكِنْ مَتَّعْتَهُمْ وَآبَاءَهُمْ حَتَّى نَسُوا الذِّكْرَ وَكَانُوا قَوْمًا بُورًا (18) فَقَدْ كَذَّبُوكُمْ بِمَا تَقُولُونَ فَمَا تَسْتَطِيعُونَ صَرْفًا وَلَا نَصْرًا وَمَنْ يَظْلِمْ مِنْكُمْ نُذِقْهُ عَذَابًا كَبِيرًا (19) وَمَا أَرْسَلْنَا قَبْلَكَ مِنَ الْمُرْسَلِينَ إِلَّا إِنَّهُمْ لَيَأْكُلُونَ الطَّعَامَ وَيَمْشُونَ فِي الْأَسْوَاقِ وَجَعَلْنَا بَعْضَكُمْ لِبَعْضٍ فِتْنَةً أَتَصْبِرُونَ وَكَانَ رَبُّكَ بَصِيرًا (20)}.
17- O gün O,
onları ve Allah’ın dışında ibadet ettiklerini haşredip bir araya toplayacak ve şöyle diyecek: “Benim bu kullarımı siz mi saptırdınız yoksa kendileri mi yoldan saptılar?”
18-
Diyecekler ki: “Seni tenzih ederiz! Senden başkasını dost edinmek bize yaraşmaz. Fakat Sen onları ve atalarını (uzunca bir süre dünyadan) faydalandırdın; öyle ki sonunda (seni) anmayı unuttular ve helâki hak eden bir kavim oldular.”
19- İşte
(ibadet ettikleriniz) söylediklerinizde sizi yalanladılar. Artık ne azabı savabilirsiniz, ne de bir yardım bulabilirsiniz. Sizden her kim
(şirk işleyerek nefsine) zulmederse ona büyük bir azap tattıracağız.
20- Senden önce gönderdiğimiz bütün rasûller de mutlaka yemek yer ve çarşılarda dolaşırlardı. Biz bazınızı bazınıza imtihan sebebi kıldık. Sabredecek misiniz? Rabbin her şeyi görendir.
#
{17} يخبر تعالى عن حالة المشركين وشركائهم يوم القيامة وتبرِّيهم منهم وبطلان سعيهم، فقال: {ويوم يحشُرُهم}؛ أي: المكذِّبين المشركين، {وما يَعْبُدون من دونِ الله فيقولُ}: الله مخاطباً للمعبودينَ على وجه التقريع لمن عَبَدَهم: {أأنتم أضلَلْتُم عبادي هؤلاء أم هم ضَلُّوا السبيل}: هل أمرتُموهم بعبادتكم وزيَّنْتُم لهم ذلك أم ذلك من تلقاءِ أنفسهم؟
17. Allah, kıyamet gününde müşriklerin ve ortak koştukları varlıkların durumlarını,
o varlıkların onlardan uzak olduklarını söyleyeceklerini ve müşriklerin yaptıklarının boşa gideceğini haber vererek şöyle buyurmaktadır: “O gün O, onları” yani o yalanlayıcı müşrikleri
“ve Allah’ın dışında ibadet ettiklerini haşredip bir araya toplayacak” ve kendilerine ibadet edilen varlıklara,
ibadet edenler için bir azar olmak üzere şöyle buyuracaktır: “Benim bu kullarımı siz mi saptırdınız yoksa kendileri mi yoldan saptılar?” Siz, bunlara kendinize ibadet etmelerini emredip bu işi onlara güzel ve çekici mi gösterdiniz yoksa onlar kendiliklerinden mi bu işi yaptılar?
#
{18} {قالوا سبحانك}: نزَّهوا الله عن شركِ المشركين به، وبرَّؤوا أنفسَهم من ذلك، {ما كان يَنبَغي لنا}؛ أي: لا يليق بنا ولا يَحْسُن منَّا أن نتَّخِذَ من دونك من أولياءَ نتولاَّهم ونعبُدُهم وندعوهم؛ فإذا كنَّا محتاجين ومفتقرين إلى عبادتك ومتبرِّين من عبادة غيرِك؛ فكيف تأمر أحداً بعبادتنا؟! هذا لا يكون. أو: سبحانك أنْ نُتَّخَذَ {من دونِكَ من أولياءَ}: وهذا كقول المسيح عيسى ابن مريم عليه السلام: {وإذْ قالَ اللهُ يا عيسى ابنَ مريمَ أأنتَ قلتَ للناس اتَّخِذوني وأمِّيَ إلهينِ من دونِ الله قال سبحانَكَ ما يكونُ لي أنْ أقولَ ما ليسَ لي بِحَقٍّ إن كُنْتُ قلتُهُ فقدْ علِمْتَه تعلمُ ما في نفسي ولا أعلمُ ما في نَفْسِكَ إنَّك أنتَ عَلاَّمُ الغُيوبِ. ما قلتُ لَهُمْ إلاَّ ما أمَرْتَني به أنِ اعْبُدوا اللهَ ربِّي وَرَبَّكُم ... } الآية، وقال تعالى: {ويَوَمَ يَحْشُرُهم جميعاً ثم يقولُ للملائِكَةِ أهؤلاءِ إيَّاكُم كانوا يَعْبُدونَ. قالوا سبحانَكَ أنتَ وَلِيُّنا مِن دونِهِم بل كانوا يَعْبُدونَ الجِنَّ أكَثْرُهُم بهم مؤمنونَ}، {وإذا حُشِرَ الناسُ كانوا لهم أعداءً وكانوا بعبادَتِهِم كافرينَ}.
فلما نزَّهوا أنفسهم أن يَدْعوا لعبادةِ غير الله أو يكونوا أضَلُّوهم؛ ذَكَروا السبب الموجب لإضلال المشركينَ، فقالوا: {ولكن مَتَّعْتَهُمْ وآباءَهُم}: في لذَّاتِ الدُّنيا وشهواتها ومطالبِهِا النفسِيَّةِ، {حتى نَسوا الذِّكْرَ}: اشتغالاً في لَذَّاتِ الدُّنيا وإكباباً على شَهَواتها؛ فحافظوا على دُنياهم وضيَّعوا دينَهم، {وكانوا قوماً بوراً}؛ أي: بائرين، لا خير فيهم، ولا يَصْلُحون لصالح، لا يصلُحون إلاَّ للهلاك والبوار، فذكروا المانعَ من اتِّباعهم الهُدى، وهو التمتُّع في الدُّنيا، الذي صرفهم عن الهدى، وعدم المقتضي للهدى، وهو أنَّهم لا خير فيهم؛ فإذا عدموا المقتضي ووُجِدَ المانعُ؛ فلا تشاءُ من شرٍّ وهلاكٍ إلاَّ وجَدْتَهُ فيهم.
18.
“Diyecekler ki: “Seni tenzih ederiz!” Bu sözleriyle Yüce Allah’ı, ortak koşanların ortak koşmalarından tenzih edip kendilerinin bundan uzak olduklarını söyleyecekler.
“Senden başkasını dost edinmek bize yaraşmaz.” Yani Senden başka varlıkları dost ve hami edinmemiz, onlara dua ve ibadet etmemiz bize yakışmaz. Sana ibadet etmeye ihtiyacı bulunan aciz kimseler olduğumuza ve Senden başkasına ibadetten de uzak olduğumuza göre nasıl olur da Sen herhangi bir kimseye bize ibadet etmesini emredebilirsin?
(Seni bundan tenzih ederiz.) Bu, olacak şey değildir.
Mana şöyle de olabilir: Biz Senin yanı sıra veli ve ilah edinilmekten
“Seni tenzih ederiz!” Buna göre bu ayet,
Meryem oğlu İsa Mesih aleyhisselam’ın ahirette söyleyeceği bildirilen şu sözleri andırmaktadır: “Allah: Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara Allah’ı bırakıp da beni ve anamı iki ilâh edinin diye sen mi söyledin? diyeceği zaman (İsa) der ki: Seni tenzih ederim, hakkım olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz. Şâyet onu ben söylemiş isem zaten onu bilirsin. Sen benim içimde olanı bilirsin; ama Ben sende olanı bilemem. Şüphesiz Sen, gaybları çok iyi bilensin. Ben onlara bana emrettiğinden başkasını söylemedim: Rabbim ve Rabbimiz olan Allah’a ibadet edin, diye (söyledim)” (el-Maide 5/116-117) Buna benzer bir ayet de şöyledir:
“O gün onların hepsini haşredecek, sonra da meleklere şöyle diyecek: Bunlar size mi ibadet ederlerdi? Melekler diyecekler ki: Tenzih ederiz Seni! Bizim velimiz/mabudumuz onlar değil, Sensin. Aksine onlar cinlere ibadet ediyorlardı. Bunların çoğu onlara inanıyorlardı.” (Sebe, 30/40-41);
“İnsanlar bir araya toplandıklarında onlar kendilerine düşman kesilir ve onların ibadetlerini inkâr ederler.” (el-Ahkâf, 46/6)
nlar,
kendilerinin başkalarını Allah’tan başkasına ibadete davet etmekten yahut da onları saptırmış olmaktan uzak olduklarını belirttikten sonra müşriklerin sapmasını gerektiren sebebi de dile getirerek şöyle diyeceklerdir: “Fakat sen onları ve atalarını” dünyevi arzu ve nefsi istekler bakımından
“faydalandırdın, öyle ki sonunda” dünya zevkleri ve arzularıyla meşgul olup
“(seni) anmayı unuttular.” Böylelikle dünyalarını korurken dinlerini kaybettiler
“ve helâki hak eden bir kavim oldular.” Hayırsız bir kavim, iyi hiçbir şeye elverişli olmayan birileri oldular. Helâk olmaktan başka bir şeye müstehak değildiler. Bu sözleriyle onlar, müşriklerin hidâyete niçin uymalarına engel olan şeyi dile getirmiş olacaklardır ki bu engel, dünya nimetlerinden kendilerini hidâyete yönelmekten alıkoyacak derecede çok faydalanmalarıdır. Hidâyet bulmamalarını gerektiren sebep ise kendilerinin hayırsız olmalarıdır. Hidâyet bulmamalarını gerektiren sebeple hidâyet bulmalarına mani olan engel bir arada olunca artık sen böylelerinde kötülük namına ne ararsan bulabilir, helâklarına sebep olacak ne varsa onlarda bulunduğunu görebilirsin.
#
{19} فلما تبرَّوْا منهم؛ قال الله توبيخاً وتقريعاً للمعاندين: {فقد كَذَّبوكُم بما تقولونَ}: إنَّهم أمروكم بعبادتهم ورَضوا فِعْلَكم وإنَّهم شفعاء لكم عند ربكم؛ كذَّبوكم في ذلك الزعم، وصاروا من أكبر أعدائِكِم، فحقَّ عليكم العذاب. {فما تستطيعونَ صرفاً}: للعذابِ عنكم بفِعْلِكم أو بفداءٍ أو غيرِ ذلك {ولا نصراً}: لعجزكم وعدم ناصرِكم. هذا حكم الضالِّين المقلِّدين الجاهلين كما رأيت، أسوأُ حكم وأشرُّ مصير. وأما المعاند منهم الذي عَرَفَ الحقَّ وصَدَفَ عنه؛ فقال في حقِّه: {ومَن يَظْلِم منكُم}: بترك الحقِّ ظلماً وعناداً؛ {نُذِقْه عذاباً كبيراً}: لا يُقادَرُ قَدْرُهُ ولا يُبْلَغ أمرُه.
19.
Ortak koştukları varlıklar onlardan uzak olduklarını belirttikten sonra Yüce Allah inat edenleri azarlamak üzere şöyle buyuracaktır: “İşte (ibadet ettikleriniz) söylediklerinizde sizi yalanladılar.” Sizin iddianıza göre bunlar, size kendilerine ibadet etmenizi emretmiş, sizin yaptıklarınıza razı olmuş ve Rabbinizin huzurunda size şefaatçi olacaklarını söylemişlerdi. İşte şimdi bu iddianızı yalandılar ve size en büyük düşmanlardan oldular. O bakımdan sizin azaba uğramanız hak olmuştur.
“Artık ne azabı” kendi gücünüzle yahut fidye vererek veya başka bir yolla
“savabilirsiniz, ne de” acizliğiniz dolayısıyla ve yardımcınız bulunmadığı için
“bir yardım bulabilirsiniz.” Görüldüğü gibi başkalarını taklit eden sapık cahiller hakkında verilen bu hüküm, çok ağır ve kötü bir hüküm, akibetleri de en şerli ve fena bir akibet olacaktır.
Hakkı bilmekle birlikte ondan sapıp uzaklaşan inatçılara gelince böylesi hakkında da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Sizden” kim zalimlik ederek ve inat ile hakkı terk edip “(şirk işleyerek nefsine) zulmederse ona büyük bir azap tattıracağız.” Öyle ki hiçbir beşer miktarını takdir edemez, mahiyetini anlatamaz.
#
{20} ثم قال تعالى جواباً لقول المكذبين ـ: {ما لهذا الرسولِ يأكُلُ الطعام ويمشي في الأسواقِ} ـ: [{وما أَرْسَلْنَا قَبْلَكَ من الْمُرْسَلِينَ إلاَّ إنَّهُم لَيَأْكُلُونَ الطَّعَامَ وَيَمْشُونَ في الأَسْوَاقِ}]: فما جَعَلناهم جسداً لا يأكلونَ الطعامَ وما جَعَلْناهم ملائكةً؛ فلك فيهم أسوةٌ، وأمَّا الغنى والفقرُ؛ فهو فتنةٌ وحكمةٌ من الله تعالى؛ كما قال: {وجَعَلْنا بعضَكم لبعضٍ فتنةً}: الرسولُ فتنةٌ للمرسَلِ إليهم واختبارٌ للمطيعين من العاصين، والرُّسُل فَتَنَّاهم بدعوة الخلق، والغنيُّ فتنةٌ للفقير، والفقير فتنةٌ للغنيِّ، وهكذا سائر أصناف الخلق في هذه الدار دار الفتن والابتلاء والاختبار، والقصد من تلك الفتنةِ: {أتصبِرونَ}، فتقومون بما هو وظيفتُكُم اللازمةُ الراتبةُ، فيثيبُكم مولاكم، أم لا تصبِرونَ فتستحقُّون المعاقبة؟ {وكان ربُّك بصيراً}: يعلم أحوالَكم، ويَصْطَفي من يَعْلَمُهُ يَصْلُحُ لرسالتِهِ، ويختصُّه بتفضيلِهِ ويعلم أعمالَكم فيجازيكم عليها إنْ خيراً فخير وإن شرًّا فشر.
20. Daha sonra Yüce Allah,
yalanlayanların az önce geçen sözlerine cevap olmak üzere şöyle buyurmaktadır: “Senden önce gönderdiğimiz bütün rasûller de mutlaka yemek yer ve çarşılarda dolaşırlardı.” Çünkü biz, onları yemek yemeyen bir ceset kılmadığımız gibi onlar melek de değillerdi. İşte senden önceki peygamberler örnek olarak sana yeter. Zenginlik ve fakirliğe gelince o, bir sınama aracıdır ve Yüce Allah’ın bunda bir hikmeti vardır.
O nedenle Allah: “Biz bazınızı bazınıza imtihan sebebi kıldık” buyurmaktadır. Peygamber, kendilerine peygamber gönderilenler için bir imtihan aracıdır. Onunla itaat edenlerle isyankârlar ortaya çıkartılır. Biz, peygamberleri de insanları davet etmekle sınadık. Zenginler, fakir için bir sınavdır. Fakirler de zenginler için bir sınavdır. İşte bu şekilde bu dünya yurdundaki her çeşit insan böyledir. Bu yurt sınama, imtihan ve deneme yurdudur.
Bu denemeden maksat ise şudur: “Sabredecek misiniz?” Yani sabredip yerine getirmeniz gereken görevinizi ifa edip Mevlanızın mükâfatına mı layık olacaksınız yoksa sabretmeyerek O’nun tarafından cezalandırılmayı mı hak edeceksiniz?
“Rabbin her şeyi görendir.” O, sizin hallerinizi görür ve bilir. Risalete elverişli olduğunu bildiği kimseleri seçer ve lütfuyla onlara bu görevi ihsan eder. O, sizin amellerinizi bilir ve onların karşılığını size verecektir. Hayır ise hayır, şer ise şer.
{وَقَالَ الَّذِينَ لَا يَرْجُونَ لِقَاءَنَا لَوْلَا أُنْزِلَ عَلَيْنَا الْمَلَائِكَةُ أَوْ نَرَى رَبَّنَا لَقَدِ اسْتَكْبَرُوا فِي أَنْفُسِهِمْ وَعَتَوْا عُتُوًّا كَبِيرًا (21) يَوْمَ يَرَوْنَ الْمَلَائِكَةَ لَا بُشْرَى يَوْمَئِذٍ لِلْمُجْرِمِينَ وَيَقُولُونَ حِجْرًا مَحْجُورًا (22) وَقَدِمْنَا إِلَى مَا عَمِلُوا مِنْ عَمَلٍ فَجَعَلْنَاهُ هَبَاءً مَنْثُورًا (23)}.
21-
Bize kavuşacaklarını ummayanlar dediler ki: “Bize melekler indirilmeli yahut Rabbimizi görmeli değil miydik?” Andolsun ki onlar, kendilerini çok büyük gördüler ve azgınlıkta çok ileri gittiler.
22- Gün gelecek melekleri göreceklerdir; ama o gün günahkârlar için hiçbir sevindirici haber olmayacaktır.
(Aksine melekler onlara:) “Size cennet yasaktır, yasak!” diyeceklerdir.
23- Biz de işledikleri
(iyi görünümlü) amellerine yönelip onları havaya saçılmış toz zerreleri yapacağız.
#
{21} أي: قال المكذِّبون للرسول، المكذِّبون بوعد الله ووعيده، الذين ليس في قلوبهم خوفُ الوعيد ولا رجاءُ لقاء الخالق: {لولا أُنزِلَ علينا الملائكةُ أو نرى رَبَّنا}؛ أي: هلاَّ نزلت الملائكة تشهدُ لك بالرسالةِ وتؤيِّدُك عليها، أو تنزِلُ رسلاً مستقلِّين، أو نرى ربَّنا فيكلِّمنا ويقول: هذا رسولي؛ فاتِّبعوه! وهذا معارضةٌ للرسول بما ليس بمعارِضٍ، بل بالتكبُّر والعلوِّ والعتوِّ. {لقدِ اسْتَكْبَروا في أنْفُسِهِم}: حيث اقترحوا هذا الاقتراح وتجرؤوا هذه الجرأةَ؛ فمن أنتم يا فقراءُ ويا مساكينُ حتى تطلبوا رؤيةَ الله وتزعُموا أن الرسالة متوقِّف ثبوتُها على ذلك؟! وأيُّ كِبْرٍ أعظم من هذا؟! {وعَتَوْا عُتُوًّا كبيراً}؛ أي: قسوا وصلبوا عن الحقِّ قساوةً عظيمة؛ فقلوبهم أشدُّ من الأحجار وأصلبُ من الحديد، لا تَلين للحقِّ ولا تُصْغي للناصحين؛ فلذلك لم ينجعْ فيهم وعظٌ ولا تذكيرٌ، ولا اتَّبعوا الحقَّ حين جاءهم النذيرُ، بل قابلوا أصدقَ الخَلْقِ وأنصَحَهم وآياتِ الله البيناتِ بالإعراض والتكذيب [والمعارضة]؛ فأيُّ عتوٍّ أكبرُ من هذا العتوِّ؟! ولذلك بَطَلَتْ أعمالُهم، واضمحلَّتْ، وخسروا أشدَّ الخسران، [وحرموا غايةَ الحرمانِ].
21. Yani Allah Rasûlünü, Allah’ın vaadini ve tehdidini yalanlayan,
kalplerinde tehdit korkusu ve yaratana kavuşma umudu bulunmayanlar dediler ki: “Bize melekler indirilmeli yahut Rabbimizi görmeli değil miydik?” Niçin melekler inip de senin peygamberliğine tanıklık etmiyor? Bu hususta seni desteklemiyor? Yahut da niye rasûl olarak melekler inmiyor? Ya da niye Rabbimizi görmüyoruz? O,
bizimle konuşarak: Bu, benim rasûlümdür; ona tâbi olun, demiyor? Bu, Allah Rasûlüne hiçbir gerekçesi olmayan bir karşı çıkıştır. Bir kibirlenme, boş bir büyüklük taslama ve inatlaşmadır.
