Ayet:
83- MUTAFFİFÎN SÛRESİ
83- MUTAFFİFÎN SÛRESİ
(Mekke’de inmiştir. 36 âyettir)
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adı ile.
Ayet: 1 - 6 #
{وَيْلٌ لِلْمُطَفِّفِينَ (1) الَّذِينَ إِذَا اكْتَالُوا عَلَى النَّاسِ يَسْتَوْفُونَ (2) وَإِذَا كَالُوهُمْ أَوْ وَزَنُوهُمْ يُخْسِرُونَ (3) أَلَا يَظُنُّ أُولَئِكَ أَنَّهُمْ مَبْعُوثُونَ (4) لِيَوْمٍ عَظِيمٍ (5) يَوْمَ يَقُومُ النَّاسُ لِرَبِّ الْعَالَمِينَ (6)}.
1- Eksik ölçüp tartan (hilekarların) vay haline! 2- Onlar ki insanlardan ölçü ile aldıklarında tastamam alırlar. 3- Ama onlara ölçü yahut tartı ile verdiklerinde eksik verirler. 4- Bu kimseler diriltileceklerini hiç düşünmezler mi? 5- Büyük bir gün için? 6- Ki o gün insanlar, âlemlerin Rabbi huzurunda (hesap için) duracaklardır.
#
{1 ـ 6} {ويلٌ}: كلمة عذابٍ وعقابٍ ، {للمطفِّفين}: وفسر الله المطفِّفين بأنهم {الذين إذا اكتالوا على الناس}؛ أي: أخذوا منهم وفاءً لهم عمَّا قِبَلَهم ، يستوفونه كاملاً من غير نقصٍ، {وإذا كالوهم أو وَزَنوهم}؛ أي: إذا أعطوا الناس حقَّهم الذي لهم عليهم بكيل أو وزن، {يُخْسِرونَ}؛ أي: ينقصِونَهم ذلك إمَّا بمكيال وميزان ناقصين، أو بعدم ملء المِكْيال والميزان، أو بغير ذلك؛ فهذا سرقةٌ لأموال الناس وعدمُ إنصاف لهم منهم. وإذا كان هذا وعيداً على الذين يَبْخَسونَ الناس بالمكيال والميزان؛ فالذي يأخذ أموالهم قهراً وسرقةً أولى بهذا الوعيد من المطفِّفين. ودلَّت الآية الكريمة على أنَّ الإنسان كما يأخذ من الناس الذي له يجب [عليه] أن يعطِيَهم كلَّ ما لهم من الأموال والمعاملات، بل يدخُلُ في عموم هذا الحجج والمقالات؛ فإنَّه كما أنَّ المتناظرين قد جرت العادة أنَّ كل واحدٍ منهما يحرص على ماله من الحجج؛ فيجب عليه أيضاً أن يبيِّن ما لخصمه من الحجَّة التي لا يعلمها، وأن ينظر في أدلَّة خصمه كما ينظر في أدلَّته هو، وفي هذا الموضع يُعْرَفُ إنصاف الإنسان من تعصُّبه واعتسافه وتواضُعُه من كِبْره وعقلُهُ من سَفَهِهِ، نسأل الله التوفيق لكلِّ خير. ثم توعَّد تعالى المطفِّفين، وتعجَّب من حالهم وإقامتهم على ما هم عليه، فقال: {ألا يظنُّ أولئك أنَّهم مبعوثونَ ليومٍ عظيمٍ. يومَ يقومُ الناسُ لربِّ العالمينَ}: فالذي جرَّأهم على التَّطفيف عدمُ إيمانهم باليوم الآخر؛ وإلاَّ؛ فلو آمنوا به وعرفوا أنهم سيقومون بين يدي الله فيحاسبهم على القليل والكثير؛ لأقلعوا عن ذلك وتابوا منه.
