(Mekke’de inmiştir, 206 âyettir)
{المص (1) كِتَابٌ أُنْزِلَ إِلَيْكَ فَلَا يَكُنْ فِي صَدْرِكَ حَرَجٌ مِنْهُ لِتُنْذِرَ بِهِ وَذِكْرَى لِلْمُؤْمِنِينَ (2) اتَّبِعُوا مَا أُنْزِلَ إِلَيْكُمْ مِنْ رَبِّكُمْ وَلَا تَتَّبِعُوا مِنْ دُونِهِ أَوْلِيَاءَ قَلِيلًا مَا تَذَكَّرُونَ (3) وَكَمْ مِنْ قَرْيَةٍ أَهْلَكْنَاهَا فَجَاءَهَا بَأْسُنَا بَيَاتًا أَوْ هُمْ قَائِلُونَ (4) فَمَا كَانَ دَعْوَاهُمْ إِذْ جَاءَهُمْ بَأْسُنَا إِلَّا أَنْ قَالُوا إِنَّا كُنَّا ظَالِمِينَ (5) فَلَنَسْأَلَنَّ الَّذِينَ أُرْسِلَ إِلَيْهِمْ وَلَنَسْأَلَنَّ الْمُرْسَلِينَ (6) فَلَنَقُصَّنَّ عَلَيْهِمْ بِعِلْمٍ وَمَا كُنَّا غَائِبِينَ (7)}.
1- Elif, Lâm, Mîm, Sâd.
2-
(Bu Kur'ân) kendisi ile
(insanları) uyarman ve mü’minlere de öğüt olması için sana indirilen bir Kitaptır. O halde ondan dolayı göğsünde bir sıkıntı olmasın.
3- Rabbinizden size indirilene uyun ve O’ndan başka dostlar
(edinip de onlara) uymayın. Ne kadar az öğüt tutuyorsunuz?!
4- Nice şehirleri helâk ettik. Azabımız onlara geceleyin veya gündüzün uyurlarken geldi.
5-
Azabımız onlara geldiğinde feryatları: “Biz gerçekten zalimlermişiz” demelerinden başka bir şey olmadı.
6- Andolsun ki kendilerine peygamber gönderilenleri de gönderilen peygamberleri de sorguya çekeceğiz.
7- Ve biz onlara
(yaptıklarını) bir bilgiye dayanarak anlatacağız. Biz
(onlardan) uzak ve habersiz değildik.
#
{1 ـ 2} يقول تعالى لرسوله محمد - صلى الله عليه وسلم - مبيناً له عظمة القران: {كتابٌ أنْزِلَ إليك}؛ أي: كتابٌ جليلٌ حوى كلَّ ما يحتاج إليه العباد وجميع المطالب الإلهيَّة والمقاصد الشرعيَّة محكماً مفصلاً. فلا يكنْ في صدرِكَ منه {حَرَجٌ}؛ أي: ضيقٌ وشكٌّ واشتباهٌ، بل لتعلمْ أنه تنزيلٌ من حكيم حميد، لا يأتيه الباطل من بين يديه ولا من خلفه ، فلينشرِحْ له صدرُك، ولتطمئنَّ به نفسُك، ولْتصدعْ بأوامره ونواهيه، ولا تخش لائماً ومعارضاً؛ {لتنذرَ به}: الخلق وتَعِظهم وتذكِّرهم فتقوم الحجة على المعاندين، {و} ليكنْ {ذكرى للمؤمنينَ}؛ كما قال تعالى: {وذكِّرْ فإنَّ الذِّكرى تنفعُ المؤمنينَ}: يتذكَّرون به الصراط المستقيم، وأعماله الظاهرة والباطنة، وما يحول بين العبد وبين سلوكه.
1-2. Yüce Allah, Rasûlü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e Kur’an-
ı Kerim’in büyüklüğünü beyan ederek şöyle buyurmaktadır: “(Bu Kur'ân)… sana indirilen bir Kitaptır” Yani bu, kulların ihtiyaç duydukları her şeyi, bütün ilâhi istekleri ve şer’î maksatları, muhkem ve geniş açıklamaları ile birlikte içeren yüce bir kitaptır.
“O halde ondan dolayı göğsünde bir sıkıntı” darlık, şüphe ve tereddüt
“olmasın.” Aksine sen o Kitabın, hikmeti sonsuz ve her türlü hamde layık olan Allah tarafından indirildiğini, sözün en doğrusu olduğunu, önünden de arkasından da batılın ona erişmeyeceğini bilmelisin. Öyleyse bu Kitaba karşı için rahat olsun ve ruhun onunla huzur bulsun. O’nun emir ve yasaklarını açık açık ilan et, kınayan ve karşı çıkan hiçbir kimseden de korkma.
Bu kitap, sana “kendisi ile” kulları
“uyarman” onlara öğüt vermen, hatırlatmada bulunman, inad edenlere karşı da gerekli şekilde delili ortaya koyman için “ve mü’minlere de öğüt olması için” indirilmiştir.
Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Sen öğüt ver; çünkü öğüt muhakkak mü’minlere fayda verir.” (ez-Zariyat, 51/55) Onlar bu Kitap sayesinde hem dosdoğru yolu ve bu yolun gerektirdiği açık ve gizli amelleri hem de kulun bu yolu izlemesini engelleyen hususları öğrenir ve bunlardan öğüt alırlar.
#
{3} ثم خاطب الله العباد، ولفتهم إلى الكتاب، فقال: {اتَّبِعوا ما أنزِلَ إليكم من ربِّكم}؛ أي: الكتاب الذي أريد إنزاله لأجلكم، وهو {من ربِّكم}، الذي يريد أن يُتِمَّ تربيتَه لكم، فأنزل عليكم هذا الكتاب الذي إن اتبعتموه كملتْ تربيتُكم وتمَّتْ عليكم النعمةُ وهُديتم لأحسن الأعمال والأخلاق ومعاليها، {ولا تتَّبِعوا من دونِهِ أولياءَ}؛ أي: تتولَّونهم، وتتَّبعون أهواءهم، وتتركون لأجلها الحقَّ، {قليلاً ما تَذَكَّرونَ}: فلو تذكَّرتم وعرفتم المصلحة؛ لما آثرتُم الضارَّ على النافع والعدوَّ على الولي.
3. Daha sonra Yüce Allah,
bütün kullara hitap edip dikkatlerini bu Kitaba çevirmek üzere şöyle buyurmaktadır: “Rabbinizden size indirilene” yani indirilme amacı sizin faydanız olan bu Kitaba
“uyun.” Zira bu Kitap, size terbiyenizi tamamlamak isteyen Rabbiniz tarafından indirilmiştir. Eğer O’nun size indirdiği bu Kitaba uyacak olursanız, sizin terbiyeniz kemâle erer, üzerinizdeki nimet tamamlanır, amel ve ahlakın en güzellerine hatta en üstün olanlarına erişirsiniz.
“O’ndan başka dostlar (edinip de onlara) uymayın.” Yani başkalarını dost edinerek onların hevalarına uymayın ve onlar sebebi ile hakkı terk etmeyin.
“Ne kadar az öğüt tutuyorsunuz?!” Eğer gerçekten öğüt tutup maslahatınıza olanı bilseydiniz hiçbir zaman zararlı olanı faydalı olana, düşmanı gerçek dosta tercih etmezdiniz.
#
{4} ثم حذرهم عقوباته للأمم الذين كذبوا ما جاءتهم به رسلهم فلا يشابهوهم، فقال: {وكم من قريةٍ أهلكْناها فجاءها بأسُنا}؛ أي: عذابُنا الشديد، {بياتاً أو هم قائلونَ}؛ أي: في حين غفلتهم وعلى غِرَّتهم غافلون، لم يخطر الهلاكُ على قلوبهم، فحين جاءهم العذاب؛ لم يدفعوه عن أنفسهم، ولا أغنت عنهم آلهتهم التي كانوا يرجونهم، ولا أنكروا ما كانوا يفعلونه من الظلم والمعاصي.
4-5. Yüce Allah,
peygamberlerin getirdiklerini yalanlayan geçmiş ümmetlerin cezalandırılmalarını hatırlatarak kulları sakındırmakta ve bu şekilde cezalandırılan geçmiş ümmetlere benzememelerini isteyerek şöyle buyurmaktadır: “Nice şehirleri helâk ettik. Azabımız onlara geceleyin veya gündüzün uyurlarken” yani gafil oldukları bir sırada, hiç farkına varmadıkları ve helak olmayı akıllarından bile geçirmedikleri bir vakitte
“geldi.” Bu şiddetli azap onlara geldiğinde onu kendilerinden uzaklaştıramadılar. Daha önce kendilerinden bir fayda umdukları ilahlarının da onlara herhangi bir faydası olmadı. Ayrıca işledikleri zulüm ve isyanları da inkar edemediler; aksine: “Azabımız onlara geldiğinde feryatları: “Biz gerçekten zalimlermişiz” demelerinden başka bir şey olmadı.” Bu buyruk,
Yüce Allahın şu buyruklarını andırmaktadır:
“Zalim olan nice şehirleri helâk ettik de onlardan sonra başka kavimler yarattık. Azabımızı gördüklerinde hemen hızlıca oradan kaçışıyorlardı. ‘Kaçışmayın, içinde bulunduğunuz refaha ve evlerinize dönün. Çünkü siz sorguya çekileceksiniz.’ (dendi). Onlar: ‘Vay bize! Çünkü biz gerçekten zalimlerdik’ dediler. Biz onları tırpanla biçilmiş bir ekin, alevi sönmüş bir ateş haline getirinceye kadar feryadları bu oldu.” (el-Enbiya, 21/11-15)
#
{6} وقوله: {فَلَنَسْأَلَنَّ الذين أرسِل إليهم}؛ أي: لنسألن الأمم الذين أرسل الله إليهم المرسلين عما أجابوا [به] رسلهم، {وَيَوْمَ يُناديهم فَيَقولُ ماذا أجبتُمُ المرسلينَ ... } الآيات، {وَلَنَسْأَلَنَّ المرسلينَ}: عن تبليغهم لرسالات ربِّهم وعما أجابتهم به أممهم.
6. Yani Allah’ın kendilerine peygamber göndermiş olduğu ümmetlere, peygamberlerine nasıl cevap ve karşılık verdiklerini soracağız.
“O gün onları çağırıp buyuracak ki: Peygamberlere ne karşılık verdiniz?” (el-Kasas, 28/65) buyruğunda da bu durum dile getirilmektedir.
“Gönderilen peygamberleri de” Rablerinin buyruklarını tebliğ etmeleri ve ümmetlerinin kendilerine verdikleri karşılıklar hakkında
“sorguya çekeceğiz.”
#
{7} {فَلَنَقُصَّنَّ عليهم}؛ أي: على الخلق كلهم ما عملوا، {بعلم}: منه تعالى لأعمالهم، {وما كُنا غائبينَ}: في وقت من الأوقات؛ كما قال تعالى: {أحصاه الله وَنَسُوه}، وقال تعالى: {ولقد خَلَقْنا فوقَكم سبعَ طرائقَ وما كُنَّا عن الخلق غافلين}.
7.
“Ve biz onlara” yani bütün insanlara yaptıklarını, amellerine dair kesin
“bir bilgiye dayanarak anlatacağız. Biz” hiçbir zaman
“(onlardan) uzak ve habersiz değildik.” Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
“Allah yaptıklarını bir bir saymış, onlar ise onu unutmuşlardır.” (el-Mücadele, 58/6) “Andolsun ki sizin üstünüzde yedi kat (gök) yarattık. Biz yaratılmışlardan gafil değiliz.” (el-Mümimûn, 23/17)
Daha sonra Yüce Allah amellerin karşılığının verileceğini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
{وَالْوَزْنُ يَوْمَئِذٍ الْحَقُّ فَمَنْ ثَقُلَتْ مَوَازِينُهُ فَأُولَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ (8) وَمَنْ خَفَّتْ مَوَازِينُهُ فَأُولَئِكَ الَّذِينَ خَسِرُوا أَنْفُسَهُمْ بِمَا كَانُوا بِآيَاتِنَا يَظْلِمُونَ (9)}
8- O gün tartı haktır. Artık kimlerin tartıları ağır basarsa işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.
9- Kimin de tartıları hafif gelirse işte onlar âyetlerimize zulmettikleri için kendilerini zarara uğratmış olanlardır.
#
{8} أي: والوزن يوم القيامة يكون بالعدل والقسط الذي لا جَوْر فيه ولا ظلم بوجه. {فمن ثَقُلَتْ موازينُه}: بأن رَجَحَتْ كفةُ حسناته على سيئاته، {فأولئك هم المفلحونَ}؛ أي: الناجون من المكروه، المدركون للمحبوب، الذين حصل لهم الربح العظيم والسعادة الدائمة.
8.
“O gün tartı haktır.” Yani Kıyamet gününde tartı adaletle, hiçbir şekilde haksızlık ve zulüm söz konusu olmayacak şekilde yapılacaktır.
“Artık kimlerin tartıları” iyiliklerinin bulunduğu kefe, kötülüklerinin bulunduğu tarafa
“ağır basarsa işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” Yani hoşlanmayacakları şeylerden kurtulup sevdiklerini elde ederek pek büyük bir kâr ve sürekli bir mutluluğu kazanmış olacaklardır.
#
{9} {ومن خفَّتْ موازينُه}: بأن رجحتْ سيئاتُه وصار الحكم لها، {فأولئك الذين خسروا أنفسهم}: إذ فاتهم النعيمُ المقيمُ وحصل لهم العذابُ الأليم، {بما كانوا بآياتِنا يَظْلِمونَ}: فلم ينقادوا لها كما يجبُ عليهم ذلك.
9.
“Kimin de tartıları hafif gelirse” yani kötülüklerinin ağır basması dolayısıyla hüküm kötülüklerine göre verilecek olursa
“işte onlar âyetlerimize zulmettikleri” ve gerektiği gibi onlara riâyet etmedikleri
“için, kendilerini zarara uğratmış olanlardır.” Çünkü ebedi nimeti elden kaçırmış ve can yakıcı azaba mahkum olmuşlardır.
{وَلَقَدْ مَكَّنَّاكُمْ فِي الْأَرْضِ وَجَعَلْنَا لَكُمْ فِيهَا مَعَايِشَ قَلِيلًا مَا تَشْكُرُونَ (10)}
10- Andolsun ki sizi yeryüzünde yerleştirdik ve size orada birçok geçim vasıtaları yarattık. Ne kadar az şükrediyorsunuz?!
#
{10} يقول تعالى ممتنًّا على عباده بذكر المسكن والمعيشة: {ولقد مكَّنَّاكم في الأرض}؛ أي: هيأناها لكم بحيث تتمكَّنون من البناء عليها وحرثها ووجوه الانتفاع بها، {وجَعَلْنا لكم فيها معايشَ}: مما يخرج من الأشجار والنبات ومعادن الأرض وأنواع الصنائع والتجارات؛ فإنه هو الذي هيَّأها وسخَّر أسبابها، {قليلاً ما تشكُرون}: الله الذي أنعم عليكم بأصناف النعم، وصَرَفَ عنكم النقم.
10. Yüce Allah,
kullarına ihsan etmiş olduğu mesken ve geçim nimetlerini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Andolsun ki sizi yeryüzünde yerleştirdik” yani sizlere orada bina yapmak, ekip biçmek ve daha başka şekillerde ondan yararlanma imkânlarını temin ettik
“ve size orada” gerek bitki ve ağaçlardan elde edilen ürünlerden, gerek yeryüzündeki madenlerden, gerekse de çeşitli sanayi ve ticaretlerden
“birçok geçim vasıtaları yarattık.” Bütün bunları yaratan ve sebeplerini emrinize sunan O’dur. Ama siz, bunca çeşitli nimetleri size ihsan eden ve türlü musibetleri sizden uzaklaştıran Allah’a
“ne kadar az şükrediyorsunuz?!”
{وَلَقَدْ خَلَقْنَاكُمْ ثُمَّ صَوَّرْنَاكُمْ ثُمَّ قُلْنَا لِلْمَلَائِكَةِ اسْجُدُوا لِآدَمَ فَسَجَدُوا إِلَّا إِبْلِيسَ لَمْ يَكُنْ مِنَ السَّاجِدِينَ (11) قَالَ مَا مَنَعَكَ أَلَّا تَسْجُدَ إِذْ أَمَرْتُكَ قَالَ أَنَا خَيْرٌ مِنْهُ خَلَقْتَنِي مِنْ نَارٍ وَخَلَقْتَهُ مِنْ طِينٍ (12) قَالَ فَاهْبِطْ مِنْهَا فَمَا يَكُونُ لَكَ أَنْ تَتَكَبَّرَ فِيهَا فَاخْرُجْ إِنَّكَ مِنَ الصَّاغِرِينَ (13) قَالَ أَنْظِرْنِي إِلَى يَوْمِ يُبْعَثُونَ (14) قَالَ إِنَّكَ مِنَ الْمُنْظَرِينَ (15)}.
11- Andolsun ki sizi yarattık. Sonra da size şekil verdik.
Sonra da meleklere: “Âdem’e secde edin” dedik. Onlar da hemen secde ettiler. Ancak İblis hariç; o secde edenlerden olmadı.
12-
Buyurdu ki: “Ben sana emrettiğim halde seni secde etmekten alıkoyan nedir?” Dedi ki:
“Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.”
13-
Buyurdu ki: “Öyleyse hemen in oradan. Artık orada kibirlenmek haddin değildir. Hemen çık git; çünkü sen aşağılıklardansın.”
14-
“Bana diriltilecekleri güne kadar mühlet ver” dedi.
15-
“Haydi (öyle olsun), sen mühlet verilmişlerdensin” buyurdu.
#
{11} يقول تعالى مخاطباً لبني آدم: {ولقد خَلَقْناكم}: بخلق أصلِكم ومادَّتكم التي منها خرجتُم؛ أبيكم آدم عليه السلام، {ثم صوَّرْناكم}: في أحسن صورة وأحسن تقويم، وعلَّمه [اللهُ] تعالى ما به تكمُلُ صورتُه الباطنةُ؛ أسماءَ كل شيء، ثم أمر الملائكة الكرام أن يسجُدوا لآدم إكراماً واحتراماً وإظهاراً لفضلِهِ، فامتثلوا أمر ربهم، {فَسَجدوا} كلُّهم أجمعون {إلا إبليس}: أبى أن يسجدَ له تكبُّراً عليه وإعجاباً بنفسه.
11.
Yüce Allah Âdemoğullarına hitaben şöyle buyurmaktadır: “Andolsun ki sizi” yani aslınızı, kendisinden çıktığınız temel maddenizi, babanız Âdem’i
“yarattık. Sonra da size” en güzel şekilde ve en güzel ölçüler ile
“şekil verdik.” Ayrıca Yüce Allah Adem’e, iç suretinin kendisi ile kemale ereceği şeyleri, yani her şeyin ismini de öğrettikten sonra şerefli meleklere ona ikram, saygı ve onun faziletini açığa çıkarmak üzere secde etmelerini emretti. Onlar da Rab’lerinin emirlerine uydular ve hep birlikte
“secde ettiler. Ancak İblis hariç” O, hem Âdem’e karşı büyüklenerek, hem de kendisini beğenip böbürlenerek secde etmeyi kabul etmedi.
Yüce Allah da bu tutumu dolayısı ile onu şöyle azarladı:
#
{12} فوبَّخه الله على ذلك، وقال ما منعك أن تسجد لما خلقت بيديَّ أي شرفته وفضلته بهذه الفضيلة التي لم تكن لغيرِهِ، فعصيتَ أمري وتهاونت بي. {قال} إبليسُ معارضاً لربِّه: {أنا خيرٌ منه}، ثم برهن على هذه الدعوى الباطلة بقوله له: {خلَقْتَني من نارٍ وخلقتَهُ من طينٍ}: وموجب هذا أن المخلوق من نار أفضل من المخلوق من طين لعلوِّ النار على الطين وصعودها.
وهذا القياس من أفسد الأقيسة؛ فإنه باطلٌ من عدة أوجه:
منها: أنه في مقابلة أمر الله له بالسجود، والقياس إذا عارض النصَّ فإنه قياسٌ باطل؛ لأنَّ المقصود بالقياس أن يكون الحكم الذي لم يأت فيه نصٌّ يقارب الأمور المنصوص عليها ويكون تابعاً لها، فأما قياس يعارضها ويلزم من اعتباره إلغاء النصوص؛ فهذا القياس من أشنع الأقيسة.
ومنها: أنَّ قولَه: {أنا خيرٌ منه}؛ بمجرَّدها كافية لنقص إبليس الخبيث؛ فإنَّه برهن على نقصه بإعجابه بنفسه وتكبُّره والقول على الله بلا علم، وأيُّ نقص أعظم من هذا؟!
ومنها: أنه كَذَبَ في تفضيل مادة النار على مادة الطين والتراب؛ فإنَّ مادة الطين فيها الخشوعُ والسكونُ والرزانةُ، ومنها تظهر بركات الأرض من الأشجار وأنواع النبات على اختلاف أجناسه وأنواعه، وأما النار؛ ففيها الخفة والطيش والإحراق.
12.
“Ben sana emrettiğim halde” ellerimle yarattığım ve bu sayede kendisini şereflendirdiğim, başkasına ait olmayan bu üstün fazilete sahip kıldığım bu zata
“seni secde etmekten alıyokan nedir?” Sen niçin benim emrime isyan ettin ve benim emrimi önemsemedin? İblis de Rabbine itiraz ederek
“dedi ki: Ben ondan daha hayırlıyım.” Daha sonra İblis,
bu batıl iddiasına delil göstermek üzere: “Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın” dedi. Buna göre ateşten yaratılan varlık, çamurdan yaratılandan daha faziletli olmalıdır. Çünkü ateş, çamura göre daha üstündür ve daha yükseklere çıkar. Ancak bu kıyas, en bozuk ve en tutarsız kıyas şekillerinden birisidir. Çünkü bu,
çeşitli açılardan batıldır: 1. Evvela bu kıyasa Allah’ın ona secde etme emrini vermesine rağmen başvurmuştur. Kıyas ise nassa karşı olduğu zaman batıldır. Çünkü kıyastan maksat, hakkında nas bulunmayan bir hususa ait hükmü, hakkında nas bulunan hususlara yakın ve onlara tâbi kılmaktır. Fakat nassa karşı olan ve göz önünde bulundurulması nasların ortadan kaldırılmasını gerektiren bir kıyas, en kötü ve en çirkin kıyastır. 2.
İblis’in: “Ben ondan daha hayırlıyım” sözü bile tek başına o habis İblis’in ne kadar eksik ve kusurlu olduğunu ortaya koymaya yeterlidir. Çünkü o kendisini beğenmek, büyüklenmek, Allah’a karşı bilgisizce söz söylemek sureti ile eksik ve kusurlu olduğunu belgelemiştir. Bundan daha büyük bir kusur ve eksiklik ne olabilir? 3. İblis ateşi çamur ve topraktan üstün kabul etmekle de yalan söylemiştir. Çünkü çamurun ana maddesinde tevazu, sükun ve metanet vardır. Çeşitli cins ve türleri ile ağaçlar ve bitkiler gibi her türlü bereketin kaynağı odur. Ateşte ise hafiflik, bilinçsizce hareket ve yakıcılık özelliği vardır.
İşte bundan dolayı İblis’in başına gelenler geldi ve o üstün mertebesinden aşağıların aşağısına düştü.
#
{13} ولهذا؛ لما جرى من إبليس ما جرى؛ انحطَّ من مرتبته العالية إلى أسفل السافلين، فقال الله له: اهبطْ {منها} أي: من الجنة، {فما يكونُ لك أن تتكبَّرَ فيها}: لأنها دار الطيبين الطاهرين، فلا تَليقُ بأخبث خَلْق الله وأشرهم، {فاخرُجْ إنَّك من الصاغرين}؛ أي: المهانين الأذلين؛ جزاء على كبره وعجبه بالإهانة والذل.
13.
Yüce Allah da ona: “Öyleyse hemen in oradan.” yani cennetten;
“artık orada kibirlenmek haddin değildir.” Çünkü orası iyi ve temiz olanların yurdudur. Allah’ın yarattıklarının en kötü ve en murdarına yakışmaz.
“Hemen çık git, çünkü sen aşağılıklardansın.” Zelil kılınmış, küçültülmüş, hakir düşürülmüş kimselerdensin. Bu ise onun kibrine, kendisini beğenmesine karşılık hakir ve zelil düşürülmekle cezalandırıldığını ortaya koymaktadır.
#
{14 ـ 15} فلما أعلن عدوُّ الله بعداوة الله وعداوة آدم وذريَّته؛ سأل الله النَّظِرة والإمهال إلى يوم البعث؛ ليتمكَّنَ من إغواءِ ما يقدِرُ عليه من بني آدم، ولما كانت حكمة الله مقتضيةً لابتلاء العباد واختبارهم ليتبيَّنَ الصادق من الكاذب ومَن يطيعه ومن يطيع عدوَّه؛ أجابه لما سأل، فقال: {إنَّك من المُنظَرينَ}.
14-15. Allah’ın düşmanı, hem Allah’a hem Âdem’e hem de onun soyundan gelenlere düşmanlığını ilan ettikten sonra Yüce Allah’tan kendisine öldükten sonra diriliş gününe kadar süre tanınmasını, mühlet verilmesini istedi. Böylelikle Âdemoğullarından gücünün yettiği kimseleri azdırma imkânını elde etmek istedi. Yüce Allah'ın hikmeti, kimin doğru, kimin yalancı, kimin kendisine itaat eden,
kimin düşmanına itaat eden olduğunu açıkça ortaya çıkarmayı ve kullarını sınamayı gerekli kıldığından O da İblis’in isteğini kabul ederek: “Haydi (öyle olsun), sen mühlet verilmişlerdensin.” buyurdu.
{قَالَ فَبِمَا أَغْوَيْتَنِي لَأَقْعُدَنَّ لَهُمْ صِرَاطَكَ الْمُسْتَقِيمَ (16) ثُمَّ لَآتِيَنَّهُمْ مِنْ بَيْنِ أَيْدِيهِمْ وَمِنْ خَلْفِهِمْ وَعَنْ أَيْمَانِهِمْ وَعَنْ شَمَائِلِهِمْ وَلَا تَجِدُ أَكْثَرَهُمْ شَاكِرِينَ (17)}
16-
Dedi ki: “Beni azgınlığa ittiğin için ben de andolsun senin doğru yolunda otur(up onlara engel ol)acağım.” 17- Sonra andolsun önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından onlara sokulacağım. Böylece onların çoğunu şükredenlerden bulamayacaksın.
#
{16} أي: قال إبليس لَمَّا أُبْلِسَ وأَيِسَ من رحمة الله: {فبما أغْوَيْتَني لأقعدنَّ لهم}؛ أي: للخلق {صراطك المستقيم}؛ أي: لألزمنَّ الصِّراط، ولأسعى غاية جهدي على صدِّ الناس عنه وعدم سلوكهم إياه.
16.
İblis de Allah’ın rahmetinden ümidini kesince şöyle dedi: “Beni azgınlığa ittiğin için, ben de andolsun senin doğru yolunda oturup onlara” yani insanlara
“engel olacağım.” Ben o yoldan ayrılmayacak ve bütün gücümle insanları senin doğru yolundan alıkoymak için çalışacak, o yolu izlememeleri için gayret göstereceğim.
#
{17} {ثمَّ لآتِيَنَّهُم مِنْ بينِ أيديهم ومن خلفِهم وعن أيمانِهِم وعن شمائِلِهم}؛ أي: من جميع الجهات والجوانب، ومن كل طريق يتمكن فيه من إدراك بعض مقصوده فيهم، ولما علم الخبيثُ أنهم ضعفاء قد تغلب الغفلةُ على كثير منهم، وكان جازماً ببذل مجهوده على إغوائهم؛ ظنَّ ـ وصدق ظنُّه ـ فقال: {ولا تجدُ أكثرَهُم شاكرينَ}: فإنَّ القيام بالشكر من سلوك الصراط المستقيم، وهو يريدُ صدَّهم عنه وعدم قيامهم به؛ قال تعالى: {إنَّما يَدْعو حِزْبَه ليكونوا من أصحابِ السَّعير}، وإنما نَبَّهَنا الله على ما قال، وعزم على فعله، لنأخذَ منه حِذْرَنا، ونستعدَّ لعدوِّنا، ونحترزَ منه بعلْمِنا بالطُرُق التي يأتي منها ومداخله التي ينفذ منها؛ فله تعالى علينا بذلك أكمل نعمة.
17.
“Sonra andolsun önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından onlara sokulacağım.” Yani bütün yönlerden, dört bir yandan, imkân bulacağım her bir taraftan onlara yaklaşacağım. Onlar hakkında gözettiğim maksadımı -kısmen de olsa- gerçekleştireceğim. İblis, Âdemoğullarının zayıf kimseler olduklarını,
bazen onların pek çoğunun gafletin etkisi altında kalacağını bildiğinden ve onları azdırmak için bütün gücünü ortaya koymakta kararlı olduğundan haklı bir zanda bulunarak: “Böylece çoğunu şükredenlerden bulamayacaksın” dedi. Çünkü Allah’a şükretmek, O’nun dosdoğru yolunu izlemenin bir parçasıdır. O da onları o yoldan alıkoymak ve şükretmemelerini istemektedir.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “O, kendi taraftarlarını ancak alevli ateşin arkadaşları olsunlar diye çağırır.” (Fatır, 35/6) Yüce Allah da şeytanın söylediklerine ve yapmaya azmettiği işe dikkatimizi çekmektedir ki biz bu konuda tedbirimizi alalım, düşmanımıza karşı hazırlığımızı yapalım, karşımıza çıkacağı yolları ve içerisinden gireceği delikleri bilmek sureti ile kendimizi ona karşı koruyalım. Yüce Allah’ın üzerimizdeki bu nimeti, pek yüce ve pek büyüktür.
{قَالَ اخْرُجْ مِنْهَا مَذْءُومًا مَدْحُورًا لَمَنْ تَبِعَكَ مِنْهُمْ لَأَمْلَأَنَّ جَهَنَّمَ مِنْكُمْ أَجْمَعِينَ (18)}.
18-
Buyurdu ki: “Kınanmış ve kovulmuş olarak çık oradan! Yemin ederim ki onlardan kim sana uyarsa cehennemi sizin hepinizle dolduracağım.”
#
{18} أي: قال الله لإبليس لما قال ما قال: {اخرُجْ منها}: خروج صَغار واحتقار، لا خروج إكرام، بل {مذؤوماً}؛ أي: مذموماً، {مدحوراً}: مبعداً عن الله وعن رحمته وعن كل خير. {لأملأنَّ جهنَّم}: منك وممَّن تَبِعَكَ منهم {أجمعين}: وهذا قَسَمٌ من الله تعالى أن النار دار العصاة، لا بد أن يملأها من إبليس وأتباعه من الجن والإنس.
18.
Yani İblis söyleyeceklerini söyledikten sonra Yüce Allah da: “kınanmış ve kovulmuş olarak” yani Allah’tan, Allah’ın rahmetinden, her türlü hayırdan uzaklaştırılmış ve yerilmiş olarak, mükerrem bir şekilde değil de hakir ve küçük düşürülmüş olarak
“çık oradan. Yemin ederim ki onlardan kim sana uyarsa cehennemi sizin hepinizle” senle ve onlardan sana uyanlarla
“dolduracağım, buyurdu.” Bu, Allah’ın, ateşin isyankârlara ait bir yurt olduğuna dair bir yemindir. Burasını İblis ve ona uyan cinlerle insanlardan doldurması da kaçınılmazdır.
Daha sonra Yüce Allah, Âdem’i İblis’in kötülük ve fitnelerine karşı sakındırarak şöyle buyurmaktadır:
{وَيَاآدَمُ اسْكُنْ أَنْتَ وَزَوْجُكَ الْجَنَّةَ فَكُلَا مِنْ حَيْثُ شِئْتُمَا وَلَا تَقْرَبَا هَذِهِ الشَّجَرَةَ فَتَكُونَا مِنَ الظَّالِمِينَ (19) فَوَسْوَسَ لَهُمَا الشَّيْطَانُ لِيُبْدِيَ لَهُمَا مَا وُورِيَ عَنْهُمَا مِنْ سَوْآتِهِمَا وَقَالَ مَا نَهَاكُمَا رَبُّكُمَا عَنْ هَذِهِ الشَّجَرَةِ إِلَّا أَنْ تَكُونَا مَلَكَيْنِ أَوْ تَكُونَا مِنَ الْخَالِدِينَ (20) وَقَاسَمَهُمَا إِنِّي لَكُمَا لَمِنَ النَّاصِحِينَ (21) فَدَلَّاهُمَا بِغُرُورٍ فَلَمَّا ذَاقَا الشَّجَرَةَ بَدَتْ لَهُمَا سَوْآتُهُمَا وَطَفِقَا يَخْصِفَانِ عَلَيْهِمَا مِنْ وَرَقِ الْجَنَّةِ وَنَادَاهُمَا رَبُّهُمَا أَلَمْ أَنْهَكُمَا عَنْ تِلْكُمَا الشَّجَرَةِ وَأَقُلْ لَكُمَا إِنَّ الشَّيْطَانَ لَكُمَا عَدُوٌّ مُبِينٌ (22) قَالَا رَبَّنَا ظَلَمْنَا أَنْفُسَنَا وَإِنْ لَمْ تَغْفِرْ لَنَا وَتَرْحَمْنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ (23)}
19-
“Ey Adem, sen ve eşin cennette yerleşin ve ikiniz de dilediğiniz yerden yiyin. Yalnız bu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz.”
20-
Derken şeytan kendilerine gizli bırakılmış avret yerlerini kendilerine göstermek için onlara vesvese verdi ve: “Rabbiniz size bu ağacı ancak iki melek yahut ebedi kimseler olmayasınız diye yasakladı” dedi.
21-
Ve her ikisine: “Şüphesiz ben, size öğüt verenlerdenim” diye de yemin etti.
22- Nihâyet ikisini de aldatarak mertebelerini düşürdü. Ağaçtan tattıklarında avret yerleri kendilerine göründü ve üzerlerine cennet yapraklarından koyarak
(avretlerini örtmeye) başladılar.
Rab’leri de onlara: “Ben, size o ağacı yasak etmedim mi ve size şeytan gerçekten sizin apaçık bir düşmanınızdır, demedim mi?” diye seslendi.
23-
Dediler ki: “Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen şüphe yok ki zarara uğrayanlardan oluruz.”
#
{19} أي: أمر الله تعالى آدم وزوجته حواء التي أنعم الله بها عليه ليسكن إليها أن يأكلا من الجنة حيث شاءا ويتمتعا فيها بما أرادا؛ إلا أنه عيَّن لهما شجرةً ونهاهما عن أكلها، والله أعلم ما هي، وليس في تعيينها فائدةٌ لنا، وحرَّم عليهما أكلها؛ بدليل قوله: {فتكونا من الظالمين}.
19. Yani Yüce Allah Adem’e ve onunla huzur bulsun diye ona ihsan etmiş olduğu zevcesi Havva’ya cennetten istedikleri gibi yiyebileceklerini ve diledikleri şekilde faydalanabileceklerini söyledi. Ancak onlara belli bir ağacı istisna ettiğini belirterek ondan yemelerini yasakladı. Bu ağacın ne ağacı olduğunu en iyi bilen Allah’tır. Onun ne ağacı olduğunu bilmemizde bizim için faydalı olacak bir taraf da yoktur. İşte Allah onlara bu ağaçtan yemelerini haram kılmıştır.
Buna delil ise Yüce Allah’ın: “yoksa zalimlerden olursunuz” buyruğudur.
Her ikisi de Yüce Allah’ın bu emrine uymaya devam ettiler. Bu, düşmanları İblis, hile ve tuzakları ile kendilerine sokuluncaya kadar devam etti.
#
{20} فلم يزالا ممتثلينِ لأمر الله حتى تغلغل إليهما عدوُّهما إبليس بمكره، فوسوس لهما وسوسةً خدَعَهما بها وموَّه عليهما وقال: {ما نهكُما ربُّكما عن هذه الشجرة إلَّا أن تكونا مَلَكَيْن}؛ أي: من جنس الملائكة، {أو تكونا مِنَ الخالدينَ}: كما قال في الآية الأخرى: {هل أدُلُّكَ على شجرةِ الخُلْدِ وملكٍ لا يَبْلى}.
20. İblis, onlara vesvese verdi ve bu vesvesesi ile onları aldattı,
gerçeği onlara başka türlü gösterdi ve onlara gerçeği tahrif ederek: “Rabbiniz size bu ağacı ancak iki melek” yani siz melek türünden olmayasınız
“yahut ebedi kimselerden olmayasınız diye yasakladı, dedi” Bir başka âyette de bu husus şöyle ifade edilmektedir:
“Ey Adem, sana ebedilik ağacını ve sonu gelmez bir mülkü göstereyim mi?” (Tâhâ, 20/120)
#
{21} ومع قوله هذا أقسم لهما بالله: {إني لكما لمن الناصحين}؛ أي: من جملة الناصحين؛ حيث قلت لكما ما قلتُ.
21.
İblis bu sözleri ile birlikte bir de Allah adına onlara şöyle yemin etti: “Şüphesiz ben size öğüt verenlerdenim.” Yani ben size nasihat verenlerdenim; o yüzden size bunları söylüyorum, dedi. İkisi de bu sözlere aldandılar, böyle bir durumda arzuları akıllarına galip geldi.
#
{22} فاغترَّا بذلك، وغلبت الشهوة في تلك الحال على العقل، {فدلاَّهما}؛ أي: أنزلهما عن رتبتهما العالية التي هي البعدُ عن الذنوب والمعاصي إلى التلوُّث بأوضارِها، فأقدما على أكلها، {فلمَّا ذاقا الشجرةَ بَدَتْ لهما سوآتُهما}؛ أي: ظهرت عورة كل منهما بعدما كانت مستورةً، فصار للعري الباطن من التقوى في هذه الحال أثرٌ في اللباس الظاهر حتى انخلع، فظهرت عوراتُهما، ولما ظهرتْ عوراتُهما؛ خَجِلا وجَعَلا يخصِفان على عوراتهما من أوراق شجر الجنة ليستترا بذلك، {وناداهما ربهما}: وهما بتلك الحال ـ موبِّخاً ومعاتباً ـ: {ألم أنْهَكُما عن تلكما الشجرةِ وأقل لكما إنَّ الشيطان لكما عدوٌّ مبينٌ}: فَلِمَ اقترفتُما المنهيَّ وأطعتما عدوَّكما؟!
22.
“Nihâyet ikisini de aldatarak mertebelerini düşürdü.” Onları günahlardan ve masiyetlerden uzak oldukları o üstün mertebelerinden günah ve masiyetin pislikleri ile kirlenme seviyesine indirdi ve her ikisi de o yasak ağaçtan yeme cüretini gösterdi.
“Ağacı tattıklarında avret yerleri kendilerine göründü.” Önceleri örtülü iken her ikisinin de avretleri ortaya çıktı. İşte böyle bir durumda batının takvadan sıyrılması, zahir elbise üzeridne de etkili oldu. Böylece elbiseleri de üzerlerinden sıyrıldı ve avretleri göründü. Avretleri görününce her ikisi de utandılar. Bu sefer cennet ağaçlarının yapraklarını alıp örtünmek için avret yerlerinin üstüne koymaya başladılar.
“Rableri de onlara” bu halde iken onları azarlayarak:
“Ben size o ağacı yasak etmedim mi ve size şeytan gerçekten sizin apaçık düşmanınızdır demedim mi, diye seslendi.” Niçin yasak kılınan bir şeyi işlediniz ve düşmanınıza itaat ettiniz?
#
{23} فحينئذٍ مَنَّ الله عليهما بالتوبة وقَبولها، فاعترفا بالذنب، وسألا من الله مغفرتَه، فقالا: {ربَّنا ظَلمْنا أنفُسَنا وإن لم تغفرْ لنا وترحَمْنا لَنَكونَنَّ من الخاسرينَ}؛ أي: قد فعلنا الذنب الذي نبَّهتنا عنه وأضررنا بأنفسنا باقتراف الذنب، وقد فعلنا سببَ الخسار إن لم تغفرْ لنا بمحو أثر الذنب وعقوبته وترحَمْنا بقَبول التوبة والمعافاة من أمثال هذه الخطايا، فغفر الله لهما ذلك، وعصى آدمُ ربَّه فغوى. ثم اجتباه ربُّه فتاب عليه وهَدَى. هذا وإبليس مستمرٌّ على طغيانِهِ، غير مقلع من عصيانه؛ فمن أشبه آدم بالاعتراف وسؤال المغفرة والندم والإقلاع إذا صدرت منه الذُّنوب؛ اجتباهُ ربُّه وهداه، ومن أشبهَ إبليس إذا صدر منه الذنبُ لا يزالُ يزدادُ من المعاصي؛ فإنه لا يزداد من الله إلا بعداً.
23. İşte o vakit Yüce Allah onlara hem tevbe etmeyi hem de tevbelerinin kabul edilmesi nimetini lütfetti.
Onlar da günahlarını itiraf ettiler ve Yüce Allah’tan bağışlanma dileyerek şöyle dediler: “Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik…” Yani biz, hakkında bizi uyarmuş olduğun günahı işledik, bu günahı işlemekle de kendimize zarar verdik, hüsrana uğramaya sebep olan bir iş işledik. Eğer bu günahın izini silmek ve cezasını affetmek sureti ile
“bizi bağışlamaz”, tevbemizi kabul ederek ve buna benzer başka günahlardan yana esenlik vererek
“bize merhamet” buyurmayacak olursan hiç şüphesiz biz
“zarara uğrayanlardan oluruz.” Yüce Allah da onların bu günahlarını bağışladı:
“Adem, Rabbine karşı geldi ve şaşırdı. Sonra Rabbi onu seçti, tevbesini kabul etti ve onu doğruya iletti.” (Taha, 20/121-122)
Bununla birlikte İblis azgınlığını devam ettirmekte ve isyanından vazgeçmemektedir. Bu yüzden her kim günah işlediği takdirde günahını itiraf etmek, mağfiret dilemek, pişmanlık duymak, günahından vazgeçmek suretiyle Adem’e benzeyecek olursa Rabbi onu seçer ve onu doğruya iletir. Her kim de günah işleyip masiyetlerini daha da artırmak sureti ile İblis’e benzeyecek olursa hiç şüphesiz o kimse de bu tutumu ile ancak Allah’tan uzaklaşmasını artırmış olacaktır.
{[قَالَ اهْبِطُوا بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ وَلَكُمْ فِي الْأَرْضِ مُسْتَقَرٌّ وَمَتَاعٌ إِلَى حِينٍ] (24) قَالَ فِيهَا تَحْيَوْنَ وَفِيهَا تَمُوتُونَ وَمِنْهَا تُخْرَجُونَ (25) يَابَنِي آدَمَ قَدْ أَنْزَلْنَا عَلَيْكُمْ لِبَاسًا يُوَارِي سَوْآتِكُمْ وَرِيشًا وَلِبَاسُ التَّقْوَى ذَلِكَ خَيْرٌ ذَلِكَ مِنْ آيَاتِ اللَّهِ لَعَلَّهُمْ يَذَّكَّرُونَ (26)}.
24-
Buyurdu ki: “Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Yeryüzünde sizin için bir zamana kadar (kalacağınız) bir karar yeri ve geçim vardır.”
25-
“Orada yaşayacak, orada ölecek ve yine oradan (diriltilip) çıkarılacaksınız.” buyurdu.
26- Ey Ademoğulları! Size hem avret yerlerinizi örtecek bir elbise hem de süsleneceğiniz bir elbise indirdik. Takvâ elbisesine gelince işte o daha hayırlıdır. Bu, Allah’ın delillerindendir, belki düşünüp öğüt alırlar.
#
{24 ـ 25} أي: لما أهبط الله آدم وزوجته وذريتهما إلى الأرض؛ أخبرهما بحال إقامتهم فيها، وأنه جعل لهم فيها حياةً، يتلوها الموتُ مشحونةً بالامتحان والابتلاء، وأنهم لا يزالون فيها، يرسِلُ إليهم رسلَه، ويُنْزِلُ عليهم كتبه، حتى يأتِيَهُمُ الموت فيدفَنون فيها، ثم إذا استكملوا بَعَثَهم اللهُ، وأخرجهم منها إلى الدارِ التي هي الدار حقيقة، التي هي دار المقامة.
[24.
“Kiminiz kiminize düşman olarak inin.” Yani Âdem ve zürriyeti ile İblis ve zürriyeti düşmandırlar. Bilindiği gibi düşman bir kimse düşmanına zarar vermek, ona kötülük yapmak için her türlü yolu dener, her fırsatta onu hayırdan mahrum bırakmaya çalışır. İşte bu çerçevede Âdem’in oğulları şeytana karşı uyarılmaktadırlar. Daha sonra Yüce Allah indirilmenin nihai yerinin yeryüzü olduğunu bildirerek
“yeryüzünde sizin için bir zamana kadar” yani ecellerinizin biteceği vakte kadar
“bir karar yeri” mesken ve yerleşecek yer
“ve geçim vardır.” Ecellerinizin bitiminden sonra ise o dünyadan kendisi için yaratılmış olduğunuz ve sizin için yaratılmış bulunan
(ahiret) yurduna intikal edeceksiniz.
Bu ayette şu ifade edilmektedir: Yeryüzündeki hayat süreli ve geçici. Yeryüzü gerçek mesken değildir, sadece bir geçiş yeridir. Orada bu ebedi yurt için azık hazırlanır; yoksa orası ebedi kalacak şekilde imar edilmez.]
[10]
25. Yani Yüce Allah, Adem’i, onun eşini ve onların soyundan gelecekleri yeryüzüne indirdikten sonra onlara yeryüzünde kalacaklarını, orada onlara bir hayat takdir etmiş olduğunu, bunun arkasından ölümün geleceğini, yeryüzünün imtihan ve sınamalarla dolu olduğunu, yeryüzünde kaldıkları süre zarfında kendilerine peygamberlerini göndereceğini, üzerlerine kitaplarını indireceğini, sonunda ölüm gelince de orada defnedileceklerini haber vermiştir. Nihâyet kabirdeki süreleri de dolduktan sonra Allah onları ölümlerinden sonra diriltecek ve oradan ebedi kalınacak ve gerçek yurt olan ahiret yurduna gitmek üzere o yerden çıkartacaktır.
#
{26} ثم امتنَّ عليهم بما يسَّر لهم من اللباس الضروري واللباس الذي المقصود منه الجمال، وهكذا سائر الأشياء كالطعام والشراب والمراكب والمناكح، ونحوها قد يسر الله للعباد ضروريَّها ومكمِّل ذلك، وبيَّن لهم أن هذا ليس مقصوداً بالذات، وإنَّما أنزله الله ليكون معونةً لهم على عبادته وطاعته، ولهذا قال: {ولباسُ التَّقوى ذلك خيرٌ}: من اللباس الحسيِّ؛ فإن لباس التقوى يستمرُّ مع العبد ولا يبلى ولا يبيد، وهو جمال القلب والروح، وأما اللباس الظاهريُّ؛ فغايتُه أن يستُر العورة الظاهرة في وقت من الأوقات، أو يكون جمالاً للإنسان، وليس وراء ذلك منه نفع. وأيضاً؛ فبتقدير عدم هذا اللباس تنكشف عورتُهُ الظاهرةُ التي لا يضرُّه كشفُها مع الضرورة، وأما بتقدير عدم لباس التقوى؛ فإنها تنكشف عورته الباطنة، وينال الخزيَ والفضيحة. وقوله: {ذلك من آيات الله لعلَّهم يذَّكَّرونَ}؛ أي: ذلك المذكور لكم من اللباس مما تذكرون به ما ينفعُكم، ويضرُّكم، وتستعينون باللباس الظاهر على الباطن.
26. Daha sonra Yüce Allah zaruri elbise ile güzellik amacıyla giyilen elbise edinme imkânını onlara kolaylaştırmış olma lütfunu hatırlatmaktadır. Yiyecek, içecek, binek, nikah vb. nimetler de bu kabildendir. Yüce Allah bunların da hem zaruri olanlarını hem de onları tamamlayıcı ve lüks nitelikte olanlarını da ihsan etmiştir. Ayrıca Yüce Allah bunların asıl maksat olmadıklarını, aksine onları kendisine ibadete ve itaate yardımcı olsun diye indirmiş olduğunu beyan etmektedir.
İşte bundan dolayı: “Takva elbisesine gelince işte o daha hayırlıdır” buyurmaktadır. Yani takva elbisesi maddi elbiseden daha hayırlıdır. Çünkü takva elbisesinin varlığı kulun varlığı ile birlikte devam eder gider. Eskimez ve çürümez. Ayrıca o, kalbin ve ruhun güzelliğidir.
Maddi elbise ise en fazla belli bir süre maddi avreti örter ya da kişi için bir güzellik sebebi olur. Bunun ötesinde bir faydası yoktur. Aynı şekilde böyle bir elbisenin olmadığını farz edecek olsak maddi avreti açıkta kalır ki kişinin zaruret halinde onu açmasının bir zararı yoktur. Ancak takva elbisesi olmayacak olursa o takdirde kişinin batınî avreti de açığa çıkar ki bunun sonucunda o, rezil ve rüsvay olur.
“Bu, Allah’ın delillerindendir, belki öğüt alırlar” Yani zikri geçen bu elbiseler, sizin faydanıza ve zararınıza olacak şeyleri düşünerek ve zahir elbiseyi batına kıyas ederek ders alacağınız hususlar arasındadır.
{يَابَنِي آدَمَ لَا يَفْتِنَنَّكُمُ الشَّيْطَانُ كَمَا أَخْرَجَ أَبَوَيْكُمْ مِنَ الْجَنَّةِ يَنْزِعُ عَنْهُمَا لِبَاسَهُمَا لِيُرِيَهُمَا سَوْآتِهِمَا إِنَّهُ يَرَاكُمْ هُوَ وَقَبِيلُهُ مِنْ حَيْثُ لَا تَرَوْنَهُمْ إِنَّا جَعَلْنَا الشَّيَاطِينَ أَوْلِيَاءَ لِلَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ (27)}
27- Ey Ademoğulları! Şeytan, avret yerlerini kendilerine göstermek için üzerlerinden elbiselerini sıyırmak suretiyle ana babanızı
(aldatıp) cennetten çıkardığı gibi sakın sizi de
(aldatıp) fitneye düşürmesin. Çünkü o da kabilesi de sizi sizin kendilerini göremeyeceğiniz yerden görürler. Şüphesiz biz şeytanları iman etmeyenlerin dostları kıldık.
#
{27} يقول تعالى محذِّراً لبني آدم أن يفعل بهم الشيطان كما فعل بأبيهم: {يا بني آدم لا يَفْتِنَنَّكُمُ الشيطانُ}: بأن يزيِّن لكم العصيانَ ويدعوكم إليه ويرغِّبكم فيه فتنقادون له، {كما أخرجَ أبَوَيْكم من الجنة}: وأنزلهما من المحلِّ العالي إلى أنزل منه؛ فأنتم يريد أن يفعل بكم كذلك ولا يألو جهده عنكم حتى يفتِنَكم إن استطاع؛ فعليكم أن تجعلوا الحَذَرَ منه في بالكم، وأن تَلْبَسوا لامةَ الحرب بينَكم وبينه، وأن لا تغفلوا عن المواضع التي يدخل منها إليكم. فإنَّه يراقِبُكم على الدوام، و {يراكم هو وقَبيلُهُ}: من شياطين الجن {من حيث لا تَرَوْنَهم إنا جعلنا الشياطينَ أولياءَ للذين لا يؤمنونَ}: فعدمُ الإيمان هو الموجبُ لعقد الولاية بين الإنسان والشيطان. {إنَّه ليسَ له سلطانٌ على الذين آمنوا وَعلى ربِّهِمْ يَتَوَكَّلونَ. إنَّما سلطانُهُ على الذين يَتَوَلَّوْنَهُ والذين هم بِهِ مشركونَ}.
27.
Yüce Allah Ademoğullarını şeytanın babalarına yaptıklarının bir benzerini yapmasına karşılık uyarıp sakındırarak şöyle buyurmaktadır: “Ey Ademoğulları! Şeytan… ana babanızı (aldatıp) cennetten çıkardığı” ve onların o yüksek yerden daha aşağılara inmelerine sebep olduğu
“gibi sakın sizi de” günahları size süslü göstermek, sizi isyana çağırmak, isyan arzunuzu harekete geçirmek sureti ile
“(aldatıp) fitneye düşürmesin” ve siz de sakın ona itaat etmeyesiniz. Zira o, size de aynı şeyleri yapmak istemektedir. Gücü yettiği takdirde sizi fitneye düşürüp azdırmaktan yana elinden gelen hiçbir şeyi esirgemez. Ondan sakınmayı hiç hatırınızdan çıkarmayın. Aranızdaki savaş dolayısı ile daima savaş elbiseleriniz üzerinizde olsun. Onun, içinize sızmasına imkan verecek yerlerden hiçbir zaman gafil olmayın.
“Çünkü o” sürekli olarak sizleri gözetlemekte ve hem o hem de “kabilesi” olan cin şeytanları
“sizi sizin kendilerini göremeyeceğiniz yerden görürler.”