“Andolsun ki onlar” böyle bir teklifte bulunup bu şekilde bir cüretkârlık göstermekle
“kendilerini çok büyük gördüler ve azgınlıkta çok ileri gittiler.” Ey zavallılar, sefiller! Siz kim oluyorsunuz ki Allah’ı görmek talebinde bulunuyor ve risaletin ispatı için bunun şart olduğunu ileri sürebiliyorsunuz? Bundan daha büyük bir kibir olabilir mi?
“Azgınlıkta çok ileri gittiler.” Hakka karşı alabildiğine katılaştılar. Büyük bir direnç gösterdiler. Kalpleri taşlardan daha katı, demirden daha serttir. O nedenle hakka karşı yumuşamaz. Öğüt verenlere de kulak vermiyorlar. Bu yüzden hiçbir öğüt ve hatırlatmanın onlara faydası olmuyor. Uyarıcı peygamberler kendilerine geldiklerinde de hakka uymuyorlar. Aksine hem insanların en doğru sözlüsüne ve onların iyiliklerini en çok isteyene hem de Allah’ın apaçık âyetlerine yüz çevirmekle ve onları yalanlamakla karşılık veriyorlar. Acaba bundan daha büyük bir azgınlık var mı? İşte bundan dolayı amelleri boşa çıkmış, yok olup gitmiş, en büyük hüsrana ve mahrumiyete mahkûm olmuşlardır.
#
{22} {يوم يرون الملائكةَ}: [التي اقترحوا نُزُولَها]، {لا بُشْرى يومئذٍ للمجرِمين}: وذلك أنَّهم لا يَرَوْنَها مع استمرارِهم على جُرْمِهِم وعنادِهم إلاَّ لعقوبتِهِم وحلول البأسِ بهم: فأولُ ذلك عند الموت إذا تنزَّلت عليهم الملائكةُ؛ قال الله تعالى: {ولو تَرى إذِ الظالمونَ في غمراتِ الموتِ والملائكةُ باسطو أيديهم أخْرِجُوا أنفُسَكُمُ اليَوْمَ تُجْزَوْنَ عذابَ الهُونِ بما كنتُم تقولونَ على الله غيرَ الحقِّ وكنتُم عن آياتِهِ تَسْتَكْبِرونَ}. ثم في القبر حيث يأتيهم منكرٌ ونكيرٌ، فيسألهم عن ربِّهم ونبيِّهم ودينهم، فلا يجيبونَ جواباً يُنجيهم، فيحلُّون بهم النقمةَ وتزول عنهم بهم الرحمة.
ثم يوم القيامة حين تسوقُهُم الملائكةُ إلى النار، ثم يسلِّمونَهم لخزنة جهنَّم، الذين يتولَّوْن عذابَهم ويباشِرون عقابَهم. فهذا الذي اقترحوه وهذا الذي طلبوه إنِ استمرُّوا على إجرامِهِم لا بدَّ أن يَرَوْهُ ويَلْقَوْه، وحينئذٍ يتعوَّذونَ من الملائكة ويفرُّون، ولكن لا مفرَّ لهم، {ويقولون حِجْراً مَحْجوراً}: {يا معشرَ الجنِّ والإنسِ إنِ استَطَعْتُم أن تَنْفُذوا من أقطارِ السمواتِ والأرضِ فانفُذوا لا تَنفُذونَ إلاَّ بسُلْطانٍ}.
22.
“Gün gelecek” inmelerini istedikleri o
“melekleri göreceklerdir; ama o gün günahkârlar için hiçbir sevindirici haber olmayacaktır.” Bu suç ve günahlarına, inatlarına devam ettikleri sürece onları, ancak kendilerine ceza ve ilâhi azabı indirirken göreceklerdir. Onlarla karşılaşacakları ilk hal, ölüm esnasında üzerlerine meleklerin ineceği vakittir.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Sen zalimleri ölümün sıkıntıları içinde meleklerin, ellerini uzatarak: Ruhlarınızı çıkarın, Allah’a karşı haksız yere söylediklerinizden O’nun âyetlerine karşı kibirlendiğinizden dolayı bugün zillet azabıyla cezalandırılacaksınız, derken bir görsen!” (el-En’am, 6/93) Daha sonra kabirde onları göreceklerdir; şöyle ki münker ve nekir onlara gelerek Rableri, peygamberleri ve dinleri hakkında soru soracaklar, onlar ise kendilerini kurtaracak bir cevap veremeyeceklerdir. İşte o zaman ilâhi azap üzerlerine inecek ve artık onlar rahmetten, rahmet de onlardan uzak kalacaktır. Sonra kıyamet gününde onları göreceklerdir ki o vakit melekler, onları cehenneme doğru sürecekler ve onları azaba sokup cezalandıracak olan cehennem bekçilerine teslim edeceklerdir. İşte onların teklifleri ve istedikleri budur ve eğer bu suçlarını işlemeye devam edecek olurlarsa mutlaka onları görecek ve onlarla karşılaşacaklardır. Ama o vakit meleklerden Allah’a sığınacak ve onlardan kaçmaya çalışacaklardır. Fakat kaçış yerleri olmayacaktır.
“(Aksine melekler onlara:) “Size cennet yasaktır, yasak!” diyeceklerdir.
” Yüce Allah başka bir yerde şöyle buyurmaktadır: “Ey cin ve insan topluluğu! Eğer göklerle yerin bucaklarından kaçmaya güçünüz yetiyorsa kaçın; ama buna dair güç ve imkânınız olmadıkça kaçamazsınız ki...
(er-Rahman, 55/33)
#
{23} {وقَدِمْنا إلى ما عملوا من عمل}؛ أي: أعمالهم التي رَجَوْا أن تكونَ خيراً وتعبوا فيها، {فجَعَلْناه هباءً منثوراً}؛ أي: باطلاً مضمحلًّا قد خسروه وحُرِموا أجره وعوقبوا عليه، وذلك لفقدِهِ الإيمان وصدورِهِ عن مكذِّب لله ورسله؛ فالعمل الذي يقبلُهُ الله ما صَدَرَ من المؤمن المخلصِ المصدِّق للرسل المتَّبِع لهم فيه.
23.
“Biz de işledikleri (iyi görünümlü) amellerine” yani iyi olduğunu umdukları ve uğrunda didinip durdukları amellerine
“yönelip onları havaya saçılmış toz zerreleri yapacağız.” Yani amelleri geçersiz olacak, yok olup gidecektir. Bu amellerini kaybetmiş olacaklar, ecrinden de mahrum edileceklerdir. Üstelik bundan dolayı ceza da göreceklerdir. Bunun sebebi ise amellerinin imanla yapılmamış olması, bu amellerin Allah’ı ve peygamberlerini yalanlayan kimselerden sadır olmasıdır. Yüce Allah’ın kabul edeceği amel; ihlâslı, peygamberleri tasdik eden ve amelinde onlara tâbi olan mü’minden sadır olan amellerdir.
{أَصْحَابُ الْجَنَّةِ يَوْمَئِذٍ خَيْرٌ مُسْتَقَرًّا وَأَحْسَنُ مَقِيلًا (24)}.
24- Cennetliklere gelince o gün onların kalacakları yer daha iyi ve dinlenecekleri yer de daha güzeldir.
#
{24} أي: في ذلك اليوم الهائل كثير البلابل، {أصحابُ الجنَّة}: الذين آمنوا بالله وعملوا صالحاً واتَّقوا ربَّهم {خيرٌ مستقرًّا}: من أهل النار، {وأحسنُ مَقيلاً}؛ أي: مستقرُّهم في الجنة وراحتُهم التي هي القيلولة هو المستقرُّ النافع والراحةُ التامَّة؛ لاشتمال ذلك على تمام النعيم الذي لا يَشوبه كَدَرٌ؛ بخلاف أصحاب النار؛ فإنَّ جهنَّم مستقرُّهم ساءت مستقرًّا ومقيلاً، وهذا من باب استعمال أفعل التفضيل فيما ليس في الطرف الآخر منهُ شيءٌ؛ لأنَّه لا خير في مَقيل أهل النارِ ومستقرِّهم؛ كقوله: {آللهُ خيرٌ أمَّا يُشْرِكونَ}.
24.
“Cennetliklere gelince” dehşetli ve sıkıntıları pek çok olan
“o günde onların” Allah’a iman edip salih amel işleyen ve Rablerinden korkanların
“kalacakları yer” cehennemliklerinkinden
“daha iyi ve dinlenecekleri yer de daha güzeldir.” Onların cennette kalacakları mekan ve öğle vaktindeki dinlenme yerleri, işte fayda sağlayan yer ve tam bir rahat buradadır. Çünkü orası, en ufak bir kederin bulandırmadığı, eksiksiz ve mükemmel nimetleri içermektedir. Cehennemliklerin durumu ise böyle değildir. Orası çok kötü bir kalma yeri ve çok fena bir dinlenme yeridir. Buradaki
“daha iyi” ve “daha güzel” ism-i tafdilleri, karşısında kıyas kabul edecek hiçbir şey bulunmayan türdeki tafdildir. (Yani
“en iyi” ve “en güzel” anlamındadır) Çünkü bunlara mukabil cehennemliklerin dinlenecekleri ve kalacakları yerde hayır namına hiçbir şey yoktur.
O nedenle bu ifade: “Allah mı daha hayırlıdır yoksa onların ortak koştukları mı?” (en-Neml, 27/59) buyruğuna benzemektedir.
{وَيَوْمَ تَشَقَّقُ السَّمَاءُ بِالْغَمَامِ وَنُزِّلَ الْمَلَائِكَةُ تَنْزِيلًا (25) الْمُلْكُ يَوْمَئِذٍ الْحَقُّ لِلرَّحْمَنِ وَكَانَ يَوْمًا عَلَى الْكَافِرِينَ عَسِيرًا (26) وَيَوْمَ يَعَضُّ الظَّالِمُ عَلَى يَدَيْهِ يَقُولُ يَالَيْتَنِي اتَّخَذْتُ مَعَ الرَّسُولِ سَبِيلًا (27) يَاوَيْلَتَى لَيْتَنِي لَمْ أَتَّخِذْ فُلَانًا خَلِيلًا (28) لَقَدْ أَضَلَّنِي عَنِ الذِّكْرِ بَعْدَ إِذْ جَاءَنِي وَكَانَ الشَّيْطَانُ لِلْإِنْسَانِ خَذُولًا (29)}.
25- O gün gökyüzü beyaz bulutla yarılacak ve melekler ardı arkasına indirileceklerdir.
26- O gün gerçek hükümranlık, yalnız Rahman’ındır. O, kâfirler için çok zor bir gündür.
27-
O gün zalim ellerini ısırıp: “Keşke peygamberle birlikte (hak) yolu tutmuş olsaydım” der.
28-
“Yazıklar olsun bana! Keşke filanı dost edinmeseydim.”
29-
“Andolsun ki bana gelmiş olan Zikir’den/Kur'ân’dan beni o saptırdı. Zaten şeytan insanı (helake sürükler sonra da) yüzüstü ortada bırakır.”
#
{25 ـ 26} يُخبر تعالى عن عَظَمَةِ يوم القيامة وما فيه من الشدَّة والكُروب ومزعجات القلوب، فقال: {ويوم تَشَقَّقُ السماءُ بالغمام}: وذلك الغمام الذي ينزل الله فيه؛ ينزِلُ من فوق السماوات، فَتَنْفَطِرُ له السماواتُ وتشقَّق وتنزِلُ [ملائكةُ] كلِّ سماء، فيقفون صفًّا صفًّا، إمّا صفًّا واحداً محيطاً بالخلائق، وإمّا كلُّ سماء يكونون صفًّا، ثم السماء التي تليها صفًّا ، وهكذا القصدُ أنَّ الملائكةَ على كَثْرَتِهم وقوَّتِهم ينزلون محيطين بالخَلْق مذعِنين لأمرِ ربِّهم لا يتكلَّم منهم أحدٌ إلاَّ بإذن من الله؛ فما ظنُّك بالآدميِّ الضعيف، خصوصاً الذي بارز مالِكَه بالعظائم، وأقدم على مساخطِهِ، ثم قدم عليه بذُنوبٍ وخطايا لم يتبْ منها، فيحكُمُ فيه الملكُ الخلاَّقُ بالحكم الذي لا يجورُ ولا يظلمُ مثقالَ ذرَّةٍ، ولهذا قال: {وكان يوماً على الكافرين عسيراً}: لصعوبتِهِ الشَّديدة وتعسُّرِ أمورِهِ عليه؛ بخلاف المؤمن؛ فإنَّه يسيرٌ عليه خفيفُ الحمل: {ويَوْمَ نحشُرُ المتَّقينَ إلى الرحمن وفداً. ونَسوقُ المجْرِمين إلى جَهَنَّمَ ورْداً}. وقوله: {الملك يومئذٍ}؛ أي: يوم القيامةِ، {الحقُّ للرحمن}: لا يبقى لأحدٍ من المخلوقين مُلْكٌ ولا صورةُ مُلْكٍ؛ كما كانوا في الدنيا، بل قد تساوتِ الملوكُ ورعاياهم والأحرارُ والعبيدُ والأشرافُ وغيرهم.
وممَّا يرتاحُ له القلبُ وتطمئنُّ به النفس وينشرحُ له الصدرُ أنَّه أضاف الملك في يوم القيامة لاسمِهِ الرحمن؛ الذي وسعتْ رحمتُهُ كلَّ شيءٍ، وعمَّت كلَّ حيٍّ، وملأتِ الكائناتِ، وعمرت بها الدُّنيا والآخرة، وتمَّ بها كلُّ ناقص، وزال بها كلُّ نقص، وغلبت الأسماءُ الدالَّةُ عليه الأسماءَ الدالَّة على الغضب، وسبقت رحمتُه غضَبَه وغلبتْه؛ فلها السبق والغلبة، وخَلَقَ هذا الآدميَّ الضعيف وشرَّفَه وكرَّمه لِيُتِمَّ عليه نعمته وليتغمَّدَه برحمته، وقد حضروا في موقف الذلِّ والخضوع والاستكانة بين يديه؛ ينتظرون ما يحكم فيهم وما يُجري عليهم، وهو أرحم بهم من أنفسهم ووالديهم؛ فما ظنُّك بما يعامِلُهم به، ولا يَهْلِكُ على الله إلاَّ هالكٌ، ولا يخرج من رحمتِهِ إلاَّ من غلبتْ عليه الشَّقاوة، وحقَّتْ عليه كلمةُ العذاب.
25-26. Yüce Allah, kıyamet gününün azametini, o gündeki zorluk ve sıkıntıları,
kalpleri oldukça dehşete düşüren halleri haber vererek şöyle buyurmaktadır: “O gün gökyüzü beyaz bulutla yarılacak” Bu, içinde Yüce Allah’ın semavâtın üstünden ineceği buluttur. Bundan dolayı semavat çatlayıp yarılacak ve her bir semadan melekler inecek
(bkz. el-Bakara, 2/210 -çev-), sonra da ya ayrı ayrı saflar halinde olacaklar yahut da bütün mahlukatı kuşatan tek bir saf olacaklar ya da her bir semadaki melekler sırasıyla tek bir saf olacak, diğerleri de bu halde saf tutacaklardır.
Kastedilen şudur: Melekler çokluklarına ve güçlerine rağmen bütün mahlukatı çevrelemiş bir halde Rablerinin emirlerine itaatle inecek ve onlardan hiçbiri Allah’tan izin almaksızın konuşmayacaktır. Peki ya o gün mutlak Malikine karşı pek büyük günahlarla isyan eden, O’nu gazaplandıran şeyleri yapma cesaretini gösteren, sonra da tevbe etmeksizin büyük-küçük her türlü günahlarla Rabbinin huzuruna gelen aciz Ademoğlunun hali ne olacaktır? Her şeyi yaratan ve her şeyin mutlak maliki Allah, onun hakkında haksızlık içermeyen, zerre ağırlığı kadar dahi zulüm bulunmayan hükmü ile hükmedecektir.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “O, kâfirler için çok zor bir gündür.” Çünkü o gün, çok çetin ve zorlu bir gündür. Kâfire işleri alabildiğine zorlaşacaktır. Mü’min ise böyle olmayacaktır. O gün mü’mine pek kolay gelecek,
mü’minin yükü hafifleyecektir: “O gün takva sahiplerini (konuk) heyet halinde Rahman’ın huzuruna toplarız. Günahkarları da susuz olarak cehenneme süreriz.” (Meryem, 19/85-86)
“O gün” yani kıyamet gününde “gerçek hükümranlık (mülk), yalnız Rahman’ındır.” Yaratıklardan hiçbir kimsenin dünyada olduğu gibi şeklen dahi olsa hiçbir mülkleri, hükümranlıkları olmayacakdır. Aksine o günde hükümdarlarla yönettikleri, hürlerle köleler, şerefli kabul edilenlerle diğerleri eşit olacaklardır. Burada kalbe rahatlık veren, nefisleri huzurlandıran ve gönüle genişlik veren hususlardan biri, Yüce Allah’ın Kıyamet günündeki mülkü/hükümranlığı “Rahman” ismine izafe etmesidir. O Rahman ki rahmeti her şeyi kuşatmış, bütün canlıları kapsamıştır. Bütün kainatı doldurmuş, dünya ve âhiret o rahmetle mamur olmuştur. Eksik olan her bir şey onunla tamam olmuş, her bir kusur onunla ortadan kalkmıştır. Ayrıca Allah'ın ilahi rahmete delâlet eden isimleri gazaba delâlet eden isimlerinden fazladır. O’nun rahmeti gazabını geçmiş ve geride bırakmıştır. O bakımdan rahmetin ileri geçmesi ve üstünlüğü söz konusudur. O, bu zayıf Ademoğlunu da onun üzerindeki nimetini tamamlasın ve onu rahmetine daldırsın diye yaratıp şerefli kılmıştır. İşte onlar da zillet ve itaat konumunda, O’nun huzurunda boyun eğmiş bulunacaklar, O’nun, haklarında vereceği hükmü ve kendilerine ne yapacağını bekleyeceklerdir. O yüce Zat ise onlara karşı kendi nefislerinden de anne ve babalarından da daha merhametlidir. O halde onlara nasıl bir muamelede bulunacağı beklenir? Şüphesiz eğer bir kimse bizzat kendisini helâke sürüklememiş ise Allah onu helâk etmez. Bedbahtlığın kendisine baskın geldiği ve azap sözünün haklarında hak olduğu kimselerden başkası da O’nun rahmetinin dışına çıkmaz.
#
{27} {ويوم يَعَضُّ الظالمُ}: بشركِهِ وكفرِهِ وتكذيبِهِ للرسل {على يديه}: تأسُّفاً وتحسُّراً وحزناً وأسفاً، {يقولُ يا ليتني اتَّخَذْتُ مع الرسول سبيلاً}؛ أي: طريقاً بالإيمان به وتصديقِهِ واتِّباعِهِ.
27.
“O gün” şirki, küfrü ve peygamberleri yalanlaması ile “zalim” olan kimse
“ellerini” esefle, pişmanlıkla, üzüntü ve keder ile “ısırıp: Keşke peygamber ile birlikte” hak yolu, ona iman etmek, onu tasdik etmek, ona uymak sûretiyle doğru yolu
“tutmuş olsaydım, der.”
#
{28} {يا ويلتى ليتني لم أتَّخِذْ فلاناً}: وهو الشيطانُ الإنسيُّ أو الجنيُّ {خليلاً}؛ أي: حبيباً مصافياً، عاديتُ أنصحَ الناس لي وأبرَّهم بي وأرفَقَهم بي، وواليتُ أعدى عدوٍّ لي، الذي لم تُفِدْني ولايتُهُ إلاَّ الشقاءَ والخسارَ والخِزْيَ والبَوارَ.
28.
“Yazıklar olsun bana! Keşke filanı” bu ya ins şeytanı ya da cin şeytanıdır
“dost” samimi ve sevdiğim bir arkadaş “edinmeseydim.” Ben, insanlar arasında iyiliğimi en çok isteyen, bana en çok iyilik yapan, bana karşı en şefkatli ve en merhametli olan zata düşmanlık ettim. Buna karşılık en ileri düşmanımı da dost bildim. Onun dostluğunun da bana hiçbir faydası olmadı. Sadece benim bedbahtlığımı, hüsranlığımı, rezilliğimi ve helâkimi artırdı.