1. “Vay haline!” Azap ve ceza bildiren bir ifadedir. “Eksik ölçüp tartan (hilekarların) vay haline!” Yüce Allah bu hilekarları şu buyruklarla açıklamaktadır: 2. “Onlar ki insanlardan” onlardaki haklarının karşılığını “aldıklarında tastamam alırlar.” Eksik almazlar. 3. “Ama onlara” insanlara, onların haklarını “ölçü yahut tartı ile verdiklerinde” onlara “eksik verirler.” Bu da ya eksik ölçüp tartan aletlerle yahut ölçü ve tartıyı tam yapmamakla ya da başka bir yolla olur. Bu, insanların mallarını çalmak ve onlara adaletli davranmamaktır. Bu insanların mallarını ölçü ve tartı ile eksik verenlere bir tehdit olduğuna göre onların mallarını zorla ve hırsızlık yolu ile alanların böyle bir tehdide maruz kalmaları -eksik ölçüp tartanlara göre- öncelikle söz konusudur. Âyet-i kerime şunu da göstermektedir: İnsan başkalarındaki hakkını aldığı gibi onların haklarını da -mal ve muamelâtta- aynı şekilde eksiksiz vermelidir. Hatta bu buyrukların kapsamına delil getirme ve münazara da girmektedir. Karşılıklı münazara yapıp tartışanlar arasında adet olduğu üzere her bir kişi, kendi lehinde olan delillere sıkı sıkıya yapıştığı gibi hasmının lehine olan ve onun bilmediği delilleri de açıklamalıdır. Kendi delillerini tetkik ettiği gibi hasmının delillerini de tetkik edebilmelidir. İşte böyle bir konumda insanın insaflı mı olduğu yoksa fikrine taasupla bağlanan biri mi olduğu, alçakgönüllü mü olduğu yoksa kibirli bir kişi mi olduğu, akıllı mı olduğu yoksa kıtakıllı mı olduğu ortaya çıkar. Yüce Allah’tan her hayra bizleri muvaffak kılmasını dileriz. 4-6. Daha sonra Yüce Allah, eksik ölçüp tartanları tehdit etmekte, onların hallerine ve durumlarını sürdürmelerine hayretle şöyle buyurmaktadır: “Bu kimseler diriltileceklerini hiç düşünmezler mi?…” O halde onları eksik ölçüp tartma hususunda yüreklendiren, âhiret gününe iman etmeyişleridir. Yoksa o güne iman etselerdi, Allah’ın huzurunda duracaklarını ve O’nun azın da çoğun da hesabını kendilerinden soracağını bilselerdi, bu işten vazgeçerlerdi, bundan tevbe ederlerdi.
Ayet: 7 - 17 #
{كَلَّا إِنَّ كِتَابَ الْفُجَّارِ لَفِي سِجِّينٍ (7) وَمَا أَدْرَاكَ مَا سِجِّينٌ (8) كِتَابٌ مَرْقُومٌ (9) وَيْلٌ يَوْمَئِذٍ لِلْمُكَذِّبِينَ (10) الَّذِينَ يُكَذِّبُونَ بِيَوْمِ الدِّينِ (11) وَمَا يُكَذِّبُ بِهِ إِلَّا كُلُّ مُعْتَدٍ أَثِيمٍ (12) إِذَا تُتْلَى عَلَيْهِ آيَاتُنَا قَالَ أَسَاطِيرُ الْأَوَّلِينَ (13) كَلَّا بَلْ رَانَ عَلَى قُلُوبِهِمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ (14) كَلَّا إِنَّهُمْ عَنْ رَبِّهِمْ يَوْمَئِذٍ لَمَحْجُوبُونَ (15) ثُمَّ إِنَّهُمْ لَصَالُو الْجَحِيمِ (16) ثُمَّ يُقَالُ هَذَا الَّذِي كُنْتُمْ بِهِ تُكَذِّبُونَ (17)}.
7- Asla (öyle yapmayın)! Çünkü kötü ve günahkârların kitabı şüphesiz siccîndedir. 8- “Siccîn”in ne olduğunu sen nereden bilebilirsin ki? 9- O, yazılmış bir kitaptır. 10- O gün yalanlayanların vay haline! 11- Onlar ki hesap gününü yalanlarlar. 12- Halbuki onu haddi aşan ve çok günahkâr kimseden başkası yalanlamaz. 13- Böylesine âyetlerimiz okunduğunda: “Öncekilerin efsaneleri!” der. 14- Asla (öyle değil)! Aksine onların işledikleri, kalplerinin üzerini pas gibi sarmıştır. 15- Hayır! Gerçek şu ki onlar, o gün Rablerinden perdelenmiş olacaklardır. 16- Sonra onlar, hiç şüphesiz cehennemi boylayacaklardır. 17- Sonra da (onlara): “İşte sizin (dünyadayken) yalanlamakta olduğunuz şey budur!” denilecektir.
