Ayet:
69- HÂKKA SÛRESİ
69- HÂKKA SÛRESİ
(Mekke’de inmiştir. 52 âyettir)
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adı ile.
Ayet: 1 - 8 #
{الْحَاقَّةُ (1) مَا الْحَاقَّةُ (2) وَمَا أَدْرَاكَ مَا الْحَاقَّةُ (3) كَذَّبَتْ ثَمُودُ وَعَادٌ بِالْقَارِعَةِ (4) فَأَمَّا ثَمُودُ فَأُهْلِكُوا بِالطَّاغِيَةِ (5) وَأَمَّا عَادٌ فَأُهْلِكُوا بِرِيحٍ صَرْصَرٍ عَاتِيَةٍ (6) سَخَّرَهَا عَلَيْهِمْ سَبْعَ لَيَالٍ وَثَمَانِيَةَ أَيَّامٍ حُسُومًا فَتَرَى الْقَوْمَ فِيهَا صَرْعَى كَأَنَّهُمْ أَعْجَازُ نَخْلٍ خَاوِيَةٍ (7) فَهَلْ تَرَى لَهُمْ مِنْ بَاقِيَةٍ (8)}.
1- Gerçekleşmesi hak olan (kıyamet); 2- Nedir o gerçekleşmesi hak olan? 3- Gerçekleşmesi hak olan o (kıyametin) ne olduğunu nereden bilebilirsin ki? 4- Semûd ve Âd, dehşeti yüreklere çarpan o (günü) yalanladılar. 5- Semûd’a gelince onlar, aşırı şiddetli bir çığlıkla helâk edildiler. 6- Âd’a gelince onlar da (uğultusu ve soğuğu) şiddetli, azgın bir fırtınayla helâk edildiler. 7- Allah o fırtınayı başlarına peşpeşe yedi gece-sekiz gün musallat etti. Bu süre içinde o kavmi içleri boşalmış hurma kütükleri gibi yere serilmiş bir halde görürdün. 8- Şimdi onlardan geriye kalan tek bir kimse bile görüyor musun?
#
{1 ـ 3} {الحاقَّة}: من أسماء يوم القيامة؛ لأنَّها تحقُّ وتنزل بالخلق وتظهر فيها حقائق الأمور ومخبآت الصدور؛ فعظَّم تعالى شأنها وفخَّمه بما كرَّره من قوله: {الحاقَّة. ما الحاقَّة. وما أدراك ما الحاقَّة}؛ فإنَّ لها شأناً عظيماً وهولاً جسيماً. «ومن عظمتها أن الله أهلك الأمم المكذبة بها بالعذاب العاجل».
1-3. “Gerçekleşmesi hak olan (el-Hâkka) Kıyamet gününün isimlerindendir. Çünkü Kıyamet günü hak olarak gelir ve insanların başında kopar. Onda işlerin hakikati ve kalplerin gizleyip sakladıkları açığa çıkar. Yüce Allah, onu tekrar tekrar söz konusu ederek onun şanının büyüklüğüne ve üstünlüğüne dikkat çekmektedir: “Gerçekleşmesi hak olan (kıyamet); Nedir o gerçekleşmesi hak olan; Gerçekleşmesi hak olan o (kıyametin) ne olduğunu nereden bilebilirsin ki?” Çünkü onun pek müthiş bir durumu ve oldukça muazzam dehşetleri vardır. Bunlardan biri de Allah'ın, onu yalanlayan kavimleri daha dünyadayken azaba uğratmasıdır.
#
{4} ثم ذكر نموذجاً من أحوالها الموجودة في الدُّنيا المشاهدة فيها، وهو ما أحلَّه من العقوبات البليغة بالأمم العاتية، فقال: {كذَّبتْ ثمودُ}: وهم القبيلةُ المشهورةُ سكان الحِجْر الذين أرسل الله إليهم رسوله صالحاً عليه السلام؛ ينهاهم عمَّا هم عليه من الشِّرك ويأمرهم بالتوحيد، فردُّوا دعوته، وكذَّبوه، وكذَّبوا ما أخبر به من يوم القيامةِ، وهي القارعة التي تقرع الخَلْقَ بأهوالها، وكذلك عادٌ الأولى سكان حضرموت حين بَعَثَ الله إليهم رسوله هوداً عليه الصلاة والسلام، يدعوهم إلى عبادة الله وحده، فكذَّبوه، وأنكروا ما أخبر به من البعث، فأهلك الله الطائفتين بالهلاك العاجل.
4. Daha sonra Yüce Allah, kıyametin dünyada mevcut olan ve tanık olunan hallerine dair bir örneğini söz konusu etmektedir. Bu da geçmişteki azgın ümmetlerin başına gelen oldukça büyük cezalardır. Şöyle buyurmaktadır: "Semûd ve Âd, dehşeti yüreklere çarpan o (günü el-Kâria) yalanladılar.” Semûd, Hicr denilen yerde yaşamış meşhur bir kabilenin adıdır. Allah onlara rasûlü Salih aleyhisselam’ı peygamber olarak göndermişti. O, onları izlemekte oldukları şirklerinden vazgeçirmeye çağırıyor, onlara tevhidi emrediyordu. Onlar ise onun davetini reddettiler ve onu yalanladılar. Kendilerine haber verdiği Kıyamet gününün de yalan olduğunu ileri sürdüler. Kıyamet gününün bir adı da el-Kâria’dır. O, dehşetli halleri ile insanların kalplerini çalar. Hadramevt denilen yerde yaşamış olan ilk Âd kavmi de böyledir. Onlara da Yüce Allah, rasûlü Hûd aleyhisselam’ı göndermiş, o da kendilerini sadece Allah’a ibadet etmeye davet etmişti. Ama onu yalanlamışlar ve öldükten sonra gerçekleşeceğini haber verdiği dirilişi inkâr etmişlerdi. Yüce Allah da bu iki kabileyi dünyada gönderdiği helâk edici azaplarla helâk etmişti:
#
{5} {فأمَّا ثمودُ فأهْلِكوا بالطَّاغية}: وهي الصيحة العظيمة الفظيعة، التي قطَّعتْ قلوبهم وزهقتْ لها أرواحهم، فأصبحوا موتى لا يُرى إلاَّ مساكِنُهم وجُثَثُهم.
5. “Semûd’a gelince onlar, aşırı şiddetli bir çığlıkla helâk edildiler.” Onlar, kalplerini yerinden kopartan, son derece feci ve korkunç bir çığlık ile helâk oldular. Bu çığlığın dehşetinden canları çıkıp ölmüşlerdi. Geriye meskenlerinden ve cesetlerinden başka bir şey kalmamıştı.