#
{29} {لقد أضلَّني عن الذِّكْرِ بعد إذْ جاءَني}: حيثُ زين له ما هو عليه من الضَّلال بخدعِهِ وتسويله، {وكان الشيطانُ للإنسانِ خَذولاً}: يزيِّن له الباطلَ ويقبِّحُ له الحقَّ ويَعِدُه الأماني ثم يتخلَّى عنه ويتبرَّأ منه؛ كما قال لجميع أتباعه حين قُضِيَ الأمرُ وفَرَغَ اللهُ من حساب الخلق: {وقالَ الشيطانُ لمّا قُضِيَ الأمرُ إنَّ اللهَ وَعَدَكُم وَعْدَ الحقِّ ووعَدْتُكم فأخلَفْتُكم وما كان لي عليكم من سلطانٍ إلاَّ أن دَعَوْتُكُم فاستجَبْتُم لي فلا تلوموني ولوموا أنفُسَكُم ما أنا بِمُصْرِخِكُم وما أنتُم بمُصْرِخِيَّ إنِّي كفرتُ بما أشْرَكْتُموني من قبل ... } الآية؛ فلينظر العبد لنفسِهِ وقتَ الإمكان، وليَتداركْ الممكنَ قبل أن لا يمكنَ، ولْيوالي مَن ولايتُهُ فيها سعادتُهُ، ويعادي مَنْ تنفعُهُ عداوتُهُ وتضرُّه صداقتُه. والله الموفقُ.
29.
“Andolsun ki bana gelmiş olan Zikir’den/Kur'ân’dan” içinde bulunduğu sapıklığı ve aldatıcılığı olmadık şekilde güzel ve süslü göstermek sûretiyle
“beni o saptırdı. Zaten şeytan insanı (helake sürükler sonra da) yüzüstü ortada bırakır.” Ona batılı süslü gösterir, hakkı çirkin gösterir, olmadık boş kuruntularla ona vaatlerde bulunur. Sonra da onu yalnız bırakır ve ondan uzaklaşır.
Nitekim şeytan iş olup biteceğinde Yüce Allah da bütün insanların hesabını gördükten sonra kendisine tâbi olanlara şöyle diyebilmektedir: “Şeytan da der ki: Doğrusu Allah’ın size verdiği söz gerçekti; ben de size söz verdim; ama size verdiğim sözde durmadım. Zaten benim sizin üzerinizde hiçbir nüfuzum da yoktu. Yalnız ben sizi çağırdım, siz de çağrımı kabul ettiniz. O halde beni kınamayın. Bilakis kendinizi kınayın. Artık ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz. Esasen ben daha önce beni
(Allah'a) ortak tutmanızı da kesinlikle kabul etmemiştim.
(İbrahim 14/22) O halde kul, durumunu iyice değerlendirsin, henüz elde zaman ve imkân varken, telafinin imkânsızlaşacağı vakit gelmeden önce mümkün olanı telafi etsin. Mutluluğuna sebep olacak kimseleri dost edinsin, düşmanlığı kendisine faydalı olacak ve dostluğu kendisine zarar verecek kimseye düşmanlık etsin. Başarı Allah’tandır.
{وَقَالَ الرَّسُولُ يَارَبِّ إِنَّ قَوْمِي اتَّخَذُوا هَذَا الْقُرْآنَ مَهْجُورًا (30) وَكَذَلِكَ جَعَلْنَا لِكُلِّ نَبِيٍّ عَدُوًّا مِنَ الْمُجْرِمِينَ وَكَفَى بِرَبِّكَ هَادِيًا وَنَصِيرًا (31)}.
30-
Rasûl: “Ey Rabbim! Gerçekten kavmim bu Kur’ân’ı terk etti” dedi.
31- İşte bu şekilde biz, her bir peygambere günahkârlardan bir düşman var ettik. Yol gösterici ve yardımcı olarak Rabbin yeter.
#
{30} {وقال الرسولُ}: منادياً لربِّه وشاكياً عليه إعراض قومِهِ عمَّا جاء به ومتأسفاً على ذلك منهم: {يا ربِّ إنَّ قومي}: الذي أرسلْتَني لهدايتهم وتبليغهم {اتَّخذوا هذه القرآن مَهْجوراً}؛ أي: قد أعرضوا عنه وهجروه وتركوه، مع أنَّ الواجب عليهم الانقيادُ لحكمه والإقبال على أحكامه والمشي خلفه.
30.
“Rasûl” Rabbine niyaz edip kavminin, getirdiklerinden yüz çevirmelerinden şikâyet ederek ve onların bu tutumlarına üzülerek: “Ey Rabbim! Gerçekten” beni kendilerine hidâyete eriştirmek ve onlara tebliğde bulunmak üzere göndermiş olduğun
“kavmim, bu Kur’ân’ı terk etti, dedi.” Ondan yüz çevirdiler, uzaklaştılar. Onu bırakıp gittiler. Oysa onun hükmüne bağlı kalmaları, ahkâmına yönelmeleri, ardından yürümeleri gerekirdi. Allah, Rasûlünü teselli ederek,
bu insanların geçmişlerinin de böyle olduğunu ve bunların yaptıkları gibi yaptıklarını haber vererek şöyle buyurmaktadır:
#
{31} قال الله مسلياً لرسولِهِ ومخبراً: إنَّ هؤلاء الخلق لهم سلفٌ صنعوا كصنيعِهِم، فقال: {وكذلك جَعَلْنا لكلِّ نبيٍّ عدوًّا من المجرمين}؛ أي: من الذين لا يصلحون للخير ولا يزكون عليه؛ يعارضونهم، ويردُّون عليهم، ويجادلونهم بالباطل. من بعض فوائد ذلك أنْ يعلوَ الحقُّ على الباطل، وأن يتبيَّن الحقُّ ويتَّضح اتِّضاحاً عظيماً؛ لأنَّ معارضة الباطل للحقِّ مما تزيدُهُ وضوحاً وبياناً وكمالَ استدلال، وأن نتبيَّن ما يفعل الله بأهل الحقِّ من الكرامة، وبأهل الباطل من العقوبة؛ فلا تحزنْ عليهم، ولا تَذْهَبْ نفسُك عليهم حسراتٍ، {وكفى بربِّك هادياً}: يهديك فيحصُلُ لك المطلوبُ ومصالحُ دينك ودنياك، {ونَصيراً}: ينصُرُك على أعدائِكَ، ويدفعُ عنك كلَّ مكروه في أمر الدين والدُّنيا؛ فاكتف به وتوكَّلْ عليه.
31.
“İşte bu şekilde biz, her bir peygambere günahkârlardan bir düşman var ettik.” Yani hayra elverişli olmayan, hayır ile arınıp temizlenmeyen kimselerden peygamberlere karşı çıkacak, onların sözlerini reddedecek ve batıl ile mücadedele edecek kimseler kıldık.
Ki bu gibilerin birtakım faydaları vardır: Hak batıla üstünlük sağlar. Hak açıklık kazanır ve çok büyük oranda netleşir. Çünkü batılın hakka karşı çıkması, hakkın açıklığını ve delillerinin mükemmelliğini arttırır. Ayrıca Yüce Allah’ın hak ehline ihsan ettiği lütufları ve batıl ehline uyguladığı cezaları açıkça görülür. O halde onlar için üzülme ve arkalarından kendini neredeyse öldürecek hale de getirme!
“Yol gösterici” sana hidâyet veren ve böylelikle arzuladığını gerçekleştirip din ve dünya menfaatlerini elde etmeni sağlayacak
“ve yardımcı” düşmanlarına karşı sana zafer verecek, din ve dünya işlerinde hoşuna gitmeyen her hususu senden uzaklaştıracak merci
“olarak Rabbin yeter.” Sen de O’nu yeterli bil ve yalnızca O’na güvenip dayan.
{وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لَوْلَا نُزِّلَ عَلَيْهِ الْقُرْآنُ جُمْلَةً وَاحِدَةً كَذَلِكَ لِنُثَبِّتَ بِهِ فُؤَادَكَ وَرَتَّلْنَاهُ تَرْتِيلًا (32) وَلَا يَأْتُونَكَ بِمَثَلٍ إِلَّا جِئْنَاكَ بِالْحَقِّ وَأَحْسَنَ تَفْسِيرًا (33)}.
32-
Kâfirler: “Kur’ân ona toptan, bir defada indirilmeli değil miydi?” dediler. Biz, onunla kalbine sebat verelim diye böyle yaptık ve onu ağır ağır okuduk.
33- Onlar, sana bir misal getirdikleri her seferinde biz
(ona karşılık) sana hakkı ve en güzel açıklamayı getiririz.
#
{32} هذا من جملة مقترحات الكفَّار الذي توحيه إليهم أنفسُهُم، فقالوا: {لولا نُزِّلَ عليه القرآنُ جملةً واحدةً}؛ أي: كَمَا أُنْزِلَت الكتبُ قبلَه. وأيُّ محذورٍ من نزوله على هذا الوجه؟! بل نزوله على هذا الوجه أكمل وأحسن، ولهذا قال: {كذلك}: أنزلناه متفرقاً {لِنُثَبِّتَ به فؤادَكَ}: لأنَّه كلَّما نزلَ عليه شيء من القرآن؛ ازداد طمأنينةً وثباتاً، وخصوصاً عند ورود أسباب القلق؛ فإنَّ نزول القرآن عند حدوثه يكون له موقعٌ عظيمٌ وتثبيتٌ كثيرٌ أبلغ مما لو كان نازلاً قبل ذلك ثم تذكَّره عند حلول سببه، {ورتَّلْناه ترتيلاً}؛ أي: مَهَّلْناه، ودرَّجْناك فيه تدريجاً.
وهذا كلُّه يدلُّ على اعتناء الله بكتابه القرآن وبرسولِهِ محمدٍ - صلى الله عليه وسلم -؛ حيث جعل إنزال كتابه جارياً على أحوال الرسول ومصالحِهِ الدينيَّةِ.
32. Bu da kâfirlerin nefislerinin kendilerine telkin etmiş olduğu tekliflerinden birisidir.
Onlar dediler ki: “Kur’ân ona” önceki kitapların indirildiği gibi
“toptan, bir defada indirilmeli değil miydi?” Yani
“Kur’ân’ın bu dediğimiz şekilde inişindeki sakınca nedir? Hatta bu şekilde indirilmesi daha mükemmel, daha güzeldir.” Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Biz onunla kalbine sebat verelim diye böyle yaptık.” Biz Kur’ân-ı Kerîm’i bu şekilde kısım kısım indirdik. Çünkü Kur’ân’dan bir bölüm nazil oldukça senin huzurun ve sebatın daha da artar. Özellikle de tedirgin edici sebepler varken Kur’ân-ı Kerîm’in gerektikçe nazil olmasının çok büyük bir etkisi olur ve kalbe pek büyük ölçüde sebat verir. Hiç şüphesiz ki bu etki ve sebat, bundan önce o buyruğun nazil olup da o sebebin meydana gelmesi esnasında hatırlanmasından daha ileri derecede etkilidir.
“Ve onu ağır ağır okuduk.” Biz, o Kur’ân-ı Kerîm’i zaman içerisinde, ara ara indirdik ve onu sana kısım kısım bellettik. Bütün bunlar, Yüce Allah’ın, Kitabı Kur’ân-ı Kerîm’e ve Rasûlü Muhammed sallallahu aleyli ve sellem’e ne kadar itina gösterdiğinin delilidir. Çünkü Yüce Allah Kitabını, Allah Rasûlünün durumuna ve dini maslahatlarına uygun olarak indirmiştir.
Bundan dolayı da şöyle buyurmaktadır:
#
{33} ولهذا قال: {ولا يأتونَكَ بِمَثَلٍ}: يعارضون به الحقَّ ويدفعون به رسالتك، {إلاَّ جئناك بالحقِّ وأحسنَ تفسيراً}؛ أي: أنزلنا عليك قرآناً جامعاً للحقِّ في معانيه والوضوح والبيان التامِّ في ألفاظِهِ؛ فمعانيه كلُّها حقٌّ وصدقٌ لا يشوبها باطلٌ ولا شبهةٌ بوجه من الوجوه، وألفاظُهُ وحدودُهُ للأشياء أوضحُ ألفاظاً وأحسنُ تفسيراً، مبين للمعاني بياناً كاملاً.
وفي هذه الآية دليلٌ على أنَّه ينبغي للمتكلِّم في العلم من محدِّث ومعلِّم وواعظٍ أن يقتدي بربِّه في تدبيره حال رسوله، كذلك العالم يدبِّر أمر الخلق، وكلَّما حدث موجبٌ أو حصل موسمٌ؛ أتى بما يناسب ذلك من الآيات القرآنية والأحاديث النبويَّة والمواعظ الموافقة لذلك.
وفيه ردٌّ على المتكلِّفين من الجهميَّة ونحوهم ممَّن يرى أنَّ كثيراً من نصوص القرآن محمولةٌ على غير ظاهرها، ولها معانٍ غير ما يُفْهَم منها؛ فإذاً على قولهم لا يكون القرآن أحسنَ تفسيراً من غيره، وإنما التفسير الأحسن على زعمهم تفسيرُهم الذي حرَّفوا له المعاني تحريفاً!
33.
“Onlar sana” kendisi ile hakka karşı çıkmak ve senin peygamberliğini reddetmek amacıyla
“bir misal getirdikleri her seferinde biz (ona karşılık) sana hakkı ve en güzel açıklamayı getiririz.” Yani biz, sana manalarında hakkı, lafızlarında da tam bir beyanı içeren Kur’ân’ı indirdik ki onun bütün manaları haktır ve doğrudur. Herhangi bir batıl ya da şüphe hiçbir şekilde söz konusu değildir. Onun lafızları ve varlıkları beyanı en açık lafızlar, en güzel açıklamalardır. O, gerekli manaları eksiksiz bir şekilde beyan etmektedir.
u âyet-
i kerimede şuna delil vardır: Gerek muhaddis, gerek öğretmen, gerekse vaiz olsun, ilme dair konuşan herhangi bir kimsenin, Rabbinin Rasûlünün halini göz önünde bulundurmasını örnek almalıdır. Alimler de aynı şekilde yapmalıdır. Gerektirici herhangi bir olay yahut bir münasebet meydana geldikçe ona uygun Kur’ânî âyetleri ve nebevi hadisleri hatırlatmalı ve ona uygun öğütler vermelidirler. Yine bu buyrukta Kur’ân naslarının pek çoğunun zahir anlamından farklı şekilde yorumlanacağını ve bunların kendilerinden anlaşılan manalardan başka manaları bulunduğunu kabul eden Cehmiye ve benzeri gibi Kur’ân’ın tefsirinde olmadık yollara başvuranların bu kanaatleri reddedilmektedir. Zira onların bu iddialarına göre Kur’ân-ı Kerîm’in getirdiği açıklama, başkalarının açıklamasından daha güzel olmaz. Çünkü onların bozuk iddialarına göre en güzel açıklama, kendilerinin Kur’ân’ın anlamları alabildiğine tahrif ettikleri açıklamalardır.
{الَّذِينَ يُحْشَرُونَ عَلَى وُجُوهِهِمْ إِلَى جَهَنَّمَ أُولَئِكَ شَرٌّ مَكَانًا وَأَضَلُّ سَبِيلًا (34)}.
34- Yüzleri üzere cehenneme sürülüp toplanacak olanlar var ya işte onlar, yerleri daha kötü ve yolları daha sapık olanlardır.
#
{34} يخبر تعالى عن حال المشركين الذين كذَّبوا رسوله وسوءَ مآلهم وأنهم {يُحْشَرون على وجوهِهِم}: في أشنع مرأى وأفظع منظرٍ، تسحبُهُم ملائكةُ العذاب ويجرُّونهم {إلى جهنَّم}: الجامعة لكلِّ عذابٍ وعقوبة، {أولئك}: الذين بهذه الحال {شرٌّ مكاناً}: ممَّن آمن بالله وصدَّق رسلَه {وأضلُّ سبيلاً}: وهذا من باب استعمال أفعل التفضيل فيما ليس في الطرف الآخر منه شيء؛ فإنَّ المؤمنين حسنٌ مكانهم ومستقرُّهم، واهتدوا في الدنيا إلى الصراط المستقيم، وفي الآخرة إلى الوصول إلى جنات النعيم.
34. Allah, burada Rasûlünü yalanlayan müşriklerin halini ve onların akibetlerini bize haber vermektedir.
Onlar: “Yüzleri üzere” en çirkin görünümde, en korkunç şekilde, azap melekleri tarafından yüzleri üzerinde sürükleneceklerdir. Her türlü azap ve cezayı içeren
“cehenneme toplanacak olanlar; işte onlar” bu halde bulunanlar Allah’a iman edip Peygamberlerini tasdik edenlere göre
“yerleri daha kötü ve yolları daha sapık olanlardır.” Buradaki
“daha kötü” ve “daha sapık” ifadeleri, kıyaslama amacı taşımamaktadır
(en kötü ve en sapık anlamındadır). Çünkü mü’minlerin kalacakları yer de yerleşecekleri yer de güzeldir, hiçbir kötülük içermemektedir. Yol olarak da onlar, dünya hayatında Sırat-ı Müstakime, âhirette de nimet dolu cennetlere ulaştıran en doğru yolu bulmuş kimselerdir.
{وَلَقَدْ آتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ وَجَعَلْنَا مَعَهُ أَخَاهُ هَارُونَ وَزِيرًا (35) فَقُلْنَا اذْهَبَا إِلَى الْقَوْمِ الَّذِينَ كَذَّبُوا بِآيَاتِنَا فَدَمَّرْنَاهُمْ تَدْمِيرًا (36) وَقَوْمَ نُوحٍ لَمَّا كَذَّبُوا الرُّسُلَ أَغْرَقْنَاهُمْ وَجَعَلْنَاهُمْ لِلنَّاسِ آيَةً وَأَعْتَدْنَا لِلظَّالِمِينَ عَذَابًا أَلِيمًا (37) وَعَادًا وَثَمُودَ وَأَصْحَابَ الرَّسِّ وَقُرُونًا بَيْنَ ذَلِكَ كَثِيرًا (38) وَكُلًّا ضَرَبْنَا لَهُ الْأَمْثَالَ وَكُلًّا تَبَّرْنَا تَتْبِيرًا (39) وَلَقَدْ أَتَوْا عَلَى الْقَرْيَةِ الَّتِي أُمْطِرَتْ مَطَرَ السَّوْءِ أَفَلَمْ يَكُونُوا يَرَوْنَهَا بَلْ كَانُوا لَا يَرْجُونَ نُشُورًا (40)}.
35- Andolsun ki biz Mûsâ’ya Kitabı verdik. Onunla beraber kardeşi Hârûn’u da
(ona) yardımcı yaptık.
36-
(İkisine:) “Âyetlerimizi yalanlayan o kavme gidin” dedik. Sonunda onları tümden helâk ettik.
37- Nûh kavmini de peygamberleri yalanlayınca suda boğduk ve onları insanlar için bir ibret kıldık. Biz zalimler için can yakıcı bir azap hazırlamışızdır.
38- Âd, Semûd, Ashab-ı Res ve bunlar arsında daha çok kavimleri
(de helâk ettik).
39- Her birine misaller verdik ve hepsini tümüyle helâk ettik.
40- Andolsun ki bunlar feci bir yağmura tutulan o şehre uğradılar. Peki, orayı görmediler mi? Elbette
(gördüler; ama) onlar, dirilmeyi ummamaktadırlar.