#
{7 ـ 9} يقول تعالى: {كلاَّ إنَّ كتاب الفجَّارِ}: وهذا شاملٌ لكلِّ فاجرٍ من أنواع الكفرة والمنافقين والفاسقين، {لفي سِجِّينٍ}. ثم فسَّر ذلك بقوله: {وما أدراكَ ما سِجِّينٌ. كتابٌ مرقومٌ}؛ أي: كتاب مذكور فيه أعمالهم الخبيثة. والسِّجِّينُ: المحلُّ الضيِّق الضَّنك، وسِجِّين ضدّ علِّيين، الذي هو محلُّ كتاب الأبرار كما سيأتي. وقد قيل: إنَّ سجِّين هو أسفل الأرض السابعة مأوى الفجَّار ومستقرُّهم في معادهم.
7. “Asla (öyle yapmayın)! Çünkü kötü ve günahkârların kitabı” bu, kâfir, münafık ve fasık türleri ile bütün günahkârları kapsar “şüphesiz Siccîndedir.” Sonra da bunu şu buyruğu ile açıklamaktadır: 8-9. “Siccîn”in ne olduğunu sen nereden bilebilirsin ki? O, yazılmış bir kitaptır.” Yani kötü amellerinin kaydedildiği bir Kitaptır. Siccîn, dar ve sıkıntılı yer demektir. Siccîn, ileride geleceği üzere iyi ve itaatkarların Kitabının bulunduğu yer olan “illiyyîn”in zıddıdır. Siccîn’in arzın yedinci tabakasının altında kötü ve günahkârların, öldükten sonra diriltilecekleri vakit gidip kalacakları yer olduğu da söylenmiştir.
#
{10 ـ 13} {ويلٌ يومئذٍ للمكذِّبين}. ثم بيَّنهم بقوله: {الذين يكذِّبون بيوم الدِّين}؛ أي: يوم الجزاء، يوم يدين الله الناس فيه بأعمالهم. {وما يكذِّبُ به إلاَّ كلُّ معتدٍ}: على محارم الله متعدٍّ من الحلال إلى الحرام. {أثيمٍ}؛ أي: كثير الإثم؛ فهذا يحمله عدوانه على التكذيب، ويوجب له كبره ردَّ الحقِّ ، ولهذا {إذا تُتْلى عليه} آيات الله الدالَّة على الحقِّ وعلى صدق ما جاءت به الرسل؛ كذَّبها وعاندها وقال: هذه {أساطيرُ الأوَّلين}؛ أي: من ترَّهات المتقدِّمين وأخبار الأمم الغابرين، ليس من عند الله؛ تكبُّراً وعناداً.
10-11. “O gün yalanlayanların vay haline!” Daha sonra şu buyruğu ile bunların kim olduğunu açıklamaktadır: “Onlar ki o hesap gününü yalanlarlar.” Yani Allah’ın insanların amellerinin karşılığını kendilerine vereceği gün olan o ceza (amelerin karşılık) gününü yalanlarlar. 12. “Halbuki onu” Allah’ın haram sınırlarını çiğneyen, helali aşarak harama dalmak sureti ile “haddi aşan ve çok günahkâr kimseden başkası yalanlamaz.” İşte böylesinin haddi aşması kendisini yalanlamaya iter, büyüklenmesi de hakkı reddetmesini gerektirir. Bundan dolayı şöyle buyrulmaktadır: 13. “Böylesine” hakka ve peygamberlerin getirdiklerinin doğruluğuna delil teşkil eden “âyetlerimiz okunduğunda” onları yalanlar, onlara karşı inatla durur ve: Bunlar “Öncekilerin efsaneleri” yani daha önce geçmiş olanların akıl almaz sözleri, geçip gitmiş ümmetlerin kıssalarıdır. Bunlar, Allah’tan gelmiş şeyler değildir, “der” ve büyüklenerek, inat ederek bunları söyler. İnsaf edip de maksadı apaçık hakkı görmek olan kimselere gelince onlar, hesap gününü yalanlamazlar. Çünkü Yüce Allah’ın hesap gününün gerçekliğine dair ortaya koymuş olduğu kesin delil ve belgeler, onun kesin bir gerçek olduğunu ortaya koymaktadır. Öyle ki bu günün gerçekliği onlar için gözlerin güneşi görmesi kadar açık bir gerçektir.