#
{6} {وأمَّا عادٌ فأُهْلِكوا بريح صرصرٍ}؛ أي: قويَّةٍ شديدةِ الهبوب لها صوتٌ أبلغ من صوت الرعد القاصف. {عاتيةٍ}؛ أي: عتت على خزَّانها على قول كثير من المفسرين، أو عتت على عادٍ، وزادت على الحدِّ كما هو الصحيح.
6. “Âd’a gelince, onlar da (uğultusu ve soğuğu) şiddetli” gök gürültüsünden daha güçlü sesi bulunan oldukça şiddetlice esen “azgın bir fırtınayla helâk edildiler.” Yani bu fırtına -birçok müfessirin görüşüne göre- bizzat onun bekçileri tarafından bile zor zaptediliyordu. Yahut da -doğru olan görüşe göre- bu fırtına, Âd kavmine karşı çok azgınlaşmış ve haddi aşmıştı.
#
{7} {سخَّرَها عليهم سبعَ ليال وثمانية أيَّام حسوماً}؛ أي: نحساً وشرًّا فظيعاً عليهم فدمَّرتهم وأهلكتهم؛ {فترى القومَ فيها صَرْعى}؛ أي: هَلكى موتى، {كأنَّهم أعجازُ نخلٍ خاويةٍ}؛ أي: كأنهم جذوعُ النخل التي قد قُطِّعت رؤوسها الخاوية الساقط بعضها على بعض.
7. “Allah o fırtınayı başlarına peşpeşe yedi gece-sekiz gün musallat etti.” Bu, onlar için korkunç, feci ve uğursuzdu. Bu fırtına onları helâk etti, yerle bir etti. "Bu süre içinde o kavmi içleri boşalmış hurma kütükleri gibi yere serilmiş bir halde görürdün.” Helâk olup ölmüşlerdi. Bu halleri ile sanki başları kesilmiş ve birbiri üstüne yığılmış hurma kütüklerini andırıyorlardı.
#
{8} {فهل ترى لهم من باقيةٍ}؟: وهذا استفهامٌ بمعنى النفي المتقرِّر.
8. “Şimdi onlardan geriye kalan tek bir kimse bile görüyor musun?” Bu, durumu herkesçe bilinen, olumsuzlama anlamında bir sorudur. (Yani onlardan geride hiç kimseyi göremezsin, demektir.)
Ayet: 9 - 12 #
{وَجَاءَ فِرْعَوْنُ وَمَنْ قَبْلَهُ وَالْمُؤْتَفِكَاتُ بِالْخَاطِئَةِ (9) فَعَصَوْا رَسُولَ رَبِّهِمْ فَأَخَذَهُمْ أَخْذَةً رَابِيَةً (10) إِنَّا لَمَّا طَغَى الْمَاءُ حَمَلْنَاكُمْ فِي الْجَارِيَةِ (11) لِنَجْعَلَهَا لَكُمْ تَذْكِرَةً وَتَعِيَهَا أُذُنٌ وَاعِيَةٌ (12)}.
9- Firavun da ondan öncekiler de ve (Lut’un) altı üstüne getirilen şehirleri de hep (aynı) günahı işlediler. 10- Hepsi de Rablerinin rasûllerine isyan ettiler. O da onları çok şiddetli bir (azapla ansızın) yakalayıverdi. 11- Su sınırı aşıp (her yeri kapladığı) zaman sizleri akıp giden o gemide biz taşıdık. 12- Onu sizin için bir ibret kılalım ve belleyen kulaklar da onu bellesin diye.
#
{9 ـ 10} أي: وكذلك غير هاتين الأمَّتين الطاغيتين عاد وثمود جاء غيرهم من الطُّغاة العتاة؛ كفرعون مصر الذي أرسل الله إليه عبده ورسوله موسى بن عمران عليه الصلاة والسلام، وأراهم من الآيات البيِّنات ما تيقَّنوا بها الحقَّ، ولكن جحدوا وكفروا ظلماً وعلوًّا، وجاء من قبله من المكذِّبين {والمؤتفكات}؛ أي: قرى قوم لوطٍ؛ الجميع جاؤوا {بالخاطئة}؛ أي: بالفعلة الطاغية، وهو الكفر والتكذيب والظُّلم والمعاندة وما انضمَّ إلى ذلك من أنواع المعاصي والفسوق، {فعصَوْا رسولَ ربِّهم}: وهذا اسم جنس؛ أي: كلٌّ من هؤلاء كذَّبوا الرسول الذي أرسله الله إليهم ؛ فأخذ اللهُ الجميع {أخذةً رابيةً}؛ أي: زائدة على الحدِّ والمقدار الذي يحصُلُ به هلاكهم.
9. Yani azgın iki ümmet olan Âd ve Semûd’un dışında azgın ve haddi aşan başka ümmetler de gelmiştir. Yüce Allah’ın kendilerine rasûlü İmran oğlu Mûsâ’yı -salât ve selâm olsun ona- peygamber olarak gönderdiği Mısır Firavun’u bunlara bir örnektir. O, onlara apaçık belgeler ve mucizeler göstermişti. Bunlar sayesinde hakka kesin olarak inandıkları halde sırf zalimlik ederek ve büyüklük taslayarak bile bile inkâr ettiler, küfre saptılar. Onlardan önce daha başka yalanlayıcılar da gelmişti. (Lut’un) altı üstüne getirilen şehirleri” bunlar Lût kavminin şehirleri idi. İşte bu sayılanların hepsi de “hep (aynı) günahı işlediler.” Yani haddi aşan işler yaptılar ki bunlar da küfür, yalanlama, zulüm, inatlaşma ve bunlara ek olarak türlü masiyetler ve fasıklıklar idi. 10. “Hepsi de Rablerinin rasûllerine isyan ettiler.” Yani bunların hepsi, Allah’ın kendilerine gönderdiği peygamberi yalanladılar. "O da onları” hepsini “çok şiddetli” helâkleri ile sonuçlanan, bilinen sınırın ve miktarın çok üstünde “bir (azapla ansızın) yakalayıverdi.”
#
{11 ـ 12} ومن جملة هؤلاء قومُ نوح؛ أغرقهم الله في اليمِّ حين طغى الماءُ على وجه الأرض وعلا على مواضعها الرفيعة، وامتنَّ الله على الخلق الموجودين بعدَهم أن حملهم {في الجاريةِ}، وهي السفينة؛ في أصلاب آبائهم وأمهاتهم، الذين نجَّاهم الله؛ فاحمدوا الله واشكروا الذي نجَّاكم حين أهلك الطاغين، واعتبروا بآياتِهِ الدالَّة على توحيده، ولهذا قال: {لِنَجْعَلَها}؛ أي: الجارية، والمراد جنسها [لكم] {تذكرةً}: تذكِّركم أول سفينةٍ صُنِعَتْ وما قصَّتها، وكيف نجَّى الله عليها مَنْ آمن به واتَّبع رسوله وأهلك أهل الأرض كلَّهم؛ فإنَّ جنس الشيء مذكِّرٌ بأصله. وقوله: {وتَعِيها أذنٌ واعيةٌ}؛ أي: يعقلها أولو الألباب، ويعرفون المقصود منها ووجه الآية بها. وهذا بخلاف أهل الإعراض والغفلة وأهل البلادة وعدم الفطنة؛ فإنَّهم ليس لهم انتفاعٌ بآيات الله؛ لعدم وعيهم عن الله وتفكُّرهم بآياته.