“Şüphesiz biz şeytanları iman etmeyenlerin dostları kıldık.” İşte iman etmemek, insan ile şeytan arasında dostluk ve dayanışma akdini gerekli kılan bir husustur. Bununla birlkte
“iman edip yalnız Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun hiçbir hakimiyeti yoktur. Onun hakimiyeti ancak kendisini dost edinip de onu Allah’a ortak koşanlar üzerindedir.” (en-Nahl, 16/99-100)
{وَإِذَا فَعَلُوا فَاحِشَةً قَالُوا وَجَدْنَا عَلَيْهَا آبَاءَنَا وَاللَّهُ أَمَرَنَا بِهَا قُلْ إِنَّ اللَّهَ لَا يَأْمُرُ بِالْفَحْشَاءِ أَتَقُولُونَ عَلَى اللَّهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ (28) قُلْ أَمَرَ رَبِّي بِالْقِسْطِ وَأَقِيمُوا وُجُوهَكُمْ عِنْدَ كُلِّ مَسْجِدٍ وَادْعُوهُ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ كَمَا بَدَأَكُمْ تَعُودُونَ (29) فَرِيقًا هَدَى وَفَرِيقًا حَقَّ عَلَيْهِمُ الضَّلَالَةُ إِنَّهُمُ اتَّخَذُوا الشَّيَاطِينَ أَوْلِيَاءَ مِنْ دُونِ اللَّهِ وَيَحْسَبُونَ أَنَّهُمْ مُهْتَدُونَ (30)}.
28-
Onlar bir hayasızlık yapsalar: “Biz atalarımızı böyle bulduk. Allah da bize bunu emretti” derler.
De ki: “Allah (asla) hayasızlığı emretmez. Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?”
29-
De ki: “Rabbim adaleti emretti. Her secde yerinde yüzlerinizi (O’na) çevirin ve dininizi halis kılarak O’na dua edin. Sizi ilkin yarattığı gibi yine (O’na) döneceksiniz.”
30- O, bir gruba hidâyet vermiştir, bir gruba da dalalet hak olmuştur. Çünkü onlar, Allah’ı bırakıp şeytanları kendilerine dost edinmişlerdir. Üstelik onlar, doğru yolda olduklarını sanırlar.
#
{28} يقول تعالى مبيِّناً لقبح حال المشركين الذين يفعلون الذنوب وينسبون أن اللهَ أمرهم بها: {وإذا فعلوا فاحشةً}: وهي كل ما يُستفحش ويُستقبح، ومن ذلك طوافهم بالبيت عراة، {قالوا وَجَدْنا عليها آباءَنا}: وصَدَقوا في هذا، {واللهُ أمَرَنا بها}: وكذبوا في هذا، ولهذا ردَّ الله عليهم هذه النسبة، فقال: {قل إنَّ الله لا يأمرُ بالفحشاء}؛ أي: لا يليق بكماله وحكمته أن يأمر عبادَه بتعاطي الفواحش، لا هذا الذي يفعله المشركون ولا غيره، {أتقولونَ على الله ما لا تَعْلَمونَ}: وأيُّ افتراء أعظم من هذا؟
28.
Yüce Allah günah işleyen ve bu günahı Allah’a nispet ederek bunu kendilerine Allah’ın emrettiğini ileri süren müşriklerin durumunun çirkinliğini beyan ederek şöyle buyurmaktadır: “Onlar bir hayasızlık yapsalar” ki hayasızlık her türlü çirkin ve hoş karşılanmayan iştir. Beytullah’ı çıplak tavaf etmeleri de bunlardan birisidir.
“Biz atalarımızı böyle bulduk” bu iddiaları doğrudur
“Allah da bize bunu emretti, derler”; ancak bu iddiaları yalandır. Çünkü Yüce Allah,
bu iddialarını redederek şöyle buyurmaktadır: “De ki: Allah (asla) hayasızlığı emretmez.” Yani ister müşriklerin bu yaptıkları olsun, ister başkalarınınkiler olsun, kulların hayasızlıkları işlemesini emretmesi O’nun kemaline ve hikmetine yakışmaz.
“Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” ki bundan daha büyük bir iftira olabilir mi?
#
{29} ثم ذكر ما يأمر به، فقال: {قل أمَرَ ربِّي بالقِسْط}؛ أي: بالعدل في العبادات والمعاملات، لا بالظلم والجور، {وأقيموا وجوهَكم عند كلِّ مسجدٍ}؛ أي: توجَّهوا لله، واجتهدوا في تكميل العبادات، خصوصاً الصلاة، أقيموها ظاهراً وباطناً، ونقُّوها من كل مُنَقِّص ومفسد. {وادعوه مخلصين له الدينَ}؛ أي: قاصدين بذلك وجهه وحدَه لا شريك له، والدعاء يشمل دعاء المسألة ودعاء العبادة؛ أي: لا تريدُون ولا تقصدون من الأغراض في دعائكم سوى عبودية الله ورضاه، {كما بدأكم}: أول مرة {تعودونَ}: للبعث؛ فالقادر على بدء خلقكم قادرٌ على إعادته، بل الإعادةُ أهون من البداءَة.
29.
Daha sonra Yüce Allah neleri emrettiğini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “De ki: Rabbim adaleti emretti.” Yani O, ibadetlerde de karşılıklı ilişkilerde de adaleti emretmiştir. Zulüm ve haksızlığı değil.
“Her secde yerinde yüzlerinizi (O’na) çevirin.” Yani Allah’a yöneltin; ibadetlerinizi özellikle namazı zahiren ve batınen en mükemmel şekilde eda etmek için bütün gayretinizi ortaya koyun, ibadetlerinizi her türlü eksiklikten ve ifsad edici unsurdan arındırın.
“Dininizi halis kılarak O’na dua edin.” İbadetinizde O’na hiçbir şey ortak koşmaksızın yalnızca O’nun rızasını gözetin. Dua hem istekte bulunma anlamındaki duayı hem de ibadet olan duayı kapsar. Yani sizler yapmış olduğunuz dualarınızda Yüce Allah’a kulluk ve O’nun rızasını elde etmekten başka hiçbir maksat gözetmeyin.
“Sizi ilkin yarattığı gibi yine” öldükten sonra dirilip O’na
“döneceksiniz.” Çünkü sizi yoktan var etmeye kadir olanın sizi tekrar diriltmeye de gücü yeter. Hatta diriltmek, ilk defa yaratmaktan daha da kolaydır.
#
{30} {فريقاً}: منكم، {هَدَى}: اللهُ؛ أي: وفَّقهم للهداية ويسَّر لهم أسبابها وصرف عنهم موانعها، {وفريقاً حقَّ عليهم الضَّلالة}؛ أي: وجبت عليهم الضَّلالة بما تسبَّبوا لأنفسهم وعملوا بأسباب الغواية. فإنَّهم {اتَّخذوا الشياطينَ أولياء من دون اللهِ}؛ ومن يتَّخذ الشيطان وليًّا من دون الله؛ فقد خسر خسراناً مُبِيناً؛ فحين انسلخوا من ولاية الرحمن واستحبوا ولاية الشيطان؛ حصل لهم النصيبُ الوافر من الخذلان، ووُكِلوا إلى أنفسهم فخسروا أشد الخسران. وهم يحسبونَ {أنَّهم مهتدونَ}: لأنهم انقلبت عليهم الحقائقُ، فظنُّوا الباطل حقًّا والحقَّ باطلاً.
وفي هذه الآيات دليلٌ على أن الأوامر والنواهي تابعة للحكمة والمصلحة؛ حيث ذكر تعالى أنه لا يُتَصَوَّر أن يأمر بما تستفحشه وتنكره العقول، وأنه لا يأمر إلا بالعدل والإخلاص.
وفيه دليلٌ على أن الهداية بفضل الله ومَنِّه، وأن الضلالة بخذلانه للعبد إذ تولى ـ بجهله وظلمه ـ الشيطانَ، وتسبَّب لنفسه بالضلال، وأن من حسب أنه مهتدٍ وهو ضالٌّ فإنه لا عذر له؛ لأنه متمكِّن من الهدى، وإنما أتاه حسبانه من ظلمه بترك الطريق الموصل إلى الهدى.
30. Sizden
“bir gruba” Allah “hidâyet vermiştir.” Yani onları hidâyete muvaffak kılmış, hidâyet sebeplerini onlara kolaylaştırmış, hidâyete engel olan hususları da onlardan uzaklaştırmıştır.
“Bir gruba da dalalet hak olmuştur.” İşledikleri sebebiyle ve yaptıkları azgınlıklardan ötürü haklarında sapıklık kaçınılmaz olmuştur.
“Çünkü onlar Allah’ı bırakıp şeytanları kendilerine dost edinmişlerdir.” Her kim Allah’ı bırakıp şeytanı dost edinirse apaçık bir hüsrana mahkum olur. Onlar da Rahman olan Allah’ın dostluğundan sıyrılıp şeytanı dost edinmeyi tercih edince Allah’ın yardımından alabildiğine mahrum kaldılar. Kendi hallerine bırakıldılar ve en ağır zarara uğradılar.
“Üstelik onlar, doğru yolda olduklarını sanırlar.” Çünkü onlar için gerçekler ters yüz olmuştur. Artık batılı hak, hakkı da batıl zannederler.
Bu âyet-i kerimede emir ve yasakların, hikmet ve maslahata tâbi olduğuna delil vardır. Çünkü ayette Yüce Allah'ın, akılların kabul etmeyeceği ve çirkin göreceği şeyleri emretmesinin düşünülemeyeceğini, aksine O’nun adaleti ve ihlası emrettiği bildirilmektedir.
Yine bu buyruklarda hidâyetin Allah’ın lütuf ve ihsanı ile olduğuna, sapıklığın ise Allah’ın, kulu yardımsız bırakması dolayısı ile söz konusu olduğuna delil vardır. Çünkü kişi, cahilliği ve zulmü sebebi ile şeytanı dost edinir ve böylelikle kendi kendisinin sapıklığa düşmesine sebep olur. Her kim sapık olduğu halde hidâyet üzere bulunduğunu zannedecek olursa böyle bir kimsenin ileri sürecek bir mazereti de kalmaz. Çünkü böyle bir kimse esasen hidâyet bulma imkânına da sahiptir. Ancak zulmünden kaynaklanan bu yersiz kanaati, onu hidâyete ulaştıran yolu terk etmeye itmiştir.
{يَابَنِي آدَمَ خُذُوا زِينَتَكُمْ عِنْدَ كُلِّ مَسْجِدٍ وَكُلُوا وَاشْرَبُوا وَلَا تُسْرِفُوا إِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُسْرِفِينَ (31)}
31- Ey Âdemoğulları! Her mescidde zinetinizi takının. Yiyin, için; israf etmeyin. Çünkü O, israf edenleri sevmez.
#
{31} يقول تعالى بعدما أنزل على بني آدم لباساً يواري سوآتهم وريشاً: {يا بني آدم خُذوا زينتكم عند كل مسجدٍ}؛ أي: استروا عوراتكم عند الصلاة كلِّها فرضها ونفلها؛ فإن سترها زينة للبدن؛ كما أن كشفها يدع البدن قبيحاً مشوهاً، ويحتمل أنَّ المراد بالزينة هنا ما فوق ذلك من اللباس النظيف الحسن. ففي هذا الأمر بستر العورة في الصلاة وباستعمال التجمل فيها ونظافة السترة من الأدناس والأنجاس. ثم قال: {وكلوا واشربوا}؛ أي: مما رزقكم الله من الطيبات، {ولا تسرِفوا}: في ذلك، والإسراف إما أن يكون بالزيادة على القدر الكافي والشره في المأكولات التي تضر بالجسم، وإما أن يكون بزيادة الترفُّه والتنوُّق في المآكل والمشارب واللباس، وإما بتجاوز الحلال إلى الحرام. {إنَّه لا يحبُّ المسرفين}: فإن السرف يبغضه الله، ويضرُّ بدن الإنسان ومعيشته، حتى إنه ربما أدَّت به الحالُ إلى أن يعجز عما يجب عليه من النفقات. ففي هذه الآية الكريمة الأمر بتناول الأكل والشرب والنهي عن تركهما وعن الإسراف فيهما.
31. Yüce Allah,
Ademoğullarına avret yerlerini örtmek ve süslenmek maksadı ile giyinsinler diye elbise indirdiğini bildirdikten sonra şimdi de: “Ey Ademoğulları, her mescidde zinetinizi takının” buyurmaktadır. Yani farz olsun nafile olsun her namaz esnasında avretlerinizi örtün. Çünkü avretin açılması, insan bedenini çirkin ve hoş olmayan bir şekilde göstermektedir. Diğer taraftan örtünmesi de beden için bir zinettir. Ayetteki
“zinet” kelimesinden kastın, avretin örtünmesinin yanı sıra güzel ve temiz elbise giymek anlamında olma ihtimali de vardır. Buna göre bu ayette namaz esnasında avretin örtülmesi, güzel elbiselerin giyilmesi ve bu elbisenin kirden ve pisliklerden uzak tutulması emredilmektedir.
Daha sonra Yüce Allah, “yiyin, için” buyurmaktadır. Yani Allah’ın size rızık olarak ihsan etmiş olduğu hoş ve temiz şeylerden yiyip için. Ancak bu hususta
“israf etmeyin.” İsraf ise ya yeterli miktardan fazlasını tüketmekle olur yahut da bedene zarar verecek yiyecekleri aç gözlüce yemekle olur. Ya da yiyecek, içecek ve giyeceklerin haddinden fazla güzel olmaları için gayret harcamak ve ihtiyaçtan fazlasını kullanmak yahut helâl sınırlarını aşarak harama düşmek sureti ile olur.
“Çünkü O, israf edenleri sevmez.” İsraf, Allah'ı gazaplandırır, insanın bedenine ve geçimine zarar verir. Hatta bazen kişiyi, üzerine farz olan nafakaları temin edemez bir hale getirir.
Bu ayette yiyip içme emredilmekte, bunların terk edilmesi ve israfa kaçılması da yasaklanmaktadır.
{قُلْ مَنْ حَرَّمَ زِينَةَ اللَّهِ الَّتِي أَخْرَجَ لِعِبَادِهِ وَالطَّيِّبَاتِ مِنَ الرِّزْقِ قُلْ هِيَ لِلَّذِينَ آمَنُوا فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا خَالِصَةً يَوْمَ الْقِيَامَةِ كَذَلِكَ نُفَصِّلُ الْآيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ (32) قُلْ إِنَّمَا حَرَّمَ رَبِّيَ الْفَوَاحِشَ مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَمَا بَطَنَ وَالْإِثْمَ وَالْبَغْيَ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَأَنْ تُشْرِكُوا بِاللَّهِ مَا لَمْ يُنَزِّلْ بِهِ سُلْطَانًا وَأَنْ تَقُولُوا عَلَى اللَّهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ (33)}.
32-
De ki: “Allah’ın kulları için çıkardığı zineti, temiz ve hoş rızıkları haram kılan da kim?” De ki:
“Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir. Kıyamet günü ise yalnız onlarındır.” İşte biz âyetleri bilen bir toplum için böylece açıklarız.
33-
De ki: “Rabbim ancak hayasızlıkları, bunların hem açık olanını hem de gizli olanını, günahı, haksız saldırıyı, Allah’a hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri ortak koşmanızı ve Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.”
#
{32} يقول تعالى منكراً على من تعنَّت وحرَّم ما أحلَّ الله من الطيبات: {قل مَنْ حَرَّمَ زينةَ الله التي أخرج لعباده}: من أنواع اللباس على اختلاف أصنافه والطيبات من الرزق من مأكل ومشرب بجميع أنواعه؛ أي: من هذا الذي يقدم على تحريم ما أنعم الله بها على العباد؟ ومن ذا الذي يضيِّق عليهم ما وسعه الله؟ وهذا التوسيع من الله لعباده بالطيبات جعله لهم ليستعينوا به على عبادته فلم يُبِحْه إلا لعباده المؤمنين، ولهذا قال: {قل هي للذين آمنوا في الحياة الدُّنيا خالصةً يوم القيامة}؛ أي: لا تبعة عليهم فيها. ومفهوم الآية أن من لم يؤمن بالله بل استعان بها على معاصيه؛ فإنها غير خالصة له ولا مباحة، بل يعاقب عليها وعلى التنعُّم بها، ويسأل عن النعيم يوم القيامة. {كذلك نفصِّل الآيات}؛ أي: نوضحها ونبيِّنها، {لقوم يعلمون}: لأنهم الذين ينتفعون بما فصَّله الله من الآيات، ويعلمون أنها من عند الله، فيعقلونها ويفهمونها.
32.
Yüce Allah dikkafalılık eden ve Allah'ın helal kıldığı hoş ve temiz şeyleri haram kılanların bu yaptıklarını eleştirerek şöyle buyurmaktadır: “De ki: “Allah’ın kulları için çıkardığı zineti” çeşitli türleriyle elbiseleri
“temiz ve hoş rızıkları” her çeşit yiyeceği, içeceği, helal ve hoş rızıkları
“haram kılan da kim?” Yani Allah'ın, kullarına ihsan ettiği bu nimetleri haram kılmaya cüret eden de kim? Allah'ın kullara geniş kıldığı bu nimet dairesini daraltan da kim? Allah, kullarına dairesini geniş tuttuğu bu temiz ve hoş nimetleri, kendisine ibadet yolunda kullansınlar diye ihsan etmiştir ve onları, sadece mümin kullarına helal kılmıştır.
Bu sebepledir ki devamla şöyle buyrulmuştur: “De ki: “Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir.” Yani bu nimetlerden istifade etmeleri nedeniyle onlara bir vebal yoktur.
Ayetin mefhumu şuna delalet etmektedir: Allah'a iman etmeyen, aksine bu nimetleri O’na isyanda kullananlar için bu nimetler mubah değildir. Aksine onlar bu nimetlerden faydalanmaları dolayısıyla cezalandırılacaklardır. Kıyamet gününde de o nimetlerden sorguya çekileceklerdir.
“İşte biz âyetleri bilen bir toplum için böylece açıklarız.” ve beyan ederiz. Çünkü Allah'ın açıklamış olduğu ayetlerden ancak onlar yararlanırlar. Onların Allah'ın katından olduğunu bilirler ve onlar üzerinde düşünüp onları anlarlar.
#
{33} ثم ذكر المحرمات التي حرَّمها الله في كلِّ شريعة من الشرائع، فقال: {قلْ إنَّما حرَّم ربِّي الفواحش}؛ أي: الذنوب الكبار التي تُستفحش، وتستقبح لشناعتها وقبحها، وذلك كالزِّنا واللواط ونحوهما. وقوله: {ما ظهر منها وما بطن}؛ أي: الفواحش التي تتعلَّق بحركات البدن والتي تتعلَّق بحركات القلوب؛ كالكبر والعُجْب والرياء والنفاق ونحو ذلك، {والإثم والبغي بغير الحقِّ}؛ أي: الذنوب التي تؤثم وتوجب العقوبة في حقوق الله، والبغي على الناس في دمائهم وأموالهم وأعراضهم. فدخل في هذا الذنوب المتعلقة بحق الله والمتعلقة بحق العباد، {وأن تشرِكوا بالله ما لم ينزِّلْ به سلطاناً}؛ أي: حجة، بل أنزل الحجة والبرهان على التوحيد. والشرك هو أن يُشْرَكَ مع الله في عبادته أحدٌ من الخلق، وربما دخل في هذا الشرك الأصغر؛ كالرياء والحلف بغير الله ونحو ذلك، {وأن تقولوا على الله ما لا تعلمونَ}: في أسمائِهِ وصفاتِهِ وأفعالِهِ وشرعِهِ؛ فكل هذه قد حرمها الله ونهى العباد عن تعاطيها؛ لما فيها من المفاسد الخاصة والعامة، ولما فيها من الظلم والتجري على الله والاستطالة على عباد الله وتغيير دين الله وشرعه.
33.
Daha sonra Yüce Allah indirmiş olduğu her bir şeriatte haram kıldığı şeyleri söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “De ki: Rabbim ancak hayasızlıkları” yani oldukça kötü ve iğrenç olduklarından dolayı çirkin ve kötü görülen zina, livata ve bunlara benzer günahları;
“bunların hem açık olanını hem de gizli olanını” yani gerek bedenin hareketleri ile ilgili gerekse de kibir, ucb, riyakârlık, münafıklık ve buna benzer kalbin davranışları ile alakalı olanları;
“günahı, haksız saldırıyı” yani hem kişiyi vebale sokan, Allah’ın hukuku ile ilgili hallerde cezalandırmayı gerektiren işleri hem de kan, mal ve namuslarında insanlara yönelik haksızlıkları… Böylelikle hem Allah’ın hakkı ile alakalı hem de kulların hakkı ile alakalı olan günahlar bunların kapsamına girmektedir.
“Allah’a hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri ortak koşmanızı” Çünkü Yüce Allah, kendisine ortak koşulması konusunda delil indirmek şöyle dursun tam aksine tevhid hakkında delil ve belge indirmiştir. Ortak koşmak
(şirk), Allah’a ibadette yaratılmışlardan herhangi birisini ortak koşmak demektir. Bunun kapsamına riyakarlık, Allah’tan başkası adına yemin etmek gibi küçük şirkler de girebilir.
“Ve Allah’a karşı” isimleri, sıfatları, fiilleri ve şeriatı hakkında
“bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.” Bütün bunları Yüce Allah haram kılmış, bunları işlemeyi kullarına yasaklamıştır. Bunun sebebi ise zulüm, Allah’a karşı cüretkârlık, Allah’ın kullarına yönelik haksızlıklar, Allah’ın din ve şeriatının değişikliğe uğratılması vb. gibi bunlarda bulunan özel ve genel fesatlar ve kötülüklerdir.
{وَلِكُلِّ أُمَّةٍ أَجَلٌ فَإِذَا جَاءَ أَجَلُهُمْ لَا يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً وَلَا يَسْتَقْدِمُونَ (34)}.
34- Her ümmetin bir eceli vardır. O ecelleri gelince onu ne bir an geri bırakabilirler ne de ileri alabilirler.
#
{34} أي: وقد أخرج الله بني آدم إلى الأرض، وأسكنهم فيها، وجعل لهم أجلاً مسمًّى، لا تتقدَّم أمة من الأمم على وقتها المسمَّى ولا تتأخَّر، لا الأمم المجتمعة ولا أفرادها.
34. Yani Yüce Allah, Ademoğullarını yeryüzüne çıkarmış, orada yerleştirmiş ve orada onlara belli bir vade tespit etmiştir. Bu ümmetlerden herhangi birisinin tayin edilmiş vaktinden öne geçmesi de sonraya kalması da mümkün değildir. Genel olarak bütün ümmetler için de bu ümmetlerin her bir ferdi için de bu, böyledir.
{يَابَنِي آدَمَ إِمَّا يَأْتِيَنَّكُمْ رُسُلٌ مِنْكُمْ يَقُصُّونَ عَلَيْكُمْ آيَاتِي فَمَنِ اتَّقَى وَأَصْلَحَ فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ (35) وَالَّذِينَ كَذَّبُوا بِآيَاتِنَا وَاسْتَكْبَرُوا عَنْهَا أُولَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ (36)}.
35- Ey Ademoğulları! İçinizden âyetlerimi size anlatacak peygamberler gelince artık kim sakınır ve düzeltirse onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de.
36- Âyetlerimizi yalanlayanlara ve onlara karşı büyüklük taslayanlara gelince işte onlar ateşlik olanlardır. Onlar orada ebediyen kalacaklardır.
#
{35} لما أخرج الله بني آدم من الجنة؛ ابتلاهم بإرسال الرسل وإنزال الكتب عليهم يقصُّون عليهم آيات الله ويبيِّنون لهم أحكامه. ثم ذكر فضلَ من استجاب لهم وخسارَ من لم يستجبْ لهم، فقال: {فمنِ اتَّقى}: ما حرم الله من الشرك والكبائر والصغائر، {وأصلح}: أعماله الظاهرة والباطنة، {فلا خوفٌ عليهم}: من الشرِّ الذي قد يخافه غيرهم، {ولا هم يحزنونَ}: على ما مضى. وإذا انتفى الخوفُ والحزنُ؛ حصل الأمنُ التامُّ والسعادة والفلاح الأبدي.
35. Yüce Allah, Ademoğullarının ebeveynini cennetten çıkardıktan sonra dünyada Ademoğullarını, onlara peygamberler göndermekle, bu peygamberlere de kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyup Allah’ın hükümlerini beyan edecek kitaplar indirmekle imtihan etmiştir. İşte Yüce Allah bu peygamberlerin çağrısını kabul edenlerin üstünlüklerini,
onların çağrılarını kabul etmeyenlerin de zararlarını söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Artık” kim Allah’ın haram kıldığı şirkten, büyük ve küçük günahlardan “sakınır” gizli ve açık amellerini
“düzeltirse onlar için” başkalarının kendisinden korktukları kötülüklerden yana
“hiçbir korku yoktur ve onlar” geçmişten dolayı
“üzülmeyeceklerdir de.” Korku ve üzüntü söz konusu olmadığına göre onlar için tam bir güvenlik, mutluluk ve ebedi kurtuluş söz konusu olacaktır.
#
{36} {والذين كذَّبوا بآياتنا واستكبروا عنها}؛ أي: لا آمنت بها قلوبهم ولا انقادت لها جوارحهم، {أولئك أصحابُ النار هم فيها خالدون}: كما استهانوا بآياته، ولازموا التكذيب بها؛ أهينوا بالعذابِ الدائم الملازم.
36.
“Âyetlerimizi yalanlayanlara ve onlara karşı büyüklük taslayanlara gelince” yani kalplerinden iman etmeyen ve azaları ile de onlara itaat etmeyenler
“işte onlar ateşlik olanlardır. Onlar orada ebediyen kalacaklardır.” O’nun âyetlerini hafife aldıkları ve bu âyetleri yalanlamayı sürdürdükleri için onlar, yakalarını bırakmayacak olan sürekli bir azaba mahkum edilerek hakir düşürüleceklerdir.
{فَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَى عَلَى اللَّهِ كَذِبًا أَوْ كَذَّبَ بِآيَاتِهِ أُولَئِكَ يَنَالُهُمْ نَصِيبُهُمْ مِنَ الْكِتَابِ حَتَّى إِذَا جَاءَتْهُمْ رُسُلُنَا يَتَوَفَّوْنَهُمْ قَالُوا أَيْنَ مَا كُنْتُمْ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ قَالُوا ضَلُّوا عَنَّا وَشَهِدُوا عَلَى أَنْفُسِهِمْ أَنَّهُمْ كَانُوا كَافِرِينَ (37) [قَالَ ادْخُلُوا فِي أُمَمٍ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِكُمْ مِنَ الْجِنِّ وَالْإِنْسِ فِي النَّارِ كُلَّمَا دَخَلَتْ أُمَّةٌ لَعَنَتْ أُخْتَهَا حَتَّى إِذَا ادَّارَكُوا فِيهَا جَمِيعًا قَالَتْ أُخْرَاهُمْ لِأُولَاهُمْ رَبَّنَا هَؤُلَاءِ أَضَلُّونَا فَآتِهِمْ عَذَابًا ضِعْفًا مِنَ النَّارِ قَالَ لِكُلٍّ ضِعْفٌ وَلَكِنْ لَا تَعْلَمُونَ (38) وَقَالَتْ أُولَاهُمْ لِأُخْرَاهُمْ فَمَا كَانَ لَكُمْ عَلَيْنَا مِنْ فَضْلٍ فَذُوقُوا الْعَذَابَ بِمَا كُنْتُمْ تَكْسِبُونَ (39)]}.
37- Allah’a karşı yalan uydurup iftira edenden yahut O’nun âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Onların kitapta
(yazılı olan) nasipleri neyse kendilerine erişecektir.
Nihâyet elçilerimiz ruhlarını almak için onlara geldikleri vakit diyecekler ki: “Hani, Allah’ı bırakıp da yalvardıklarınız nerede?” Onlar da:
“Bizi (bırakıp) kayboldular” diyecekler ve kâfir olduklarına dair kendi aleyhlerine şahitlik edeceklerdir.
38-
Diyecek ki: “Cin ve insanlardan sizden önce geçmiş topluluklarla birlikte siz de ateşe girin.” Her ümmet
(ateşe) girdikçe yoldaşına lanet edecek.
Nihâyet hepsi birbiri ardınca oraya girip toplandıkarı zaman da sonrakileri öncekiler için: “Rabbimiz, bizi işte bunlar saptırdılar. Onun için bunlara ateş azabını iki kat ver” diyecekler.
Buyuracak ki: “Herkese iki kattır. Fakat siz bilmiyorsunuz.”
39-
Öncekileri de sonrakilerine: “Sizin bize hiçbir üstünlüğünüz yoktu ki!” diyecek.
(Allah şöyle buyuracak: Hepiniz) kazandıklarınıza karşılık azabı tadın.”
#
{37} أي: لا أحد أظلم {ممَّنِ افترى على الله كذباً}: بنسبة الشريك له والنقص له والتقوُّل عليه ما لم يقل، {أو كذَّب بآياته}: الواضحة المبينة للحقِّ المبين الهادية إلى الصراط المستقيم؛ فهؤلاء وإن تمتعوا بالدنيا ونالهم نصيبهم مما كان مكتوباً لهم في اللوح المحفوظ؛ فليس ذلك بمغنٍ عنهم شيئاً، يتمتَّعون قليلاً ثم يعذَّبون طويلاً. {حتى إذا جاءتهم رسُلُنا يتوفَّوْنهم}؛ أي: الملائكة الموكلون بقبض أرواحهم واستيفاء آجالهم، {قالوا}: لهم في تلك الحالة توبيخاً وعتاباً: {أين ما كنتم تَدْعون من دونِ الله}: من الأصنام والأوثان؛ فقد جاء وقت الحاجة إن كان فيها منفعةٌ لكم أو دفع مضرة، {قالوا ضَلُّوا عنا}؛ أي: اضمحلوا وبطلوا، وليسوا مغنين عنَّا من عذاب الله من شيء، {وشهدوا على أنفسِهم أنهم كانوا كافرين}: مستحقين للعذاب المهين الدائم.
37. Yani
“Allah’a” ortak koşmak, O’nun kemal sahibi değil de eksik olduğunu söylemek ve Allah’ın söylemediği şeyleri uydurup O’na nispet etmek sureti ile “Allah’a karşı yalan uydurup iftira edenden yahut O’nun” hakkı açıklayan, dosdoğru yola ileten apaçık
“âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir?” Yani böylesinden daha zalim kimse yoktur.
“Onların kitapta (yazılı olan) nasipleri neyse kendilerine erişecektir.” Bunlar her ne kadar dünyalıklardan faydalansalar ve Levh-i Mahfuz’da kendilerine yazılı olan payları elde etseler de bunun onlara hiçbir faydası olmayacaktır. Kısa bir süre faydalanacaklar sonra da uzun uzadıya azap göreceklerdir.
“Nihâyet elçilerimiz” yani ruhlarını almakla ve ecellerini bitirmekle görevli olan meleklerimiz
“ruhlarını almak için onlara geldikleri vakit” bu durumda onları azarlayarak
“diyecekler ki: Hani, Allah’ı bırakıp da yalvardıklarınız” putlar ve taşlar
“nerede?” Eğer bunların size sağlayacakları bir fayda varsa yahut da herhangi bir zararı önlemeleri söz konusu ise işte onlara muhtaç olacağınız vakit, bu vakittir. Ancak onlar: “Bizi (bırakıp) kayboldular, diyecekler.” Yani yok oldular ve batıl oldukları ortaya çıktı. Onların Allah’ın azabına karşı bize en ufak bir faydaları yok.
“Ve kâfir olduklarına dair” hakir kılan sürekli azabı hak ettiklerini belirterek
“kendi aleyhlerine şahitlik edeceklerdir.”
#
{38 ـ 39} فقالت لهم الملائكة: {ادخُلوا في أمم}؛ أي: في جملة أمم {قد خلت من قبلكم من الجنِّ والإنس}؛ أي: مضوا على ما مضيتم عليه من الكفر والاستكبار، فاستحق الجميعُ الخزيَ والبوارَ. {كلَّما دخلتْ أمةٌ}: من الأمم العاتية النار، {لعنتْ أختَها}؛ كما قال تعالى: {ويومَ القيامةِ يكفُرُ بعضُكم ببعضٍ ويلعنُ بعضكم بعضاً}، {حتَّى إذا ادَّاركوا فيها جميعاً}؛ أي: اجتمع في النار جميع أهلها من الأولين والآخرين والقادة والرؤساء والمقلِّدين الأتباع، {قالت أخراهم}؛ أي: متأخروهم المتبعون للرؤساء، {لأولاهم}: أي: لرؤسائهم شاكين إلى الله إضلالهم إياهم: {ربَّنا هؤلاء أضلُّونا فآتهم عذاباً ضعفاً من النار}؛ أي: عذِّبْهم عذاباً مضاعفاً لأنَّهم أضلُّونا وزينوا لنا الأعمال الخبيثة.
فقالت {أولاهم لأخراهم}؛ أي: الرؤساء قالوا لأتباعهم: {فما كان لكم علينا من فضل}؛ أي: قد اشتركنا جميعاً في الغيِّ والضلال، وفي فعل أسباب العذاب؛ فأيُّ فضلٍ لكم علينا؟ {قال} اللَّه: {لكلٍّ} منكم {ضعفٌ}: ونصيب من العذاب، {فذوقوا العذاب بما كنتم تكسِبونَ}: ولكنه من المعلوم أن عذاب الرؤساء وأئمة الضلال أبلغُ وأشنعُ من عذاب الأتباع؛ كما أنَّ نعيم أئمة الهدى ورؤسائه أعظم من ثواب الأتباع؛ قال تعالى: {الذين كَفَروا وصدُّوا عن سبيل اللهِ زِدْناهم عذاباً فوق العذابِ بما كانوا يُفْسِدون}. فهذه الآيات ونحوها دلَّت على أن سائر أنواع المكذبين بآيات الله مخلَّدون في العذاب مشتركون فيه وفي أصله، وإن كانوا متفاوتين في مقداره بحسب أعمالهم وعنادهم وظلمهم وافترائهم وأن مودتهم التي كانت بينَهم في الدُّنيا تنقلب يوم القيامة عداوةً وملاعنةً.
38-39.
Bunun üzerine melekler onlara: “diyecek ki: “Cin ve insanlardan sizden önce geçmiş” yani sizin gibi küfre sapmış ve büyüklük taslamış, buna bağlı olarak her türlü rüsvaylığı, yok oluşu ve de cehennemde ebedi kalışı hak etmiş
“sizden önce geçmiş topluluklarla siz de ateşe girin.” Bu azgın ümmetlerden her bir ümmet ateşe girdi mi
“yoldaşına lanet edecek.” Nitekim Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
“Sonra kıyamet gününde kiminiz kiminizi ret ve inkâr edecek ve bazınız bazınıza lanet edecektir.” (el-Ankebut, 29/25)
“Nihâyet hepsi birbiri ardınca oraya girip toplandıkları zaman” yani öncekileri, sonrakileri, önderleri, başkanları, taklit edenleri ve tâbi olanları ile birlikte bütün cehennemlikler cehennemde bir araya gelecekleri vakit
“sonrakileri” yani sonra gelenler ve önderlerine uyan kimseler
“öncekiler için” yani önderleri hakkında Yüce Allah’a kendilerini saptırdıklarını şikâyet ederek:
“Rabbimiz bizi işte bunlar saptırdılar. Onun için bunlara ateş azabını iki kat ver” yani bizi saptırdıkları, kötü amelleri bize güzel ve süslü gösterdikleri için sen onlara kat kat artırılmış bir azap ver
“diyecekler”; Allah da
“buyuracak ki:” Sizden
“herkese iki kattır” ve azabtan belli bir pay vardır.
“Fakat siz bilmiyorsunuz.” Ancak bilinen şu ki; başkanların, sapıklığın önderlerinin azabı onlara uyanların azabından daha ileri ve daha ağırdır. Nitekim hidâyet önderlerinin ve başkanlarının nimetleri de onlara uyanların mükâfaatından daha büyük olacaktır.
“Öncekileri de sonrakilerine” yani önderler, kendilerine uyan kimselere
“sizin bize hiçbir üstünlüğünüz yoktu ki!” Yani sapıklık ve azgınlıkta da azabı hak ettiren sebebleri işlemekte de hep ortaktık; o halde sizin bize ne üstünlüğünüz var ki? diyeceklerdir.
Allah da şöyle buyuracak: Sizden
“herkese iki kattır” ve hepnizin azaptan bir payı vardır.
“(Hepiniz) kazandıklarınıza karşılık azabı tadın.” Ancak bilindiği üzere liderlerin ve dalalet önderlerinin azabı, onlara tabi olanların azabından daha feci ve ağır olacaktır. Nitekim hidayet önderlerinin ve liderlerinin mükafatı da onlara tabi olanlardan daha fazla olacaktır.
Zira Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: “Kâfir olup da Allah’ın yolundan alıyokanların Biz -çıkarageldikleri fesatlara karşılık- azaplarına azap katarız.” (en-Nahl, 16/88)
Bu âyet-i kerimeler ve benzerleri, Allah’ın âyetlerini yalanlayan bütün yalancıların, azapta ebedi kalacaklarını, amellerine, inatlarına, zulümlerine ve iftiralarına göre azap miktarları farklı olsa dahi aslı itibari ile azapta ortak olacaklarını, dünya hayatında aralarındaki sevginin kıyamet gününde düşmanlığa ve karşılıklı lanetleşmeye dönüşeceğini göstermektedir.
{إِنَّ الَّذِينَ كَذَّبُوا بِآيَاتِنَا وَاسْتَكْبَرُوا عَنْهَا لَا تُفَتَّحُ لَهُمْ أَبْوَابُ السَّمَاءِ وَلَا يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ حَتَّى يَلِجَ الْجَمَلُ فِي سَمِّ الْخِيَاطِ وَكَذَلِكَ نَجْزِي الْمُجْرِمِينَ (40) لَهُمْ مِنْ جَهَنَّمَ مِهَادٌ وَمِنْ فَوْقِهِمْ غَوَاشٍ وَكَذَلِكَ نَجْزِي الظَّالِمِينَ (41)}.
40- Âyetlerimizi yalanlayıp da onlara karşı büyüklenenler var ya; onlar için gök kapıları açılmayacaktır ve onlar deve, iğne deliğinden geçmedikçe cennete de giremeyeceklerdir. Biz günahkârları işte böyle cezalandırırız.
41- Onlar için cehennemden bir döşek, üstlerinde de
(ateşten) örtüler vardır. İşte biz zalimleri böyle cezalandırırız.
#
{40} يخبر تعالى عن عقاب من كذَّب بآياته فلم يؤمنْ بها مع أنها آيات بيناتٌ واستكبر عنها فلم ينقدْ لأحكامها بل كذَّب، وتولى أنهم آيسون من كلِّ خير؛ فلا تفتَّحُ أبوابُ السماء لأرواحهم إذا ماتوا، وصعدت تريد العروجَ إلى الله، فتستأذنُ، فلا يؤذَنُ لها؛ كما لم تصعدْ في الدنيا إلى الإيمان بالله ومعرفته ومحبته، كذلك لا تصعد بعد الموت؛ فإن الجزاء من جنس العمل.
ومفهوم الآية أنَّ أرواح المؤمنين المنقادين لأمرِ الله المصدِّقين بآياته تفتَّح لها أبواب السماء حتى تعرج إلى الله، وتصل إلى حيث أراد الله من العالم العلويِّ، وتبتهجَ بالقرب من ربِّها والحظُوةِ برضوانه. وقوله عن أهل النار: {ولا يدخُلونَ الجنَّة حتى يلجَ الجملُ}: وهو البعير المعروف {في سَمِّ الخِياطِ}؛ أي: حتى يدخُلَ البعير الذي هو من أكبر الحيوانات جسماً في خرق الإبرة الذي هو من أضيق الأشياء. وهذا من باب تعليق الشيء بالمحال؛ أي: فكما أنه محالٌ دخول الجمل في سَمِّ الخياطِ؛ فكذلك المكذِّبون بآيات الله محالٌ دخولهم الجنة؛ قال تعالى: {إنَّه من يُشْرِكْ بالله فقد حرَّم اللهُ عليه الجنةَ ومأواه النارُ}؛ وقال هنا: {وكذلك نَجْزي المجرمينَ}؛ أي: الذين كَثُرَ إجرامُهم، واشتدَّ طغيانُهم.
40. Yüce Allah, apaçık olmalarına rağmen âyetlerini yalanlayan, onlara iman etmeyen ve onlara karşı büyüklük taslayan, hükümlerine boyun eğecek yerde onları yalanlayıp yüz çeviren kimselerin görecekleri cezayı bildirmektedir. Şöyle ki bunlar, her türlü hayırdan yana ümitlerini keseceklerdir. Ölecekleri vakit ruhları Yüce Allah’a doğru yükselmek maksadıyla yukarı doğru çıkıp izin isteyeceğinde onlara izin verilmeyecek ve ruhlarına semanın kapıları açılmayacaktır. Nitekim ruhları dünyada iken de Allah’a iman, O’nu tanımak ve O’nu sevmek sureti ile yücelmemişti. İşte ölümden sonra da aynı şekilde yükselmeyecek ve yücelmeyecektir. Çünkü ceza amelin türünden olur.
Âyetin mefhumundan da şu anlaşılmaktadır: Allah’ın emrine itaat eden ve âyetlerini tasdik eden mü’minlerin ruhlarına semanın kapıları açılacak ve bunlar Yüce Allah’a yükselecektir. Allah’ın o ulvi alemde dilediği noktaya kadar ulaşacak, Rablerine yakınlık ve O’nun rızasına ermek dolayısıyla da sevineceklerdir.
Yüce Allah’ın cehennemlikler hakkında şöyle buyurmaktadır: “Onlar deve, iğne deliğinden geçmedikçe cennete giremeyeceklerdir.” Yani cismi itibari ile hayvanların en büyüklerinden olan deve, eşyanın en darlarından biri olan iğne deliğine girmedikçe cennete giremeyeceklerdir. Bu, herhangi bir şeyin gerçekleşmesini, imkânsız olan bir şarta bağlamak kabilindendir. Yani devenin iğne deliğinden geçmesi imkânsız olduğu gibi Allah’ın âyetlerini inkâr edenlerin cennete girmeleri de aynı şekilde imkânsızdır.
Çünkü Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Gerçek şu ki; kim Allah’a ortak koşarsa hiç şüphesiz Allah, ona cenneti haram kılmıştır. Onun varacağı yer ateştir.” (el-Maide, 5/72)
Yüce Allah burada da:
“Biz günahkârları” yani suçları pek çok olan ve azgınlıkları ileri dereceye varanları
“işte böyle cezalandırırız” buyurmaktadır.
#
{41} {لهم من جهنَّمَ مِهادٌ}؛ أي: فراش من تحتهم، {ومن فوقِهِم غَواشٍ}؛ أي: ظلل من العذاب تغشاهم، {وكذلك نَجْزي الظالمين}: لأنفسهم جزاءً وفاقاً، وما ربُّك بظلام للعبيد.
41.
“Onlara cehennemden” altlarına
“bir döşek, üstlerinde de” onları örtecek, azaptan üzerlerine gölge yapacak
“örtüler vardır. İşte biz” kendilerine zulmeden
“zalimleri böyle” amellerine uygun bir şekilde
“cezalandırırız.” Rabbin ise kullara asla zulmedici değildir.
{وَالَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَا نُكَلِّفُ نَفْسًا إِلَّا وُسْعَهَا أُولَئِكَ أَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ (42) وَنَزَعْنَا مَا فِي صُدُورِهِمْ مِنْ غِلٍّ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهِمُ الْأَنْهَارُ وَقَالُوا الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي هَدَانَا لِهَذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِيَ لَوْلَا أَنْ هَدَانَا اللَّهُ لَقَدْ جَاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّ وَنُودُوا أَنْ تِلْكُمُ الْجَنَّةُ أُورِثْتُمُوهَا بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ (43)}
42- İman edip salih ameller işleyenlere gelince -ki biz kimseye gücünden fazlasını yüklemeyiz- işte onlar cennetliklerdir. Onlar orada ebediyen kalacaklardır.
43- Biz onların kalplerinde kin türünden ne varsa söküp atarız. Altlarından da ırmaklar akar.
“Bizi bu (nimetleri kazandıracak amele) hidayet eden Allah’a hamdolsun. Eğer Allah bizi hidayete erdirmeseydi biz, kendiliğimizden hidayeti bulamazdık. Andolsun ki Rabbimizin peygamberleri hak ile gelmişlerdir” derler.
Onlara şöyle seslenilir: “Yapmakta olduğunuz ameller sebebiyle mirasçısı kılındığınız cennet, işte budur.”
#
{42} لما ذكر تعالى عقاب العاصين الظالمين؛ ذَكَرَ ثواب المطيعين، فقال: {والذين آمنوا}: بقلوبهم، {وعملوا الصالحات}: بجوارحهم؛ فجمعوا بين الإيمان والعمل، بين الأعمال الظاهرة والأعمال الباطنة، بين فعل الواجبات وترك المحرمات، ولما كان قوله: {وعَمِلوا الصالحاتِ} لفظاً عامًّا يشمل جميع الصالحات الواجبة والمستحبة، وقد يكون بعضها غير مقدور للعبد؛ قال تعالى: {لا نُكَلِّفُ نفساً إلَّا وُسْعَها}؛ أي: بمقدار ما تسعه طاقتها ولا يعسر على قدرتها؛ فعليها في هذه الحال أن تتقي الله بحسب استطاعتها، وإذا عجزت عن بعض الواجبات التي يقدر عليها غيرها؛ سقطت عنها؛ كما قال تعالى: {لا يُكَلِّفُ اللهُ نفساً إلاَّ وُسْعَها}، {لا يُكَلِّفُ الله نفساً إلاَّ ما آتاها}، {ما جَعَلَ عليكم في الدِّينِ مِنْ حَرَج}، {فاتَّقوا الله ما استطعتُم}؛ فلا واجب مع العجز، ولا محرَّم مع الضرورة. {أولئك}؛ أي: المتصفون بالإيمان والعمل الصالح، {أصحابُ الجنة هم فيها خالدون}؛ أي: لا يحولون عنها ولا يبغون بها بدلاً؛ لأنهم يَرَوْن فيها من أنواع اللَّذَّات وأصناف المشتهيات ما تقفُ عنده الغايات، ولا يطلب أعلى منه.
42.
Yüce Allah zalim ve isyankârların cezalarını söz konusu ettikten sonra itaatkarların mükâfaatlarını da söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: Kalpleri ile
“iman edip” azaları ile “salih ameller işleyenlere” böylelikle iman ile ameli, zahirî ameller ile batınî amelleri birlikte yerine getiren, farzları işleyip haramları da terk edenlere
“gelince…” Burada “salih ameller işleyenler” buyruğu,
farz ve müstehab bütün salih amelleri kuşatan umumi bir lafız olduğundan ve bunların bazılarına kulun güç yetirmeme ihtimali bulunduğundan dolayı Yüce Allah: “ki biz kimseye gücünden fazlasını yüklemeyiz” buyurmaktadır. Yani biz herkesi ancak gücünün yettiği ve kendisini aciz bırakmayacak miktarla mükellef tutarız. O halde her bir kimsenin güç yetirebildiği kadarı ile Allah’tan korkması gerekir. Birilerinin güç yetirebildiği birtakım görevlerden eğer başkaları aciz kalacak olursa aciz olanlardan o görevler düşer.
Nitekim Yüce Allah başka yerde şöyle buyurmaktadır:
“Allah hiçbir kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemez” (el-Bakara, 2/186);
“Allah hiçbir kimseye verdiği (imkandan) başkasını yüklemez.” (et-Talak, 65/7);
“Dinde sizin aleyhinize bir zorluk kılmamıştır.” (el-Hac, 22/78);
“Elinizden geldiğince Allah’tan korkun.” (et-Tağabun, 64/16) O nedenle acizlik halinde farziyet söz konusu olmadığı gibi zaruretle birlikte de haramlık söz konusu değildir.
“Onlar” yani iman sahibi olmak ve salih amel işlemek niteliğine sahip olanlar “cennetliklerdir. Onlar orada ebediyen kalacaklardır.” Oradan başka bir yere gitmezler ve yerlerini değiştirmek de istemezler. Çünkü orada çeşit çeşit lezzetlerden ve arzuladıkları şeylerden öylelerini görecekler ki onlardan daha iyisi yoktur. İstenebilecek şeylerin en nihai derecesi onlardır.
#
{43} {ونزعنا ما في صُدورهم من غِلٍّ}: وهذا من كرمه وإحسانِهِ على أهل الجنة؛ أنَّ الغلَّ الذي كان موجوداً في قلوبهم والتنافس الذي بينهم أن الله يقلعه ويزيله حتى يكونوا إخواناً متحابِّين وأخلاَّء متصافين؛ قال تعالى: {ونزعنا ما في صدورهم من غلٍّ إخواناً على سُرُرٍ متقابلينَ}، ويخلُقُ الله لهم من الكرامة ما به يحصُلُ لكلِّ واحد منهم الغِبْطَةَ والسرور، ويرى أنه لا فوق ما هو فيه من النعيم نعيمٌ؛ فبهذا يأمنون من التحاسد والتباغض؛ لأنه قد فقدت أسبابه. [و] قوله: {تجري من تحتهم الأنهار}؛ أي: يفجِّرونها تفجيراً حيث شاؤوا وأين أرادوا، إن شاؤوا في خلال القصور أو في تلك الغرف العاليات أو في رياض الجنات من تحت تلك الحدائق الزاهرات، أنهار تجري في غير أخدود، وخيراتٌ ليس لها حدٌّ محدودٌ. {و} لهذا لما رأوا ما أنعم الله عليهم وأكرمهم به؛ {قالوا الحمدُ لله الذي هدانا لهذا}: بأن منَّ علينا وأوحى إلى قلوبنا فآمنت به وانقادتْ للأعمال الموصلةِ إلى هذه الدار، وحفظ الله علينا إيماننا وأعمالَنا حتى أوصَلَنا بها إلى هذه الدار، فنعم الربُّ الكريم الذي ابتدأنا بالنعم، وأسدى من النعم الظاهرة والباطنة ما لا يحصيه المحصون ولا يعدُّه العادُّون. {وما كنَّا لنهتديَ لولا أن هدانا الله}؛ أي: ليس في نفوسنا قابليةٌ للهدى، لولا أنَّه تعالى منَّ بهدايته واتِّباع رسله، {لقد جاءت رسُلُ ربِّنا بالحق}؛ أي: حين كانوا يتمتَّعون بالنعيم الذي أخبرت به الرسل وصار حقَّ يقينٍ لهم بعد أن كان علم يقينٍ لهم قالوا: لقد تحقَّقنا ورأينا ما وعدتنا به الرسلُ وأنَّ جميع ما جاؤوا به حقُّ اليقين لامِرْيَةَ فيه ولا إشكال. {ونودوا}: تهنئةً لهم وإكراماً وتحية واحتراماً {أن تِلْكُمُ الجنة أورثتموها}؛ أي: كنتم الوارثين لها، وصارت إقطاعاً لكم إذ كان إقطاع الكفار النار، أورثتموها {بما كنتم تعملونَ}: قال بعضُ السلف: أهل الجنة نَجَوْا من النار بعفو الله، وأدخلوا الجنة برحمة الله، واقتسموا المنازل، وورثوها بالأعمال الصالحة، وهي من رحمته، بل من أعلى أنواع رحمته.
43.
“Biz onların kalplerinde kin türünden ne varsa söküp atacağız.” Bu da Yüce Allah’ın cennetliklere lütuf ve ihsanındandır. O, dünya hayatında iken kalplerinde bulunan kini ve birbirleriyle yarış hırsını söküp atacak, ortadan kaldıracaktır. Böylelikle birbirini seven gerçek kardeşler, kendilerine karşı olumsuz duyguları bulunmayan samimi dostlar olacaklardır.
Bir başka yerde de Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Biz onların göğüslerindeki kini söküp attık, kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşılıklı otururlar.” (el-Hicr, 15/47) Allah onlara öyle bir lütuf ve ihsanda bulunacak ki her biri mutlu olacak ve içinde bulunduğu nimetlerin daha üstünde bir nimet olmadığı kanaatine sahip olacak. Böylelikle birbirlerini kıskanmaktan, birbirlerine buğzetmekten yana emin olacaklardır. Çünkü bunun sebepleri ortadan kalkmış olacaktır.
“Altlarından da ırmaklar akar.” Yani istedikleri yerde ve istedikleri yönde ırmakları bol bol akıtırlar. Dilerlerse saraylarının arasından, dilerlerse o yüksek köşklerde, dilerlerse o cennet bahçelerinde, dilerlerse de göz kamaştırıcı bahçelerin altından… Bu nehirler yatakları olmaksızın akacaktır ve hayırlarının da hiçbir sınırı bulunmayacaktır.