#
{14 ـ 17} وأمَّا مَن أنصف وكان مقصودُه الحقَّ المبين؛ فإنَّه لا يكذِّب بيوم الدين؛ لأنَّ الله قد أقام عليه من الأدلَّة القاطعة والبراهين [الساطعة] ما يجعله حقَّ اليقين ، وصار لبصائرهم بمنزلة الشمس للأبصار؛ بخلاف مَنْ ران على قلبه كسبُه وغطَّتْه معاصيه؛ فإنَّه محجوبٌ عن الحقِّ، ولهذا جوزي على ذلك بأن حُجِبَ عن الله كما حُجِبَ قلبُه [في الدنيا] عن آيات الله. {ثم إنَّهم}: مع هذه العقوبة البليغة، {لصالو الجحيم. ثم يقالُ}: لهم توبيخاً وتقريعاً: {هذا الذي كنتُم به تكذِّبونَ}: فذكر لهم ثلاثة أنواع من العذاب: عذاب الجحيم، وعذاب التوبيخ واللوم، وعذاب الحجاب عن ربِّ العالمين، المتضمِّن لسخطه وغضبه عليهم، وهو أعظم عليهم من عذاب النار. ودلَّ مفهومُ الآية على أنَّ المؤمنين يرون ربَّهم يوم القيامة، وفي الجنة، ويتلذَّذون بالنَّظر إليه أعظم من سائر اللَّذَّات ويبتهجون بخطابه ويفرحون بقربه؛ كما ذكر الله ذلك في عدَّة آيات من القرآن، وتواتر فيه النقل عن رسول الله. وفي هذه الآيات التَّحذير من الذُّنوب؛ فإنَّها ترين على القلب وتغطِّيه شيئاً فشيئاً، حتى ينطمسَ نورُه وتموتَ بصيرتُه، فتنقلب عليه الحقائق، فيرى الباطل حقًّا والحقَّ باطلاً. وهذا من أعظم عقوبات الذُّنوب.
14-16. Ama işledikleri kalbini örten, günahları kalbini perdeleyen kimseler böyle değildirler. Bu gibi kimselerin önünde hakkı görmelerini engelleyen perdeler vardır. İşte bundan dolayı onlar da Yüce Allah'ı görmekten perdelenmek suretiyle cezalandırılacaklardır. Tıpkı kendileri, Allah’ın âyetlerine karşı kalplerini perdeledikleri gibi. 16-17. Bu, pek büyük cezanın yanı sıra “onlar hiç şüphesiz cehennemi boylayacaklardır.” Daha sonra da onlara azarlamak maksadı ile: “İşte sizin (dünyadayken) yalanlamakta olduğunuz şey budur, denilecektir.” Yüce Allah, onların üç türlü azaplarının olduğundan söz etmektedir: Cehennem azabı, azarlama ve kınama azabı, âlemlerin Rabbini göremeyerek bu nimetten mahrum kalma azabı ki bu da O’nun, onlara gazap etmesi ve öfkelenmesi anlamına gelir. Bu azap da onlar için cehennem azabından daha ağırdır. Bu ayet-i kerimelerin mefhumu, mü’minlerin Kıyamet gününde ve cennette Rablerini göreceklerine, O’na bakmakla zevk alacaklarına, bu zevkin diğer zevk ve lezzetlerden çok daha büyük olacağına, O’nun hitabı ile sürûr ve neş’e ile dolacaklarına, O’na yakın olmaktan ötürü mutlu olacaklarına delil teşkil etmektedir. Nitekim Yüce Allah, bu hususu Kur’ân-ı Kerîm’in birkaç âyet-i kerimesinde zikretmiş ve bu konuda Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den gelmiş nakiller de tevâtür derecesine ulaşmıştır. Yine bu âyet-i kerimelerde günahlardan sakındırma da vardır. Çünkü günahlar, yavaş yavaş kalbi örtüp perdeler, nihâyet kalbin nuru büsbütün söner, basireti ölür. Artık onun için gerçekler tersyüz olur; batılı hak, hakkı batıl görür. Bu ise günahlara verilebilecek en büyük cezadır.