11. Helak olanlar arasında Nûh kavmi de vardır. Allah, tufan ile onları suda boğmuştu: “Su sınırı aşıp (her yeri kapladığı) zaman” yeryüzünü kaplayıp oranın en yüksek yerlerinin de üstüne çıktığında “sizleri akıp giden o gemide biz taşıdık” Yüce Allah, onlardan sonra yarattığı insanlara olan lütfunu zikretmekte “sizleri” diyerek Allah’ın boğulmaktan kurtardığı baba ve annelerinin sulblerinde oldukları sırada gemide onları taşıyanın kendisi olduğunu hatırlatmaktadır. O bakımdan Allah’a hamdedin. Azgınları helâk ettiğinde sizi kurtarana şükredin. O’nun birliğine/tevhide delil olan âyet ve belgelerinden ibret alın. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: 12. “Onu” yani o gemiyi -ki maksat gemi türüdür- “sizin için” yapılmış ilk gemiyi size hatırlatan “bir ibret kılalım... diye.” Bu geminin kıssası nedir? Allah kendisine iman edenleri ve rasûlüne uyanları bu gemi ile nasıl kurtardı? Yeryüzünde bulunanların hepsini nasıl helâk etti? İşte bunları hatırlayasınız diye yaptı. Çünkü bir şeyin cinsinden olan, o cinsin ilkini/aslını hatırlatır. “Ve belleyen kulaklar onu bellesin diye.” Akıl sahipleri bunu akılları ile kavrasın, bundan maksadın ne olduğunu ve hangi yönü ile belge ve mucize olduğunu bilsinler diye. Yüz çeviren ve gaflette olanlarla ahmak ve kavrayışsızlar ise böyle değildir. Onlar, Allah’ın âyetlerinden gereği gibi yararlanmazlar. Çünkü Allah’tan gelen hükümleri bellemez, O’nun âyetleri üzerinde düşünmezler.
Ayet: 13 - 18 #
{فَإِذَا نُفِخَ فِي الصُّورِ نَفْخَةٌ وَاحِدَةٌ (13) وَحُمِلَتِ الْأَرْضُ وَالْجِبَالُ فَدُكَّتَا دَكَّةً وَاحِدَةً (14) فَيَوْمَئِذٍ وَقَعَتِ الْوَاقِعَةُ (15) وَانْشَقَّتِ السَّمَاءُ فَهِيَ يَوْمَئِذٍ وَاهِيَةٌ (16) وَالْمَلَكُ عَلَى أَرْجَائِهَا وَيَحْمِلُ عَرْشَ رَبِّكَ فَوْقَهُمْ يَوْمَئِذٍ ثَمَانِيَةٌ (17) يَوْمَئِذٍ تُعْرَضُونَ لَا تَخْفَى مِنْكُمْ خَافِيَةٌ (18)}.
13- Sûr’a tek bir üfürüş üfürüldüğünde, 14- Yeryüzü ve dağlar kaldırılıp birbirine tek bir defa çarpılıp parçalandığında; 15- İşte o gün gerçekleşmesi kaçınılmaz olan (kıyamet) gerçekleşir. 16- Gök yarılır da o gün o, yıkılmaya yüz tutmuş bir hal alır. 17- Melekler de göğün çevresinde olacaklardır. O gün onların üstlerinde bulunan sekiz (melek) de Rabbinin Arş’ını taşıyacaktır. 18- O gün sizler huzura çıkarılırsınız ve size ait hiçbir şey gizli kalmaz.
#
{13 ـ 18} لمَّا ذكر تعالى ما فعله بالمكذِّبين لرسله، وكيف جازاهم وعجَّل لهم العقوبة في الدُّنيا، وأنَّ الله نجَّى الرسل وأتباعهم؛ كان هذا مقدِّمةً للجزاء الأخرويِّ وتوفيةَ الأعمال كاملةً يوم القيامةِ، فذكر الأمور الهائلة التي تقع أمام يوم القيامةِ، وأنَّ أوَّل ذلك أنَّه ينفخ إسرافيل {في الصور} ـ إذا تكاملتِ الأجسادُ نابتةً ـ نفخةً واحدةً؛ فتخرج الأرواح، فتدخلُ كلُّ روح في جسدها؛ فإذا الناس قيامٌ لربِّ العالمين، {وحُمِلَتِ الأرضُ والجبالُ فدُكَّتا دكةً واحدةً}؛ أي: فتِّتت الجبال، واضمحلَّت وخلطت بالأرض، ونُسِفَتْ عليها ، فكان الجميع قاعاً صفصفاً، لا ترى فيها عوجاً ولا أمتاً. هذا ما يُصنع بالأرض وما عليها، وأمَّا ما يُصنع بالسماء؛ فإنَّها تضطرب وتمور وتشقَّق ويتغيَّر لونُها، وتهي بعد تلك الصلابة والقوة العظيمة، وما ذاك إلا لأمرٍ عظيم أزعجها وكربٍ جسيم هائل أوهاها وأضعفها، {والمَلَكُ}؛ أي: الملائكة الكرام {على أرجائِها}؛ أي: على جوانب السماء وأركانها، خاضعين لربِّهم، مستكينين لعظمته، {ويحمِلُ عرشَ ربِّك فوقَهم يومئذٍ ثمانيةٌ}: أملاكٌ في غاية القوة، إذا أتى للفصل بين العباد والقضاء بينهم بعدله وقسطه وفضله، ولهذا قال: {يومئذٍ تُعْرَضون}: على الله، {لا تَخْفى منكم خافيةٌ}: لا من أجسادكم وذواتكم ، ولا من أعمالكم وصفاتكم؛ فإنَّ الله تعالى عالمُ الغيب والشهادة، ويحشُرُ العباد حفاةً عراةً غُرلاً في أرض مستويةٍ يسمِعُهم الدَّاعي ويَنْفُذُهم البصرُ، فحينئذٍ يجازيهم بما عملوا، ولهذا ذَكَرَ كيفيةَ الجزاءِ، فقال:
13. Yüce Allah, peygamberlerini yalanlayanlara neler yaptığını, onları nasıl cezalandırdığını, daha dünyada iken onları azaba çarptırdığını, buna karşılık peygamberleri ve onlara uyanları nasıl kurtardığını, bunun da âhiretteki cezanın bir başlangıcı, Kıyamet gününde amellerin karşılığının eksiksiz olarak verileceğinin bir habercisi olduğunu söz konusu ettikten sonra Kıyamet gününden önce meydana gelecek olan dehşet verici durumları söz konusu etmektedir. Bunların ilki İsrafil’in “Sûr’a tek bir üfürüş” üfürmesi olacaktır. Bu da bütün bedenlerin yerden çıkışlarının tamamlanması esnasında olacaktır. İşte o vakit rûhlar çıkıp her biri kendi bedenine girecektir. İnsanlar böylelikle âlemlerin Rabbinin huzurunda dikileceklerdir. 14. “Yeryüzü ve dağlar kaldırılıp birbirine tek bir defa çarpılıp parçalandığında” un ufak olacaklardır. Yani dağlar darmadağın olacak, yere karışacak ve üzerinde savrulacaktır. Her taraf bir düzlük haline gelecek, orada ne bir yükseklik, ne de bir çukur görülecektir. Yere ve yerin üzerindekilere yapılacak olan bunlardır. 16. Semâya ve orada gerçekleşeceklere gelince; semâ çalkalanacak, parçalanacak ve rengi değişecektir. Bunca sağlamlığına ve gücüne rağmen zayıflayıp yıkılmaya yüz tutacaktır. Bu ise onu sarsan, oldukça dehşetli, büyük bir sıkıntı dolayısı ile olacaktır. Bu hal onu zayıflatacaktır. 17. “Melekler” melaike-i kiram “göğün çevresinde olacak” semânın yanlarında ve onun köşe başlarında Rablerinin huzurunda boyun eğmiş bir halde, azameti karşısında itaatle duracaklar, bekleyeceklerdir. “O gün onların üstlerinde bulunan sekiz” son derece güçlü melek, “Rabbinin Arş’ını” kullar arasında adaleti ve lütfu ile hüküm vermek üzere geleceği sırada “taşıyacaktır.” Bundan dolayı şöyle buyrulmaktadır: 18. “O gün huzura” Allah’ın huzuruna “çıkarılırsınız ve” bedenlerinizden, bizzat sizden, amellerinizden ve vasıflarınızdan “size ait hiçbir şey gizli kalmaz.” Şüphesiz ki Yüce Allah gizliyi de açığı da bilendir. İnsanlar çıplak ayak, elbisesiz ve sünnetsiz olarak dümdüz bir arazide haşredileceklerdir. Seslenen hepsine sesini işittirecek ve bakan hepsini görecektir. İşte o vakit Allah, yaptıklarının karşılığını kendilerine verecektir. Bundan dolayı Yüce Allah, amellerinin karşılığının veriliş keyfiyetinden söz ederek şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 19 - 24 #
{فَأَمَّا مَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ بِيَمِينِهِ فَيَقُولُ هَاؤُمُ اقْرَءُوا كِتَابِيَهْ (19) إِنِّي ظَنَنْتُ أَنِّي مُلَاقٍ حِسَابِيَهْ (20) فَهُوَ فِي عِيشَةٍ رَاضِيَةٍ (21) فِي جَنَّةٍ عَالِيَةٍ (22) قُطُوفُهَا دَانِيَةٌ (23) كُلُوا وَاشْرَبُوا هَنِيئًا بِمَا أَسْلَفْتُمْ فِي الْأَيَّامِ الْخَالِيَةِ (24)}.
19- Amel defteri sağından verilmiş olana gelince; o der ki: “İşte alın, okuyun amel defterimi!” 20- “Ben zaten hesabımla karşılaşacağımı biliyordum.” 21- Artık o, hoşnut edici bir yaşayış içindedir. 22- Yüksek bir cennettedir ki; 23- Onun toplanmaya hazır olgun meyveleri (onlara) yakındır. 24- “Geçmiş günlerde yaptıklarınızdan dolayı afiyetle yiyin, için.” (denir onlara).
#
{19 ـ 20} وهؤلاء هم أهل السعادة؛ يُعْطَوْن كُتُبهم التي فيها أعمالهم الصالحة بأيمانهم تمييزاً لهم وتنويهاً بشأنهم ورفعاً لمقدارهم، ويقول أحدُهم عند ذلك من الفرح والسرور ومحبَّة أن يطَّلع الخلق على ما منَّ الله عليه به من الكرامة: {هاؤمُ اقرؤوا كتابِيَهْ}؛ أي: دونكم كتابي فاقرؤوه؛ فإنَّه يبشِّر بالجنَّات وأنواع الكرامات ومغفرة الذُّنوب وستر العيوب، والذي أوصلني إلى هذه الحال ما منَّ الله به عليَّ من الإيمان بالبعث والحساب والاستعداد له بالممكن من العمل، ولهذا قال: {إنِّي ظننتُ أنِّي ملاقٍ حسابِيَهْ}؛ أي: أيقنتُ؛ فالظنُّ هنا بمعنى اليقين.
19. İşte bunlar bahtiyar ve mutlu kimselerdir. Salih amellerinin yazılı bulunduğu defterleri sağ taraflarından verilecektir. Böylelikle onlar, başkalarından ayırt edilmiş olacaklar, şanlarının yüceliğine dikkat çekilmiş ve değerleri yüceltilmiş olacaktır. İşte o vakit onlar, sevinç ve neşe ile insanların da Allah’ın kendilerine vermiş olduğu lütuf ve ihsanları görmesini arzu ederek: “İşte alın, okuyun amel defterimi!” diyecektir. Yani işte kitabımı önünüze getirdim, onu okuyun! O, bana cennetleri müjdeliyor, türlü lütuf ve ihsanları, günahlarımın bağışlandığını ve kusurlarımın örtüldüğünü gösteriyor. 20. Beni bu duruma ulaştıran sebep, Allah’ın bana lütuf ve ihsan etmiş olduğu öldükten sonra dirilişe ve hesaba çekilmeye iman edişim ve bunun için de mümkün olan amelleri işleyerek hazırlanışımdır. Bundan dolayı o şöyle diyecektir: "Ben zaten hesabımla karşılaşacağımı biliyordum.” (Âyet-i kerimenin aslında geçen) “zan” kelimesi, burada “kesinlikle bilmek” anlamındadır.
