Ayet:
70- MEÂRİC SÛRESİ
70- MEÂRİC SÛRESİ
(Mekke’de inmiştir. 44 âyettir)
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adı ile.
Ayet: 1 - 7 #
{سَأَلَ سَائِلٌ بِعَذَابٍ وَاقِعٍ (1) لِلْكَافِرِينَ لَيْسَ لَهُ دَافِعٌ (2) مِنَ اللَّهِ ذِي الْمَعَارِجِ (3) تَعْرُجُ الْمَلَائِكَةُ وَالرُّوحُ إِلَيْهِ فِي يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ خَمْسِينَ أَلْفَ سَنَةٍ (4) فَاصْبِرْ صَبْرًا جَمِيلًا (5) إِنَّهُمْ يَرَوْنَهُ بَعِيدًا (6) وَنَرَاهُ قَرِيبًا (7)}.
1- (Müşriklerden) biri, kesin gelecek olan azabı istedi. 2- O (azap) kâfirler içindir ki onu önleyebilecek yoktur. 3- O (azap), yüksek derecelerin sahibi olan Allah’tandır. 4- Melekler ve rûh, O’na miktarı elli bin yıl olan bir günde yükselirler. 5- O halde sen güzel bir şekilde sabret. 6- Şüphesiz onlar, onu uzak görüyorlar. 7- Biz ise onu yakın görüyoruz.
#
{1 ـ 4} يقول تعالى مبيِّناً لجهل المعاندين واستعجالهم لعذاب الله استهزاءً وتعنُّتاً وتعجيزاً: {سأل سائلٌ} أي: دعا داعٍ واستفتح مستفتح، {بعذابٍ واقعٍ للكافرينَ}: لاستحقاقهم له بكفرِهم وعنادِهم. {ليس له دافع من الله}؛ أي: ليس لهذا العذاب الذي استعجلَ به مَنِ استعجلَ من متمرِّدي المشركين أحدٌ يدفعه قبل نزوله أو يرفعه بعد نزوله، وهذا حين دعا النَّضْر بن الحارث القرشيُّ أو غيره من المكذِّبين ، فقال: {اللهمَّ إنْ كان هذا هو الحقَّ من عندِكَ فأمطِرْ علينا حجارةً من السماء أو ائتنا بعذابٍ أليم ... } [إلى آخر الآيات]؛ فالعذابُ لا بدَّ أن يقع عليهم من الله؛ فإمَّا أن يُعَجَّلَ لهم في الدُّنيا، وإمَّا أن يُدَّخَرَ لهم في الآخرة؛ فلو عرفوا الله وعرفوا عظمته وسعة سلطانه وكمال أسمائِهِ وصفاتِهِ؛ لما استعجلوا، ولاستسلموا وتأدَّبوا، ولهذا ذكر تعالى من عظمته ما يضادُّ أقوالهم القبيحة، فقال: {ذي المعارج. تَعْرُجُ الملائكةُ والرُّوح إليه}؛ أي: ذي العلوِّ والجلال والعظمة والتَّدبير لسائر الخلق، الذي تَعْرُجُ إليه الملائكة بما جعلها على تدبيره، وتَعْرُجُ إليه الرُّوح، وهذا اسم جنس يشمل الأرواح كلَّها؛ بَرَّها وفاجِرَها، وهذا عند الوفاة، فأمَّا الأبرار؛ فتعرج أرواحُهم إلى الله، فيؤذن لهم من سماءٍ إلى سماءٍ، حتى تنتهي إلى السماء التي فيها اللهُ عزَّ وجلَّ، فتحيي ربَّها وتسلِّم عليه وتحظى بقربه، وتبتهج بالدنوِّ منه، ويحصُلُ لها منه الثناء والإكرام والبرُّ والإعظام، وأمَّا أرواحُ الفجَّار؛ فتعرج، فإذا وصلت إلى السماء؛ استأذنتْ، فلا يؤذَنُ لها، وأعيدت إلى الأرض. ثم ذكر المسافةَ التي تَعْرُجُ فيها الملائكةُ والرُّوح إلى الله، وأنَّها تعرج في يوم بما يَسِّر لها من الأسباب وأعانها عليه من اللَّطافة والخفَّة وسرعة السير، مع أنَّ تلك المسافة على السير المعتاد مقدار خمسين ألف سنةٍ، من ابتداء العروج إلى وصولها ما حُدَّ لها، وما تنتهي إليه من الملأ الأعلى؛ فهذا المُلْك العظيم والعالم الكبير علويُّه وسفليُّه جميعه قد تولَّى خلقه وتدبيره العليُّ الأعلى، فعلم أحوالهم الظاهرة والباطنة، [وَعَلِمَ] مستقرَّهم ومستودَعَهم، وأوصلهم من رحمته وبرِّه وإحسانه ما عمَّهم وشَمَلَهم، وأجرى عليهم حكمه القدريَّ وحكمه الشرعيَّ وحكمه الجزائيَّ؛ فبؤساً لأقوام جهلوا عظمته ولم يقدروه حقَّ قدره، فاستعجلوا بالعذاب على وجه التعجيز والامتحان. وسبحان الحليم الذي أمهلهم وما أهملهم، وآذَوْه فصبر عليهم وعافاهم ورَزَقَهم! هذا أحدُ الاحتمالات في تفسير هذه الآية الكريمة، فيكون هذا العروجُ والصعودُ في الدنيا؛ لأنَّ السِّياق الأول يدلُّ عليه. ويُحتمل أنَّ هذا في يوم القيامةِ، وأنَّ الله [تبارك و] تعالى يظهِرُ لعباده في يوم القيامةِ من عظمته وجلاله وكبريائه، ما هو أكبر دليل على معرفتِهِ مما يشاهدونه من عروج الأملاك والأرواح، صاعدةً ونازلةً بالتدابير الإلهيّة والشؤون الربَّانيَّة في ذلك اليوم الذي مقداره خمسين ألف سنة من طوله وشدَّته، لكنَّ الله تعالى يخفِّفه على المؤمن.