Ayet: 18 - 28 #
{كَلَّا إِنَّ كِتَابَ الْأَبْرَارِ لَفِي عِلِّيِّينَ (18) وَمَا أَدْرَاكَ مَا عِلِّيُّونَ (19) كِتَابٌ مَرْقُومٌ (20) يَشْهَدُهُ الْمُقَرَّبُونَ (21) إِنَّ الْأَبْرَارَ لَفِي نَعِيمٍ (22) عَلَى الْأَرَائِكِ يَنْظُرُونَ (23) تَعْرِفُ فِي وُجُوهِهِمْ نَضْرَةَ النَّعِيمِ (24) يُسْقَوْنَ مِنْ رَحِيقٍ مَخْتُومٍ (25) خِتَامُهُ مِسْكٌ وَفِي ذَلِكَ فَلْيَتَنَافَسِ الْمُتَنَافِسُونَ (26) وَمِزَاجُهُ مِنْ تَسْنِيمٍ (27) [عَيْنًا يَشْرَبُ بِهَا الْمُقَرَّبُونَ] (28)}.
18- Hayır, şüphesiz iyi ve itaatkarların kitabı “illiyyîn”dedir. 19- “İlliyyîn”in ne olduğunu sen nereden bileceksin ki? 20- O, yazılmış bir kitaptır. 21- Onu mukarreb (melekler) müşahede ederler. 22- Şüphe yok ki o iyi ve itaatkarlar nimetler içindedirler. 23- Tahtlar üzerinden bakarlar. 24- (İçinde bulundukları) nimetlerin güzelliğini yüzlerinden anlarsın. 25- Onlara mühürlü, halis bir şaraptan içirilecek. 26- Ki onun mührü misktir. O halde yarışanlar, işte bunlar için yarışsınlar! 27- Onun karışımı da “Tesnîm”dendir. 28- O da mukarreb (Allah'a yakın) kulların kendisinden içecekleri bir pınardır.
#
{18 ـ 21} لما ذكر أنَّ كتاب الفجَّار في أسفل الأمكنة وأضيقها؛ ذكر أنَّ كتاب الأبرار في أعلاها وأوسعها وأفسحها، وأنَّ كتابهم المرقوم {يشهدُهُ المقرَّبون}: من الملائكة الكرام وأرواح الأنبياء والصِّدِّيقين والشهداء ، وينوِّه الله بذكرهم في الملأ الأعلى. وعليُّون: اسم لأعلى الجنة.
18-21. Yüce Allah, kötü ve günahkâr kimselerin kitabının en aşağı ve en dar bir yerde olacağını söz konusu ettikten sonra, iyi ve itaatkar kimselerin kitabının en yücelerde, en geniş ve en rahat bir yerde olacağını müjdeleyerek şöyle buyurmaktadır: İyilerin kitabı “yazılmış bir kitaptır. Ona mukarreb (melekler) yani yakınlaştırılmış olan melâike-i kiram, peygamberlerin, sıddîkların ve şehidlerin ruhları “onu müşahede ederler.” Mele-i a’lâ’da da bunların şanını Yüce Allah yüceltir. “İlliyyîn” cennetin en yüksek yerinin adıdır.