İşte Allah’ın kendilerine ihsan etmiş olduğu nimetleri ve lütufları görecekleri vakit: “Bizi bu (nimetleri kazandıracak amele) hidayet eden Allah’a hamd olsun” diyeceklerdir. Yani O, bize bunu lütfedip kalplerimize ilham verdi de böylece O’na iman ettik ve bu güzel yurda ulaştıran amellere yöneldik. İmanımızın ve amelimizin mükâfaatını bizim için sakladı da onlar sebebi ile bizi bu yurda ulaştırdı. İşte bütün bunlar için O’na hamdolsun. En baştan beri bize lütufta bulunan, sayanların saymaktan aciz kalacağı pek çok gizli ve açık nimetleri ihsan eden O cömert Rab ne yücedir!
“Eğer Allah bizi hidayete erdirmeseydi biz, kendiliğimizden hidayeti bulamazdık.” Yani Yüce Allah bize hidâyetini ve peygamberlerine tâbi olmayı lütfetmemiş olsaydı bizim kendi kendimize hidâyeti bulma imkanımız olmazdı.
“Andolsun ki Rabbimizin peygamberleri hak ile gelmişlerdir.” Yani peygamberlerin kendilerine haber vermiş olduğu nimetlerden yararlandıkları vakit, bu nimetlerin varlığı önceleri onlar için ilme’l-yakin iken hakka’l-
yakin derecesine ulaşır ve onlar da: Biz peygamberlerin bize vaadetmiş olduğunun, kesinlikle gerçek olduğunu anladık ve bizatihi gördük. Onların bütün getirdiklerinin, hiçbir şüphe ve kapalılık içermeyen kesin hakikat olduğunu müşahade ettik.
“Onlara” tebrik, lütuf, selam ve saygı olmak üzere: “şöyle seslenilir: Yapmakta olduğunuz ameller sebebiyle mirasçısı kılındığınız cennet işte budur.” Artık bu cennetin mirasçıları oldunuz ve bu cennet size kat’i olarak verilmiş oldu. Kâfirlere verilen ise ateştir. Bu cennet size yaptığınız ameller sebebiyle miras verilmiştir.
Selef alimlerinden biri şöyle demiştir: Cennetlikler Allah’ın affetmesi ile ateşten kurtulacak, Allah’ın rahmeti ile cennete konulacaklardır. Cennetteki meskenlere salih amelleri vesilesiyle mirasçı olacak ve onları o amellere göre pay edeceklerdir. Bu ameller de O’nun rahmetindendir, hatta rahmetinin en üstün şeklidir.
{وَنَادَى أَصْحَابُ الْجَنَّةِ أَصْحَابَ النَّارِ أَنْ قَدْ وَجَدْنَا مَا وَعَدَنَا رَبُّنَا حَقًّا فَهَلْ وَجَدْتُمْ مَا وَعَدَ رَبُّكُمْ حَقًّا قَالُوا نَعَمْ فَأَذَّنَ مُؤَذِّنٌ بَيْنَهُمْ أَنْ لَعْنَةُ اللَّهِ عَلَى الظَّالِمِينَ (44) الَّذِينَ يَصُدُّونَ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ وَيَبْغُونَهَا عِوَجًا وَهُمْ بِالْآخِرَةِ كَافِرُونَ (45)}.
44-
Cennetlikler cehennemliklere: “Biz, Rabbimizin bize vaadettiğini hak bulduk, siz de Rabbinizin vaadettiğini gerçek buldunuz mu?” diye seslenirler.
Onlar da: “Evet” derler. Bunun üzerine aralarında bir münâdi: “Allah’ın laneti zulmedenlere olsun!” diye seslenir.
45-
“Onlar ki Allah yolundan alıkoyan ve onu eğri göstermek isteyen kimselerdi. Onlar âhireti de inkâr ederlerdi.”
#
{44 ـ 45} يقول تعالى بعد ما ذكر استقرار كلٍّ من الفريقين في الدارين ووجدا ما أخبرت به الرُّسل ونطقتْ به الكتبُ من الثواب والعقاب: إن أهل الجنة نادوا أصحاب النار بأن قالوا: {أن قد وَجَدْنا ما وَعَدَنا ربُّنا حقًّا}: حين وعدنا على الإيمان والعمل الصالح الجنة، فأدخلناها وأرانا ما وصفه لنا، {فهل وجدتُم ما وعدكم ربكم}: على الكفر والمعاصي {حقًّا قالوا نعم}: قد وجدناه حقًّا، فتبين للخلق كلِّهم بياناً لا شكَّ فيه صدق وعد الله، ومن أصدق من الله قيلاً، وذهبت عنهم الشكوك والشبه، وصار الأمر حقَّ اليقين، وفرح المؤمنون بوعد الله واغتبطوا، وأيس الكفار من الخير، وأقروا على أنفسهم بأنهم مستحقون للعذاب. {فأذَّن مؤذنٌ بينهم}؛ أي: بين أهل النار وأهل الجنة بأن قال: {أن لعنةُ الله}؛ أي: بعده وإقصاؤه عن كل خير {على الظالمين}: إذ فتح الله لهم أبوابَ رحمتِهِ، فصدَفوا أنفسهم عنها ظلماً وصدُّوا عن سبيل الله بأنفسهم وصدُّوا غيرهم فضلُّوا وأضلُّوا. والله تعالى يريد أن تكون مستقيمةً ويعتدل سير السالكين إليه، وهؤلاء يريدونها {عِوَجاً}: منحرفةً صادةً عن سواء السبيل. {وهم بالآخرة كافرونَ}: وهذا الذي أوجب لهم الانحرافَ عن الصراط والإقبالَ على شهوات النفوس المحرَّمة عدمُ إيمانهم بالبعث، وعدم خوفهم من العقاب ورجائهم للثواب.
ومفهوم هذا [النداء] أن رحمة الله على المؤمنين، وبرَّه شاملٌ لهم، وإحسانه متواترٌ عليهم.
44. Yüce Allah,
zikri geçen iki kesimin kendilerine ayrılan yere yerleşip peygamberlerin haber verdiği ve ilâhi kitapların sözünü ettiği mükâfat ve cezayı bulacaklarını söz konusu ettikten sonra cennet ehlinin cehennemliklere seslenerek: “Biz, Rabbimizin bize vaadettiğini hak bulduk” diyeceklerini bize bildirmektedir. Yani Rabbimiz bize iman ve salih amele karşılık cenneti vaadetmişti. İşte O, bizi cennetine koydu ve biz, O’nun bize dünyada iken vereceğini vaadettiği nimetlerini gördük.
“Siz de” küfür ve masiyetlere karşılık “Rabbinizin vaadettiğini gerçek buldunuz mu? diye seslenirler. Onlar da: Evet” O’nun bize vaadettiğini biz de gerçek olarak bulduk
“derler.” Böylelikle bütün insanlar, Allah’ın vaadinin hiçbir şüphe taşımayan gerçeğin ta kendisi olduğunu anlamış olacaktır ki zaten sözü Allah’tan daha doğru kim olabilir? Böylece her türlü şüphe ve tereddütleri ortadan kalkmış olacak ve bu konuda hakka’l-yakin derecesine ulaşmış olacaklardır. Mü’minler Allah’ın vaadinden sevinip memnun olacakken kâfirler de hayırdan ümitlerini kesecek ve kendi aleyhlerine azabı hak etmiş oldukları ikrarında bulunacaklardır.
“Bunun üzerine aralarında” yani cennetliklerle cehennemlikler arasında
“bir münâdi: Allah’ın laneti” yani her türlü hayırdan uzak tutması
“zulmedenlere olsun, diye seslenir.” Çünkü Yüce Allah rahmet kapılarını karşılarına açtığı halde onlar, zulme saparak o yolları izlemekten uzak durdurlar. Hem kendilerini Allah’ın yolundan alıkoydular hem de başkalarını Allah’ın yolunu izlemekten alıkoydular. Böylelikle hem kendileri saptılar, hem de başkalarını saptırdılar.
45. Allah, kendi yolunun dosdoğru olmasını, kendisine doğru yol alacakların doğru yolda yürümelerini ister. Bunlar ise
“onu eğri göstermek isteyen kimselerdi.” Yani onun eğri ve doğru yoldan uzak olmasını isterlerdi. Hem
“onlar âhireti de inkâr ederlerdi.”
İşte doğru yoldan sapmalarına ve nefsin haram kılınan arzularına yönelmelerine sebep olan şey, öldükten sonra dirilişe iman etmeyişleri ve ilâhi azaptan korkmayıp mükâfatı ummayışlarıdır. Bu buyruğun mefhumundan anlaşıldığına göre Allah’ın rahmeti mü’minleredir. O’nun lütuf ve ihsanı onları kuşatır ve kesintisiz olarak onlara ulaşır.
{وَبَيْنَهُمَا حِجَابٌ وَعَلَى الْأَعْرَافِ رِجَالٌ يَعْرِفُونَ كُلًّا بِسِيمَاهُمْ وَنَادَوْا أَصْحَابَ الْجَنَّةِ أَنْ سَلَامٌ عَلَيْكُمْ لَمْ يَدْخُلُوهَا وَهُمْ يَطْمَعُونَ (46) وَإِذَا صُرِفَتْ أَبْصَارُهُمْ تِلْقَاءَ أَصْحَابِ النَّارِ قَالُوا رَبَّنَا لَا تَجْعَلْنَا مَعَ الْقَوْمِ الظَّالِمِينَ (47) وَنَادَى أَصْحَابُ الْأَعْرَافِ رِجَالًا يَعْرِفُونَهُمْ بِسِيمَاهُمْ قَالُوا مَا أَغْنَى عَنْكُمْ جَمْعُكُمْ وَمَا كُنْتُمْ تَسْتَكْبِرُونَ (48) أَهَؤُلَاءِ الَّذِينَ أَقْسَمْتُمْ لَا يَنَالُهُمُ اللَّهُ بِرَحْمَةٍ ادْخُلُوا الْجَنَّةَ لَا خَوْفٌ عَلَيْكُمْ وَلَا أَنْتُمْ تَحْزَنُونَ (49)}
46- Cennetliklerle cehennemlikler arasında bir perde vardır. Âraf üzerinde de her iki grubu simalarından tanıyan adamlar vardır.
Cennetliklere: “Selamun aleykum” diye seslenirler. Bunlar henüz oraya girmemiş
(fakat oraya girmeyi) uman kimselerdir.
47-
Gözleri cehennemlikler tarafına çevrildiği zaman: “Rabbimiz, bizi zalimler topluluğu ile beraber bulundurma” derler.
48-
A’raf’takiler simalarından tanıdıkları birtakım adamlara seslenerek şöyle derler: “Çokluğunuzun da büyüklenip durmanızın da size bir faydası olmadı.”
49-
“Allah’ın, kendilerini rahmetine erdirmeyeceğine dair yemin ettiğiniz kimseler bunlar mı idi? İşte (onlara): Girin cennete! Size hiçbir korku yoktur ve siz üzülecek de değilsiniz, (denmiştir).”
#
{46} أي: وبين أصحاب الجنة وأصحاب النار حجابٌ يُقال له: الأعراف، لا من الجنة ولا من النار، يشرف على الدارين، وينظُر من عليه حال الفريقين، وعلى هذا الحجاب رجالٌ يعرفونَ كلًّا من أهل الجنة والنار بسيماهم؛ أي: علاماتهم التي بها يُعْرَفون ويُمَيَّزون؛ فإذا نظروا إلى أهل الجنة؛ نادَوْهم: {أن سلامٌ عليكم}؛ أي: يحيُّونهم ويسلِّمون عليهم، وهم إلى الآن لم يدخلوا الجنة، ولكنهم يطمعون في دخولها، ولم يجعل الله الطمع في قلوبهم إلا لما يُريد بهم من كرامته.
46. Yani cennetlikler ile cehennemlikler arasında A’raf diye bilinen bir perde vardır. Bu, cennetten de değildir, cehennemden de değildir. Her iki tarafa da bakar, o nedenle de burada bulunan kimse, her iki kesimin durumu da görür. Bu perde üzerinde ise cennet ve cehennem ehlinden her bir kimseyi
“simalarından” yani kendileri vasıtası ile tanındıkları ve başkalarından ayırt edildikleri alametleri ile
“tanıyan adamlar vardır.”
İşte bunlar cennet ehline baktıklarında
“Selamun aleykum” diye seslenirler” ve onlara böylece selam verirler. Bunlar o ana kadar henüz cennete girmemiş olmakla birlikte cennete girmeyi ümid ederler. Allah’ın kalplerine böyle bir ümidi yerleştirmesinin ise onlara lütuf ve ihsanda bulunmak istemesinden başka bir sebebi yoktur.
#
{47} {وإذا صُرِفَتْ أبصارُهم تِلْقاءَ أصحابِ النَّارِ}: ورأوا منظراً شنيعاً وهولاً فظيعاً، {قالوا ربَّنا لا تَجْعَلْنا مع القوم الظالمين}: فأهل الجنة إذا رآهم أهلُ الأعراف يطمعون أن يكونوا معهم في الجنة ويحيُّونهم ويسلِّمون عليهم، وعند انصراف أبصارهم بغير اختيارهم لأهل النار يستجيرون [بالله] من حالهم هذا على وجه العموم.
47.
“Gözleri cehennemlikler tarafına çevrildiği zaman” dehşetli görüntülerle ve korkunç durumlarla karşı karşıya kalırlar da
“Rabbimiz, bizi zalimler topluluğu ile beraber bulundurma, derler.” Böylece a’raftakiler cennetlikleri görecekleri vakit onlarla birlikte cennette olmayı ümid ederler ve onları selamlarlar. İstemeyerek de olsa cehennemdekilere doğru gözleri kaydığında ise onların bu hallerinden kendilerini koruması için Allah’a sığınırlar.
#
{48} ثم ذكر الخصوص بعد العموم، فقال: {ونادى أصحابُ الأعراف رجالاً يعرفونهم بسيماهُم}: وهم من أهل النار، وقد كانوا في الدنيا لهم أبهة وشرفٌ وأموالٌ وأولادٌ، فقال لهم أصحاب الأعراف حين رأوهم منفردين في العذاب بلا ناصرٍ ولا مغيث: {ما أغنى عنكُم جمعُكم}: في الدُّنيا الذي تستدفِعون به المكاره، وتوسلون به إلى مطالبكم في الدُّنيا؛ فاليوم اضمحل ولا أغنى عنكم شيئاً، وكذلك أيُّ شيءٍ نفعكم استكباركم على الحقِّ وعلى ما جاء به وعلى مَن اتبعه؟!
48.
Bu genel durumdan sonra özel bir durumdan söz edilerek şöyle buyrulmaktadır: “A’raf’takiler yüzlerinden tanıdıkları birtakım adamlara seslenerek şöyle derler...” Burada tanıdıklarından söz edilen kimseler cehennemliklerdir. Dünyada iken bunların azametleri, şerefleri, mal ve çocukları vardı.
İşte A’raftakiler bunları tek başlarına yardımcısız ve imdatlarına koşacak kimse bulunmaksızın azap içinde görecekleri vakit şöyle diyeceklerdir: “Çokluğunuzun da büyüklenip durmanızın da size bir faydası olmadı.” Dünyada iken kendileri vasıtası ile hoşlanmadığınız şeylere karşı kendinizi savunduğunuz ve isteklerinizi de bu yolla elde ettiğiniz o topluluğunuz, bugün darmadağın olmuş ve size hiçbir fayda sağlamamıştır. Aynı şekilde hakka karşı, hakkı getirenlere ve hakka uyanlara karşı büyüklenmenizin de size hiçbir faydası olmamıştır.
#
{49} ثم أشاروا لهم إلى أناس من أهل الجنة كانوا في الدنيا فقراء ضعفاء يستهزئ بهم أهل النار، فقالوا لأهل النار: {أهؤلاء}: الذين أدخلهم الله الجنة، {الذين أقسمتُم لا ينالُهُم الله برحمةٍ}: احتقاراً لهم وازدراءً وإعجاباً بأنفسكم، قد حنثتم في أيمانكم، وبدا لكم من الله ما لم يكن لكم في حساب. {ادخلوا الجنة}: بما كنتم تعملونَ؛ أي: قيل لهؤلاء الضعفاء إكراماً واحتراماً: ادخلوا الجنة بأعمالكم الصالحة، {لا خوفٌ عليكم}: فيما يُستقبل من المكاره، {ولا أنتم تحزنونَ}: على ما مضى، بل آمنون مطمئنُّون فرحون بكل خير. وهذا كقولِهِ تعالى: {إنَّ الذين أجرموا كانوا من الذين آمنوا يضحكونَ. وإذا مَرُّوا بهم يتغامَزون ... } إلى أن قال: {فاليومَ الذين آمنوا مِنَ الكُفَّارِ يضحكون. على الأرائكِ ينظُرونَ}.
واختلف أهل العلم والمفسِّرون من هم أصحاب الأعراف وما أعمالهم، والصحيح من ذلك أنهم قوم تساوت حسناتهم وسيئاتهم؛ فلا رجحتْ سيئاتهم فدخلوا النار، ولا رجحت حسناتهم فدخلوا الجنة، فصاروا في الأعراف ما شاء الله، ثم إن الله تعالى يدخِلُهم برحمته الجنة؛ فإن رحمته تسبق وتغلب غضبه، ورحمته وسعت كلَّ شيءٍ.
49.
Daha sonra onlara cennet ehlinden olup da dünya hayatında iken fakir ve zayıf olan ve cehennemlik kafirlerin kendileriyle alay ettikleri birtakım kimseleri gösterecekler ve bu cehennemliklere şöyle diyecekler: “Allah’ın kendilerini rahmetine erdirmeyeceğine dair yemin ettiğiniz kimseler bunlar mı idi?” Siz Allah'ın cennetine koyduğu bu kimseleri hakir görp küçümseyerek ve kendinizi de beğenerek böyle yemin ediyordunuz. İşte yeminlerinizin doğru olmadığı ortaya çıkmıştır ve sizin hiçbir şekilde hesaba katmadığınız şeyleri Yüce Allah şimdi size göstermiş bulunuyor.
“İşte (onlara): Girin cennete!” yani bu zayıf gördüğünüz kimselere bir ikram ve lütuf olmak üzere
“Dünyada iken işlediklerinizden dolayı, salih amelleriniz sebebi ile cennete girin”, denilmiştir.
“Geleceğe dönük hoşunuza gitmeyecek şeylerden yana “size hiçbir korku yoktur ve siz” geçmiş dolayısı ile
“üzülecek de değilsiniz.” Aksine güven ve huzur içerisinde olacak, her türlü hayra nail olup sevineceksiniz.
Bu da Yüce Allah’ın şu buyruklarına benzemektedir: “Şüphe yok ki o günahkârlar iman edenlerin bir kısmına gülerlerdi. Yanlarından geçtiklerinde de birbirlerine kaş-göz işareti yaparlardı... İşte bugün de iman edenler o kâfirlere gülerler, tahtlar üzerinden bakarlar.” (el-Mutaffifin, 83/29-35)
İlim adamları ve müfessirler, A’raf’takilerin kim oldukları ve amellerinin ne olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler.
Bu konuda doğru olan görüş şudur: Bunlar iyilikleri ve kötülükleri eşit olan bir topluluktur. Ne kötülükleri ağır bastığı için cehenneme girmiş olacaklar, ne de iyilikleri ağır bastığı için cennete girmiş olacaklardır. Böylece Allah’ın dilediği bir süre A’raf’ta kalacaklardır. Daha sonra Yüce Allah, rahmeti ile onları cennete koyacaktır. Çünkü O’nun rahmeti gazabını geçer ve ona galip gelir. O’nun rahmeti her şeyi kuşatmıştır.
{وَنَادَى أَصْحَابُ النَّارِ أَصْحَابَ الْجَنَّةِ أَنْ أَفِيضُوا عَلَيْنَا مِنَ الْمَاءِ أَوْ مِمَّا رَزَقَكُمُ اللَّهُ قَالُوا إِنَّ اللَّهَ حَرَّمَهُمَا عَلَى الْكَافِرِينَ (50) الَّذِينَ اتَّخَذُوا دِينَهُمْ لَهْوًا وَلَعِبًا وَغَرَّتْهُمُ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا فَالْيَوْمَ نَنْسَاهُمْ كَمَا نَسُوا لِقَاءَ يَوْمِهِمْ هَذَا وَمَا كَانُوا بِآيَاتِنَا يَجْحَدُونَ (51) وَلَقَدْ جِئْنَاهُمْ بِكِتَابٍ فَصَّلْنَاهُ عَلَى عِلْمٍ هُدًى وَرَحْمَةً لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ (52) هَلْ يَنْظُرُونَ إِلَّا تَأْوِيلَهُ يَوْمَ يَأْتِي تَأْوِيلُهُ يَقُولُ الَّذِينَ نَسُوهُ مِنْ قَبْلُ قَدْ جَاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّ فَهَلْ لَنَا مِنْ شُفَعَاءَ فَيَشْفَعُوا لَنَا أَوْ نُرَدُّ فَنَعْمَلَ غَيْرَ الَّذِي كُنَّا نَعْمَلُ قَدْ خَسِرُوا أَنْفُسَهُمْ وَضَلَّ عَنْهُمْ مَا كَانُوا يَفْتَرُونَ (53)}
50- Cehennemlikler,
cennetliklere: “Bize biraz su veya Allah’ın size ihsan ettiği rızıktan verin” diye seslenirler.
Onlar ise: “Allah bunları kâfirlere haram kılmıştır” derler.
51- O
(kafirler) dinlerini bir eğlence ve bir oyun edinip de dünya hayatının kendilerini aldattığı kimselerdir. Onlar, nasıl bugüne kavuşacaklarını unuttular ve âyetlerimizi nasıl bilerek inkâr ettilerse biz de bugün onları öylece unuturuz.
52- Halbuki biz onlara iman eden bir kavme hidâyet ve rahmet olmak üzere bir ilme dayanarak uzun uzadıya açıkladığımız bir kitap getirmişizdir.
53- Onlar ille de
(o kitabın) bildirdiklerinin gerçekleşmesini mi bekliyorlar? Onun bildirdiklerinin gerçekleşeceği gün daha önce onu unutanlar şöyle diyeceklerdir:
“Gerçekten de Rabbimizin peygamberleri bize hakkı getirmişler! Acaba bizim için şefaatçiler bulunur mu ki bize şefaat etsinler? Yahut (dünyaya) geri döndürülür müyüz ki (oradayken) işlediğimiz amellerden başkasını işleyelim?” Onlar, kendilerini gerçekten zarara sokmuşlardır ve uydurageldikleri şeyler de kendilerini
(bırakıp) kaybolmuştur.
#
{50 ـ 52} أي: ينادي أصحاب النار أصحاب الجنة حين يبلغُ منهم العذابُ كلَّ مبلغ وحين يمسُّهم الجوع المفرط والظمأ الموجع؛ يستغيثون بهم فيقولون: {أفيضوا علينا من الماءِ أو ممَّا رزقكم الله}: من الطعام، فأجابهم أهل الجنة بقولهم: {إنَّ الله حرَّمَهما}؛ أي: ماء الجنة وطعامها {على الكافرين}: وذلك جزاء لهم على كفرهم بآيات الله واتخاذهم دينهم الذي أُمروا أن يستقيموا عليه ووُعدوا بالجزاء الجزيل عليه {لهواً ولعباً}؛ أي: لهت قلوبهم وأعرضت عنه ولعبوا واتَّخذوه سخريًّا، أو أنهم جعلوا بدل دينهم اللهو واللعب، واستعاضوا بذلك عن الدين القيم، {وغرَّتْهم الحياة الدنيا}: بزينتها وزخرفها وكثرة دعاتِها، فاطمأنوا إليها ورضوا بها وفرحوا وأعرضوا عن الآخرة ونسوها. {فاليوم ننساهم}؛ أي: نتركهم في العذاب، {كما نسوا لقاء يومهم هذا}: فكأنهم لم يُخْلقوا إلا للدُّنيا، وليس أمامهم عرض ولا جزاء، {وما كانوا بآياتنا يجحدون}: والحال أن جحودهم هذا لا عن قصور في آيات الله وبيِّناته، بل قد {جئناهم بكتابٍ فصَّلْناه}؛ أي: بينا فيه جميع المطالب التي يحتاج إليها الخلق {على علم}؛ من الله بأحوال العباد في كل زمان ومكان، وما يصلُحُ لهم وما لا يصلُحُ ليس تفصيله تفصيل غير عالم بالأمور، فتجهله بعض الأحوال فيحكم حكماً غير مناسب، بل تفصيل من أحاط علمه بكل شيء ووسعتْ رحمتُهُ كلَّ شيء. {هدىً ورحمةً لقوم يؤمنون}؛ أي: تحصل للمؤمنين بهذا الكتاب الهداية من الضلال وبيان الحق والباطل والغي والرشد، ويحصُل أيضاً لهم به الرحمة، وهي الخير والسعادة في الدنيا والآخرة، فينتفي عنهم بذلك الضلال والشقاء.
50.
“Cehennemlikler, cennetliklere…” Yani cehennemlikler alabildiğine azaptan sonra aşırı derecede açlığın ve susuzluğun ızdırabını hissedecekleri vakit cennetliklere seslenerek onlardan yardım isteyecekler ve:
“Bize biraz su veya Allah’ın size ihsan ettiği rızıktan” yiyeceklerden
“verin, diye seslenirler.” Cennetlikler ise onlara şu sözlerle cevap verirler:
“Allah bunları” yani cennetin suyunu da yiyeceklerini de
“kâfirlere haram kılmıştır.”
51. Bu, Allah’ın âyetlerini inkâr etmelerine, üzerinde dosdoğru yürümekle emrolundukları, kendisine bağlı kalmaları halinde pekçok mükâfaat vaadini aldıkları dinlerini
“bir eğlence ve bir oyun” edinmelerine karşılık bir cezadır. Yani onların kalpleri bu dinden yüz çevirmiş, başka şeylerle oyalanmış ve onu alay konusu edinmişlerdi. Ya da onlar bizzat oyun ve eğlenceyi kendilerine din edinmişler ve dosdoğru dinin yerine bunları benimsemişlerdi.
“Dünya hayatı” süsü, zineti ve davetçilerinin çokluğu ile
“kendilerini” aldatmış, onlar da dünya hayatıyla tatmin olmuş, ona rıza göstermiş ve sevinerek kabullenmişlerdi. Buna karşılık âhiretten yüz çevirmiş ve onu unutmuşlardı.
“Nasıl bu güne kavuşacaklarını unuttular ve âyetlerimizi nasıl bilerek inkâr ettilerse biz de bugün onları öylece unuturuz.” Yani biz de onları azapta öylece bırakırız. Onlar sanki dünya için yaratılmışlar, önlerinde amellerinin karşılarına konulması ve bu amellerinin karşılığının verilmesi diye bir şey hiç olmayacak gibi davranmışlar ve ayetlerimizi inkâr etmişlerdir. Onların bu inkârları Allah’ın âyetlerinde ve O’nun apaçık belgelerinde bulunan herhangi bir kusurdan ileri gelmiyordu.
Aksine:
52.
“Biz onlara... uzun uzadıya açıkladığımız bir kitap getirmişizdir.” Bu kitapta bütün insanların ihtiyaç duyacakları her şeyi açıkladık. Bizim bu açıklamalarımız da
“bir ilme dayanarak” yapılmıştır. Yani Allah’ın her zaman ve mekanda kulların durumlarını, onlar için uygun olanı ve olmayanı bilmesi esasına göre yapılmıştır. Yoksa bu kitaptaki açıklamalar, işi bilmeyen kimsenin açıklamaları olmadığı gibi bazı halleri bilmeyerek uygun olmayan bir hüküm veren kimsenin açıklamaları gibi de değildir. Aksine bunlar ilmi de rahmeti de her şeyi kuşatan o yüce Zatın açıklamalarıdır.
Yine bu kitap,
“iman eden bir kavme hidâyet ve rahmet olmak üzere” gönderilmiştir. Yani bu kitap sayesinde mü’minler sapıklıktan kurtulup hidâyete ererler. Hak ile batılı, doğru ile eğriyi birbirinden açık seçik bir şekilde ayırt ederler. Aynı şekilde bu kitapla onlar, ilâhi rahmete de nail olurlar. İlahi rahmet ise dünya ve âhirette hayır ve saadet demektir. Böylelikle sapıklıktan da bedbahtlıktan da kurtulurlar.
#
{53} وهؤلاء الذين حقَّ عليهم العذاب لم يؤمنوا بهذا الكتاب العظيم ولا انقادوا لأوامره ونواهيه، فلم يبق فيهم حيلة إلاَّ استحقاقُهم أن يحلَّ بهم ما أخبر به القرآن، ولهذا قال: {هل ينظُرون إلا تأويلَه}؛ أي: وقوع ما أخبر به؛ كما قال يوسف عليه السلام حين وقعت رؤياه: {هذا تأويلُ رؤيايَ مِن قَبْلُ}. {يومَ يأتي تأويلُهُ يقول الذين نسوه من قبل}: متندِّمين متأسِّفين على ما مضى متشفِّعين في مغفرة ذنوبهم مقرِّين بما أخبرت به الرسل: {قد جاءت رُسُلُ ربِّنا بالحقِّ فهل لنا من شفعاءَ فيشفعوا لنا أو نُردُّ}: إلى الدنيا؛ {فنعملَ غير الذي كُنَّا نعملُ}: وقد فات الوقتُ عن الرُّجوع إلى الدنيا؛ فما تنفعُهم شفاعة الشافعين. وسؤالهم الرجوع إلى الدنيا ليعملوا غيرَ عملهم كذبٌ منهم، مقصودُهم به دفعُ ما حلَّ بهم؛ قال تعالى: {ولو رُدُّوا لَعادوا لِما نُهوا عنه وإنَّهم لَكاذبونَ}. {قد خسروا أنفسَهم}: حين فوَّتوها الأرباحَ وسَلَكوا بها سبيل الهلاك، وليس ذلك كخسران الأموال والأثاث أو الأولاد، إنما هذا خسرانٌ لا جُبْرانَ لمصابِهِ. {وضلَّ عنهم ما كانوا يفترونَ}: في الدُّنيا مما تُمَنِّيهم أنفسُهم به، ويعدُهم به الشيطان، قدموا على ما لم يكن لهم في حساب، وتبيَّن لهم باطلهم وضلالهم، وصدق ما جاءتهم به الرسل.
53. Haklarında azabın hak olduğu kimselere gelince onlar, bu Kitab-ı Azime iman etmediler. Emir ve yasaklarına riâyet etmediler. Geriye Kur’an-ı Kerim’in haber verdiği kötü akıbetin başlarına gelmesini hak etmekten başka bir şey kalmamıştır.
Bu yüzden şöyle buyrulmuştur: “Onlar ille de (o kitabın) bildirdiklerinin gerçekleşmesini (tevilini)” yani haber verdiği şeylerin meydana gelmesini
“mi bekliyorlar?” Bu ayetteki
“tevil” kelimesi, bir şeyin gerçekleşmesi, meydana çıkması anlamındadır. Nitekim Yusuf aleyhisselâm da rüyası gerçekleşince: “İşte bu daha önce gördüğüm o rüyanın tevilidir/gerçekleşmesidir” (Yusuf, 12/100) demiştir.
“Onun bildirdiklerinin gerçekleşeceği gün daha önce onu unutanlar” geçmişe pişman olarak, esef duyarak, günahlarının bağışlanması için şefaat arayarak ve de peygamberlerin haber verdiklerininin hak olduğunu itiraf ederek
“şöyle diyeceklerdir: Gerçekten de Rabbimizin peygamberleri bize hakkı getirmişler! Acaba bizim için şefaatçiler bulunur mu ki bize şefaat etsinler? Yahut (dünyaya) geri döndürülür müyüz ki (oradayken) işlediğimiz amellerden başkasını işleyelim?” Ancak dünyaya dönüş zamanı geçmiş olacaktır.
“Artık şefaat edenlerin şefaati de onlara fayda vermez.” (el-Müddessir, 74/48)
Yaptıklarından başka türlü amelde bulunmak için dünyaya döndürülmeyi istemelerine gelince bu; söyledikleri bir yalandır. Bundan maksatları da başlarına gelen felaketi savmaktır.
Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Eğer (dünyaya) geri döndürülürlerse yine kendilerine yasaklanan şeylere dönerler. Çünkü onlar şüphesiz yalancıdırlar.” (el-En’am, 6/28)
“Onlar kendilerini gerçekten zarara sokmuşlardır.” Çünkü elde edecekleri kârdan kendilerini mahrum edip onu elden kaçırdılar ve kendilerini helake götürecek yolları izlediler. Bu zarar, mal ve servet zararına yahut evlat kaybına benzemez. Bu, zararın ta kendisidir ki onu telafi etmeye asla imkân yoktur.
Dünyada
“uydurageldikleri şeyler de kendilerini (bırakıp) kaybolmuştur.” Kendi kendilerine kurdukları hayaller ve şeytanın onlara yaptığı vaatler kaybolup gitmiş olacaktır. Artık daha önce hesaba katmadıkları şeylere doğru yol alacaklardır. Yollarının batıl ve sapıklık olduğunu, buna karşılık peygamberlerin kendilerine getirdikleri şeylerin de hak olduğunu açıkça görmüş olacaklardır.
{إِنَّ رَبَّكُمُ اللَّهُ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ يُغْشِي اللَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَثِيثًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومَ مُسَخَّرَاتٍ بِأَمْرِهِ أَلَا لَهُ الْخَلْقُ وَالْأَمْرُ تَبَارَكَ اللَّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ (54)}.
54- Şüphesiz Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, sonra da Arş’a istiva eden Allah’tır. O, geceyi gündüze bürür ki bunlar süratle birbirini kovalar. Güneşi, ayı ve yıldızları yaratıp emri ile ram eden O’dur. İyi bilin ki yaratma da emretme de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yüce ve mübarektir!
#
{54} يقول تعالى مبيناً أنه الربُّ المعبود وحده لا شريك له: {إنَّ ربَّكم اللهُ الذي خَلَقَ السمواتِ والأرضَ}: وما فيهما على عظمهما وسعتهما وإحكامهما وإتقانهما وبديع خلقهما {في ستة أيام}: أولها يوم الأحد، وآخرها يوم الجمعة. فلما قضاهما وأودع فيهما من أمره ما أودع؛ {استوى}: تبارك وتعالى {على العرش}: العظيم الذي يسع السماوات والأرض وما فيهما وما بينهما؛ استوى استواءً يليق بجلاله وعظمته وسلطانه، فاستوى على العرش، واحتوى على الملك، ودبر الممالك، وأجرى عليهم أحكامه الكونيّة وأحكامه الدينيّة، ولهذا قال: {يُغْشي الليلَ}: المظلم {النهارَ}؛ المضيء، فيظلم ما على وجه الأرض، ويسكُن الآدميون، وتأوي المخلوقات إلى مساكنها، ويستريحون من التعب والذهاب والإياب الذي حصل لهم في النهار. {يطلُبُه حثيثاً}: كلَّما جاء الليل؛ ذهب النهار، وكلَّما جاء النهار؛ ذهب الليل ... وهكذا أبداً على الدوام حتى يطوي الله هذا العالم، وينتقل العباد إلى دار غير هذه الدار.
{والشمس والقمر والنجوم مسخرات بأمره}؛ أي: بتسخيره وتدبيره الدالِّ على ما له من أوصاف الكمال، فخلقها وعظمها دالٌّ على كمال قدرته، وما فيها من الإحكام والانتظام والإتقان دالٌّ على كمال حكمته، وما فيها من المنافع والمصالح الضروريَّة وما دونها دالٌّ على سعة رحمته، وذلك دال على سعة علمه، وأنه الإله الحقُّ الذي لا تنبغي العبادة إلا له. {ألا له الخَلْق والأمر}؛ أي: له الخلق الذي صدرت عنه جميع المخلوقات علويّها وسفليّها أعيانها وأوصافها وأفعالها والأمر المتضمن للشرائع والنبوات؛ فالخلق يتضمَّن أحكامه الكونيَّة القدريَّة، والأمر يتضمَّن أحكامه الدينيَّة الشرعيَّة، وثم أحكام الجزاء، وذلك يكون في دار البقاء. {تبارك الله}؛ أي: عَظُم وتعالى وكثر خيره وإحسانه، فتبارك في نفسه لعظمة أوصافه وكمالها، وبارك في غيره بإحلال الخير الجزيل والبر الكثير؛ فكل بركة في الكون فمن آثار رحمته، ولهذا قال: {تبارك الله ربُّ العالمين}.
54. Yüce Allah,
hiçbir ortağı söz konusu olmaksızın tek mabud ve yegane Rabbin kendisi olduğunu beyan ederek şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz Rabbiniz, gökleri ve yeri” ve de onlarda bulunanları büyüklüklerine, genişliklerine, sağlamlıklarına, muhkemliklerine ve harikulade yaratılışlarına rağmen
“altı günde yaratan” ki bu günlerin ilki Pazar, sonuncusu da Cuma günüdür. Onları yaratmayı bitirip onlara gerekli emirlerini tevdi ettikten sonra Yüce Allah
“Arş’a istiva” etmiştir. Gökleri, yeri, içindekileri ve ikisi arasında bulunanları kuşatan o muazzam Arş’a celâline, azametine ve hükümranlığına yakışan bir şekilde istiva etmiş, yükselmiştir. O, Arşa istiva etmiş, hükümranlığı ele alıp mahlukatı yönetmiş ve onlarla ilgili hem kevni hem dini hükümlerini icra etmiştir.
Bu yüzden şöyle buyurmaktadır:
“O” karanlık “geceyi” aydınlık
“gündüze bürür.” Böylelikle yeryüzünde ne varsa karanlığa bürünür. Ademoğulları dinlenir, bütün mahlukat yuvalarına çekilir ve hepsi de gündüzün çalışmaktan ve gidip gelmekten kaynaklanan yorgunluktan dolayı istirahat ederler.
“ki bunlar süratle birbirini kovalar.” Gece geldi mi gündüz gider, gündüz geldi mi gece gider ve bu, sürekli olarak böylece devam eder. Yüce Allah'ın bu kainatı katlayıp düreceği, kulların da bu diyardan başka bir yurda intikal edecekleri vakte kadar da böyle devam edecektir.
“Güneşi, ayı ve yıldızları yaratıp emri ile ram eden O’dur.” Sahip olduğu kemal sıfatlarına delâlet eden idaresi ile O, onları emrine amade kılmıştır. Bunların yaratılması ve büyüklükleri, O’nun kudretinin kemaline; bunlardaki muhkemlik, düzenlilik ve sağlamlık hikmetinin kemaline; bunlardaki faydalar, olmazsa olmaz maslahatlar vb. de rahmetinin ve ilminin genişliğine,
ayrıca sadece kendisine ibadet edilmesi gerekli olan hak ilahın yalızca O olduğuna delildir: “İyi bilin ki yaratma da emretme de O’na mahsustur.” Yani ulvi ve süfli bütün alemlerdeki yaratılmışları, bizzat kendilerini de sıfatlarını da fiillerini de yaratan O’dur. Şer’i hükümleri ve ilahi mesajları ihtiva eden emirleri de O verir. Yaratmak, O’nun kevnî ve kaderî hükümlerini, emretmek de O’nun dinî ve şer’î hükümlerini içerir. Amellere verilecek karşılıklara dair hükümler de bu kapsama girer ki bunlar, ebedilik yurdunda söz konusu olacaktır.
“Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yüce ve mübarektir!” Ne azametlidir, ne üstündür! O’nun hayır ve ihsanları pek çoktur. O, zatı ile de sıfatlarının azameti ve kemali dolayısı ile de mübarektir/bereket sahibi ve yücedir. Ayrıca O, başkalarına pek çok hayrı ve pek çok iyilikleri ihsan etmesi sureti ile onları mübarek/bereketli kılmıştır. Kainattaki her bir bereket O’nun rahmetinin bir sonucudur.
Bundan dolayı Yüce Allah: “Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yüce ve mübarektir!” buyurmaktadır.
Yüce Allah, özlü akıl sahiplerine bütün ihtiyaçlarda maksat olarak gözetilmesi gereken tek mabudun kendisi olduğuna delâlet edecek şekilde azamet ve celâlini söz konusu ettikten sonra buna bağlı olarak yerine getirilmesi gereken hususları emrederek şöyle buyurmaktadır:
{ادْعُوا رَبَّكُمْ تَضَرُّعًا وَخُفْيَةً إِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُعْتَدِينَ (55) وَلَا تُفْسِدُوا فِي الْأَرْضِ بَعْدَ إِصْلَاحِهَا وَادْعُوهُ خَوْفًا وَطَمَعًا إِنَّ رَحْمَتَ اللَّهِ قَرِيبٌ مِنَ الْمُحْسِنِينَ (56)}.
55- Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Gerçek şu ki O, haddi aşanları sevmez.
56- Islah edilmişken yeryüzünde fesat çıkarmayın. O’na korku ve ümitle dua edin. Şüphesiz Allah’ın rahmeti, ihsan sahiplerine yakındır.
#
{55} الدعاء يدخل فيه دعاء المسألة ودعاء العبادة، فأمر بدعائه {تضرعاً}؛ أي: إلحاحاً في المسألة ودؤوباً في العبادة، {وخُفية}؛ أي: لا جهراً وعلانيةً يُخاف منه الرياء، بل خفية وإخلاصاً لله تعالى. {إنه لا يحبُّ المعتدين}؛ أي: المتجاوزين للحدِّ في كل الأمور، ومن الاعتداء كون العبد يسأل الله مسائل لا تصلح له، أو يتنطع في السؤال، أو يبالغ في رفع صوته بالدعاء؛ فكلُّ هذا داخل في الاعتداء المنهيِّ عنه.
55.
“Rabbinize… dua edin.” Buradaki duanın kapsamına hem Allah’tan istekte bulunmak için yapılan dua, hem de ibadet anlamındaki dua girmektedir. Yüce Allah kendisine
“yalvara yakara” ısrarla istekte bulunarak ve ibadetlere de devam ederek
“ve gizlice dua edin” diye emretmektedir. Yani duanız, riyanın bulaşacağından korkulacak şekilde açık ve aleni olmasın. Aksine Yüce Allah’a ihlasla ve sessizce dua edin.
“Gerçek şu ki O, haddi” bütün hususlarda sınırları
“aşanları sevmez.” Kulun Yüce Allah’tan kendisine uygun olmayan bir dilekte bulunmak yahut da istekte aşırı gitmek ve yapmacık davranmak ya da dua ederken sesi aşırı yükseltmek gibi. Bütün bu hususlar yasak kılınmış olan haddi aşmanın kapsamı içerisindedir.
#
{56} {ولا تفسدوا في الأرض}: بعمل المعاصي {بعد إصلاحها}: بالطاعات؛ فإن المعاصي تفسد الأخلاق والأعمال والأرزاق؛ كما قال تعالى: {ظهر الفسادُ في البرِّ والبحر بما كسبتْ أيدي الناس}: كما أنَّ الطاعات تصلُحُ بها الأخلاق والأعمال والأرزاق وأحوال الدُّنيا والآخرة. {وادعوه خوفاً وطمعاً}؛ أي: خوفاً من عقابه، وطمعاً في ثوابه، طمعاً في قبولها وخوفاً من ردِّها، لا دعاء عبد مدلٍّ على ربه، قد أعجبته نفسه، ونزَّل نفسه فوق منزلته، أو دعاء من هو غافل لاهٍ.
وحاصل ما ذكر الله من آداب الدعاء: الإخلاصُ فيه لله وحده؛ لأنَّ ذلك يتضمَّنه الخفية، وإخفاءه وإسراره، وأن يكون القلبُ خائفاً طامعاً لا غافلاً ولا آمناً ولا غير مبالٍ بالإجابة، وهذا من إحسان الدعاء؛ فإن الإحسان في كل عبادة بَذْلُ الجهد فيها وأداؤها كاملةً لا نقصَ فيها بوجه من الوجوه. ولهذا قال: {إنَّ رحمةَ الله قريبٌ من المحسنين}: في عبادة الله، المحسنين إلى عباد الله، فكلَّما كان العبد أكثر إحساناً؛ كان أقرب إلى رحمة ربِّه، وكان ربُّه قريباً منه برحمته. وفي هذا من الحثِّ على الإحسان ما لا يخفى.
56. İtaatler ile
“ıslah edilmişken yeryüzünde” masiyetler işlemek sureti ile
“fesat çıkarmayın.” Çünkü masiyetler ahlakı, amelleri ve rızıkları bozar.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “İnsanların kendi elleri ile kazandıklarından ötürü karada ve denizde fesat başgösterdi.” (en-Nur, 30/41) Diğer taraftan taatler ile de ahlak, ameller, rızıklar, dünya ve âhiret halleri salah bulur, düzene girer.
“Ona korku ve ümitle dua edin”; yani O’nun cezasından korkarak ve mükâfaatını umarak, kabul edileceğini umarak ve reddedileceğinden korkarak dua edin. Yoksa kendisini beğenen ve kendini gerçek konumundan yukarıda kabul edip Rabbinden ukalaca isteklerde bulunan kimse yahut da gafil ve kalbi başka şeylerle oyalanıp duran kimse gibi dua etmeyin.
Yüce Allah’ın,
dua adabı ile ilgili olarak zikrettiklerinden anlaşılanlar özetle şudur: Dua ihlas içinde ve yalnızca Allah’a yapılmalıdır. Çünkü duanın gizli yapılmasının ihtiva ettiği mana budur. Yine dua, gizlice ve sessizce yapılmalı, kalp korku ve ümit içinde olmalıdır. Gafil, duasının kabul edileceğinden emin ya da kabul edilip edilmemesine aldırış etmeyen bir halde olmamalıdır.
Bu şekilde dua etmek, duanın ihsan ile yapılması demektir. İhsan ise bütün ibadetlerde gayretin tümünü ortaya koymak, o ibadeti tam anlamı ile ve herhangi bir şekilde eksik içermeksizin eda etmek demektir.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz Allah’ın rahmeti ihsan sahiplerine yakındır.” Yani Allah'ın rahmeti, Allah’a ibadetinde ihsan sahibi olup Allah’ın kullarına da ihsanda bulunan kimselere yakındır. Kulun ihsanı ne kadar çok olursa Rabbinin rahmetine o kadar yakın olur. Rabbi de rahmeti ile ona o kadar yakın olur. Bu buyruklarda -açıkça görüleceği gibi- ihsana büyük bir teşvik vardır.
{وَهُوَ الَّذِي يُرْسِلُ الرِّيَاحَ بُشْرًا بَيْنَ يَدَيْ رَحْمَتِهِ حَتَّى إِذَا أَقَلَّتْ سَحَابًا ثِقَالًا سُقْنَاهُ لِبَلَدٍ مَيِّتٍ فَأَنْزَلْنَا بِهِ الْمَاءَ فَأَخْرَجْنَا بِهِ مِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ كَذَلِكَ نُخْرِجُ الْمَوْتَى لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ (57) وَالْبَلَدُ الطَّيِّبُ يَخْرُجُ نَبَاتُهُ بِإِذْنِ رَبِّهِ وَالَّذِي خَبُثَ لَا يَخْرُجُ إِلَّا نَكِدًا كَذَلِكَ نُصَرِّفُ الْآيَاتِ لِقَوْمٍ يَشْكُرُونَ (58)}.
57- Rahmetinin önünde rüzgarları müjde olmak üzere gönderen O’dur. Nihâyet bu rüzgarlar
(yağmur yüklü) ağır bulutları kaldırınca biz, onları ölü bir beldeye süreriz de oraya su indiririz ve derken o su ile ürünün her türlüsünü çıkartırız. İşte biz ölüleri de böyle çıkartacağız. Belki düşünüp öğüt alırsınız.
58- İyi ve temiz beldeye gelince oranın bitkisi Rabbinin izni ile çıkar. Kötü ve çorak olandan ise ancak az ve faydasız bir şeyler çıkar. İşte biz âyetlerimizi şükreden bir topluluk için böylece türlü türlü açıklarız.
#
{57} بين تعالى أثراً من آثار قدرته ونفحة من نفحات رحمته، فقال: {وهو الذي يرسل الرياح بشراً بين يدي رحمته}؛ أي: الرياح المبشرات بالغيث، التي تثيره بإذن الله من الأرض، فيستبشر الخلق برحمة الله، وترتاح لها قلوبهم قبل نزوله. {حتى إذا أقلَّت}: الرياح {سحاباً ثقالاً}: قد أثاره بعضها، وألفه ريحٌ أخرى وألقحه ريح أخرى، {سُقْناه لبلدٍ ميِّتٍ}: قد كادت تهلك حيواناتُهُ وكاد أهله أن ييأسوا من رحمة الله. {فأنزلنا به}؛ أي: بذلك البلد الميت {الماء}: الغزير من ذلك السحاب، وسخَّر الله له ريحاً تدره وريحاً تفرِّقه بإذن الله. فأنبتنا به من كلِّ الثمرات: فأصبحوا مستبشرين برحمة الله، راتعين بخير الله. وقوله: {كذلك نخرِجُ الموتى لعلَّكم تَذَكَّرون}؛ أي: كما أحيينا الأرض بعد موتها بالنبات كذلك نخرج الموتى من قبورهم بعدما كانوا رفاتاً متمزِّقين. وهذا استدلال واضح؛ فإنه لا فرق بين الأمرين؛ فمنكِرُ البعثِ استبعاداً له مع أنه يرى ما هو نظيره من باب العناد وإنكار المحسوسات. وفي هذا الحثُّ على التذكُّر والتفكُّر في آلاء الله والنظر إليها بعين الاعتبار والاستدلال لا بعين الغفلة والإهمال.
57. Yüce Allah,
kudretinin etkilerinden ve rahmet esintilerinden birisini beyan ederek şöyle buyurmaktadır: “Rahmetinin önünde rüzgarları müjde olmak üzere gönderen O’dur.” Yani yağmuru müjdeleyen rüzgarları O gönderir. Bu rüzgarlar Allah’ın izni ile bulutları yerden kaldırıp yükseltir, böylelikle insanlar da Allah’ın rahmeti ile sevinir, daha yağmur yağmadan önce bu rahmet dolayısı ile kalpleri ferahlar.
“Nihâyet bu rüzgarlar, (yağmur yüklü) ağır bulutları kaldırınca” o rüzgarların bir bölümü bulutları kaldırır, bir bölümü onları birbirine kaynaştırır, başka bir bölümü de onları aşılar
“Biz onları ölü” hayvanları neredeyse helak olacak, ahalisi de Allah’ın rahmetinden ümit kesecek hale gelmiş
“bir beldeye süreriz de oraya” o ölü beldeye
“su indiririz.” O buluttan bol yağmur indiririz. Allah, o bulutun yağmur yağmasını sağlayacak rüzgar ile yine Allah’ın izni ile onu dağıtacak bir başka rüzgar müsahhar kılar.
“Ve derken o su ile ürünün her türlüsünü çıkartırız.” Böylelikle Allah’ın rahmetiyle sevinirler ve Allah’ın ihsanından faydalanırlar.
“İşte biz ölüleri de böyle çıkartacağız” Yani Biz, ölümünden sonra yeri bitkilerle diriltip canlandırdığımız gibi ölüleri de çürüyüp darmadağın ve kemikleri de toprak olduktan sonra kabirlerinden böylece çıkartacağız. Bu, gayet açık bir delillendirmedir. İki durum arasında bir fark yoktur. Bir benzerini gözüyle gördüğü halde öldükten sonra dirilişi uzak bir ihtimal kabul ederek inkâr eden kimsenin, bu inkârı inat kabilinden ve gözle görülen maddi şeyleri inkâr etmek türündendir. Bu buyrukta Allah’ın nimetleri üzerinde ibretle düşünmeye, bunlara öğüt almak ve istidlal etmek kastı ile bakmaya bir teşvik olduğu gibi gaflet ve ihmal gözü ile bakmamaya da bir irşad vardır.
Daha sonra Yüce Allah üzerine yağmurun yağdığı toprakların farklılıklarını söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{58} ثم ذكر تفاوت الأراضي التي ينزل عليها المطر، فقال: {والبلدُ الطيِّب}؛ أي: طيب التربة والمادة، إذا نزل عليه المطر؛ {يخرج نباتُهُ}: الذي هو مستعدٌّ له {بإذن ربِّه}؛ أي: بإرادة الله ومشيئته، فليست الأسباب مستقلَّةً بوجود الأشياء حتى يأذن الله بذلك. {والذي خَبُثَ}: من الأراضي {لا يخرُجُ إلَّا نَكِداً}؛ أي: إلا نباتاً خاسًّا لا نفع فيه ولا بركة. {كذلك نصرِّف الآيات لقوم يشكرونَ}؛ أي: ننوِّعها، ونبيِّنها، ونضرب فيها الأمثال، ونسوقها لقوم يشكرون الله بالاعتراف بنعمه والإقرار بها وصرفها في مرضاة الله؛ فهم الذين ينتفعون بما فصل الله في كتابه من الأحكام والمطالب الإلهية؛ لأنَّهم يرونها من أكبر النعم الواصلة إليهم من ربهم، فيتلقونها مفتقرين إليها فرحين بها، فيتدبَّرونها ويتأمَّلونها، فيبين لهم من معانيها بحسب استعدادهم.