1. Yüce Allah, inatçıların cahilliklerini, alay etmek, işi yokuşa sürmek ve âciz bırakmak kastı ile Allah’ın azabının çabucak gelmesini istediklerini belirterek şöyle buyurmaktadır: (Müşriklerden) biri” dua ederek, ayırt edici hükmün verilmesini isteyrek “kesin gelecek olan azabı istedi.” 2. “O (azap) kâfirler içindir” Çünkü küfür ve inatları dolayısı ile onu hak etmişlerdir “ki onu önleyebilecek yoktur.” Yani azgın ve inatçı müşriklerden olup azabı acele isteyen kişinin istediği bu azabı hiçbir kimse daha gelmeden önce gelmesine engel olamaz, geldikten sonra da onu kaldıramaz. Bu (azap isteme) olayı, inkarcılardan olan Kureyşli en-Nadr b. Haris ya da başka birisinin, şu şekilde dua etmesi ile olmuştu: “Allah’ım, şâyet bu (Kur'ân) senden gelmiş bir hak ise sen bizim üzerimize ya gökten taş yağdır yahut da bize can yakıcı bir azap gönder.” (el-Enfal, 8/32) Allah’tan gelecek bir azaba çarptırılmaları kaçınılmazdı ve bu azap ya dünyada onlara hemen verilecekti yahut da âhirette onlara saklanacaktı. Şâyet onlar, Allah’ı, O’nun azametini, egemenliğinin genişliğini, isim ve sıfatlarının kemâlini bilen kimseler olsalardı onu hiç de acele istemezlerdi. Aksine Allah’ın hükmüne teslim olur ve gereken edebi takınırlardı. Bundan dolayı Yüce Allah, azametine dair onların çirkin sözlerine cevap olacak birtakım hususları söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: 3-4. “O (azap), yüksek derecelerin sahibi olan Allah’tandır.” “Melekler ve rûh, O’na miktarı elli bin yıl olan bir günde yükselirler.” O, yücelik, yükseklik, celâl ve azamet sahibidir. Bütün mahlukatın işlerini idare edendir. Melekler, işlerini idare etmekle yükümlü oldukları hususlarla O’na yükseldiği gibi rûh da ona yükselir. Burada “rûh” bir tür/cins isimdir. İyisi ile kötüsü ile bütün rûhları kapsar. Bu yükselme de vefat esnasında gerçekleşir. İyi olanların rûhları Yüce Allah’a doğru yükselir. O rûhlara bir semâdan diğer semâya geçmeye izin verilir. Bu, rûhun Rabbi aziz ve celil olan Allah’ın bulunduğu semâya ulaşıncaya kadar böylece devam eder. Rabbinin huzuruna varınca O’nu selamlar, O’na yakın olma nimetine mazhar olur ve O’na yakın olmanın sevincini yaşar. O’nun övgüsüne, hitabına, ihsan ve lütuflarına mazhar olur. Günahkârların rûhları ise yükselip de semâya ulaştıklarında izin isterler, fakat onlara izin verilmez ve tekrar yere iade edilirler. Daha sonra meleklerin ve rûhun Yüce Allah’a yükseldikleri mesafe söz konusu edilmekte ve bunların, kendileri için kolaylaştırılmış sebepler, hafif ve hızlı yol alma gibi kolaylaştırıcı imkânlarla bir günde yükseldikleri ifade edilmektedir. Oysa bu mesafe, alışılmış yol alışa göre yükselişe başlanan noktadan kendisi için sınırlandırılmış ve mele-i a’lâda varılabilecek nihai noktaya ulaşıncaya kadar elli bin yıl süren bir mesafedir. İşte O yüceler yücesi, baştan aşağı bu pek büyük âlemin tamamını hem yaratmıştır hem de onun işlerini çekip çevirmektedir. Onların gizli ve açık hallerini, nerede karar kıldıklarını, nerede emanet kaldıklarını bilir. Onların hepsini kuşatacak şekilde rahmet, lütuf ve ihsanlarını onlara ulaştırır. Hem kaderî hükmünü, hem şer’i hükmünü, hem de cezaî (amellerin karşılığını vermeye dair) hükmünü onlara uygular. O halde O’nun azametini bilmeyen, O’nu hakkıyla takdir edemeyen, bu nedenle de onu -güya- aciz bırakmak ve sınamak kastı ile azabın çabucak gelmesini isteyen kimselere yazıklar olsun! Halîm olan, kendilerine mühlet vermekle birlikte onları ihmal etmeyen, kendisine yakışmayacak isnatlarda bulunmalarına rağmen onların bu hallerini sabırla karşılayan, onlara afiyet ve rızık ihsan eden Yüce Allah’ın şanı ne yücedir! Bu âyet-i kerimenin tefsiri ile ilgili ihtimallerden birisi budur. Buna göre burada sözü edilen yükseliş, dünyadan başlayarak gerçekleşmektedir. Çünkü ilk ifadeler buna delildir. Bunun Kıyâmet gününde olma ihtimali de vardır. Şöyle ki Yüce Allah’ın Kıyamet Gününde kullarına göstereceği azamet, celâl ve kibriyâsı, Allah’ı bilip tanıma konusunda ileri bir çapta bir delil olacaktır. Bu da onların ilâhi işleri idare etmek ve rabbânî emirleri yerine getirmek üzere meleklerin ve ruhların inip çıkışlarına bizzat tanık olmalarıyla olacaktır ki bu da “miktarı” uzunluğu ve çetinliği dolayısı ile “elli bin yıl olan bir günde” gerçekleşecektir. Ancak Yüce Allah, bu mesafeyi mü’minlere hafifletecektir.
