(Mekke’de inmiştir. 28 âyettir)
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adı ile.
{قُلْ أُوحِيَ إِلَيَّ أَنَّهُ اسْتَمَعَ نَفَرٌ مِنَ الْجِنِّ فَقَالُوا إِنَّا سَمِعْنَا قُرْآنًا عَجَبًا (1) يَهْدِي إِلَى الرُّشْدِ فَآمَنَّا بِهِ وَلَنْ نُشْرِكَ بِرَبِّنَا أَحَدًا (2)}.
1-
De ki: “Bana cinlerden bir topluluğun (benim Kur'ân okuyuşumu) dinledikleri ve şöyle dedikleri vahyolundu: “Gerçekten biz, güzelliğiyle hayrete düşüren bir Kur’ân dinledik.”
2-
“O, doğru yolu gösteriyor. Bundan ötürü biz de ona iman ettik. Rabbimize hiçbir kimseyi asla ortak koşmayacağız.”
#
{1} أي: {قل}: يا أيُّها الرسول للناس، {أوحِيَ إليَّ أنَّه استمع نفرٌ من الجنِّ}: صرفهم الله إلى رسوله لسماع آياته؛ لتقوم عليهم الحجَّة وتتمَّ عليهم النعمة ويكونوا منذِرين لقومهم، وأمر [اللَّهُ] رسولَه أن يقصَّ نبأهم على الناس، وذلك أنَّهم لما حضروه؛ قالوا: أنصتوا، فلما أنصتوا؛ فهموا معانيه ووصلت حقائقُه إلى قلوبهم. {فقالوا إنَّا سمِعْنا قرآناً عَجَباً}؛ أي: من العجائب الغالية والمطالب العالية.
1. Ey peygamber! İnsanlara
“de ki: Bana cinlerden bir topluluğun (benim Kur'ân okuyuşumu) dinledikleri ve şöyle dedikleri vahyolundu…” Yüce Allah, onlara karşı delilin ortaya konulması, üzerlerindeki nimetin tamamlanması ve kavimleri için uyarıcılar olmaları için Rasûlüne doğru gitmelerini sağlamıştı. Rasûlüne de onların bu haberini insanlara anlatmasını emretmiştir. Cinler,
onun yanına geldiklerinde birbirlerine: Susup dinleyin, demişlerdi. Onlar Kur’ân’ı dinlediklerinde manalarını anlayıp kavradılar ve onun hakikatleri de onların kalplerine ulaştı.
“Gerçekten biz güzelliğiyle hayrete düşüren bir Kur’ân dinledik.” Bu, oldukça hayrete düşürücü, çok üstün ve pek değerli bir Kitaptır.
#
{2} {يهدي إلى الرُّشْدِ}: والرُّشدُ: اسمٌ جامعٌ لكلِّ ما يرشد الناس إلى مصالح دينهم ودنياهم، {فآمنَّا به ولن نُشْرِكَ بربِّنا أحداً}: فجمعوا بين الإيمان الذي يدخُلُ فيه جميع أعمال الخير، وبين التَّقوى المتضمِّنة لترك الشرِّ، وجعلوا السبب الداعي لهم إلى الإيمان وتوابعه ما علموه من إرشادات القرآن، وما اشتمل عليه من المصالح والفوائد واجتناب المضارِّ؛ فإنَّ ذلك آيةٌ عظيمةٌ وحجَّةٌ قاطعةٌ لمن استنار به واهتدى بهديه، وهذا الإيمانُ النافع المثمر لكلِّ خير، المبنيُّ على هداية القرآن؛ بخلاف إيمان العوائد والمَرْبى والإلف ونحو ذلك؛ فإنَّه إيمانُ تقليدٍ تحت خطر الشُّبُهات والعوارض الكثيرة.
2.
“O yolu gösteriyor.” Doğru yol
(rüşd); insanlığa din ve dünyalarının maslahatlarını göstererek onları irşâd eden her bir şeyi kapsayan genel bir isimdir.
"Bundan ötürü biz de ona iman ettik. Rabbimize hiçbir kimseyi asla ortak koşmayacağız.” Böylelikle onlar, bütün hayırlı amellerin kapsamına girdiği iman ile birlikte kötülükleri terk etmeyi ihtiva eden takvâya bir arada sahip olmuş oldular. Kendilerini imana girmeye ve imana bağlı olan diğer hususları yerine getirmeye iten sebep olarak da Kur’ân-ı Kerîm’den öğrendikleri irşâd edici buyruklar ve onun ihtiva ettiği çeşitli maslahatlar, faydalı hususlar ve zararlı şeylerden kaçınma prensibidir.
Bu, Kur'ân’la aydınlanan, onun hidâyeti ile doğru yolu bulan kimseler için pek büyük bir âyet ve kesin bir delildir. İşte her türlü hayrı meyve olarak veren ve Kur’ân-ı Kerîm’in hidâyetine dayalı olan faydalı iman budur.
Böyle bir iman, âdet üzere sahip olunan ve terbiye yolu ile çevreden elde edilen yahut alışkanlık veya buna benzer yollarla elde edilen bilinçsiz imandan çok farklıdır. Çünkü o, taklide dayalı ve her zaman için şüphe ve pek çok arızi haller karşısında tehlike ile karşı karşıya kalabilecek bir imandır.