#
{22 ـ 28} فلمَّا ذَكَرَ كتابَهم؛ ذَكَرَ أنَّهم في نعيم، وهو اسمٌ جامعٌ لنعيم القلب والرُّوح والبدن. {على الأرائِكِ}؛ أي: على السرر المزيَّنة بالفرش الحسان، {ينظُرونَ}: إلى ما أعدَّ الله لهم من النعيم، وينظرون إلى وجه ربِّهم الكريم، {تعرِفُ}: أيُّها الناظر ، {في وجوههم نَضْرَةَ النَّعيم}؛ أي: بهاءه ونضارته ورونقه؛ فإنَّ توالي اللَّذَّات والمسرَّات والأفراح يكسب الوجه نوراً وحسناً وبهجةً، {يُسْقَوْنَ من رحيقٍ}: وهو من أطيب ما يكون من الأشربة وألذها، {مختوم} ذلك الشرابُ {ختامُه مسكٌ}: يُحتمل أن المراد مختومٌ عن أن يداخِلَه شيءٌ يُنْقِصُ لذَّته أو يفسِدُ طعمه، وذلك الختام الذي ختم به مسكٌ، ويحتمل أنَّ المراد أنَّه الذي يكون في آخر الإناء الذي يشربون منه الرحيق حثالة، وهي المسك الأذفر؛ فهذا الكدر منه الذي جرت العادة في الدُّنيا أنه يراق يكون في الجنَّة بهذه المثابة. {وفي ذلك}: النعيم المقيم الذي لا يعلم حسنه ومقداره إلاَّ الله، {فَلْيَتَنافَسِ المتنافسونَ}؛ أي: فليتسابقوا في المبادرة إليه والأعمال الموصلة إليه؛ فهذا أولى ما بُذِلَتْ فيه نفائس الأنفاس، وأحرى ما تزاحمت للوصول إليه فحول الرجال. ومزاجُ هذا الشراب {مِنْ تَسْنيم}: وهي عين {يشربُ بها المقرَّبون}: صرفاً، وهي أعلى أشربة الجنة على الإطلاق؛ فلذلك كانت خالصةً للمقرَّبين، الذين هم أعلى الخلق منزلة، وممزوجة لأصحاب اليمين؛ أي: مخلوطة بالرحيق وغيره من الأشربة اللذيذة.
22. Yüce Allah, onların Kitaplarını söz konusu ettikten sonra onların pek büyük nimetler içerisinde bulunduklarını da şöyle zikretmektedir: “Şüphe yok ki o iyi ve itaatkarlar, nimetler içindedirler.” Nimetler, hem kalbin, hem ruhun, hem de bedenin her türlü nimetini anlatan kapsamlı bir ifadedir. 23. Gâyet güzel döşemelerle süslü “tahtlar üzerinden” hem Allah’ın kendileri için hazırlamış olduğu nimetlere hem de kerim olan Rablerinin yüzüne “bakarlar.” 24. Ey onlara bakan kişi! Sen “(içinde bulundukları) nimetlerin güzelliğini yüzlerinden anlarsın.” Yani o nimetlerin yüzlerine verdiği parlaklığı ve aydınlığı yüzlerinde görürsün. Çünkü ardı arkasına gelen lezzetler, zevkler ve sevindirici hususlar, kişinin yüzüne bir aydınlık, bir güzellik ve bir parlaklık kazandırır. 25-26. “Onlara mühürlü, halis bir şaraptan içirilecek.” Bu, içeceklerin en lezzetlisi ve en güzelidir. Bu şarabın “mührü, misktir.” Bununla kastedilen şu olabilir: Bu şaraba lezzetini azaltacak yahut tadını bozacak herhangi bir şeyin karışmasına karşı o, mühürlenmiştir. Bu mühürleme de misk ile yapılmıştır. Şu mana da kastedilmiş olabilir: Onların şarabı içtikleri kabın dibinde kalan tortu çok hoş kokulu ve değerli misktir. Normalde dünyadaki adete göre kabın dibindeki tortular dökülür. İşte cennetteki şarabın tortusu ise böyle güzel olacaktır. "O halde yarışanlar bunlar için” güzelliğini ve miktarını Allah’tan başka kimsenin bilmediği bu ebedi nimetler için “yarışsınlar.” Buna ulaştırıcı amelleri yapmakta ellerini çabuk tutsunlar. Bu konuda birbirleri ile yarışsınlar. İşte en değerli şeylerin uğrunda feda edileceği, ona kavuşmak için yiğitlerin birbirleriyle yarışa koyulmalarını en fazla hak eden güzellik budur. 27-28. “Onun” bu şarabın “karışımı da Tesnîm’dendir. O da mukarreb (Allah'a yakın) kulların kendisinden içecekleri bir pınardır.” Bu şaraptan sadece onlar içerler ve bu, kayıtsız ve şartsız olarak cennet içeceklerinin en üstünüdür. O bakımdan bu pınar, insanlar arasında en yüksek konumdakiler olan mukarreblere has ve yalnız onlara ait olacaktır. Amel defterleri sağlarından verilenlere ise bunun dışındaki diğer lezzetli içeceklerden hazırlanmış karışımlar/kokteyller verilecektir.