#
{5 ـ 7} وقوله: {فاصْبِرْ صبراً جميلاً}؛ أي: اصبر على دعوتك لقومك صبراً جميلاً، لا تَضَجُّرَ فيه ولا ملل، بل استمرَّ على أمر الله، وادعُ عباده إلى توحيده، ولا يمنعْك عنهم ما ترى من عدم انقيادهم وعدم رغبتهم؛ فإنَّ في الصَّبر على ذلك خيراً كثيراً. {إنَّهم يرونَه بعيداً ونراه قريباً}: الضمير يعود إلى البعث الذي فيه عذابُ السائلين بالعذاب؛ أي: إنَّ حالهم حال المنكر له، والذي غلبت عليه الشِّقْوة والسكرة، حتى تباعد جميع ما أمامه من البعث والنشور، والله يراه قريباً؛ لأنَّه رفيقٌ حليمٌ لا يَعْجَلُ، ويعلم أنَّه لا بدَّ أن يكون، و [كلُّ] ما هو آتٍ فهو قريبٌ.
5. “O halde sen” kavmini davet etmekte herhangi bir usanma ve tahammülsüzlük göstermeksizin “güzel bir şekilde sabret.” Allah’ın emri üzere devam et, kullarını O’nu tevhid etmeye çağır, onların itaatsizliklerini ve böyle bir çağrıyı kabul etme isteksizliklerini görmen dahi bu konuda sana engel olmasın. Çünkü bu yolda sabrın pek büyük hayırları vardır. 6-7. “Şüphesiz onlar, onu uzak görüyorlar. Biz ise onu yakın görüyoruz.” Buradaki “onu” zamiri, azabın gelmesini isteyenlerin azaba uğramalarını ihtiva eden dirilişe aittir. Yani bunların tutumu, öldükten sonra dirilişi inkâr eden bir tutumdur. Bedbahtlığın ve ne yaptığını bilmezliğin etkisi altında kalarak ileride karşı karşıya kalacakları diriliş ve amellerin karşılıklarının verilmesini uzak görecek hale gelmiş bir tutumdur. Yüce Allah ise onların uzak gördüklerini pek yakın görmektedir. Çünkü O, rıfk ile muamele eder. Halîmdir, acele etmez. Geleceğini takdir ettiği her bir şeyin mutlaka gerçekleşeceğini bilir ki gelecek olan her şey de yakındır.
Daha sonra Yüce Allah, bu günün dehşetli hallerini ve bu gündeki durumları sözkonusu ederek şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 8 - 18 #
{يَوْمَ تَكُونُ السَّمَاءُ كَالْمُهْلِ (8) وَتَكُونُ الْجِبَالُ كَالْعِهْنِ (9) وَلَا يَسْأَلُ حَمِيمٌ حَمِيمًا (10) يُبَصَّرُونَهُمْ يَوَدُّ الْمُجْرِمُ لَوْ يَفْتَدِي مِنْ عَذَابِ يَوْمِئِذٍ بِبَنِيهِ (11) وَصَاحِبَتِهِ وَأَخِيهِ (12) وَفَصِيلَتِهِ الَّتِي تُؤْوِيهِ (13) وَمَنْ فِي الْأَرْضِ جَمِيعًا ثُمَّ يُنْجِيهِ (14) كَلَّا إِنَّهَا لَظَى (15) نَزَّاعَةً لِلشَّوَى (16) تَدْعُو مَنْ أَدْبَرَ وَتَوَلَّى (17) وَجَمَعَ فَأَوْعَى (18)}.
8- O gün gök erimiş maden gibi olacak. 9- Dağlar da (didilmiş boyalı) yün gibi ol(up havada uçuş)acak. 10- Hiçbir dost dostunu sormayacak. 11- Onlar birbirlerine gösterilirler. Günahkâr kimse, o günün azabından dolayı (herkesi) feda etmeyi arzular: Oğullarını, 12- Eşini, kardeşini, 13- Kendisini barındıran aşiretini, 14- Ve yeryüzünde olan herkesi… yeter ki kendini kurtarsın. 15- Asla! O, alevli bir ateştir. 16- Derileri kavurup soyar. 17- (Kendine) çağırır arkasını dönen ve yüz çevireni; 18- (Mal) toplayıp da bir kenara yığanı.
#
{8 ـ 9} أي: {يوم} القيامة تقع فيه هذه الأمور العظيمة {تكونُ السماءُ كالمُهْل}: وهو الرصاص المذاب من تشقُّقها وبلوغ الهول منها كلَّ مبلغ، {وتكونُ الجبالُ كالعِهْن}: وهو الصوف المنفوش، ثم تكون بعد ذلك هباءً منثوراً فتضمحلُّ.
8. “O gün” kendisinde bu pek büyük işlerin gerçekleşeceği Kıyamet günü “gök erimiş maden gibi olacak.” Çatlaklarından dolayı ve en ileri derecede dehşete maruz kalacağından, eritilmiş kurşun gibi olacak.
#
{10 ـ 14} فإذا كان هذا الانزعاج والقلق لهذه الأجرام الكبيرة الشديدة؛ فما ظنُّك بالعبد الضعيف الذي قد أثقل ظهره بالذنوب والأوزار؟! أليس حقيقياً أن ينخلِعَ قلبُه و [ينزعجَ] لبُّه ويذهلَ عن كلِّ أحدٍ؟! ولهذا قال: {ولا يسألُ حميمٌ حميماً يُبَصِّرونَهم}؛ أي: يشاهدُ الحميمُ ـ وهو القريب ـ حميمَه؛ فلا يبقى في قلبه متَّسع لسؤاله عن حاله ولا فيما يتعلَّق بعشرتهم ومودَّتهم ولا يهمُّه إلاَّ نفسُه. {يودُّ المجرِمُ}: الذي حقَّ عليه العذاب {لو يفتدي من عذاب يومِئِذٍ ببنيهِ. وصاحبتِهِ}؛ أي: زوجته، {وأخيه. وفصيلته}؛ أي: قرابته، {التي تُؤْويه}؛ أي: التي جرت عادتها في الدنيا أن تتناصَرَ ويعينَ بعضها بعضاً؛ ففي [يوم] القيامةِ لا ينفع أحدٌ أحداً، ولا يشفع أحدٌ إلاَّ بإذن الله، بل لو يفتدي المجرمُ المستحقُّ للعذاب بجميع ما في الأرض ثم ينجيه ذلك؛ لم ينفعه.