[{وَأَنَّهُ تَعَالَى جَدُّ رَبِّنَا مَا اتَّخَذَ صَاحِبَةً وَلَا وَلَدًا (3) وَأَنَّهُ كَانَ يَقُولُ سَفِيهُنَا عَلَى اللَّهِ شَطَطًا (4)}].
3-
“Doğrusu Rabbimizin şanı çok yücedir. O ne bir zevce edinmiştir, ne de bir evlât.”
4-
“Demek içimizdeki akılsız (İblis) Allah’a karşı batıl sözler söylüyormuş.”
#
{3} {وأنَّه تعالى جَدُّ رَبِّنا}؛ أي: تعالت عظمتُه وتقدَّسَتْ أسماؤُه، {ما اتَّخَذَ صاحبةً ولا ولداً}: فعلموا من جَدِّ الله وعظمتِهِ ما دلَّهم على بطلان مَنْ يزعُمُ أنَّ له صاحبةً أو ولداً؛ لأنَّ له العظمة والجلال في كلِّ صفة كمال، واتِّخاذُ الصاحبة والولد ينافي ذلك؛ لأنَّه يضادُّ كمال الغنى.
3.
“Doğrusu Rabbimizin şanı çok yücedir.” Azameti, şanı çok yüce, isimleri pek mukaddestir.
“O ne bir zevce edinmiştir, ne de bir evlât.” Onlar, Allah’ın yücelik ve azametini anladıkları için Allah’ın zevcesi yahut evlâdı olduğunu iddia edenlerin bu kanaatlerinin batıl olduğunu da anladılar. Çünkü O, bütün kemâl sıfatlarında azamet ve celâle sahiptir. Zevce ve evlât edinmek ise buna aykırıdır. Çünkü bu, mutlak ve kemâl derecesindeki Ğanî oluşa
(hiçbir şeye/kimseye muhtaç olmayışa) zıttır.
#
{4} {وأنَّه كان يقولُ سفيهُنا على الله شططاً}؛ أي: قولاً جائراً عن الصواب متعدياً للحدِّ، وما حمله على ذلك إلاَّ سفهُه وضعفُ عقله، وإلاَّ؛ فلو كان رزيناً مطمئناً؛ لعرف كيف يقول.
4.
“Demek içimizdeki akılsız (İblis) Allah’a karşı batıl sözler” haktan alabildiğine uzak, haddi alabildiğine aşan sözler
“söylüyormuş.” Onu buna iten ise akılsızlığından başka bir şey değildir. Yoksa o aklı başında, kalbi iman ile mutmain birisi olsaydı, ne söylediğini bilirdi.
{وَأَنَّا ظَنَنَّا أَنْ لَنْ تَقُولَ الْإِنْسُ وَالْجِنُّ عَلَى اللَّهِ كَذِبًا (5)}.
5-
“Halbuki biz, insanların da cinlerin de Allah’a karşı asla yalan söylemeyeceklerini sanmıştık.”
#
{5} أي: كنَّا مغترِّين قبل ذلك، غرَّتنا السادة والرؤساء من الجنِّ والإنس، فأحسنَّا بهم الظنَّ، وحسبناهم لا يتجرؤون على الكذب على الله؛ فلذلك كنَّا قبل ذلك على طريقهم؛ فاليوم إذ بان لنا الحقُّ؛ سلكنا طريقه ، وانقَدْنا له، ولم نبالِ بقول أحدٍ من الخلق يعارض الهدى.
5.
“Halbuki biz insanların da cinlerin de Allah’a karşı asla yalan söylemeyeceklerini sanmıştık.” Yani bizler, bundan önce aldanmışız. Cin ve insanların ileri gelenleri, efendileri bizi aldattılar. Biz onlara hüsn-ü zan beslemiş, onların Allah’a karşı yalan söyleme cesaretini göstermeyeceklerini zannetmiştik. Bundan dolayı önceden biz onların yolundan giderdik. Bugün ise hak, bizim için açıklık kazandığına göre artık hakkın yolunu izlemeye koyulduk, ona boyun eğdik. Hidâyete aykırı, onunla bağdaşmayan hiçbir kimsenin sözüne artık aldırış etmiyoruz.
{وَأَنَّهُ كَانَ رِجَالٌ مِنَ الْإِنْسِ يَعُوذُونَ بِرِجَالٍ مِنَ الْجِنِّ فَزَادُوهُمْ رَهَقًا (6)}.
6- “Doğrusu insanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kimselere sığınırlardı da bu suretle onların azgınlıklarını/korkularını artırırlardı.
#
{6} أي: كان الإنس يعوذون بالجنِّ عند المخاوف والأفزاع ويعبُدونهم، فزاد الإنسُ الجنَّ رهقاً؛ أي: طغياناً وتكبراً، لمَّا رأوا الإنس يعبدونَهم ويستعيذون بهم، ويُحتمل أنَّ الضمير وهي الواو ترجع إلى {الجنِّ}؛ أي: زاد الجنُّ الإنسَ ذُعْراً وتخويفاً لما رأوْهم يستعيذون بهم ليلجِئوهم إلى الاستعاذة بهم والتمسُّك بما هم عليه، فكان الإنسيُّ إذا نزل بوادٍ مخوفٍ؛ قال: أعوذ بسيِّد هذا الوادي من سفهاء قومه.
6.