#
{21 ـ 24} {فهو في عيشةٍ راضيةٍ}؛ أي: جامعة لما تشتهيه الأنفس وتلذُّ الأعين وقد رضوها ولم يختاروا عليها غيرها، {في جنةٍ عاليةِ}؛ أي: المنازل والقصور عالية المحلِّ، {قطوفُها دانيةٌ}؛ أي: ثمرها وجناها من أنواع الفواكه قريبةٌ سهلة التناول على أهلها، ينالها أهلُها قياماً وقعوداً ومتَّكئين، ويقال لهم إكراماً: {كلوا واشربوا}؛ أي: من كلِّ طعام لذيذٍ وشرابٍ شهيٍّ، {هنيئاً}؛ أي: تامًّا كاملاً من غير مكدِّرٍ ولا منغِّصٍ. وذلك الجزاء حصل لكم {بما أسلفْتُم في الأيَّام الخالية}: من الأعمال الصالحة ـ وترك الأعمال السيِّئة ـ من صلاةٍ وصيام وصدقةٍ وحجٍّ وإحسانٍ إلى الخلق وذكر لله وإنابةٍ إليه؛ فالأعمال جعلها الله سبباً لدخول الجنة ومادَّةً لنعيمها وأصلاً لسعادتها.
21. “Artık o hoşnut edici bir yaşayış içindedir.” Bu yaşayışında canların arzuladığı, gözlerin zevk aldığı her şey bulunacaktır. Onlar, bu yaşayışlarından hoşnut olacaklardır ve ondan başkasını buna tercih etmeyeceklerdir. 22. “Yüksek bir cennettedir ki” köşkleri ve meskenleri oldukça yükseklerde olacaktır. 23. “Onun toplanmaya hazır olgun meyveleri (onlara) yakındır.” Yani oranın çeşitli meyveleri ve türlü mahsulleri yakın olacaktır. Oradakiler, bunları kolaylıkla alabileceklerdir. Ayakta iken de otururken de yaslanırken de bu meyvelere erişebileceklerdir. 24. Onlara ikramda bulunularak: “Geçmiş günlerde yaptıklarınızdan dolayı âfiyetle yeyin, için” denilecektir. Lezzetli her bir yiyecekten, arzu edilen her bir içecekten, rahatsız edici herhangi bir husus, zevkleri kursakta bırakıcı herhangi bir şey olmaksızın, tam bir huzur ve afiyetle yiyin, için. Sizin bu mükâfatınız, önceden işlemiş olduğunuz namaz, oruç, sadaka, hac, insanlara iyilik, Allah’ı zikretmek, O’na yönelmek ve kötü amelleri terk etmek gibi salih amelleriniz dolayısıyladır. Burada Yüce Allah, salih amelleri cennete girmeye sebep, cennet nimetlerinin ana kaynağı ve mutluluğunun esası olarak ifade etmiştir.
Ayet: 25 - 37 #
{وَأَمَّا مَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ بِشِمَالِهِ فَيَقُولُ يَالَيْتَنِي لَمْ أُوتَ كِتَابِيَهْ (25) وَلَمْ أَدْرِ مَا حِسَابِيَهْ (26) يَالَيْتَهَا كَانَتِ الْقَاضِيَةَ (27) مَا أَغْنَى عَنِّي مَالِيَهْ (28) هَلَكَ عَنِّي سُلْطَانِيَهْ (29) خُذُوهُ فَغُلُّوهُ (30) ثُمَّ الْجَحِيمَ صَلُّوهُ (31) ثُمَّ فِي سِلْسِلَةٍ ذَرْعُهَا سَبْعُونَ ذِرَاعًا فَاسْلُكُوهُ (32) إِنَّهُ كَانَ لَا يُؤْمِنُ بِاللَّهِ الْعَظِيمِ (33) وَلَا يَحُضُّ عَلَى طَعَامِ الْمِسْكِينِ (34) فَلَيْسَ لَهُ الْيَوْمَ هَاهُنَا حَمِيمٌ (35) وَلَا طَعَامٌ إِلَّا مِنْ غِسْلِينٍ (36) لَا يَأْكُلُهُ إِلَّا الْخَاطِئُونَ (37)}.
25- Amel defteri sol tarafından verilen kimseye gelince o da der ki: “Keşke bana amel defterim verilmeseydi!” 26- “Keşke hesabımın ne olduğunu bilmeseydim!” 27- “Ah, keşke ölümle her şey bitmiş olsaydı!” 28- “Malımın bana faydası olmadı!” 29- “Saltanatım da elimden kaydı gitti.” 30- “Tutun onu da ellerini boynuna bağlayın!” 31- “Sonra cehenneme sokun onu!” 32- “Sonra da onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire vurun.” 33- “Çünkü o, yüce Allah’a iman etmezdi, 34- “Yoksulu yedirmeye de teşvik etmezdi.” 35- Artık bugün burada onun hiçbir yakın dostu yoktur. 36- İrinden başka hiçbir yiyeceği de yoktur. 37- Onu da ancak günahkarlar yer.
#
{25 ـ 29} هؤلاء هم أهل الشقاء؛ يعطَوْن كتبهم المشتملة على أعمالهم السيِّئة بشمالهم؛ تمييزاً لهم وخزياً وعاراً وفضيحةً، فيقول أحدُهم من الهمِّ والغمِّ والحزن: {يا ليتني لم أوتَ كتابِيَهْ}؛ لأنَّه يبشر بدخول النار والخسارة الأبديَّة، {ولم أدرِ ما حسابِيَهْ}؛ أي: ليتني كنت نسياً منسيًّا ولم أُبْعَثْ وأحاسب، ولهذا قال: {يا ليتَها كانتِ القاضيةَ}؛ أي: يا ليت موتتي هي الموتة التي لا بَعْثَ بعدها. ثم التفت إلى ماله وسلطانه؛ فإذا هو وبالٌ عليه لم يقدِّم منه لآخرته ولا ينفعه لو افتدى به من العذاب شيئاً ، فيقول: {ما أغنى عنِّي مالِيَهْ}؛ أي: ما نفعني لا في الدُّنيا ـ لم أقدِّم منه شيئاً ـ ولا في الآخرة؛ قد ذهب وقت نفعه، {هلك عني سُلطانِيَهْ}؛ أي: ذهب واضمحلَّ، فلم تنفع الجنود ولا الكثرة ولا العَدَدُ ولا العُدَدُ ولا الجاه العريض، بل ذهب ذلك كله أدراج الرياح، وفاتت بسببه المتاجر والأرباح، وحضرت بدله الهموم والغموم والأتراح.