9-10. “Dağlar da (didilmiş boyalı) yün gibi ol(up havada uçuş)acak.” Yani atılmış yüne benzeyecek, ondan sonra da etrafa saçılıp darmadağın olacak. Bu son derece sağlam, oldukça büyük varlıklar, böyle bir dağılmaya, böyle bir hale maruz kalacaklarına göre günahlarının ve veballerinin ağır yükü altında kalmış olacak olan bu zayıf kula ne olacak dersin? Onun bu halde kalbinin yerinden oynaması, aklının başından gitmesi ve herkesi unutup hiçbirini hatırlamaması normal değil midir? İşte bundan dolayı Allah şöyle buyurmaktadır: “Hiçbir dost, dostunu sormayacak.” 11-14. “Onlar birbirlerine gösterilirler.” Yani her yakın dost ve arkadaş arkadaşını görür. Fakat kalbinde halini soracak takat olmaz. Aralarındaki arkadaşlık ve sevgi onu ilgilendirmez. Kendisinden başka hiçbir şeyi düşünmez. Azap göreceği muhakkak olan “günahkâr kimse, o günün azabından dolayı (herkesi) feda etmeyi arzular: Oğullarını, eşini, kardeşini, kendisini barındıran aşiretini…” Yani normalde dünyada birbirleri ile yardımlaşan, biri diğerine destek veren akrabalarını dahi feda etmek isteyecek. Çünkü Kıyamet gününde kimsenin kimseye faydası olmayacağı gibi Allah’ın izni olmaksızın hiçbir kimse şefaatte de bulunamayacaktır. Hatta azabı hak etmiş olan günahkâr, bilip tanıdığı herkesi fidye olarak vermeyi temenni edecektir: “Ve yeryüzünde olan herkesi… yeter ki kendini kurtarsın.” Ancak bunun da ona hiçbir faydası olmayacaktır.
#
{15 ـ 18} {كلاَّ}؛ أي: لا حيلة ولا مناص لهم، قد حقَّت عليهم كلمةُ ربِّك ، وذهب نفعُ الأقارب والأصدقاء، {إنَّها لظى. نزاعةً للشَّوى}؛ أي: النار التي تتلظَّى تنزِعُ من شدَّتها للأعضاء الظاهرة والباطنة ، {تَدْعو}: إلى نفسها {مَنْ أدْبَرَ وتَوَلَّى. وجَمَعَ فأوْعى}؛ أي: أدبر عن اتِّباع الحقِّ، وأعرض عنه؛ فلا غرض له فيه ، وجمع الأموال بعضها فوق بعض، وأوعاها فلم ينفِقْ منها ما ينفعه ويدفع عنه النار؛ فالنار تدعو هؤلاء إلى نفسها ، وتستعدُّ للالتهاب بهم.
15-16. “Asla” onların kurtulma çareleri yoktur. Kimse onlara yardım edemeyecektir. Çünkü bu gibi günahkârlar hakkında Rabbinin azap sözü hak olmuştur. Akraba ve arkadaşların fayda sağlayabilecekleri haller geride kalmıştır. “O, alevli bir ateştir. Derileri kavurup soyar.” Yani aşırı hararetinden dolayı görünen ve görünmeyen azaları soyup sıyıran bir ateştir. 17-18. (Kendine) çağırır arkasını dönen ve yüz çevireni; (mal) toplayıp da bir kenara yığanı.” Haktan yüz çeviren, hakka sırtını dönen, malları yığıp keselere, kasalara dolduran, kendisine faydalı olacak ve ateşi kendisinden uzaklaştıracak yerlere harcamayan kimseleri cehennem ateşi kendisine doğru çağırır ve alevi ile onları yakmaya hazırlanır.
Ayet: 19 - 35 #
{إِنَّ الْإِنْسَانَ خُلِقَ هَلُوعًا (19) إِذَا مَسَّهُ الشَّرُّ جَزُوعًا (20) وَإِذَا مَسَّهُ الْخَيْرُ مَنُوعًا (21) إِلَّا الْمُصَلِّينَ (22) الَّذِينَ هُمْ عَلَى صَلَاتِهِمْ دَائِمُونَ (23) وَالَّذِينَ فِي أَمْوَالِهِمْ حَقٌّ مَعْلُومٌ (24) لِلسَّائِلِ وَالْمَحْرُومِ (25) وَالَّذِينَ يُصَدِّقُونَ بِيَوْمِ الدِّينِ (26) وَالَّذِينَ هُمْ مِنْ عَذَابِ رَبِّهِمْ مُشْفِقُونَ (27) إِنَّ عَذَابَ رَبِّهِمْ غَيْرُ مَأْمُونٍ (28) وَالَّذِينَ هُمْ لِفُرُوجِهِمْ حَافِظُونَ (29) إِلَّا عَلَى أَزْوَاجِهِمْ أَوْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُمْ فَإِنَّهُمْ غَيْرُ مَلُومِينَ (30) فَمَنِ ابْتَغَى وَرَاءَ ذَلِكَ فَأُولَئِكَ هُمُ الْعَادُونَ (31) وَالَّذِينَ هُمْ لِأَمَانَاتِهِمْ وَعَهْدِهِمْ رَاعُونَ (32) وَالَّذِينَ هُمْ بِشَهَادَاتِهِمْ قَائِمُونَ (33) وَالَّذِينَ هُمْ عَلَى صَلَاتِهِمْ يُحَافِظُونَ (34) أُولَئِكَ فِي جَنَّاتٍ مُكْرَمُونَ (35)}.