Ayet: 29 - 36 #
{إِنَّ الَّذِينَ أَجْرَمُوا كَانُوا مِنَ الَّذِينَ آمَنُوا يَضْحَكُونَ (29) وَإِذَا مَرُّوا بِهِمْ يَتَغَامَزُونَ (30) وَإِذَا انْقَلَبُوا إِلَى أَهْلِهِمُ انْقَلَبُوا فَكِهِينَ (31) وَإِذَا رَأَوْهُمْ قَالُوا إِنَّ هَؤُلَاءِ لَضَالُّونَ (32) وَمَا أُرْسِلُوا عَلَيْهِمْ حَافِظِينَ (33) فَالْيَوْمَ الَّذِينَ آمَنُوا مِنَ الْكُفَّارِ يَضْحَكُونَ (34) عَلَى الْأَرَائِكِ يَنْظُرُونَ (35) هَلْ ثُوِّبَ الْكُفَّارُ مَا كَانُوا يَفْعَلُونَ (36)}.
29- Şüphesiz günahkârlar, iman edenlere gülerlerdi. 30- Yanlarından geçtiklerinde de birbirlerine kaş-göz işareti yapar(ak onları alaya alır)lardı. 31- Ailelerinin yanına döndükleri vakit de (yaptıklarından dolayı) keyif içinde dönerlerdi. 32- Onları gördüklerinde de: “Bunlar gerçekten sapıtmışlar!” derlerdi. 33- Halbuki onların başına bekçi olarak gönderilmemişlerdi. 34- İşte bugün de iman edenler, kâfirlere gülerler. 35- Hem de tahtlar üzerinden bakınarak. 36- (Nasıl?) Kâfirler yapmakta olduklarının cezasını buldular mı?
#
{29 ـ 33} لما ذكر تعالى جزاء المجرمينَ وجزاء المحسنين، وذكر ما بينهما من التفاوت العظيم؛ أخبر أنَّ المجرمين كانوا في الدُّنيا يسخرون بالمؤمنين ويستهزِئون بهم و {يضحكون}: منهم، فَـ {يتغامَزون}: بهم عند مرورهم عليهم احتقاراً لهم وازدراءً، ومع هذا تراهم مطمئنِّين لا يخطُر الخوف على بالهم، {وإذا انقلبوا إلى أهِلِهم}: صباحاً أو مساءً، {انقلبوا فَكِهين}؛ أي: مسرورين مغتبطين، وهذا أشدُّ ما يكون من الاغترار؛ أنَّهم جمعوا بين غاية الإساءة مع الأمن في الدُّنيا، حتى كأنَّهم قد جاءهم كتابٌ وعهدٌ من الله أنَّهم من أهل السعادة، وقد حكموا لأنفسهم أنَّهم أهلُ الهدى، وأنَّ المؤمنين ضالُّون؛ افتراءً على الله، وتجرؤوا على القول عليه بلا علم. قال تعالى: {وما أُرْسِلوا عليهم حافظين}؛ أي: وما أرسلوا وكلاء على المؤمنين، ملزمين بحفظ أعمالهم، حتى يحرصوا على رميهم بالضَّلال، وما هذا منهم إلاَّ تعنُّتٌ وعنادٌ وتلاعبٌ ليس له مستندٌ ولا برهانٌ.