#
{35 ـ 40} أشار تعالى إلى هذه القَصَص، وقد بسطها في آياتٍ أخرَ؛ ليحذِّرَ المخاطبين من استمرارِهم على تكذيب رسولهم، فيصيبُهم ما أصاب هؤلاء الأمم الذين كانوا قريباً منهم ويعرفون قَصصهم بما استفاض واشْتُهِر عنهم، ومنهم مَنْ يَرَوْن آثارَهم عياناً؛ كقوم صالح في الحجر، وكالقريةِ التي أُمْطِرَتْ مَطَرَ السَّوْء بحجارة من سِجِّيل؛ يمرُّون عليهم مصبحين وبالليل في أسفارهم؛ فإنَّ أولئك الأمم ليسوا شرًّا منهم، ورسلهم ليسوا خيراً من رسول هؤلاء؛ {أكُفَّارُكُم خيرٌ من أولئكُم أمْ لكم براءةٌ في الزُّبُر}، ولكنَّ الذي منع هؤلاء من الإيمان مع ما شاهدوا من الآيات أنَّهم كانوا لا يَرْجونَ بعثاً ولا نُشوراً؛ فلا يرجون لقاء ربِّهم، ولا يَخْشَوْن نَكاله؛ فلذلك استمرُّوا على عنادهم، وإلاَّ؛ فقد جاءهم من الآيات ما لا يبقى معه شكٌ ولا شبهةٌ ولا إشكالٌ ولا ارتيابٌ.
35-40. Yüce Allah, daha önce başka âyet-i kerimelerde genişce açıklamış olduğu birtakım kıssalara burada kısaca işaret etmektedir. Bu yolla peygamberlerini yalanlamaya devam eden muhatapları sakındırmak ve böylelikle geçmiş bu ümmetlere isabet eden azabın onlara da isabet etmesine karşı onları uyarmaktadır. Çünkü bu ümmetler, onlara yakın yerlerde idiler. Onların kıssalarını yaygınlığı ve onlar hakkında meşhur olan bilgilerden biliyorlardı. Nitkeim bu kavimlerin kimilerinden geriye kalanları gözleriyle görmekteydiler. Hicr’de Salih kavminin kalıntıları, pişirilmiş çamurdan taşlarla feci bir yağmura tutulan
(Lut kavminin) şehri vb. gibi. Bunların yanından yolculuklarında geceleyin de gündüzün de geçip giderlerdi.
İşte o ümmetler bunlardan daha kötü olmadıkları gibi onlara gönderilen rasûller de bunlara gönderilen rasûlden daha üstün değildi: “Sizin kâfirleriniz bunlardan hayırlı mıdır? Yoksa kitaplarda sizin için bir beraat mı var?” (el-Kamer 54/43) Fakat bunları, gördükleri o kadar âyet ve delillere rağmen iman etmekten alıkoyan şey, onların öldükten sonra diriltileceklerini ümit etmeyişleridir. Rablerine kavuşacaklarını ummuyorlar, O’nun ibretli cezasından korkmuyorlardı. Bundan dolayı da inatları devam edip gitti. Yoksa bunlara da en ufak bir şüphe, tereddüt, açıklanamayacak bir durum, şüpheyi gerektirecek bir hal kalmayacak şekilde âyetler ve belgeler gönderilmişti.
{وَإِذَا رَأَوْكَ إِنْ يَتَّخِذُونَكَ إِلَّا هُزُوًا أَهَذَا الَّذِي بَعَثَ اللَّهُ رَسُولًا (41) إِنْ كَادَ لَيُضِلُّنَا عَنْ آلِهَتِنَا لَوْلَا أَنْ صَبَرْنَا عَلَيْهَا وَسَوْفَ يَعْلَمُونَ حِينَ يَرَوْنَ الْعَذَابَ مَنْ أَضَلُّ سَبِيلًا (42) أَرَأَيْتَ مَنِ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ أَفَأَنْتَ تَكُونُ عَلَيْهِ وَكِيلًا (43) أَمْ تَحْسَبُ أَنَّ أَكْثَرَهُمْ يَسْمَعُونَ أَوْ يَعْقِلُونَ إِنْ هُمْ إِلَّا كَالْأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ سَبِيلًا (44)}.
41- O
(müşrikler) seni gördüklerinde:
“Allah’ın peygamber olarak gönderdiği bu mudur?” diyerek seni mutlaka alaya alırlar.
42-
“Eğer ilâhlarımıza (bağlılıkta) sebat göstermeseydik az kalsın bizi onlardan saptıracaktı.” Azabı gördükleri zaman asıl kimin yoldan sapmış olduğunu bileceklerdir.
43- Hevâsını ilâh edinen kimseyi gördün mü? Şimdi ona sen mi vekil olacaksın?
44- Sen onların çoğunun işittiğini yahut aklını kullandığını mı sanıyorsun? Onlar, ancak hayvanlar gibidir. Hatta onlar daha da beterdir.”
#
{41} أي: {وإذا رَأوْك}: يا محمد؛ هؤلاء المكذِّبون لك، المعاندون لآيات الله، المستكبرون في الأرض؛ استهزؤوا بك، واحتقروك، وقالوا على وجه الاحتقار والاستصغار: {أهذا الذي بَعَثَ الله رسولاً}؛ أي: غير مناسب ولا لائق أن يَبْعَثَ الله هذا الرجل! وهذه من شدَّة ظلمِهِم وعنادِهِم وقلبهم الحقائق؛ فإنَّ كلامَهم هذا يُفْهِمُ أنَّ الرسولَ ـ حاشاه ـ في غاية الخِسَّة والحقارة، وأنَّه لو كانتِ الرسالةُ لغيره؛ لكان أنسب. {وقالوا لولا نُزِّلَ هذا القرآنُ على رجل من القريتينِ عظيم}؛ فهذا الكلام لا يصدُرُ إلاَّ من أجهل الناس وأضلِّهم، أو من أعظمهم عناداً، وهو متجاهلٌ، قصدُه ترويج ما معه من الباطل بالقدح بالحقِّ وبمن جاء به، وإلاَّ؛ فمنْ تدبَّر أحوال محمد بن عبد الله - صلى الله عليه وسلم -؛ وَجَدَه رجل العالم وهمامهم ومقدَّمهم في العقل والعلم واللُّبِّ والرَّزانة ومكارم الأخلاق ومحاسن الشيم والعفة والشجاعة والكرم وكلِّ خُلُق فاضل. وأنَّ المحتقرَ له والشانئ له قد جمع من السَّفَه والجهل والضلال والتَّناقُض والظُّلم والعدوان ما لا يجمعُه غيره. وحسبه جهلاً وضلالاً أن يَقْدَحَ بهذا الرسول العظيم والهُمام الكريم، والقصد من قدحِهِم فيه واستهزائِهِم به؛ تصلُّبهم على باطلهم وغُروراً لِضُعَفَاءِ العقول.
41.
“O (müşrikler)” Ey Muhammed, seni yalanlayan, Allah’ın âyetlerine karşı inat eden, yeryüzünde büyüklük taslayan, seninle alay edip seni küçük gören bu kimseler
“seni gördüklerinde” küçümseyip hakir görerek:
“Allah’ın peygamber olarak gönderdiği bu mudur? diyerek seni mutlaka alaya alırlar.” Yani
“Allah’ın bu adamı peygamber olarak göndermesi hiç de uygun değildir. Yakışık almaz.” Bu, aşırı dereceki zalimliklerinden ve inatlarından, hakikatleri tersyüz etmelerinden dolayıdır. Bu sözlerinden anlaşıldığına göre Allah Rasûlü -haşa- son derece değersiz ve hakirdir. Ve eğer risalet bir başkasına verilmiş olsaydı daha uygun olurdu. Nitekim
“dediler ki: Bu Kur’ân iki şehirden birindeki büyük bir adama indirilmeli değil miydi?” (ez-Zuhruf, 43/31) Böyle bir söz ancak insanların en cahil, en sapık yahut da en ileri derecede inatçı ve bilmezlikten gelenleri tarafından söylenebilir. Bu sözün maksadı ise hakka ve hakkı getirene dil uzatmak ve sahip olduğu batılın propagandasını yapmaktır. Yoksa Abdullah’ın oğlu Muhammed sallallahu aleyli ve sellem’in halini dikkatle düşünen bir kimse, onun dünyanın en yiğit, en gayretli kişisi, akıl, ilim, zeka, vakar, üstün ahlâkî değerler, güzel sıfatlar, iffet, şecaat ve erdem sayılan her türlü huy itibariyle de insanların en önde geleni olduğunu görür. Onu hakir gören ve onu ayıplayan kimse ise bilgisizliğin, beyinsizliğin, sapıklığın, çelişkinin, zulmün, haksızlığın her türlüsünü başka hiçbir kimsenin kendisinde toplayamayacağı oranda toplamıştır. Böyle büyük bir peygambere, böyle gayretli ve şerefli birisine dil uzatmaya kalkışması cahillik ve sapıklık olarak ona yeter. Onların Peygambere dil uzatmaktan ve onunla alay etmekten maksatları, batıllarını inatla sürdürmek ve kıt akıllıları da aldatmaktır.
Bundan dolayı şöyle dediklerini görüyoruz:
#
{42} ولهذا قالوا: {إن كاد لَيُضِلُّنا عن آلهتنا} [هذا الرجل]: بأن يجعل الآلهة إلهاً واحداً، {لولا أن صَبَرْنا عليها}: لأضلَّنا. زعموا قبَّحهم الله أنَّ الضَّلال هو التوحيد، وأنَّ الهُدى ما هم عليه من الشرك؛ فلهذا تواصَوْا بالصبر عليه، {وانَطَلَقَ الملأُ منهم أنِ امْشوا واصبِروا على آلهتكم}، وهنا قالوا: {لولا أن صَبَرْنا عليها}: والصبر يُحمد في المواضع كلِّها؛ إلاَّ في هذا الموضع؛ فإنه صبرٌ على أسباب الغضب، وعلى الاستكثار من حطب جهنَّم، وأما المؤمنون؛ فهم كما قال الله عنهم: {وتواصَوْا بالحقِّ وتواصَوْا بالصبرِ}، ولما كان هذا حكماً منهم بأنَّهم المهتدون والرسول ضالٌّ، وقد تقرَّر أنَّهم لا حيلة فيهم توعَّدهم بالعذاب، وأخبر أنهم في ذلك الوقت، {حين يَرَوْنَ العذاب}: يعلمون علماً حقيقيًّا، {مَنْ} هو {أضَلُّ سبيلاً}. {ويوم يَعَضُّ الظالم على يديهِ يقولُ يا ليتني اتَّخَذْتُ مع الرسول سبيلاً ... } الآيات.
42.
“Eğer ilâhlarımıza (bağlılıkta) sebat göstermeseydik az kalsın” bu adam
“bizi onlardan” bunca ilâhı tek bir ilâh kabul ettirmek sûretiyle
“saptıracaktı.” Kahrolasacılar! Tevhidi sapıklık diye izlemekte oldukları şirki de doğru yol olarak göstermeye çalıştılar.
Bundan dolayı bu konuda birbirlerine sabır tavsiye ederek şöyle demişlerdi: “Onların ele başları: Yürüyün ve ilâhlarınıza (ibadette) sebat edin!” (Sâd, 38/6) Bu buyrukta da onların:
“Eğer ilâhlarımıza (bağlılıkta) sebat/sabır göstermeseydik” dedikleri bildirilmektedir. Sabır esasen bunun dışındaki bütün hallerde övülmeye değerdir. Çünkü böyle bir durumda sabır, gazabı gerektiren sebepler üzerinde sebat göstermektir. Cehennem odununu daha da arttırmak için gösterilen bir dirençtir. Mü’minlere gelince onlar, Yüce Allah'ın haklarında buyurduğu gibi
“hem hakkı birbirlerine tavsiye ederler hem de sabrı birbirlerine tavsiye ederler.” (Asr, 103/3)
u sözleriyle kendilerinin hidâyet üzere, Peygamberin ise sapık olduğuna hüküm verdiklerinden ve artık onlara karşı yapılacak bir şey kalmadığından dolayı Yüce Allah, onları azap ile tehdit etmekte ve onların
“azabı gördüklerinde” kesin olarak
“asıl kimin yoldan sapmış olduğunu” bileceklerini haber vermektedir. Zira
“O gün zalim ellerini ısırıp: Keşke peygamberle birlikte (hak) yolu tutmuş olsaydım” (27. ayet)
#
{43} وهل فوق ضلال مَنْ جعل إلهه معبودَه ؛ فما هويه فعله؟! فلهذا قال: {أرأيتَ مَنِ اتَّخَذَ إلهه هواه}: ألا تعجبُ من حاله وتنظُر ما هو فيه من الضلال وهو يحكُم لنفسِهِ بالمنازل الرفيعة، {أفأنتَ تكون عليه وكيلاً}؛ أي: لست عليه بمسيطرٍ مسلَّط، بل إنما أنت منذرٌ قد قمتَ بوظيفتِك. وحسابُهُ على الله.
43. Acaba hevasını ma’bud edinen kimseden daha sapık,
hevâsı ne istiyorsa onu yapanın sapıklığından daha ileri derecede sapıklık var mıdır? Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Hevâsını ilâh edinen kimseyi gördün mü?” Buna rağmen kendisinin yüksek mevkilere sahip olduğunu ileri sürdüğü için böylesinin haline hayret etmiyor ve içinde bulunduğu sapıklığı hiç düşünmüyor musun?
“Şimdi ona sen mi vekil olacaksın?” Sen böyle birisinin üzerinde hakim ve zorba bir konumda değilsin. Sen sadece korkutup uyarırsın. Bu vazifeni de yerine getirmiş bulunuyorsun. Onun hesabını görmek ise Allah’a aittir.
#
{44} ثمَّ سجَّل تعالى على ضلالهم البليغ بأنْ سَلَبَهُمُ العقولَ والأسماع، وشبَّههم في ضلالهم بالأنعام السائمة التي لا تسمعُ إلاَّ دعاءً ونداءً {صمٌ بكمٌ عميٌ فهم لا يعقِلونَ}، بل هم أضلُّ من الأنعام؛ فإنَّ الأنعام يهديها راعيها فتهتدي، وتعرف طريق هلاكها فتجتنبه، وهي أيضاً أسلم عاقبةً من هؤلاء، فتبيَّن بهذا أن الرامي للرسول بالضَّلال أحقُّ بهذا الوصف، وأنَّ كلَّ حيوان بهيم؛ فهو أهدى منه.
44. Daha sonra Yüce Allah onların ileri derecedeki sapıklıklarını tescil etmektedir. Zira O,
(yaptıklarının cezası olarak) akıllarını ve işitme duyularını almıştır. Sapıklıklarında da onları bağırıp çağırıştan başka hiçbir şey duymayan sağır, dilsiz ve kör gibi otlaklarda otlayan ve hiçbir şey anlamayan davarlara benzetmektedir. Hatta onlar bu hayvanlardan daha da sapıktırlar. Çünkü hayvanlara çobanları yol gösterir, onlar da onun arkasından giderler. Yine kendilerini ölüme götürecek yolu bildiklerinden o yollardan uzak dururlar. Aynı zamanda hayvanların akibeti de bu gibi kimselerin akibetinden daha iyidir. Böylelikle şu açıkca ortaya çıkmaktadır ki Allah Rasûlünün sapık olduğunu ileri sürenlerin kendileri bu vasfa daha layıktırlar. Hiçbir şey bilip anlamayan hayvanlar bile bunlardan daha doğru yoldadırlar.
{أَلَمْ تَرَ إِلَى رَبِّكَ كَيْفَ مَدَّ الظِّلَّ وَلَوْ شَاءَ لَجَعَلَهُ سَاكِنًا ثُمَّ جَعَلْنَا الشَّمْسَ عَلَيْهِ دَلِيلًا (45) ثُمَّ قَبَضْنَاهُ إِلَيْنَا قَبْضًا يَسِيرًا (46)}
45- Rabbinin gölgeyi nasıl uzattığını görmez misin? Dileseydi onu hareketsiz kılardı. Sonra güneşi ona delil kıldık.
46- Sonra onu yavaş yavaş kendimize doğru çektik.
#
{45 ـ 46} أي: ألم تشاهِدْ ببصرك وبصيرتِك كمالَ قدرةِ ربِّك وسَعَةِ رحمتِهِ: أنَّه مدَّ على العباد الظلَّ، وذلك قبل طلوع الشمس، {ثم جَعَلْنا الشمس عليه}؛ أي: على الظلِّ {دليلاً}: فلولا وجودُ الشمس؛ لما عُرِفَ الظلُّ؛ فإنَّ الضدَّ يعرف بضده، {ثم قَبَضْناه إلينا قبضاً يسيراً}؛ فكلَّما ارتفعتِ الشمس؛ تقلَّص الظِّلُّ شيئاً فشيئاً، حتى يذهب بالكُلِّيَّة. فتوالي الظل والشمس على الخلق الذي يشاهدونه عياناً، وما يترتَّب على ذلك من اختلاف الليل والنهار وتعاقُبِهما وتعاقُبِ الفصول وحصول المصالح الكثيرة بسبب ذلك؛ من أدلِّ دليل على قدرةِ الله وعظمتِهِ، وكمال رحمتِهِ وعنايتِهِ بعبادِهِ، وأنَّه وحدَه المعبودُ المحمودُ المحبوب المعظَّم ذو الجلال والإكرام.
45-46. Yani sen, gözünle ve basiretinle Rabbinin kudretini, kemalini ve rahmetinin genişliğini görmedin mi? O gölgeyi kulların üzerine uzatıp çeker. Bu güneşin doğuşundan önce olan bir şeydir.
“Sonra ona güneşi delil kıldık.” Yani güneşi gölgeye delil kıldık. Güneş olmasaydı gölgenin varlığı bilinmezdi, çünkü zıt şeyler birbirleriyle tanınırlar. Güneş yükseldikçe gölge de yavaş yavaş kısalır ve nihâyet tamamen ortadan kalkar. Gözleriyle bu vakıayı gören insanlar için gölge ve güneşin gelmesi ve bunun sonucu olarak da gece ile gündüzün değişip durması, birinin diğerinin ardından gelmesi, mevsimlerin birbirlerini izlemesi ve bundan dolayı da pek çok maslahatların meydana gelmesi, hiç şüphesiz Allah’ın kudret, azamet ve rahmetinin kemalinin, kullarına gösterdiği inâyetin en açık delillerindendir. Yine O’nun tek başına mabud, yaptıklarından dolayı hamde layık, sevgi ve tazimi hak eden, celâl ve ikram sahibi olduğuna da delildir.
{وَهُوَ الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ اللَّيْلَ لِبَاسًا وَالنَّوْمَ سُبَاتًا وَجَعَلَ النَّهَارَ نُشُورًا (47)}.
47- Geceyi sizin için elbise, uykuyu da istirahat kılan O’dur. O, gündüzü de dağılıp çalışma zamanı yapmıştır.
#
{47} أي: من رحمته بكم ولُطْفِهِ أن جَعَلَ الليل لكم بمنزلةِ اللِّباس الذي يَغْشاكم حتى تستقرُّوا فيه، وتهدؤوا بالنوم وتسبُتَ حركاتُكم؛ أي: تنقطع عند النوم؛ فلولا الليل؛ لما سكن العبادُ، ولا استمرُّوا في تصرُّفهم، فضرَّهم ذلك غاية الضرر، ولو استمرَّ أيضاً الظلام؛ لتعطَّلت عليهم معايِشُهم ومصالِحُهم، ولكنه جعل النهار نُشوراً؛ ينتشرون فيه لتجاراتهم وأسفارهم وأعمالهم، فيقوم بذلك ما يقوم من المصالح.
47. Yani geceyi sizin için üzerinizi örten bir elbise gibi kılıp bunu geceleyin dinlenmeniz, uyuyarak rahat bulmanız ve uyku esnasında hareketsiz kalmanız için yaratmış olması, O’nun rahmet ve lütfunun bir tecellisidir. Gece olmasaydı kullar sükun ve rahat bulamazlardı, ama işlerini görmeye de devam edemezlerdi. O takdirde de bu, onlara son derece zararlı olurdu. Aynı şekilde karanlık da devam edip gitseydi elbette ki onların hayatları durur ve menfaatlerine olan pek çok şey de gerçekleşmezdi. Fakat Allah, gündüzü insanların ticaretleri, yolculukları ve işleri için etrafa dağılacakları ve böylelikle de menfaatlerine olan işleri görüp yerine getirecekleri bir vakit olarak tayin etmiştir.