19- Gerçekten insan çok hırslı ve sabırsız olarak yaratılmıştır. 20- Başına kötülük geldi mi sızlanıp feryat eder. 21- İyiliğe kavuştu mu da cimri kesilir. 22- Ancak namaz kılanlar müstesnâ. 23- Onlar namazlarına devam ederler. 24- Mallarında belli bir hak vardır; 25- Dilenen ve dilenmeyen yoksul için ayrılmış. 26- Onlar, hesap gününü tasdik ederler. 27- Onlar, Rablerinin azabından korkarlar. 28- Çünkü Rablerinin azabından yana güven altında olunmaz. 29- Onlar, mahrem yerlerini (haram ilişkiden) korurlar. 30- Ancak eşleri yahut sahip oldukları (cariyeler) hariç. (Onlarla ilişki kurarlar ve) bundan dolayı da kınanmazlar. 31- Ama her kim bunun ötesinde bir yol arasa, işte onlar sınırı aşanlardır. 32- Onlar, emanetlerine ve ahitlerine riâyet ederler. 33- Onlar, şahitliklerini dosdoğru yerine getirirler. 34- Onlar, namazlarını gereği gibi kılarlar. 35- İşte bunlar, cennetlerde ağırlanırlar.
#
{19 ـ 21} وهذا الوصف للإنسان من حيث هو؛ ووَصَفَ طبيعتَه [الأصليةَ] أنَّه هلوعٌ، وفسَّر الهَلوعَ بقوله: {إذا مسَّه الشَّرُّ جزوعاً}: فيجزع إن أصابه فقرٌ أو مرضٌ أو ذهابُ محبوبٍ له من مال أو أهل أو ولدٍ، ولا يستعمل في ذلك الصبر والرِّضا بما قضى الله، {وإذا مسَّه الخير منوعاً}: فلا يُنْفِقُ مما آتاه الله، ولا يشكر الله على نعمه وبرِّه فيجزع في الضَّراء ويمنع في السَّراء.
19. Bu buyruklar, insanın tabiatı itibari ile sahip olduğu niteliklerini dile getirmekte ve onun hem çok hırslı hem de sabırsız olduğunu belirtmektedir: 20. “Başına kötülük geldi mi sızlanıp feryat eder.” Yani o, herhangi bir tatsızlık, bir hastalıkla karşılaşırsa veya sevdiği bir mal, yakın akraba yahut evladı elinden gidecek olursa tahammül göstermez. Bu yolda sabretmez, Allah’ın takdir ettiği hükmüne rızı göstermez. 21. “İyiliğe kavuştu mu da cimri kesilir.” Allah’ın kendisine verdiğinden infak etmez, Allah’ın bunca nimet ve iyiliğine karşı Allah’a şükretmez. Yani o, darlık ve sıkıntı zamanlarında sabretmez, bolluk ve rahatlık zamanlarında da iyilik yapmaz.
#
{22 ـ 23} {إلاَّ المصلِّين}: الموصوفين بتلك الأوصاف؛ فإنَّهم إذا مسَّهم الخير؛ شكروا الله وأنفقوا مما خوَّلهم [الله]، وإذا مسَّهم الشرُّ؛ صبروا واحتسبوا. وقوله في وصفهم: {الذين هم على صلاتهم دائمونَ}؛ أي: مداومون عليها في أوقاتها بشروطها ومكمِّلاتها، وليسوا كمن لا يفعلها، أو يفعلها وقتاً دون وقتٍ، أو يفعلها على وجهٍ ناقص.
22. “Ancak namaz kılanlar müstesnâ.” Burada belirtilen vasıflara sahip olan namaz kılanlar, kendilerine hayır gelip dokunacak olursa Allah’a şükrederler ve Allah’ın kendilerine ihsan ettiklerinden infak ederler. Başlarına kötülük gelecek olursa da sabrederler ve bunun mükâfatını Allah’tan beklerler. 23. “Onlar namazlarına devam ederler” Yani onlar namazlarını vakitlerinde, şartlarına uygun ve onu tamamlayıcı hususlara da riâyet ederek devamlı kılarlar. Onlar namazı eda etmeyen yahut da bazen kılan bazan kılmayan yahut da eksik bir şekilde kılanlara benzemezler.
#
{24 ـ 25} {والذين في أموالهم حقٌّ معلومٌ}: من زكاة وصدقة، {للسائل}: الذي يتعرَّض للسؤال، {والمحروم}: وهو المسكين الذي لا يسألُ الناس فيعطوه ولا يفطنُ له فيتصدَّق عليه.
24-25. “Mallarında” zekât ve sadaka kabilinden “belli bir hak vardır.” İnsanlardan “dilenen ve dilenmeyen yoksul” insanlardan hiçbir şey dilenmeyen dolayısı ile farkına varılamayan ve kendisine tasaddukta bulunulmayanlar “için ayrılmış.”
#
{26} {والذين يصدِّقون بيوم الدين}؛ أي: يؤمنون بما أخبر به وأخبرت به الرسلُ من الجزاء والبعث، ويتيقَّنون ذلك، فيستعدُّون للآخرة، ويَسْعَوْن لها سعيها. والتصديق بيوم الدين يلزم منه التصديق بالرسل وبما جاؤوا به من الكتب.
26. “Onlar hesap gününü tasdik ederler.” Allah’ın bildirdiği, peygamberlerinin haber verdiği üzere öldükten sonra dirilişi ve amellerin karşılığının verileceğini tasdik ederler. Buna kesinlikle inanırlar. Bundan dolayı âhirete hazırlanırlar ve onun için yapılması gerekenleri yaparlar. Kıyamet gününü tasdik etmek, peygamberleri tasdik etmeyi ve onlara verilen Kitaplara da inanmayı gerektirmektedir.
#
{27 ـ 28} {والذين هم من عذاب ربِّهم مشفِقون}؛ أي: خائفون وجِلون، فيتركون لذلك كلَّ ما يقرِّبهم من عذاب الله. {إنَّ عذاب ربِّهم غيرُ مأمونٍ}؛ أي: هو العذاب الذي يُخشى ويُحذر.