وهذا مثالٌ للقلوب حين ينزل عليها الوحي الذي هو مادةُ الحياة كما أن الغيث مادة الحيا؛ فإن القلوب الطيبة حين يجيئها الوحي تقبله وتعلمه وتنبُتُ بحسب طيب أصلها وحسن عنصرها، وأما القلوب الخبيثة التي لا خير فيها؛ فإذا جاءها الوحي؛ لم يجد محلاًّ قابلاً، بل يجدها غافلة معرضة أو معارضة، فيكون كالمطر الذي يمرُّ على السباخ والرمال والصخور فلا يؤثِّر فيها شيئاً، وهذا كقوله تعالى: {أنزل من السماءِ ماءً فسالتْ أوديةٌ بِقَدَرِها فاحتملَ السيلُ زبداً رابياً ... } الآيات.
58.
“İyi ve temiz beldeye gelince” toprağı ve anamaddesi iyi ve temiz arazinin üzerine yağmur yağacak olursa
“oranın bitkisi” bitmeye hazır halde iken
“Rabbinin izni ile” O’nun irade ve meşieti ile
“çıkar.” Çünkü sebepler, Allah bu konuda izin vermedikçe bağımsız olarak varlıkları vücuda getiremezler.
“Kötü ve çorak olandan” bu tür topraklardan
“ise ancak az ve faydasız bir şeyler çıkar” yani ancak hiçbir fayda ve bereketi bulunmayan, oldukça önemsiz şeyler biter.
“İşte biz âyetlerimizi şükreden bir topluluk için türlü türlü açıklarız.” Çeşitli şekillerde beyan ederiz ve bu âyetlerimizle misaller veririz. Biz bunları Allah’ın nimetlerini hem itiraf ve ikrar etmek hem de onları Allah’ın razı olacağı alanlarda harcamak sureti ile Allah’a şükreden bir topluluğa sunarız. Çünkü Allah’ın, Kitab-ı Keriminde açıklamış olduğu hükümlerden ve ilâhi emirlerden gereği gibi istifade edenler bunlardır. Zira bunlar bu hükümleri Rab’lerinden kendilerine ulaşan en büyük nimetlerden görürler. Bu yüzden de bu hükümleri onlara muhtaç olarak ve sevinçle karşılarlar. Onlar üzerinde iyice düşünürler. İbretle tefekkür ederler ve istidatlarına göre bu hükümlerin manalarını kavrarlar.
İşte bu, vahyin indiği kalplerin misalidir. Nasıl ki yağmur bir hayat kaynağı ise kalplerin hayat kaynağı da vahiydir. İyi kalplere vahiy geldi mi o kalpler onu kabul eder, tanır, temizlikleri ve iyilikleri oranında da meyve verir. Hayır içermeyen kötü kalplere gelince vahiy onlara ulaştı mı orada kendisine bir yer bulamaz. Aksine bu kalplerin gafil olduklarını, kendisinden yüz çevirdiklerini yahut da ona karşı çıktıklarını görür. Bu durumda vahiy, kıraç arazilere, kumlara ve kayalara yağıp da onlarda hiçbir etki bırakmayan yağmurlara benzer.
Bu da Yüce Allah’ın şu buyruklarını andırmaktadır: “O, gökten bir su indirir de vadiler kendi miktarlarınca sel olup akar. Sel de yüze çıkan bir köpük yüklenip götürür...” (er-Ra’d, 13/17)
{لَقَدْ أَرْسَلْنَا نُوحًا إِلَى قَوْمِهِ فَقَالَ يَاقَوْمِ اعْبُدُوا اللَّهَ مَا لَكُمْ مِنْ إِلَهٍ غَيْرُهُ إِنِّي أَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ عَظِيمٍ (59) قَالَ الْمَلَأُ مِنْ قَوْمِهِ إِنَّا لَنَرَاكَ فِي ضَلَالٍ مُبِينٍ (60) قَالَ يَاقَوْمِ لَيْسَ بِي ضَلَالَةٌ وَلَكِنِّي رَسُولٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَمِينَ (61) أُبَلِّغُكُمْ رِسَالَاتِ رَبِّي وَأَنْصَحُ لَكُمْ وَأَعْلَمُ مِنَ اللَّهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ (62) أَوَعَجِبْتُمْ أَنْ جَاءَكُمْ ذِكْرٌ مِنْ رَبِّكُمْ عَلَى رَجُلٍ مِنْكُمْ لِيُنْذِرَكُمْ وَلِتَتَّقُوا وَلَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ (63) فَكَذَّبُوهُ فَأَنْجَيْنَاهُ وَالَّذِينَ مَعَهُ فِي الْفُلْكِ وَأَغْرَقْنَا الَّذِينَ كَذَّبُوا بِآيَاتِنَا إِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمًا عَمِينَ (64)}.
59-
Andolsun biz Nûh’u kavmine gönderdik de o: “Ey kavmim, Allah’a ibadet edin. Sizin O’ndan başka hiçbir (hak) ilahınız yoktur. Doğrusu ben sizin için büyük bir günün azabından korkuyorum” dedi.
60-
Kavminden ileri gelenler: “Şüphesiz biz, seni apaçık bir sapıklık içerisinde görüyoruz” dediler.
61-
Dedi ki: “Ey kavmim, bende hiçbir sapıklık yoktur; aksine ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim.”
62-
“Ben, Rabbimin vahyettiklerini size tebliğ ediyorum, size nasihatte bulunuyorum ve Allah tarafından sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum.”
63-
“Sizi uyarması için, sizin de sakınmanız ve (bu sayede) merhamete nail olmanız için içinizden bir adam vasıtasıyla Rabbiniz tarafından size bir öğüt geldi diye şaştınız mı yoksa?”
64- Yine de onu yalanladılar. Biz de onu ve gemide onunla birlikte bulunanları kurtardık. Âyetlerimizi yalanlayanları ise boğduk. Çünkü onlar, kör bir toplum idiler.
Yüce Allah tevhidine dair yeteri kadar delilleri söz konusu ettikten sonra bunu, tevhide davet eden peygamberlerle onu inkâr eden ümmetleri ile aralarında geçenleri söz konusu ederek teyid etmektedir. Bu arada tevhidi kabul edenleri Allah’ın nasıl desteklediğini, buna karşılık peygamberlere karşı inatlaşan ve onlara itaat etmeyenleri de nasıl helak ettiğini, yine bütün peygamberlerin davetinin aynı dine ve aynı akideye çağırmak olduğunu da açıklamaktadır. Yüce Allah rasûllerin ilki Nuh aleyhisselâm’dan şöylece söz etmektedir:
#
{59} فقال عن نوح أول المرسلين: {لقد أرسلنا نوحاً إلى قومه}: يدعوهم إلى عبادة الله وحده حين كانوا يعبدُون الأوثان، {فقال}: لهم: {يا قوم اعبُدوا الله}؛ أي: وحدوه، {ما لكم من إلهٍ غيرُهُ}: لأنه الخالق الرازق المدبِّر لجميع الأمور، وما سواه مخلوقٌ مدبَّر ليس له من الأمر شيء. ثم خوَّفهم إن لم يطيعوه عذابَ الله، فقال: {إنِّي أخافُ عليكم عذابَ يوم عظيم}: وهذا من نصحه عليه الصلاة والسلام وشفقته عليهم؛ حيث خاف عليهم العذاب الأبديَّ والشقاء السرمديَّ؛ كإخوانه من المرسلين، الذين يشفِقون على الخَلْق أعظم من شفقة آبائهم وأمهاتهم.
59.
“Andolsun biz Nûh’u kavmine” putlara tapıyorlarken yalnızca Allah’a ibadet etmeye davet etmek üzere
“gönderdik de o” onlara: ”Ey kavmim, Allah’a ibadet edin” yani O’nu tevhid edin.
“Sizin O’ndan başka hiçbir (hak) ilahınız yoktur.” Çünkü O; yaratan, rızık veren ve bütün işleri çekip çevirendir. O’nun dışındaki bütün varlıklar ise O’nun yarattığı ve O’nun tarafından idare olunan mahluklardır. Bu mahlukların hiçbirisinin hiçbir emir, yetki ve mülkiyeti sözkonusu değildir.
Nuh aleyhisselam daha sonra kendisine itaat etmeyecek olurlarsa Allah’ın azabı ile onları korkutarak şöyle demişti: “Doğrusu ben sizin için büyük bir günün azabından korkuyorum.” Bu, Nuh’un kavmine samimi olarak öğüt verdiğini ve onlara karşı çok şefkatli olduğunu göstermektedir. Çünkü onların ebedî azaba ve sonu gelmez bedbahtlığa mahkum olacaklarından endişe etmektedir. Tıpkı insanlara anne ve babalarından daha ileri derecede şefkat gösteren diğer peygamber kardeşleri gibi.
#
{60} فلما قال لهم هذه المقالة؛ ردُّوا عليه أقبح ردٍّ، فقال {الملأ من قومِهِ}؛ أي: الرؤساء الأغنياء المتبوعون، الذين قد جرت العادة باستكبارهم على الحقِّ وعدم انقيادهم للرسل: {إنا لنراك في ضلال مبين}: فلم يكفِهِم قبَّحَهُمُ اللهُ أنهم لم ينقادوا له، بل استكبروا عن الانقياد له، وقدحوا فيه أعظم قدح، ونسبوه إلى الضلال، ولم يكتفوا بمجرَّد الضلال، حتَّى جعلوه ضلالاً مبيناً واضحاً لكلِّ أحدٍ!! وهذا من أعظم أنواع المكابرة، التي لا تروج على أضعف الناس عقلاً، وإنَّما هذا الوصف منطبقٌ على قوم نوح، الذين جاؤوا إلى أصنام قد صوَّروها ونحتوها بأيديهم من الجمادات التي لا تسمع ولا تبصِرُ ولا تغني عنهم شيئاً، فنزَّلوها منزلة فاطر السماوات، وصرفوا لها ما أمكنهم من أنواع القُرُبات، فلولا أنَّ لهم أذهاناً تقوم بها حُجَّة الله عليهم؛ لَحُكِمَ عليهم بأن المجانين أهدى منهم، بل هم أهدى منهم وأعقل.
60. Nuh aleyhisselam kavmine bu sözleri söyleyince kavmi ona en kötü ve en çirkin şekilde karşılık verdi.
“Kavminden ileri gelenler” yani hakka karşı büyüklenmeleri ve peygamberlere itaat etmemeleri âdet halini almış olan zenginler ve kendilerine uyulan liderler: Şüphesiz biz seni apaçık bir sapıklık içinde görüyoruz, dediler” Onlar, -kahrolasıcalar- Nuh’a itaat etmemekle yetinmediler bir de ona karşı çıkıp büyüklük tasladılar. Ona en ileri derecede hakarete yeltenip sapık olduğunu ileri sürdüler. Sıradan bir sapıklıkla itham etmekle de yetinmeyerek bu sapıklığını herkes tarafından açıkça görülen
“apaçık bir sapıklık” diye nitelendirdiler. Bu ise en kıt akıllı insanın dahi kabul edemeyeceği bir şey olup hakka karşı bile bile gözleri kapatmanın en ileri derecesidir. Aksine bu nitelik, Nuh’un, hiçbir şey bilmeyen, hiçbir şey görmeyen, kendilerine hiçbir fayda sağlayamayan cansız nesneleri kendi elleri ile yontup şekillendirerek putlar yapan kavmine daha uygundur. Zira onlar, kendi elleri ile yonttukları bu putları gökleri ve yeri yoktan var edene denk tutmuşlar, çeşitli ibadetleri onlara tahsis etmişlerdir. Eğer onların Allah’ın kendilerine karşı delilleri ortaya koymasına dayanak olacak düşünceleri olmasaydı, hiç şüphesiz delilerin onlardan daha doğru yolda olduklarına hüküm verilebilirdi. Hatta bu delilerin onlardan daha doğru yolda oldukları ve daha akıllı oldukları söylenebilirdi.
#
{61 ـ 62} فرد نوح عليهم رَدًّا لطيفاً وترقَّق لهم لعلهم ينقادون له، فقال: {يا قوم ليس بي ضلالةٌ}؛ أي: لست ضالاًّ في مسألة من المسائل من جميع الوجوه، وإنما أنا هادٍ مهتدٍ، بل هدايتُهُ عليه الصلاة والسلام من جنس هداية إخوانِهِ أولي العزم من المرسلين، أعلى أنواع الهدايات وأكملها وأتمها، وهي هداية الرسالة التامَّة الكاملة، ولهذا قال: {ولكنِّي رسولٌ من ربِّ العالمينَ}؛ أي: ربي وربكم ورب جميع الخلق، الذي ربَّى جميع الخلق بأنواع التربية، الذي من أعظم تربيته أن أرسل إلى عباده رسلاً تأمرهم بالأعمال الصالحة والأخلاق الفاضلة والعقائد الحسنة، وتنهاهم عن أضدادها، ولهذا قال: {أبلِّغُكم رسالاتِ ربِّي وأنصحُ لكم}؛ أي: وظيفتي تبليغكم ببيان توحيده وأوامره ونواهيه على وجه النصيحة لكم والشفقة عليكم، {وأعلمُ من اللهِ مالا تعلمونَ}: فالذي يتعيَّن أن تطيعوني وتنقادوا لأمري إن كنتم تعلمونَ.
61. Onların bu tepkilerine karşılık Nuh aleyhisselâm kendisine itaat ederler ümidi ile onlara oldukça nazik ve yumuşak bir şekilde cevap verip
“Dedi ki: Ey kavmim, bende hiçbir sapıklık yoktur.” Ben hiçbir şekilde, hiçbir hususta sapmış değilim. Aksine ben hidâyete çağıran ve hidâyet üzere olan birisiyim. Hatta onun hidâyeti tıpkı kardeşleri olan
“ulu’l-azm” rasûllerin hidâyeti türünden, hidâyet türlerinin en yücesi ve en mükemmeli idi. Bu da tam ve kamil risalet hidâyetidir. Bundan dolayı onlara şöyle demiştir: “Aksine ben, âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim.” Yani sizin de bütün yaratılmışların da her türlü terbiyesini gerçekleştiren Rabbinizin elçisiyim. Ki O, bu terbiye türlerinin en büyüğü olarak kullarına rasûller göndermiştir. Bu rasûller de Allah’ın kullarına salih amelleri, üstün ahlakî değerleri ve sahih akîdeyi emretmişler ve bunların zıddı olan şeyleri de onlara yasaklamışlardır.
Bu yüzden Nuh devamla onlara şöyle demiştir:
62.
“Ben, Rabbimin vahyettiklerini size tebliğ ediyorum, size nasihatte bulunuyorum” Benim görevim, Allah’ın tevhidini, emirlerini ve yasaklarını nasihat veren, sizin iyiliğinizi isteyen ve size karşı şefkat gösteren bir kimse olarak size tebliğ etmektir.
“ve Allah tarafından sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum.” O halde sizler eğer bilen kimseler iseniz bana itaat etmeniz ve benim emrime bağlı kalmanız gerekir.
#
{63} {أوَعَجِبْتُم أن جاءكم ذِكْرٌ من ربِّكم على رجل منكم}؛ أي: كيف تعجبون من حالة لا ينبغي العجب منها، وهو أن جاءكم التذكير والموعظة والنصيحة على يد رجل منكم، تعرفون حقيقتَه وصدقَه وحالَه؛ فهذه الحال من عناية الله بكم وبرِّه وإحسانه الذي يُتَلَقَّى بالقبول والشكر. وقوله: {لِيُنذِرَكُم ولتتَّقوا ولعلَّكم تُرحمون}؛ أي: لينذركم العذاب الأليم، وتفعلوا الأسباب المنجية من استعمال تقوى الله ظاهراً وباطناً، وبذلك تحصُلُ عليهم، وتنزل رحمة الله الواسعة.
63.
“Sizi uyarması için, sizin de sakınmanız ve (bu sayede) merhamete nail olmanız için…” Yani can yakıcı azabı size hatırlatarak sizi uyarmak için, sizin de zahiren ve batınen Allah’tan korkup takvaya sarılmak sureti ile azaptan kurtarıcı sebeplere sarılmanı için gelmiştir. Ki bu sayede sizler, Allah’ın geniş rahmetine nail olursunuz.
“…içinizden bir adam vasıtasıyla Rabbiniz tarafından size bir öğüt geldi diye şaştınız mı yoksa?” Şaşmamanız gereken böyle bir durumdan nasıl olur da şaşarsınız? Çünkü size içinizden bir adam vasıtasıyla öğüt, hatırlatma ve nasihat gelmiş bulunuyor. Siz de bu adamın gerçek durumunu ve doğruluğunu biliyorsunuz. Bu ise Yüce Allah’ın size inâyetinin, iyilik ve ihsanının bir neticesidir. O halde bunu kabul ve teşekkür ile karşılamalısınız.
#
{64} فلم يفد فيهم ولا نَجَحَ، {فكذَّبوه فأنجَيْناه والذين معه في الفُلْك}؛ أي: السفينة التي أمر الله نوحاً عليه السلام بصنعها، وأوحى إليه أن يحمِلَ من كلِّ صنف من الحيوانات زوجين اثنين وأهله ومَنْ آمن معه، فحملهم فيها، ونجَّاهم الله بها. {وأغرقنا الذين كذَّبوا بآياتنا إنَّهم كانوا قوماً عَمِينَ}: عن الهدى، أبصروا الحقَّ، وأراهم الله على يد نوح من الآيات البيناتِ ما به يؤمِنُ أولو الألباب، فسخروا منه، واستهزؤوا به، وكفروا.
64. Nuh’un sözlerinin kavmine bir faydası olmadı ve onlar
“onu yalanladılar. Biz de onu ve gemide onunla birlikte bulunanları kurtardık.” Yani Yüce Allah’ın Nuh’a yapmasını emrettiği gemi ile kurtardık. Allah ona her çeşit hayvandan birer çift ayrıca aile halkını ve iman edenleri o gemiye bindirmesini emretmişti. Nuh da onları gemiye bindirdi ve Allah da o gemi ile onları kurtardı.
“Âyetlerimizi yalanlayanları ise boğduk. Çünkü onlar” hidâyeti görmeyen
“kör bir toplum idiler.” Hakkı gördüler ve Yüce Allah da Nuh vasıtası ile onlara akıl sahibi kimselerin mutlaka iman edecekleri derecede apaçık âyetleri gösterdi. Ama onlar Nuh ile alay ettiler ve onu hafife alıp inkâra yöneldiler.
{وَإِلَى عَادٍ أَخَاهُمْ هُودًا قَالَ يَاقَوْمِ اعْبُدُوا اللَّهَ مَا لَكُمْ مِنْ إِلَهٍ غَيْرُهُ أَفَلَا تَتَّقُونَ (65) قَالَ الْمَلَأُ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ قَوْمِهِ إِنَّا لَنَرَاكَ فِي سَفَاهَةٍ وَإِنَّا لَنَظُنُّكَ مِنَ الْكَاذِبِينَ (66) قَالَ يَاقَوْمِ لَيْسَ بِي سَفَاهَةٌ وَلَكِنِّي رَسُولٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَمِينَ (67) أُبَلِّغُكُمْ رِسَالَاتِ رَبِّي وَأَنَا لَكُمْ نَاصِحٌ أَمِينٌ (68) أَوَعَجِبْتُمْ أَنْ جَاءَكُمْ ذِكْرٌ مِنْ رَبِّكُمْ عَلَى رَجُلٍ مِنْكُمْ لِيُنْذِرَكُمْ وَاذْكُرُوا إِذْ جَعَلَكُمْ خُلَفَاءَ مِنْ بَعْدِ قَوْمِ نُوحٍ وَزَادَكُمْ فِي الْخَلْقِ بَسْطَةً فَاذْكُرُوا آلَاءَ اللَّهِ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ (69) قَالُوا أَجِئْتَنَا لِنَعْبُدَ اللَّهَ وَحْدَهُ وَنَذَرَ مَا كَانَ يَعْبُدُ آبَاؤُنَا فَأْتِنَا بِمَا تَعِدُنَا إِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِقِينَ (70) قَالَ قَدْ وَقَعَ عَلَيْكُمْ مِنْ رَبِّكُمْ رِجْسٌ وَغَضَبٌ أَتُجَادِلُونَنِي فِي أَسْمَاءٍ سَمَّيْتُمُوهَا أَنْتُمْ وَآبَاؤُكُمْ مَا نَزَّلَ اللَّهُ بِهَا مِنْ سُلْطَانٍ فَانْتَظِرُوا إِنِّي مَعَكُمْ مِنَ الْمُنْتَظِرِينَ (71) فَأَنْجَيْنَاهُ وَالَّذِينَ مَعَهُ بِرَحْمَةٍ مِنَّا وَقَطَعْنَا دَابِرَ الَّذِينَ كَذَّبُوا بِآيَاتِنَا وَمَا كَانُوا مُؤْمِنِينَ (72)}.
65- Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u
(gönderdik).
O: “Ey kavmim, Allah’a ibadet edin. Sizin O’ndan başka hiçbir (hak) ilahınız yoktur. Hâlâ sakınmayacak mısınız?” dedi.
66-
Kavminden kâfir olan ileri gelenler: “Biz gerçekten senin aklında bir hafiflik görüyoruz ve senin kesinlikle yalancılardan olduğunu düşünüyoruz” dediler.
67-
“Ey kavmim, aklımda hiçbir hafiflik yok. Aksine ben, âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim” dedi.
68-
“Rabbimin vahyettiklerini size tebliğ ediyorum ve ben sizin için güvenilir bir nasihatçiyim.”
69-
“Sizi uyarması için içinizden bir adam vasıtasıyla Rabbiniz tarafından size bir öğüt geldi diye şaştınız mı yoksa? Hatırlayın ki O, sizi Nûh kavminden sonra halifeler kıldı ve yaratılış itibari ile de size üstünlük verdi. O halde Allah’ın nimetlerini düşünün ki felaha eresiniz.”
70-
Dediler ki: “Sen bize yalnızca Allah’a ibadet edelim ve babalarımızın ibadet ettiklerini terk edelim diye mi geldin? O halde eğer doğru söyleyenlerden isen bizi kendisi ile tehdit ettiğin (azabı) başımıza getir.”
71-
Dedi ki: “Gerçekten Rabbinizden size bir azap ve gazap hak olmuştur. Allah’ın haklarında hiçbir delil indirmediği, kendinizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimler hakkında mı benimle tartışıyorsunuz? O halde bekleyin, şüphesiz ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim.”
72- Bunun üzerine biz onu da onunla beraber olanları da tarafımızdan bir rahmetle kurtardık. Âyetlerimizi yalanlayıp iman etmeyenlerin ise köklerini kestik.
#
{65} أي: {و}: أرسلنا {إلى عادٍ}: ـ الأولى، الذين كانوا في أرض اليمن ـ {أخاهم}: في النسب {هوداً}: عليه السلام، يدعوهم إلى التوحيد، وينهاهم عن الشرك، والطغيان في الأرض، فقال لهم: {يا قوم اعبُدوا اللهَ ما لكم من إلهٍ غيره أفلا تتقون}: سَخَطَهُ وعذابَهُ إن أقمتم على ما أنتم عليه.
65. Yani Yemen topraklarında yaşayan ve
“ilk Âd” olarak bilinen kavme nesep itibariyle “kardeşleri Hûd’u” kendilerini tevhide çağırmak, şirkten ve yeryüzünde azgınlık etmekten sakındırmak üzere
“gönderdik. O” da onlara:
“Ey kavmim, Allah’a ibadet edin. Sizin O’ndan başka hiçbir (hak) ilahınız yoktur. Hâlâ” bu haliniz üzere devam edecek olursanız başınıza gelecek olan Allah’ın gazab ve azabından
“sakınmayacak mısınız? dedi.” Ancak onlar, ona olumlu karşılık vermediler ve ona itaat etmediler.
#
{66} فلم يستجيبوا ولا انقادوا، فقال {الملأُ الذين كفروا من قومِهِ}: رادِّين لدعوته قادحين في رأيه: {إنا لنراك في سَفاهةٍ وإنا لنظنُّك من الكاذبين}؛ أي: ما نراك إلاَّ سفيهاً غير رشيد، ويغلب على ظنِّنا أنك من جملة الكاذبين. وقد انقلبت عليهم الحقيقةُ واستحكم عماهم حيث رموا نبيَّهم عليه السلام بما هم متَّصفون به، وهو أبعدُ الناس عنه؛ فإنهم السفهاء حقًّا الكاذبون، وأيُّ سفهٍ أعظم ممَّن قابل أحقَّ الحقِّ بالردِّ والإنكار، وتكبَّر عن الانقياد للمرشدين والنصحاء، وانقاد قلبُهُ وقالبه لكلِّ شيطان مريدٍ، ووضع العبادة في غير موضعها، فعَبَدَ من لا يغني عنه شيئاً من الأشجار والأحجار؟! وأيُّ كذب أبلغ من كذب من نسب هذه الأمور إلى الله تعالى؟!
66.
“Kavminden kâfir olan ileri gelenler” onun çağrısını reddederek ve görüşünü tenkid ederek:
“Biz senin aklında bir hafiflik görüyoruz ve senin kesinlikle yalancılardan olduğunu düşünüyoruz” dediler.” Yani bizim gördüğümüz kadarıyla sen, aklı olgun olmayan, kıtakıllı birisin. Ayrıca biz senin büyük bir ihtimalle yalancılardan olduğunu düşünmekteyiz.
Bu şekilde gerçeği tersyüz görüyorlardı ve tamamen körleşmişlerdi. Çünkü kendi peygamberlerini, asıl kendilerinin taşıdıkları sıfatlarla yermeye kalkışmışlardı. Oysa peygamberleri, insanlar içinde bu sıfatlardan en uzak olanıydı. Asıl kıtakıllı ve gerçek yalancı onlardı. Zira en açık gerçeği ret ve inkâr ile karşılayan, doğru yolu gösterip samimi olarak öğüt veren kimselere karşı büyüklük taslayan, kalbi ve kalıbı ile her türlü azgın şeytana itaat eden, kendisine hiçbir fayda sağlamayan ağaçlara ve taşlara ibadet edenlerin akılsızlığından daha büyük bir akılsızlık olabilir mi? Bütün bu sapıklıkları yapmakla birlikte bir de bunları Allah’a nispet edenlerin yalanlarından daha ileri yalan mı olur?
#
{67} {قال يا قوم ليس بي سفاهةٌ}: بوجهٍ من الوجوه، بل هو الرسول المرشدُ الرشيدُ، {ولكنِّي رسولٌ من ربِّ العالمين}.
67.
“Ey kavmim, aklımda hiçbir” yönden
“hafiflik yok.” Aksine o, doğru yola ileten ve doğru yol üzere bulunan bir peygamberdi.
“Aksine ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim, dedi.”
#
{68} {أبلِّغُكم رسالاتِ ربِّي وأنا لكم ناصحٌ أمين}: فالواجب عليكم أن تتلقَّوا ذلك بالقبول والانقياد وطاعة رب العباد.
68.
“Rabbimin vahyettiklerini size tebliğ ediyorum ve ben sizin için güvenilir bir nasihatçiyim.” O halde sizin göreviniz, bunları kabul ile ve boyun eğerek karşılamanız, kulların gerçek Rabbine itaat etmenizdir.
#
{69} {أوَعَجِبْتُم أن جاءكم ذِكْرٌ من ربِّكم على رجل منكُم لِيُنذِرَكُم}؛ أي: كيف تعجبون من أمر لا يُتَعَجَّبُ منه، وهو أن الله أرسل إليكم رجلاً منكم، تعرفون أمره، يذكِّركم بما فيه مصالحكم، ويحثُّكم على ما فيه النفع لكم، فتعجَّبتم من ذلك تعجُّب المنكرين. {واذْكُروا إذْ جَعَلَكم خلفاء من بعد قوم نوح}؛ أي: واحمدوا ربَّكم، واشكُروه إذ مَكَّنَ لكم في الأرض، وجعلكم تخلُفون الأمم الهالكة الذين كذَّبوا الرسل، فأهلكهم الله، وأبقاكم لينظر كيف تعملون، واحذروا أن تقيموا على التكذيب كما أقاموا، فيصيبكم ما أصابهم، {و} اذكروا نعمة الله عليكم التي خصَّكم بها، وهي أن {زادكم في الخلق بَسْطَةً}: في القوة وكبر الأجسام وشدَّة البطش، {فاذكُروا آلاءَ اللهِ}؛ أي: نعمه الواسعة وأياديه المتكررة، {لعلَّكُم}: إذا ذَكَرْتُموها بشكرها وأداء حقِّها، {تفلحونَ}؛ أي: تفوزون بالمطلوب، وتنجون من المرهوب.
69.
“Sizi uyarması için içinizden bir adam vasıtasıyla Rabbiniz tarafından size bir öğüt geldi diye şaştınız mı yoksa?” Yani siz hiç de şaşılmaması gereken bir işe nasıl şaşarsınız? Bu iş Allah’ın durumunu bildiğiniz bir kişiyi peygamber olarak göndermesidir. Bu peygamber, faydanıza olan şeyleri hatırlatmakta, öğüt vermekte ve sizin için yararlı olan şeylere teşvik etmektedir. Siz ise bu işe, inkâr edenlerin hayret etmesi gibi hayret edip şaştınız.
“Hatırlayın ki O, sizi Nuh kavminden sonra halifeler kıldı.” Yani Rabbinize şükür ve hamdetmelisiniz. Çünkü O, yeryüzünde size güç ve imkân verdi. Sizden önce peygamberleri yalanlayarak helak olmuş ümmetlerin yerlerine halifeler kıldı. Allah onları helak etti, sizi bıraktı. Bunun sebebi sizin ne şekilde amel edeceğinizi ortaya çıkarmasıdır. Bu yüzden onların sürdürdükleri şekilde siz de yalanlamayı sürdürmekten sakının. Çünkü o vakit onlara gelen musibetler sizi de gelip bulur. Yine Allah’ın özel olarak ihsan etmiş olduğu bir nimetini de hatırlayın ki O
“yaratılış itibari ile” güç ve kuvvet bakımından
“size üstünlük verdi” yani sizi iri yarı kılıp güçlü kuvvetli yaptı.
“O halde Allah’ın nimetlerini” üzerinizdeki pek büyük nimetlerini ve birbiri ardınca gelen ihsanlarını
“düşünün” şükrederek ve hakkını eda ederek bunları anın “ki felaha eresiniz.” istediğinizi elde edip korktuğunuzdan da kurtulasınız.
#
{70} فوعظهم وذكَّرهم وأمرهم بالتوحيد وذكر لهم وصف نفسه وأنه ناصح أمين، وحذَّرهم أن يأخذهم اللهُ كما أخذ من قبلهم، وذكَّرهم نعم الله عليهم وإدرار الأرزاق إليهم، فلم ينقادوا ولا استجابوا، فقالوا متعجِّبين من دعوته ومخبرين له أنهم من المحال أن يطيعوه: {أجئتَنا لنعبدَ اللهَ وحدَهُ ونَذَرَ ما كان يعبدُ آباؤنا}: قبَّحهم الله، جعلوا الأمر الذي هو أوجبُ الواجبات وأكملُ الأمور من الأمور التي لا يعارضون بها ما وجدوا عليه آباءهم، فقدَّموا ما عليه الآباء الضالون من الشرك وعبادة الأصنام على ما دعت إليه الرسل من توحيد الله وحده لا شريك له وكذبوا نبيهم وقالوا: {ائتنا بما تعِدُنا إن كنتَ من الصادقين}: وهذا الاستفتاحُ منهم على أنفسهم.
70. Peygamberleri Hud onlara öğüt verdi, onlara hatırlattı ve Allah’ı tevhid etmelerini emretti. Kendilerine asıl niteliğini ve onlara güvenilir ve samimi olarak öğüt veren birisi olduğunu hatırlattı. Allah’ın kendilerinden önceki kavimleri azap ile yakalaması gibi onları da azaba duçar etmesine karşı onları uyardı. Allah’ın onların üzerindeki nimetlerini, onlara bol bol rızık ihsan etmiş olduğunu da hatırlattı. Ancak onun emirlerine itaat ve çağrısını kabul etmediler.
Aksine Hud’un bu çağrısını şaşkınlıkla karşıladılar ve ona itaat etmelerinin imkânsız olduğunu bildirerek şöyle dediler: “Sen bize yalnızca Allah’a ibadet edelim ve babalarımızın ibadet ettiklerini terk edelim diye mi geldin?” Kahrolasıcalar! En baş göreve ve mükemmel bir işe karşı çıkmak için atalarının üzerinde bulundukları hali ileri sürdüler. Sapkın atalarının üzerinde bulundukları şirki ve putlara ibadeti, peygamberlerin davet ettikleri yalnızca Allah’ı -O’na hiçbir şeyi ortak koşmaksızın- tevhid etmeye tercih ettiler,
peygamberlerini yalanladılar ve ona: “O halde eğer doğru söyleyenlerden isen bizi kendisi ile tehdit ettiğin (azabı) başımıza getir.” dediler. Bu ise kendi aleyhlerine bir hükmün verilmesini istemeleri idi.
#
{71} فقال لهم هودٌ عليه السلام: {قد وَقَعَ عليكم من ربِّكم رجْسٌ وغضبٌ}؛ أي: لا بدَّ من وقوعه؛ فإنه قد انعقدت أسبابه وحان وقتُ الهلاك. {أتجادِلونَني في أسماءٍ سمَّيْتموها أنتم وآباؤكم}؛ أي: كيف تجادلون على أمور لا حقائق لها وعلى أصنام سمَّيْتُموها آلهة وهي لا شيء من الإلهية فيها ولا مثقال ذرَّة و {ما أنزل الله بها من سلطانٍ}؛ فإنها لو كانت صحيحةً؛ لأنزل الله بها سلطانًا، فعدم إنزاله له دليلٌ على بطلانها؛ فإنه ما من مطلوب ومقصود ـ وخصوصاً الأمورَ الكبارَ ـ إلا وقد بيَّن الله فيها من الحجج ما يدلُّ عليها ومن السلطان ما لا تخفى معه، {فانتظروا}: ما يقعُ بكم من العقاب الذي وَعَدْتكم به. {إنِّي معكم من المنتظرين}: وفرق بين الانتظارَيْن؛ انتظارِ مَنْ يخشى وقوع العقاب ومَنْ يرجو من الله النصر والثواب.
71. Hud aleyhisselâm
“dedi ki: Gerçekten Rabbinizden size bir azap ve gazap hak olmuştur.” Bunun gelmesi kaçınılmazdır. Çünkü bunu gerektiren sebepler ortaya çıkmış ve artık helak olma vaktiniz gelmiştir.
“Allah’ın haklarında hiçbir delil indirmediği, kendinizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimler hakkında mı benimle tartışıyorsunuz?” Yani hakikatleri olmayan, ilah diye adlandırdığınız o putlar hakkında benimle nasıl tartışırsınız? Halbuki bunların ilahlık namına en ufak bir özellikleri ve zerre ağırlığı kadar dahi hakları yoktur. Allah, bunların gerçekliklerine dair bir delil indirmiş de değildir. Bunların ilahlıkları doğru bir şey olsaydı elbette Allah onlara dair bir delil indirirdi. O’nun bu hususta bir delil indirmemiş olması bunların batıl olduklarının delilidir. Çünkü ne kadar maksat ve istek varsa özellikle de önemli hususlar hakkında mutlaka Allah onlara delil olacak belgeleri ve delilleri indirmiş, açıklamış ve bu hususta kapalı bir taraf bırakmamıştır.
“O halde” başınıza gelecek ve benim sizi kendisi ile tehdit ettiğim azabı “bekleyin, şüphesiz ben de sizinle birlikte bekleyenlerdenim.” Bu iki bekleyiş arasında ise önemli bir fark vardır. Başına azabın geleceğinden korkanın bekleyişi ile Allah’tan zafer ve mükâfaat umanın bekleyişi...
Bu yüzden Yüce Allah her iki kesim arasında verdiği hükmünü şöylece beyan buyurmaktadır:
#
{72} ولهذا فتح الله بين الفريقين فقال: {فأنجَيْناه}؛ أي: هوداً، {والذين} آمنوا معه {برحمةٍ منا}: فإنه الذي هداهم للإيمان، وجعل إيمانهم سبباً ينالون به رحمته، فأنجاهم برحمته، {وقطَعْنا دابر الذين كذَّبوا بآياتنا}؛ أي: استأصلناهم بالعذاب الشديد الذي لم يُبْق منهم أحداً، وسَلَّطَ الله عليهم {الريح العقيم. ما تَذَرُ من شيءٍ أتت عليه إلا جعلته كالرَّميم}، {فأهْلِكوا فأصبحوا لا يُرى إلاَّ مساكِنُهم فانْظُرْ كيف كان عاقبةُ المنذَرين}، الذين أقيمت عليهم الحُجج فلم ينقادوا لها، وأمِروا بالإيمان فلم يؤمنوا، فكان عاقِبَتُهم الهلاك والخزي والفضيحة، {وأُتْبِعوا في هذه الدُّنيا لعنةً ويومَ القيامةِ. ألا إنَّ عاداً كَفَروا ربَّهم ألا بُعْداً لعادٍ قوم هود}. وقال هنا: {وقَطَعْنا دابرَ الذين كذَّبوا بآياتنا وما كانوا مؤمنينَ}: بوجهٍ من الوجوه، بل وَصْفُهمُ التكذيب والعناد، ونعتُهُم الكِبْر والفساد.
72.
“Bunun üzerine biz onu” yani Hud’u
“onunla beraber olanları” iman edenleri
“tarafımızdan bir rahmetle kurtardık.” Çünkü onları imana ileten O’dur. İmanlarını da kendisi ile rahmetine nail olacakları bir sebep kılan O’dur. İşte onları bu rahmeti ile kurtarmıştır.
“Âyetlerimizi yalanlayıp iman etmeyenlerin ise köklerini kestik.” Biz o çetin azap ile onların kökünü kazıdık ve onlardan geriye hiç kimse kalmadı. Allah onlara kısır bir rüzgarı musallat etti.
“Bu rüzgar neye uğrarsa onu mutlaka kül gibi savuruyordu.” (ez-Zariyat, 51/42) Helak oldular ve
“sabah olduğunda meskenlerinden başka bir şey görünmez oldu.” (Ahkaf, 46/25) “Bak bakalım uyarılanların akıbeti nice oldu!” (Yunus, 10/73) İşte kendilerine karşı delil ortaya konulup da bunlara itaat etmeyen, iman etmeleri emrolunup da iman etmeyen toplumun akıbetinin nasıl olduğuna bir bak! Sonuçta helak edildiler, rezil ve rüsvay oldular.
Yüce Allah Hud kavminin helaki ile ilgili olarak bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Bu dünyada da kıyamet gününde de onlara lanet arkalarından yetiştirildi. Haberiniz olsun ki Âd kavmi Rab’lerini inkâr ettiler ve yine haberiniz olsun ki Hud’un kavmi olan Âd -Allah’ın rahmetinden- uzak düştü.” (Hud, 11/60)
“Ayetlerimizi yalanlayıp” hiçbir şekilde
“iman etmeyenlerin ise köklerini kestik” Bunların özellikleri yalanlamak, inat, büyüklenme ve fesatçılıktan ibarettir.
{وَإِلَى ثَمُودَ أَخَاهُمْ صَالِحًا قَالَ يَاقَوْمِ اعْبُدُوا اللَّهَ مَا لَكُمْ مِنْ إِلَهٍ غَيْرُهُ قَدْ جَاءَتْكُمْ بَيِّنَةٌ مِنْ رَبِّكُمْ هَذِهِ نَاقَةُ اللَّهِ لَكُمْ آيَةً فَذَرُوهَا تَأْكُلْ فِي أَرْضِ اللَّهِ وَلَا تَمَسُّوهَا بِسُوءٍ فَيَأْخُذَكُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ (73) وَاذْكُرُوا إِذْ جَعَلَكُمْ خُلَفَاءَ مِنْ بَعْدِ عَادٍ وَبَوَّأَكُمْ فِي الْأَرْضِ تَتَّخِذُونَ مِنْ سُهُولِهَا قُصُورًا وَتَنْحِتُونَ الْجِبَالَ بُيُوتًا فَاذْكُرُوا آلَاءَ اللَّهِ وَلَا تَعْثَوْا فِي الْأَرْضِ مُفْسِدِينَ (74) قَالَ الْمَلَأُ الَّذِينَ اسْتَكْبَرُوا مِنْ قَوْمِهِ لِلَّذِينَ اسْتُضْعِفُوا لِمَنْ آمَنَ مِنْهُمْ أَتَعْلَمُونَ أَنَّ صَالِحًا مُرْسَلٌ مِنْ رَبِّهِ قَالُوا إِنَّا بِمَا أُرْسِلَ بِهِ مُؤْمِنُونَ (75) قَالَ الَّذِينَ اسْتَكْبَرُوا إِنَّا بِالَّذِي آمَنْتُمْ بِهِ كَافِرُونَ (76) فَعَقَرُوا النَّاقَةَ وَعَتَوْا عَنْ أَمْرِ رَبِّهِمْ وَقَالُوا يَاصَالِحُ ائْتِنَا بِمَا تَعِدُنَا إِنْ كُنْتَ مِنَ الْمُرْسَلِينَ (77) فَأَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ فَأَصْبَحُوا فِي دَارِهِمْ جَاثِمِينَ (78) فَتَوَلَّى عَنْهُمْ وَقَالَ يَاقَوْمِ لَقَدْ أَبْلَغْتُكُمْ رِسَالَةَ رَبِّي وَنَصَحْتُ لَكُمْ وَلَكِنْ لَا تُحِبُّونَ النَّاصِحِينَ (79)}.
73- Semûd’a da kardeşleri Salih’i
(gönderdik).
O da: “Ey kavmim, Allah’a ibadet edin. Sizin O’ndan başka hiçbir (hak) ilahınız yoktur. Size Rabbinizden apaçık bir delil gelmiştir. İşte size bir mucize olmak üzere Allah’ın (gönderdiği) dişi devesi! Onu bırakın da Allah’ın arzında yesin. Ona herhangi bir kötülük yapmayın, yoksa sizi can yakıcı bir azap yakalar” dedi.
74-
“Hatırlayın ki O, Âd’dan sonra sizi halifeler kılıp yeryüzüne yerleştirdi ki siz onun ovalarında köşkler yapıyor ve dağlarında da evler yontuyorsunuz. O halde Allah’ın nimetlerini hatırlayın ve fesatçı olup da yeryüzünde bozgunculuk yapmayın.”
75- Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler,
zayıf görülenler arasından iman edenlere şöyle dediler: “Salih’in gerçekten Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu biliyor musunuz?” Onlar da:
“Doğrusu biz onunla gönderilene iman edenleriz” dediler.
76-
Büyüklük taslayanlar ise: “Doğrusu biz de sizin iman ettiğinizi inkâr edenleriz” dediler.
77- Derken o dişi deveyi kesip öldürdüler.
Rablerinin emrine büyüklenerek isyan ettiler ve: “Ey Salih, eğer sen peygamberlerden isen bizi tehdit edip durduğun (azabı) başımıza getir” dediler.
78- Bunun üzerine şiddetli bir sarsıntı onları yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü çöküp kaldılar.
79-
O da onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: “Ey kavmim, gerçekten ben size Rabbimin bildirdiklerini tebliğ ettim ve size içtenlikle öğüt verdim. Fakat siz öğüt verenleri sevmezsiniz.”
#
{73} أي: {و} أرسلنا {إلى ثمود}: القبيلة المعروفة الذين كانوا يسكُنون الحِجْر وما حوله من أرض الحجاز وجزيرة العرب، أرسل الله إليهم {أخاهم صالحاً}: نبيًّا يدعوهم إلى الإيمان والتوحيد وينهاهم عن الشرك والتنديد، فقال: {يا قوم اعبدوا الله مالَكُم من إلهٍ غيره}: دعوتُهُ عليه الصلاة والسلام من جنس دعوة إخوانه من المرسلين: الأمر بعبادةِ الله وبيان أنه ليس للعباد إله غير الله. {قد جاءتْكم بينةٌ من ربِّكم}؛ أي: خارق من خوارق العادات التي لا تكون إلا آية سماويَّة لا يقدر الناس عليها، ثم فسَّرها بقوله: {هذه ناقةُ الله لكم آية}؛ أي: هذه ناقةٌ شريفةٌ فاضلةٌ لإضافتها إلى الله تعالى إضافة تشريف، لكم فيها آية عظيمة، وقد ذكر وجه الآية في قوله: {لها شِرْبٌ ولكم شِرْبُ يوم معلوم}، وكان عندهم بئر كبيرةٌ، وهي المعروفة ببئر الناقة، يتناوبونها هم والناقة، للناقة يوم تشربها ويشربون اللبن من ضرعها، ولهم يوم يردونها وتصدر الناقة عنهم. وقال لهم نبيُّهم صالح عليه السلام: {فذَروها تأكلْ في أرض الله}: فلا عليكم من مؤونتها شيء، {ولا تَمَسُّوها بسوءٍ}؛ أي: بعقر أو غيره، {فيأخذَكُم عذابٌ أليم}.
73.
“Semûd’a” yani Hicaz ve Arap Yarımadası’nda Hicr diye bilinen yerde ve etrafında yerleşmiş bulunan ve meşhur bir kabile olan Semud’a da Allah, “kardeşleri Salih’i” onları imana ve tevhide davet edip şirk ve ortak koşmayı yasaklayan bir peygamber olarak gönderdi.
“O da: Ey kavmim, Allah’a ibadet edin. Sizin O’ndan başka hiçbir (hak) ilahınız yoktur.” Yani onun da daveti diğer peygamber kardeşlerinin davetleri gibi idi: Allah’a ibadeti emretmek, kullara Allah’tan başka hiçbir ilahları olmadıklarını açıklamak.
“Size Rabbinizden apaçık” insanların güç yetiremeyecekleri ve ancak semavi bir belge olabilecek olağanüstü
“bir delil gelmiştir.” Daha sonra bu delili şu sözlerle açıkladı:
“İşte size bir mucize olmak üzere Allah’ın (gönderdiği) dişi devesi” Yani bu oldukça şerefli ve üstün bir devedir. Çünkü şerefine işaret olmak üzere Yüce Allah’a izafe edilmiştir. İşte bu dişi devede size büyük bir delil vardır.
Onun mucize oluş şekli bir buyrukta şöyle söz konusu edilmektedir: “Onun da belli bir su içme nöbeti vardır, sizin de belirli bir günde su içme nöbetiniz vardır.” (eş-Şuara, 26/155) Şöyle ki Salih’in kavminin oldukça büyük bir kuyusı vardı. Bu da
“dişi deve kuyusu” diye bilinmektedir. Salih’in kavmi ile dişi deve, bu kuyu başına sıra ile giderlerdi. Bir gün sıra deveye ait olup suyu o içerdi. Onlar da o günde onun memelerinden süt içerlerdi. Kendilerine ait diğer günde ise kendileri kuyunun başına gider, dişi deve ise kuyudan ayrılıp uzaklaşırdı.
İşte Peygamberleri Salih aleyhisselâm onlara: “Onu bırakın da Allah’ın arzında yesin” onun beslenmesi konusunda size düşen bir şey yoktur.
“Ona” kesmek veya başka bir surette “herhangi bir kötülük yapmayın, yoksa sizi can yakıcı bir azap yakalar, dedi.”
#
{74} {واذْكُروا إذ جَعَلَكُم خلفاءَ}: في الأرض تتمتَّعون بها وتدركون مطالبكم، {من بعد عادٍ}: الذين أهلكهم الله وجعَلَكم خلفاء من بعدهم، {وبوَّأكم في الأرض}؛ أي: مكَّن لكم فيها وسهَّل لكم الأسباب الموصلة إلى ما تريدون وتبتغون، {تتَّخذونَ من سهولها قصوراً}؛ أي: الأراضي السهلة التي ليست بجبال بيوتاً، ومن الجبال بيوتاً ينحتونها كما هو مشاهدٌ إلى الآن أعمالهم التي في الجبال من المساكن والحِجْر ونحوها، وهي باقية ما بقيت الجبال. {فاذكروا آلاء الله}؛ أي: نعمه وما خوَّلكم من الفضل والرزق والقوة، {ولا تعثَوا في الأرض مفسدين}؛ أي: لا تُخَرِّبوا في الأرض بالفساد والمعاصي؛ فإن المعاصي تدع الديارَ العامرةَ بلاقِعَ، وقد أخلتْ ديارَهُم منهم، وأبقتْ مساكِنَهم موحشةً بعدَهم.
74.
“Hatırlayın ki O,” helak ettiği
“Âd’den sonra sizi” yeryüzünde
“halifeler kılıp” oradan yararlanmanızı ve ihtiyaçlarınızı gerçekleştirmenizi sağlayarak
“yeryüzüne yerleştirdi.” Size orada imkânlar verdi, istediklerinizi gerçekleştirecek ve arzularınıza ulaştıracak yolları kolaylaştırdı.
“Ki siz onun ovalarında” yani dağlık olmayan, düzlük yerlerinde
“köşkler yapıyor ve dağlarında da evler yontuyorsunuz.” Nitekim bugün bile onların dağlarda yaptıkları bu meskenler görülebilmektedir. Bu eserleri şimdiye kadar kaldığı gibi dağlar var olmaya devam ettiği müddetçe de kalacaktır.
“O halde Allah’ın nimetlerini” size ihsan etmiş olduğu rızkı ve gücü
“hatırlayın ve fesatçı olup da yeryüzünde bozgunculuk yapmayın.” Yani fesat ve masiyetlerle yeryüzünü harap etmeyin. Çünkü bayındır olan ülkeler, masiyetler sebebi ile ıssız kalır. İşte onların ülkeleri de ıssız kalmıştır. Orayı bırakıp gitmişlerdir. Meskenleri de onlardan sonra sessiz ve ıssız kalmıştır.
#
{75} {قال الملأُ الذين استكبروا من قومِهِ}؛ أي: الرؤساء والأشراف الذين تكبروا عن الحق، {للذين استضعفوا}: ولما كان المستضعَفون ليسوا كلُّهم مؤمنين؛ قالوا: {لِمَنْ آمن منهم أتعلَمون أنَّ صالحاً مرسلٌ من ربِّه}؛ أي: أهو صادقٌ أم كاذب؟ فقال المستضعفون: إنَّا بالذي {أرسِلَ به مؤمنونَ} من توحيد الله والخبر عنه وأمره ونهيه.
75.
“Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler” yani hakka karşı büyüklenen liderler ve soylular
“zayıf görülenler arasından iman edenlere” bütün zayıflar, mü’min olmadıklarından dolayı onlardan bir kısmı kastedilerek böyle buyurulmuştur
“şöyle dediler: Salih’in gerçekten Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu biliyor musunuz?” Yani sizce o doğru mu söylüyor,
yalan mı söylüyor?
Bunun üzerine zayıf kabul edilenler: “Doğrusu biz onunla gönderilene” tevhide, Allah’tan getirdiğini bildirdiği şeylere, emir ve yasaklarına “iman edenleriz, dediler. “
#
{76} {قال الذين استكبَروا إنَّا بالذي آمنتُم به كافرونَ}: حَمَلَهُمُ الكِبْرُ أن لا ينقادوا للحقِّ الذي انقاد له الضعفاء.
76.
Büyüklük taslayanlar ise: Doğrusu biz de sizin iman ettiğinizi inkâr edenleriz, dediler” Büyüklük taslamaları, onları zayıf kabul edilenlerin boyun eğdikleri hakka boyun eğmemeye itti.
#
{77} {فعقروا الناقة}: التي توعَّدهم إن مسوها بسوء أن يصيبَهم عذابٌ أليم. {وعَتَوا عن أمر ربِّهم}؛ أي: قسوا عنه واستكبروا عن أمره الذي مَنْ عتا عنه أذاقه العذاب الشديد، لا جرم أحلَّ الله بهم من النَّكال ما لم يُحِلَّ بغيرِهم. {وقالوا}: مع هذه الأفعال متجرِّئين على الله معجِزين له غير مبالين بما فعلوا بل مفتخرين بها: {يا صالحُ ائتِنا بما تعِدُنا}: - إن كنت من الصادقين - من العذاب، فقال: {تمتَّعوا في دارِكم ثلاثةَ أيَّام ذلك وعدٌ غيرُ مكذوبٍ}.
77.
“Derken o dişi deveyi kesip öldürdüler.” Halbuki Salih ona kötülük edecek olurlarsa can yakıcı azabın gelip kendilerini bulacacağına dair tehditte bulunmuştu.
“Rablerinin emrine büyüklenerek isyan ettiler.” Yüce Allah’ın emrine karşı büyüklük tasladılar. Halbuki Allah’ın emrine başkaldıranları Allah çetin bir azaba uğratır. Şüphesiz Allah da başkalarına gelmeyen ibretli cezalarla onları cezalandırdı.
Onlar bu fiilleri ile birlikte Yüce Allah’a karşı küstahlık ederek, O’nu aciz kabul ederek ve yaptıklarına da aldırmayarak,
hatta yaptıkları ile övünerek: “Ey Salih, eğer sen gönderilmiş peygamberlerden isen” ve doğru da söylüyorsan
“bizi tehdit edip durduğun (azabı) başımıza getir, dediler.” Salih de onlara:
“Dedi ki: Yurdunuzda üç gün daha (dünya nimetlerinden) faydalanın. İşte bu, yalanı olmayan bir tehdittir.” (Hud, 11/65)
#
{78} {فأخذتهم الرجفةُ فأصبحوا في دارِهِم جاثمين}: على ركبهم قد أبادهم الله وقطع دابرهم.
78.