{وَهُوَ الَّذِي أَرْسَلَ الرِّيَاحَ بُشْرًا بَيْنَ يَدَيْ رَحْمَتِهِ وَأَنْزَلْنَا مِنَ السَّمَاءِ مَاءً طَهُورًا (48) لِنُحْيِيَ بِهِ بَلْدَةً مَيْتًا وَنُسْقِيَهُ مِمَّا خَلَقْنَا أَنْعَامًا وَأَنَاسِيَّ كَثِيرًا (49) وَلَقَدْ صَرَّفْنَاهُ بَيْنَهُمْ لِيَذَّكَّرُوا فَأَبَى أَكْثَرُ النَّاسِ إِلَّا كُفُورًا (50)}.
48- Rahmetinin önünde rüzgarları müjde olarak gönderen de O’dur. Biz gökten de tertemiz bir su indirdik.
49- Ki onunla ölü bir beldeye hayat verelim, yarattığımız nice hayvanı ve pek çok insanı da onunla sulayalım diye.
50- Andolsun ki biz bu
(gerçeği), düşünüp öğüt alsınlar diye onların arasında türlü şekillerde anlattık. Ama insanların çoğu nankörlükten başka bir yol izlemezler.
#
{48 ـ 49} أي: هو وحده الذي رحم عبادَه وأدرَّ عليهم رزقَه بأن أرسل الرياح مبشراتٍ بين يدي رحمته، وهو المطر، فثار بها السحاب وتألَّف، وصار كِسَفاً وألْقَحَتْهُ وأدرَّتْه بإذن آمرها والمتصرِّف فيها؛ ليقع استبشار العباد بالمطر قبل نزوله، وليستعدُّوا له قبل أن يَفْجَأَهم دفعةً واحدةً، {وأنْزَلْنا من السماءِ ماءً طَهوراً}: يطهِّر من الحدث والخَبَث، ويطهِّر من الغش والأدناس، وفيه بركةٌ من بركتِهِ؛ أنه أنزله ليحيي به بلدةً ميتاً، فتختلف أصناف النوابت والأشجار فيها مما يأكل الناس والأنعام، {ونُسْقِيَه مما خَلَقْنا أنعاماً وأناسِيَّ كثيراً}؛ أي: نسقيكموه أنتم وأنعامكم؛ أليس الذي أرسل الرياح المبشِّرات، وجعلها في عملها متنوِّعات، وأنزل من السماء ماء طهوراً مباركاً، فيه رزقُ العباد ورزقُ بهائمهم؛ هو الذي يستحقُّ أن يُعْبَدَ وحدَه ولا يُشْرَكَ معه غيره؟!
48. Yani kullarına rahmet edip de üzerlerine rahmetinin önünde rüzgarları müjdeci olarak göndermek sûretiyle rızkını bol bol indiren, yalnızca O’dur. Rüzgarların müjdeledikleri rahmet ise yağmurdur. Bu rüzgarlar sayesinde bulutlar yükselir, birbirleriyle kaynaşır ve üst üste yığılır. Rüzgarlar tasarruf yetkisini elinde bulunduranın izniyle bu bulutları aşılar ve yağmur yağdırtırlar. Böylelikle kullar yağmur yağmasından önce müjdesini alırlar ve ansızın yağmura yakalanmamak için gerekli hazırlıklarını yaparlar.
“Biz gökten de tertemiz bir su indirdik.” Bu su manevi ve maddi pisliklerden, kirliliklerden temizleyip arındırır.
49. Bu suda Allah’ın bereketlerinden bir bereket vardır. O bu suyu, onunla ölmüş bir beldeyi diriltmek ve böylelikle insanların ve davarların yedikleri türden pek çok bitki ve ağaçları orada bitirmek üzere indirir.
“Yarattığımız nice hayvanı ve pek çok insanı da onunla sulayalım diye.” Bu su ile Biz, sizin de davarlarınızın da su ihtiyaçlarını karşılıyoruz. Rüzgarları müjdeciler olarak gönderip çeşitli etkilere sahip kılan, gökten kullara ve davarlarına bir rızık içeren o tertemiz ve mübarek suyu indiren o yüce zat, kendisine başka hiçbir şey ortak koşulmaksızın tek başına ibadete layık değil midir?
#
{50} ولما ذكر تعالى هذه الآيات العيانيَّة المشاهدة، وصرفها للعباد ليعرفوه ويشكروه ويذكروه؛ مع ذلك: أبى {أكثرُ الناس إلا كُفوراً}: لفساد أخلاقهم وطبائعهم.
50. Allah gözle görülen, şahit olunan bu kadar ilâhi belgeyi gözler önüne sermiş, bunları kullara tekrar tekrar hatırlatmış, kendisini bilip tanısınlar, şükretsinler ve ansınlar diye tekrar tekrar söz konusu etmiştir. Bununla birlikte
“insanların çoğu” ahlâklarının ve tabiatlarının bozukluğu dolayısı ile
“nankörlükte başka bir yol izlemezler.”
{وَلَوْ شِئْنَا لَبَعَثْنَا فِي كُلِّ قَرْيَةٍ نَذِيرًا (51) فَلَا تُطِعِ الْكَافِرِينَ وَجَاهِدْهُمْ بِهِ جِهَادًا كَبِيرًا (52)}.
51- Eğer dileseydik elbette her bir şehre bir uyarıcı
(peygamber) gönderirdik.
52- O halde kâfirlere itaat etme ve onlara karşı bu
(Kur’ân) ile büyük bir cihad ortaya koy.
#
{51} يخبر تعالى عن نفوذ مشيئتِهِ، وأنَّه لو شاء؛ لبعثَ في كلِّ قرية نذيراً؛ أي: رسولاً ينذِرُهم ويحذِّرهم؛ فمشيئتُهُ غير قاصرة عن ذلك، ولكنِ اقتضتْ حكمتُهُ ورحمتُهُ بك وبالعباد يا محمدُ أنْ أرسَلَك إلى جميعهم؛ أحمرِهم وأسودِهم، عربيِّهم وعجميِّهم، إنسهم وجنهم.
51. Allah meşietinin dilediği şekilde geçerli olduğunu ve eğer dilemiş olsaydı her bir şehre mutlaka kendilerini uyarıp sakındıracak bir uyarıcı yani bir peygamber gönderebileceğini haber vermektedir. O, bunu yapamayacak değildir. Ama O’nun hikmeti ve -ey Muhammed- hem sana hem de kullara olan rahmeti, seni beyazlarıyla, siyahlarıyla, Arap olanlarıyla, olmayanlarıyla, insanlarıyla, cinleriyle onların hepsine bir peygamber olarak göndermeyi gerektirmiştir.
#
{52} {فلا تُطِعِ الكافرينَ}: في تركِ شيء مما أرْسِلْتَ به، بلِ ابذلْ جهدكَ في تبليغ ما أُرْسِلْتَ به، {وجاهِدْهم}: بالقرآن {جهاداً كبيراً}؛ أي: لا تُبْقِ من مجهودك في نصر الحقِّ وقمع الباطل إلاَّ بذلته، ولو رأيتَ منهم من التكذيب والجراءة ما رأيت؛ فابذل جهدك، واستفرغْ وُسْعَكَ، ولا تيأسْ من هدايَتِهِم، ولا تترُكْ إبلاغَهم لأهوائهم.
52.
“O halde kâfirlere” seninle gönderilen herhangi bir şeyi terk etme hususunda
“itaat etme!” Aksine seninle gönderilenlerin tümünü tebliğ etmek uğrunda bütün gayretinde çalışıp çabala ve
“onlara karşı bu (Kur’ân) ile büyük bir cihad ortaya koy!” Hakkın zafere kavuşması, batılın ortadan kaldırılması için ne kadar gücün varsa hepsini ortaya koy, hiçbir şeyi esirgeme! Onların seni yalanladıklarına ve cüretkârlıklarını gösterdiklerine ne kadar çok tanık olsan bile yine de sen bütün gayretinle çalış, bütün gücünü ortaya koy, onların hidâyet bulacaklarından yana ümit kesme, onların hevâ ve isteklerine uyarak onlara tebliği asla terk etme!
{وَهُوَ الَّذِي مَرَجَ الْبَحْرَيْنِ هَذَا عَذْبٌ فُرَاتٌ وَهَذَا مِلْحٌ أُجَاجٌ وَجَعَلَ بَيْنَهُمَا بَرْزَخًا وَحِجْرًا مَحْجُورًا (53)}.
53- İki denizi
(birbirine doğru) salıveren O’dur: Biri, tatlı mı tatlı, diğeri ise tuzlu ve acıdır. O ikisi arasına da bir engel ve aşılmaz bir sınır koymuştur.
#
{53} أي: {وهو}: وحدَه {الذي مَرَج البحرين}: يلتقيانِ؛ البحر العذبُ، وهي الأنهار السارحة على وجه الأرض، والبحر الملحُ، وجعل منفعةَ كلِّ واحدٍ منهما مصلحةً للعباد. {وجعل بينهما برزخاً}؛ أي: حاجزاً يحجُزُ من اختلاط أحدِهِما بالآخر، فتذهب المنفعةُ المقصودةُ منها {وحجراً محجوراً}؛ أي: حاجزاً حصيناً.
53. Yani tatlı deniz olan yeryüzü ırmakları ile tuzlu denizi salıp birbirine kavuşturan yanlızca O’dur. Bunların her birisinin sağladığı faydayı kulların maslahatına O yaratmıştır.
“O ikisi arasına da bir engel ve aşılmaz” sağlam mı sağlam
“bir sınır koymuştur.” Böylelikle bu denizlerin birinin diğerine karışması ve bunlardan gözetilen menfaatin yok olması bu engelle önlenmektedir.
{وَهُوَ الَّذِي خَلَقَ مِنَ الْمَاءِ بَشَرًا فَجَعَلَهُ نَسَبًا وَصِهْرًا وَكَانَ رَبُّكَ قَدِيرًا (54)}.
54- Sudan bir insan yaratan, ondan nesep ve evlilik yoluyla akrabalar meydana getiren O’dur. Rabbin kudret sahibidir.
#
{54} أي: وهو الله وحدَه لا شريكَ له الذي خلق الآدميَّ من ماءٍ مَهينٍ، ثم نشر منه ذُرِّيَّةً كثيرةً، وجعلهم أنساباً وأصهاراً، متفرِّقين ومجتمعين، والمادةُ كلُّها من ذلك الماء المَهين؛ فهذا يدلُّ على كمال اقتداره؛ لقوله: {وكان ربُّك قديراً}، ويدلُّ على أنَّ عبادته هي الحقُّ وعبادة غيره باطلة؛ لقوله:
54. İnsan oğlunu hakir bir sudan yaratan, sonra ondan pek çok sayıda soy sop türeten, bunları nesep ve evlilik yoluyla akrabalar kılarak, ayrı ayrı kılan ve bir arada toplayan O’dur. Halbuki bütün bunların hepsinin ana yaratılış maddesi, o hakir sudur. Bu da O’nun kudretinin kemaline delildir. Çünkü
“Rabbin kudret sahibidir” Ayrıca bu, yalnızca O’na ibadetin hak olduğuna, başkasına ibadetin ise batıl olduğuna da delil teşkil etmektedir.
Çünkü sonraki ayette Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
{وَيَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ مَا لَا يَنْفَعُهُمْ وَلَا يَضُرُّهُمْ وَكَانَ الْكَافِرُ عَلَى رَبِّهِ ظَهِيرًا (55)}.
55- Ama onlar Allah’ın dışında kendilerine fayda da zarar da veremeyen şeylere ibadet ediyorlar. Zaten kâfir, Rabbine karşı hep
(şeytana/batıla) arka çıkar.
#
{55} أي: يعبدون أصناماً وأمواتاً لا تضرُّ ولا تنفع، ويجعلونها أنداداً لمالك النفع والضر والعطاء والمنع؛ مع أنَّ الواجب عليهم أن يكونوا مُقْتَدين بإرشادات ربِّهم، ذابِّين عن دينه، ولكنَّهم عكسوا القضية، {وكان الكافر على ربِّه ظهيراً}: فالباطل الذي هو الأوثانُ والأندادُ أعداءٌ لله؛ فالكافرُ عاوَنَها وظاهرَهَا على ربِّها، وصار عدوًّا لربِّه مبارزاً له في العداوة والحرب؛ هذا وهو الذي خلقَه ورزقَه وأنعم عليه بالنِّعَم الظاهرة والباطنة، وليس يخرُجُ عن ملكِهِ وسلطانِهِ وقبضتِهِ، والله لم يقطَعْ عنه إحسانَه وبرَّه، وهو بجهله مستمرٌّ على هذه المعاداة والمبارزة.
55. Yani onlar fayda da zarar veremeyen putlara, cansız varlıklara ibadet ederler. Bunları, tek başına fayda ve zarar verme gücüne sahip, tek başına verme ve engelleme kudretine sahip olana ortak koşarlar. Halbuki onlara düşen, Rablerinin irşadı sayesinde O’nun dinini koruyup himaye eden, peygamberine uyan kimseler olmaktır. Ancak onlar tam aksini işlediler.
“Zaten kâfir, Rabbine karşı hep (şeytana/batıla) arka çıkar.” Batıl olan putlar ve heykeller Allah’a düşmandırlar. Kâfirler ise bu putlara yardımcı olmuş, Rablerine karşı bunlara destek vermiştir. Böylelikle kâfir, düşmanlık ve savaşta Yüce Allah’a karşı çıkan biri ve Rabbinin düşmanıdır. Halbuki insanı yaratan, ona rızık veren O’dur. Görülen ve görünmeyen bunca nimetleri O ihsan etmiştir. Hiçbir şekilde o, Allah’ın mülkü, saltanatı, mutlak egemenliği kapsamının dışına çıkamaz. Buna rağmen Yüce Allah, ona ihsanını ve iyiliğini de kesmez. Ama kâfir, cahilliği sebebiyle Rabbine karşı bu düşmanlığı ve karşı çıkışı sürdürüp gider.
{وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا مُبَشِّرًا وَنَذِيرًا (56) قُلْ مَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ إِلَّا مَنْ شَاءَ أَنْ يَتَّخِذَ إِلَى رَبِّهِ سَبِيلًا (57) وَتَوَكَّلْ عَلَى الْحَيِّ الَّذِي لَا يَمُوتُ وَسَبِّحْ بِحَمْدِهِ وَكَفَى بِهِ بِذُنُوبِ عِبَادِهِ خَبِيرًا (58) الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ الرَّحْمَنُ فَاسْأَلْ بِهِ خَبِيرًا (59) وَإِذَا قِيلَ لَهُمُ اسْجُدُوا لِلرَّحْمَنِ قَالُوا وَمَا الرَّحْمَنُ أَنَسْجُدُ لِمَا تَأْمُرُنَا وَزَادَهُمْ نُفُورًا (60)}.
56- Biz seni ancak bir müjdeliyici ve uyarıcı olarak gönderdik.
57-
De ki: “O (davetime) karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Ancak Rabbine doğru yol tutan kimselerinki hariç.”
58- Sen, hiç ölmeyecek olan, sonsuz hayat sahibine tevekkül et ve O’nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahlarından haberder olarak O yeter.
59- O, gökleri, yeri ve aralarında bulunanları altı günde yaratan sonra da Arş’a istivâ edendir. Rahmandır O. Sen O’nu her şeyden haberdar olana sor.
60-
Onlara: “Rahman’a secde edin” denildiğinde onlar:
“Rahman da neymiş! Sen bize emrettin diye secde mi edeceğiz?” dediler ve bu,
(imandan) kaçışlarını arttırdı.
#
{56} يخبر تعالى أنَّه ما أرسل رسولَه محمداً - صلى الله عليه وسلم - مسيطراً على الخلق، ولا جعله مَلَكاً، ولا عندَه خزائن الأشياء، وإنما أرسله {مبشراً}: يبشِّر من أطاع الله بالثواب العاجل والآجل. {ونذيراً}: ينذر من عصى الله بالعقاب العاجل والآجل، وذلك مستلزمٌ لتبيينِ ما بِهِ البِشارةُ، وما تحصُلُ به النِّذارةُ من الأوامر والنواهي.
56. Allah bizlere, rasûlü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i insanlara bir zorba olarak göndermediğini, onu melek de kılmadığını, ona her şeyin hazinelerini de vermediğini, bunun yerine onu, sadece Allah’a itaat eden kimselerin dünya ve âhirette sevap ve mükâfat göreceklerini bildirmek üzere
“bir müjdeci ve” Allah’a isyan eden kimseleri de dünya ve âhirette cezalar ile korkutan bir
“uyarıcı olarak” gönderdiğini haber vermektedir. Bu ise müjde ve uyarmayı gerçekleştirmek için birtakım emir ve yasakların da açıklanmasını gerektirmektedir.
#
{57} وإنَّك يا محمدُ لا تسألُهم على إبلاغِهِم القرآنَ والهدى أجراً حتى يَمْنَعَهم ذلك من اتِّباعك ويتكلَّفون من الغرامة، {إلاَّ مَن شاء أن يَتَّخِذَ إلى رَبِّه سبيلاً}؛ أي: إلاَّ مَن شاء أن يُنْفِقَ نفقةً في مرضاة ربِّه وسبيله؛ فهذا؛ وإن رغبتَّكم فيه؛ فلستُ أجْبِرُكم عليه، وليس أيضاً أجراً لي عليكم، وإنَّما هو راجعٌ لمصلحتِكم وسلوكِكم للسبيل الموصلة إلى ربكم.
57. Şüphesiz ki sen ey Muhammed, onlara Kur’ân-ı Kerîm’i ve hidâyeti tebliğ etmen karşılığında kendilerinden herhangi bir ücret istemiyorsun ki bu, onların sana uymalarına engel teşkil etsin ve ağır bir borç yükü altına girmelerine sebep olsun.
“Ancak Rabbine doğru yol tutan kimselerinki hariç.” Yani Rabbinin rızası için ve O’nun yolunda herhangi bir infakta bulunmak isteyen müstesnadır. Evet, ben size infak hususunda her ne kadar teşvikte bulunuyor isem de buna sizi mecbur etmiyorum. Ayrıca infaklarınız da benim sizden aldığım bir ücret değildir. Aksine onun faydası da size aittir ve sizleri Rabbinize ulaştıran yola ulaştırır.
#
{58} ثم أمره أن يتوكَّلَ عليه ويستعينَ به، فقال: {وتوكَّلْ على الحيِّ}: الذي له الحياة الكاملة المطلقة {الذي لا يموتُ وسَبِّحْ بحمدِهِ}؛ أي: اعبُدْه وتوكَّلْ عليه في الأمور المتعلِّقة بك والمتعلِّقة بالخلق، {وكفى به بذنوبِ عبادِهِ خبيراً}: يَعْلَمها ويجازي عليها؛ فأنتَ ليس عليك من هداهم شيءٌ، وليس عليك حفظُ أعمالهم، وإنَّما ذلك كلُّه بيد الله.
58. Daha sonra Yüce Allah,
peygamberine kendisine tevekül etmesini ve kendisinden yardım istemesini emrederek şöyle buyurmaktadır: “Hiç ölmeyecek olan, sonsuz hayat sahibine” kâmil ve mutlak hayat sahibine
“tevekkül et ve O’nu hamd ile tesbih et.” Yani O’na ibadet et ve gerek senin ile ilgili hususlarda gerek insanları davet ile ilgili hususlarda yalnız O’na güvenip dayan.
“Kullarının günahlarından haberdar olarak O yeter.” O, bu günahları bilir ve bunların karşılığını onlara O verecektir. Onların hidâyet bulup bulmamalarından dolayı sana düşen bir sorumluluk yoktur. Onların amellerinin bekçiliğini yapmak da sana ait değildir. Bütün bunlar Yüce Allah’ın elindedir. O’nun kudretindedir.
#
{59} {الذي خلقَ السمواتِ والأرضَ وما بينهما في ستَّةِ أيام ثم استوى}: بعد ذلك {على العرش}: الذي هو سقفُ المخلوقات وأعلاها وأوسعُها وأجملُها، {الرحمن}: استوى على عرشِهِ الذي وَسِعَ السماواتِ والأرض باسمه الرحمن الذي وسعتْ رحمتُهُ كلَّ شيءٍ، فاستوى على أوسع المخلوقات بأوسع الصفاتِ، فأثبت بهذه الآية خَلْقَه للمخلوقاتِ واطِّلاعَه على ظاهِرِهم وباطِنِهم وعُلُوَّه فوق العرش ومبايَنَتَهُ إيَّاهم. {فاسألْ به خبيراً}؛ يعني: بذلك نفسَه الكريمة؛ فهو الذي يعلم أوصافَه وعظمتَه وجلاله، وقد أخبركم بذلك، وأبان لكم من عظمتِهِ ما [تسعدون] به من معرفتِهِ، فعرفه العارفونَ وخَضَعوا لجلالِهِ، واستكبر عن عبادتِهِ الكافرون، واستَنْكَفوا عن ذلك.