“Doğrusu insanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kimselere sığınırlardı da bu suretle onların azgınlıklarını/korkularını artırırlardı.” Yani insanlar, korku ve dehşet hallerinde cinlere sığınıyorlar, onlara ibadet ediyorlardı. Böylelikle insanlar, cinlerin azgınlıklarını ve büyüklenmelerini artırmış oldular. Çünkü onlar, insanların kendilerine ibadet ettiklerini ve tehlikelerden kendilerine sığındıklarını görünce böyle bir azgınlığa sürüklendiler.
Buradaki mana şöyle de olabilir: Cinler, insanların kendilerine sığınmakta olduklarını görünce, onların kendilerine daha çok sığınmalarını ve izlemekte oldukları bu yola daha bir yapışmalarını sağlamak için onların korku ve dehşetlerini daha da artırdılar. Zira herhangi bir insan,
tehlikeli bir vadide konakladı mı: “Ben bu vadideki kavmin sefillerinden vadinin (cinlerden olan) efendisine sığınırım” derdi.
{وَأَنَّهُمْ ظَنُّوا كَمَا ظَنَنْتُمْ أَنْ لَنْ يَبْعَثَ اللَّهُ أَحَدًا (7)}.
7-
“O insanlar da sizin inandığınız gibi Allah’ın hiç kimseyi diriltmeyeceğini inanmışlardı.”
#
{7} أي: فلمَّا أنكروا البعث؛ أقدموا على الشرك والطغيان.
7.
“O insanlar da sizin sandığınız gibi Allah’ın hiç kimseyi diriltmeyeceğini sanmışlardı.” Yani öldükten sonra dirilişi inkâr etmeleri üzerine şirk ve azgınlığa yönelmişlerdi.
[{وَأَنَّا لَمَسْنَا السَّمَاءَ فَوَجَدْنَاهَا مُلِئَتْ حَرَسًا شَدِيدًا وَشُهُبًا (8) وَأَنَّا كُنَّا نَقْعُدُ مِنْهَا مَقَاعِدَ لِلسَّمْعِ فَمَنْ يَسْتَمِعِ الْآنَ يَجِدْ لَهُ شِهَابًا رَصَدًا (9)}].
8-
“Gerçekten biz, göğü yokladık da onun, güçlü bekçilerle ve alevli ateşlerle doldurulmuş olduğunu gördük.”
9-
“Halbuki (bundan önce) biz, (göğün haberlerini) dinlemek için orada birtakım yerlere oturuyor idik. Şimdi ise kim dinlemeye kalksa kendisini bekleyen alevli bir ateş buluyor.”
#
{8 ـ 9} {وأنَّا لمسنا السماءَ}؛ أي: أتيناها واختبرناها، {فوجَدْناها مُلِئَتْ حرساً شديداً}: عن الوصول إلى أرجائها والدنوِّ منها، {وشُهُباً}: يرمى بها من استرقَ السمعَ، وهذا مخالفٌ لعادتنا الأولى؛ فإنَّا كنَّا نتمكَّن من الوصول إلى خبر السماء فإنا {كنَّا نقعدُ منها مقاعدَ للسمع}: فنتلقَّف من أخبار السماء ما شاء الله، {فمن يستمِع الآنَ يَجِدْ له شهاباً رصداً}؛ أي: مرصداً له معدًّا لإتلافه وإحراقه؛ أي: وهذا له شأنٌ عظيمٌ ونبأٌ جسيمٌ، وجزموا أنَّ الله تعالى أراد أن يحدِثَ في الأرض حادثاً كبيراً من خيرٍ أو شرٍّ؛ فلهذا قالوا:
8.
“Gerçekten biz, göğü yokladık”; oraya gittik ve oradan haber almaya kalkıştık
“da” köşe bucağına ulaşmak ve ona yaklaşmayı engellemek üzere “güçlü bekçilerle ve alevli ateşlerle doldurulmuş olduğunu gördük.” Bu ateşler, kulak hırsızlığı yoluyla bir şeyler işitmeye çalışanlara atılıyor.
9. Bu ise bizim daha önce alışageldiğimize duruma aykırıdır.
Çünkü bizler daha önce semâdan haber alma imkânını buluyorduk: “Halbuki (bundan önce) biz, (göğün haberlerini) dinlemek için orada birtakım yerlere oturuyor idik.” Ve Allah’ın dilediği kadarı ile semâdaki haberlerden bir şeyler kapıp öğreniyorduk.
“Şimdi ise kim dinlemeye kalksa kendisini bekleyen alevli bir ateş bulur.” Bu alevli ateş, onu beklemekte, onu telef etmek ve yakmak için hazır bulunmaktadır.
Yani bu durumun, çok büyük bir sebebi ve pek muazzam bir haberi olmalıdır. Böylelikle onlar, Yüce Allah’ın, yeryüzünde hayır ya da şer türünden pek büyük bir olay meydana getirmeyi murat ettiğine kesin kanaat getirmişlerdi.
Bundan dolayı şunları söylediler:
{وَأَنَّا لَا نَدْرِي أَشَرٌّ أُرِيدَ بِمَنْ فِي الْأَرْضِ أَمْ أَرَادَ بِهِمْ رَبُّهُمْ رَشَدًا (10)}.
10-
“Doğrusu biz yeryüzündekiler için şer mi murat edildi yoksa Rableri onlar hakkında hayır mı murat etti, bilemiyoruz.”