“Bunun üzerine şiddetli bir sarsıntı onları yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü çöküp kaldılar.” Allah onları helak etti ve köklerini kesti.
#
{79} {فتولَّى عنهم}: صالحٌ عليه السلام حين أحلَّ الله بهم العذاب، {وقال}: مخاطباً لهم توبيخاً وعتاباً بعدما أهلكهم الله: {يا قوم لقد أبلغتُكُم رسالةَ ربِّي ونصحتُ لكم}؛ أي: جميع ما أرسلني الله به إليكم قد أبلغتُكم به وحرصت على هدايتكم واجتهدتُ في سلوككم الصراط المستقيم والدين القويم، {ولكن لا تحبُّونَ الناصحين}: بل رددتُم قول النُّصحاء، وأطعتم كلَّ شيطان رجيم.
واعلم أن كثيراً من المفسِّرين يذكرون في هذه القصة أنَّ الناقة خرجت من صخرةٍ صماء ملساء اقترحوها على صالح، وأنها تمخَّضت تمخُّض الحامل، فخرجت الناقة وهم ينظرون، وأن لها فصيلاً حين عقروها رغى ثلاث رغيات وانفلق له الجبل ودخل فيه، وأن صالحاً عليه السلام قال لهم: آية نزول العذاب بكم أن تصبحوا في اليوم الأول من الأيام الثلاثة ووجوهكم مصفرَّة، واليوم الثاني محمرَّة، والثالث مسودَّة، فكان كما قال.
وهذا من الإسرائيليات التي لا ينبغي نقلها في تفسير كتاب الله، وليس في القرآن ما يدلُّ على شيء منها بوجه من الوجوه، بل لو كانت صحيحةً لَذَكَرها الله تعالى؛ لأن فيها من العجائب والعبر والآيات ما لا يهمله تعالى ويدع ذِكْرَهُ حتى يأتي من طريق مَنْ لا يوثَق بنقله، بل القرآن يكذِّب بعض هذه المذكورات؛ فإنَّ صالحاً قال لهم: {تمتَّعوا في دارِكُم ثلاثة [أيام]}؛ أي: تنعَّموا وتلذَّذوا بهذا الوقت القصير جدًّا؛ فإنه ليس لكم من المتاع واللَّذَّة سوى هذا، وأيُّ لذَّة وتمتُّع لمن وعدهم نبيُّهم وقوع العذاب وذكر لهم وقوع مقدِّماته فوقعت يوماً فيوماً على وجهٍ يعمُّهم ويشمُلهم؛ لأن احمرار وجوههم واصفرارها واسودادها من العذاب؟! هل هذا إلا مناقض للقرآن ومضادٌّ له؟! فالقرآن فيه الكفاية والهداية عن ما سواه. نعم؛ لو صحَّ شيء عن رسول الله - صلى الله عليه وسلم - مما لا يناقض كتاب الله؛ فعلى الرأس والعين، وهو مما أمر القرآن باتباعه: {وما آتاكُمُ الرسولُ فُخذوه وما نهاكم عنه فانتَهوا}. وقد تقدَّم أنه لا يجوز تفسير كتاب الله بالأخبار الإسرائيليَّة، ولو على تجويز الرواية عنهم بالأمور التي لا يُجْزَمُ بكذِبِها؛ فإنَّ معاني كتاب الله يقينيَّة، وتلك أمور لا تصدَّق ولا تكذَّب؛ فلا يمكن اتفاقهما.
79.
“O da” yani Salih aleyhisselâm, Allah onları azaba uğratınca “onlardan yüz çevirdi ve” Allah kendilerini helak ettikten sonra onları azarlamak ve onlara sitem etmek üzere:
“dedi ki: Ey kavmim, gerçekten ben size Rabbimin bildirdiklerini tebliğ ettim ve size içtenlikle öğüt verdim. Fakat siz öğüt verenleri sevmezsiniz.” Yani Allah’ın bana bütün gönderdiklerini ben size bildirdim. Hidâyet bulmanız için gayret gösterdim. Dosdoğru yolu ve sağlam dini kabul edip izlemeniz için elimden geleni yaptım.
“Fakat siz öğüt verenleri sevmezsiniz” aksine öğüt verenlerin sözlerini reddettiniz. Kovulmuş her bir şeytana itaat ettiniz.
Şunu belirtelim ki çoğu müfessirler bu kıssada şöyle ayrıntılara yer verirler: Bu dişi deve Salih’in kavminin bir mucize isteği olarak yalçın bir kayadan çıkmıştır. Hatta bu kaya
(deve çıkmadan önce) hamile bir hayvanın doğumu yaklaştığında inlediği gibi inlemiş ve gözlerinin önünde dişi deve o kayadan çıkmıştır. Bu dişi deveyi kestiklerinde ise onun bir de yavrusu vardır ve bu yavru, o esnada üç defa böğürmüştür. Bunun üzerine dağdaki kaya parçası açılmış ve o da oraya girmiştir.
Salih aleyhisselam da kavmine: Azabın tepenize ineceğinin alameti şudur dedi: Size tanınan üç günlük sürenin birincisinde yüzleriniz sararacak, ikincisinde kızaracak, üçüncüsünde kararacaktır, demiş ve dediği gibi de olmuştur.
Ancak bunlar, Allah’ın Kitabının tefsirinde aktarılmaması gereken İsrailiyata dayalı bilgilerdir. Kur’an-ı Kerim’de bunlardan herhangi birine delil olacak hiçbir ifade yoktur. Aksine bunlar doğru olsalardı Yüce Allah bunları zikrederdi. Çünkü gerçekten bu anlatılanlarda hayret verici hususlar, oldukça ibretli ve açık belgeler vardır. Ne var ki Allah’ın bunların sözünü etmeyip ihmal etmesi ve böylece onların güvenilir olmayan yollardan nakledilmesi olacak şey değildir. Ayrıca Kur’an-ı Kerim sözü geçen bu hususların bazısını da yalanlamaktadır.
Çünkü Salih aleyhisselam kendilerine: “Yurdunuzda üç gün daha (dünya nimetlerinden) faydalanın.” (Hud, 11/65) demişti. Yani bu oldukça kısa sürelik zaman zarfında nimetlerden yararlanıp zevk alın. Çünkü artık bunun dışında sizin alacak bir zevk ve lezzetiniz kalmayacaktır. Peygamberleri tarafından azabın geleceği ile tehdit edilen üstelik azabın belirtileri kendilerine bildirilen ve dediği de gibi de gerçekleşen bu kimselerin herhangi bir nimetten yararlanmaları veya lezzet almaları mümkün olur mu? Halbuki bu anlatılanlara göre bu azabın belirtileri günbegün hepsini genel olarak kuşatacak şekilde meydana gelmiştir. Zira yüzlerinin kızarması, sararması ve kararması bu azaptan dolayı idi! Peki, bu Kur’an ile çelişmiyor mu? Ona zıt değil mi? Gerçek şu ki Kur’an-ı Kerim’in anlattıkları yeterlidir, başkasına ihtiyaç bırakmamaktadır ve tek başına bize hidâyeti göstermektedir.
Evet, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den Allah’ın Kitabı ile çelişmeyen herhangi bir sahîh rivâyet bize ulaşacak olursa onun başımız, gözümüz üstünde yeri vardır ve bu, Kur’an-
ı Kerim’in kendisine uyulmasını emrettiği hususlar arasındadır: “Peygamberin size verdiğini alın, sizi alıkoyduğundan da uzak durun.” (el-Haşr, 59/7)
Allah’ın Kitabının İsrailiyat yolu ile gelen haberlerle tefsir edilmesinin caiz olmadığına dair açıklamalar daha önce geçmişti. Her ne kadar yalan oldukları kesin olmayan hususlara dair onlardan rivâyet caiz görülse de bu böyledir. Çünkü Yüce Allah’ın Kitabının içerdiği anlamlar, kat’idir. Onlardan gelen bu tür rivâyetler ise tasdik de edilmez, tekzib de edilmez
(doğruluğu kesin değildir). O halde bu iki ayrı özellikteki tarafın, bir arada bulunmalarına imkân yoktur.
{وَلُوطًا إِذْ قَالَ لِقَوْمِهِ أَتَأْتُونَ الْفَاحِشَةَ مَا سَبَقَكُمْ بِهَا مِنْ أَحَدٍ مِنَ الْعَالَمِينَ (80) إِنَّكُمْ لَتَأْتُونَ الرِّجَالَ شَهْوَةً مِنْ دُونِ النِّسَاءِ بَلْ أَنْتُمْ قَوْمٌ مُسْرِفُونَ (81) وَمَا كَانَ جَوَابَ قَوْمِهِ إِلَّا أَنْ قَالُوا أَخْرِجُوهُمْ مِنْ قَرْيَتِكُمْ إِنَّهُمْ أُنَاسٌ يَتَطَهَّرُونَ (82) فَأَنْجَيْنَاهُ وَأَهْلَهُ إِلَّا امْرَأَتَهُ كَانَتْ مِنَ الْغَابِرِينَ (83) وَأَمْطَرْنَا عَلَيْهِمْ مَطَرًا فَانْظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُجْرِمِينَ (84)}.
80- Lût’u da
(kendi kavmine göndermiştik).
Hani o kavmine: “Sizden önce alemlerden hiç kimsenin yapmadığı hayasızlığı mı yapıyorsunuz?” demişti.
81-
“Zira siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Hayır, siz çok ileri giden bir kavimsiniz.”
82-
Kavminin cevabı yalnızca: “Çıkarın onları ülkenizden, çünkü onlar fazla temiz kalmak isteyen insanlarmış!” demek oldu.
83- Bunun üzerine Biz de hem onu hem de ailesini kurtardık. Ancak karısı hariç; o, geride kal
(ıp da helâke uğray)anlardan oldu.
84- Onların üzerine bir yağmur yağdırdık. Günahkârların sonunun nasıl olduğuna bir bak!
#
{80} أي: {و} اذكر عبدنا {لوطاً}: عليه الصلاة والسلام؛ إذ أرسلناه إلى قومه؛ يأمُرُهم بعبادة الله وحدَه، وينهاهم عن الفاحشة التي ما سبقَهم بها أحدٌ من العالمين؛ فقال: {أتأتونَ الفاحشةَ}؛ أي: الخصلة التي بلغت في العِظَم والشَّناعة إلى أن استغرقتْ أنواعَ الفحش، {ما سَبَقَكم بها من أحدٍ من العالمين}: فكونُها فاحشةً من أشنع الأشياء، وكونُهم ابتدعوها، وابتَكَروها، وسَنُّوها لمن بعدَهم من أشنع ما يكونُ أيضاً.
80. Yani sen kulumuz
“Lût’u da” an. Biz onu kavmine göndermiştik. O da onlara yalnızca Allah’a ibadet etmelerini emredip kendilerinden önce âlemlerden hiçbir kimsenin işlemediği hayasızlığı yasaklıyor idi. “Hani o kavmine: Sizden önce âlemlerden hiç kimsenin yapmadığı” büyüklük ve çirkinliği itibari ile hayasızlığın her türünü geride bırakacak seviyeye ulaşmış bir
“hayasızlığı mı yapıyorsunuz? demişti.”
Bunun hayasız bir iş olması, başlıbaşına bir çirkinliktir. Bu işi ilk olarak onların yapmaya başlamaları ve kendilerinden sonra gelenlerin önünde böyle bir yol açmış olmaları da ayrı bir çirkinliktir.
#
{81} ثم بيَّنها بقوله: {إنَّكم لَتأتونَ الرجال شهوةً من دون النساء}؛ أي: كيف تَذَرون النساء التي خلقهنَّ الله لكم، وفيهنَّ المستمتَعُ الموافق للشهوة والفطرة، وتقبِلون على أدبار الرجال، التي هي غايةُ ما يكون في الشناعة والخبث، محلٌّ تخرج منه الأنتان والأخباث التي يُسْتَحى من ذكرِها فضلاً عن ملامستها وقربها. {بل أنتم قومٌ مسرفونَ}؛ أي: متجاوِزون لما حدَّه الله، متجرِّئون على محارمه.
81.
Daha sonra bu hayasızlığın mahiyetini şöyle açıklamaktadır: “Zira siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz.” Yani Allah Teala’nın sizler için yaratmış olduğu kadınları nasıl bırakırsınız da erkeklere yaklaşırsınız? Halbuki şehvete ve fıtrata uygun şekilde yararlanma yeri kadınlardır. Siz ise onları bırakıyor, alabildiğine çirkin ve kötü bir iş olan erkeklere arka yoldan yaklaşıyorsunuz. Halbuki oraya yaklaşmak ve ilişki kurmak şöyle dursun, sözünü etmek etmek dahi utanç verici olan türlü pislikler ve murdarlıklar oradan çıkmaktadır.
“Hayır, siz çok ileri giden bir kavimsiniz.” Allah’ın çizdiği sınırları aşan ve Allah’ın haram kıldığı şeylere cüretkarca atılan kimselersiniz.
#
{82} {وما كانَ جوابَ قومِهِ إلَّا أن قالوا أخرِجوهِم من قريتِكُم إنَّهم أناسٌ يتطهَّرونَ}؛ أي: يتنزَّهون عن فعل الفاحشة، {وما نَقَموا منهم إلاَّ أن يؤمنوا باللهِ العزيز الحميد}.
82.
“Kavminin cevabı yalnızca: Çıkarın onları ülkenizden, çünkü onlar fazla temiz kalmak isteyen” yani bu hayasızlığı işlemekten uzak duran
“insanlarmış, demek oldu.” Halbuki
“Onların bunlardan intikam almalarının tek sebebi, hükmüne karşı konulamayan ve her övgüye layık olan Allah’a iman etmiş olmaları idi.” (el-Buruc, 85/8)
#
{83} {فأنجيناه وأهلَهُ إلَّا امرأتَهُ كانت من الغابرينَ}؛ أي: الباقين المعذَّبين؛ أمره الله أن يسري بأهله ليلاً؛ فإنَّ العذابَ مصبِّحٌ قومَه، فسرى بهم إلاَّ امرأته أصابها ما أصابهم.
83.
“Bunun üzerine Biz de hem onu hem de ailesini kurtardık. Ancak karısı hariç; o, geride kal(ıp da helâke uğray)anlardan” azaba uğratılanlardan “oldu.” Allah Lut’a aile halkı ile birlikte geceleyin yola çıkmasını emretti. Çünkü azap, kavmine sabah vakti gelecekti. O da geceleyin aile halkı ile yola koyuldu. Ancak
(ona iman etmeyen) karısı hariç. Böylece kavmine isabet eden aynı azap ona da isabet etti.
#
{84} {وأمطَرْنا عليهم مطراً}؛ أي: حجارة حارَّة شديدةً من سِجِّيل، وجعل الله عالِيَها سافِلَها، {فانظرْ كيف كان عاقبةُ المجرِمين}: الهلاك والخزي الدائم.
84.
“Onların üzerine bir yağmur yağdırdık.” Yani özel olarak pişirilmiş, oldukça sıcak taşlar yağdırdık. Böylece Allah, ülkelerinin altını üstüne getirmişti.
“Günahkârların” helak edilme ve sürekli bir rüsvaylığa düçar olma şeklindeki
“sonunun nasıl olduğuna bir bak!”
{وَإِلَى مَدْيَنَ أَخَاهُمْ شُعَيْبًا قَالَ يَاقَوْمِ اعْبُدُوا اللَّهَ مَا لَكُمْ مِنْ إِلَهٍ غَيْرُهُ قَدْ جَاءَتْكُمْ بَيِّنَةٌ مِنْ رَبِّكُمْ فَأَوْفُوا الْكَيْلَ وَالْمِيزَانَ وَلَا تَبْخَسُوا النَّاسَ أَشْيَاءَهُمْ وَلَا تُفْسِدُوا فِي الْأَرْضِ بَعْدَ إِصْلَاحِهَا ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ (85) وَلَا تَقْعُدُوا بِكُلِّ صِرَاطٍ تُوعِدُونَ وَتَصُدُّونَ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ مَنْ آمَنَ بِهِ وَتَبْغُونَهَا عِوَجًا وَاذْكُرُوا إِذْ كُنْتُمْ قَلِيلًا فَكَثَّرَكُمْ وَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُفْسِدِينَ (86) وَإِنْ كَانَ طَائِفَةٌ مِنْكُمْ آمَنُوا بِالَّذِي أُرْسِلْتُ بِهِ وَطَائِفَةٌ لَمْ يُؤْمِنُوا فَاصْبِرُوا حَتَّى يَحْكُمَ اللَّهُ بَيْنَنَا وَهُوَ خَيْرُ الْحَاكِمِينَ (87) قَالَ الْمَلَأُ الَّذِينَ اسْتَكْبَرُوا مِنْ قَوْمِهِ لَنُخْرِجَنَّكَ يَاشُعَيْبُ وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَكَ مِنْ قَرْيَتِنَا أَوْ لَتَعُودُنَّ فِي مِلَّتِنَا قَالَ أَوَلَوْ كُنَّا كَارِهِينَ (88) قَدِ افْتَرَيْنَا عَلَى اللَّهِ كَذِبًا إِنْ عُدْنَا فِي مِلَّتِكُمْ بَعْدَ إِذْ نَجَّانَا اللَّهُ مِنْهَا وَمَا يَكُونُ لَنَا أَنْ نَعُودَ فِيهَا إِلَّا أَنْ يَشَاءَ اللَّهُ رَبُّنَا وَسِعَ رَبُّنَا كُلَّ شَيْءٍ عِلْمًا عَلَى اللَّهِ تَوَكَّلْنَا رَبَّنَا افْتَحْ بَيْنَنَا وَبَيْنَ قَوْمِنَا بِالْحَقِّ وَأَنْتَ خَيْرُ الْفَاتِحِينَ (89) وَقَالَ الْمَلَأُ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ قَوْمِهِ لَئِنِ اتَّبَعْتُمْ شُعَيْبًا إِنَّكُمْ إِذًا لَخَاسِرُونَ (90) فَأَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ فَأَصْبَحُوا فِي دَارِهِمْ جَاثِمِينَ (91) الَّذِينَ كَذَّبُوا شُعَيْبًا كَأَنْ لَمْ يَغْنَوْا فِيهَا الَّذِينَ كَذَّبُوا شُعَيْبًا كَانُوا هُمُ الْخَاسِرِينَ (92) فَتَوَلَّى عَنْهُمْ وَقَالَ يَاقَوْمِ لَقَدْ أَبْلَغْتُكُمْ رِسَالَاتِ رَبِّي وَنَصَحْتُ لَكُمْ فَكَيْفَ آسَى عَلَى قَوْمٍ كَافِرِينَ (93)}.
85- Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı
(gönderdik).
Dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a ibadet edin, O’ndan başka hiçbir (hak) ilahınız yoktur. Rabbinizden size apaçık bir delil gelmiştir. Artık ölçeği ve teraziyi tam tutun. İnsanlara ait hiçbir şeyi eksik vermeyin. Islah edildikten sonra yeryüzünde fesat çıkarmayın. Eğer inanan kimselerseniz böylesi hakkınızda daha hayırlıdır.”
86-
“Öyle her yolun başında oturup da (insanları) tehdit etmeyin, Allah’a iman edenleri Allah’ın yolundan alıkoymayın ve O’nun yolunu eğri göstermeye çalışmayın. Hatırlayın ki siz, (sayıca) az idiniz de O, sizi çoğalttı. Bir de fesat çıkaranların sonu nice olmuştur bir bakın.”
87-
“Eğer içinizden bir kısmı benimle gönderilene iman eder, bir kısmı da iman etmezse artık Allah aramızda hükmedinceye kadar sabredin. O, hükmedenlerin en hayırlısıdır.”
88-
Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler şöyle dediler: “Ey Şuayb, andolsun seni de seninle beraber iman edenleri de ülkemizden çıkaracağız ya da kaçarı yok siz bizim dinimize döneceksiniz!” O da:
“Biz istemesek de mi?!” dedi.
89-
“Allah, bizi ondan kurtardıktan sonra tekrar sizin dininize dönecek olursak kesinlikle Allah’a iftira etmiş oluruz. Rabbimiz olan Allah'ın dilemesi hariç ona dönmemiz olacak şey değildir. Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz ancak Allah’a güvenip dayandık. Ey Rabbimiz, bizimle kavmimiz arasında hak ile hükmet! Sen hükmedenlerin en hayırlısısın.”
90-
Kavminden kâfir olan ileri gelenler: “Eğer Şuayb’a uyarsanız o takdirde siz, andolsun ki büyük bir zarara uğrayacaksınız” dediler.
91- Bunun üzerine o şiddetli sarsıntı onları yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü çöküp kaldılar.
92- Şuayb’ı yalanlayanlar, sanki orada hiç oturmamış gibi oldular. Şuayb’ı yalanlayanlar, işte zarara uğrayanlar onlar oldular.
93-
Bunun üzerine onlardan yüz çevirdi ve dedi ki: “Ey kavmim, gerçekten ben size Rabbimin bildirdiklerini tebliğ ettim ve size içtenlikle öğüt verdim. Artık ben, kâfir bir topluma nasıl üzüleyim ki?!”
#
{85} أي: {و} أرسلنا إلى القبيلة المعروفة بمدين {أخاهم}: في النسب، {شُعَيْباً}: يدعوهم إلى عبادة الله وحده لا شريك له، ويأمرهم بإيفاء المكيال والميزان، وأن لا يبخسوا الناس أشياءهم، وأن لا يعثَوْا في الأرض مفسدين بالإكثار من عمل المعاصي، ولهذا قال: {ولا تفسدوا في الأرض بعد إصلاحها ذلكم خير لكم إن كنتم مؤمنين}: فإنَّ ترك المعاصي امتثالاً لأمر الله وتقرُّباً إليه خيرٌ وأنفع للعبد من ارتكابها الموجب لسخط الجبار وعذاب النار.
85.
“Medyen’e de” orada yaşayan malum kabileye, soyca
“kardeşleri Şuayb’ı gönderdik.” O, onları hiçbir şeyi ortak koşmaksızın yalnızca Allah’a ibadet etmeye davet ediyor, onlara ölçü ve teraziyi tastamam yapmalarını, insanların mallarını eksik vermemelerini, masiyetleri çoğaltmak sureti ile yeryüzünde fesat çıkartmamalarını, bozgunculuk yapmamalarını emrediyordu.
Bundan dolayı onlara: “... ıslah edildikten sonra yeryüzünde fesat çıkarmayın. Eğer inanan kimselerseniz böylesi hakkınızda daha hayırlıdır” demişti. Çünkü Allah’ın emrine uyup O’na yakınlaşmak gayesi ile günahları terk etmek, elbette ki kul için Cebbar olan Allah’ın gazabını ve cehennem azabını gerektiren o günahları işlemekten daha hayırlı ve daha faydalıdır.
#
{86} {ولا تقعُدوا}: للناس {بكلِّ صراطٍ}؛ أي: طريق من الطرق التي يكثُرُ سلوكها؛ تحذِّرون الناس منها، و {توعِدونَ}: من سلكها، {وتَصُدُّون عن سبيل الله}: من أراد الاهتداء به، {وتبغونَها عِوَجاً}؛ أي: تبغون سبيل الله تكون معوجَّة، وتميلونها اتِّباعاً لأهوائكم، وقد كان الواجب عليكم وعلى غيركم الاحترام والتعظيم للسبيل التي نصبها الله لعباده، ليسلكوها إلى مرضاته ودار كرامته ورحمهم بها أعظمَ رحمةٍ، وتَصَدَّون لنصرتها والدعوة إليها والذبِّ عنها، لا أن تكونوا أنتم قطاع طريقها الصّادِّين الناس عنها؛ فإنَّ هذا كفرٌ لنعمة الله ومحادَّة لله وجعل أقوم الطرق وأعدلها مائلةً، وتشنِّعون على من سلكها، {واذكُروا}: نعمة الله عليكم {إذ كُنتُم قليلاً فكثَّرَكم}؛ أي: نمَّاكم بما أنعم عليكم من الزوجات والنسل والصحة، وأنه ما ابتلاكم بوباء أو أمراض من الأمراض المقلِّلة لكم، ولا سلَّط عليكم عدوًّا يجتاحُكم، ولا فرَّقكم في الأرض، بل أنعم عليكم باجتماعكم وإدرار الأرزاق وكثرة النسل. {وانظروا كيف كان عاقبةُ المفسدين}: فإنكم لا تجدون في جموعهم إلاَّ الشتات، ولا في ربوعهم إلاَّ الوَحْشة والانبتات، ولم يورثوا ذِكْراً حسناً، بل أُتْبِعوا في هذه الدُّنيا لعنةً ويوم القيامة [أشد] خزياً وفضيحة.
86.
“Öyle” insanlara karşı “her yolun başında oturup da” çokça kullanılan yolları tutarak oradan geçenleri
“tehdit etmeyin, Allah’a iman edenleri Allah’ın yolundan alıkoymayın” Allah’ın yolunu izleyip de hidâyet bulmak isteyenleri engellemeyin
“ve O’nun yolunu eğri göstermeye çalışmayın.” Hevalarınıza uyup da Allah'ın yolunu eğri ve haktan uzak göstermeye çabalamayın. Tam aksine hem size hem de herkese düşen vazife, Yüce Allah’ın, rızasını elde etsinler, lütuf ve ihsan yurduna ulaşsınlar diye kulları için belirlemiş olduğu ve bununla da kullarına en büyük rahmetini ihsan etmiş olduğu bu yola gereken saygının gösterilmesidir. Sizler, insanları bu yolu izlemekten alıkoyan ve onları engelleyen kimseler değil, aksine bu yolun yardımcıları, davetçileri ve onu koruyanlar olmalıydınız. Çünkü böyle bir şey Allah’ın nimetine karşı bir nankörlük, O’nun emrine bir isyan ve en güzel, en doğru yolu saptırma girişimidir. Üstelik siz bu yolu izleyenleri çok çirkin bir şekilde ayıplamaktasınız.
Allah’ın üzerinizdeki nimetlerini de
“hatırlayın ki siz (sayıca) az idiniz de O, sizi çoğalttı.” Size ihsan etmiş olduğu zevceler, nesiller ve sağlık sayesinde sizi sayıca artırıp çoğalttı. Ayrıca O, sizleri veba yahut da sayınızı azaltıcı birtakım hastalıklara müptela kılmadığı gibi sizi imha edecek düşmanları da üzerinize musallat etmedi. Yine birliğinizi bozup sizi darmadağın etmedi. Aksine size bir arada bulunma, bol rızık ve çokça nesil nimetlerini ihsan etti.
“Bir de fesat çıkaranların sonu nice olmuştur bir bakın.” Sizler, onların topluluklarının darmadağın olduğunu, yaşadıkları yerlerin de ıssız ve bomboş kaldığını göreceksiniz. Onlardan geriye güzel hiçbir anı kalmamıştır. Aksine lanet bu dünyada onların peşlerine takılmıştır. Kıyamet gününde de onlar daha da hor, hakir ve rezil olacaklardır.
#
{87} {وإن كان طائفةٌ منكُم آمنوا بالذي أرْسِلْتُ به وطائفةٌ لم يؤمنوا}: وهم الجمهور منهم، {فاصبِروا حتى يحكُمَ اللهُ بيننا وهو خيرُ الحاكمينَ}: فينصر المحقَّ، ويوقع العقوبة على المبطل.
87.
“Eğer içinizden bir kısmı benimle gönderilene iman eder, bir kısmı da iman etmezse” ki bunlar çoğunluklarını teşkil ediyordu
“artık Allah aramızda hükmedinceye kadar sabredin. O, hükmedenlerin en hayırlısıdır.” Dolayısıyla haklı olanı yardımı ile zafere kavuşturcak, haksız olanı da cezalandıracaktır.
#
{88} {قال الملأُ الذين استَكْبَروا من قومِهِ}: وهم الأشرافُ والكبراءُ منهم، الذين اتَّبعوا أهواءهم ولهوا بلذاتهم، فلما أتاهم الحقُّ ورأوه غير موافق لأهوائهم الرديئة؛ ردُّوه، واستكبروا عنه، فقالوا لنبيِّهم شعيب ومن معه من المؤمنين المستضعفين: {لنخرجَنَّكَ يا شعيبُ والذين آمنوا معك من قريتِنا أو لتعودُنَّ في مِلَّتنا}: استعملوا قوَّتهم السَّبُعية في مقابلة الحقِّ، ولم يراعوا ديناً ولا ذمَّةً ولا حقًّا، وإنما راعوا واتبعوا أهواءهم وعقولهم السفيهة، التي دلَّتهم على هذا القول الفاسد، فقالوا إمَّا أن ترجع أنت ومن معك إلى ديننا أو لنخرجنَّكم من قريتنا؛ فشعيبٌ عليه الصلاة والسلام كان يدعوهم طامعاً في إيمانهم، والآن لم يَسْلَم [من شرهم] حتى توعَّدوه إن لم يتابعهم بالجلاء عن وطنه الذي هو ومن معه أحقُّ به منهم. فقال لهم شعيبٌ عليه الصلاة والسلام متعجباً من قولهم: {أوَلَوْ كنَّا كارهينَ}؛ أي: أنتابعكم على دينكم وملَّتكم الباطلة ولو كُنَّا كارهين لها لعلمنا ببطلانها؛ فإنما يدعَى إليها من له نوعُ رغبة فيها، أما من يعلن بالنهي عنها والتشنيع على من اتَّبعها؛ فكيف يُدعى إليها.
88.
“Kavminden büyüklük taslayan ileri gelenler” Bunlar, hevalarına uyan ve zevkleri ile oyalanan soylular ve ileri gelenlerdir. Bunlara hak geldiğinde onun, kendi alçak arzularına uygun düşmediğini görünce hakkı reddettiler ve ona karşı büyüklük tasladılar. Peygamberleri Şuayb aleyhisselâm’a ve onunla birlikte zayıf gördükleri mü’minlere
“şöyle dediler: Ey Şuayb, andolsun seni de seninle beraber iman edenleri de ülkemizden çıkaracağız ya da kaçarı yok siz bizim dinimize döneceksiniz!” Hakka karşı aslan kesilerek güç kullandılar. Ne dine, ne anlaşmaya ne de hakka hukuka riâyet etmediler. Sadece ve sadece hevalarının,
kendilerini bu anlamsız ve tutarsız sözleri söylemeye iten düşük akıllarının peşine takıldılar ve dediler ki: Ya sen ve seninle beraber iman edenler dinimize geri döneceksiniz yahut da andolsun ki sizleri ülkemizden çıkartacağız.
Şuayb aleyhisselâm, önceleri iman ederler ümidi ile onları davet ediyordu. Ancak sonra öyle bir duruma geldi ki onların şerrinden yana emin olamadı. Zira kavmi, kendilerine tâbi olmayacak olursa onu ve beraberindekileri vatanından sürmekle tehdit ettiler. Oysa Şuayb ve beraberindekiler o vatanda kalmaya onlardan daha fazla hak sahibidirler.
Bu yüzden de Şuayb aleyhisselâm onların bu sözlerine hayret ederek: “Biz istemesek de mi?! dedi.” Yani biz, batıl olduğunu bildiğimiz için sizin dininize girmeyi kabul etmeyecek olsak bile yine de böyle mi yapacaksınız? Halbuki o dine ancak ona girmeyi arzu eden kimseler çağrılabilir. Onu izlemeyi açıktan açığa alıkoymaya çalışan ve izleyenleri de yanlışlarını söyleyerek tenkit eden kimseler, nasıl olur da o dini kabule çağırılabilirler?
#
{89} {قدِ افتَرَيْنا على الله كذباً إن عُدْنا في ملَّتكم بعد إذ نجَّانا الله منها}؛ أي: اشهدوا علينا أننا إن عُدنا [فيها] بعد ما نجَّانا الله منها وأنقذنا من شرِّها أننا كاذبون مفترون على الله الكذب؛ فإننا نعلمُ أنه لا أعظم افتراء ممَّن جعل لله شريكاً وهو الواحد الأحد الفرد الصمد الذي لم يتَّخذ صاحبة ولا ولداً ولا شريكاً في الملك. {وما يكونُ لنا أن نعودَ فيها}؛ أي: يمتنع على مثلنا أن نعودَ فيها؛ فإنَّ هذا من المحال، فآيَسَهم عليه الصلاة والسلام من كونه يوافقهم من وجوهٍ متعددةٍ.
من جهة أنهم كارهون لها مبغضون لما هم عليه من الشرك.
ومن جهة أنه جعل ما هم عليه كذباً وأشهدهم أنه إنِ اتَّبَعَهم ومن معه فإنَّهم كاذبون.
ومنها اعترافُهم بمنَّة الله عليهم إذ أنقذهم الله منها، ومنها أنَّ عودَهم فيها بعدما هداهم الله من المحالات بالنظر إلى حالتهم الراهنة وما في قلوبهم من تعظيم الله تعالى والاعتراف له بالعبوديَّة وأنه الإله وحده الذي لا تنبغي العبادة إلاَّ له وحده لا شريك له، وأنَّ آلهة المشركين أبطل الباطل وأمحل المحال، وحيث إنَّ اللهَ منَّ عليهم بعقول يعرفون بها الحقَّ والباطل والهدى والضلال، وأما من حيث النظر إلى مشيئة الله وإرادته النافذة في خلقه التي لا خروجَ لأحدٍ عنها ولو تواترتِ الأسبابُ وتوافقت القوى؛ فإنَّهم لا يحكمون على أنفسهم أنهم سيفعلون شيئاً أو يتركونه، ولهذا استثنى: {وما يكونُ لنا أن نعودَ فيها إلا أن يشاء اللهُ ربُّنا}؛ أي: فلا يمكننا ولا غيرنا الخروج عن مشيئته التابعة لعلمه وحكمته، وقد {وَسِعَ ربُّنا كلَّ شيءٍ علماً}: فيعلم ما يصلُح للعباد، وما يدبِّرُهم عليه.
{على الله توكَّلْنا}؛ أي: اعتمدنا أنه سيثبِّتنا على الصراط المستقيم، وأن يعصِمَنا من جميع طرق الجحيم؛ فإن من توكَّل على الله كفاه ويسَّر له أمر دينه ودنياه. {ربَّنا افتحْ بينَنا وبين قومِنا بالحقِّ}؛ أي: انصر المظلوم وصاحب الحق على الظالم المعاند للحق، {وأنت خيرُ الفاتحين}: وفتحُهُ تعالى لعباده نوعان: فتحُ العلم بتبيين الحقِّ من الباطل والهدى من الضلال ومَنْ هو المستقيمُ على الصراط ممَّن هو منحرفٌ عنه. والنوع الثاني: فتحُهُ بالجزاء وإيقاع العقوبة على الظالمين، والنجاة والإكرام للصالحين. فسألوا الله أن يفتحَ بينَهم وبين قومهم بالحقِّ والعدل، وأن يريَهم من آياتِهِ وعِبَرِهِ ما يكون فاصلاً بين الفريقين.
89.
“Allah bizi ondan kurtardıktan sonra tekrar sizin dininize dönecek olursak kesinlikle Allah’a iftira etmiş oluruz.” Yani Allah, bizi ondan kurtarmış ve onun kötülüğünden korumuşken, biz tekrar sizin dininize dönecek olursak şahit olun ki biz, Allah’a karşı yalan uyduran ve iftira eden kimseleriz. Çünkü biz kesinlikle şunu biliyoruz ki Allah’a ortak koşan kimsenin iftirasından daha büyük bir iftira olamaz. Çünkü O birdir ve tektir, eşsizdir, hiç kimseye muhtaç olmayan Samed’dir. Eş ve çocuk edinmemiştir, mülkünde de O’nun hiçbir ortağı yoktur.
“Rabbimiz olan Allah'ın dilemesi hariç ona dönmemiz olacak şey değildir.” Yani bizim gibi kimselerin tekrar sizin dininize dönmesine imkân yoktur. Böyle bir şey muhaldir.
Şuayb aleyhisselâm onlara herhangi bir şekilde uymalarının mümkün olmadığını birkaç şekilde ifade etmiştir:
1. Öncelikle kavimlerinin dininden tiksindiklerini ve işlemekte oldukları şirke kin beslediklerini ifade etmiştir.
2. Diğer taraftan onların izledikleri yolun, yalan ve iftira olduğunu belirtip eğer kendisi ve yanındakiler de onların dinine uyacak olurlarsa kendilerinin de yalan ve iftira sahibi olacaklarına dair kavmini şahit tutmuştu.
3. Allah'ın kendilerini o dinden kurtarmasını bir nimet olarak sunmuştur.
4. Allah, kendilerine hidâyet verdikten sonra bu batıl dine geri dönüşlerinin imkânsız bir şey olduğunu ifade etmekle de kavimlerinin bu doğrultudaki ümitlerini kesmişlerdir. Çünkü mevcut halleri, kalplerinde Yüce Allah’ı tazim etmeleri, Allah’ın ubudiyetini, O’ndan başka hiçbir ilah olmadığını, yalnızca O’na ibadet edilmesi ve O’na ortak koşulmaması gerektiğini, müşriklerin kabul ettikleri uydurma ilahların batılın en batılı ve imkânsızın en imkânsızı olduklarını itiraf etmeleri ile böyle bir dine tekrar dönmelerinin imkânsız olduğunu ifade etmiş oluyorlardı. Zira Yüce Allah’ın ihsan ettiği akıllar vasıtası ile hakkı batıldan, doğruyu sapıklıktan ayırt edebilecek durumdaydılar.
Yüce Allah’ın meşieti, yaratıkları hakkında geçerli olan ve hiçbir kimsenin dışına çıkma imkânını bulamadığı iradesi açısından da eğer bütün sebepler bir araya gelse ve bütün güçler bir arada toplansa dahi onlar, hiçbir zaman kendileri hakkında bir şeyi yapabileceklerine yahut o şeyi terk edebileceklerine dair kesin hüküm veremezler.
İşte bu yüzden Şuayb aleyhisselam: “Rabbimiz olan Allah'ın dilemesi hariç” diyerek istisnada bulunmuştur. Yani bizim de başka kimselerin de Allah’ın ilim ve hikmetine tâbi olan meşietinin dışına çıkabilme imkânımız yoktur. Çünkü
“Rabbimizin ilmi her şeyi kuşatmıştır.” O, neyin kullarının faydasına olduğunu ve hangi esaslar çerçevesinde onların işlerini çekip çevirdiğini çok iyi bilendir.
“Biz ancak Allah’a güvenip dayandık.” Bizler bize dosdoğru yol üzerinde sebat vereceği ve cehenneme ulaştıran bütün yollardan da bizi koruyacağı hususunda yalnız O’na güvendik. Şüphesiz ki Allah kendisine güvenip dayananlara yeter, onlara dinini de dünyasını da kolaylaştırır.
“Rabbimiz, bizimle kavmimiz arasında hak ile hükmet!” Mazlum ve hak sahibi kimselere, hakka karşı inatlaşan zalime karşı yardım et ve zafer ver.
“Sen hükmedenlerin en hayırlısısın.” Yüce Allah’ın kulları hakkındaki hükmü iki türlüdür: Birincisi hakkı batıldan, doğruyu sapıklıktan, dosdoğru yol üzerinde yürüyenleri, o yoldan sapmış olanlardan ayırdetmeyi sağlayan ilmî
(bilgiye dair) hükmü. İkincisi de Yüce Allah’ın zalimleri cezalandırması, salih kimseleri de kurtarıp onlara lütfunu ihsan etmesi şeklindeki hükmüdür. İşte mü’minler de Yüce Allah’ın kendileri ile kavimleri arasında hak ve adalet ile hüküm vermesini, kendilerine her iki kesimi birbirinden ayıracı hükmü teşkil edecek şekilde âyetlerini, mucize ve ibretlerini göstermesini istemişlerdi.
#
{90} {وقال الملأُ الذين كفروا من قومه}: محذِّرين عن اتِّباع شعيب: {لئن اتَّبعتم شعيباً إنَّكم إذاً لخاسرونَ}: هذا ما سوَّلت لهم أنفسهم؛ أن الخسارة والشقاء في اتباع الرشد والهدى، ولم يدروا أن الخسارة كلَّ الخسارة في لزوم ما هم عليه من الضلال والإضلال، وقد علموا ذلك حين وقع بهم النَّكال.
90.
“Kavminden kâfir olan ileri gelenler” Şuayb’e uymaktan sakındırmak üzere
“Eğer Şuayb’a uyarsanız o takdirde siz, andolsun ki büyük bir zarara uğrayacaksınız” dediler” Ancak bu, nefislerinin kendilerine süslediği bir batıldan ibaretti. Onlara göre bedbahtlık ve zarar, doğruluğa ve hidâyete tâbi olmaktadır. Oysa onlar, en ileri derecedeki zararın, üzerinde bulundukları sapıklığın ve saptırmanın devamı olduğunu bilmiyorlardı. Bu gerçeği ancak ibretli ceza ve intikam gelip kendilerini bulduğunda öğrenebildiler.
#
{91} {فأخذتْهُمُ الرجفةُ}؛ أي: الزلزلة الشديدة، {فأصبحوا في دارهم جاثمينَ}؛ أي: صرعى ميِّتين هامدين.
91.
“Bunun üzerine o şiddetli sarsıntı” yani o çok çetin zelzele
“onları yakalayıverdi de yurtlarında diz üstü çöküp kaldılar” ölü ve hareketsiz bir halde yere serildiler.
#
{92} قال تعالى ناعياً حالَهم: {الذين كذَّبوا شعيباً كأن لم يَغْنَوْا فيها}؛ أي: كأنهم ما أقاموا في ديارهم، وكأنهم ما تمتَّعوا في عَرَصاتهم، ولا تفيَّئوا في ظلالها، ولا غنوا في مسارح أنهارها، ولا أكلوا من ثمار أشجارها، فأخذهم العذاب فنقلهم من مورد اللهو واللعب واللَّذَّات إلى مستقرِّ الحزن والشقاء والعقاب والدرَكات، ولهذا قال: {الذين كذَّبوا شُعيباً كانوا هم الخاسرينَ}؛ أي: الخسار محصورٌ فيهم؛ لأنهم خسروا أنفسهم وأهليهم يوم القيامة، ألا ذلك هو الخسران المبين، لا مَنْ قالوا لهم: {لئنِ اتَّبعتُم شعيباً إنَّكم إذاً لخاسرونَ}.
92. Yüce Allah,
başlarına gelen felaketi haber vererek şöyle buyurmaktadır: “Şuayb’ı yalanlayanlar, sanki orada hiç oturmamış gibi oldular.” Yani sanki yurtlarında hiç kalmamış, oradan hiç yararlanmamış, gölgeliklerinde hiç oturmamış, ırmaklarının kıyılarında hiç dolaşıp vakit geçirmemiş ve ağaçlarının meyvelerinden hiç yememiş gibi oldular. Azap onları yakalayarak oyun, eğlence ve lezzet yurdundan ebedî hüzün, bedbahtlık ve ceza yurduna ve azap çukurlarına taşıdı. İşte bundan dolayı devamla
“Şuayb’ı yalanlayanlar, işte zarara uğrayanlar onlar oldular” buyrulmaktadır. Yani âdeta zarara uğramak sadece onlara hastır. Çünkü onlar kıyamet gününde hem kendilerini hem de aile halklarını zarara uğratmış olacaklardır ki apaçık hüsran işte budur.
Yoksa onların: “Eğer Şuayb’a uyarsanız o takdirde siz, andolsun ki büyük bir zarara uğrayacaksınız” dedikleri kimseler hüsrana uğramamışlardır.
#
{93} فحين هلكوا تولَّى عنهم نبيُّهم عليه الصلاة والسلام، {وقال} معاتباً وموبِّخاً ومخاطباً لهم بعد موتهم: {يا قوم لقد أبلغتُكم رسالاتِ ربِّي}؛ أي: أوصلتها إليكم وبيَّنتها حتَّى بلغت منكم أقصى ما يمكن أن تصل إليه وخالطت أفئدتكم، {ونصحتُ لكم}: فلم تقَبلوا نُصحي ولا انقدتم لإرشادي، بل فسقتُم وطغيتم؛ {فكيف آسى على قوم كافرينَ}؛ أي: فكيف أحزن على قوم لا خيرَ فيهم، أتاهم الخيرُ فردُّوه ولم يقبلوه، ولا يَليقُ بهم إلا الشرُّ؛ فهؤلاء غير حقيقين أن يُحْزَنَ عليهم، بل يُفْرَحُ بإهلاكهم ومَحْقِهم؛ فعياذاً بك اللهمَّ من الخزي والفضيحة! وأيُّ شقاء وعقوبة أبلغ من أن يصلوا إلى حالة يتبرأ منهم أنصح الخلق لهم؟!
93. Şuayb’ın kavmi helak olduktan sonra peygamberleri onlardan yüz çevirerek döndü,
onları azarlayarak ve ölümlerinden sonra onlara hitap ederek: “Dedi ki: Ey kavmim, gerçekten ben size Rabbimin bildirdiklerini tebliğ ettim.” Sizlere ulaştırdım ve açıkladım. Öyle ki bu tebliğim, bu konuda ulaşılabilecek en ileri dereceye kadar ulaştı ve sizin kalplerinizin derinliklerine kadar vardı.
“Ve size içtenlikle öğüt verdim.” Ancak siz benim öğüdümü kabul etmediniz, irşadıma itaat etmediniz, aksine fasıklık ve azgınlık ettiniz.
“Artık ben, kâfir bir topluma nasıl üzüleyim ki?!” Ben, hayır kendilerine ulaşınca onu reddeden, kabul etmeyen, kötülükten başka bir şeyi kendilerine yakıştırmayan, hayır namına hiçbir özellikleri bulunmayan bir topluma nasıl üzülür, nasıl tasalanırım? Onlar için üzülmeye değmez. Onlar buna layık değildirler. Aksine böylelerinin helakine ve yok edilmelerine sevinilir. Allah’ım, rezillikten, rüsvaylıktan sana sığınırız. İnsanlar arasında en ileri derecedeki samimiyetle onların iyiliklerini isteyen bir kimsenin şimdi onlardan uzak olduğunu ilan edecek bir noktaya gelmesinden daha ileri bir bedbahtlık ve daha büyük bir ceza olabilir mi?
{وَمَا أَرْسَلْنَا فِي قَرْيَةٍ مِنْ نَبِيٍّ إِلَّا أَخَذْنَا أَهْلَهَا بِالْبَأْسَاءِ وَالضَّرَّاءِ لَعَلَّهُمْ يَضَّرَّعُونَ (94) ثُمَّ بَدَّلْنَا مَكَانَ السَّيِّئَةِ الْحَسَنَةَ حَتَّى عَفَوْا وَقَالُوا قَدْ مَسَّ آبَاءَنَا الضَّرَّاءُ وَالسَّرَّاءُ فَأَخَذْنَاهُمْ بَغْتَةً وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ (95)}
94- Biz hangi memlekete bir peygamber gönderdiysek, halkını boyun büküp yakarsınlar diye mutlaka fakirlik ve hastalığa uğrattık.
95- Sonra bu kötü hali değiştirip yerine güzel bir hal verdik.
Nihâyet çoğaldılar ve: “(Bizim gibi) atalarımız da hem darlık hem bolluk görmüştü” dediler. Bunun üzerine biz de kendileri farkında olmadan onları ansızın yakalayıverdik.
#
{94} يقول تعالى: {وما أرسلنا في قرية من نبيٍّ}: يدعوهم إلى عبادة الله، وينهاهم عن ما هم فيه من الشرِّ، فلم ينقادوا له؛ إلاَّ ابتلاهم الله {بالبأساءِ والضرَّاءِ}؛ أي: بالفقر والمرض وأنواع البلايا، {لعلهم}: إذا أصابتهم؛ خضعتْ نفوسُهم؛ فتضرعوا إلى الله، واستكانوا للحق.
94.
“Biz hangi memlekete” Allah’a ibadet etmeye çağıran ve içinde bulundukları kötülüklerden alıkoyan
“bir peygamber gönderdiysek” de halkı o peygambere itaat etmediyse biz
“halkını boyun büküp yakarsınlar diye mutlaka fakirlik ve hastalığa” ve çeşitli belâlara
“uğratmışızdır.” Allah onları bu gibi musibetlere uğratmıştır ki belki bu sayede nefisleri yola gelir de Yüce Allah’a yalvarıp yakarırlar ve hakka boyun eğerler.
#
{95} {ثم}: إذا لم يُفِدْ فيهم واستمرَّ استكبارُهم وازداد طغيانُهم، {بدَّلْنا مكانَ السيئةِ الحسنةَ}: فأَدَرَّ عليهم الأرزاق، وعافى أبدانهم، ورفع عنهم البلايا، {حتى عَفَوْا}؛ أي: كثروا وكثرتْ أرزاقُهم وانبسطوا في نعمة الله وفضله ونسوا ما مرَّ عليهم من البلايا ، {وقالوا قد مسَّ آباءنا الضَّرَّاءُ والسَّرَّاءُ}؛ أي: هذه عادة جارية لم تزل موجودة في الأولين واللاحقين؛ تارة يكونون في سرَّاء، وتارة في ضرَّاء، وتارة في فرح، ومرة في ترح؛ على حسب تقلُّبات الزمان وتداول الأيام، وحسبوا أنها ليست للموعظة والتذكير ولا للاستدراج والنكير، حتى إذا اغتبطوا وفرحوا بما أوتوا، وكانت الدُّنيا أسرَّ ما كانت إليهم. أخذْناهم بالعذاب {بغتةً وهم لا يشعُرون}؛ أي: لا يخطُرُ لهم الهلاك على بالٍ، وظنُّوا أنهم قادرون على ما آتاهم الله، وأنهم غير زائلين ولا منتقلين عنه.
95.
“Sonra” bu imtihan bir fayda sağlamayınca, aksine büyüklenmeleri devam edip azgınlıkları artınca “bu kötü hali değiştirip yerine güzel bir hal verdik.” Allah onlara bol bol rızıklar ihsan edip bedenlerine afiyet vermiş ve üzerlerindeki türlü bela ve musibetleri kaldırmıştır.
“Nihâyet çoğaldılar” Sayıca arttılar, rızıkları çoğaldı, Allah’ın nimet ve lütuflarından bol bol yararlandılar.
Önceden karşı karşıya kaldıkları bela ve musibetleri unuttular ve: “(Bizim gibi) atalarımız da hem darlık hem bolluk görmüştü, dediler.” Yani bu, öteden beri devam edegelen bir durumdur, öncekilerde de vardı sonrakilerde de görülen bir haldir. Bu yüzden insanlar kimi zaman bolluk ve rahatlık içinde, kimi zaman darlık ve sıkıntı içinde, kimi zaman sevinç, kimi zaman keder içinde olurlar. Zamanın değişmesine ve günlerin dönüp durmasına bağlı olarak halleri değişip durur.
Böylece onlar, karşı karşıya kaldıkları bu hallerin öğüt ve hatırlatma olmadığını, onları yavaş yavaş azaba sürükleme ve durumlarına bir tepki amacı taşımadığını zannettiler. Nihâyet durumlarına memnun oldular, kendilerine verilenler dolayısı ile şımardılar, dünya onlar için en ileri derecede neşe kaynağı oldu
“bunun üzerine biz de kendileri farkında olmadan” helak edilmek hatırlarına bile gelmediği bir sırada azap ile
“onları ansızın yakalayıverdik.” Halbuki onlar Allah’ın kendilerine verdiği nimetleri ellerinde tutabileceklerine, onların hiçbir şekilde yok olmayacağına ve bunlardan ayrı kalmayacaklarına inanmışlardı.
{وَلَوْ أَنَّ أَهْلَ الْقُرَى آمَنُوا وَاتَّقَوْا لَفَتَحْنَا عَلَيْهِمْ بَرَكَاتٍ مِنَ السَّمَاءِ وَالْأَرْضِ وَلَكِنْ كَذَّبُوا فَأَخَذْنَاهُمْ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ (96) أَفَأَمِنَ أَهْلُ الْقُرَى أَنْ يَأْتِيَهُمْ بَأْسُنَا بَيَاتًا وَهُمْ نَائِمُونَ (97) أَوَأَمِنَ أَهْلُ الْقُرَى أَنْ يَأْتِيَهُمْ بَأْسُنَا ضُحًى وَهُمْ يَلْعَبُونَ (98) أَفَأَمِنُوا مَكْرَ اللَّهِ فَلَا يَأْمَنُ مَكْرَ اللَّهِ إِلَّا الْقَوْمُ الْخَاسِرُونَ (99)}
96- Eğer o ülkelerin halkı iman etseler ve korkup sakınsalardı üzerlerine gökten ve yerden nice bereket
(kapıları) açardık. Fakat onlar yalanladılar, biz de kazanmakta oldukları yüzünden onları yakalayıverdik.
97- Acaba o ülkelerin halkı, geceleyin uyurlarken azabımızın kendilerine gelmeyeceğinden emin mi oldular?
98- Yahut o ülkelerin halkı, azabımızın kendilerine kuşluk vakti eğlenirlerken gelmeyeceğinden yana emin mi oldular?
99- Yoksa onlar Allah’ın tuzağından emin mi oldular? Halbuki hüsranda olanlardan başkası Allah’ın tuzağından emin olmaz.