25. İşte bunlar bedbaht kimselerdir. Kötü amellerini kapsayan defterleri, başkalarından ayırt edilmeleri, küçük düşürülmeleri, rezil edilmeleri ve utandırılmaları için sollarından verilecektir. Onlar gam, keder ve üzüntüden dolayı şöyle diyecektir: “Keşke bana amel defterim verilmeseydi.” Çünkü bu defter, bana cehennem ateşine gireceğimi ve ebedi olarak hüsrana uğrayacağımı bildirmektedir. 26. “Keşke hesabımın ne olduğunu bilmeseydim.” Keşke unutulup gitseydim, diriltilmeseydim, hesaba çekilmeseydim. Bundan dolayı şöyle diyecektir: 27. “Ah, keşke ölümle her şey bitmiş olsaydı.” Yani keşke ilk ölümüm, kendisinden sonra diriliş olmayan bir ölüm olsaydı. 28-29. Daha sonra malına ve saltanatına bakınca bunların aleyhine birer vebal olduğunu, bunlardan âhireti için önden bir şeyler göndermemiş olduğunu, bunları azaptan kurtulmak için fidye olarak verecek olsa bile kendisine hiçbir faydalarının olamayacağını anlayacak ve şöyle diyecektir: "Malımın bana faydası olmadı.” Dünyada faydasını görmedim. Çünkü ben, maldan iyilik olarak bir şey önceden göndermedim. Âhirette de bana faydası dokunmadı. Çünkü fayda verecek vakti geride kaldı. “Saltanatım da elimden kaydı gitti.” Yok oldu, kaybolup gitti. Artık ne askerin, ne çokluğun, ne sayının, ne aracın-gerecin, ne ardı büyük mevkilerin faydası var. Aksine bütün bunlar, rüzgâr ile savrulmuşçasına geçip gitti. Bundan dolayı ticaretimiz de kârımız da yok oldu. Onun yerine gamlar, kederler ve üzüntüler geldi.
#
{30 ـ 37} فحينئذٍ يؤمَر بعذابه، فيقال للزَّبانية الغلاظ الشداد: {خُذوه فغُلُّوه}؛ أي: اجعلوا في عنقه غلًّا يخنقه، {ثم الجَحيم صَلُّوه}؛ أي: قلِّبوه على جمرها ولهبها، {ثم في سلسلةٍ ذَرْعُها سبعون ذراعاً}: من سلاسل الجحيم في غاية الحرارة، {فاسْلُكوه}؛ أي: انظموه فيها بأن تدخل في دبره وتخرج من فمه ويعلَّق فيها فلا يزال يعذَّب هذا العذاب الفظيع؛ فبئس العذاب والعقاب، وواحسرة له من التوبيخ والعتاب؛ فإنَّ السبب الذي أوصله إلى هذا المحلِّ {إنَّه كان لا يؤمن بالله العظيم}: بأن كان كافراً بربِّه معانداً لرسله رادًّا ما جاؤوا به من الحقِّ، {ولا يحضُّ على طعام المسكين}؛ أي: ليس في قلبه رحمةٌ يرحم بها الفقراء والمساكين؛ فلا يطعمهم من ماله ولا يحضُّ غيره على إطعامهم؛ لعدم الوازع في قلبه، وذلك لأنَّ مدار السعادة ومادَّتها أمران: الإخلاص لله الذي أصله الإيمان بالله، والإحسان إلى الخلق بجميع وجوه الإحسان، الذي من أعظمها دفع ضرورة المحتاجين بإطعامهم ما يتقوَّتون به، وهؤلاء لا إخلاص ولا إحسان؛ فلذلك استحقُّوا ما استحقُّوا. {فليس له اليومَ ها هنا}؛ أي: يوم القيامة {حميمٌ}؛ أي: قريب أو صديق يشفع له لينجو من عذاب الله أو يفوز بثوابه. {ولا تنفعُ الشفاعة عندَه إلاَّ لمن أذن له}، {ما للظالمين من حميمٍ ولا شفيع يُطاع}. وليس له {طعامٌ إلاَّ من غِسْلينَ}: وهو صديدُ أهل النار، الذي هو في غاية الحرارة والمرارة ونتن الريح وقبح الطعم ، لا يأكل هذا الطعامَ الذميم {إلاَّ الخاطئونَ}، الذين أخطؤوا الصراط المستقيم، وسلكوا كلَّ طريق يوصِلُهم إلى الجحيم ؛ فلذلك استحقُّوا العذاب الأليم.
30. İşte o vakit azap için emir verilecek ve oldukça sert tabiatlı ve çok güçlü olan Zebanilere şöyle denilecektir: “Tutun onu da ellerini boynuna bağlayın.” Yani boynuna onu boğacak kadar dar zincir vurun. 31. “Sonra cehenneme sokun onu.” Cehennemin kor ateşleri ve alevleri içerisinde onu evirip çevirin. 32. “Sonra da onu” cehennemin son derece sıcak zincirlerinden “yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire vurun.” Yani bu zincir, kendisini makadından geçip ağzından çıkacak şekilde onu zincire geçirin ve bu zincirle onu asın. O, bu korkunç şekilde sürekli azap görecektir. O azap ve o ceza ne kadar da kötüdür! Böyle bir azap ve böyle bir azardan dolayı vay onun haline! 33. Onu böylesi bir yere ulaştıran sebebe gelince: “Çünkü o yüce Allah’a iman etmezdi.” Rabbini inkâr eder, peygamberlerine karşı inatla direnirdi. Onların getirdikleri hakkı reddederdi. 34. “Yoksulu yedirmeye de teşvik etmezdi.” Kalbinde fakirlere ve yoksullara şefkat duymasını sağlayacak bir merhamet de yoktu. Malından onlara yedirmediği gibi kalbinde böyle bir duygu bulunmadığından dolayı başkasını da onlara yedirsin diye teşvik etmezdi. Bu azabın esas sebebi şudur: Mutluluğun temeli ve sebepleri iki tanedir: Birisi esası itibari ile Allah’a imana dayanan Allah için ihlâslı amellerde bulunmaktır, diğeri ise bütün yönleri ile yaratılmışlara ihsanda bulunmaktır. Bunların en büyüğü de muhtaç kimselerin gıdalarını temin edecek şekilde onlara yemek yedirmek sureti ile zorunlu ihtiyaçlarını karşılamaktır. Böylelerinin ise ne ihlâsı vardır ne de ihsanı. Bundan dolayı da bu azabı hak etmiş olacaklardır. 35. “Artık bugün burada” yani Kıyamet gününde “onun hiçbir yakın dostu yoktur.” Allah’ın azabından kurtulması yahut Allah’ın mükâfatını alarak umduğunu elde etmesi için ona şefaat edecek bir yakını, bir arkadaşı bulunmayacaktır. “Onun nezdinde şefaat izin verdiklerinden başkasına fayda sağlamaz.” (Sebe, 34/23); “Zalimlerin ne candan bir dostu, ne de şefaati kabul edilir bir şefaatçisi olacaktır.” (el-Mü’min, 40/18) 36. “İrinden başka hiçbir yiyeceği de yoktur.” Bu, son derece sıcak, acı, oldukça kötü kokulu ve son derece iğrenç tadı bulunan cehennemliklerin irinleridir. 37. Bu tür iğrenç bir yiyeceği de ancak “günahkarlar yer.” Yani dosdoğru yoldan sapanlar ve kendilerini cehenneme götüren her bir yolu izleyenler yer. İşte bundan dolayı can yakıcı azabı hak etmiş olurlar.