#
{10} أي: لا بدَّ من هذا أو هذا؛ لأنَّهم رأوا الأمر تغيَّر عليهم تغيُّراً أنكروه، فعرفوا بفطنتهم أنَّ هذا الأمر يريده الله ويحدِثُه في الأرض، وفي هذا بيانٌ لأدبهم إذ أضافوا الخير إلى الله تعالى، والشرُّ حذفوا فاعله تأدُّباً [مع اللَّه].
10. Yani bunlardan birisinin murat edilmiş olması kaçınılmaz bir şeydir. Çünkü onlar, mevcut durumda çok önemli bir değişiklik olduğunu, alışkın olmadıkları bir hal ile karşılaştıklarını gördüler. Kavrayışları ile bunun, Allah’ın yeryüzünde gerçekleştirmeyi murat ettiği bir iş dolayısı ile olduğunu anladılar.
Bu ifadede onların konuşmadaki edebi de açıklanmaktadır. Çünkü hayrı açıktan Allah’a nispet ettikleri halde şerri Allah hakkındaki edebleri gereği O’na nispet etmediler.
[{وَأَنَّا مِنَّا الصَّالِحُونَ وَمِنَّا دُونَ ذَلِكَ كُنَّا طَرَائِقَ قِدَدًا (11)}].
11-
“Gerçekten bizim içimizde salih kimseler de var, bundan aşağıda olanlar da var. Biz farklı farklı yollara ayrılmışız.”
#
{11} {وأنَّا منَّا الصالحون ومنَّا دون ذلك}؛ أي: فساق وفجار وكفار، {كنَّا طرائِقَ قِدَداً}؛ أي: فرقاً متنوعةً وأهواءً متفرقةً؛ كلُّ حزبٍ بما لديهم فرحون.
11.
“Gerçekten bizim içimizde salih kimseler de var, bundan aşağıda olanlar da var.” Yani kimimiz fâsık, kimimiz fâcir, kimimiz de kâfirdir.
"Biz farklı farklı yollara ayrılmışız.” Çeşitli fırkalar, farklı görüşler arkasından gitmişiz. Her bir grup da sahip olduğu yolundan memnundur.
{وَأَنَّا ظَنَنَّا أَنْ لَنْ نُعْجِزَ اللَّهَ فِي الْأَرْضِ وَلَنْ نُعْجِزَهُ هَرَبًا (12)}.
12-
“Şunu kesinlikle anladık ki biz, yeryüzünde Allah’ı asla âciz bırakamayız. Kaçmakla da O’ndan kurtulamayız.”
#
{12} أي: وأنَّا في وقتنا الآن تبيَّن لنا كمال قدرة الله وكمال عجزنا، وأنَّ نواصينا بيد الله؛ فلن نعجِزَه في الأرض ولن نعجِزَه إن هَرَبْنا وسَعَيْنا بأسباب الفرار والخروج عن قدرته، لا ملجأ منه إلاَّ إليه.
12. Biz, şu anda Yüce Allah’ın kudretinin kemâlini, buna karşılık bizim de aczimizin en ileri derecede olduğunu açıkça anladık. Bizim idaremiz, tamamı ile Allah’ın elindedir. Yeryüzünde onu asla âciz bırakamayız. Kaçacak olsak da yine O’ndan asla kurtulamayız. Bizim O’nun kudretinden kaçmak, kudretinin dışına çıkmak için birtakım yollara ve sebeplere başvurmamızın da bir faydası yoktur. O’ndan kurtulmak için yine O’na sığınmaktan başka çaremiz yok.
[{وَأَنَّا لَمَّا سَمِعْنَا الْهُدَى آمَنَّا بِهِ فَمَنْ يُؤْمِنْ بِرَبِّهِ فَلَا يَخَافُ بَخْسًا وَلَا رَهَقًا (13) وَأَنَّا مِنَّا الْمُسْلِمُونَ وَمِنَّا الْقَاسِطُونَ فَمَنْ أَسْلَمَ فَأُولَئِكَ تَحَرَّوْا رَشَدًا (14)}].
13-
“Gerçekten biz, hidâyeti/Kur'ân’ı işittiğimizde ona iman ettik. Kim Rabbine iman ederse O, (mükafatının) eksiltilmesinden de zulme uğramaktan da korkmaz.”
14-
“Gerçekten bizim içimizde müslüman olanlar da var, haktan sapan zalimler de var. Müslüman olanlara gelince onlar, doğrunun peşinde olanlardır.”
#
{13} {وأنَّا لمَّا سمِعنا الهدى}: وهو القرآن الكريم الهادي إلى الصراط المستقيم، وعرفنا هدايته وإرشاده؛ أثَّر في قلوبنا، فآمنَّا به، ثم ذكروا ما يرغِّب المؤمن، فقالوا: {فمن يؤمِن بربِّه فلا يخافُ بخساً ولا رَهَقاً}؛ أي: من آمن به إيماناً صادقاً؛ فلا عليه نقصٌ ولا أذىً يلحقُه، وإذا سَلِمَ من الشرِّ؛ حصل له الخيرُ؛ فالإيمان سببٌ داعٍ إلى [حصول] كلِّ خيرٍ وانتفاء كلِّ شرٍّ.
13.
“Gerçekten biz hidâyeti” yani dosdoğru yola ileten Kur’ân-ı Kerîm’i
“işittiğimizde” onun hidâyet ve irşadını öğrendiğimizde o, kalplerimize oldukça etki etti ve
“ona iman ettik.”