#
{96} لما ذكر تعالى أنَّ المكذِّبين للرسل يُبتلون بالضراء موعظةً وإنذاراً، وبالسراء استدراجاً ومكراً؛ ذكر أنَّ أهل القُرى لو آمنوا بقلوبهم إيماناً صادقاً صدقتْه الأعمالُ، واستعملوا تقوى الله تعالى ظاهراً وباطناً بترك جميع ما حرَّم الله [تعالى]؛ لفتحَ عليهم بركاتِ السَّماء والأرض، فأرسل السماء عليهم مدراراً، وأنبتَ لهم من الأرض ما به يعيشون وتعيشُ بهائمهُم في أخصب عيش وأغزر رزق من غير عناء ولا تعبٍ ولا كدٍّ ولا نصبٍ، ولكنهم لم يؤمنوا ويتَّقوا، {فأخذناهم بما كانوا يكسِبون}: بالعقوبات والبلايا ونزع البركات وكثرة الآفات، وهي بعض جزاء أعمالهم، وإلاَّ؛ فلو آخذهم بجميع ما كسبوا؛ ما ترك على ظهرها من دابَّةٍ، {ظَهَرَ الفسادُ في البرِّ والبحر بما كَسَبَتْ أيدي الناس لِيُذيقَهم بعضَ الذي عملوا لعلَّهم يرجِعون}.
96. Yüce Allah peygamberleri yalanlayan kimselerin öğüt ve uyarı olmak üzere darlıkla,
yavaş yavaş azaba sürüklenmek üzere de bollukla denenip imtihan edildiklerini söz konusu ettikten sonra şunu ifade etmektedir: Şayet o ülkelerin halkları kalpleri ile samimi olarak iman edip amelleri ile de o imanlarını doğrulayacak olsalardı, Allah’ın haram kıldığı her şeyi terk etmek sureti ile zahiren ve batınen O’na karşı takvalı olacak olsalardı Allah, gökten ve yerden üzerlerine bereket kapılarını açardı. Semadan üzerlerine bol bol yağmur yağdırırdı, yerden de öyle bol bitkiler çıkarırdı ki hem kendilerinin hem de davarlarının yaşamı en bol ve en rahat bir şekilde sürer, herhangi bir sıkıntı ve yorgunluk da çekmezlerdi. Ancak onlar iman etmediler, Allah’tan korkmadılar ve takvalı olmadılar. Bu nedenle
“Biz de kazanmakta oldukları yüzünden onları” çeşitli cezalar, belalar, bereketlerin çekilip alınması ve pek çok afetlerle
“yakalayıverdik.” Bunlar ise amellerine karşılık olarak verilecek cezanın sadece bir kısmıdır.
Çünkü kazandıkları bütün günahlar karşılığında onları azapla yakalayacak olsaydı yeryüzünde canlı namına hiçbir varlık bırakmaması gerekirdi: “İnsanların kendi elleri ile kazandıklarından ötürü karada ve denizde fesad başgösterdi. (Bu) işlediklerinin bazısını onlara tattırsın ve belki dönerler diyedir.” (er-Rum, 30/41)
#
{97} {أفأمِنَ أهلُ القرى}؛ أي: المكذبة بقرينة السياق، {أن يأتِيَهُم بأسُنا}؛ أي: عذابنا الشديد، {بَياتاً وهم نائمون}؛ أي: في غفلتهم وغرتهم وراحتهم.
97.
“Acaba o ülkelerin halkı” ayetlerin gelişinden de anlaşılacağı üzere bunlar peygamberleri yalanlan kavimlerdir
“geceleyin uyurlarken” yani gafil bir halde dinlenmekte iken, hiç beklemedikleri bir anda o çetin ”azabımızın kendilerine gelmeyeceğinden emin mi oldular?”
#
{98} {أوَ أمِنَ أهلُ القرى أن يأتِيَهم بأسُنا ضحىً وهم يلعبونَ}: أيُّ شيءٍ يؤمِّنُهم من ذلك وهم قد فعلوا أسبابه وارتكبوا من الجرائم العظيمة ما يوجب بعضُه الهلاك.
98.
“Yahut o ülkelerin halkı, azabımızın kendilerine kuşluk vakti oynarlarken gelmeyeceğinden yana emin mi oldular?” Yani bu konuda onlara güven veren nedir? Onlar azabı hak etmelerine sebep olan işleri yaptıkları, sadece bir bölümü bile helak edilmeyi gerektiren pek çok büyük günah işledikleri halde azaptan yana emin olmalarını sağlayan nedir?
#
{99} {أفأمنوا مَكْرَ الله}: حيث يستدرِجُهم من حيث لا يعلمونَ، ويُملي لهم إنَّ كيده متين. {فلا يأمنُ مكرَ اللهِ إلا القومُ الخاسرون}: فإنَّ من أمِنَ من عذاب الله؛ فإنه لم يصدِّق بالجزاء على الأعمال ولا آمن بالرسل حقيقة الإيمان.
وهذه الآية الكريمة فيها من التخويف البليغ على أنَّ العبد لا ينبغي له أن يكون آمناً على ما معه من الإيمان، بل لا يزالُ خائفاً وَجِلاً أن يُبتلى ببليَّةٍ تسلب ما معه من الإيمان، وأن لا يزال داعياً بقوله: يا مقلب القلوب! ثبِّتْ قلبي على دينك، وأن يعمل ويسعى في كلِّ سبب يخلِّصه من الشرِّ عند وقوع الفتن؛ فإنَّ العبد ولو بلغت به الحال ما بلغتْ؛ فليس على يقين من السلامة.
99.
“Yoksa onlar Allah’ın tuzağından emin mi oldular?” Yani Allah'ın, hiç bilmedikleri bir yerden kendilerini yavaş yavaş azaba yaklaştırmasından ve onlara mühlet vermesinden emin mi oldular? Şüphesiz ki O’nun tuzağı pek sağlamdır.
“Halbuki hüsranda olanlardan başkası Allah’ın tuzağından emin olmaz.” Çünkü Allah’ın ansızın gelen azabından yana emin olan bir kimse, amellere karşılık verileceğine inanmamış, peygamberlere de gerçek anlamı ile iman etmemiş demektir.
Bu âyet-i kerimede yer alan ileri derecedeki korkutma dolayısı ile kul, hiçbir zaman sahip olduğu imandan yana emin olmamalıdır. Aksine sahip olduğu imanı alıp götürecek bir bela ile sınanacağından yana endişe etmeli, bundan dolayı korkup titremelidir.
Her zaman Yüce Allah’a: “Ey kalpleri evirip çeviren! Kalbimi dinin üzere sabit kıl” diye dua etmelidir. Fitnelerin başgöstermesi halinde kendisini kötülükten kurtarabilecek her türlü sebebe yapışmalıdır. Çünkü kul, hangi dereceye ulaşırsa ulaşsın azaptan kesinlikle kurtulduğu kanaatine sahip olamaz.
{أَوَلَمْ يَهْدِ لِلَّذِينَ يَرِثُونَ الْأَرْضَ مِنْ بَعْدِ أَهْلِهَا أَنْ لَوْ نَشَاءُ أَصَبْنَاهُمْ بِذُنُوبِهِمْ وَنَطْبَعُ عَلَى قُلُوبِهِمْ فَهُمْ لَا يَسْمَعُونَ (100) تِلْكَ الْقُرَى نَقُصُّ عَلَيْكَ مِنْ أَنْبَائِهَا وَلَقَدْ جَاءَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ فَمَا كَانُوا لِيُؤْمِنُوا بِمَا كَذَّبُوا مِنْ قَبْلُ كَذَلِكَ يَطْبَعُ اللَّهُ عَلَى قُلُوبِ الْكَافِرِينَ (101) وَمَا وَجَدْنَا لِأَكْثَرِهِمْ مِنْ عَهْدٍ وَإِنْ وَجَدْنَا أَكْثَرَهُمْ لَفَاسِقِينَ (102)}.
100- Yeryüzüne
(önceki) sahiplerinden sonra varis olanlara şu
(gerçek) hâlâ belli olmadı mı: Eğer biz dileseydik onları da günahlarından dolayı musibetlere duçar ederdik.
(O zaman) kalplerini mühürleriz de artık işitmez oluverirler.
101- İşte o ülkelerin haberlerinden bir kısmını sana anlatıyoruz. Gerçekten peygamberleri onlara apaçık deliller getirmişlerdi. Fakat daha önce
(hakkı) yalanlamaları sebebiyle
(onlara) iman etmediler. İşte Allah kâfirlerin kalplerini böyle mühürler.
102- Onların çoğunda ahde vefa bulamadık. Onların çoğunun gerçekten fasık kimseler olduğunu gördük.
#
{100} يقول تعالى منبهاً للأمم الغابرين بعد هلاك الأمم الغابرين: {أوَلَمْ يَهْدِ للذين يرِثون الأرض من بعدِ أهلها أن لو نشاءُ أصبْناهم بذُنوبهم}؛ أي: أوَلم يتبيَّن ويتَّضح للأمم الذين ورثوا الأرض بعد إهلاك من قبلَهم بذنوبهم ثم عملوا كأعمال أولئك المهلَكين، أوَلم يهتدوا أنَّ الله لو شاء لأصابَهم بذُنوبهم؛ فإنَّ هذه سنته في الأولين والآخرين. وقوله: {ونطبَعُ على قلوبهم فهم لا يسمعونَ}؛ أي: إذا نبَّههم الله فلم ينتبهوا، وذكَّرهم فلم يتذكَّروا، وهداهم بالآيات والعِبَر فلم يهتَدوا؛ فإنَّ الله تعالى يعاقِبُهم ويطبعُ على قلوبهم فيعلوها الرَّانُ والدَّنَسُ حتى يُخْتَمَ عليها فلا يدخُلها حقٌّ ولا يصلُ إليها خيرٌ ولا يسمعون ما ينفعهم، وإنَّما يسمعون ما به تقوم الحجَّةُ عليهم.
100.
Yüce Allah geçmiş ümmetlerin helak edilmesinden sonra geriye kalan ümmetlerin dikkatlerini çekerek şöyle buyurmaktadır: “Yeryüzüne (önceki) sahiplerinden sonra varis olanlara şu (gerçek) hâlâ belli olmadı mı: Eğer biz dileseydik onları da günahlarından dolayı musibetlere duçar ederdik...” Yani şu kendilerinden önceki ümmetlerin günahları sebebi ile helak edilmesinden sonra yeryüzüne mirasçı olan ve sonra da o helak edilen ümmetlerin ameli gibi amelde bulunan diğer ümmetlere şu husus açık seçik bir şekilde belli olmadı mı: Eğer Yüce Allah dilemiş olsaydı günahları sebebi ile onları da cezaya çarptırırdı. Çünkü Allah’ın hem öncekiler hem sonrakiler hakkındaki sünneti/kanunu budur.
“(O zaman) kalplerini mühürleriz de artık işitmez oluverirler.” Yani eğer Yüce Allah, onları uyarıp dikkatlerini çekmesine rağmen uyanmayacak, öğüt vermesine rağmen öğüt almayacak, âyetlerle ve ibret alınacak hususlarla hidâyete iletmesine rağmen hidâyet bulmayacak olurlarsa şüphesiz Yüce Allah onları cezalandırır ve kalplerini mühürler de artık günah kirleri kalplerini kuşatır. Nihâyet kalplerine mühür basılır da artık o kalplere hak diye bir şey girmez, hayır namına bir şey ulaşmaz. Kendilerine fayda sağlayacak hiçbir şeyi de işitmezler. Onlar ancak kendileri hakkında aleyhlerine delil olabilecek şeyleri işitmekle kalırlar.
#
{101} {تلك القرى}: الذين تقدَّم ذِكْرُهم، {نَقُصُّ عليك من أنبائها}: ما يحصُلُ به عبرة للمعتبرين، وازدجارٌ للظالمين، وموعظة للمتقين، {ولقد جاءتْهم رسُلُهم بالبيناتِ}؛ أي: [ولقد] جاءت هؤلاء المكذبين رسُلُهم تدعوهم إلى ما فيه سعادتهم، وأيَّدهم الله بالمعجزات الظاهرة والبيِّنات المبيِّنات للحقِّ بياناً كاملاً، ولكنهم لم يُفِدْهم هذا ولا أغنى عنهم شيئاً؛ {فما كانوا ليؤمِنوا بما كذَّبوا من قبلُ}؛ أي: بسبب تكذيبهم وردِّهم الحقّ أول مرة ما كان يهديهم للإيمان جزاءً لهم على ردِّهم الحق؛ كما قال تعالى: {ونقلِّبُ أفْئِدَتَهم وأبصارَهم كما لم يؤمنوا به أولَ مرَّةٍ ونَذَرُهم في طغيانِهِم يعمَهونَ}، {كذلك يطبعُ الله على قلوب الكافرين}: عقوبةً منه، وما ظلمهم الله، ولكنهم ظلموا أنفسهم.
101.
“İşte” daha önce kendilerinden söz edilen “o ülkelerin haberlerinden” ibret alacak olanlara ibret olacak, zalimlerin zulümlerinden vazgeçmelerini sağlayacak, takva sahipleri için de öğüt olacak
“bir kısmını sana anlatıyoruz. Gerçekten peygamberleri onlara apaçık deliller getirmişlerdi.” Yani bu yalanlayan kimselere peygamberler gelmiş ve onları mutluluklarını sağlayacak şeylere davet etmişlerdi. Yüce Allah da bu peygamberleri apaçık mucizelerle, hakkı açıkça ortaya koyan ve eksiksiz bir şekilde açıklayan apaçık delillerle desteklemişti. Ancak bütün bunların o ümmetlere hiçbir faydası olmadı ve onlara en ufak bir yarar sağlamadı.
“Fakat daha önce (hakkı) yalanlamaları sebebiyle (onlara) iman etmediler.” Yani ilk defasında hakkı yalanlamaları ve reddetmeleri sebebi ile Allah, hakkı reddetmelerinin bir cezası olarak onları imana iletmedi.
Nitekim Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: “Onların kalplerini ve gözlerini çeviririz de ilk defa ona iman etmedikleri gibi (yine iman etmezler) ve biz de onları azgınlıkları içerisinde şaşkın bir halde bırakırız.” (el-En’am, 6/110)
“İşte Allah, kâfirlerin kalplerini böyle mühürler.” Bu, yaptıklarının bir cezasıdır. Allah onlara zulmetmedi, fakat asıl onlar kendilerine zulmettiler.
#
{102} {وما وَجَدْنا لأكثرِهم من عهدٍ}؛ أي: وما وجدنا لأكثر الأمم الذين أرسل الله إليهم الرسل من عهد؛ أي: من ثبات والتزام لوصية الله التي أوصى بها جميع العالمين، ولا انقادوا لأوامره التي ساقها إليهم على ألسنة رسله. {وإن وَجَدْنا أكْثَرَهُم لفاسقينَ}؛ أي: خارجين عن طاعة الله، متَّبعين لأهوائهم بغير هدىً من الله؛ فالله تعالى امتحن العباد بإرسال الرسل وإنزال الكتب، وأمرهم باتِّباع عهده وهداه، فلم يمتثلْ لأمره إلا القليل من الناس، الذين سبقتْ لهم من الله سابقةُ السعادة، وأما أكثر الخلق؛ فأعرضوا عن الهدى، واستكبروا عما جاءت به الرسل، فأحلَّ الله بهم من عقوباتِهِ المتنوِّعة ما أحلَّ.
102.
“Onların çoğunda ahde vefa bulamadık.” Yüce Allah’ın kendilerine peygamber göndermiş olduğu ümmetlerin çoğunda ahde bağlılık diye bir şey bulamadık. Yani Allah’ın bütün alemlere yapmış olduğu tavsiye ve emirleri üzerinde bir sebat ve bir bağlılık görmediğimiz gibi onlar, Allah’ın peygamberleri vasıtası ile kendilerine göndermiş olduğu emirlere en ufak bir itaat de göstermediler.
“Onların çoğunun gerçekten fasık kimseler olduğunu gördük.” Allah’ın itaati dışına çıkan ve Allah’tan herhangi bir hidâyet olmaksızın kendi hevalarının arkasından giden kimseler olduğunu gördük. Allah peyamberler göndermekle, kitaplar indirmekle kulları imtihan etmiş ve onlara kendi ahit ve hidâyetine tabi olmalarını emretmiştir. Ancak O’nun emrine insanlar içinde Yüce Allah’ın ezelden beri mutlu olacaklarını takdir buyurduğu az bir kısmı uymuştur. İnsanların çoğunluğu ise hidâyetten yüz çevirmişler ve peygamberlerin getirdiklerine karşı büyüklük taslamışlardır. Yüce Allah da onları göndermiş olduğu çeşitli cezalarla cezalandırmıştır.
{ثُمَّ بَعَثْنَا مِنْ بَعْدِهِمْ مُوسَى بِآيَاتِنَا إِلَى فِرْعَوْنَ وَمَلَئِهِ فَظَلَمُوا بِهَا فَانْظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُفْسِدِينَ (103) وَقَالَ مُوسَى يَافِرْعَوْنُ إِنِّي رَسُولٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَمِينَ (104) حَقِيقٌ عَلَى أَنْ لَا أَقُولَ عَلَى اللَّهِ إِلَّا الْحَقَّ قَدْ جِئْتُكُمْ بِبَيِّنَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ فَأَرْسِلْ مَعِيَ بَنِي إِسْرَائِيلَ (105) قَالَ إِنْ كُنْتَ جِئْتَ بِآيَةٍ فَأْتِ بِهَا إِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِقِينَ (106) فَأَلْقَى عَصَاهُ فَإِذَا هِيَ ثُعْبَانٌ مُبِينٌ (107) وَنَزَعَ يَدَهُ فَإِذَا هِيَ بَيْضَاءُ لِلنَّاظِرِينَ (108) قَالَ الْمَلَأُ مِنْ قَوْمِ فِرْعَوْنَ إِنَّ هَذَا لَسَاحِرٌ عَلِيمٌ (109) يُرِيدُ أَنْ يُخْرِجَكُمْ مِنْ أَرْضِكُمْ فَمَاذَا تَأْمُرُونَ (110) قَالُوا أَرْجِهْ وَأَخَاهُ وَأَرْسِلْ فِي الْمَدَائِنِ حَاشِرِينَ (111) يَأْتُوكَ بِكُلِّ سَاحِرٍ عَلِيمٍ (112) وَجَاءَ السَّحَرَةُ فِرْعَوْنَ قَالُوا إِنَّ لَنَا لَأَجْرًا إِنْ كُنَّا نَحْنُ الْغَالِبِينَ (113) قَالَ نَعَمْ وَإِنَّكُمْ لَمِنَ الْمُقَرَّبِينَ (114) قَالُوا يَامُوسَى إِمَّا أَنْ تُلْقِيَ وَإِمَّا أَنْ نَكُونَ نَحْنُ الْمُلْقِينَ (115) قَالَ أَلْقُوا فَلَمَّا أَلْقَوْا سَحَرُوا أَعْيُنَ النَّاسِ وَاسْتَرْهَبُوهُمْ وَجَاءُوا بِسِحْرٍ عَظِيمٍ (116) وَأَوْحَيْنَا إِلَى مُوسَى أَنْ أَلْقِ عَصَاكَ فَإِذَا هِيَ تَلْقَفُ مَا يَأْفِكُونَ (117) فَوَقَعَ الْحَقُّ وَبَطَلَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ (118) فَغُلِبُوا هُنَالِكَ وَانْقَلَبُوا صَاغِرِينَ (119) وَأُلْقِيَ السَّحَرَةُ سَاجِدِينَ (120) قَالُوا آمَنَّا بِرَبِّ الْعَالَمِينَ (121) رَبِّ مُوسَى وَهَارُونَ (122) قَالَ فِرْعَوْنُ آمَنْتُمْ بِهِ قَبْلَ أَنْ آذَنَ لَكُمْ إِنَّ هَذَا لَمَكْرٌ مَكَرْتُمُوهُ فِي الْمَدِينَةِ لِتُخْرِجُوا مِنْهَا أَهْلَهَا فَسَوْفَ تَعْلَمُونَ (123) لَأُقَطِّعَنَّ أَيْدِيَكُمْ وَأَرْجُلَكُمْ مِنْ خِلَافٍ ثُمَّ لَأُصَلِّبَنَّكُمْ أَجْمَعِينَ (124) قَالُوا إِنَّا إِلَى رَبِّنَا مُنْقَلِبُونَ (125) وَمَا تَنْقِمُ مِنَّا إِلَّا أَنْ آمَنَّا بِآيَاتِ رَبِّنَا لَمَّا جَاءَتْنَا رَبَّنَا أَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَتَوَفَّنَا مُسْلِمِينَ (126) وَقَالَ الْمَلَأُ مِنْ قَوْمِ فِرْعَوْنَ أَتَذَرُ مُوسَى وَقَوْمَهُ لِيُفْسِدُوا فِي الْأَرْضِ وَيَذَرَكَ وَآلِهَتَكَ قَالَ سَنُقَتِّلُ أَبْنَاءَهُمْ وَنَسْتَحْيِي نِسَاءَهُمْ وَإِنَّا فَوْقَهُمْ قَاهِرُونَ (127) قَالَ مُوسَى لِقَوْمِهِ اسْتَعِينُوا بِاللَّهِ وَاصْبِرُوا إِنَّ الْأَرْضَ لِلَّهِ يُورِثُهَا مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ وَالْعَاقِبَةُ لِلْمُتَّقِينَ (128) قَالُوا أُوذِينَا مِنْ قَبْلِ أَنْ تَأْتِيَنَا وَمِنْ بَعْدِ مَا جِئْتَنَا قَالَ عَسَى رَبُّكُمْ أَنْ يُهْلِكَ عَدُوَّكُمْ وَيَسْتَخْلِفَكُمْ فِي الْأَرْضِ فَيَنْظُرَ كَيْفَ تَعْمَلُونَ (129) وَلَقَدْ أَخَذْنَا آلَ فِرْعَوْنَ بِالسِّنِينَ وَنَقْصٍ مِنَ الثَّمَرَاتِ لَعَلَّهُمْ يَذَّكَّرُونَ (130) فَإِذَا جَاءَتْهُمُ الْحَسَنَةُ قَالُوا لَنَا هَذِهِ وَإِنْ تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ يَطَّيَّرُوا بِمُوسَى وَمَنْ مَعَهُ أَلَا إِنَّمَا طَائِرُهُمْ عِنْدَ اللَّهِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ (131) وَقَالُوا مَهْمَا تَأْتِنَا بِهِ مِنْ آيَةٍ لِتَسْحَرَنَا بِهَا فَمَا نَحْنُ لَكَ بِمُؤْمِنِينَ (132) فَأَرْسَلْنَا عَلَيْهِمُ الطُّوفَانَ وَالْجَرَادَ وَالْقُمَّلَ وَالضَّفَادِعَ وَالدَّمَ آيَاتٍ مُفَصَّلَاتٍ فَاسْتَكْبَرُوا وَكَانُوا قَوْمًا مُجْرِمِينَ (133) وَلَمَّا وَقَعَ عَلَيْهِمُ الرِّجْزُ قَالُوا يَامُوسَى ادْعُ لَنَا رَبَّكَ بِمَا عَهِدَ عِنْدَكَ لَئِنْ كَشَفْتَ عَنَّا الرِّجْزَ لَنُؤْمِنَنَّ لَكَ وَلَنُرْسِلَنَّ مَعَكَ بَنِي إِسْرَائِيلَ (134) فَلَمَّا كَشَفْنَا عَنْهُمُ الرِّجْزَ إِلَى أَجَلٍ هُمْ بَالِغُوهُ إِذَا هُمْ يَنْكُثُونَ (135) فَانْتَقَمْنَا مِنْهُمْ فَأَغْرَقْنَاهُمْ فِي الْيَمِّ بِأَنَّهُمْ كَذَّبُوا بِآيَاتِنَا وَكَانُوا عَنْهَا غَافِلِينَ (136) وَأَوْرَثْنَا الْقَوْمَ الَّذِينَ كَانُوا يُسْتَضْعَفُونَ مَشَارِقَ الْأَرْضِ وَمَغَارِبَهَا الَّتِي بَارَكْنَا فِيهَا وَتَمَّتْ كَلِمَتُ رَبِّكَ الْحُسْنَى عَلَى بَنِي إِسْرَائِيلَ بِمَا صَبَرُوا وَدَمَّرْنَا مَا كَانَ يَصْنَعُ فِرْعَوْنُ وَقَوْمُهُ وَمَا كَانُوا يَعْرِشُونَ (137) وَجَاوَزْنَا بِبَنِي إِسْرَائِيلَ الْبَحْرَ فَأَتَوْا عَلَى قَوْمٍ يَعْكُفُونَ عَلَى أَصْنَامٍ لَهُمْ قَالُوا يَامُوسَى اجْعَلْ لَنَا إِلَهًا كَمَا لَهُمْ آلِهَةٌ قَالَ إِنَّكُمْ قَوْمٌ تَجْهَلُونَ (138) إِنَّ هَؤُلَاءِ مُتَبَّرٌ مَا هُمْ فِيهِ وَبَاطِلٌ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ (139) قَالَ أَغَيْرَ اللَّهِ أَبْغِيكُمْ إِلَهًا وَهُوَ فَضَّلَكُمْ عَلَى الْعَالَمِينَ (140) وَإِذْ أَنْجَيْنَاكُمْ مِنْ آلِ فِرْعَوْنَ يَسُومُونَكُمْ سُوءَ الْعَذَابِ يُقَتِّلُونَ أَبْنَاءَكُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَاءَكُمْ وَفِي ذَلِكُمْ بَلَاءٌ مِنْ رَبِّكُمْ عَظِيمٌ (141) وَوَاعَدْنَا مُوسَى ثَلَاثِينَ لَيْلَةً وَأَتْمَمْنَاهَا بِعَشْرٍ فَتَمَّ مِيقَاتُ رَبِّهِ أَرْبَعِينَ لَيْلَةً وَقَالَ مُوسَى لِأَخِيهِ هَارُونَ اخْلُفْنِي فِي قَوْمِي وَأَصْلِحْ وَلَا تَتَّبِعْ سَبِيلَ الْمُفْسِدِينَ (142) وَلَمَّا جَاءَ مُوسَى لِمِيقَاتِنَا وَكَلَّمَهُ رَبُّهُ قَالَ رَبِّ أَرِنِي أَنْظُرْ إِلَيْكَ قَالَ لَنْ تَرَانِي وَلَكِنِ انْظُرْ إِلَى الْجَبَلِ فَإِنِ اسْتَقَرَّ مَكَانَهُ فَسَوْفَ تَرَانِي فَلَمَّا تَجَلَّى رَبُّهُ لِلْجَبَلِ جَعَلَهُ دَكًّا وَخَرَّ مُوسَى صَعِقًا فَلَمَّا أَفَاقَ قَالَ سُبْحَانَكَ تُبْتُ إِلَيْكَ وَأَنَا أَوَّلُ الْمُؤْمِنِينَ (143) قَالَ يَامُوسَى إِنِّي اصْطَفَيْتُكَ عَلَى النَّاس بِرِسَالَاتِي وَبِكَلَامِي فَخُذْ مَا آتَيْتُكَ وَكُنْ مِنَ الشَّاكِرِينَ (144) وَكَتَبْنَا لَهُ فِي الْأَلْوَاحِ مِنْ كُلِّ شَيْءٍ مَوْعِظَةً وَتَفْصِيلًا لِكُلِّ شَيْءٍ فَخُذْهَا بِقُوَّةٍ وَأْمُرْ قَوْمَكَ يَأْخُذُوا بِأَحْسَنِهَا سَأُرِيكُمْ دَارَ الْفَاسِقِينَ (145) سَأَصْرِفُ عَنْ آيَاتِيَ الَّذِينَ يَتَكَبَّرُونَ فِي الْأَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَإِنْ يَرَوْا كُلَّ آيَةٍ لَا يُؤْمِنُوا بِهَا وَإِنْ يَرَوْا سَبِيلَ الرُّشْدِ لَا يَتَّخِذُوهُ سَبِيلًا وَإِنْ يَرَوْا سَبِيلَ الْغَيِّ يَتَّخِذُوهُ سَبِيلًا ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ كَذَّبُوا بِآيَاتِنَا وَكَانُوا عَنْهَا غَافِلِينَ (146) وَالَّذِينَ كَذَّبُوا بِآيَاتِنَا وَلِقَاءِ الْآخِرَةِ حَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ هَلْ يُجْزَوْنَ إِلَّا مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ (147) وَاتَّخَذَ قَوْمُ مُوسَى مِنْ بَعْدِهِ مِنْ حُلِيِّهِمْ عِجْلًا جَسَدًا لَهُ خُوَارٌ أَلَمْ يَرَوْا أَنَّهُ لَا يُكَلِّمُهُمْ وَلَا يَهْدِيهِمْ سَبِيلًا اتَّخَذُوهُ وَكَانُوا ظَالِمِينَ (148) وَلَمَّا سُقِطَ فِي أَيْدِيهِمْ وَرَأَوْا أَنَّهُمْ قَدْ ضَلُّوا قَالُوا لَئِنْ لَمْ يَرْحَمْنَا رَبُّنَا وَيَغْفِرْ لَنَا لَنَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ (149) وَلَمَّا رَجَعَ مُوسَى إِلَى قَوْمِهِ غَضْبَانَ أَسِفًا قَالَ بِئْسَمَا خَلَفْتُمُونِي مِنْ بَعْدِي أَعَجِلْتُمْ أَمْرَ رَبِّكُمْ وَأَلْقَى الْأَلْوَاحَ وَأَخَذَ بِرَأْسِ أَخِيهِ يَجُرُّهُ إِلَيْهِ قَالَ ابْنَ أُمَّ إِنَّ الْقَوْمَ اسْتَضْعَفُونِي وَكَادُوا يَقْتُلُونَنِي فَلَا تُشْمِتْ بِيَ الْأَعْدَاءَ وَلَا تَجْعَلْنِي مَعَ الْقَوْمِ الظَّالِمِينَ (150) قَالَ رَبِّ اغْفِرْ لِي وَلِأَخِي وَأَدْخِلْنَا فِي رَحْمَتِكَ وَأَنْتَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ (151) إِنَّ الَّذِينَ اتَّخَذُوا الْعِجْلَ سَيَنَالُهُمْ غَضَبٌ مِنْ رَبِّهِمْ وَذِلَّةٌ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَكَذَلِكَ نَجْزِي الْمُفْتَرِينَ (152) وَالَّذِينَ عَمِلُوا السَّيِّئَاتِ ثُمَّ تَابُوا مِنْ بَعْدِهَا وَآمَنُوا إِنَّ رَبَّكَ مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَحِيمٌ (153) وَلَمَّا سَكَتَ عَنْ مُوسَى الْغَضَبُ أَخَذَ الْأَلْوَاحَ وَفِي نُسْخَتِهَا هُدًى وَرَحْمَةٌ لِلَّذِينَ هُمْ لِرَبِّهِمْ يَرْهَبُونَ (154) وَاخْتَارَ مُوسَى قَوْمَهُ سَبْعِينَ رَجُلًا لِمِيقَاتِنَا فَلَمَّا أَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ قَالَ رَبِّ لَوْ شِئْتَ أَهْلَكْتَهُمْ مِنْ قَبْلُ وَإِيَّايَ أَتُهْلِكُنَا بِمَا فَعَلَ السُّفَهَاءُ مِنَّا إِنْ هِيَ إِلَّا فِتْنَتُكَ تُضِلُّ بِهَا مَنْ تَشَاءُ وَتَهْدِي مَنْ تَشَاءُ أَنْتَ وَلِيُّنَا فَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا وَأَنْتَ خَيْرُ الْغَافِرِينَ (155) وَاكْتُبْ لَنَا فِي هَذِهِ الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي الْآخِرَةِ إِنَّا هُدْنَا إِلَيْكَ قَالَ عَذَابِي أُصِيبُ بِهِ مَنْ أَشَاءُ وَرَحْمَتِي وَسِعَتْ كُلَّ شَيْءٍ فَسَأَكْتُبُهَا لِلَّذِينَ يَتَّقُونَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَالَّذِينَ هُمْ بِآيَاتِنَا يُؤْمِنُونَ (156) الَّذِينَ يَتَّبِعُونَ الرَّسُولَ النَّبِيَّ الْأُمِّيَّ الَّذِي يَجِدُونَهُ مَكْتُوبًا عِنْدَهُمْ فِي التَّوْرَاةِ وَالْإِنْجِيلِ يَأْمُرُهُمْ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَاهُمْ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُحِلُّ لَهُمُ الطَّيِّبَاتِ وَيُحَرِّمُ عَلَيْهِمُ الْخَبَائِثَ وَيَضَعُ عَنْهُمْ إِصْرَهُمْ وَالْأَغْلَالَ الَّتِي كَانَتْ عَلَيْهِمْ فَالَّذِينَ آمَنُوا بِهِ وَعَزَّرُوهُ وَنَصَرُوهُ وَاتَّبَعُوا النُّورَ الَّذِي أُنْزِلَ مَعَهُ أُولَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ (157) قُلْ يَاأَيُّهَا النَّاسُ إِنِّي رَسُولُ اللَّهِ إِلَيْكُمْ جَمِيعًا الَّذِي لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ يُحْيِي وَيُمِيتُ فَآمِنُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ النَّبِيِّ الْأُمِّيِّ الَّذِي يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَكَلِمَاتِهِ وَاتَّبِعُوهُ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ (158) وَمِنْ قَوْمِ مُوسَى أُمَّةٌ يَهْدُونَ بِالْحَقِّ وَبِهِ يَعْدِلُونَ (159) وَقَطَّعْنَاهُمُ اثْنَتَيْ عَشْرَةَ أَسْبَاطًا أُمَمًا وَأَوْحَيْنَا إِلَى مُوسَى إِذِ اسْتَسْقَاهُ قَوْمُهُ أَنِ اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَ فَانْبَجَسَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْنًا قَدْ عَلِمَ كُلُّ أُنَاسٍ مَشْرَبَهُمْ وَظَلَّلْنَا عَلَيْهِمُ الْغَمَامَ وَأَنْزَلْنَا عَلَيْهِمُ الْمَنَّ وَالسَّلْوَى كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ وَمَا ظَلَمُونَا وَلَكِنْ كَانُوا أَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ (160) وَإِذْ قِيلَ لَهُمُ اسْكُنُوا هَذِهِ الْقَرْيَةَ وَكُلُوا مِنْهَا حَيْثُ شِئْتُمْ وَقُولُوا حِطَّةٌ وَادْخُلُوا الْبَابَ سُجَّدًا نَغْفِرْ لَكُمْ خَطِيئَاتِكُمْ سَنَزِيدُ الْمُحْسِنِينَ (161) فَبَدَّلَ الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ قَوْلًا غَيْرَ الَّذِي قِيلَ لَهُمْ فَأَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِجْزًا مِنَ السَّمَاءِ بِمَا كَانُوا يَظْلِمُونَ (162) وَاسْأَلْهُمْ عَنِ الْقَرْيَةِ الَّتِي كَانَتْ حَاضِرَةَ الْبَحْرِ إِذْ يَعْدُونَ فِي السَّبْتِ إِذْ تَأْتِيهِمْ حِيتَانُهُمْ يَوْمَ سَبْتِهِمْ شُرَّعًا وَيَوْمَ لَا يَسْبِتُونَ لَا تَأْتِيهِمْ كَذَلِكَ نَبْلُوهُمْ بِمَا كَانُوا يَفْسُقُونَ (163) وَإِذْ قَالَتْ أُمَّةٌ مِنْهُمْ لِمَ تَعِظُونَ قَوْمًا اللَّهُ مُهْلِكُهُمْ أَوْ مُعَذِّبُهُمْ عَذَابًا شَدِيدًا قَالُوا مَعْذِرَةً إِلَى رَبِّكُمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ (164) فَلَمَّا نَسُوا مَا ذُكِّرُوا بِهِ أَنْجَيْنَا الَّذِينَ يَنْهَوْنَ عَنِ السُّوءِ وَأَخَذْنَا الَّذِينَ ظَلَمُوا بِعَذَابٍ بَئِيسٍ بِمَا كَانُوا يَفْسُقُونَ (165) فَلَمَّا عَتَوْا عَنْ مَا نُهُوا عَنْهُ قُلْنَا لَهُمْ كُونُوا قِرَدَةً خَاسِئِينَ (166) وَإِذْ تَأَذَّنَ رَبُّكَ لَيَبْعَثَنَّ عَلَيْهِمْ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ مَنْ يَسُومُهُمْ سُوءَ الْعَذَابِ إِنَّ رَبَّكَ لَسَرِيعُ الْعِقَابِ وَإِنَّهُ لَغَفُورٌ رَحِيمٌ (167) وَقَطَّعْنَاهُمْ فِي الْأَرْضِ أُمَمًا مِنْهُمُ الصَّالِحُونَ وَمِنْهُمْ دُونَ ذَلِكَ وَبَلَوْنَاهُمْ بِالْحَسَنَاتِ وَالسَّيِّئَاتِ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ (168) فَخَلَفَ مِنْ بَعْدِهِمْ خَلْفٌ وَرِثُوا الْكِتَابَ يَأْخُذُونَ عَرَضَ هَذَا الْأَدْنَى وَيَقُولُونَ سَيُغْفَرُ لَنَا وَإِنْ يَأْتِهِمْ عَرَضٌ مِثْلُهُ يَأْخُذُوهُ أَلَمْ يُؤْخَذْ عَلَيْهِمْ مِيثَاقُ الْكِتَابِ أَنْ لَا يَقُولُوا عَلَى اللَّهِ إِلَّا الْحَقَّ وَدَرَسُوا مَا فِيهِ وَالدَّارُ الْآخِرَةُ خَيْرٌ لِلَّذِينَ يَتَّقُونَ أَفَلَا تَعْقِلُونَ (169) وَالَّذِينَ يُمَسِّكُونَ بِالْكِتَابِ وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ إِنَّا لَا نُضِيعُ أَجْرَ الْمُصْلِحِينَ (170) وَإِذْ نَتَقْنَا الْجَبَلَ فَوْقَهُمْ كَأَنَّهُ ظُلَّةٌ وَظَنُّوا أَنَّهُ وَاقِعٌ بِهِمْ خُذُوا مَا آتَيْنَاكُمْ بِقُوَّةٍ وَاذْكُرُوا مَا فِيهِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ (171)}.
103- Sonra onların ardından Musa’yı mucizelerimizle Firavun’a ve onun ileri gelenlerine gönderdik. Onlarsa bu mucizelere karşı zalimlik ettiler. Fesatçıların sonu nice oldu bir bak!
104-
Mûsâ dedi ki: “Ey Firavun, ben şüphesiz ki âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim.”
105-
“Allah hakkında haktan başkasını söylememem üzerime bir borçtur. Gerçekten size Rabbinizden apaçık bir delil ile geldim. Artık İsrailoğullarını benimle beraber gönder.”
106-
Dedi ki: “Eğer bir mucize getirdiysen ve de doğru söyleyenlerden isen haydi onu göster!”
107- Bunun üzerine Musa asasını attı da o, birden apaçık bir yılan oluverdi.
108- Elini çıkardı, bir de ne görsünler! O, bakanların önünde bembeyaz parlıyordu.
109-
Firavun’un kavminden ileri gelenler: “Gerçekten de bu, gâyet bilgin bir sihirbazdır” dediler.
110-
“Sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor.” (Firavun:) “O halde ne buyurursunuz?”
111-
Dediler ki: “Onu ve kardeşini alıkoy, şehirlere de toplayıcılar gönder de;
112- “Sana ne kadar bilgin sihirbaz varsa hepsini getirsinler.”
113-
Sihirbazlar Firavun’a gelip dediler ki: “Eğer galip gelen biz olursak her halde bize bir mükâfaat var, değil mi?”
114-
O da: “Evet, hem siz elbette çok yakınlarımdan da olacaksınız” dedi.
115-
“Ey Mûsâ, sen mi ilk atacaksın, yoksa ilk atan biz mi olalım?” dediler.
116-
“(Önce) siz atın” dedi. Onlar atınca insanların gözlerini büyülediler, onlara korku saldılar ve böylece büyük bir sihir ortaya koydular.
117-
Biz de Mûsâ’ya: “Asanı at!” diye vahyettik. Bir de ne görsünler, onların uydurup düzdüklerini bir bir yakalayıp yutuyor!
118- Böylece hak ortaya çıktı ve onların yapmakta oldukları şeyler de boşa gitti.
119- Oracıkta yenildiler ve küçük düştüler.
120- Sihirbazlar da secdeye kapandılar.
121- Dediler ki: “Âlemlerin Rabbine iman ettik.”
122-
“Mûsâ ve Harun’un Rabbine.”
123-
Firavun: “Ben size izin vermeden önce mi ona iman ettiniz? Bu, şüphe yok ki ahalisini oradan çıkarmanız için şehirde kurduğunuz (gizli) bir tuzaktır. Yakında bileceksiniz” dedi.
124-
“Andolsun ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim. Sonra da hepinizi birden asacağım.”
125-
Dediler ki: “Biz elbette Rabbimize döneceğiz.”
126-
“Sen bizden sırf Rabbimizin âyetleri bize geldiğinde onlara iman ettik diye intikam alıyorsun. Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır ve canımızı müslüman olarak al!”
127-
Firavun’un kavminden ileri gelenler şöyle dedi: “Mûsâ ve kavmini yeryüzünde fesat çıkarsınlar ve Musa da hem seni hem de ilahlarını terk etsin diye mi (serbest) bırakacaksın?” O da:
“Oğullarını öldüreceğiz ve kadınlarını diri bırakacağız. Şüphesiz biz onların üzerinde ezici bir güce sahibiz” dedi.
128-
Mûsâ kavmine: “Allah’tan yardım dileyin ve sabredin. Şüphesiz ki yeryüzü Allah’ındır. Orayı kullarından dilediğine miras kılar. Güzel akıbet takvâ sahiplerinindir” dedi.
129-
Dediler ki: “Sen bize gelmeden önce de eziyet görüyorduk sen bize geldikten sonra da…” Dedi ki:
“Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı helak eder ve sizi yeryüzünde halifeler kılar da sizin nasıl amel edeceğinize bakar.”
130- Andolsun ki biz Firavun hanedanını belki düşünüp öğüt alırlar diye kuraklık ve ürün kıtlığı ile cezalandırdık.
131-
Onlara bir iyilik geldiğinde: “Bu zaten bizim hakkımız” dediler. Eğer başlarına bir fenalık gelirse bunu Mûsâ ve beraberindekilerin uğursuzluğu olarak kabul ederlerdi. İyi bilin ki onların bu uğursuzluğu, ancak Allah katındandır, fakat onların çoğu bilmezler.
132-
Dediler ki: “Bizi kendisiyle büyülemek için her ne mucize getirirsen getir, sana iman edecek değiliz.”
133- Biz de ayrı ayrı mucizeler olmak üzere başlarına tufan, çekirge, haşerat, kurbağa ve kan gönderdik. Fakat yine büyüklük tasladılar. Zaten onlar günahkâr bir toplum idiler.
134-
Üzerlerine azap çökünce: “Ey Mûsâ! Sende olan ahdi hürmetine bizim için Rabbine dua et. Şâyet bu azabı bizden kaldırırsan andolsun sana iman edeceğiz ve İsrailoğullarını da mutlaka seninle birlikte göndereceğiz” dediler.
135- Biz kendisine erişecekleri bir süreye kadar üzerlerinden azabı kaldırınca bir de bakmışsın ki sözlerini bozmuşlar bile...
136- Bunun üzerine Biz de âyetlerimizi yalanlamaları ve onları umursamamaları yüzünden kendilerinden intikam aldık ve onları denizde boğduk.
137- Zayıf bırakılmış kavmi de bereketli kıldığımız yerin doğularına da batılarına da mirasçı kıldık. Böylece Rabbinin İsrailoğullarına olan o pek güzel vaadi, sabretmelerinden dolayı tam manasıyla yerine geldi. Firavun ve kavminin yapmakta ve yükseltmekte olduklarını ise darmadağın ettik.
138- İsrailoğullarını denizden geçirdik. Derken kendilerine ait birtakım putlara tapan bir topluluğa rastgeldiler.
“Ey Mûsâ, nasıl onların ilahları varsa sen de bize öyle bir ilah yap!” dediler.
O da: “Siz gerçekten cahillik eden bir topluluksunuz” dedi.
139-
“Şüphesiz ki onların içinde bulundukları (din), yok olmaya mahkumdur ve yapmakta oldukları da batıldır.”
140-
Dedi ki: “Hem O, sizi alemlere üstün kılmışken ben size ilah olarak Allah’tan başkasını mı arayayım?!”
141- Hatırlayın ki sizi Firavun hanedanından kurtarmıştık. Onlar size azabın en kötüsünü tattırıyor; oğullarınızı katlediyor ve kadınlarınızı diri bırakıyorlardı. Bunda sizin için Rabbiniz tarafından büyük bir nimet/imtihan bulunuyor.
142- Mûsâ ile otuz gece üzerinde sözleştik ve buna ayrıca on gece daha ekledik. Böylelikle Rabbinin tayin buyurduğu vakit kırk geceye tamamlandı.
Mûsâ kardeşi Harun’a: “Kavmim içinde benim yerime geç, ıslah yolunu tut ve fesatçıların yoluna uyma!” dedi.
143-
Mûsâ tayin ettiğimiz vakitte gelip de Rabbi onunla konuşunca dedi ki: “Rabbim, bana kendini göster de sana bakayım.” Buyurdu ki:
“Sen Beni göremezsin, fakat şu dağa bak. Eğer o yerinde durabilirse sen de beni görebilirsin.” Rabbi o dağa tecelli edince onu paramparça etti. Mûsâ da baygın düştü.
Ayılınca dedi ki: “Seni tenzih ederim, sana tevbe ettim ve ben iman edenlerin ilkiyim.”
144-
Buyurdu ki: “Ey Mûsâ! Ben seni gönderdiğim vahiylerle ve konuşmamla seçip insanlara üstün kıldım. Şimdi sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol!”
145- Musa için Levhalarda her şeye dair bir öğüt ve her şeyin açıklamasını yazdık.
“Haydi bunları kuvvetle tut. Kavmine de emret, onların en güzel olanını alsınlar! Yakında size fasıkların yurdunu göstereceğim!” (dedik.)
146- Yeryüzünde haksız yere kibirlenenleri âyetlerimden yüz çevirteceğim. Onlar, bütün âyetleri görseler bile yine de onlara iman etmezler. Hidâyet yolunu görseler onu yol edinmezler. Fakat azgınlığın yolunu görseler hemen onu yol edinirler. Bu, âyetlerimizi yalanlamalarından ve onları umursamamalarından dolayıdır.
147- Âyetlerimizi ve âhirete kavuşmayı yalanlayanların amelleri boşa gitmiştir. Onlar yaptıklarından başkası ile mi cezalandırılacaklardı?!
148- Mûsâ’nın kavmi, onun ardından zinet eşyalarından böğüren bir buzağı heykelini
(ilah) edindi. Onun kendileri ile konuşamadığını ve onlara bir yol da gösteremediğini görmediler mi?
(Buna rağmen) onu
(ilah) edindiler ve zalimlerden oldular.
149-
(Buzağıya taptıklarına) pişman olup sapmış olduklarını görünce:
“Andolsun eğer Rabbimiz bize merhamet etmez ve bizi bağışlamazsa şüphesiz hüsrana uğrayanlardan oluruz” dediler.
150- Mûsâ,
kavmine öfkeli ve kederli bir halde dönünce dedi ki: “Siz benden sonra arkamdan ne kötü işler yapmışsınız! Rabbinizin emrinin çabucak gelmesini mi istediniz?!” Levhaları attı ve kardeşinin başından tutup onu kendine doğru çekmeye başladı.
O da dedi ki: “Ey anamın oğlu! Bu kavim, beni hor gördüler ve neredeyse beni öldüreceklerdi. Artık sen de düşmanları bana güldürme ve beni o zalim kavimle bir tutma.”
151-
Dedi ki: “Rabbim, beni de kardeşimi de bağışla ve bizi rahmetine al. Sen, merhamet edenlerin en merhametli olanısın.”
152- Şüphesiz buzağıyı
(ilah) edinenlere Rab’lerinden bir gazap ve dünya hayatında da bir zillet erişecektir. Biz iftira edenleri işte böyle cezalandırırız.
153- Kötülükler işleyip de onların ardından tevbe ve iman edenlere gelince Rabbin, bu
(tevbenin) ardından elbette ki Ğafurdur, Rahimdir.
154- Mûsâ’nın öfkesi dinince Levhaları aldı. Onlarda yazılı olanlarda yalnızca Rablerinden korkanlar için bir hidâyet ve rahmet vardı.
155- Mûsâ tayin ettiğimiz vakit için kavminden yetmiş adam seçti.
Onları o müthiş sarsıntı tutunca dedi ki: “Rabbim, eğer dileseydin onları da beni de daha önce helak ederdin. İçimizdeki birtakım kıt akıllıların işledikleri yüzünden bizi de mi helak edeceksin? Zaten o (düştükleri fitne de) ancak senin bir imtihanındır ki Sen onunla dilediğini saptırır, dilediğini de hidâyete erdirirsin. Sen bizim Mevlamızsın, o halde bizi bağışla ve bize merhamet buyur. Sen bağışlayanların en hayırlısısın.
156- “Bize hem bu dünyada hem de âhirette iyilik yaz. Biz sana döndük!” Allah buyurdu ki:
“Ben kimi dilersem onu azabıma uğratırım, rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Ben, onu sakınanlara, zekâtı verenlere bir de âyetlerimize iman edenlere yazacağım.”
157-
“Onlar ki yanlarında bulunan Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları, ümmi peygamber olan o Rasûle tabi olurlar. O, onlara iyiliği emreder, onları kötülüklerden alıkoyar, onlara temiz ve hoş şeyleri helâl, pis ve murdar şeyleri de haram kılar, üzerlerindeki ağır yükü ve zincirleri indirir. Ona iman edenler, onu destekleyip yüceltenler, ona yardım edenler ve onun beraberinde indirilen nura tâbi olanlar, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”
158-
De ki: “Ey insanlar! Şüphesiz ben, göklerin ve yerin hükümranlığı kendisinin olan, kendisinden başka hiçbir (hak) ilah bulunmayan, dirilten ve öldüren Allah’ın sizin hepinize gönderdiği peygamberiyim. O halde hem Allah’a hem de O’na ve O’nun sözlerine iman eden ve ümmi bir peygamber olan Rasûlü’ne iman edin ve ona uyun ki doğru yolu bulasınız.”
159- Mûsâ’nın kavminden de hakka yönlendiren ve o hak gereğince adaletle hükmeden bir topluluk vardır.
160- Biz onları
(Yakub’un) oğulları
(sayısınca) on iki kabileye ayırdık.
Kavmi ondan su istediği zaman Mûsâ’ya: “Asanla taşa vur” diye vahyettik de ondan on iki pınar fışkırdı. Her bir insan topluluğu kendi su alacakları yeri bilmekteydi. Onları üzerlerinden bulutla gölgelendirdik. Onlara menn ve selvâ indirdik.
“Size verdiğimiz temiz ve hoş rızıktan yiyin” (dedik). Onlar bize zulmetmediler, fakat kendi kendilerine zulmediyorlardı.
161-
Bir zaman onlara şöyle denmişti: “Şu şehire yerleşin, orada dilediğiniz yerden yiyin, ‘Hıtta!’ deyin ve kapısından da secde ederek girin ki günahlarınızı bağışlayalım. Biz ihsan sahiplerine daha da artıracağız.”
162- Fakat içlerinden o zulmedenler kendilerine söyleneni başka bir sözle değiştirdiler. Biz de zulümlerinden dolayı üzerlerine gökten bir azap indirdik.
163- Onlara deniz kıyısındaki o kasabanın durumunu sor! Hani onlar Cumartesi gününde haddi aşıyorlardı. Zira tatil yaptıkları
(Cumartesi) günlerinde balıkları akın akın onlara geliyor, tatil yapmadıkları
(diğer) günlerde ise gelmiyordu. İşte biz itaatten çıktıklarından dolayı kendilerini böylece imtihan ediyorduk.
164-
Hani içlerinden bir topluluk: “Allah’ın kendilerini helak edeceği veya onlara çetin bir azapla azap edeceği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz ki?” demişti.
Onlar da: “Rabbinize karşı bir mazeret olsun ve belki onlar da sakınırlar diye” demişlerdi.
165- Onlar kendilerine verilen öğütleri unutunca Biz, kötülükten alıkoyanları kurtardık ve zulmedenleri de itaatten çıktıklarından dolayı şiddetli bir azapla yakaladık.
166-
Böylece onlar kibirlenip kendilerine yasak kılınanları yapmakta ısrar edince onlara: “Aşağılık maymunlar olun!” dedik.
167- O vakit Rabbin, Kıyamet gününe kadar kendilerine kesinlikle en kötü azabı tattıracak kimseleri onların üzerine göndereceğini bildirdi. Şüphe yok ki Rabbin cezayı çabucak verendir ve şüphesiz O, Ğafurdur, Rahimdir.
168- Onları topluluklar halinde yeryüzünde dağıttık. Onların içinde salihler olduğu gibi bundan aşağıda olanlar da vardır. Belki dönerler diye de onları hem iyiliklerle hem de kötülüklerle imtihan ettik.