59.
“O, gökleri, yeri ve aralarında bulunanları altı günde yaratan” bundan sonra
“Arş’a istivâ edendir.” Arş ise bütün mahlukatın tavanı durumunda olup onların hepsinin en üstünde, hepsinden daha büyük, geniş ve daha güzelidir.
“Rahmandır O.” O, gökleri ve yeri kuşatmış olan Arş’a rahmeti her şeyi kuşatan Rahman adı ile istivâ etmiştir. Böylece O, mahlukatın en genişi üzerine en kapsamlı sıfatıyla istivâ etmiştir. Yüce Allah, bu âyet-i kerime ile bütün mahlukatı kendisinin yaratmış olduğunu, gizli açık her şeylerini bilip haberdar olduğunu, Arş’ın üzerinde bulunduğunu ve bütün bu varlıklardan ayrı olduğunu beyan etmektedir.
“Sen O’nu her şeyden haberdar olana sor.” Bununla Allah, kendi kerim zatını kasdetmektedir. Kendi vasıflarını, azamet ve celâlini bilen yalnızca O’dur. O, sizlere bunu haber verip bildirmiştir. Azametini sizin bilebileceğiniz, kavrayabileceğiniz şekilde açıklamış bulunmaktadır. Arifler buna bağlı olarak O’nu bilmiş, O’nun celâli önünde boyun eğmişlerdir. Kâfirler ise O’na ibadete karşı büyüklük taslamış ve bunu kendi gururlarına yedirememişlerdir.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{60} ولهذا قال: {وإذا قيلَ لهم اسجُدوا للرحمن}؛ أي: وحده، الذي أنعم عليكم بسائر النعم، ودفع عنكم جميع النقم، {قالوا} جحداً وكفراً: {وما الرحمن}: بزعمِهِم الفاسدُ أنَّهم لا يعرِفون الرحمن، وجعلوا من جملةِ قوادحِهِم في الرسول أنْ قالوا: ينهانا عن اتِّخاذ آلهة مع الله، وهو يدعو معه إلهاً آخر؛ يقول: يا رحمن! ونحو ذلك؛ كما قال تعالى: {قلِ ادْعوا اللهَ أو ادْعوا الرحمن أيًّا ما تَدْعُو فله الأسماءُ الحسنى}: فأسماؤه تعالى كثيرةٌ لكَثْرَة أوصافِهِ وتعدُّد كمالِهِ؛ فكلُّ واحد منها دلَّ على صفة كمال، {أنسجُدُ لما تأمُرُنا}؛ أي: لمجرَّد أمرِك إيَّانا، وهذا مبنيٌّ منهم على التكذيب بالرسول واستكبارِهِم عن طاعته، {وزادَهم}: دعوتُهم إلى السجود للرحمن {نُفوراً}: هرباً من الحقِّ إلى الباطل وزيادة كفر وشقاء.
60.
“Onlara” Bu kadar nimeti size ihsan edip her türlü sıkıntıyı ve musibeti sizden uzaklaştıran “Rahman’a secde edin, denildiğinde onlar” küfür ve inat ile:
“Rahman da neymiş... dediler.” Kendi bozuk iddialarına göre güya Rahman’ı bilip tanımıyorlarmış! Onlar,
Allah Rasûlüne yönelik tenkitlerine şunları da kattılar: O, bize Allah ile birlikte başka ilâhlara ibadeti yasaklarken kendisi Allah ile birlikte başka bir ilâha
(Rahman’a) dua ve ibadet etmekte,
“Ey Rahman” vs. demektedir. Nitekim Yüce Allah, şu âyet-i kerimede buna işaret etmektedir: “De ki: İster Allah diye dua edin, ister Rahman diye dua edin. Hangisiyle dua ederseniz edin (fark etmez) en güzel isimler O’nundur.” (el-İsra, 17/110) Yüce Allah’ın isimleri pek çoktur. Çünkü O’nun sıfatları da pek çoktur. Kemali de bir o kadar büyüktür. O isimlerin her birisi ayrı bir kemal sıfatına delildir.
“Sen bize emrettin diye secde mi edeceğiz?” Sadece sen bize emrediyorsun diye mi ona secde edeceğiz? Bu sözleri, Allah Rasûlünü yalanlamaları ve ona itaati gururlarına yedirememelerine binaen söylemişlerdi.
“ve bu” yani onların Rahman olan Allah’a secde etmeye davet edilmeleri “kaçışlarını” haktan batıla doğru kaçmalarını, küfür ve bedbahtlıklarını daha da “artırdı.”
{تَبَارَكَ الَّذِي جَعَلَ فِي السَّمَاءِ بُرُوجًا وَجَعَلَ فِيهَا سِرَاجًا وَقَمَرًا مُنِيرًا (61) وَهُوَ الَّذِي جَعَلَ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ خِلْفَةً لِمَنْ أَرَادَ أَنْ يَذَّكَّرَ أَوْ أَرَادَ شُكُورًا (62)}
61- Gökte burçlar var eden, orada bir kandil ve aydınlık saçan bir ay yaratan Allah ne yücedir!
62- Düşünüp öğüt almak veya şükretmek isteyenler için gece ve gündüzü birbiri ardınca getiren de O’dur.
Allah, bu sûreyi celilede “تَبَارَكَ : Ne yüce, ne mubarektir” buyruğunu üç defa tekrarlamaktadır. Çünkü bunun anlamı -önceden geçtiği gibi- yaratıcının azametine, vasıflarının çokluğuna, hayır ve ihsanlarının bolluğuna delildir. Bu sûrede de O’nun azametine, mülkünün genişliğine, meşîetinin dilediği gibi gerçekleştiğine, ilim ve kudretinin kapsamlılığına, gerek indirdiği ve emir olarak verdiği hükümlerinde gerekse de amellerin karşılığı olarak vereceği hükümlerinde hakimiyetinin her şeyi kuşattığına ve hikmetinin kemaline dair pek çok deliller vardır. Yine bu sûrede Cenab-ı Allah’ın rahmetinin genişliğine, cömertliğinin kapsamlılığına, dini ve dünyevi hayırlarının çokluğuna da deliller vardır. İşte bütün bunlar da bu güzel vasfın tekrarlanmasını gerektirmektedir.
#
{61} فقال: {تبارك الذي جَعَلَ في السماء بروجاً}: وهي النجوم عمومها أو منازل الشمس والقمر التي [تنزلها] منزلةً منزلة، وهي بمنزلة البروج والقلاع للمدن في حفظها، كذلك النجوم بمنزلة البروج المجعولة للحراسة؛ فإنَّها رجومٌ للشياطين، {وجعل فيها سِراجاً}: فيه النور والحرارة، وهي الشمس {وقمراً منيراً}: فيه النُّورُ لا الحرارة، وهذا من أدلَّة عظمتِهِ وكثرة إحسانِهِ؛ فإنَّ ما فيها من الخَلْقِ الباهر والتَّدْبير المنتظم والجمال العظيم دالٌّ على عظمة خالِقِها في أوصافه كلِّها، وما فيها من المصالح للخَلْق والمنافع دليلٌ على كثرةِ خيراتِهِ.
61.
üce Allah burada şöyle buyurmaktadır: “Gökte burçlar var eden...” Bunlar ya genel olarak bütün yıldızlardır. Yahut da güneşin ya da ayın çeşitli konaklarıdır. Bu konaklar, şehirlerin korunmasındaki kale ve burçlar mesabesindedir. Yıldızlar da korunmak amacıyla yapılan kale ve burçlara benzerler. Çünkü bu yıldızlar, şeytanlar için taşlama aracıdır.
“Orada bir kandil” hem aydınlık hem de sıcaklık veren güneş
“ve aydınlık saçan” ışığı olup sıcaklığı bulunmayan
“bir ay yaratan Allah ne yücedir/ne mubarektir!” Bu, O’nun azametine ve ihsanlarının çokluğuna en açık delillerden birisidir. Çünkü bunların göz kamaştırıcı hilkatleri, çok düzenli bir şekilde işlerinin idare edilmesi, pek büyük güzellikleri, onları yaratanın bütün sıfatlarında ne kadar büyük ve azametli olduğuna delildir. Bunların bütün yaratıkların maslahatına pek çok faydalar ihtiva etmeleri de Yüce Allah’ın hayırlarının çokluğuna delildir.
#
{62} {وهو الذي جَعَلَ الليلَ والنَّهار خِلْفَةً}؛ أي: يذهبُ أحدُهما؛ فيخلُفُه الآخر، هكذا أبداً لا يجتمعان ولا يرتفعان، {لِمَنْ أرادَ أن يَذَّكَّرَ أو أرادَ شُكوراً}؛ أي: لمن أراد أن يتذكَّر بهما ويعتبر ويستدلَّ بهما على كثيرٍ من المطالب الإلهيَّة ويشكر الله على ذلك، ولمن أراد أن يَذْكُرَ الله ويشكُرَهُ، وله وردٌ من الليل أو النهار؛ فَمَنْ فاتَه وردُه من أحدهما؛ أدركه في الآخر، وأيضاً؛ فإنَّ القلوب تتقلَّب وتنتقل في ساعات الليل والنهار، فيحدث لها النشاط والكسل والذِّكْر والغفلة والقبض والبسط والإقبال والإعراض، فجعلَ اللهُ الليل والنهار يتوالى على العباد ويتكرران؛ ليحدثَ لهما الذِّكْرُ والنشاط والشكر لله في وقت آخر، ولأنَّ أوقات العبادات تتكرَّر بتكرُّر الليل والنهار؛ فكلَّما تكرَّرت الأوقات؛ أحدث للعبد همَّةً غير هِمَّته التي كسلت في الوقت المتقدم، فزاد في تذكرها وشكرها، فوظائفُ الطاعاتِ بمنزلة سقي الإيمان الذي يمدُّه؛ فلولا ذلك؛ لذوى غرسُ الإيمان ويبس، فلله أتمُّ حمدٍ وأكملُهُ على ذلك.
62.
“Düşünüp öğüt almak veya şükretmek isteyenler için gece ve gündüzü birbiri ardınca getiren de O’dur.” Biri gidince öbürü onun yerine gelir ve bu daima böyle devam eder gider. Hiçbir vakit bir araya gelmezler ve aynı anda ortadan kalkmazlar. Bunlar, onlardan öğüt ve ibret almak, bunları Cenab-ı Allah’ın pek çok maksadına delil görmek ve bunun için de Yüce Allah’a şükretmek isteyenler için böyle yaratılmıştır. Yüce Allah’ı anmak ve O’na şükretmek isteyenler gecenin yahut gündüzün çeşitli vakitlerinde mutat zikirlerini, şükürlerini yaparlar. Bunların herhangi birisinde yaptığı mutat zikir ve şükrünü kaçıran bir kimse diğerinde bunu telafi eder.
ynı şekilde kalpler gece ile gündüzün değişik vakitlerinde eğrilip çevrilir, bir halden bir hale intikal ederler. Kimi zaman gayretle işe sarılacak haldedir, kimi zaman tembellik eder. Zikir ve gaflet, sıkıntı ve rahatlık, ibadete yönelmek ve buna dair istek duymamak gibi hallerle karşı karşıya kalırlar. İşte Yüce Allah, gece ile gündüzü kulların üzerine arka arkaya getirmekte ve tekrarlayıp durmaktadır ki bir başka vakitte kullar Allah’ı zikre, bu konuda gayrete ve şükre yeniden sarılsınlar diye. Çünkü ibadet vakitleri gece ile gündüzün tekrarlanmasıyla tekrarlanır. Vakitler tekrarlandıkça kulun da önceki vakitteki tembellikten kurtulup yeni bir gayret ve çabaya girdiği görülür. Böylelikle kulun zikri ve şükrü de artıp durur. Çeşitli itaat görevleri imanı besleyen bir su konumundadır. Eğer bu olmazsa hiç şüphesiz iman ağacı solar ve kurur. Bundan dolayı Allah’a en mükemmel ve en güzel hamd-u senâlar olsun.
aha sonra Yüce Allah, salih kullarına olan lütuf ve ihsanları, onları kendilerine cennet köşklerinde yüksek mevkiler kazandıran salih amellere muvaffak kılması şeklindeki pek çok hayırların bir kısmını dile getirerek şöyle buyurmaktadır:
{وَعِبَادُ الرَّحْمَنِ الَّذِينَ يَمْشُونَ عَلَى الْأَرْضِ هَوْنًا وَإِذَا خَاطَبَهُمُ الْجَاهِلُونَ قَالُوا سَلَامًا (63) وَالَّذِينَ يَبِيتُونَ لِرَبِّهِمْ سُجَّدًا وَقِيَامًا (64) وَالَّذِينَ يَقُولُونَ رَبَّنَا اصْرِفْ عَنَّا عَذَابَ جَهَنَّمَ إِنَّ عَذَابَهَا كَانَ غَرَامًا (65) إِنَّهَا سَاءَتْ مُسْتَقَرًّا وَمُقَامًا (66) وَالَّذِينَ إِذَا أَنْفَقُوا لَمْ يُسْرِفُوا وَلَمْ يَقْتُرُوا وَكَانَ بَيْنَ ذَلِكَ قَوَامًا (67) وَالَّذِينَ لَا يَدْعُونَ مَعَ اللَّهِ إِلَهًا آخَرَ وَلَا يَقْتُلُونَ النَّفْسَ الَّتِي حَرَّمَ اللَّهُ إِلَّا بِالْحَقِّ وَلَا يَزْنُونَ وَمَنْ يَفْعَلْ ذَلِكَ يَلْقَ أَثَامًا (68) يُضَاعَفْ لَهُ الْعَذَابُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَيَخْلُدْ فِيهِ مُهَانًا (69) إِلَّا مَنْ تَابَ وَآمَنَ وَعَمِلَ عَمَلًا صَالِحًا فَأُولَئِكَ يُبَدِّلُ اللَّهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا (70) وَمَنْ تَابَ وَعَمِلَ صَالِحًا فَإِنَّهُ يَتُوبُ إِلَى اللَّهِ مَتَابًا (71) وَالَّذِينَ لَا يَشْهَدُونَ الزُّورَ وَإِذَا مَرُّوا بِاللَّغْوِ مَرُّوا كِرَامًا (72) وَالَّذِينَ إِذَا ذُكِّرُوا بِآيَاتِ رَبِّهِمْ لَمْ يَخِرُّوا عَلَيْهَا صُمًّا وَعُمْيَانًا (73) وَالَّذِينَ يَقُولُونَ رَبَّنَا هَبْ لَنَا مِنْ أَزْوَاجِنَا وَذُرِّيَّاتِنَا قُرَّةَ أَعْيُنٍ وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّقِينَ إِمَامًا (74) أُولَئِكَ يُجْزَوْنَ الْغُرْفَةَ بِمَا صَبَرُوا وَيُلَقَّوْنَ فِيهَا تَحِيَّةً وَسَلَامًا (75) خَالِدِينَ فِيهَا حَسُنَتْ مُسْتَقَرًّا وَمُقَامًا (76) قُلْ مَا يَعْبَأُ بِكُمْ رَبِّي لَوْلَا دُعَاؤُكُمْ فَقَدْ كَذَّبْتُمْ فَسَوْفَ يَكُونُ لِزَامًا (77)}
63- Rahman’ın
(salih) kulları, yeryüzünde mütevazı ve ağırbaşlı yürürler.
Cahiller onlara laf attığında: “Selametle” derler (geçerler).
64- Gecelerini Rablerine secde ve kıyam ederek geçirirler.
65- (Dualarında) şöyle derler: “Rabbimiz, bizden cehennem azabını uzak tut. Çünkü onun azabı sahibinin yakasını bırakmaz.”
66-
“Gerçekten o varılacak ve kalınacak ne kötü bir yerdir!”
67- Onlar, mallarını harcarken israf da etmezler, cimrilik de etmezler. Bunun arasında orta bir yol izlerler.
68- Onlar, Allah ile birlikte başka bir ilâha dua/ibadet etmezler. Haklı
(bir gerekçe) olmadıkça Allah’ın
(öldürülmesini) haram kıldığı birini öldürmezler. Zina da etmezler. Kim bunlardan birini işlerse o günahın cezasını bulur.
69- Kıyamet gününde azap ona kat kat verilir ve o azapta zelil bir halde ebediyen kalır.
70- Ancak tevbe eden, iman eden ve salih amel işleyenler müstesnâ. İşte Allah, bunların kötülüklerini iyiliklere dönüştürür. Allah çok bağışlayıcıdır, pek merhametlidir.
71- Kim tevbe edip salih amel işlerse işte o, tam manasıyla Allah’a dönmüş/tevbe etmiş olur.
72- Yine onlar, yalana/yalan yere şahitlik etmezler. Boş söz
(ve işlerin bulunduğu meclislere) rastladıklarında ona bulaşmadan onurluca geçip giderler.
73- Onlar, Rablerinin âyetleriyle kendilerine öğüt verildiğinde onlara karşı sağır ve kör kesilmezler.
74-
Onlar: “Rabbimiz! Bize (dünya ve ahirette) mutluluk vesilesi olacak eşler ve nesiller bağışla ve bizi takvâ sahiplerine önder yap” derler.
75- İşte onlar, sabretmelerinden ötürü cennetin yüksek köşkleri ile mükâfatlandırılacaklar ve orada esenlik dileği ve selâm ile karşılanacaklardır.
76- Onlar orada ebediyen kalacaklardır. O, varılacak ve kalınacak ne güzel bir yerdir.
77-
De ki: “Eğer duanız/ibadetiniz olmasa, Rabbim sizin neyinize değer versin! Ama siz yalanladınız. Artık yakanızı bırakmayacak bir azap kaçınılmaz olacaktır.
#
{63} العبوديَّةُ لله نوعان: عبوديَّةٌ لربوبيَّتِهِ؛ فهذه يشتركُ فيها سائرُ الخلق؛ مسلمهُم وكافرُهم، بَرُّهم وفاجِرُهم؛ فكلُّهم عبيدٌ لله مربوبون مدبرون، {إن كُلُّ مَنْ في السمواتِ والأرضِ إلاَّ آتي الرحمنِ عَبْداً}.
وعبوديَّةٌ لألوهيَّتِهِ وعبادتِهِ ورحمتِهِ، وهي عبوديَّةُ أنبيائِهِ وأوليائِهِ، وهي المراد هنا، ولهذا أضافها إلى اسمه الرحمن؛ إشارةً إلى أنَّهم إنَّما وصلوا إلى هذه الحال بسبب رحمته، فَذَكَرَ [أنَّ] صفاتِهِم أكملُ الصفات ونعوتَهم أفضلُ النعوتِ، فوصَفَهم بأنَّهم {يَمْشونَ على الأرضِ هَوْناً}؛ أي: ساكنين متواضعين لله وللخَلْق؛ فهذا وصفٌ لهم بالوقارِ والسَّكينةِ والتَّواضُع لله ولعبادِهِ، {وإذا خاطَبَهُمُ الجاهلونَ}؛ أي: خطابَ جهل؛ بدليل إضافةِ الفعل وإسناده لهذا الوصفِ، {قالوا سلاماً}؛ أي: خاطَبوهم خطاباً يَسْلمونَ فيه من الإثم، ويَسْلَمونَ من مقابلة الجاهل بجهلِهِ، وهذا مدحٌ لهم بالحِلْم الكثير ومقابلة المسيء بالإحسان والعفو عن الجاهل ورزانةِ العقل الذي أوصلهم إلى هذه الحال.
63.