Sonra mü’min kimselerin iman şevkini artıran bir hususu söz konusu ederek şöyle dediler:
“Kim Rabbine iman ederse O, (mükafatının) eksiltilmesinden de zulme uğramaktan da korkmaz.” Yani kim samimi olarak iman ederse, onun mükâfatı eksik verilmez. Ona herhangi bir eziyet erişmez, kötülükten esenliğe kavuştuğunda da hayrı elde etti demektir. İman, her türlü hayra götüren ve her türlü şerri ortadan kaldıran bir sebeptir.
#
{14} {وأنَّا منَّا المسلمونَ ومنَّا القاسطونَ}؛ أي: الجائرون العادلون عن الصراط المستقيم، {فَمَنْ أسلم فأولئك تَحَرَّوْا رَشَداً}؛ أي: أصابوا طريق الرشد الموصل لهم إلى الجنة ونعيمها.
14.
“Gerçekten bizim içimizde müslüman olanlar da var, haktan sapan zalimler” dosdoğru yoldan uzaklaşmış, haksızlık yapan kimseler
“de var.”
“Müslüman olanlara gelince onlar, doğrunun peşinde olanlardır.” Kendilerini cennete ve cennet nimetlerine ulaştıracak olan doğru yolu arayıp bulmuş kimselerdir.
{وَأَمَّا الْقَاسِطُونَ فَكَانُوا لِجَهَنَّمَ حَطَبًا (15) [وَأَلَّوِ اسْتَقَامُوا عَلَى الطَّرِيقَةِ لَأَسْقَيْنَاهُمْ مَاءً غَدَقًا (16) لِنَفْتِنَهُمْ فِيهِ وَمَنْ يُعْرِضْ عَنْ ذِكْرِ رَبِّهِ يَسْلُكْهُ عَذَابًا صَعَدًا (17)}] (2).
15-
“Haktan sapan zalimlere gelince onlar da cehenneme odun olurlar.”
16- Eğer o
(kafirler, İslam) yolunda dosdoğru yürüselerdi Biz elbette onlara bol su verirdik.
17- Böylece onları sınardık. Kim Rabbinin Zikrinden/Kur'ân’dan yüz çevirirse O, onu çetin bir azaba sokar.
#
{15 ـ 17} {وأما القاسطون فكانوا لجهنم حطباً}: وذلك جزاءً على أعمالهم، لا ظلم من الله لهم، فإنَّهم {لو استقاموا على الطريقةِ}: المثلى، {لأسْقَيْناهم ماءً غَدَقاً}؛ أي: هنيئاً مريئاً، ولم يمنعْهم ذلك إلاَّ ظلمهم وعدوانهم، {لِنَفْتِنَهم فيه}؛ أي: لنختبرهم [فيه] ونمتحِنَهم ليظهر الصادق من الكاذب، {ومن يعرِضْ عن ذكر ربِّه يَسْلُكْه عذاباً صَعَداً}؛ أي: من أعرض عن ذكر الله الذي هو كتابه، فلم يتَّبِعْه وينقدْ له، بل لها عنه وغفل ؛ يَسْلُكْه عذاباً صَعَداً؛ أي: بليغاً شديداً.
15.
“Haktan sapan zalimlere gelince onlar da cehenneme odun olurlar.” Bu da amellerinin bir karşılığıdır. Allah’ın onlara zulmetmesinin bir sonucu değildir.
16.
“Eğer o (kafirler, İslam) yolunda” o mükemmel yolda
“dosdoğru yürüselerdi Biz elbette onlara” afiyetle
“bol su verirdik.” Ancak bundan onları alıkoyan sadece zulüm ve haksızlıklarıdır.
17.
“Böylece onları sınardık.” Kimin doğru, kimin yalancı olduğunu ortaya çıkarmak maksadı ile onları sınayalım diye böyle yapardık.
“Kim Rabbinin Zikrinden/Kur'ân’dan yüz çevirirse O, onu çetin bir azaba sokar.” Yani kim Allah’ın Kitabı demek olan Zikrinden, öğüdünden yüz çevirip de ona uymaz, ona itaat etmezse, aksine onu bırakıp başka şeylerle oyalanır, ondan gafil kalırsa Allah, onu son derece çetin ve ağır bir azaba sokar.
{وَأَنَّ الْمَسَاجِدَ لِلَّهِ فَلَا تَدْعُوا مَعَ اللَّهِ أَحَدًا (18) [وَأَنَّهُ لَمَّا قَامَ عَبْدُ اللَّهِ يَدْعُوهُ كَادُوا يَكُونُونَ عَلَيْهِ لِبَدًا (19) قُلْ إِنَّمَا أَدْعُو رَبِّي وَلَا أُشْرِكُ بِهِ أَحَدًا (20) قُلْ إِنِّي لَا أَمْلِكُ لَكُمْ ضَرًّا وَلَا رَشَدًا (21) قُلْ إِنِّي لَنْ يُجِيرَنِي مِنَ اللَّهِ أَحَدٌ وَلَنْ أَجِدَ مِنْ دُونِهِ مُلْتَحَدًا (22) إِلَّا بَلَاغًا مِنَ اللَّهِ وَرِسَالَاتِهِ وَمَنْ يَعْصِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ فَإِنَّ لَهُ نَارَ جَهَنَّمَ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا (23) حَتَّى إِذَا رَأَوْا مَا يُوعَدُونَ فَسَيَعْلَمُونَ مَنْ أَضْعَفُ نَاصِرًا وَأَقَلُّ عَدَدًا (24) قُلْ إِنْ أَدْرِي أَقَرِيبٌ مَا تُوعَدُونَ أَمْ يَجْعَلُ لَهُ رَبِّي أَمَدًا (25) عَالِمُ الْغَيْبِ فَلَا يُظْهِرُ عَلَى غَيْبِهِ أَحَدًا (26) إِلَّا مَنِ ارْتَضَى مِنْ رَسُولٍ فَإِنَّهُ يَسْلُكُ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِهِ رَصَدًا (27) لِيَعْلَمَ أَنْ قَدْ أَبْلَغُوا رِسَالَاتِ رَبِّهِمْ وَأَحَاطَ بِمَا لَدَيْهِمْ وَأَحْصَى كُلَّ شَيْءٍ عَدَدًا (28)}].