169- Onların ardından kötü bir nesil gelip Kitab’a mirasçı oldu. Onlar, bu değersiz
(dünyanın) malını
(helal haram demeden) alıyorlar ve:
“Biz (nasılsa) bağışlanırız” diyorlardı.
(Bu haldeyken) onlara benzeri bir mal gelse onu da alıyorlardı. Allah’a karşı haktan başkasını söylemeyecekerine dair o Kitabın teminatı onlardan alınmamış mıydı? Üstelik onda olanları da okumuşlardı! Halbuki ahiret yurdu sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ akletmeyecek misiniz?
170- Kitab’a sımsıkı sarılanlar ve namazı dosdoğru kılanlar var ya, şüphesiz biz ıslah edenlerin mükâfatını zayi etmeyiz.
171- Hani Biz dağı üstlerine bir gölgelik gibi kaldırmıştık da başlarına düşecek sanmışlardı.
“Size verdiğimizi kuvvetle tutun ve onda olanı düşünün ki sakınasınız” (demiştik).
#
{103} أي: ثم بعثنا من بعد أولئك الرسل موسى الكليم الإمام العظيم والرسول الكريم إلى قوم عتاةٍ جبابرةٍ ـ وهم فرعون وملؤه من أشرافهم وكبرائهم ـ فأراهم من آيات الله العظيمة ما لم يشاهَدْ له نظيرٌ. {فظلموا بها}: بأن لم ينقادوا لحقِّها الذي مَن لم ينقدْ له فهو ظالمٌ، بل استكبروا عنها، {فانظرْ كيفَ كان عاقبةُ المفسدينَ}: كيف أهلَكَهُمُ الله وأتْبَعَهم الذمَّ واللعنة في الدنيا، ويوم القيامة بئس الرِّفْدُ المرفود.
103. Yani biz o peygamberlerden sonra o büyük önder, o şerefli peygamber Mûsâ Kelîmullahı oldukça azgın ve zorba bir kavim olan Firavun kavmi ile onların soyluları ve ileri gelenlerine gönderdik. Yüce Allah onlara benzeri görülmedik türden büyük mucizeler gösterdi.
“Onlarsa bu mucizelere karşı zalimlik ettiler.” Çünkü bu mucizelerin gereği olan Mûsâ’ya itaatten kaçındılar. Bu itaatten kaçınanlar ise zalimdir. İşte onlar, itaat edecek yerde bu mucizelere karşı büyüklük tasladılar.
“Fesatçıların sonu nice oldu bir bak!” Allah’ın onları nasıl helak ettiğine,
laneti ve yerilmeyi dünyada da kıyamet gününde de peşlerine nasıl taktığına bir bak! Onlara verilen bu şeyler ne kötüdür!
Yüce Allah bu buyruğunda öz ve topluca ifade ettiği hususları şu buyrukları ile etraflıca açıklamaktadır:
#
{104} وهذا مجمل فصَّله بقوله: {وقال موسى}: حين جاء إلى فرعون يدعوه إلى الإيمان: {يا فرعونُ إنِّي رسولٌ من ربِّ العالَمين}؛ أي: إني رسولٌ من مُرسِل عظيم، وهو ربُّ العالَمين، الشامل للعالم العلويِّ والسفليِّ، مربِّي جميع خلقِهِ بأنواع التدابير الإلهيَّة، التي من جملتها أنه لا يترُكُهم سدىً، بل يرسل إليهم الرسل مبشِّرين ومنذرين، وهو الذي لا يقدر أحدٌ أن يتجرَّأ عليه ويدَّعي أنه أرسله ولم يرسله.
104. Mûsâ Firavun’a gelip onu imana davet ederek
“Dedi ki: Ey Firavun, şüphesiz ki ben âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim.” Yani ben yüce biri tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Beni gönderen, âlemlerin Rabbidir. O’nun rubûbiyeti ulvi alemi de süfli alemi de kuşatmıştır. O, bütün mahlukatını çeşitli ilâhî tedbirler ile gözetip kollar. Onları başıboş bırakmaması da O’nun rububiyetinin bir gereğidir. Bu yüzden onlara peygamberleri müjdeleyiciler ve uyarıp korkutucular olmak üzere gönderir. Hiç kimse O’na karşı cüretkârlık edip de peygamber olarak gönderilmediği halde peygamber olduğunu iddia edemez.
#
{105} فإذا كان هذا شأنه، وأنا قد اختارني واصطفاني لرسالته؛ فحقيقٌ عليَّ أن لا أكذب عليه ولا أقول عليه إلا الحقَّ؛ فإني لو قلتُ غير ذلك؛ لعاجلني بالعقوبة، وأخذني أخذ عزيز مقتدر؛ فهذا موجبٌ لأن ينقادوا له ويتَبعوه، خصوصاً وقد جاءهم ببيِّنة من الله واضحةٍ على صحَّة ما جاء به من الحقِّ، فوجب عليهم أن يعملوا بمقصود رسالته، ولها مقصودان عظيمان: إيمانُهم به واتِّباعُهم له، وإرسالُ بني إسرائيل الشعب الذي فضَّله الله على العالمين أولاد الأنبياء وسلسلة يعقوب عليه السلام الذي موسى عليه الصلاة والسلام واحدٌ منهم.
105. O yüce Rabbin şanı bu olduğuna, risaleti için de beni seçtiğine göre ben O’nun hakkında yalan hiçbir şey söyleyemem. O’nun hakkında hak olmayan hiçbir sözü
“O bana söylememi emretti” diye iddia edemem. Çünkü ben O’nun hakkında haktan başka söz söyleyecek olursam elbette ki vakit geçmeden beni cezalandırır. Beni aziz ve muktedir olanın yakalayışı ile yakalar.
Bu durum, onların Mûsâ’ya itaat etmelerini ve ona tâbi olmalarını gerektiren bir husustur. Üstelik o, Yüce Allah’tan getirdiklerinin hak olduğuna dair apaçık deliller de getirmişti. O halde onların, Mûsâ’nın gönderiliş maksadına uygun olarak amel etmeleri gerekirdi.
Bu gönderilişin de iki önemli maksadı vardı: Kendisine iman edip ona tâbi olmaları ve İsrailoğulları’nı onunla birlikte göndermeleri idi. O İsrailoğulları ki Allah, onları kendi zamanlarında bütün alemlere üstün kılmıştır. Onlar peygamberlerin torunlarıdır ve Yakub’un soyundan gelen kimselerdir ki Mûsâ aleyhisselam da onlardan biridir.
#
{106} فقال له فرعون: {إن كنتَ جئتَ بآيةٍ فأت بها إن كنتَ من الصادقين}.
106. Firavun,
Musa’ya: “dedi ki: “Eğer bir mucize getirdiysen ve de doğru söyleyenlerden isen haydi onu göster!”
#
{107} {فألقى} موسى {عصاه}: في الأرض، {فإذا هي ثعبانٌ مبينٌ}؛ أي: حية ظاهرةٌ تسعى وهم يشاهدونها.
107. Firavun’un bu sözleri söylemesi üzerine Mûsâ da
“asasını” yere “attı da o” asa
“birden apaçık” besbelli ve gözlerinin önünde hareket eden
“bir yılan oluverdi.”
#
{108} {ونزع يده}: من جيبه، {فإذا هي بيضاء للناظرين}: من غير سوءٍ؛ فهاتان آيتان كبيرتان دالَّتان على صحة ما جاء به موسى وصدقِهِ، وأنَّه رسولُ ربِّ العالمين.
108.
“Elini” koynundan “çıkardı, bir de ne görsünler! O,” herhangi bir hastalıktan dolayı olmaksızın
“bakanların önünde bembeyaz parlıyordu.”
İşte bunlar, Mûsâ’nın getirdiklerinin gerçekliğine, onun doğru söylediğine ve âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğuna delalet eden apaçık iki büyük mucize idi. Fakat iman etmeyen kimselere ne kadar mucize gelirse gelsin can yakıcı azabı görmedikçe iman etmezler.
İşte bundan dolayı şöyle dediler:
#
{109} ولكن الذين لا يؤمنون لو جاءتهم كلُّ آيةٍ لا يؤمنون حتى يروا العذاب الأليم؛ فلهذا {قال الملأ من قوم فرعون} حين بهرهم ما رأوا من الآيات ولم يؤمنوا وطلبوا لها التأويلات الفاسدة: {إنَّ هذا لساحرٌ عليمٌ}؛ أي: ماهرٌ في سحره.
109. Firavun ve beraberindekiler, gördükleri mucizeler ile gözleri kamaştığı halde iman etmediler. Bu yüzden de
“Firavun’un kavminden ileri gelenler” tutarsız açıklama ve yorumlara giderek
“Gerçekten de bu, gâyet bilgin bir sihirbazdır” yani ustaca sihir yapan birisidir “dediler.”
#
{110} ثم خوَّفوا ضعفاءَ الأحلام وسفهاء العقول بأنه {يريدُ} موسى بفعلِهِ هذا {أن يخرِجَكم من أرضكم}؛ أي: يريد أن يجليكم من أوطانكم، {فماذا تأمرونَ}؟ أي: إنهم تشاوروا فيما بينهم ما يفعلون بموسى، وما يندفع به ضررهم بزعمهم عنهم؛ فإنَّ ما جاء به إن لم يقابَلْ بما يبطِلُه ويدحضه، وإلا؛ دخل في عقول أكثر الناس.
110.
Ardından da kıt akıllı kimseleri korkutmak amacıyla Mûsâ için: O, bu yaptıkları ile
“sizi yurdunuzdan çıkarmak istiyor” dediler. Yani o sizleri yurtlarınızdan sürmek maksadı ile bunları yapıyor.
“O halde ne buyurursunuz?” Yani Mûsâ’ya yapacakları uygulama hususunda ve güya onun kendilerine vereceği zararı ne şekilde önleyecekleri hakkında kendi aralarında istişare ettiler. Çünkü onun getirdiklerini çürütüp iptal edecek bir karşılık verilmeyecek olursa o, insanların çoğunun aklını etkiler.
İşte o vakit aralarında görüş birliğine vardılar ve nihâyet Firavun’a şöyle dediler:
#
{111 ـ 112} فحينئذ انعقد رأيهم إلى أن قالوا لفرعون: {أرْجِهِ وأخاه}؛ أي: احبسهما وأمهلهما، وابعثْ في المدائن أناساً يحشُرون أهل المملكة ويأتون بكل سَحَّارٍ عليم؛ أي: يجيئون بالسحرة المهرة؛ ليقابلوا ما جاء به موسى، فقالوا: يا موسى {اجعلْ بيننا وبينَكَ موعداً لا نُخْلِفُهُ نحن ولا أنت مكاناً سُوىً. قال موعِدْكم يومُ الزينةِ وأن يُحْشَرَ الناس ضحىً. فتولَّى فرعونُ فجمَعَ كيدَه ثم أتى}.
111.
“Onu ve kardeşini alıkoy”; her ikisini de alıkoy ve onlara bir süre ver, dediler. Şehirlere de ülke ahalisini toplayacak ve ne kadar bilgin sihirbaz varsa getirecek kimseler gönder. Yani bunlar oldukça bilgin ve becerikli sihirbazları getirsinler ki Mûsâ’nın yaptığı sihre karşı koyabilsinler.
Bu maksatla Mûsâ’ya şöyle demişlerdi: Ey Mûsâ
“Bizimle senin aranda bir buluşma yeri ve vakti belirle ki sen de biz de caymayalım. Düz ve geniş bir yer olsun. (Mûsâ) dedi ki: “Sizinle buluşma zamanımız bayram günü(nüz) ve kuşluk vakti insanların toplanma vakti olsun.” (Taha, 20/58-59)
#
{113} وقال هنا: {وجاء السحرةُ فرعونَ}: طالبين منه الجزاء إن غلبوا، فقالوا: {إنَّ لنا لأجراً إن كُنَّا نحنُ الغالبينَ}.
113.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Sihirbazlar Firavun’a” galip geldikleri takdirde ondan mükâfaat istemek üzere
“gelip dediler ki: Eğer galip gelen biz olursak herhalde bize bir mükâfaat var, değil mi?”
#
{114} فقالَ فرعونُ: {نعم}: لكم أجر، {وإنَّكم لمن المقرَّبين}: فوعَدَهم الأجر والتقريب وعلو المنزلة عنده؛ ليجتهدوا ويبذُلوا، وسعهم وطاقتهم في مغالبة موسى.
114.
Firavun da onlara: “Evet” size mükâfaat vardır, “hem siz elbette çok yakınlarımdan da olacaksınız, dedi.” Böylece hem mükâfat vermeyi, hem de kendisinin yakınında, yüksek bir mertebeye çıkarma vaadinde bulundu ki Mûsâ’yı yenik düşürmek için bütün güç ve imkanlarını ortaya koysunlar, tam bir gayretle faaliyet göstersinler.
#
{115} فلما حضروا مع موسى بحضرة الخلق العظيم، {قالوا}: على وجه التألِّي وعدم المبالاة بما جاء به موسى، {يا موسى إما أن تُلْقِيَ}: ما معك، {وإما أن نكونَ نحنُ الملقينَ}.
115.
Oldukça büyük bir kalabalığın huzurunda Mûsâ ile karşı karşıya geldiklerinde Mûsâ’nın getirdiklerine aldırış etmeksizin ve ona meydan okuyarak: “Ey Mûsâ, sen mi” beraberindekini
“ilk atacaksın, yoksa ilk atan biz mi olalım?, dediler.”
#
{116} فقالَ موسى: {ألقوا}: لأجل أن يرى الناسُ ما معهم وما مع موسى، {فلما ألقَوْا}: حبالَهم وعصيَّهم إذا هي من سحرهم كأنها حياتٌ تسعى، فسحروا {أعين الناس واسترهبوهم وجاؤوا بسحرٍ عظيم}: لم يوجدْ له نظيرٌ من السحر.
116. Mûsâ da onlara insanların hem sihirbazların beraberinde ne olduğunu hem de Mûsâ ile birlikte ne bulunduğunu görmelerini sağlamak için
“(önce) siz atın, dedi. Onlar” beraberlerinde bulunan iplerini ve sopalarını
“atınca” bunlar, yaptıkları büyüden dolayı hareket eden yılanlarmış gibi göründüler ve böylelikle “insanların gözlerini büyülediler, onlara korku saldılar ve böylece büyük bir sihir ortaya koydular.” Benzeri görülmedik bir sihir yaptılar.
#
{117} {وأوحَيْنا إلى موسى أن ألقِ عصاك}: فألقاها، {فإذا هي}: حيَّةٌ تسعى فتلقفت جميعَ ما يأفِكونَ؛ أي: يكذِّبون به ويموِّهون.
117.
“Biz de Mûsâ’ya: “Asanı at!” diye vahyettik.” O da asasını attı.
“Bir de ne görsünler!” Asa hareketli bir yılan oluvermiş ve
“onların uydurup düzdüklerini” yalanlarını ve insanların gözlerini kendileri ile boyadıkları sihirleri
“bir bir yakalayıp yutuyor.”
#
{118} {فوقع الحقُّ}؛ أي: تبين، وظهر، واستعلن في ذلك المجمع، {وبَطَلَ ما كانوا يعملون}.
118.
“Böylece hak ortaya çıktı.” Açıkça meydana çıktı ve o toplantıda aleni bir şekilde kendisini göstermiş oldu.
“Onların yapmakta oldukları şeyler de boşa gitti.”
#
{119} {فغُلِبوا هنالك}؛ أي: في ذلك المقام، {وانقلبوا صاغرينَ}؛ أي: حقيرين قد اضمحلَّ باطلُهم وتلاشى سحرهم ولم يحصُل لهم المقصود الذي ظنوا حصوله.
119.
“Oracıkta” o yerde ve konumda “yenildiler ve küçük düştüler.” Batılları darmadağın olmuş, büyüleri yok olup gitmişti. Elde edeceklerini zannettikleri maksatlarını da gerçekleştiremediler.
#
{120 ـ 122} وأعظم من تبيَّن له الحقُّ العظيم أهل الصنف والسحر [الذين] يعرفون من أنواع السحر وجزئياتِهِ ما لا يعرفه غيرُهم، فعرفوا أن هذه آية عظيمة من آيات الله، لا يدان لأحد بها، فألقي {السحرةُ ساجدينَ. قالوا آمنا بربِّ العالمين. ربِّ موسى وهارون}؛ أي: وصدَّقنا بما بُعِثَ به موسى من الآيات البينات.
120-122. Gerçeği en büyük çapta görenler hiç şüphesiz bu işin ehli olan sihirbazlardı. Çünkü onlar sihrin çeşitlerini ve inceliklerini, başkalarının bilmedikleri inceliklerini biliyorlardı. Bu yüzden de Mûsâ’nın yaptığının Allah’tan gelmiş ve hiçbir kimsenin karşı koyamayacağı, boy ölçüşemeyeceği büyük bir delil ve mucize olduğunu anladılar. O yüzden de secdeye kapandılar ve
“Âlemlerin Rabbine iman ettik. Mûsâ ve Harun’un Rabbine.” dediler. Yani biz Mûsâ aleyhisselam ile birlikte gönderilen apaçık mucize ve delilleri tasdik ettik, doğruladık.
#
{123} فقال لهم {فرعونُ} متهدِّداً لهم على الإيمان: {آمنتُم به قبل أن آذنَ لكم}: كان الخبيث حاكماً مستبداً على الأبدان والأقوال، قد تقرَّر عنده وعندهم أن قوله هو المطاع وأمره نافذٌ فيهم ولا خروج لأحدٍ عن قوله وحكمه، وبهذه الحالة تنحطُّ الأمم وتضعف عقولها ونفوذها وتعجز عن المدافعة عن حقوقها، ولهذا قال الله عنه: {فاستخفَّ قومَه فأطاعوه}، وقال هنا: {آمنتُم به قبلَ أن آذنَ لكم}؛ أي: فهذا سوءُ أدبٍ منكم وتجرُّؤ عليَّ، ثم موَّه على قومه وقال: {إنَّ هذا لَمَكرٌ مكرتُموه في المدينة لتُخْرِجوا منها أهلها}؛ أي: إن موسى كبيركم الذي علَّمكم السحر، فتواطأتم أنتم وهو على أن تنغلِبوا له فيظهرَ فتتَّبعونه ثم يتَّبعكم الناس أو جمهورهم، فتُخْرِجوا منها أهلها، وهذا كذب يعلم هو ومن سبر الأحوال أن موسى عليه الصلاة والسلام لم يجتمع بأحدٍ منهم، وأنهم جُمِعوا على نظر فرعون ورسله، وأن ما جاء به موسى آية إلهيَّة، وأن السحرة قد بذلوا مجهودهم في مغالبة موسى حتى عجزوا وتبيَّن لهم الحق فاتبعوه. ثم توعَّدهم فرعون بقوله: فلسوف {تعلمونَ}: ما أحِلُّ بكم من العقوبة.
123.
“Firavun” ise iman etmeleri dolayısı ile onları tehdit ederek: “Ben size izin vermeden önce mi ona iman ettiniz” dedi. Çünkü o aşağılık herif, hem bedenleri hem de söylenen sözleri kontrol eden oldukça baskıcı bir yönetici idi. Kendisinin sözünün itaate değer olduğunu ve aralarında onun sözünün geçerli olduğu hem onun hem de kavminin tarafından kabul görmüştü. O nedenle hiç kimse onun sözünden ve hükmünden dışarı çıkamayacağı kanaatine sahipti. İşte toplumlar bu hale gelince çökerler, akılları ve nüfuzları zayıflar. Kendi haklarını savunmaktan acze düşerler.
Bu yüzden Yüce Allah onun hakkında şöyle buyurmaktadır: “Kavmini böylece hafife aldı, onlar da ona itaat ettiler” (ez-Zuhruf, 43/54) İşte burada da onun onlara:
“Ben size izin vermeden önce mi ona iman ettiniz?” dediği bize nakledilmektedir. Yani bu, sizin bana karşı yaptığınız bir saygısızlık, bir cüretkârlıktır.
Ardından da kavmine karşı gerçeği ters yüz etmek maksadı ile şöyle demiştir: “Bu, şüphe yok ki ahalisini oradan çıkarmak için şehirde kurduğunuz (gizli) bir tuzaktır.” Yani Mûsâ, size büyüyü öğreten büyüğünüzdür, başınızdır. Siz Mûsâ’yla birlikte ona karşı yenik düşmek ve onun galip gelmesini sağlamak, arkasından da ona tâbi olmak hususunda gizlice anlaşmışsınız. Ardından da bütün insanların yahut onların büyük çoğunluğunun size tâbi olmasını sağlamak ve böylelikle oranın ahalisini yurtlarından çıkarmak için böyle yaptınız.
Halbuki bu, yalandı. Kendisi de olayların içyüzünü araştıranlar da çok iyi bilmekteydiler ki Mûsâ aleyhisselam sihirbazlardan hiçbiri ile bir araya gelmiş değildi. Sihirbazlar da Firavun’un ve onun elçilerinin nezareti altında bir araya gelip toplandılar. Mûsâ’nın ortaya koyduğu şey ilâhi bir mucize idi. Sihirbazlar da Mûsâ’yı yenik düşürmek için bütün güçlerini ortaya koymuşlar, ancak sonunda aciz kalmışlar ve hakkı apaçık görünce de hakka tâbi olmuşlardı.
Daha sonra Firavun onları: “Yakında” size ne türlü cezalar vereceğimi “bileceksiniz” diyerek tehdit etti.
#
{124} {لأقطِّعنَّ أيديَكم وأرجلَكم من خلافٍ}: زعم الخبيثُ أنَّهم مفسدون في الأرض، وسيصنع بهم ما يُصنع بالمفسدين من تقطيع الأيدي والأرجل من خلافٍ؛ أي: اليد اليمنى والرجل اليسرى، {ثم لأصَلِّبَنَّكُم}: في جذوع النخل؛ لتختَزوا بزعمه {أجمعينَ}؛ أي: لا أفعل هذا الفعل بأحدٍ دون أحدٍ، بل كلُّكم سيذوق هذا العذاب.
124.
“Andolsun ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim.” Alçak herif, sihirbazların yeryüzünde fesat çıkartan kimseler olduğunu iddia ederek onları yeryüzünde fesat çıkartanlara uygulanan ceza olan el ve ayakların aprazlama -yani sağ el ile sol ayağın- kesilmesi ile cezalandıracağını söyledi.
“Sonra da hepinizi birden” hurma ağaçlarına
“asacağım.” O kendi iddiasına göre böylece onları rezil etmek istemişti. Ayrıca “Ben bu işi kiminize uygularken kiminize uygulamayacak değilim. Aksine hepiniz bu azabı tadacaksınız”, demişti.
#
{125} فقال السحرة الذين آمنوا لفرعون حين تهدَّدهم: {إنَّا إلى ربِّنا منقلبونَ}؛ أي: فلا نبالي بعقوبتك؛ فالله خيرٌ وأبقى؛ فاقضِ ما أنت قاضٍ.
125.
İman eden sihirbazlar ise kendilerini tehdit etmesi üzerine Firavun’a: “dediler ki: Biz elbette Rabbimize döneceğiz.” Yani senin vereceğin cezaya aldırmıyoruz. Çünkü Allah daha hayırlı ve daha bakidir. Öyleyse istediğin hükmü ver!
#
{126} {وما تَنقِمُ منَّا}؛ أي: وما تعيب منَّا على إنكارك علينا وتوعُّدك لنا؛ فليس لنا ذنبٌ {إلَّا أنْ آمنَّا بآيات ربِّنا لما جاءتْنا} ؛ فإنْ كان هذا ذنباً يُعاب عليه ويستحقُّ صاحبه العقوبة؛ فهو ذنبُنا. ثم دعوا الله أن يثبِّتهم ويصبِّرهم، فقالوا: {ربَّنا أفرغْ}؛ أي: أفض {عليْنا صبراً}؛ أي: عظيماً كما يدلُّ عليه التنكير؛ لأنَّ هذه محنة عظيمة تؤدي إلى ذهاب النفس، فيحتاج فيها من الصبر إلى شيء كثير؛ ليثبت الفؤاد ويطمئن المؤمن على إيمانِهِ ويزول عنه الانزعاج الكثير. {وتوفَّنا مسلمينَ}؛ أي: منقادين لأمرك متَّبعين لرسولك. والظاهر أنه أوقع بهم ما توعَّدهم عليه، وأنَّ الله تعالى ثبَّتهم على الإيمان.
126.
“Sen bizden sırf Rabbimizin âyetleri bize geldiğinde onlara iman ettik diye intikam alıyorsun.” Yani senin bizi ayıplamanın, bizi tehdit etmenin tek bir sebebi var. Bu da bizim suç işlememiz değil. Aksine senin bize bu şekilde davranmanın tek sebebi, Rabbimizin âyetlerine iman edişimizdir. Eğer bu, kişinin ayıplanmasını ve cezalandırmasını gerektiren bir günah ise işte bizim günahımız ancak budur.
Daha sonra kendilerine sabır ve sebat vermesi için Allah’a dua ederek şöyle dediler: “Ey Rabbimiz! Üzerimize” çok büyük bir
“sabır yağdır!” Çünkü onların karşı karşıya kaldıkları imtihan da büyüktü ve bu imtihan, kişiyi ölüme götürüyordu. Bu yüzden kalbin sebat bulması, mü’minin imanı üzere devam etmesi ve çok büyük bir sarsılmanın yaşanmaması için çok büyük bir sabra ihtiyaç vardır.
“Ve canımızı müslüman olarak al!” Senin emrine bağlanan, peygamberine uyan kimseler olarak canımızı al!
Buyruğun zahirinden anlaşıldığına göre Firavun onlara savurduğu bu tehdidini uyguladı, Yüce Allah da iman eden sihirbazlara sebat verdi.
#
{127} هذا وفرعون وملؤه وعامتهم المتبعون للملأ قد استكبروا عن آيات الله وجحدوا بها ظلماً وعلوًّا وقالوا لفرعون مهيجين له على الإيقاع بموسى وزاعمين أن ما جاء باطل وفساد: {أتذرُ موسى وقومَه ليفسِدوا في الأرض}: بالدعوة إلى الله وإلى مكارم الأخلاق ومحاسن الأعمال التي هي الصلاح في الأرض وما هم عليه هو الفساد، ولكنَّ الظالمين لا يبالون بما يقولون، {وَيَذَرَكَ وآلهتَكَ}؛ أي: يدعك أنت وآلهتك، وينهى عنك، ويصد الناس عن اتباعك، فقال فرعونُ مجيباً لهم بأنه سيدع بني إسرائيل مع موسى بحالةٍ لا ينمون فيها ويأمنُ فرعونُ وقومُه بزعمه من ضررهم: {سَنُقَتِّلُ أبناءَهم ونستحيي نساءَهم}؛ أي: نستبقيهنَّ فلا نقتلهنَّ؛ فإذا فعلْنا ذلك؛ أمنَّا مِن كثرتِهِم، وكنَّا مستخدمين لباقيهم ومسخِّرين لهم على ما نشاء من الأعمال، {وإنَّا فوقَهم قاهرونَ}: لا خروج لهم عن حكمنا ولا قدرة. وهذا نهاية الجَبَروت من فرعون والعتوِّ والقسوة.
127. Firavun, onun ileri gelenleri ve onlara uyan avam, Allah’ın âyetlerine karşı büyüklük tasladılar, onları zalimlik ederek ve büyüklenerek bile bile inkâr ettiler. Firavun’u Mûsâ’yı cezalandırmaya teşvik ederek getirdiklerinin batıl ve bozgunculuk olduğu iddiası ile
“Mûsâ ve kavmini yeryüzünde” Allah’ın yoluna, üstün ahlakî değerlere,
yeryüzünde ıslahın ta kendisi olan güzel amellere davetlerini kastederek: “fesat çıkarsınlar... diye mi (serbest) bırakacaksın?” dediler. Oysa Firavun’un ve beraberindekilerin yaptıkları fesadın tâ kendisidir. Ancak zalimler ne söylediklerine aldırmazlar.
“...Musa da hem seni hem de ilahlarını terk etsin diye mi…?” Mûsâ’nın hem seni hem de ilahlarını bırakıp sana yönelmeyi engellemesine, insanların sana uymalarına mani olmasına imkân mı tanıyacaksın?
Firavun da onlara,
İsrailoğullarını Mûsâ ile birlikte çoğalmalarına fırsat vermeyecek bir halde bırakacağını ileri sürüp kendi kanaatine göre bu şekilde hem kendisinin hem de kavminin onların zararlarından yana emin olacağını söylerek şöyle cevap verdi: “Oğullarını öldüreceğiz ve kadınlarını diri bırakacağız.” Yani kadınlarını öldürmeyeceğiz. Biz böyle yapacak olursak çoğalmalarından yana emin oluruz, geri kalanlarını da hizmetimizde kullanırız ve istediğimiz işlerde onları çalıştırırız. Çünkü
“Şüphesiz biz onların üzerinde ezici bir güce sahibiz.” Bizim hükmümüz dışına çıkamazlar, buna güçleri yetmez. Bu ise Firavun’un zorbalığının, azgınlığının ve katılığının en ileri derecede olduğunu ortaya koymaktadır.
#
{128} فقال {موسى لقومه}: موصياً لهم ـ في هذه الحالة التي لا يقدرون معها على شيء ولا مقاومة ـ بالمقاومة الإلهية والاستعانة الربانيَّة: {استعينوا بالله}؛ أي: اعتمدوا عليه في جلب ما ينفعكم ودفع ما يضرُّكم، وثِقوا بالله أنه سيتمُّ أمركم، {واصبروا}؛ أي: الزموا الصبر على ما يحلُّ بكم منتظرين للفرج. {إنَّ الأرض لله}: ليست لفرعون ولا لقومه حتى يتحكَّموا فيها، {يورِثُها مَن يشاءُ من عبادِهِ}؛ أي: يداولها بين الناس على حسب مشيئته وحكمته، ولكن العاقبة للمتَّقين؛ فإنهم وإن امتُحِنوا مدة ابتلاء من الله وحكمة؛ فإنَّ النصر لهم، {والعاقبةُ}: الحميدة لهم على قومهم. وهذه وظيفة العبد؛ أنَّه عند القدرة أن يفعل من الأسباب الدافعة عنه أذى الغير ما يقدر عليه وعند العجز أن يصبر ويستعين الله وينتظر الفرج.
128. Mûsâ,
yüce Rablerinden yardım istemeden hiçbir şey yapamayacakları böyle bir durumda kavmine ilahî yardımı ve desteği istemelerini tavsiye ederek şöyle dedi: “Allah’tan yardım dileyin.” Size fayda sağlayacak şeyleri elde etmek, size zarar verecek şeyleri önlemek hususunda O’na güvenip dayanın. O’nun sizi mükemmel bir konuma getireceğine güvenin
“ve sabredin.” Başınıza gelenlere karşı kurtuluşu bekleyerek sabredin.
“Şüphesiz ki yeryüzü Allah’ındır.” Firavun’un da değildir, kavminin de değildir ki orada istedikleri gibi tahakküm etsinler.
“Onu kullarından dilediğine miras verir.” Yani kendi irade ve hikmetine uygun olarak orayı insanlar arasında elden ele dolaştırır durur. Fakat güzel akıbet takvâ sahiplerinin olacaktır. Şüphesiz ki takvâ sahipleri Allah’ın hükmü ve sınaması gereği bir süre mihnetlerle karşı karşıya kalacak olsalar dahi ilâhi zafer ve yardım onlarındır.
“Güzel akıbet takvâ sahiplerinindir.” Takvâ sahiplerinin kendilerine düşmanlık eden kavimlerine karşı zafer kazanması sureti ile güzel son onların olacaktır.
İşte kulun vazifesi budur. O, gücü yetecek olursa başkalarından kendisine gelebilecek zararları önleyecek sebebleri imkanı oranında yerine getirir, aciz kaldığı takdirde ise sabreder, Allah’tan yardım diler ve kurtuluşu bekler.
#
{129} {قالوا}: لموسى متضجِّرين من طول ما مكثوا في عذاب فرعون وأذيَّته: {أوذينا من قبل أن تأتِيَنا}: فإنهم يسوموننا سوء العذاب يذبِّحون أبناءنا ويستحيون نساءنا، {ومن بعدِ ما جئتنا}: كذلك، فقال لهم موسى مرجياً لهم بالفرج والخلاص من شرِّهم: {عسى ربُّكم أن يُهْلِكَ عدوَّكم ويستخلِفَكم في الأرض}؛ أي: يمكِّنكم فيها ويجعل لكم التدبير فيها، {فينظرَ كيف تعملونَ}: هل تشكُرون أم تكفُرون؟ وهذا وعدٌ أنجزه الله لمَّا جاء الوقت الذي أراده الله.
129. İsrailoğulları, Firavun’un işkence ve eziyeti altında uzun süre kalmaktan yana usanmış bir halde Mûsâ’ya
“dediler ki: Sen bize gelmeden önce de eziyet görüyorduk sen bize geldikten sonra da….” aynı şekilde eziyet görüyoruz. Onlar bize en kötü azabı tattırıyorlar, oğullarımızı öldürüyor ve kız çocuklarımızı diri bırakıyorlar.
Mûsâ da Firavun’un ve kavminin kötülüklerinden kurtuluşun yakın olduğu konusunda onlara umut vererek şöyle dedi: “Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı helak eder ve sizi yeryüzünde halifeler kılar” Size orada iktidar verir ve yönetimi size tevdi eder de
“sizin nasıl amel edeceğinize bakar.” Şükür mü edeceksiniz yoksa nankörlük mü? Bu, ilâhi bir vaat idi ki Yüce Allah, dilediği vakit gelince onu gerçekleştirmiştir.
#
{130} قال الله تعالى في بيان ما عامل به آلَ فرعون في هذه المدة الأخيرة ـ إنها على عادته وسنته في الأمم أن يأخُذَهم {بالبأساء والضرَّاء لعلهم يضَّرَّعون} الآيات ـ: {ولقد أخذنا آل فرعون بالسنين}؛ أي: بالدُّهور والجدب، {ونقص من الثمرات لعلهم يذَّكَّرون}؛ أي: يتَّعظون أنَّ ما حلَّ بهم وأصابهم معاتبة من الله لهم لعلَّهم يرجِعون عن كفرهم، فلم ينجعْ فيهم ولا أفاد، بل استمرُّوا على الظُّلم والفساد.
130. Yüce Allah bu son süreçte Firavun hanedanına ne şekilde davrandığını beyan etmiş ve bunun -O’nun geçmiş ümmetlere uyguladığı kanununda olduğu üzere-
belki boyun eğip Allah’a yakarırlar diye türlü zorluk ve sıkıntılar ile cezalandırılmaları şeklinde olduğunu şöylece ifade etmiştir: “Andolsun ki biz Firavun hanedanını belki düşünüp öğüt alırlar” başlarına gelenlerin, yaptıklarından dolayı Allah’ın kendilerine yönelik bir azar ve uyarısı olduğunu anlayıp belki küfürlerinden vazgeçerler
“diye kuraklık ve ürün kıtlığı ile cezalandırdık.” Ancak bunun onlara bir faydası olmadı. Aksine onlar zulüm ve fesatlarını sürdürüp gittiler.
#
{131} {فإذا جاءتهم الحسنةُ}؛ أي: الخصب وإدرار الرزق، {قالوا لنا هذه}؛ أي: نحن مستحقُّون لها، فلم يشكروا الله عليها، {وإن تصِبْهم سيئةٌ}؛ أي: قحط وجدب، {يطَّيَّروا بموسى ومن معه}؛ أي: يقولوا: إنما جاءنا بسبب مجيء موسى واتباع بني إسرائيل له. قال الله تعالى: {ألا إنَّما طائِرُهم عند الله}؛ أي: بقضائه وقدرته، ليس كما قالوا، بل إن ذنوبهم وكفرهم هو السبب في ذلك، بل أكثرهم لا يعلمونَ؛ أي: فلذلك قالوا ما قالوا.
131.
“Onlara bir iyilik” bol ürün ve geniş rızıklar
“geldiğinde: Bu zaten bizim hakkımız, dediler.” Biz bunu hak etmişizdir, deyip onlar için Allah’a şükretmediler.
“Eğer başlarına bir fenalık” kıtlık ve kuraklık
“gelirse bunu Mûsâ ve beraberindekilerin uğursuzluğu olarak kabul ederlerdi.” Yani: Bu, başımıza Mûsâ’nın bize gelişi ve İsrailoğullarının da ona uymasından dolayı gelmiştir, diyorlardı.
Yüce Allah ise buna: “İyi bilin ki onların bu uğursuzluğu, ancak Allah katındandır” diye cevap vermektedir. Yani bu musibetler, Allah’ın kaza ve kudreti iledir. Yoksa onların dediği gibi değildir. Aksine buna asıl sebep, onların günahları ve küfürleridir.
“Fakat onların çoğu bilmezler.” Bu sözleri de bundan dolayı söylemişlerdir.
#
{132} {وقالوا}: مبيِّنين لموسى أنهم لا يزالون ولا يزولون عن باطلهم: {مهما تأتِنا به من آيةٍ لِتَسْحَرَنا بها فما نحن لك بمؤمنين}؛ أي: قد تقرَّر عندنا أنك ساحرٌ؛ فمهما جئت بآية؛ جزمنا أنها سحرٌ؛ فلا نؤمن لك ولا نصدِّق. وهذا غاية ما يكون من العناد أن يبلغ بالكافرين إلى أن تستوي عندهم الحالات سواء نزلت عليهم الآيات أم لم تنزل.
132. Onlar Mûsâ’ya batıllarını sürdürmeye devam edeceklerini ve ondan ayrılmayacaklarını açıklayarak
“dediler ki: Bizi kendisiyle büyülemek için her ne mucize getirirsen getir, sana iman edecek değiliz.” Yani biz artık senin bir sihirbaz olduğuna kesin kanaat getirmiş bulunuyoruz. O nedenle sen bize hangi mucizeyi getirirsen getir, biz kesinlikle
“O, bir sihirdir” diyeceğiz. Sana iman etmeyeceğiz ve senin doğru söylediğine inanmayacağız. Bu hal, inadın en ileri derecesidir ve o kafirleri öyle bir noktaya getirmiştir ki onlar için üzerlerine âyet ve mucizelerin inmesi ve inmemesi arasında hiçbir fark yoktur.
#
{133} {فأرسلنا عليهم الطوفان}؛ أي: الماء الكثير الذي أغرق أشجارهم وزروعهم وأضرَّهم ضرراً كثيراً، {والجراد}: فأكل ثمارَهم وزروعَهم ونباتهم، {والقُمَّلَ}: قيل: إنه الدُّباء؛ أي: صغار الجراد، والظاهر أنه القمل المعروف، {والضفادع}: فملأت أوعيتهم وأقلقتهم وآذتهم أذيَّة شديدةً، {والدم}: إما أن يكونَ الرعاف، أو كما قال كثير من المفسرين: إنَّ ماءهم الذي يشربون انقلب دماً، فكانوا لا يشربون إلاَّ دماً ولا يطبخون [إلاّ بدم]. {آياتٍ مفصَّلاتٍ}؛ أي: أدلَّة وبيِّنات على أنَّهم كانوا كاذبين ظالمين، وعلى أن ما جاء به موسى حقٌّ وصدقٌ. {فاستكبروا}: لما رأوا الآيات، {وكانوا}: في سابق أمرهم {قوماً مجرمين}: فلذلك عاقبهم الله تعالى بأن أبقاهم على الغيِّ والضلال.
133.
“Biz de onlara ayrı ayrı mucizeler” kendilerinin yalancı ve zalim olduklarına, Mûsâ’nın getirdiklerinin ise hak ve doğru olduğuna dair apaçık delil ve belgeler
“olmak üzere başlarına tufan” yani ağaçlarını ve ekinlerini su altında bırakan, onlara çokça zarar veren sel; mahsullerini, ekinlerini ve bitkilerini yiyen
“çekirge, haşerat” denildiğine göre bunlar küçük bir çekirge türü idi. Buyruğun zahirinden anlaşılan ise bunun, bitki ve mahsulleri yiyip bozan bir haşerat türü olduğudur. Bundan başka kaplarını dolduran, huzurlarını bozan ve onlara ileri derecede rahatsızlık veren
“kurbağalar ve kan gönderdik.” Buradaki kandan kasıt ya burun kanamasıdır yahut da pek çok müfessirin belirttiği üzere içtikleri suyun kana dönüşmesidir. Bu yüzden kandan başka bir şey içmiyor ve yemeklerini onunla pişiriyorlardı.
“Fakat” bunca mucizeleri gördükleri halde “yine büyüklük tasladılar. Zaten onlar” öteden beri
“günahkâr bir toplum idiler.” Bundan dolayı Allah, sapıklıkları ve azgınlıkları üzerinde bırakmak sureti ile onları cezalandırdı.
#
{134} {ولما وقع عليهم الرِّجْزُ}؛ أي: العذاب؛ يحتمل أنَّ المراد به الطاعون كما قاله كثيرٌ من المفسِّرين، ويحتمل أن يُراد به ما تقدَّم من الآيات الطوفان والجراد والقمَّل والضفادع والدَّم؛ فإنها رجزٌ وعذابٌ، وإنهم كلَّما أصابهم واحد منها؛ {قالوا يا موسى ادعُ لنا ربك بما عَهدَ عندك}؛ أي: تشفَّعوا بموسى بما عَهدَ الله عنده من الوحي والشرع. {لئن كشفتَ عنَّا الرِّجْزَ لنؤمننَّ لك ولنرسلنَّ معك بني إسرائيل}: وهم في ذلك كذبةٌ لا قصدَ لهم إلا زوالُ ما حلَّ بهم من العذاب، وظنُّوا إذا رفع لا يصيبهم غيره.
134.
“Üzerlerine azap çökünce...” Bu azaptan kastın çoğu müfessirlerin söylediği gibi taun/veba olma ihtimali olduğu gibi daha önce sözü edilen tufan, çekirge, haşerat, kurbağa ve kan gibi mucizeler olma ihtimali de vardır. Çünkü bunlar da büyük birer azap idi. İşte Firavun ve kavmi, bu azaplardan birisi ile karşı karşıya kaldıkça
“Ey Mûsâ! Sende olan ahdi hürmetine bizim için Rabbine dua et” diyorlardı. Yani Yüce Allah’ın Mûsâ’ya indirmiş olduğu vahiy ve şeriatı ileri sürerek ondan şefaatçi olmasını istediler.
“Şâyet bu azabı bizden kaldırırsan andolsun sana iman edeceğiz ve İsrailoğullarını da mutlaka seninle birlikte göndereceğiz.” Onlar bu sözlerinde yalancı idiler. Bundan tek maksatları ise başlarındaki azabın sona ermesi idi. Bu azap kalktı mı başkasının kendilerine isabet etmeyeceğini zannediyorlardı.
#
{135} {فلما كشَفْنا عنهم الرِّجْزَ إلى أجل هم بالغوهُ}؛ أي: إلى مدة قدر الله بقاءهم إليها، وليس كشفاً مؤبَّداً، وإنما هو موقت، {إذا هم ينكُثون}: العهد الذي عاهدوا عليه موسى ووعدوه بالإيمان به وإرسال بني إسرائيل؛ فلا آمنوا به ولا أرسلوا معه بني إسرائيل، بل استمرُّوا على كفرهم يعمهون وعلى تعذيب بني إسرائيل دائبين.
135.
“Biz kendisine erişecekleri bir süreye kadar” yani Yüce Allah’ın kalmalarını takdir ettiği bir süreye kadar
“üzerlerinden azabı” ebedi olarak değil de geçici olarak
“kaldırınca bir de bakmışsın ki sözlerini bozmuşlar bile...” Ona iman edip İsrailoğullarını da beraberinde göndereceklerine dair Mûsâ’ya verdikleri sözlerini bozdular. Ne Mûsâ’ya iman ettiler, ne de onunla birlikte İsrailoğullarını gönderdiler. Aksine körlük ve şaşkınlık içerisinde küfürlerini sürdürdüler ve İsrailoğullarına işkenceye aralıksız olarak devam ettiler.
#
{136} {فانتقمنا منهم}؛ أي: حين جاء الوقت الموقَّت لهلاكهم؛ أمر الله موسى أن يسري ببني إسرائيل ليلاً، وأخبره أن فرعون سيتبعُهم هو وجنوده. {فأرسلَ فرعونُ في المدائن حاشرين} يجمعونَ الناس لِيَتْبَعوا بني إسرائيل، وقالوا لهم: {إنَّ هؤلاء لَشِرْذمةٌ قليلون. وإنَّهم لنا لغائظونَ. وإنَّا لجميعٌ حاذرون. فأخْرَجْناهم من جناتٍ وعيون. وكنوزٍ ومقام كريم. كذلك وأورَثْناها بني إسرائيل. فأتْبعوهم مشرقينَ. فلما تراءى الجمعانِ قال أصحابُ موسى إنا لَمُدْرَكونَ. قال كلاَّ إن معي ربي سيهدين. فأوحَيْنا إلى موسى أنِ اضرِبْ بعصاك البحرَ فانفلق فكان كلُّ فرقٍ كالطودِ العظيم. وأزلفنا ثَمَّ الآخرين. وأنجينا موسى ومن معه أجمعين. ثم أغرقنا الآخرين}. وقال هنا: {فأغرَقْناهم في اليمِّ بأنَّهم كذَّبوا بآياتنا وكانوا عنها غافلين}؛ أي: بسبب تكذيبهم بآيات الله، وإعراضهم عمَّا دلَّت عليه من الحقِّ.
136.
“Bunun üzerine” yani onların helak edilecekleri vakit gelince Yüce Allah, Mûsâ’ya geceleyin İsrailoğulları ile birlikte yola koyulmasını emretti ve Firavun’un askerleri ile birlikte arkalarından geleceğini haber verdi.
“Biz de âyetlerimizi yalanlamaları ve onları umursamamaları” yani hem Allah’ın âyetlerini yalanlamaları hem de bu âyetlerin gösterdiği haktan yüz çevirmeleri
“yüzünden kendilerinden intikam aldık ve onları denizde boğduk.” Bir başka yerde de Yüce Allah bu hususu şöylece anlatmaktadır:
“Firavun şehirlere” İsrailoğullarını takip etmek üzere insan toplamak maksadı ile
“toplayıcı adamlar gönderdi” ve onlara şunları söyledi:
“Gerçekten bunlar az bir topluluktur ve onlar bizi gerçekten kızdırdılar. Biz ise uyanık ve tedbirli bir topluluğuz. Böylece onları bostanlarından, akarsularından, hazinelerden ve şerefli makamlardan (ayırıp) çıkardık. İşte böyle... Ve biz onlara İsrailoğullarını mirasçı kıldık. Sonra güneş doğarken onların ardından gittiler. İki topluluk birbirini görünce Mûsâ’nın arkadaşları: İşte şimdi kıstırıldık, dediler. (Mûsâ) “Asla!” dedi.
“Muhakkak Rabbim benimledir; O, bana doğru yolu gösterecektir.” Biz de Mûsâ’ya: Asanla denize vur, diye vahyettik. Ardından deniz
(ikiye) yarıldı ve her iki taraf da büyük bir dağ gibi oldu. Diğerlerini de buraya yanaştırdık. Mûsâ’yı ve onunla birlikte olanların hepsini kurtardık. Sonra diğerlerini suda boğduk.”
(eş-Şuara, 26/53-64)
#
{137} {وأورثنا القوم الذين كانوا يُسْتَضْعَفونَ}: في الأرض؛ أي: بني إسرائيل الذين كانوا خدمة لآل فرعون يسومونهم سوء العذاب، أورثهم الله {مشارقَ الأرض ومغاربها}: والمراد بالأرض ها هنا أرض مصر التي كانوا فيها مستضعفين أذلين؛ أي: ملَّكهم الله جميعها ومكَّنهم فيها، {التي باركنا فيها وتمَّتْ كلمةُ ربك الحسنى على بني إسرائيل بما صبروا}: حين قال لهم موسى: {استعينوا باللَّهِ واصبِروا إنَّ الأرضَ للَّه يورِثها من يشاءُ من عباده والعاقبةُ للمتَّقين}، {ودمَّرْنا ما كان يصنعُ فرعونُ وقومُهُ}: من الأبنية الهائلة والمساكن المزخرفة، {وما كانوا يعرِشون}: فتلك بيوتهم [خاوية] بما ظلموا إن في ذلك لآية لقوم يعلمون.
137. Yeryüzünde
“zayıf bırakılmış kavmi de” yani Firavun hanedanına hizmetçi olan ve onlar tarafından en kötü azap ve işkenceye uğrayan İsrailoğulları’nı
“bereketli kıldığımız yerin doğularına da batılarına da mirasçı kıldık.” Burada
“yer”den kasıt, zayıf bırakılıp küçük düşürüldükleri Mısır topraklarıdır. Yani Yüce Allah bütün Mısır topraklarını onlara verdi ve orada iktidar sahibi olmalarını sağladı.
“Böylece Rabbinin İsrailoğullarına olan o pek güzel vaadi, sabretmelerinden dolayı tam manasıyla yerine geldi.” Söz konusu vaat,:
“Allah’tan yardım dileyin ve sabredin. Şüphesiz ki yeryüzü Allah’ındır. Oraya kullarından dilediğini mirasçı kılar. Güzel akıbet takvâ sahiplerinindir” (el-Araf, 7/128) buyruğunda Mûsâ’nın kendilerine sözünü ettiği vaat idi.
“Firavun ve kavminin yapmakta ve yükseltmekte olduklarını” onların muazzam yapılarını ve süslü meskenlerini
“ise darmadağın ettik.” “İşte zulümleri sebebi ile onların ıssız kalmış meskenleri... Şüphesiz ki bunda bilen bir topluluk için apaçık bir delil ve ibret vardır.” (en-Neml, 27/52)
#
{138} {وجاوزنا ببني إسرائيل البحر}: بعدما أنجاهم الله من عدوِّهم فرعون وقومه وأهلكهم الله، وبنو إسرائيل ينظرون، {فأتَوْا}؛ أي: مرُّوا {على قوم يعكُفون على أصنامٍ لهم}؛ أي: يقيمون عندها ويتبرَّكون بها ويعبُدونها، فقالوا من جهلهم وسَفَهِهم لنبيِّهم موسى بعدما أراهم الله من الآيات ما أراهم: {يا موسى اجعلْ لنا إلهاً كما لهم آلهةٌ}؛ أي: اشرع لنا أن نتَّخذ أصناماً آلهة كما اتَّخذها هؤلاء، فقال لهم موسى: {إنَّكم قومٌ تجهلونَ}: وأيُّ جهل أعظم من جَهِل ربَّه وخالقَه، وأراد أن يسوِّيَ به غيره ممَّن لا يملِكُ نفعاً ولا ضرًّا ولا موتاً ولا حياةً ولا نشوراً؟!
138.
“İsrailoğullarını denizden geçirdik” Yüce Allah onları düşmanları olan Firavun ve kavminden kurtarıp gözleri önünde düşmanlarını helak etikten sonra onlar
“kendilerine ait birtakım putlara tapan” yani putların huzurunda duran, bereketlerini uman ve onlara ibadet eden
“bir topluluğa rastgeldiler.” Yüce Allah onlara bunca âyet ve mucizeyi gösterdikten sonra onlar,
cahilliklerinden ve kıt akıllılıklarından ötürü peygamberleri Mûsâ’ya: “Ey Mûsâ, nasıl onların ilahları varsa sen de bize öyle bir ilah yap, dediler.” Yani sen, bunların ilah edindikleri gibi bizim de putları ilah edinmemizi bize meşru kıl.
Ancak Mûsâ onlara: “Siz gerçekten cahillik eden bir topluluksunuz, dedi.” Rabbini ve yaratıcısını tanımayan, üstelik fayda sağlayamayan, öldüremeyen, hayat veremeyen, öldükten sonra diriltemeyen varlıkları O’na denk tutmak isteyen kimsenin cahilliğinden daha büyük bir cahillik var mıdır?
#
{139} ولهذا قال لهم موسى: {إنَّ هؤلاء مُتَبَّرٌ ما هم فيه وباطلٌ ما كانوا يعملونَ}: لأن دعاءهم إياها باطلٌ وهي باطلة بنفسها؛ فالعمل باطلٌ وغايته باطلةٌ.
139.
Bundan dolayı Mûsâ devamla onlara şunu söyledi: “Şüphesiz ki onların içinde bulundukları (din), yok olmaya mahkumdur ve yapmakta oldukları da batıldır.” Çünkü bu uydurma ilahlara yaptıkları ibadet batıl olduğu gibi, bu ilahların kendileri de bizatihi batıldır. O halde amelleri de batıldır, bu amelin nihai hedefi de batıldır.
#
{140} {قال أغيرَ الله أبغيكم إلهاً}؛ أي: أطلب لكم إلهاً غير الله المألوه الكامل في ذاته وصفاته وأفعاله. {وهو فضَّلكم على العالمين}: فيقتضي أن تقابلوا فضله وتفضيله بالشكرِ، وذلك بإفراد الله وحدَه بالعبادة والكفرِ بما يُدعى من دونه.
140.
“Dedi ki: Hem O, sizi alemlere üstün kılmışken ben size ilah olarak Allah’tan başkasını mı arayayım?” Sizin için zatı, sıfatları ve fiilleri itibari ile kamil olan mutlak ilah Allah’tan başka bir ilah mı arayayım? Halbuki sizin O’nun lütfuna ve sizi üstün kılmasına şükür ile karşılık vermeniz gerekir ki bu da ibadeti yalnızca Allah’a yapmak ve O’nun dışında ilah diye ibadet edilen her şeyi inkâr etmekle olur.