29-31. Yüce Allah günahkârların cezasını, iyilikte bulunanların mükâfatını söz konusu ettikten ve ikisi arasındaki farkı dile getirdikten sonra günahkârların dünyada iken mü’minler ile alay ettiklerini, onları küçümsediklerini, onlara güldüklerini, yanlarından geçtikleri vakit onları hakir gördüklerini, birbirlerine kaş göz işaretleri yaparak onları alaya aldıklarını haber vermektedir. Bununla birlikte onlar pek rahattılar. Korkuyu akıllarından bile geçirmiyorlardı. Aksine sabah veya akşam “Ailelerinin yanına döndükleri vakit de (yaptıklarından dolayı) keyif” sevinç ve neşe “içinde dönerlerdi.” Bu ise aldanışın en ileri şeklidir. Çünkü onlar, en büyük kötülükleri işlemekle birlikte dünyada kendilerini güven içinde görüyorlardı. Sanki bahtiyar ve mutlu kimselerden olduklarına dair kendilerine Allah’tan yazılı bir belge ve bir eman gelmiş gibi davranıyorlardı. 32. Üstelik onlar, kendilerinin hidâyet üzere olduklarına, mü’minlerin ise sapık olduklarına hükmetmişlerdi. Bu hükmü de Allah’a iftira ederek, herhangi bir bilgiye dayalı olmaksızın ve O’nun hakkında olmadık iddialarda bulunma cesaretini göstererek veriyorlardı. 33. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: “Halbuki onların başına bekçi olarak gönderilmemişlerdi.” Onlar, mü’minler üzerinde amellerini tespit etmekle yükümlü birer bekçi olarak gönderilmemişlerdi ki , ne diye onları sapık olup olmadıklarıyla bu kadar ilgileniyorlar?! Aslında onların bu tutumları, sadece işi yokuşa sürmek, inat etmek ve oynayıp eğlenceye dalmaktan ibaretti. Bu yapıp söylediklerinin herhangi bir delili, dayanağı yoktu. Bundan dolayı bunların âhiretteki cezaları da dünyada yaptıkları amelleri türünden olacaktır. Şöyle ki;
#
{34 ـ 36} ولهذا كان جزاؤهم في الآخرة من جنس عملهم؛ قال تعالى: {فاليوم}؛ أي: يوم القيامة، {الذين آمنوا من الكفَّارِ يضحكون}: حين يرونَهم في غَمَراتِ العذاب يتقلَّبون وقد ذهب عنهم ما كانوا يفترون، والمؤمنون في غاية الراحة والطمأنينة {على الأرائكِ}: وهي السرر المزيَّنة، {ينظُرون}: إلى ما أعدَّ الله لهم من النعيم، وينظرون إلى وجه ربِّهم الكريم. {هل ثُوِّبَ الكفارُ ما كانوا يفعلون}؛ أي: هل جوزوا من جنس عملهم؟ فكما ضحكوا في الدنيا من المؤمنين ورمَوْهم بالضلال؛ ضحك المؤمنون منهم في الآخرة، حين رأوهم في العذاب والنَّكال الذي هو عقوبةُ الغيِّ والضَّلال. نعم؛ ثُوِّبوا ما كانوا يفعلون عدلاً من الله وحكمةً. والله عليمٌ حكيمٌ.
34. “İşte bugün” yani Kıyamet günü “de iman edenler kâfirlere” her taraflarını kuşatmış azabın içerisinde gidip geldiklerini ve uydurdukları ilahların kendilerinden çok uzak olduğunu gördükleri vakit “gülerler.” 35. Mü’minler, son derece rahat ve huzur içerisinde, süslü “tahtlar üzerinden bakınırlar.” Allah’ın kendileri için hazırlamış olduğu nimetlere ve kerim olan Rablerinin yüzüne bakarlar. 36. (Nasıl?) Kâfirler yapmakta olduklarının cezasını buldular mı?” Yani kendilerine işledikleri amelleri türünden ceza verildi mi? Nasıl dünyada iken mü’minlere gülüp onları sapıklıkla itham ediyordularsa âhirette de mü’minler, onları ibretli azab ve ceza içerisinde gördüklerinde onlara güleceklerdir. Bu azapları ise sapıklığın ve azgınlığın bir cezasıdır. Evet, Allah’ın adalet ve hikmetinin bir gereği olarak kâfirler yapmakta olduklarının cezasını bulmuş olacaklardır. Allah, her şeyi en iyi bilendir, hükmüne karşı durulamayan ve hikmeti sonsuz olandır. Mutaffifîn Sûresi’nin tefsiri burada sona ermektedir. Yüce Allah’a hamdolsun.
***