18- Şüphesiz mescidler Allah’a mahsustur. Onun için Allah ile birlikte hiç kimseye dua/ibadet etmeyin.
19- Allah’ın kulu
(Muhammed) O’na dua/ibadet etmek için kalktığı zaman neredeyse
(cinler, izdihamdan dolayı) onun etrafında keçe
(gibi) oldular.
20-
De ki: “Ben, ancak Rabbime dua/ibadet ederim ve O’na hiç kimseyi ortak koşmam.”
21-
De ki: “Şüphesiz ben, sizden bir zararı savma imkânına da size bir hayır ulaştırma imkânına da sahip değilim.”
22-
De ki: “Gerçek şu ki (eğer ben Allah'a isyan edersem) beni Allah’tan kimse kurtaramaz ve ben, O’ndan başka sığınacak birini de bulamam.”
23-
“Ben ancak Allah tarafından gönderilenleri tebliğ ederim. Kim Allah’a ve Rasûlüne isyan ederse, hiç şüphesiz onun için cehennem ateşi vardır. Onlar orada ebediyen kalacaklardır.”
24- Nihâyet onlar tehdit edildikleri
(azabı) gördükleri vakit, kimin yardımcısının daha zayıf ve sayısının daha az olduğunu anlayacaklardır.
25-
De ki: “Tehdit edildiğiniz (o azap) yakın mıdır yoksa Rabbim onun için uzun bir süre mi tayin eder, bilemem.”
26- O, gaybı bilendir; ama gaybından hiç kimseyi haberdar etmez.
27- Ancak seçmiş olduğu rasul/elçi bunun dışındadır. O, onun önünden ve ardından da koruyucular gönderir
(ki onu korusunlar).
28- Bu da o
(rasulün, geçmiş rasullerin) Rablerinin gönderdiklerini
(olduğu gibi) tebliğ ettiklerini, Allah'ın onların yanında olan her şeyi kuşattığını ve her şeyi tek tek kaydettiğini bilmesi içindir.
#
{18} {وأنَّ المساجد لله فلا تدعوا مع الله أحداً}؛ أي: لا دعاء عبادةٍ ولا دعاء مسألةٍ؛ فإنَّ المساجد التي هي أعظم محالِّ العبادة مبنيَّةٌ على الإخلاص لله والخضوع لعظمته والاستكانة لعزَّته.
18. Ne ibadet anlamı ile dua, ne de dilekte bulunma anlamı ile dua, Allah’tan başkasına yapılmamalıdır. İbadetin en önemli yerleri olan mescitlerin esası, ibadeti yalnızca Allah’a ihlâsla yapmak, O’nun azametinin önünde eğilmek ve O’nun izzetinin karşısında boyun bükmek için kurulmuştur.
#
{19} {وأنَّه لمَّا قام عبدُ اللهِ يدعوه}؛ أي: يسأله ويتعبَّد له ويقرأ القرآن كاد الجنُّ من تكاثُرِهم عليه، {يكونون عليه لِبَداً}؛ أي: متلبِّدين متراكمين حرصاً على [سماع] ما جاء به من الهدى.
19.
“Allah’ın kulu (Muhammed) O’na dua/ibadet etmek” O’ndan dilekte bulunmak, O’na ibadet etmek ve Kur’ân okumak
“için kalktığı zaman neredeyse” cinler kalabalık bir şekilde onun etrafında toplandıklarından dolayı
“keçe” gibi “oldular.” Onun getirdiği hidâyeti ve Kur'ân’ı dinlemeye ileri derecedeki rağbet ve isteklerinden dolayı keçe gibi üst üste yığılmışlardı.
#
{20} {قل}: لهم يا أيُّها الرسول، مبيِّناً حقيقة ما تدعو إليه: {إنَّما أدعو ربِّي ولا أشرِكُ به أحداً}؛ أي: أوحِّده وحده لا شريك له، وأخلع ما دونَه من الأنداد والأوثان، وكلُّ ما يتَّخذه المشركون من دونه.
20. Ey peygamber! Kendisine çağırdığın şeyin gerçek mahiyetini açıklamak üzere onlara
“de ki: Ben, ancak Rabbime dua/ibadet ederim ve O’na hiç kimseyi ortak koşmam.” Ben, O’nu tevhid ederim, O’na hiçbir kimseyi ortak koşmaksızın yalnızca O’na ibadet ederim. O’nun dışındaki ortaklardan, putlardan ve müşriklerin O’nun dışında edindikleri her bir şeyden de uzağım.