27-28. “Onlar Rablerinin azabından korkarlar.” Bundan dolayı da Allah’ın azabına yakınlaştırıcı her bir şeyi terk ederler. “Çünkü Rablerinin azabından yana güven altında olunmaz.” O, kendisinden korkulan ve sakınılması gereken bir azaptır.
#
{29 ـ 31} {والذين هم لفروجهم حافظون}: فلا يطؤون بها وطئاً محرماً من زنا أو لواطٍ أو وطءٍ في دُبُرٍ أو حيضٍ ونحو ذلك، ويحفظونها أيضاً من النظر إليها ومسِّها ممَّن لا يجوز له ذلك، ويتركون أيضاً وسائل المحرَّمات الداعية لفعل الفاحشة، {إلا على أزواجهم أو ما ملكتْ أيمانُهم}؛ أي: سُرِّيَّاتهم، {فإنَّهم غير ملومين}: في وطئهنَّ في المحلِّ الذي هو محلُّ الحرثِ. {فمنِ ابتغى وراء ذلك}؛ أي: غير الزوجة وملك اليمين، {فأولئك هم العادون}؛ أي: المتجاوزون ما أحل الله إلى ما حرم الله. ودلَّت هذه الآية على تحريم نكاح المتعة؛ لكونها غير زوجةٍ مقصودةٍ ولا ملك يمينٍ.
29. “Onlar, mahrem yerlerini (haram ilişkiden) korurlar.” Zina, Lût kavminin işi, kadınlara arka organdan veya hayız (ay hali) iken yaklaşmak vb. gibi haram bir şekilde ilişki kurmazlar. Aynı şekilde mahrem yerlerinin başkaları tarafından görülmesine yahut dokunulmasına müsaade etmezler. Diğer taraftan hayasızlık işlemeye davet eden haram yolları da terk ederler. 30. “Ancak eşleri yahut sahip oldukları (cariyeler) hariç. (Onlarla ilişki kurarlar ve) bundan” ekinin geldiği (çocuğun doğduğu) yerden onlarla ilişki kurmalarından dolayı “kınanmazlar.” 31. “Ama her kim bunun ötesinde bir yol arasa” yani hanımından ve cariyesinden başkasını isterse “işte onlar sınırı aşanlardır.” Allah’ın helâl kıldığı sınırları çiğneyerek haram kıldığı işleri yapanlardır. Bu âyet-i kerime, mut’a nikânının haram olduğuna delildir. Çünkü mut’a nikahı ile sahip olunan eş, zevce edinilmek kastı ile alınmaz, ayrıca o, cariye de değildir.
#
{32} {والذين هم لأماناتهم وعهدِهِم راعونَ}؛ أي: مراعون لها حافظون مجتهدون على أدائها والوفاء بها، وهذا شاملٌ لجميع الأمانات التي بين العبد وبين ربِّه؛ كالتكاليف السِّرِّيَّة التي لا يطَّلع عليها إلاَّ اللهُ، والأمانات التي بيْن العبد وبيْن الخلق في الأموال والأسرار، وكذلك العهد شاملٌ للعهد الذي عاهد عليه الله، والعهد الذي عاهد الخلق عليه ؛ فإنَّ العهد يُسأل عنه العبد؛ هل قام به ووفَّاه أم رفضه وخانه فلم يقم به.
32. “Onlar emanetlerine ve ahitlerine riâyet ederler.” Onları gereken şekilde korurlar. Emanetlerin eksiksiz olarak sahiplerine geri verilmesi, bunlara gereken riâyetin gösterilmesi ve gereklerinin yerine getirilmesi için gayret ederler. Bu buyruk, kulun kendisi ile Rabbi arasındaki O’ndan başkasının bilmediği gizli mükellefiyetleri ve yine kul ile insanlar arasında olan malî konuları ve sırları olmak üzere her türlü emaneti kapsamına almaktadır. Aynı şekilde ahit kavramı da Allah ile ahitleşilen hususları da insanlar ile ahitleşilerek verilen sözleri de kapsamına almaktadır. Kul, ahdin gereklerini yerine getirmekten dolayı sorgulanacaktır: Onu eksiksiz ifa edip yerine getirdi mi yoksa onu reddederek ve gereğini yerine getirmeyerek hainlik mi etti diye
#
{33} {والذين هم بشهادتهم قائمونَ}؛ أي: لا يشهدون إلاَّ بما يعلمونه من غير زيادةٍ ولا نقصٍ ولا كتمانٍ، ولا يحابي فيها قريباً ولا صديقاً ونحوه، ويكون القصد بإقامتها وجه الله؛ قال تعالى: {وأقيموا الشهادةَ لله}، {يا أيُّها الذين آمنوا كونوا قوَّامينَ بالقِسطِ شهداءَ لله ولو على أنفسِكُم أوِ الوالِدَيْن والأقربين}.
33. “Onlar şahitliklerini dosdoğru yerine getirirler.” Sadece bildiklerini fazlasız ve eksiksiz olarak, hiçbir şey gizlemeksizin söyler, yakın arkadaş ve buna benzer herhangi bir kimseyi kayırmaksızın şahitlik ederler. Bu şahitliklerinden de sadece Allah’ın rızasını gözetirler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Şahitliği Allah için dosdoğru yapın.” (et-Talâk, 65/2); “Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutanlar ve Allah için şahitlik edenler olun. Kendinizin yahut ana-babanızın ve yakınlarınızın aleyhine dahi olsa...” (en-Nisâ, 4/135)
#
{34} {والذين هم على صلاتهم يحافظون}: بالمداومة عليها على أكمل الوجوه.
34. “Onlar” en mükemmel şekilde ona devam etmek sureti ile “namazlarını gereği gibi kılarlar.”