“Rahman’ın (salih) kulları…” Kulluk iki türlüdür: İlki Allah’ın rubûbiyetine kulluk ki bütün mahlukat müslümanlarıyla kâfirleriyle, iyileriyle kötüleriyle bu kullukta ortaktırlar. Çünkü hepsi, Allah’ın rububiyetinin tecellilerine muhtaç,
işleri O’nun tarafından idare edilen kullardır: “Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Rahman’ın huzuruna ancak kul olarak gelecektir.” (Meryem, 19/93) Diğeri de Allah’ın ulûhiyetine kulluk ki bu da O’nun peygamberlerinin ve dostlarının Allah’a yönlelik kullukları olup O’na isteyerek ibadet etmek demektir. İşte bu ayetteki kullarla kastedilen de budur. Bundan dolayı Yüce Allah, onları Rahman ismine izafe etmiştir. Bu da onların bu hallerine ancak Yüce Allah’ın rahmeti sebebiyle ulaştıklarına işaret etmektedir. Yüce Allah,
onların en mükemmel sıfatlara ve en üstün niteliklere sahip olduklarını zikretmiş ve bu kullarını şöyle nitelendirmiştir: Onlar
“yeryüzünde mütevazı ve ağırbaşlı yürürler.” Gerek Allah’a karşı, gerek insanlara karşı alçak gönüllüdürler, ağırbaşlıdırlar. Bu buyruk ile onlar vakar sahibi, ağırbaşlı, Allah’a ve kullarına karşı alçak gönüllü olmakla nitelendirilmektedirler.
“Cahiller onlara laf attığında” burada fiil cahillere isnat edildiğinden dolayı bu, cahiller kendilerine cahilce, kendini bilmez bir tavırla hitap ettiklerinde demektir.
“Selametle” derler (geçerler).” Yani onlara günahtan ve cahile cahilce karşılık vermekten uzak, selametli bir sözle karşılık verirler. Bu buyrukla onlar, pek tahammülkâr oldukları, kötülük yapana iyilikle, cahile de affetmekle karşılık verdikleri belirtilerek övülmektedirler. Onları bu hale ulaştıran ise güzel ve yerli yerinde kullandıkları akıllarıdır.
#
{64} {والذين يَبيتونَ لربِّهم سُجَّداً وقياماً}؛ أي: يكثِرون من صلاةِ الليل مخلِصين فيها لربِّهم متذلِّلين له؛ كما قال تعالى: {تتجافى جُنوبُهم عن المضاجِع يَدْعونَ رَبَّهم خَوْفاً وطَمَعاً ومما رَزَقْناهم يُنفِقون. فلا تَعْلم نفسٌ ما أُخْفِي لهم مِن قُرَّةِ أعْيُنٍ جزاءً بما كانوا يَعْمَلونَ}.
64.
“Onlar, gecelerini Rablerine secde ve kıyam ederek geçirirler.” Yani gece namazını, Rablerine ihlâs ile O’nun önünde zillet ve tevazu ile boyun eğerek ve çokça kılarlar.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Yanları yataklarından uzak kalır. Rablerine korku ve ümitle dua ederler. Onlara verdiğimiz rızıktan da infak ederler. Onlara o işlediklerine mükâfat olmak üzere gözleri aydınlatan ne nimetler gizlendiğini hiç kimse bilmez.
(es-Secde, 32/16-17)
#
{65} {والذين يقولونَ ربَّنا اصرِفْ عنَّا عذابَ جَهَنَّمَ}؛ أي: ادفعه عنا بالعصمةِ من أسبابِهِ ومغفرةِ ما وَقَعَ منَّا مما هو مقتضٍ للعذاب، {إنَّ عَذابها كانَ غراماً}؛ أي: ملازماً لأهلها بمنزلة ملازمةِ الغريم لغريمه.
65.
“Rabbimiz bizden cehennem azabını uzak tut.” O azabı gerektirecek sebeplerden bizleri korumak ve bizim azabı gerektirecek olan davranışlarımızı affedip bağışlamak sûreti ile o azabı bizden uzaklaştır.
“Çünkü onun azabı sahibinin yakasını bırakmaz.” O azap, alacağını borçlusundan ısrarla isteyip duran, onun yakasını bir türlü bırakmayan bir alacaklı gibi cehennemliklerin yakasını bırakmaz.
#
{66} {إنَّها ساءتْ مُستقرًّا ومُقاماً}: وهذا منهم على وجه التضرُّع لربِّهم، وبيانِ شدَّةِ حاجتهم إليه، وأنَّهم ليس في طاقتهم احتمالُ هذا العذاب، وليتذكَّروا مِنَّةَ الله عليهم؛ فإنَّ صرف الشدَّةِ بحسب شدتها وفظاعتها يعظُمُ وقعُها، ويشتدُّ الفرحُ بصرفها.
66.
“Gerçekten o varılacak ve kalınacak ne kötü bir yerdir!” Onlar, bu sözlerini Rablerine dua ve niyaz olmak üzere söylerler. Bunu Allah’ın mağfiretine ne kadar muhtaç olduklarını beyan için dile getirirler, böyle bir azaba katlanabilecek güce sahip olmadıklarını ifade ederler. Ayrıca bu sözleriyle Yüce Allah’ın üzerlerindeki lütfunu hatırlamaya, dile getirmeye çalışırlar. Hiç şüphesiz kötü bir şeyin uzak tutulmasının, o şeyin şiddeti ve korkunçluğu oranında büyük bir etkisi olur ve ayrıca onun uzak tutulmasından ötürü de o derece bir sevinç ve memnuniyet duyulur.
#
{67} {والذين إذا أنفَقوا}: النفقاتِ الواجبةَ والمستحبةَ {لم يُسْرِفوا}: بأن يَزيدوا على الحدِّ فيدخُلوا في قسم التبذير، {ولم يَقْتُروا}: فيدخلوا في باب البُخْل والشُّحِّ، وإهمال الحقوق الواجبة، {وكان}: إنفاقُهم {بينَ ذلك}: بين الإسراف والتقتير {قَواماً}: يبذُلون في الواجبات من الزَّكَواتِ والكفاراتِ والنفقاتِ الواجبةِ وفيما ينبغي على الوجه الذي يَنْبَغي من غير ضررٍ ولا ضِرارٍ، وهذا من عدلهم واقتصادهم.
67.
“Onlar, mallarını” farz ve müstehab türünden yollara
“harcarken” sınırı aşarak ve savurganlığa girerek “israf da etmezler” farz olan hakları ihmal etme, cimrilik ve eli sıkılık çerçevesine girecek şekilde
“cimrilik de etmezler.” Aksine onlar, infak ve harcamalarında
“bunun arasında orta bir yol izlerler.” İsraf ile cimrilik arasında harcarlar. Zekât, keffaret, farz nafakalar gibi farz yerlerde bolca verirler, gerekli yerlere kendileri de zarara girmeksizin başkalarını da zarara sokmaksızın gerektiği şekilde harcarlar. Bu da onların dengeli ve orta yollu hareket edişlerinden dolayıdır.
#
{68} {والذين لا يَدْعونَ مع اللهِ إلهاً آخر}: بل يَعْبُدونَه وحدَه مخلصين له الدين حنفاءَ مقبلينَ عليه معرِضين عمَّا سواه، {ولا يَقْتُلونَ النفسَ التي حرَّمَ اللهُ}: وهي نفسُ المسلم والكافرِ المعاهَد {إلاَّ بالحقِّ}: كقتل النفس بالنفس، وقتل الزاني المحصَن والكافر الذي يَحِلُّ قتله، {ولا يَزْنونَ}: بل يحفَظون فروجَهم؛ إلاَّ على أزواجِهِم أوْما مَلَكَتْ أيمانُهم، {ومَنْ يَفْعَلْ ذلك}؛ أي: الشرك بالله أو قتل النفس التي حرَّم الله بغير حقٍّ أو الزِّنا؛ فسوف {يَلْقَ أثاما}.
68.
“Onlar Allah ile birlikte başka bir ilâha dua/ibadet etmezler.” Aksine dinlerini yalnızca O’na halis kılarak, diğer bütün batıl yollardan vazgeçip O’nun dini dışında bütün dinlerden yüz çevirir ve yalnızca O’na yönelerek ibadet ederler.
“Haklı (bir gerekçe) olmadıkça Allah’ın (öldürülmesini) haram kıldığı birini öldürmezler.” Cana karşılık can, muhsan zinakarın öldürülmesi, kanı helâl olan kâfirin öldürülmesi gibi haller dışında öldürülmesi haram olan hiçbir müslümanı yahut antlaşmalı kafiri öldürmezler.
“Zina da etmezler.” Aksine hanımları yahut cariyeleri dışındakilere karşı iffetli olup, ırzlarını muhafaza ederler.
“Kim bunlardan birini işlerse” Allah’a ortak koşarsa yahut da Allah’ın haram kıldığı canı haksız yere öldürürse veya zina ederse
“o günahın cezasını bulur.” Daha sonra Yüce Allah,
bu cezanın mahiyetini şu buyruğu ile açıklamaktadır:
#
{69} ثم فسَّره بقوله: {يُضاعَفْ له العذابُ يوم القيامةِ ويَخْلُدْ فيه}؛ أي: في العذاب {مهاناً}، فالوعيد بالخلودِ لمن فعلها كلَّها ثابتٌ لا شكَّ فيه، وكذلك لمن أشركَ بالله، وكذلك الوعيد بالعذاب الشديد على كلِّ واحدٍ من هذه الثلاثة؛ لكونها إمَّا شرك وإمَّا من أكبر الكبائر، وأما خلود القاتل والزاني في العذاب؛ فإنَّه لا يتناوله الخلودُ؛ لأنه قد دلَّت النصوصُ القرآنيَّة والسنَّة النبويَّة أنَّ جميع المؤمنين سيخرُجون من النار، ولا يخلُدُ فيها مؤمنٌ، ولو فعل من المعاصي ما فعل. ونصَّ تعالى على هذه الثلاثة لأنها أكبر الكبائر: فالشرك فيه فساد الأديان، والقتلُ فيه فسادُ الأبدان، والزِّنا فيه فساد الأعراض.
69.
“Kıyamet gününde aza ona kat kat verilir. O azapta zelil bir halde ebediyen kalır.” Buradaki ebedi kalma tehdidinin, bütün bu günahları işleyenler hakkında söz konusu olduğunda en ufak bir şüphe yoktur. Aynı şekilde Allah’a ortak koşan kimse hakkında da bu tehdid geçerlidir. Diğer taraftan bu üç günah sahibinin her biri hakkında da çetin bir azap tehdidi vardır. Çünkü bu günahlardan biri şirktir, diğerleri de en büyük günahlardandır. Cehennem azabında ebedi kalış, başkasını haksız yere öldürenle zina edeni kapsamaz. Çünkü gerek Kur’ân nasları, gerekse Sünnet-i Nebeviyye bütün mü’minlerin cehennem ateşinden çıkacaklarına ve orada hiçbir mü’minin -işlediği masiyetler ne olursa olsun- ebediyen kalmayacağına delildir. Yüce Allah’ın özellikle bu üç tür günahı belirtmesi, bunların en büyük günahlardan olmalarından dolayıdır. Şirkte dinlerin fesadı, öldürmede bedenlerin fesadı, zinada ise namus ve ırzların fesadı söz konusudur.
#
{70} {إلاَّ مَن تابَ}: عن هذه المعاصي وغيرِها بأنْ أقْلَعَ عنها في الحال، وندم على ما مضى له من فعلها، وعزم عزماً جازماً أنْ لا يعود، {وآمنَ} بالله إيماناً صحيحاً يقتضي تركَ المعاصي وفعل الطاعات، {وعمل صالحاً}: مما أمر به الشارعُ إذا قَصَدَ به وجه الله؛ {فأولئك يبدِّلُ الله سيئاتِهِم حسناتٍ}؛ أي: تتبدَّل أفعالُهم وأقوالُهم التي كانت مستعدِّة لعمل السيئات، تتبدَّلُ حسناتٍ، فيتبدَّل شِرْكُهم إيماناً، ومعصيتُهم طاعةً، وتتبدَّلُ نفس السيئات التي عملوها ثم أحدثوا عن كل ذنبٍ منها توبةً وإنابةً وطاعةً، تبدَّلُ حسناتٍ كما هو ظاهر الآية، وورد في ذلك حديث الرجل الذي حاسبه الله ببعض ذنوبه، فعدَّدها عليه، ثم أبدل مكان كلِّ سيئةٍ حسنةً، فقال: يا ربِّ! إنَّ لي سيئاتٍ لا أراها هاهنا. والله أعلم. {وكان الله غفوراً}: لمن تاب يغفر الذُّنوب العظيمة. {رحيماً}: بعبادِهِ؛ حيثُ دعاهم إلى التوبة بعد مبارزتِهِ بالعظائم، ثم وَفَّقَهم لها، ثم قَبِلَها منهم.
70. Bu günahlardan ve diğerlerinden derhal vazgeçerek, geçmişte bunları işledikleri için pişman olan ve bir daha onlara dönmemek üzere kesin karar vererek
“tevbe eden” Allah’a masiyetleri terk etmeyi ve itaatleri işlemeyi gerektirecek şekilde sağlıklı bir iman ile
“iman eden” ve Allah’ın rızasını gözetip emirlerini yerine getirmek sûretiyle “salih amel işleyenler müstesnâ. İşte Allah, bunların kötülüklerini iyiliklere dönüştürür.” Bunların, kötülükler işlemek için hazır olan halleri, iyilikler işleme haline dönüşür. Böylelikle şirk yerine iman, masiyet yerine itaat gelir. Onlar, işlemiş oldukları kötülüklerden sonra her bir günah için bir tevbe yaptıkları, Allah’a yönelip itaat ettikleri için o kötülüklerin bizzat kendisi de -âyetin zahirinden anlaşıldığı gibi- iyiliklere dönüşür. Nitekim bu hususta Yüce Allah’ın, bazı günahları sebebiyle hesaba çektiği ve günahlarını sayıp döktüğü daha sonra da onun her bir kötülüğünü bir iyilikle değiştirdiğine dair bir hadisi şerif varid olmuştur.
Hadiste bu ihsanı gören kulun Allah'a şöyle diyeceği de belirtilmektedir: “Rabbim benim burada göremediğim başka birtakım günahlarım da vardı.” Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
“Allah” tevbe eden kimseler için “çok bağışlayıcıdır.” Büyük günahları mağfiret eder. Kullarına karşı da
“pek merhametlidir.” Çünkü onları pek büyük günah işleyerek kendisine karşı çıkmalarına rağmen tevbe etmeye davet eder, sonra tevbe etme muvaffakiyetini onlara verir ve sonra da bu tevbelerini kabul eder.
#
{71} {ومن تاب وعَمِلَ صالحاً فإنَّه يتوبُ إلى الله مَتاباً}؛ أي: فليعلم أنَّ توبتَه في غاية الكمال؛ لأنَّها رجوعٌ إلى الطريق الموصل إلى الله، الذي هو عينُ سعادة العبد وفلاحه؛ فَلْيُخْلِصْ فيها، ولْيُخَلِّصْها من شوائب الأغراض الفاسدة. فالمقصودُ من هذا الحثُّ على تكميل التوبة واتِّباعها على أفضل الوجوه وأجلها؛ ليقدم على من تاب إليه، فيوفيه أجره بحسب كمالها.
71.
“Kim tevbe edip salih amel işlerse işte o, tam manasıyla Allah’a dönmüş/tevbe etmiş olur.” Bu kimse bilsin ki onun tevbesi en mükemmel bir şekildedir. Çünkü o, bu tevbesiyle Yüce Allah’a ulaştıran yola dönmüş olur. Bu yola dönüş ise bizatihi kulun mutluluğu ve kurtuluşu demektir. Öyleyse yapacağı tevbeyi ihlâsla yapsın, bu tevbesini bozuk maksatların şaibelerinden arındırsın. Bundan maksat, kâmil anlamıyla tevbe etmeye teşvik etmek ve bu tevbeyi en faziletli ve üstün şekillere sahip kılmaktır. Böylelikle tevbe eden kimseye Yüce Allah tevbesinin kemâli oranında ecrini eksiksiz olarak verir.
#
{72} {والذين لا يشهدون الزُّورَ}؛ أي: لا يحضُرونَ الزُّورَ؛ أي: القول والفعل المحرم، فيجتنبون جميع المجالس المشتملة على الأقوال المحرَّمة أو الأفعال المحرَّمة؛ كالخوض في آيات الله، والجدال الباطل، والغيبة، والنميمة، والسب، والقذف، والاستهزاء، والغناء المحرم، وشرب الخمر، وفرش الحرير والصور ... ونحو ذلك، وإذا كانوا لا يشهدون الزور؛ فمن باب أولى وأحرى أنْ لا يقولوه ويفعلوه، وشهادة الزُّور داخلة في قول الزُّور، تدخل في هذه الآية بالأولوية، {وإذا مَرُّوا باللغوِ}: وهو الكلام الذي لا خيرَ فيه ولا فيه فائدةٌ دينيةٌ ولا دنيويةٌ؛ ككلام السفهاء ونحوهم {مَرُّوا كِراماً}؛ أي: نَزَّهوا أنْفُسَهم، وأكرموها عن الخوض فيه، ورأوا الخوضَ فيها وإن كان لا إثم فيه؛ فإنَّه سفهٌ ونقصٌ للإنسانيَّة والمروءة؛ فربؤوا بأنفسهم عنه. وفي قوله: {إذا مَرُّوا باللغوِ}: إشارة إلى أنهم لا يقصدون حُضورَه ولا سماعَه، ولكن عند المصادفةِ التي من غير قصدٍ يُكْرِمونَ أنفسهم عنه.
72.
“Yine onlar, yalana/yalan yere şahitlik etmezler.” Yani haram olan her türlü söz ve fiilin bulunduğu yerde hazır bulunmazlar. Haram sözler yahut haram fiiller ihtiva eden bütün meclislerden, sohbet yerlerinden uzak dururlar. Allah’ın âyetlerine
(dil uzatarak) dalmak, batıl tartışmalar, gıybet, nemîme
(laf taşıma), sövme, iftirada bulunma, alay etmek, haram şarkılar vb. gibi sözlerin bulunduğu, içki içilip ipek yaygıların döşendiği, resim, heykel vb. şeylerin bulunduğu yerlerden uzak dururlar. Onlar bu şekilde yalan söz ve fiillerin işlendiği yerde bulunmadıklarına göre bu tür sözleri söylememeleri ve o tür fiilleri işlememeleri de öncelikle söz konusudur. Yalancı şahitlik de buradaki yalan söze dahildir ve bu âyet-i kerimenin kapsamına da öncelikle girmektedir.
“Boş söz” hayırsız, dini veya dünyevi bir faydası bulunmayan, cahil ve benzeri kimselerin söylediklerine benzer sözlerin “(ve işlerin bulunduğu meclislere) rastladıklarında ona bulaşmadan onurluca geçip giderler.” Kendilerini bu gibi sözlere dalmaktan uzak tutarlar. Bu tür sözlere dalmak sûretiyle değerlerini düşürmezler. Bu gibi sözlere dalmakta bir günah bulunmasa bile bunda bir akılsızlık, insanlık ve erdem açısından bir eksiklik olduğunu düşünürler. Bu nedenle de kendilerini bu gibi sözlerden uzak tutarlar.
“Boş söz… meclislere) rastladıklarında” ifadesinde böyle boş sözlerin söylendiği yerlerde hazır bulunmadıklarına ve onu dinlemediklerine işaret vardır. Ancak olur da tesadüfen bu gibi şeylere rast gelecek olurlarsa kendilerini böyle bir söü dinlemekten uzak tutarlar. Onurlarını korurlar.
#
{73} {والذين إذا ذُكِّروا بآياتِ ربِّهم}: التي أمَرَهُم باستماعها والاهتداء بها {لم يَخِرُّوا عليها صُمًّا وعُمياناً}؛ أي: لم يقابلوها بالإعراض عنها، والصمم عن سماعها، وصرف النظر والقلوب عنها كما يفعله من لم يؤمن بها ويصدق، وإنَّما حالهم فيها وعند سماعها كما قال تعالى: {إنَّما يؤمنُ بآياتنا الذين إذا ذُكِّروا بها خَرُّوا سُجَّداً وسَبَّحوا بِحَمْدِ رَبِّهِمْ وهُم لا يَسْتَكْبِرونَ}: يقابلونها بالقَبول والافتقار إليها والانقيادِ والتسليم لها، وتجِدُ عندَهم آذاناً سامعةً وقلوباً واعيةً، فيزداد بها إيمانُهم، ويتمُّ بها إيقانُهم، وتُحْدِثُ لهم نشاطاً، ويفرحون بها سروراً واغتباطاً.