#
{21 ـ 22} {قل إنِّي لا أملِكُ لكم ضَرًّا ولا رَشَداً}: فإنِّي عبدٌ ليس لي من الأمر والتصرُّفِ شيءٌ ، {قلْ إنِّي لن يُجيرَني من اللهِ أحدٌ}؛ أي: لا أحدَ أستجير به ينقذني من عذاب الله، وإذا كان الرسولُ الذي هو أكملُ الخلق لا يملكُ ضرًّا ولا رشداً ولا يمنعُ نفسَه من الله شيئاً إن أراده بسوءٍ؛ فغيرُهُ من الخلق من باب أولى وأحرى، {ولن أجدَ من دونِهِ مُلْتَحَداً}؛ أي: ملجأ ومنتصراً.
21. Yani ben sadece bir kulum. Benim elimde yetki namına bir şey yoktur, kendiliğimden en ufak bir tasarrufta da bulunamam.
22.
“De ki: “Gerçek şu ki (eğer ben Allah'a isyan edersem) beni Allah’tan kimse kurtaramaz.” Allah’ın azabından beni kurtarması için kendisine sığınabileceğim hiçbir kimse yoktur. Mahlukatın en mükemmeli olan o yüce Rasûl dahi, herhangi bir zarar veya iyilik konusunda yetkili olmadığına, eğer Allah kendisi hakkında bir kötülük dileyecek olursa kendisi bile bu kötülüğü önleyemeyeceğine göre başka bir yaratılmışın bu durumda olması öncelikle söz konusudur.
"Ve ben O’ndan başka sığınacak” barınacak, yardımını alacak
“birini de bulamam.”
#
{23} {إلاَّ بلاغاً من الله ورسالاتِهِ}؛ أي: ليس لي مزيَّةٌ على الناس إلاَّ أنَّ الله خصَّني بإبلاغ رسالاته ودعوة خلقِهِ إليه ، وبذلك تقوم الحجَّةُ على الناس، {ومن يَعْصِ الله ورسولَه فإنَّ له نارَ جهنَّمَ خالدين فيها أبداً}: وهذا المراد به المعصية الكفريَّة كما قيَّدتها النُّصوص الأخر المحكمة، وأمَّا مجرَّد المعصية؛ فإنَّه لا يوجب الخلود في النار؛ كما دلَّت على ذلك آيات القرآن والأحاديث عن النبيِّ - صلى الله عليه وسلم -، وأجمع عليه سَلَفُ الأمَّة وأئمَّة هذه الأمَّة.
23.
“Ben ancak Allah tarafından gönderilenleri tebliğ ederim.” Benim insanlardan bir ayrıcalığım yoktur. Tek ayrıcalığım, Yüce Allah’ın bana verdiği mesajları tebliğ etmekten ve insanları da buna davet etmekten ibarettir. Bu yolla da insanlara karşı Allah’ın delili ortaya konmuş olur.
"Kim Allah’a ve Rasûlüne isyan ederse hiç şüphesiz onun için cehennem ateşi vardır. Onlar orada ebediyen kalacaklardır.” Burdaki isyandan kasıt, diğer muhkem nasların kayıt getirdiği şekilde küfür anlamındaki isyandır. Küfür derecesine ulaşmayan isyana gelince bu, cehennem ateşinde ebedî kalmayı gerektirmez. Nitekim pek çok Kur’ân âyeti ve Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den gelmiş olan hadisler buna delil olduğu gibi ümmetin selefi ve imamları da bunu icma ile kabul etmişlerdir.
#
{24} {حتى إذا رأوا ما يوعدونَ}؛ أي: شاهدوه عياناً وجزموا أنَّه واقعٌ بهم، {فسيعلمون}: في ذلك الوقت حقيقة المعرفة، {مَنْ أضعفُ ناصراً وأقلُّ عدداً}: حين لا ينصرُهُم غيرهم، ولا أنفسهم ينتصِرونَ، وإذْ يُحْشَرون فرادى كما خُلِقوا أوَّلَ مرَّةٍ.
24.
“Nihâyet onlar tehdit edildikleri (azabı)” gözleri ile
“gördükleri” ve artık onunla karşılaşacaklarına kesin inanacakları
“vakit kimin yardımcısının daha zayıf ve sayısının daha az olduğunu” kesinlikle ve gerçek anlamı ile
“anlayacaklardır.” Çünkü o vakit, başkalarının kendilerine yardımcı olamadığını, kendilerinin de kendilerine yardım edemediklerini göreceklerdir. Çünkü artık ilk olarak yaratıldıkları şekilde yine tek başlarına diriltilip mahşere getirilmişlerdir.
#
{25 ـ 26} {قل} لهم إنْ سألوك فقالوا: متى هذا الوعد؟: {إنْ أدري أقريبٌ ما توعدونَ أمْ يجعلُ له ربِّي أمداً}؛ أي: غايةً طويلةً؛ فعلمُ ذلك عند الله {عالمُ الغيب فلا يُظْهِرُ على غيبِهِ أحداً}: من الخلق، بل انفرد بعلم الضمائر والأسرار والغيوب.
25.
Eğer onlar sana: Bu tehdit ettiğin azap ne zaman gerçekleşecek? diye soracak olurlarsa
“de ki: Tehdit edildiğiniz (o azap) yakın mıdır yoksa Rabbim onun için uzun bir süre mi tayin eder” buna daha uzun bir süre mi var
“bilemem.” Buna dair bilgi, yalnız Allah’ın nezdindedir.