#
{35} {أولئك}؛ أي: الموصفون بتلك الصفات، {في جناتٍ مُكْرَمون}؛ أي: قد أوصل الله لهم من الكرامة والنعيم المقيم، ما تشتهيه الأنفس، وتلذُّ الأعين، وهم فيها خالدون. وحاصل هذا أنَّ الله وصف أهل السعادة والخير بهذه الأوصاف الكاملة والأخلاق المرضيَّة الفاضلة من العبادات البدنيَّة؛ كالصلاة والمداومة عليها، والأعمال القلبيَّة؛ كخشية الله الداعية لكلِّ خير، والعبادات الماليَّة، والعقائد النافعة، والأخلاق الفاضلة؛ ومعاملة الله ومعاملة خلقِهِ أحسن معاملةٍ؛ من إنصافهم وحفظ حقوقهم وأماناتهم والعفَّة التامَّة بحفظ الفروج عمَّا يكرهه الله تعالى.
35. “İşte bunlar” yani bu niteliklere sahip olanlar; “cennetlerde ağırlanırlar.” Allah onlara canların çektiği, gözlerin zevk alacağı ebedi nimetler ve pek çok lütuf ihsan etmiş olacaktır. Onlar, bu nimetler içerisinde ebedi kalacaklardır. Sonuç olarak Yüce Allah, bahtiyar ve hayır ehli kimseleri bu mükemmel sıfatlarla, bu üstün ve güzel ahlâk ile vasfetmiş, namaz, namazı devamlı kılmak gibi bedeni ibadetleri yerine getirmek, her türlü hayırın başı olan Allah’tan korkmak gibi kalbî amelleri yerine getirmek, malî ibadetlerde bulunmak, doğru bir inanç ve faziletli ahlâk sahibi olmak, Allah’a ve O’nun yarattıklarına karşı adaletli davranmak, haklarını ve emanetlerini korumak sureti ile ihsan sahibi olmak, mahrem yerlerini Allah’ın hoşlanmadığı hususlardan korumak sureti ile mükemmel iffet sahibi olmakla nitelendirmiş bulunmaktadır.
Ayet: 36 - 39 #
{فَمَالِ الَّذِينَ كَفَرُوا قِبَلَكَ مُهْطِعِينَ (36) عَنِ الْيَمِينِ وَعَنِ الشِّمَالِ عِزِينَ (37) أَيَطْمَعُ كُلُّ امْرِئٍ مِنْهُمْ أَنْ يُدْخَلَ جَنَّةَ نَعِيمٍ (38) كَلَّا إِنَّا خَلَقْنَاهُمْ مِمَّا يَعْلَمُونَ (39)}.
36,37- Şu kâfirlere ne oluyor ki dağınık guplar halinde sağdan ve soldan (sözlerinle alay etmek için) sana doğru koşuyorlar. 38- Onların her biri (iman etmeden) Naîm cennetine konacağını mı ümit ediyor? 39- Asla! Gerçek şu ki Biz, onları bildikleri o şeyden yarattık.
#
{36 ـ 39} يقول تعالى مبيناً اغترار الكافرين: {فمال الذين كَفَروا قِبَلَكَ مُهْطِعينَ}؛ أي: مسرعين، {عن اليمين وعن الشمال عِزينَ}؛ أي: قطعاً متفرِّقة وجماعاتٍ متنوِّعة ، كلٌّ منهم بما لديه فرحٌ. {أيطمعُ كلُّ امرئٍ منهم أن يُدْخَلَ جنَّةَ نعيم}؛ أيُّ سببٍ أطمعهم وهم لم يقدِّموا سوى الكفر والجحود لربِّ العالمين؟! ولهذا قال: {كلاَّ}: أي: ليس الأمر بأمانيهم ولا إدراك ما يشتهون بقوَّتهم، {إنَّا خلَقْناهم ممَّا يعلمونَ}؛ أي: من ماء دافقٍ يخرج من بين الصُّلب والترائب؛ فهم ضعفاء لا يملكون لأنفسهم نفعاً ولا ضرًّا ولا موتاً ولا حياةً ولا نشوراً.
36-37. Yüce Allah, kâfirlerin aldanışını da beyan etmek üzere şöyle buyurmaktadır: “Şu kâfirlere ne oluyor ki dağınık guplar halinde sağdan ve soldan” her birisi elindekiyle şımarmış halde çeşitli gruplar halinde (sözlerinle alay etmek için) sana doğru koşuyorlar.” 38. “Onların her biri Naîm cennetine konacağını mı ümit ediyor?” Yani onlar, küfürden ve âlemlerin Rabbini inkâr etmekten başka bir iş işlememişken böyle bir şeyi nasıl ümit edebilirler? Bundan dolayı şöyle buyurmaktadır: 39. “Asla!” Yani durum onların temenni ettikleri gibi değildir ve arzuladıklarını kendi güçleri ile de elde edemezler. “Hayır, Gerçek şu ki Biz onları bildikleri o şeyden yarattık.” Yani göğüs kemiği ile bel çıkan ve hızlıca atılan bir sudan yaratıldılar. Onlar zayıf varlıklardır. Kendilerine bir fayda sağlayamazlar, gelecek bir zararı önleyemezler, öldüremezler, hayat veremezler ve öldükten sonra da diriltemezler.
Ayet: 40 - 44 #
{فَلَا أُقْسِمُ بِرَبِّ الْمَشَارِقِ وَالْمَغَارِبِ إِنَّا لَقَادِرُونَ (40) عَلَى أَنْ نُبَدِّلَ خَيْرًا مِنْهُمْ وَمَا نَحْنُ بِمَسْبُوقِينَ (41) فَذَرْهُمْ يَخُوضُوا وَيَلْعَبُوا حَتَّى يُلَاقُوا يَوْمَهُمُ الَّذِي يُوعَدُونَ (42) يَوْمَ يَخْرُجُونَ مِنَ الْأَجْدَاثِ سِرَاعًا كَأَنَّهُمْ إِلَى نُصُبٍ يُوفِضُونَ (43) خَاشِعَةً أَبْصَارُهُمْ تَرْهَقُهُمْ ذِلَّةٌ ذَلِكَ الْيَوْمُ الَّذِي كَانُوا يُوعَدُونَ (44)}.