73.
“Onlar, Rablerinin” kendilerine dinlemeyi ve onlar vasıtasıyla doğru yolu bulmayı emretmiş olduğu
“âyetleriyle kendilerine öğüt verildiğinde onlara karşı sağır ve kör kesilmezler.” Bu âyetlere yüz çevirmek, sağır gibi davranmak, dikkatlerini ve kalplerini başka tarafa çevirmek sûretiyle karşılık vermezler. Onlara iman ve tasdik etmeyen kimselerin yaptığı gibi yapmazlar.
Aksine bu âyetleri işittiklerinde Yüce Allah’ın şu buyruğunda dile getirdiği gibi davranırlar: “Bizim âyetlerimize, ancak kendilerine o âyetlerle öğüt verildiğinde secdeye kapanan ve Rablerini hamd ile tesbih edenler iman eder. Hem onlar büyüklük de taslamazlar.” (es-Secde 32/15) Âyetleri kabul eder, ihtiyaçlarını, bağlılıklarını ve teslimiyetlerini dile getirerek karşılık verirler. Bu âyetleri can kulağıyla ve uyanık kalplerle dinlerler. Bu âyetler sayesinde imanları daha bir artar. Yakînleri daha bir tamamlanır. Bu âyetler onları daha çok gayrete getirir ve onlarla sevinirler.
#
{74} {والذين يقولونَ ربَّنا هَبْ لنا من أزواجِنا}؛ أي: قُرَنائِنا من أصحابٍ وأقرانٍ وزوجاتٍ، {وذُرِّيَّاتِنا قُرَّةَ أعينٍ}؛ أي: تَقَرُّ بهم أعيننا، وإذا اسْتَقْرَأنا حالَهم وصفاتِهِم؛ عَرَفْنا من هِمَمِهِم وعلوِّ مرتبتِهِم [أنَّهم لا تَقَرُّ أَعْيُنُهم حَتَّى يَرَوهُم مُطِيعين لربِّهم عَالِمين عَامِلين وهذا كما أنه دعاء لأزواجهم] وذُرِّيَّاتِهم في صلاحهم؛ فإنَّه دعاءٌ لأنفسهم؛ لأنَّ نفعه يعودُ عليهم، ولهذا جعلوا ذلك هبةً لهم، فقالوا: {هَبْ لنا}، بل دعاؤهم يعودُ إلى نفع عموم المسلمين؛ لأنَّ بِصَلاحِ مَنْ ذُكِرَ يكونُ سبباً لصلاح كثيرٍ ممَّن يتعلَّق بهم وينتفعُ بهم.
{واجْعَلْنا للمتَّقين إماماً}؛ أي: أوْصِلْنا يا ربَّنا إلى هذه الدرجة العالية؛ درجة الصديقين والكُمَّل من عباد الله الصالحين، وهي درجة الإمامة في الدين، وأنْ يكونوا قدوةً للمتَّقين في أقوالهم وأفعالهم، يُقتدى بأفعالهم ويطمئنُّ لأقوالهم ويسير أهل الخير خلفَهم، فيهدون ويهتدون. ومن المعلوم أنَّ الدعاءَ ببلوغ شيء دعاءٌ بما لا يتمُّ إلاَّ به، وهذه الدرجة ـ درجة الإمامة في الدين ـ لا تتمُّ إلاَّ بالصبر واليقين؛ كما قال تعالى: {وجعلناهم أئِمَّةً يهدونَ بأمرِنا لمَّا صبروا وكانوا بآياتنا يوقنونَ}: فهذا الدُّعاء يستلزم من الأعمال والصبر على طاعةِ الله وعن معصيتِهِ وأقدارِهِ المؤلمة ومن العلم التامِّ الذي يوصل صاحِبَه إلى درجة اليقين خيراً كثيراً وعطاءً جزيلاً، وأنْ يكونوا في أعلى ما يمكن من درجاتِ الخَلْقِ بعد الرسل.
74.
“Onlar: Rabbimiz! Bize (dünya ve ahirette) mutluluk vesilesi olacak” kendileri sebebiyle gözlerimizin aydınlanacağı
“eşler” yani zevceler, arkadaşlar, akranlar “ve nesiller bağışla!” Bizler, bu kimselerin hallerini ve vasıflarını incelediğimizde gayretlerinin ve yüksek mertebelerinin bir sonucu olarak onların, ancak bu kimselerin Rablerine itaat ettiklerini, ilim ve amel sahibi kimseler olduklarını gördükleri zaman sevinip mutlu olacaklarını anlarız. O bakımdan eşlerine, arkadaşlarıne ve zürriyetlerine salih olmaları için yaptıkları bu duanın esasen kendilerine yapılmış bir dua olduğunu da anlarız. Çünkü bunun faydası, kendilerine dönecektir. Bu yüzden onlar,
bu şekildeki bir ihsanı kendilerine yapılacak bir bağış olarak kabul ederek: “Bize... bağışla” diye dua ederler. Hatta onların yaptıkları bu duanın faydası bütün müslümanlara aittir. Zira sözü geçenlerin salih olmaları, onlar vasıtasıyla dinini öğrenecek ve yararlanacak pek çok kimsenin de salih olmasına sebep teşkil eder.
“Bizi takvâ sahiplerine önder yap, derler.” Yani Rabbimiz, sen bizi sıddıkların ve Allah’ın salih kullarından kemale erenlerin bu üstün derecesine ulaştır. Bu derece de dinde önderlik makamına erişmek ve takvâ sahiplerine söz ve davranışlarında uyulacak örnekler olmaktır. Ki onlara fiillerine uyulur ve sözleri gönül huzuruyla kabul edilir, hayır ehli kimseler de onlaırn arkalarından yürür. Böylelikle hem kendileri hidâyet üzere olurlar, hem de hidâyete ulaştırırlar. Bilindiği gibi bir şeye ulaşmak için yapılan dua, aynı zamanda kendileri olmaksızın gerçekleşmesi mümkün olmayan şeyleri de istemek için yapılan bir dua demektir. İşte bu dinde önderlik derecesi de ancak sabır ve yakîn ile tamam olur. Nitekim Yüce Allah,
şöyle buyurmaktadır: “Ve sabrettikleri zaman içlerinden Bizim emrimizle hidâyete ileten önderler kıldık. Onlar âyetlerimize yakînen inanıyorlardı.” (es-Secde, 32/24) O halde bu dua önemli birtakım amelleri, Allah’a itaatte, O’nun masiyetlerine karşı direnmekte, O’nun acı ve ızdırap verici takdirlerine tahammül etmekte sabretmeyi, kişiyi yakîn derecesine ulaştıracak pek çok hayırları, pek büyük lütuf ve ihsanlara erdirecek türden tam bir ilim sahibi olmayı ve bunların peygamberlerden sonra insanların erişebilmeleri mümkün olan en yüce derecelere yükselmelerini de gerektirir. O nedenle bu gayretleri ve istekleri bunca yüksek şeylere yönelik olduğundan ötürü mükâfatları da amelleri türünden olacaktır. Yüce Allah,
onlara oldukça üstün ve yüksek mevkilerle ve meskenlerle mükâfatlandıracağını belirterek şöyle buyurmaktadır:
#
{75 ـ 76} ولهذا لما كانت هِمَمُهُم ومطالِبُهم عاليةً، كان الجزاء من جنس العمل، فجازاهم بالمنازل العاليات، فقال: {أولئك يُجْزَوْنَ الغرفةَ بما صبروا}؛ أي: المنازل الرفيعة والمساكن الأنيقة الجامعة لكلِّ ما يشتهَى وتلذُّه الأعين، وذلك بسبب صبرِهِم نالوا ما نالوا؛ كما قال تعالى: {والملائكةُ يَدْخُلون عليهم مِن كلِّ بابٍ. سلامٌ عليكم بما صَبَرْتُم فنعمَ عُقْبى الدَّار}، ولهذا قال هنا: {ويُلَقَّوْنَ فيها تحيَّةً وسلاماً}: من ربِّهم ومن ملائكتِهِ الكرام ومن بعضٍ على بعضٍ، ويَسْلَمون من جميع المنغِّصات والمكدِّرات.
والحاصل أنَّ الله وَصَفَهم بالوَقار، والسَّكينة، والتَّواضع له ولعبادِهِ، وحسنِ الأدبِ، والحلم، وسعةِ الخُلُق، والعفوِ عن الجاهلين، والإعراض عنهم، ومقابلة إساءتهم بالإحسان، وقيام الليل، والإخلاص فيه، والخوف من النار، والتضرُّع لربِّهم أن يُنَجِّيَهم منها، وإخراج الواجب والمستحبِّ في النفقات، والاقتصاد في ذلك. وإذا كانوا مقتصدينَ في الإنفاق الذي جَرَتِ العادةُ بالتفريط فيه أو الإفراط؛ فاقتصادُهُم وتوسُّطُهم في غيره من باب أولى، والسلامةُ من كبائِر الذُّنوب، والاتِّصاف بالإخلاص لله في عبادتِهِ، والعِفَّةِ عن الدِّماء والأعراضِ، والتوبة عند صدور شيءٍ من ذلك، وأنهم لا يحضُرون مجالس المنكر والفسوق القوليَّة والفعليَّة، ولا يفعلونها بأنفسهم، وأنَّهم يتنزَّهون من اللغو والأفعال الرديَّة، التي لا خير فيها، وذلك يستلزمُ مروءتهم وإنسانيَّتَهم وكمالَهم ورفعةَ أنفسِهِم عن كلِّ خسيس قوليٍّ وفعليٍّ، وأنَّهم يقابِلون آياتِ الله بالقَبول لها والتفهُّم لمعانيها والعمل بها والاجتهاد في تنفيذِ أحكامها، وأنَّهم يَدْعون الله تعالى بأكمل الدُّعاء في الدُّعاءِ الذي ينتفعونَ به، وينتفع به من يتعلَّقُ بهم، وينتفعُ به المسلمون من صلاح أزواجِهِم وذُرِّيَّتِهِم، ومن لوازم ذلك سعيُهم في تعليمهم ووعظِهِم ونُصْحِهِم؛ لأنَّ مَنْ حَرَصَ على شيءٍ ودعا الله فيه؛ لا بدَّ أن يكون متسبباً فيه، وأنَّهم دَعَوا الله ببلوغ أعلى الدرجات الممكنة لهم، وهي درجة الإمامة والصديقيَّة؛ فلله ما أعلى هذه الصفات، وأرفع هذه الهمم، وأجل هذه المطالب، وأزكى تلك النفوس، وأطهر تيك القلوبِ، وأصفى هؤلاء الصفوةِ، وأتقى هؤلاء السادة. ولله فضلُ الله عليهم، ونعمتُهُ، ورحمتُهُ التي جلَّلتهم، ولطفُه الذي أوصلهم إلى هذه المنازل.
ولله مِنَّةُ الله على عبادِهِ أنْ بَيَّنَ لهم أوصافَهم ونعتَ لهم هيئاتِهِم، وبيَّن لهم هِمَمَهم وأوضحَ لهم أجورَهم؛ ليشتاقوا إلى الاتِّصاف بأوصافهم، ويبذُلوا جهدهم في ذلك، ويسألوا الذي منَّ عليهم وأكرمهم، الذي فضلُهُ في كل زمان ومكان وفي كل وقت وأوان أنْ يَهْدِيَهم كما هداهم، ويتولاَّهم بتربيته الخاصَّة كما تولاَّهم.
فاللهمَّ لك الحمدُ، وإليك المشتكى، وأنت المستعان، وبك المستغاث، ولا حول ولا قوة إلاَّ بك، لا نملِكُ لأنفسنا نفعاً ولا ضرًّا، ولا نقدر على مثقال ذرَّةٍ من الخير إن لم تُيَسِّرْ ذلك لنا؛ فإنَّا ضعفاء عاجزون من كلِّ وجه، نشهد أنَّك إن وَكَلْتَنا إلى أنفسنا طرفة عين؛ وَكَلْتَنا إلى ضعفٍ وعجزٍ وخطيئةٍ؛ فلا نثق يا ربَّنا إلاَّ برحمتك، التي بها خلقتنا ورزَقْتَنا وأنعمتَ علينا بما أنعمتَ من النعم الظاهرة والباطنة، وصرفت عنا من النقم؛ فارحمنا رحمةً تُغنينا بها عن رحمةِ مَنْ سواك، فلا خاب من سألَكَ ورجاك.
75-76.
“İşte onlar sabretmelerinden ötürü cennetin yüksek köşkleri ile mükâfatlandırılacaklar.” Canın çektiği, gözlerin lezzet aldığı her bir şeyi ihtiva eden, son derece yüksek ve mükemmel meskenlerle mükâfatlandırılacaklardır. Bu mükâfatlara sabırları sebebiyle erişeceklerdir. Nitekim Yüce Allah,
şöyle buyurmaktadır: “Melekler de her kapıdan onların yanına gelip: Sabretmenize karşılık selam sizlere. (Dünya) yurdun(un) ne güzel akıbetidir bu! (derler)” (er-Ra’d, 13/23-24) Bundan dolayı Yüce Allah burada da:
“Onlar orada esenlik dileği ve selâm ile karşılanırlar.” Rableri ve şerefli melekler onlara selam verecekleri gibi, kendileri de birbirlerine selam vereceklerdir. Ayrıca kederlendirici ve zevklerini bulandırıcı her şeyden yana da esenlikte olacaklardır.
zetle; Yüce Allah, bu salih kullarını ağır başlılıkla, kendisine karşı da kullarına karşıda alçak gönüllülükle, güzel edeple, hoşgörü ve tahammülle, güzel ahlâkla, cahilleri affetmekle, onlardan yüz çevirmekle, kötülüklerine karşı iyilikte bulunmakla, geceleyin ihlâsla namaz kılmakla, Rablerine kendilerini cehennemden korumak için dua etmekle, farz ve müstehap olan harcamaları yerine getirmekle, harcamada orta yolu tutmakla, -normalde ya aşırı gitmenin veya cimri davranmanın söz konusu olduğu harcamalarda orta yollu oldukları için- başka hususlarda haydi haydi orta yolu tutmamakla, büyük günahlardan uzak kalmakla, Allah’a ibadetlerinde ihlâs sahibi olmakla, başkalarının canına ve namusuna zarar vermekten uzak ve iffetli olmakla, bunlardan herhangi birisini işledikleri takdirde tevbe etmekle, kötülüklerin işlendiği, sözlü ve fiilî fâsıklıkların yapıldığı meclislerde hazır bulunmamakla ve onları da asla işlememekle, hayrı bulunmayan seviyez fiillerden ve boş sözlerden uzak kalmakla -ki bu onların erdemliliklerini, insanlıklarını ve kemallerini ifade eder-, sözlü ya da fiili düşük her bir şeyden kendilerini uzak tutmakla, Allah’ın âyetlerini kabul ile karşılamakla, o âyetlerin manalarını iyice anlamakla, bellemekle ve gereklerince amel etmekle, bu âyetlerin hükümlerini uygulamak için olanca gayretlerini harcamakla, Yüce Allah’a hem kendilerinin, hem kendileriyle ilgisi bulunanların, hem de müslümanların faydalanacağı şekilde eşlerinin, yakınlarının ve nesillerinin salih olmalarını isteyerek en güzel duaları yapmakla vasfetmiş bulunmaktadır. Eşlerine ve nesillerine gerekli bilgileri öğretmek, öğüt vermek ve nasihat etmek için çabalamak da bunun gerekleri arasındadır. Çünkü bir şeyi özellikle istemek ve bunun için Allah’a dua etmek için mutlaka onun sebeplerini de yerine getirmek gerekir. Yinre onlar, Allah’a kendileri için mümkün olan en yüksek derecelere erişmek için de dua etmişlerdir ki bu da önderlik ve sıddıklık derecesidir. Allah için gerçekten bunlar, en üstün sıfatlar ve en yüce maksatlardır. Bu maksatlar, ne kadar yüce, bu ruhlar ne kadar temiz, bu kalpler ne kadar duru ve saf, bu önder kimseler ne kadar da takvâlıdırlar! Yüce Allah’ın onlar üzerindeki lütfu, nimeti ve rahmeti de pek büyüktür. O’nun bu lütfu sayesinde de onlar bu üstün mevkilere ulaşmışlardır.
llah, bu salih kullarının vasıflarını beyan etmekle ve onların hallerini nitelendirip gayretlerinin neye yönelik olduğunu açıklamakla kullarına d abüyük bir lütufta bulunmuştur. Bunların mükâfatlarını da onlara açıklamıştır ki böylelikle onlar, bu salih kulların vasıflarına sahip olmak için özlem duysunlar. Bu uğurda bütün gayretlerini ortaya koysunlar. Bunlara her zaman ve mekanda, her an ve vakitte lütuf ve ihsanlarını sağanak sağanak yağdırandan, bunlara hidâyet verdiği gibi kendilerine de hidâyet vermesini istesinler. Onları himayesine aldığı gibi kendilerini de özel olarak himayesinin altına almasını istesinler.
amdler yalnız sanadır Allah’ım, şikayetimiz de yalnız sanadır, yardımı senden diliyoruz, senden imdat istiyoruz. Sen güç vermedikçe biz güç sahibi olamayız, kendimize bir fayda sağlamayız, gelecek zararları önleyemeyiz. Eğer sen bize bunları kolaylaştırmayacak olursan biz zerre kadar iyilik işleyemeyiz. Şüphesiz bizler zayıfız, her bakımdan âciz kimseleriz. Biz tanıklık ederiz ki Sen, bizi bir göz açıp kapayacak vakit dahi kendimize bırakacak olursan, bizi kendi zaafımızla, kendi acizliğimizle ve kendi günahlarımızla baş başa bıraktın demektir. Rabbimiz! Senin rahmetinden başka bir şeye güvenmiyoruz. O rahmetinle bizi yarattın, bizi rızıklandırıyorsun, görünür görünmez bunca nimetleri bize ihsan ediyorsun, başımızdan pek çok musibeti önlüyorsun. Bize öyle bir rahmet eyle ki bu sayede senden başkalarının rahmetine ihtiyacımız olmasın. Senden dileyen ve rahmetini uman, asla zarar etmez.
#
{77} ولما كان الله تعالى قد أضاف هؤلاء العبادَ إلى رحمتِهِ واختصَّهم بعبوديَّتِهِ لشرفهم وفضلِهِم، ربَّما توهَّم متوهِّم أنَّه وأيضاً غيرهم؛ فَلِمَ لا يدخل في العبوديَّة؟! فأخبر تعالى أنَّه لا يبالي ولا يعبأ بغيرِ هؤلاء، وأنَّه لولا دعاؤكم إيَّاه دعاء العبادة ودعاء المسألة؛ ما عبأ بكم ولا أحبَّكم، فقال: {قُلْ ما يَعْبَأُ بكم رَبِّي لولا دُعاؤكُم فقدْ كَذَّبْتُم فسوفَ يكون لِزاماً}؛ أي: عذاباً يَلْزَمُكُم لزومَ الغريم لغريمه، وسوف يحكُمُ اللهُ بينكم وبين عبادِهِ المؤمنين.
77. Allah,
(Rahman’ın kulları diyerek) bu kullarını rahmetine izafe edip onların,
şeref ve faziletleri dolayısıyla kendisinin kulları olma özelliğine sahip olduklarını belirtince belki bazı kimseler: Biz niçin bu kulluğun kapsamına girmiyoruz?, diye düşünebileceklerinden Yüce Allah, bu kulların dışındakilere ehemmiyet vermeyip aldırış etmeyeceğini haber vermektedir. Eğer sizler O’na gerek ibadet olan dua, gerekse de ihtiyaçlarını arzetmek için olan duada bulunmazsanız size hiçbir şekilde ehemmiyet ve değer vermez.
“Ama siz yalanladınız. Artık yakanızı bırakmayacak bir azap kaçınılmaz olacaktır.” Azap, alacaklının borçlusunun yakasını bırakmadığı gibi sizin yakanıza yapışacaktır. Yüce Allah, yakında sizinle mü’min kulları arasında hükmünü verecektir.
urkan Sûresi’nin tefsiri burada sona ermektedir. Allah’a ebediyen hamd-u sena ve şükürler olsun.