26. “O gaybı bilendir; ama gaybından hiç kimseyi haberdar etmez” yaratıklardan kimseye bildirmez. Aksine kalplerin içerisindeki sırları ve gaybleri bilmek, yalnız O’na mahsustur.
#
{27} {إلاَّ منِ ارتضى من رسول}؛ أي: فإنَّه يخبره بما اقتضت حكمته أن يخبِرَه به، وذلك لأنَّ الرسل ليسوا كغيرهم؛ فإنَّ الله أيَّدهم بتأييدٍ ما أيَّده أحداً من الخلق، وحفظ ما أوحاه إليهم حتى يبلِّغوه على حقيقته؛ من غير أن تَقْرَبَهُ الشياطينُ فيزيدوا فيه أو يَنْقُصوا، ولهذا قال: {فإنَّه يَسْلُكُ من بينِ يديهِ ومن خلفِهِ رَصَداً}؛ أي: يحفظونه بأمر الله.
27.
“Ancak seçmiş olduğu rasul bunun dışındadır.” Ona hikmetinin haber vermeyi gerektirdiği kadarını haber verir. Çünkü peygamberler başkaları gibi değildir. Allah, onları hiçbir varlığı desteklemediği yollarla desteklemiştir. Onlara bildirdiği vahiyleri gerçek anlamı ile tebliğ etmeleri için de korumuştur. Şeytanların o vahye yaklaşmalarına, ona bir şeyler katmalarına ya da eksiltmelerine imkân vermemiştir.
Bundan dolayı şöyle buyurmuştur: “O, onun önünden ve ardından da koruyucular gönderir (ki onu korusunlar).” Yani Allah’ın emri ile onu korurlar.
#
{28 ـ 29} {ليعلم} بذلك {أن قد أبْلَغوا رسالات ربِّهم}: بما جعله لهم من الأسباب، {وأحاط بما لَدَيْهم}؛ أي: بما عندهم وما أسرُّوه وما أعلنوه، {وأحصى كلَّ شيءٍ عدداً}.
28.
“Bu da o (rasulün, geçmiş rasullerin) Rablerinin gönderdiklerini” bu maksatla onlara vermiş olduğu sebepler aracılığı ile
“ettiklerini, Allah'ın onların yanında olan her şeyi” gizleyip açıkladıklarını
“kuşattığını ve her şeyi tek tek saydığını bilsmesi içindir.”
Bu sûrede yararlı birçok husus vardır. Bunlardan bazıları şöyledir:
1. Cinler vardır, onlar da emir ve yasaklara muhataptırlar ve amellerinin karşılıklarını göreceklerdir. Nitekim bu sûrede bu husus açıkça ifade edilmektedir.
2. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem insanlara peygamber olarak gönderildiği gibi cinlere de peygamber olarak gönderilmiştir. Çünkü Yüce Allah, Peygamberine vahyolunanları dinleyip kavimlerine tebliğ etmek üzere cinlerden bir grubu ona doğru yönlendirmiştir.
3. Cinlerin akılları vardır ve hakkı bilirler. Zira onları iman etmeye sevkeden husus Kur’ân-ı Kerîm’in hidâyetinin kesin olduğunu anlamalarıdır. Ayrıca onlar, hitaplarında edebe riâyet etmişlerdir.
4. Yüce Allah’ın, Rasûlüne inâyeti ve onun getirdiklerini koruduğu da buradan anlaşılmaktadır. Çünkü onun peygamberlik müjdeleri görülmeye başlandığında semâ yıldızlarla korunmuş, şeytanlar yerlerinden kaçarak oturup gözetledikleri yerlerden uzaklaştırılmışlar, Yüce Allah onun sayesinde yeryüzündeki insanlara değeri ölçülemeyecek çapta büyük bir merhamette bulunmuş ve onlar hakkında hayır murat etmiştir. Yine dininden, şeriatinden ve marifetinden yeryüzünde öyle birtakım gerçekleri açığa çıkarmayı irade buyurmuştur ki bunlar sayesinde kalpler neşe ile dolar, olgun akıl sahipleri onlarla sevinir, bunlar vasıtası ile İslâm’ın şiarları ortaya çıkar ve putperestler de bu yolla engellenirler.
5. Cinler, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i dinlemeye son derece özen göstermişler ve onun etrafında yığılmışlardır.
6. Bu sûre, tevhid emrini ihtiva etmekte ve şirki de yasaklamaktadır. İnsanların da durumunu açıklamakta, hiçbir kimsenin zerre ağırlığı kadar dahi ibadete layık olamadığını ortaya koymaktadır. Çünkü Rasûlullah Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in kendisi hiçbir kimseye herhangi bir fayda sağlayamadığına, bir zarar veremediğine göre hatta bizzat kendisine karşı bile durumu böyle olduğuna göre bütün insanların ve yaratılmışların durumunun böyle olduğu da açık bir gerçek olarak ortaya çıkmaktadır. O halde bu vasıfta olan herhangi bir kimseyi ilâh edinmek çok büyük bir yanlış ve zulümdür.
7. Gayb bilgisi yalnızca Allah’a mahsustur. Yaratılmışlardan hiç kimse bu bilgiye sahip değildir. Bundan Allah’ın bilmesine razı olduğu ve ondan ona bir miktar bilme imtiyazını verdiği kimseler (melekler ve peygamberler) müstesnâdır.
Cin Sûresi’nin tefsiri burada sona ermektedir.
Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun.
***