40,41- Doğuların ve batıların Rabbine yemin ederim ki Biz, onların yerine onlardan hayırlı olanları getirmeye kesinlikle kadiriz ve Biz kesinlikle aciz değiliz. 42- O halde bırak onları tehdit edildikleri güne kavuşuncaya kadar (batıl işlerine) dalıp oyalansınlar 43- O gün onlar sanki dikili bir hedefe hızla gidiyorlarmış gibi kabirlerinden süratle çıkarlar. 44- Gözleri öne düşmüş, kendilerini de bir zillet kaplamış olacak. İşte bu, onların (dünyadayken) tehdit edildikleri gündür.
#
{40 ـ 41} هذا إقسامٌ منه تعالى بالمشارق والمغارب للشمس والقمر والكواكب؛ لما فيها من الآيات الباهرات على البعث وقدرته على تبديل أمثالهم وهم بأعيانهم؛ كما قال تعالى: {وننشِئُكم فيما لا تعلمونَ}. {وما نحنُ بمسبوقينَ}؛ أي: ما أحدٌ يسبقنا ويفوتنا ويعجِزُنا إذا أردنا أن نعيدَه.
40-41. Bu buyrukla Yüce Allah güneşin, ayın ve yıldızların doğdukları ve battıkları yerlere yemin etmektedir. Çünkü bunlar, öldükten sonra dirilişe ve Allah’ın onların benzerlerini bizzat oldukları halleri ile getirmeye kadir olduğuna dair apaçık delil ve belgeler ihtiva etmektedirler. Nitekim Yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “…sizi bilemeyeceğiniz bir şekilde yeniden yaratmaktan (da aciz değiliz).” (el-Vâkıa, 56/61) “Ve Biz kesinlikle aciz değiliz.” Bizim tekrar yaratmayı dilediğimiz hiç kimse bizden kaçamaz ve Bizi âciz bırakamaz.
#
{42} فإذا تقرَّر البعث والجزاء، واستمرُّوا على تكذيبهم وعدم انقيادهم لآيات الله؛ {فذَرْهم يخوضوا ويلعبوا}؛ أي: يخوضوا بالأقوال الباطلة والعقائد الفاسدة، ويلعبوا بدينهم، ويأكلوا ويشربوا ويتمتَّعوا، {حتَّى يلاقوا يومَهُمُ الذي يوعدونَ}: فإنَّ الله قد أعدَّ لهم فيه من النَّكال والوبال ما هو عاقبةُ خوضهم ولعبهم.
42. Öldükten sonra diriliş ve amellerin karşılığının verileceğinin kesinliği açıkça ortaya çıktığına göre bunlar yalanlamayı sürdürecek ve Allah’ın âyetlerine boyun eğmemeye devam edecek olurlarsa “O halde bırak onları tehdit edildikleri güne kavuşuncaya kadar (batıl işlerine) dalıp oyalansınlar.” Batıl sözlere, bozuk inançlara dalıp gitsinler. Dinleri ile oyalansınlar. Yesinler, içsinler, davarlar gibi faydalansınlar. Şüphesiz Allah onlara o günde öyle ibretli cezalar ve intikamlar hazırlamıştır ki bunlar, onların batıla dalıp oyalanmalarının bir sonucudur.
#
{43 ـ 44} ثم ذكر حال الخلق حين يلاقون اليوم الذي يوعدون، فقال: {يوم يَخْرُجونَ من الأجداثِ}؛ أي: القبور {سراعاً}: مجيبين لدعوة الداعي مهطِعين إليها، {كأنَّهم إلى نُصُبٍ يوفِضونَ}؛ أي: كأنَّهم إلى علم يَؤُمُّون ويقصدون؛ فلا يتمكَّنون من الاستعصاء على الدَّاعي ولا الالتواء عن نداء المنادي ، بل يأتون أذلاَّء مقهورين للقيام بين يدي ربِّ العالمين، {خاشعةً أبصارُهم ترهَقُهم ذِلَّةٌ}: وذلك أنَّ الذِّلَّة والقلق قد ملك قلوبهم، واستولى على أفئدتهم، فخشعتْ منهم الأبصار، وسكنتِ [منهم] الحركاتُ، وانقطعت الأصوات. فهذه الحال والمآل هو يومهم {الذي كانوا يوعدون}: ولا بدَّ من الوفاء بوعد الله.
43. Daha sonra Yüce Allah, yaratılmışların kendilerine haber verilen günle karşılaşacakları vakit hallerini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “O gün onlar sanki dikili bir hedefe hızla gidiyorlarmış gibi” davet edenin çağrısına uyarak “kabirlerinden süratle çıkarlar.” Onlar, bu koşuşlarıyla sanki belli bir işarete, alamete doğru gidiyorlar gibidirler. Bu halde davetçinin çağrısına karşı gelme veya başka bir tarafa sapma imkânını bulamayacaklardır. Aksine âlemlerin Rabbinin huzuruna zelil ve emre boyun eğmiş olarak geleceklerdir. 44. “Gözleri öne düşmüş, kendilerini de bir zillet kaplamış olacak.” Çünkü bu zillet ve endişe kalplerini büsbütün sarmış ve istila etmiş olacaktır. Bundan dolayı gözleri aşağı doğru bakacak, hareketsiz kalacaklar ve sesleri kesilmiş olacaktır. "İşte bu” hal ve âkıbet “onların (dünyadayken) tehdit edildikleri gündür.” Allah’ın vaadini de tehdidini de eksiksiz yerine getirmesi ise kaçınılmaz bir şeydir.
Meâric Sûresi’nin tefsiri burada sona ermektedir. Yüce Allah’a hamd-ü senâlar olsun.