Ayet: 38 - 52 #
{فَلَا أُقْسِمُ بِمَا تُبْصِرُونَ (38) وَمَا لَا تُبْصِرُونَ (39) إِنَّهُ لَقَوْلُ رَسُولٍ كَرِيمٍ (40) وَمَا هُوَ بِقَوْلِ شَاعِرٍ قَلِيلًا مَا تُؤْمِنُونَ (41) وَلَا بِقَوْلِ كَاهِنٍ قَلِيلًا مَا تَذَكَّرُونَ (42) تَنْزِيلٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَمِينَ (43) وَلَوْ تَقَوَّلَ عَلَيْنَا بَعْضَ الْأَقَاوِيلِ (44) لَأَخَذْنَا مِنْهُ بِالْيَمِينِ (45) ثُمَّ لَقَطَعْنَا مِنْهُ الْوَتِينَ (46) فَمَا مِنْكُمْ مِنْ أَحَدٍ عَنْهُ حَاجِزِينَ (47) وَإِنَّهُ لَتَذْكِرَةٌ لِلْمُتَّقِينَ (48) وَإِنَّا لَنَعْلَمُ أَنَّ مِنْكُمْ مُكَذِّبِينَ (49) وَإِنَّهُ لَحَسْرَةٌ عَلَى الْكَافِرِينَ (50) وَإِنَّهُ لَحَقُّ الْيَقِينِ (51) فَسَبِّحْ بِاسْمِ رَبِّكَ الْعَظِيمِ (52)}.
38- Yemin olsun gördüğünüz şeylere, 39- Ve görmediğiniz şeylere ki, 40- O (Kur'ân), hiç şüphesiz şerefli bir Peygamber’in (okuduğu) bir sözdür. 41- O, bir şair sözü değildir. Ne kadar az inanıyorsunuz! 42- Bir kâhin sözü de değildir. Ne kadar az düşünüp öğüt alıyorsunuz! 43- O, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir. 44- Eğer o (Peygamber) bazı sözler uydurup Bize isnat etse idi; 45- Biz elbette onu güçlü bir şekilde yakalardık, 46- Sonra da kalp damarını koparırdık. 47- O zaman sizden hiç kimse de ona bunu yapmamıza engel olamazdı. 48- Şüphesiz o, takvâ sahipleri için bir öğüttür. 49- Biz, içinizden (onu) yalanlayanların olduğunu kesinlikle biliyoruz. 50- Şüphesiz o, kâfirler için bir pişmanlıktır. 51- Ve kesinlikle o, kesin gerçeğin ta kendisidir. 52- O halde yüce Rabbinin adını tesbih et.
#
{38 ـ 43} أقسم تعالى بما يُبْصِرُ الخلقُ من جميع الأشياء وما لا يبصِرونه، فدخل في ذلك كلُّ الخلق، بل دخل في ذلك نفسُه المقدَّسة، على صدق الرسول بما جاء به من هذا القرآن الكريم، وأنَّ الرسول الكريم بلَّغه عن الله تعالى، ونزَّه اللهُ رسولَه عمَّا رماه به أعداؤه من أنَّه شاعرٌ أو ساحرٌ، وأنَّ الذي حملهم على ذلك عدم إيمانهم وتذكُّرهم؛ فلو آمنوا وتذكَّروا ما ينفعهم ويضرُّهم، ومن ذلك أن ينظروا في حال محمدٍ - صلى الله عليه وسلم - ويرمُقوا أوصافه وأخلاقه ليروا أمراً مثل الشمس يدلُّهم على أنَّه رسول الله حقًّا وأن ما جاء به {تنزيلٌ من ربِّ العالمين}، لا يَليقُ أن يكون قولاً للبشر، بل هو كلامٌ دالٌّ على عظمة من تكلَّم به وجلالة أوصافه وكمال تربيته للخلق وعلوِّه فوق عباده. وأيضاً؛ فإنَّ هذا ظن منهم بما لا يليق بالله وحكمته.
38-39. Yüce Allah, kulların ve yaratılmışların gördükleri ve göremedikleri her şeye yemin etmektedir. Buna göre bu yeminin kapsamına bütün varlıklar girmektedir. Hatta bunun kapsamına Yüce Allah’ın mukaddes zatı da girmektedir. 40-43. Burada Allah, bu Kur’ân-ı Kerîm’i getiren rasûlün/elçinin doğruluğuna ve bu şerefli rasûlün bunu Allah’tan tebliğ ettiğine yemin etmekte, rasûlünün düşmanlarının iftira ederek ileri sürdükleri gibi şair, kahin veya sihirbaz olmadığını, aksine bunlardan çok uzak olduğunu bildirmektedir. Kendilerini bu iddialarda bulunmaya iten ise onların inançsızlıkları ve öğüt almayışlarıdır. Eğer iman edip öğüt alan kimseler olsalardı, neyin kendilerine fayda sağlayacağını, neyin de zarar vereceğini bilirlerdi. Bunlardan birisi de Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in durumu üzerinde düşünmeleri, onun niteliklerini ve ahlâkını gözlemeleridir. Böylelikle onlar, gerçeği güneş gibi net görecekler ve bu, onlara Allah Rasûlü’nün gerçekten peygamber olduğunu ve onun getirdiklerinin “âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiş” olduğunu bileceklerdir. Onun getirdiği bu sözün, insan sözü olması mümkün değildir. Aksine o, bu sözü söyleyenin azametine, sıfatlarının celâline, mahlukatı terbiyesinin kemâline ve kullarından çok üstün ve yüce olduğuna delildir. Aynı şekilde onların bu iddiaları, Allah’a ve hikmetine hiçbir şekilde yakışmayan kuru bir zandan ibarettir.
#
{44 ـ 47} فإنه {لو تقوَّل}: عليه وافترى {بعض الأقاويل}: الكاذبة، {لأخذنا منه باليمين ثم لقطعنا منه الوتينَ}: وهو عرقٌ متصلٌ بالقلب إذا انقطع هلك منه الإنسان؛ فلو قدِّر أنَّ الرسول ـ حاشا وكلا ـ تقوَّل على الله؛ لعاجَلَه بالعقوبة وأخذَه أخذَ عزيزٍ مقتدرٍ؛ لأنَّه حكيمٌ قديرٌ على كلِّ شيءٍ ؛ فحكمته تقتضي أن لا يُمْهِلَ الكاذب عليه الذي يزعم أنَّ الله أباح له دماء مَنْ خالفه وأموالهم، وأنَّه هو وأتباعه لهم النجاةُ، ومَنْ خالفَه؛ فله الهلاكُ. فإذا كان الله قد أيَّد رسوله بالمعجزات، وبرهن على صدق ما جاء به بالآيات البيِّنات، ونصره على أعدائه، ومكَّنه من نواصيهم؛ فهو أكبر شهادةٍ منه على رسالته. وقوله: {فما منكم من أحدٍ عنه حاجزينَ}؛ أي: لو أهلكه؛ ما امتنعَ هو بنفسه ولا قَدَرَ أحدٌ أن يمنعه من عذاب الله.
44-46. “Eğer o (Peygamber) bazı sözler uydurup” iftira ederek yalan yere “Bize isnat etse idi, Biz elbette onu güçlü bir şekilde yakalardık. Sonra da kalp damarını koparırdık.” Kalp damarı (ٱلۡوَتِينَ ) kalbe bağlı bir damar olup o damar kopacak olursa bu, insanın ölümüne sebep olur. Faraza Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Allah’a karşı -hâşâ- yalan uydursa idi, Yüce Allah onu derhal cezalandırır, güçlü ve muktedir bir şekilde onu yakalardı. Çünkü O, hikmet sahibidir, her şeye gücü yetendir. O’nun hikmeti, kendisi adına yalan uyduran, Allah'ın, kendisine muhalefet edenlerin kanlarını ve mallarını ona mubah kıldığını, kendisinin ve kendisine uyanların kurtulacaklarını, ona muhalefet edenlerin ise helâk olacaklarını iddia eden bir kimseye mühlet vermemesini gerektirir. Ama Allah, rasûlünü mucizelerle desteklediğine, getirdiği apaçık delil ve belgelerin doğruluğunu ortaya koyduğuna, düşmanlarına karşı ona yardım edip zafer verdiğine ve onu onlara galip getirdiğine göre bütün bunlar, Allah’ın, rasûlünün risâletinin doğruluğuna dair en büyük şahitliğidir. 47. “O zaman sizden hiç kimse de ona bunu yapmamıza engel olamazdı.” Yani Allah, onu helâk edecek olsa idi, kendisi kendisini koruyamayacağı gibi hiçbir kimse de Allah’ın azabına karşı onu koruyamazdı.
#
{48} {وإنَّه}؛ أي: القرآن الكريم، {لتذكرةٌ للمتَّقين}: يتذكَّرون به مصالح دينهم ودنياهم، فيعرفونها ويعملون عليها، يذكِّرهم العقائد الدينيَّة والأخلاق المرضيَّة والأحكام الشرعيَّة، فيكونون من العلماء الربانيِّين، والعباد العارفين، والأئمَّة المهديِّين.
48. “Şüphesiz o” Kur’ân-ı Kerîm “takvâ sahipleri için bir öğüttür.” Onun vasıtası ile din ve dünyalarının maslahatına olan hususları düşünüp öğüt alırlar. Bunları bilip öğrenirler ve gereğince amel ederler. Bu Kur’ân-ı Kerîm, onlara dinî akidelerini, güzel ahlâkı, şer’î hükümleri öğretir. Böylelikle onlar, Rabbânî âlimler, ârifler, hidâyete ileten önderler olurlar.
#
{49} {وإنَّا لَنَعْلَمُ أنَّ منكم مكذِّبين}: به، وهذا فيه تهديدٌ ووعيدٌ للمكذِّبين، وأنَّه سيعاقِبُهم على تكذيبهم بالعقوبة البليغة.
49. “Biz, içinizden” onu “yalanlayanların olduğunu kesinlikle biliyoruz.” Bu buyrukta yalanlayıcılara bir tehdit vardır. Yalanlamaları dolayısı ile Allah'ın onları son derecede ağır bir şekilde cezalandıracağı ifade edilmektedir.
#
{50} {وإنَّه لحسرةٌ على الكافرين}: فإنَّهم لما كفروا به ورأوا ما وَعَدَهم به؛ تحسَّروا إذ لم يهتدوا به ولم ينقادوا لأمره، ففاتهم الثواب، وحصلوا على أشدِّ العذاب، وتقطَّعت بهم الأسباب.
50. Çünkü onlar onu inkar ettiler. Ama onun kendilerini tehdit ettiği hususları göreceklerinde onu inkâr ettikleri, onunla hidâyet bulmadıkları ve emrine itaat etmedikleri için pişmanlık duyacaklardır. Çünkü ilâhi mükâfatı elden kaçırmış, buna karşılık en çetin azaba mahkûm olmuş ve kurtuluşları ile aralarındaki bütün bağlar kopmuş olacaktır.
#
{51} {وإنَّه لحقُّ اليقين}؛ أي: أعلى مراتب العلم؛ فإنَّ أعلى مراتب العلم اليقين، وهو العلم الثابت الذي لا يتزلزل ولا يزول. واليقين مراتبه ثلاثةٌ، كلُّ واحدة أعلى مما قبلها: أولُها علم اليقين، وهو العلمُ المستفاد من الخبر. ثم عينُ اليقين، وهو العلم المدرَك بحاسة البصر. ثم حقُّ اليقين، وهو العلم المدرَك بحاسَّة الذوق والمباشرة. وهذا القرآن بهذا الوصف؛ فإنَّ ما فيه من العلوم المؤيَّدة بالبراهين القطعيَّة وما فيه من الحقائق والمعارف الإيمانيَّة يحصُلُ به لمن ذاقه حقُّ اليقين.
51. İlmin en yüce, en üstün mertebesidir. Çünkü ilmin en yüce, en üstün mertebesi yakîn (kesin gerçek)tir. Bu da hiçbir şekilde sarsılmayan, yok olmayan sapasağlam bilgi demektir. Yakîn’in üç mertebesi vardır ve bunların her biri, bir öncekinden daha üstündür. İlk mertebe ilm-i yakîn’dir. Bu da doğru haberden (kulakla) elde edilen bilgidir. Sonraki aynu’l-yakîndir. Bu da görme duyusu ile elde edilen bilgidir. Sonra da hakku’l-yakîn gelir. Bu da tatma ve doğrudan temas etme suretiyle ile elde edilen bilgidir. İşte Kur’ân-ı Kerîm’de bu vasfa, kesinliğe sahiptir. Onda bulunan pek çok kat’î delil ve belge ile beslenen ilimler, ihtiva etmiş olduğu imanî hakikatler ve marifetler sebebi ile onu tadan kimse, hakku’l-yakîne ulaşır.
#
{52} {فسبِّح باسم ربِّك العظيم}؛ أي: نزِّههُ عما لا يَليق بجلاله، وقدِّسْه بذِكْرِ أوصاف جلاله وجماله وكماله.
52. Celâline yakışmayan hususlardan O’nu tenzih et. O’nun celal, cemal ve kemâl sıfatlarını zikrederek O’nu takdis et.
Hâkka Sûresi’nin tefsiri burada sona ermektedir. Âlemlerin Rabbi Allah’a hamd olsun.
***