#
{141} ثم ذكَّرهم ما امتنَّ الله به عليهم فقال: {وإذ أنجيناكم من آل فرعونَ}؛ أي: من فرعون وآله، {يسومونكم سوءَ العذابِ}؛ أي: يوجِّهون إليكم من العذاب أسوأه، وهو أنهم كانوا يذبحون {أبناءكم ويَسْتَحيون نساءَكم وفي ذلِكم}؛ أي: النجاة من عذابهم، {بلاءٌ من ربِّكم عظيمٌ}؛ أي: نعمةٌ جليلةٌ ومنحةٌ جزيلةٌ، أو وفي ذلك العذاب الصادر منهم لكم بلاءٌ من ربِّكم عليكم عظيم.
141.
Daha sonra Yüce Allah onlara vermiş olduğu lütuf ve ihsanlarını hatırlatarak şöyle buyurmaktadır: “Hatırlayın ki sizi Firavun hanedanından” yani hem Firavun’dan hem de onun hanedanından
“kurtarmıştık. Onlar size azabın en kötüsünü tattırıyor” sizi en büyük kötülükle karşı karşıya bırakıyorlardı. Şöyle ki
“oğullarınızı katlediyor ve kadınlarınızı diri bırakıyorlardı.”
İşte
“bunda” yani sizi onların azap ve işkencelerinden kurtarışımızda “sizin için Rabbiniz tarafından büyük bir nimet/imtihan bulunuyor.” Yani bu, oldukça üstün bir nimet ve oldukça büyük bir bağış ve ihsan idi. Ya da onların sizi işkenceye uğratmaları, Rabbinizin sizin üzerinizdeki büyük bir imtihanı idi. Mûsâ onlara bu hatırlatmalarda bulunup öğüt verince onlar da bu işten vazgeçtiler.
#
{142} فلما ذكَّرهم موسى ووعظهم؛ انتَهَوْا عن ذلك، ولما أتمَّ الله نعمته عليهم بالنجاة من عدوهم وتمكينهم في الأرض؛ أرادَ تبارك وتعالى أن يُتِمَّ نعمته عليهم بإنزال الكتاب الذي فيه الأحكام الشرعيَّة والعقائد المرضيَّة، فواعد موسى ثلاثين ليلة، وأتمَّها بعشر، فصارت أربعين ليلة؛ ليستعدَّ موسى ويتهيَّأ لوعد الله ويكون لنزولها موقع كبير لديهم وتشوق إلى إنزالها، ولما ذهب موسى إلى ميقات ربِّه، قال لهارون موصياً له على بني إسرائيل من حرصه عليهم وشفقته: {اخْلُفْني في قَوْمي}؛ أي: كنْ خليفتي فيهم، واعمل فيهم بما كنت أعمل، {وأصلِحْ}؛ أي: اتَّبع طريق الصلاح، {ولا تتَّبِعْ سبيلَ المفسدين}: وهم الذين يعملون بالمعاصي.
142. Yüce Allah, İsrailoğulları’nı düşmanlarından kurtarmak, yeryüzünde imkân ve iktidar vermek sureti ile onlar üzerlerindeki nimetini tamamladı. Daha sonra şer’i hükümleri ve Allah’ın razı olacağı inanç esaslarını içeren Kitabı indirmekle üzerlerindeki nimetini pekiştirmek istedi. Bu nedenle de Mûsâ ile önce otuz gece üzerinde sözleşti, sonra da on gün daha ekleyerek bu süreyi kırk geceye tamamladı. Bu kırk gecelik sözleşmenin hikmeti, Mûsâ’nın Allah’ın vaadi için hazırlanmasıdır. İsrailoğulları’nın da Tevrat’ın inişi dolayısı ile daha fazla etkilenmelerinin ve onun indirilişine şevk ve arzu duymalarının sağlanmasıdır.
İşte Mûsâ aleyhisselam Rabbinin huzuruna çıkmak üzere ayrılırken İsrailoğulları’na olan düşkünlüğü ve şefkati dolayısı ile Harun’a: “Kavmim içinde benim yerime geç” diye tavsiyede bulundu. Yani sen benim yerime halife ol ve onlar arasında benim yaptıklarımı yap,
“ıslah yolunu tut ve fesatçıların yoluna uyma.” Fesatçılar ise günah işleyen kimselerdir.
#
{143} {ولمَّا جاء موسى لميقاتنا}: الذي وقَّتْناه له لإنزال الكتاب، {وكلَّمَه ربُّه}: بما كلَّمه من وحيه وأمره ونهيه؛ تشوَّق إلى رؤية الله، ونَزَعَتْ نفسُه لذلك حبًّا لربِّه ومودَّة لرؤيته، فـ {قال ربِّ أرني أنظرْ إليك}، فقال الله: {لن تَراني}؛ أي: لن تقدِرَ الآن على رؤيتي؛ فإنَّ الله تبارك وتعالى أنشأ الخلق في هذه الدار على نشأة لا يقدرون بها ولا يثبتون لرؤية الله، وليس في هذا دليلٌ على أنَّهم لا يرونه في الجنة؛ فإنه قد دلَّت النصوص القرآنيَّة والأحاديث النبويَّة على أن أهل الجنة يرون ربَّهم تبارك وتعالى ويتمتَّعون بالنظر إلى وجهه الكريم. وأنه يُنْشِئُهم نشأةً كاملةً يقدرون معها على رؤية الله تعالى، ولهذا رتَّب الله الرؤية في هذه الآية على ثبوت الجبل، فقال مقنعاً لموسى في عدم إجابتِهِ للرؤية: {ولكِنِ انظرْ إلى الجبل فإنِ استقرَّ مكانَه}: إذا تجلَّى اللهُ له، {فسوف تراني فلمَّا تجلَّى ربُّه للجبل}: الأصمِّ الغليظ، {جعله دكًّا}؛ أي: انهال مثل الرمل انزعاجاً من رؤية الله وعدم ثبوتٍ لها، {وخرَّ موسى}: حين رأى ما رأى، صَعِقاً فتبيَّن له حينئذٍ أنه إذا لم يثبت الجبلُ لرؤية الله؛ فموسى أولى أن لا يثبتَ لذلك، واستغفر ربَّه لما صدر منه من السؤال الذي لم يوافقْ موضعاً، و {قالَ سبحانك}؛ أي: تنزيهاً لك وتعظيماً عما لا يليق بجلالك، {تبتُ إليك}: من جميع الذنوب وسوء الأدب معك، {وأنا أول المؤمنين}؛ أي: جدَّد عليه الصلاة والسلام إيمانه بما كمَّل اللهُ له مما كان يجهله قبل ذلك.
143.
“Mûsâ” Kitabı indirmek üzere kendisi için “tayin ettiğimiz vakitte gelip de Rabbi onunla” ona indirdiği vahiylerle, emir ve yasakları ile
“konuşunca” Mûsâ, Rabbini görmeyi arzuladı. Rabbine duyduğu sevgi ve O’nu görme iştiyakı ile bunu candan istedi ve: “dedi ki: Rabbim, bana kendini göster de sana bakayım.” Yüce Allah
“buyurdu ki: “Sen Beni göremezsin.” Yani şu an için beni görme kudretin yoktur. Çünkü Allah bu dünya yurdunda insanları buna güç yetiremeyecekleri bir halde, Allah’ı görme karşısında sebat gösteremeyecekleri bir durumda yaratmıştır. Bu buyrukta mü’minlerin Allah’ı cennette göremeyeceklerine dair herhangi bir delil yoktur. Çünkü Kur’ân nasları ve nebevi hadisler, cennetliklerin şanı yüce ve mübarek olan Rab’lerini göreceklerine, O’nun kerim yüzüne bakma lezzetine ereceklerine, Allah'ın onları cennette kendisini görmeye güç yetirecek şekilde kamil bir yaratılışla yaratacağına açıkça delalet etmektedir. Bu nedenledir ki Yüce Allah, bu âyet-i kerimede kendisinin görülmesini, dağın yerinde kalması şartına bağlamış ve Mûsâ’yı,
görme isteğini kabul etmeme konusunda ikna ederek şöyle buyurmuştur:
“Fakat şu dağa bak! Eğer o” Allah ona tecelli ettiğinde
“yerinde durabilirse sen de beni görebilirsin. Rabbi o” cansız ve kaskatı
“dağa tecelli edince onu paramparça etti.” Yani dağ Yüce Allah’ı görmekten ve buna sebat gösterememekten dolayı kum gibi dağılıp gitti.
“Mûsâ da” bunları görünce “baygın düştü. Ayılınca” işte o vakit Allah’ı görmeye karşı dağın dahi sebat gösteremediğini açıkça gördü. O halde kendisinin buna karşı sebat edememesinin öncelikle söz konusu olacağını anladı.
Rabbinden böyle uygun düşmeyen bir talepte bulunduğundan dolayı bağışlanma diledi: “Dedi ki: Seni tenzih ederim.” Celaline yakışmayan şeylerden tenzih ve tazim ederim.
“Sana” bütün günahlardan ve sana karşı edebe uygun olmayan her türlü tutumdan “tevbe ettim ve ben iman edenlerin ilkiyim.” Yani Mûsâ, daha önce bilmediği bir hususu Yüce Allah’ın kendisine öğretmesi sureti ile eksiğini tamamlamasından dolayı imanını yeniledi, tazeledi.
#
{144} فلما منعه الله من رؤيته بعدما كان متشوقاً إليها؛ أعطاه خيراً كثيراً، فقال: {يا موسى إنِّي اصطفيتُك على الناس}؛ أي: اخترتك واجتبيتك وفضَّلتك وخصصتك بفضائل عظيمة ومناقب جليلة، {برسالاتي}: التي لا أجعلها ولا أخصُّ بها إلا أفضل الخلق، {وبكلامي}: إيَّاك من غير واسطة، وهذه فضيلة اختُصَّ بها موسى الكليم، وعُرِف بها من بين إخوانه من المرسلين، {فخُذْ ما آتيتُك}: من النعم، وخذ ما آتيتُك من الأمر والنهي بانشراح صدرٍ، وتلقَّه بالقَبول والانقياد، {وكن من الشاكرين}: لله على ما خصَّك وفضَّلك.
144. Mûsâ, Yüce Allah’ı görmeyi istediği halde bu talebinin kabul edilmemesi üzerine Allah,
ona pek çok hayırlar verdiğini belirterek: “Buyurdu ki: Ey Mûsâ, Ben seni” ancak insanların en faziletlilerine verdiğim ve özellikle onlara tahsis edip
“gönderdiğim vahiylerle ve” aracısız olarak seninle
“konuşmamla seçip insanlara üstün kıldım.” Seni insanlar arasından seçtim, onlardan üstün kıldım, pek büyük faziletleri, üstün konumları, özellikle sana tahsis ettim. Ve seninle vasıtasız olarak konuştum. Bu, Mûsâ Kelimullah’a has bir fazilettir. Mûsâ bu faziletiyle kardeşi olan diğer peygamberlerden ayrılır.
“Şimdi sana verdiğimi al” ihsan ettiğim nimetlerimi, sana vermiş olduğum emir ve yasakları huzur dolu bir kalp ile al, kabul ve itaatle karşıla
“ve” Yüce Allah’ın özellikle sana ihsan ettiği faziletler dolayısı ile “şükredenlerden ol!”
#
{145} {وكتبنا له في الألواح من كلِّ شيء}: يحتاج إليه العباد {موعظة}: ترغِّب النفوس في أفعال الخير وترهِّبهم من أفعال الشر، {وتفصيلاً لكلِّ شيء}: من الأحكام الشرعيَّة والعقائد والأخلاق والآداب، {فخذْها بقوَّةٍ}؛ أي: بجدٍّ واجتهاد على إقامتها، {وأمُرْ قومَك يأخذوا بأحسنها}: وهي الأوامر الواجبة والمستحبَّة؛ فإنها أحسنها. وفي هذا دليلٌ على أن أوامر الله في كل شريعة كاملة عادلة حسنة. {سأريكم دارَ الفاسقينَ}: بعدما أهلكهم الله وأبقى ديارهم عبرةً بعدهم يعتبر بها المؤمنون الموفَّقون المتواضعون.
145.
“Musa için Levhalarda” kulların gerek duyacağı
“her şeye dair” hayır işleme şevkini uyandıran ve kötülük işlemekten korkutan
“bir öğüt ve” şer’i hükümler, itikad, ahlak ve adab ile alakalı
“her şeyin açıklamasını yazdık. Haydi bunları kuvvetle” tam bir ciddiyetle ve uygulama konusunda tam bir gayretle
“tut. Kavmine de emret, onların en güzel olanını alsınlar!” Bunlar, farz ve müstehap emirlerdir. Çünkü en güzel olanlar bunlardır. Bu buyrukta Yüce Allah’ın bütün şeriatlerindeki emirlerinin kamil, adaletli ve güzel olduğuna delil vardır.
“Yakında size fasıkların yurdunu göstereceğim.” Allah o fasıkları helak ettikten sonra onların yurtlarını, ilâhi tevfike mazhar olan alçak gönüllü mü’minlere öğüt alacakları bir ibret olarak geride bırakacaktır.
Müminlerin dışındakiler hakkında da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{146} وأما غيرهم؛ فقال عنهم: {سأصرِفُ عن آياتي}؛ أي: عن الاعتبار في الآيات الأفقية والنفسيَّة والفهم لآيات الكتاب، {الذين يتكبَّرون في الأرض بغير الحقِّ}؛ أي: يتكبَّرون على عباد الله وعلى الحقِّ وعلى من جاء به؛ فمن كان بهذه الصفة؛ حَرَمَهُ الله خيراً كثيراً، وخَذَلَه، ولم يَفْقَهْ من آيات الله ما ينتفع به، بل ربَّما انقلبت عليه الحقائقُ واستحسن القبيحَ، {وإن يَرَوْا كلَّ آيةٍ لا يؤمنوا بها}: لإعراضهم واعتراضهم ومحادَّتهم لله ورسوله، {وإن يَرَوْا سبيلَ الرُّشد}؛ أي: الهدى والاستقامة، وهو الصراط الموصل إلى الله وإلى دار كرامته، {لا يتَّخذوه [سبيلاً]}؛ أي: لا يسلكوه ولا يرغبوا فيه، {وإن يَرَوْا سبيلَ الغَيِّ}؛ أي: الغواية الموصل لصاحبه إلى دار الشقاء، {يتَّخذوه سبيلاً}. والسبب في انحرافهم هذا الانحراف، {ذلك بأنَّهم كذَّبوا بآياتنا وكانوا عنها غافلين}: فردُّهم لآيات الله وغفلتُهم عمَّا يُراد بها واحتقارهم لها هو الذي أوجب لهم من سلوك طريق الغي وترك طريق الرُّشْدِ ما أوجب.
146.
“Yeryüzünde haksız yere kibirlenenleri” Allah’ın kullarına, hakka ve hakkı getirenlere karşı büyüklük taslayanlara
“âyetlerimden” yani gerek afakî
(dış dünyadaki) âyetlerden, gerekse enfusi de
(iç alemdeki) âyetlerden ibret almaktan ve Kitab’ın âyetlerini gereği gibi kavramaktan
“yüz çevirteceğim.” Bu durumda olanları Allah, çok büyük çaptaki hayırlardan mahrum bırakır. İlahi yardıma mazhar kılmaz. Allah’ın âyetlerinden faydalanacakları şeyler anlayıp kavramazlar. Hatta onlar, gerçekleri tersyüz görüp çirkin olanı güzel görecek hale bile gelirler.
“Onlar bütün âyetleri görseler bile” âyetlerden yüz çevirmeleri, onlara itiraz etmeleri, Allah’a ve Rasûlüne karşı gelmeleri dolayısı ile
“yine de onlara iman etmezler. Hidâyet yolunu” doğruyu ve istikameti, yani Allah’a ve O’nun lütuf ve ihsan yurdu olan cennete götüren yolu
“görseler onu yol edinmezler.” Asla onu izlemezler, izlemek dahi istemezler.
“Fakat azgınlığın yolunu” kişiyi azdıran ve bedbahtlık yurduna götüren yolu
“görseler hemen onu yol edinirler.”
Bu şekilde sapmalarına sebep ise şudur:
“Bu, âyetlerimizi yalanlamalarından ve onları umursamamalarından dolayıdır.” Onları azgınlık yolunu izlemelerine ve doğru yolu terk etmelerine iten asıl sebep, Allah’ın âyetlerini reddetmeleri, bu âyetlerden ilâhi muradın ne olduğundan gaflete düşmeleri ve bunları hafife almalarıdır.
#
{147} {والذين كذبوا بآياتنا}: العظيمة الدالَّة على صحَّة ما أرسلنا به رسلنا، {ولقاء الآخرة حَبِطَتْ أعمالُهم}: لأنَّها على غير أساس، وقد فقد شرطها، وهو الإيمان بآيات الله والتصديق بجزائه. {هل يُجْزَوْنَ}: في بطلان أعمالهم وحصول ضدِّ مقصودهم {إلَّا ما كانوا يعملونَ}: فإن أعمال مَنْ لا يؤمن باليومِ الآخر لا يرجو فيها ثواباً، وليس لها غايةٌ تنتهي إليه؛ فلذلك اضمحلَّت وبطلت.
147. Bizim peygamberlerimizle gönderdiklerimizin doğruluğuna delil olan büyük delil ve
“âyetlerimizi ve âhirete kavuşmayı yalanlayanların amelleri boşa gitmiştir.” Çünkü onların amellerinin bir temeli yoktur ve onlar kabul edilme şartını da taşımamaktadır. Bu şart ise Allah’ın âyetlerine iman ve Allah’ın, amellerin karşılığını vereceğini tasdik etmektir.
Acaba bunlar, amellerinin boşa çıkması ve maksatlarının tam aksi ile karşılaşmaları dolayısı ile
“yaptıklarından başkası ile mi cezalandırılacaklardı?!” Çünkü âhiret gününe iman etmeyen kimseler, amellerinin karşılığı olarak mükafat beklemeklezler. Amellerinin nihaî bir amacı da yoktur. Dolayısıyla da amelleri boşa çıkmış ve hiçbir fayda sağlamamıştır.
#
{148} {واتَّخذ قوم موسى مِن بعدِهِ من حُلِيِّهم عجلاً جسداً}: صاغه السامِرِيُّ وألقى عليه قبضةً من أثر الرسول فصار {له خُوارٌ} وصوتٌ، فعبدوه واتَّخذوه إلهاً، وقال: هذا إلهكم وإله موسى، فنسي موسى، وذهب يطلبه، وهذا من سفههم وقلة بصيرتهم؛ كيف اشتبه عليهم ربُّ الأرض والسماوات بعجل من أنقص المخلوقات؟! ولهذا قال مبيناً أنه ليس فيه من الصفات الذاتيَّة ولا الفعليَّة ما يوجِب أن يكون إلهاً: {ألم يَرَوْا أنَّه لا يكلِّمهم}؛ أي: وعدم الكلام نقصٌ عظيمٌ؛ فهم أكمل حالة من هذا الحيوان أو الجماد الذي لا يتكلَّم، {ولا يهديهم سبيلاً}؛ أي: لا يدلُّهم طريقاً دينيًّا ولا يحصِّل لهم مصلحةً دنيويَّةً؛ لأن من المتقرِّر في العقول والفطر أنَّ اتِّخاذَ إلهٍ لا يتكلم ولا ينفع ولا يضرُّ من أبطل الباطل وأسمج السفه، ولهذا قال: {اتَّخذوه وكانوا ظالمينَ}: حيث وضعوا العبادة في غير موضعها، وأشركوا بالله ما لم ينزِّل به سلطاناً. وفيها دليلٌ على أنَّ من أنكر كلام الله؛ فقد أنكر خصائص إلهيَّة الله تعالى؛ لأن الله ذكر أن عدم الكلام دليلٌ على عدم صلاحيَّة الذي لا يتكلَّم للإلهيَّة.
148.
“Mûsâ’nın kavmi, onun ardından zinet eşyalarından” Samirî’nin yapıp üzerine elçinin
(Cebrail’in atının) izinden bir avuç attığı bu nedenle de
“böğüren” yani ses çıkartan “bir buzağı heykelini” ilah diye
“edindiler” ve ona ibadet ettiler. Samiri onlara: “Bu sizin de ilahınızdır, Mûsâ’nın da ilahıdır. Ama o unuttu” (Taha, 20/88) O nedenle gidip bu ilahı başka yerde arıyor, demişti. Bu, onların kıtakıllılıklarından ve basiretsizliklerinden kaynaklanmaktadır. Nasıl olur da göklerin ve yerin Rabbini,
mahlukatın en basitlerinden olan bir buzağıya benzetirler? Bu yüzden Yüce Allah bu buzağıda ilah olmasını gerektirecek zati ve fiili hiçbir sıfatın bulunmadığını beyan ederek şöyle buyurmaktadır:
“Onun kendileri ile konuşamadığını” çünkü konuşmamak büyük bir eksikliktir. O nedenle kendileri bile konuşamayan o hayvandan yahut cansız varlıktan daha mükemmeldirler.
“Onlara bir yol da gösteremediğini” onları dini bakımdan doğru bir yola iletemediğini ve dünyevi bir fayda sağlayamadığını
“görmediler mi?” Çünkü akıl ve fıtratların kabul ettiği gerçek şu ki: Konuşmayan, fayda sağlayamayan, zarar veremeyen bir varlığı ilah edinmek batılın en batılıdır. Ahmaklığın en ahmakçasıdır.
Bundan dolayı Yüce Allah: “(Buna rağmen) onu (ilah) edindiler ve zalimlerden oldular” buyurmaktadır. Çünkü onlar ibadeti, ona layık olmayan bir şeye yaptılar ve Allah’a aslında herhangi bir delil indirmediği varlığı ortak koştular.
Bu buyruktan Allah’ın kelamını inkâr eden kimselerin Yüce Allah’ın uluhiyet özelliklerinden birisini inkâr ettiğine delil vardır. Çünkü Yüce Allah burada konuşmamayı, konuşamayan kimsenin ilah olmaya elverişli olmadığına delil göstermektedir.
#
{149} {ولمَّا}: رجع موسى إلى قومه، فوجدهم على هذه الحال، وأخبرهم بضلالهم؛ ندموا، و {سُقِطَ في أيديهم}؛ أي: من الهمِّ والندم على فعلهم، {ورأوا أنَّهم قد ضلُّوا}: فتنصَّلوا إلى الله وتضرَّعوا، {وقالوا لئن لم يرحَمْنا ربُّنا}: فيدُّلنا عليه، ويرزقنا عبادته، ويوفِّقُنا لصالح الأعمال، {ويغفِرْ لنا}: ما صدر منا من عبادة العجل؛ {لَنَكونَنَّ من الخاسرينَ}: الذين خسروا الدنيا والآخرة.
149. Mûsâ, kavminin yanına döndüğünde onların bu halde olduklarını görüp sapıklıklarını onlara bildirince
“(buzağıya taptıklarına) pişman olup” yaptıklarından dolayı üzülüp kederlenince ve
“sapmış olduklarını görünce” Yüce Allah’a yönelerek yalvarıp yakarmaya koyuldular ve:
“Andolsun eğer Rabbimiz bize merhamet etmez” kendisine ulaştıran yolu bize göstermez, bize kendisine ibadet etmeyi nasip etmez ve salih amel işleme tevfikini vermezse
“bizi” işlediğimiz buzağıya tapma fiili dolayısı ile “bağışlamazsa şüphesiz hüsrana uğrayanlardan” dünyayı da âhireti de kaybedenlerden
“oluruz, dediler.”
#
{150} {ولما رجع موسى إلى قومِهِ غضبان أسِفاً}؛ أي: ممتلئاً غضباً وغيظاً عليهم لتمام غيرته عليه [الصلاة و] السلام وكمال نصحه وشفقته، {قال بئسَما خَلَفْتُموني من بعدي}؛ أي: بئس الحالة التي خلفتموني بها من بعد ذهابي عنكم؛ فإنها حالةٌ تفضي إلى الهلاك الأبدي والشقاء السرمديِّ. {أعَجِلْتُم أمرَ ربِّكُم}: حيث وَعَدَكم بإنزال الكتاب فبادرتُم برأيكم الفاسد إلى هذه الخصلة القبيحة، {وألقى الألواحَ}؛ أي: رماها من الغضب، {وأخذ برأس أخيه}: هارونَ ولحيتِهِ، {يجرُّه إليه}: وقال له: {ما منعك إذ رأيتَهم ضلُّوا. أن لا تتَّبِعَني أفعصيتَ أمري}: لك بقولي: {اخلُفْني في قومي وأصْلِحْ ولا تتَّبِعْ سبيل المفسدين}؟! فقال: {يا ابنَ أمَّ لا تأخُذْ بلحيتي ولا برأسي إني خشيتُ أن تقولَ فرَّقْتَ بين بني إسرائيل ولم ترقُبْ قولي} و {قال} هنا: {ابنَ أمَّ}: هذا ترقيقٌ لأخيه بذكر الأمِّ وحدها، وإلاَّ فهو شقيقه لأمِّه وأبيه. {إنَّ القوم استضعفوني}؛ أي: احتقروني حين قلتُ لهم: يا قوم! إنما فُتِنْتُم به، وإنَّ ربَّكم الرحمن؛ فاتَّبِعوني وأطيعوا أمري، {وكادوا يَقْتُلونَني}؛ أي: فلا تظنَّ بي تقصيراً، {فلا تُشْمِتْ بيَ الأعداء}: بنهرِك لي ومسِّك إيَّايَ بسوءٍ فإنَّ الأعداء حريصون على أن يجدوا عليَّ عثرةً أو يطَّلعوا لي على زَلَّة، {ولا تجعلني مع القوم الظالمين}: فتعامِلُني معاملتهم.
150.
“Mûsâ, kavmine öfkeli ve kederli bir halde dönünce” yani Mûsâ dinî gayretinin tam oluşu, mükemmel şekilde ve samimi olarak kavminin iyiliğini istediği ve onlara çok şefkatli olduğu için onların bu yaptıklarından dolayı öfke dolu olarak
“dönünce dedi ki: Siz benden sonra arkamdan ne kötü işler yapmışsınız!” Ben yanınızdan gittikten sonra arkamda ne kötü bir hale gelmişsiniz? Çünkü bu haliniz daimi helaki ve ebedi olarak bedbaht olmayı gerektirir.
“Rabbinizin emrinin çabucak gelmesini mi istediniz?!” Çünkü O, size kitabı indireceğini vaadetmişti. Siz ise bozuk kanaatiniz ile bu çirkin işe yöneldiniz.
“Levhaları” kızgınlığından ötürü “attı ve kardeşinin” Harun’un
“başından” ve sakalından “tutup onu kendine doğru çekmeye başladı” Ona dedi ki:
“Onların sapıttıklarını görünce seni bana uymaktan alıkoyan ne oldu? Yoksa emrime karşı mı geldin?” (Taha, 20/92-93) Çünkü ben sana:
“Kavmim içinde yerime geç, ıslah et, fesatçıların yoluna da uyma.” (el-Araf, 7/142) demiştim.
Buna karşılık Harun da şöyle dedi: “Anamın oğlu, saçıma sakalıma yapışma! Ben, bana: İsrailoğulları arasında tefrika çıkardın ve benim sözüme uymadın, diyeceğinden korktum.” (Taha, 20/95) Burada da Harun’un:
“Ey anamın oğlu” dediğini görüyoruz. Bununla yalnızca annesini söz konusu ederek kardeşinin kalbini yumuşatmak istemişti. Yoksa Mûsâ, Harun’un anne-baba bir kardeşi idi.
“Bu kavim, beni hor gördüler.” Yani ben onlara:
“Ey kavmim, siz bununla ancak sınandınız. Muhakkak sizin Rabbiniz, Rahman (olan Allah'tır). O halde bana uyun ve emrime itaat edin” (Taha, 20/90) deyince onlar beni küçümsediler ve
“Neredeyse beni öldüreceklerdi” yani sakın bu konuda benim kusurumun olduğunu sanmayasın.
“Artık sen de düşmanları bana güldürme.” Yani beni azarlayarak ve bana kötü davranarak düşmanları sevindirme! Çünkü onlar, benim tenkit edilecek bir tarafımı bulmayı yahut yanıldığımı görmeyi çokça arzu ederler.
“Ve beni o zalim kavimle bir tutma!” Bana da onlara davrandığın gibi davranma!
#
{151} فندم موسى عليه السلام على ما استعجل من صنعِهِ بأخيه قبل أن يعلم براءتَهُ مما ظنَّه فيه من التقصير، و {قال ربِّ اغفِرْ لي ولأخي}: هارون، {وأدخِلْنا في رحمتِكَ}؛ أي: في وسطها، واجعل رحمتك تحيطُ بنا من كل جانب؛ فإنها حصنٌ حصينٌ من جميع الشرور وثَمَّ كلُّ خير وسرور. {وأنت أرحمُ الراحمين}؛ أي: أرحم بنا من كلِّ راحم، أرحم بنا من آبائنا وأمَّهاتنا وأولادنا وأنفسنا.
151. Mûsâ, kardeşinin,
düşündüğü gibi kusurlu olmadığını öğrenmeden önce acele ile ona yaptıklarından ötürü pişman oldu ve: “Dedi ki: Rabbim, beni de kardeşimi” Harun’u
“da bağışla ve bizi rahmetine al.” Bizi rahmetinin içine daldır. Rahmetin bizi dört bir yandan kuşatsın. Çünkü senin rahmetin bütün kötülüklere karşı en sağlam bir sığınaktır. Orada her türlü hayır ve her türlü sevinç vardır.
“Sen merhamet edenlerin en merhametli olanısın.” Yani sen bize karşı merhamet ve şefkati bulunan herkesten daha merhametlisin. Babalarımızdan, annelerimizden, çocuklarımızdan ve hatta kendimizden bile.
#
{152} قال الله تعالى مبيناً حال أهل العجل الذين عبدوه: {إنَّ الذين اتَّخذوا العجل}؛ أي: إلهاً، {سينالُهم غضبٌ من ربِّهم وذلَّةٌ في الحياة الدُّنيا}: كما أغضبوا ربَّهم واستهانوا بأمره. {وكذلك نجزي المفترين}: فكلُّ مفترٍ على الله كاذب على شرعه متقوِّل عليه ما لم يقلْ؛ فإنَّ له نصيباً من الغضب من الله والذُّلِّ في الحياة الدنيا.
152.
Yüce Allah buzağıya tapanların durumunu da açıklayarak şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz buzağıyı” ilah
“edinenlere” Rablerini gazablandırdıkları ve emrini hafife aldıkları için
“Rab’lerinden bir gazap ve dünya hayatında da bir zillet erişecektir. Biz iftira edenleri işte böyle cezalandırırız.” Allah’a karşı iftirada bulunan, Allah’ın şeriatı hakkında yalan söyleyen ve Allah hakkında O’nun söylemediği şeyleri uydurup düzen herkesin, Allah’ın gazabından alacağı bir payı vardır ve onlar dünya hayatında da zelil olacaktır.
Onlar hakkındaki söz konusu bu ilahi gazap, Allah'ın onlara birbirlerini öldürmelerini emretmesiyle ve bunu yapmadıkça onlardan razı olmayacağını bildirmesiyle onlara erişmiş oldu. Onlar da birbirlerini öldürdü ve nihâyet savaş sonucunda onlardan pek çok kimse öldü. Daha sonra da Yüce Allah onların tevbesini kabul etti. İşte bu yüzden Yüce Allah,
İsrailoğullarını da başkalarını da kapsamına alan genel bir hükmü zikrederek şöyle buyurmaktadır:
#
{153} وقد نالهم غضبُ الله حيث أمرهم أن يقتُلوا أنفسهم، وأنَّه لا يرضى الله عنهم إلاَّ بذلك، فقتل بعضُهم بعضاً، وانجلت المعركة على قتلى كثيرةٍ، ثم تاب الله عليهم بعد ذلك، ولهذا ذكر حكماً عامًّا يدخُلون فيه هم وغيرهم، فقال: {والذين عمِلوا السيئاتِ}: من شرك وكبائر وصغائر، {ثم تابوا من بعدها}: بأن ندموا على ما مضى وأقلعوا عنها وعزموا على أن لا يعودوا، {وآمنوا}: بالله وبما أوجبَ الله الإيمان به، ولا يتمُّ الإيمان إلا بأعمال القلوب وأعمال الجوارح المترتِّبة على الإيمان. {إنَّ ربَّك من بعدها}؛ أي: بعد هذه الحالة ـ حالة التوبة من السيئات والرجوع إلى الطاعات ـ {لغفورٌ}: يغفر السيئات ويمحوها، ولو كانت قُراب الأرض. {رحيمٌ}: بقبول التوبة والتوفيق لأفعال الخير وقبولها.
153. Şirk, büyük ve küçük günah kabilinden
“kötülükler işleyip de onların ardından” geçmişe pişman olup vazgeçerek ve bir daha da ona dönmemeye kesin karar vererek
“tevbe ve” hem Allah’a hem de Allah’ın kendisine iman edilmesini farz kıldığı hususlara “iman edenlere gelince” ki iman, imana bağlı olarak yerine getirilmesi gereken kalbi ameller ile azaların işleyeceği ameller olmadıkça tamam olmaz
“Rabbin bu (tevbenin) ardından” yani kötülüklerden tevbe edip itaatlere dönüş halinden sonra
“elbette ki Ğafurdur” kötülükleri yeryüzü dolusunca olsa bile bağışlar ve siler; “Rahimdir” tevbeleri kabul etmekle, hayır işlerine muvaffak kılmakla ve onları da kabul etmekle merhamette bulunur.
#
{154} {ولما سَكَتَ عن موسى الغضبُ}؛ أي: سكن غضبه وتراجعت نفسُهُ، وعَرَفَ ما هو فيه؛ اشتغل بأهمِّ الأشياء عنده، فَأَخَذَ {الألواحَ}: التي ألقاها، وهي ألواحٌ عظيمة المقدار جليلةٌ {في نُسْخَتِها}؛ أي: مشتملة ومتضمِّنة {هدىً ورحمةٌ}؛ أي: فيها الهدى من الضَّلالة، وبيان الحقِّ من الباطل، وأعمال الخير وأعمال الشر، والهدى لأحسن الأعمال والأخلاق والآداب، ورحمة وسعادة لمن عمل بها وعلم أحكامها ومعانيها، ولكن؛ ليس كل أحدٍ يقبل هدى الله ورحمته، وإنما يقبلُ ذلك، وينقاد له، ويتلقَّاه بالقَبول، {الذين هُم لربِّهم يرهَبونَ}؛ أي: يخافون منه ويخشونه، وأما مَنْ لم يخفِ الله ولا المقام بين يديه؛ فإنه لا يزداد بها إلا عتوًّا ونفوراً، وتقوم عليه حجة الله فيها.
154.
“Mûsâ’nın öfkesi dinince” öfkesi yatışıp kendisine gelerek içinde bulunduğu durumu anlayınca kendisince en önemli olan işe koyulup atmış olduğu
“Levhaları aldı.” Çünkü bu Levhalar kadri büyük ve çok değerli Levhalardı.
“Onlarda yazılı olanlarda yalnızca Rab’lerinden korkanlar için bir hidâyet ve rahmet vardı.” Sapıklıktan hidâyete götüren hükümler, hakkı batıldan ayırt eden, hayır işlerini gösteren, kötülükleri gösteren, en güzel amellere, ahlaka ve adaba ileten buyruklar vardı. Yine o Levhalar, gereğince amel edenler için, hükümlerini ve manalarını öğrenenler için rahmet ve saadet ihtiva ediyordu. Fakat herkes Allah’ın hidâyet ve rahmetini kabul etmez. Bunu kabul edenler ve bunlara itaatle boyun eğip kabul ile karşılayanlar ancak
“Rablerinden korkanlar”dır. Yani Rablerinden saygı ile korkanlardır. Allah’tan korkmayanların ve O’nun huzurunda durmaktan çekinmeyenlerin ise bu buyruklardan ötürü sadece azgınlığı ve haktan uzaklaşması artar. Ayrıca bu buyruklarla onlara karşı Allah’ın delili ortaya konmuş olur.
#
{155} {و} لما تاب بنو إسرائيل، وتراجعوا إلى رُشْدِهم، {اختار موسى} منهم {سبعين رجلاً}: من خيارهم ليعتذروا لقومهم عند ربِّهم، ووعدهم الله ميقاتاً يحضُرون فيه، فلما حضروا؛ قالوا: يا موسى! أرِنا الله جهرةً! فتجرؤوا على الله جراءة كبيرة، وأساؤوا الأدب معه، فأخذتهم الرجفةُ، فصعقوا وهلكوا، فلم يزل موسى عليه الصلاة والسلام يتضرَّع إلى الله ويتبتَّل ويقول: {ربِّ لو شئتَ أهلكتَهم من قبلُ}: أن يحضُروا، ويكونون في حالة يعتذرون فيها لقومهم فصاروا هم الظالمين. {أتُهْلِكُنا بما فعل السفهاءُ منَّا}؛ أي: ضعفاء العقول سفهاء الأحلام، فتضرَّع إلى الله، واعتذر بأنَّ المتجرِّئين على الله ليس لهم عقولٌ كاملةٌ تردعُهم عما قالوا وفعلوا، وبأنهم حصل لهم فتنةٌ يخطر بها الإنسان ويخاف من ذهاب دينه، فقال: {إنْ هي إلَّا فتنتُك تُضِلُّ بها من تشاءُ وتهدي من تشاءُ أنت وَلِيُّنا فاغْفِرْ لنا وارْحَمْنا وأنت خير الغافرين}؛ أي: أنت خير من غفر، وأولى من رحم، وأكرم من أعطى وتفضَّل، فكأنَّ موسى عليه الصلاة والسلام قال: المقصود يا ربِّ بالقصد الأول لنا كلّنا، هو التزام طاعتك والإيمان بك، وأن من حَضَرَه عقله ورشده وتمَّ على ما وهبته من التوفيق؛ فإنه لم يزل مستقيماً، وأما من ضَعُفَ عقلُه وسَفِه رأيُهُ وصرفته الفتنة؛ فهو الذي فعل ما فعل لذينك السببين، ومع هذا؛ فأنت أرحم الراحمين وخير الغافرين؛ فاغفر لنا وارحمنا! فأجاب الله سؤاله، وأحياهم من بعد موتهم، وغفر لهم ذنوبهم.
155. İsrailoğulları tevbe edip de akıllarını başlarına alarak doğruya dönünce
“Mûsâ tayin ettiğimiz vakit için kavminden” onların en seçkinlerinden, Rablerinin huzurunda kavimleri için özür beyan etmek maksadı ile
“yetmiş adam seçti.” Allah, onlara Mûsâ ile birlikte huzura gelecekleri bir vakit tayin etmişti.
Bu vakitte huzura geldiklerinde: “Ey Mûsâ, bize açıkça Allah’ı göster” (en-Nisa, 4/153) diyerek Allah’a karşı olmadık bir cüretkârlık gösterdiler ve oldukça saygısızca bir tutum takındılar. Bunun üzerine
“onları o müthiş sarsıntı tutunca” onlar da baygın düştüler ve öldüler. Mûsâ aleyhisselam da Yüce Allah’a yalvarıp niyaz ederek
“dedi ki: Rabbim, eğer dileseydin onları da beni de daha önce” Buraya gelip de kavimleri adına mazeret beyan edecekleri bu halden önce
“helak ederdin.” Onlar buraya gelip bu dilekte bulunmakla zalimlerden oldular. Şimdi
“İçimizdeki birtakım kıt akıllıların” zayıf akıllıların, aklı ermezlerin
“işledikleri yüzünden bizi de mi helak edeceksin?”
Mûsâ, Yüce Allah’a yalvarıp yakardı. Allah’a karşı cüretkârlık gösterenlerin olgun akıl sahibi kimseler olmadıklarını, akıllarının kendilerini söylediklerinden ve yaptıklarından alıkoymaya yeterli olmadığını,
insanın karşı karşıya kalabileceği bir fitne ile onların da karşı karşıya kaldıklarını ve böyle bir fitne halinde insanın dininin dahi gideceğinden korkulacağını belirterek özür beyan etti ve şöyle dedi: “Zaten o (düştükleri fitne de) ancak senin bir imtihanındır ki Sen onunla dilediğini saptırır, dilediğini de hidâyete erdirirsin. Sen bizim Mevlamızsın, o halde bizi bağışla ve bize merhamet buyur. Sen bağışlayanların en hayırlısısın.” Sen bağışlayanların en hayırlısı, merhametlilerin en yakını, verip de ihsanda bulunanların en kerimi, en cömerdisin.
Mûsâ aleyhisselam sanki şöyle demek istemişti: Rabbim, hepimizin öncelikli maksadımız sana itaatten ayrılmamak ve sana iman etmektir. Aklı başında, fikri yerinde olup kendisine tam bir muvaffakiyet ihsan ettiğin kimseler, dosdoğru yoldan ayrılmadılar. Aklı zayıflayıp bozuk bir görüşe sahip olan ve fitneye kapılanlar ise işte bu kötü işleri yapanlar onlardır ve onlar da bunu bu iki sebepten
(akıl zayıflığı ve fitneye düşme) dolayısıyla yaptılar. Buna rağmen sen, merhametlilerin en merhametlisi, mağfiret edenlerin en hayırlısısın. O halde bize mağfiret buyur ve bize rahmetini ihsan et!
Yüce Allah da Mûsâ’nın dileğini kabul ederek ölümlerinden sonra onları diriltti ve günahlarını da bağışladı.
#
{156} وقال موسى في تمام دعائه: {واكتبْ لنا في هذه الدنيا حسنةً}: من علم نافع ورزق واسع وعمل صالح، {وفي الآخرة}: حسنة، وهي ما أعد الله لأوليائه الصالحين من الثواب. {إنَّا هُدْنا إليك}؛ أي: رجعنا مقرِّين بتقصيرنا منيبين في جميع أمورنا، {قال} الله تعالى: {عذابي أصيبُ به من أشاءُ}: ممَّن كان شقيًّا متعرضاً لأسبابه، {ورحمتي وسعتْ كلَّ شيء}: من العالم العلويِّ والسفليِّ؛ البر والفاجر، المؤمن والكافر؛ فلا مخلوق إلا وقد وصلت إليه رحمة الله وغمره فضله وإحسانه، ولكن الرحمة الخاصة المقتضية لسعادة الدنيا والآخرة ليست لكل أحد، ولهذا قال عنها: {فسأكتُبها للذين يتَّقون}: المعاصي صغارها وكبارها، {ويؤتون الزَّكاة}: الواجبة مستحقيها، {والذين هم بآياتنا يؤمنون}.
156.
Mûsâ aleyhisselam duasının devamında şöyle dedi: “Bize hem bu dünyada” faydalı ilim, geniş rızık ve salih amel gibi güzellikler
“hem de âhirette iyilik” Yüce Allah’ın salih dostlarına hazırlamış olduğu mükâfatı
“yaz. Biz sana döndük” kusurlu olduğumuzu ikrar ederek sana döndük ve bütün işlerimizde sana yöneldik.
“Allah buyurdu ki: Ben kimi dilersem onu azabıma uğratırım.” Azabı gerektiren sebepleri işleyerek bedbaht olan kimseleri azabıma duçar ederim.
“Rahmetim ise her şeyi” ulvi ve süfli alemi, iyiyi ve kötüyü, mü’mini ve kâfiri
“kuşatmıştır.” Allah’ın rahmeti kendisine ulaşmayan, O’nun lütuf ve ihsanına dalmamış hiçbir mahluk yoktur. Fakat dünya ve âhiretin mutluluğunu gerektiren özel rahmet ise herkese verilmez. Bundan dolayı Yüce Allah,
bu özel rahmeti hakkında şöyle buyurmaktadır:
“Ben onu” küçüğü ile büyüğü ile günahlardan “sakınanlara”, farz olan
“zekâtı” hak sahiplerine “verenlere, bir de âyetlerimize iman edenlere yazacağım.”
#
{157} ومن تمام الإيمان بآيات الله معرفة معناها والعمل بمقتضاها، ومن ذلك اتباع النبي - صلى الله عليه وسلم - ظاهراً وباطناً في أصول الدين وفروعه: {الذين يتَّبِعون الرسول النبيَّ الأميَّ}: احترازٌ عن سائر الأنبياء؛ فإن المقصود بهذا محمد بن عبد الله بن عبد المطلب والسياق في أحوال بني إسرائيل، وأن الإيمان بالنبيِّ محمد - صلى الله عليه وسلم - شرطٌ في دخولهم في الإيمان، وأن المؤمنين به المتَّبعين هم أهل الرحمة المطلقة التي كتبها الله لهم، ووصفه بالأمي لأنَّه من العرب الأمة الأميَّة التي لا تقرأ ولا تكتب وليس عندها قبل القرآن كتاب. {الذي يجِدونَهُ مكتوباً عندَهم في التوراة والإنجيل}: باسمه وصفته التي من أعظمها وأجلِّها ما يدعو إليه وينهى عنه، وأنه {يأمُرُهم بالمعروف}: وهو كل ما عُرِفَ حسنُهُ وصلاحه ونفعه. {وينهاهم عن المنكر}: وهو كلُّ ما عرف قبحه في العقول والفطر، فيأمرهم بالصلاة والزكاة والصوم والحج وصلة الأرحام وبر الوالدين والإحسان إلى الجار والمملوك وبذل النفع لسائر الخلق والصدق والعفاف والبر والنصيحة وما أشبه ذلك، وينهى عن الشرك بالله وقتل النفوس بغير حق والزِّنا وشرب ما يسكر العقل والظلم لسائر الخلق والكذب والفجور ونحو ذلك؛ فأعظم دليل يدلُّ على أنه رسول الله ما دعا إليه وأمر به ونهى عنه وأحلَّه وحرَّمه؛ فإنه يُحِلُّ الطيبات: من المطاعم والمشارب والمناكح. {ويحرِّمُ عليهم الخبائث}: من المطاعم والمشارب والمناكح والأقوال والأفعال. {ويَضَعُ عنهم إصْرَهُم والأغلال التي كانت عليهم}؛ أي: ومِنْ وَصْفِهِ أنَّ دينه سهلٌ سَمْحٌ ميسَّر لا إصر فيه ولا أغلال ولا مشقات ولا تكاليف ثقال.
{فالذين آمنوا به وعزَّروه}؛ أي: عظَّموه وبجَّلوه، {ونصروه واتَّبعوا النور الذي أنزلَ معه}: وهو القرآن الذي يُستضاء به في ظلمات الشَّكِّ والجهالات، ويقتدى به إذا تعارضت المقالات. {أولئك هم المفلحون}: الظافرون بخير الدُّنيا والآخرة، والناجون من شرِّهما؛ لأنَّهم أتوا بأكبر أسباب الفلاح، وأما مَن لم يؤمنْ بهذا النبيِّ الأميِّ، ويعزِّره، وينصره، ولم يتَّبع النور الذي أنزل معه؛ فأولئك هم الخاسرون.
157. Allah’ın âyetlerinin anlamlarını bilmek ve gereklerince amel etmek de o ayetlere iman etmenin tamamlayıcı bir unsurudur. İşte dinin aslında ve fürunda, zahiren ve batinen peygambere uymak da bunun bir parçasıdır.
İşte bu nedenle devamla şöyle buyrulmaktadır: “Onlar ki yanlarında bulunan Tevrat ve İncil’de” sıfatı ve ismi ile
“yazılı buldukları, ümmi peygamber olan o Rasûle tabi olurlar.” Buradaki
“ümmi” kaydı ile diğer peygamberlerden çok özellikle Allah Rasulü vurgulanmış olmaktadır. Çünkü bundan kasıt, Abdülmuttalib’in oğlu Abdullah’ın oğlu Muhammed’dir. Bu buyrukların akışı, İsrailoğullarının durumları hakkındadır. O nedenle bu, onların imana girmeleri için Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e iman etmelrinin şart olduğunu, ona iman edip tabi olan kimselerin de Allah’ın, rahmetini kendileri için yazmış olduğu mutlak rahmete ehil kimseler olduklarını anlatmaktadır. Peygamber’in “ümmi” olmakla nitelendirilmesi de okuma yazma vasfı bulunmayan ve Kur’an-ı Kerim’den önce herhangi bir kitaba sahip olmayan ümmi ümmet olan Araplardan olması dolayısı iledir.
İşte onlar, bu peygamberin niteliklerini yanlarındaki Tevrat ve İncil’de bulmaktadırlar ki bu niteliklerin en önemlisi ve en büyüğü ise onun davet ettiği ve yasakladığı şeylerdir. Bu peygamber
“onlara iyiliği” yani güzel, faydalı ve doğru olarak bilinen her bir şeyi
“emreder, onları kötülüklerden” Akıl ve fıtrat itibari ile çirkin olduğu bilinen şeylerden
“alıkoyar.” Buna göre onlara namaz kılmayı, zekât vermeyi, oruç tutmayı, haccetmeyi, akrabalık bağlarını gözetmeyi, anne-babaya ve komşulara iyilik etmeyi, kölelere güzel muamele etmeyi, diğer insanlara karşılıksız olarak faydalı olmayı, doğru ve samimi olmayı, iffetli olmayı, iyiliği, içtenlikle öğüt vermeyi vb. iyi şeyleri emreder. Allah’a ortak koşmayı, haksız yere adam öldürmeyi, zinayı, aklı sarhoş eden her bir şeyi içmeyi, yaratılmışlara zulmetmeyi, yalanı, hayasızlığı, günahkârlığı vb. kötülükleri de yasaklar.
Onun Allah’ın peygamberi olduğunun en büyük delili, kendisine davet ettiği, yerine getirilmesini emrettiği, yasak kılındığını belirttiği, helâl ve haram olduğunu bildirdiği şeylerdir. Çünkü o peygamber “onlara” yiyecek, içecek, evlenme, söz ve davranışlardan
“temiz ve hoş şeyleri helâl, pis ve murdar şeyleri de haram kılar, üzerlerindeki ağır yükü ve zincirleri indirir.” Onun nitelikleri arasında getirdiği dinin, kolay ve müsamahakar olması da vardır. Onda ağır bir mükellefiyet, insanların zorlanacakları yükümlülükler, altından kalkılamayacak sorumluluklar yoktur.
“Ona iman edenler, onu destekleyip yüceltenler” onu tazim edenler
“ona yardım edenler ve onun beraberinde indirilen nura” yani şüphe ve bilgisizlik karanlıklarında ışığı ile aydınlanılan ve görüşler birbiri ile çeliştiğinde kendisine uyularak doğru yola ulaşılan Kur’an’a
“tâbi olanlar, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” Dünya ve âhiret hayrını elde eden, her ikisindeki kötülüklerden de kurtulan kimselerdir. Çünkü bunlar kurtuluşun en büyük ve önemli sebeplerini gerçekleştirmiş kimselerdir. Bu ümmi peygambere iman etmeyip onu gereği gibi yüceltmeyen, ona yardım etmeyen, onunla birlikte indirilen nura uymayan kimseler ise hüsrana uğrayanların ta kendileridir.
#
{158} ولما دعا أهل التوراة من بني إسرائيل إلى اتباعه، وكان ربما توهَّم متوهِّم أن الحكم مقصورٌ عليهم، أتى بما يدلُّ على العموم، فقال: {قلْ يا أيُّها الناس إني رسولُ الله إليكم جميعاً}؛ أي: عربيّكم وعجميّكم، أهل الكتاب منكم وغيرهم، {الذي له ملكُ السموات والأرض}: يتصرَّف فيهما بأحكامه الكونيَّة والتدابير السلطانيَّة وبأحكامه الشرعيَّة الدينيَّة، التي من جملتها أن أرسل إليكم رسولاً عظيماً يدعوكم إلى الله وإلى دار كرامته، ويحذِّركم من كلِّ ما يباعدكم منه ومن دار كرامته. {لا إله إلاَّ هو}؛ أي: لا معبود بحقٍّ إلا الله وحده لا شريك له، ولا تُعْرَفُ عبادته إلا من طريق رسله. {يحيي ويميتُ}؛ أي: من جملة تدابيره الإحياء والإماتة، التي لا يشاركه فيها أحدٌ، التي جعل الله الموت جسراً ومعبراً، يُعبَرُ منه إلى دار البقاء التي من آمن بها صدَّق الرسول محمداً - صلى الله عليه وسلم - قطعاً. {فآمنوا بالله ورسولِهِ النبيِّ الأميِّ}: إيماناً في القلب متضمناً لأعمال القلوب والجوارح، {الذي يؤمِنُ بالله وكلماته}؛ أي: آمنوا بهذا الرسول المستقيم في عقائده وأعماله، {واتَّبِعوه لعلكم تهتدونَ}: في مصالِحِكم الدينيَّة والدنيويَّة؛ فإنكم إذا لم تتَّبعوه؛ ضللتم ضلالاً بعيداً.
158. Yüce Allah Tevrat’a
[ve İncil’e] inanan İsrailoğulları’nı Peygamber’e uymaya davet ettikten sonra herhangi bir kimsenin bu davetin,
yalnızca İsrailoğulları’na has olduğu kanaatine sahip olması ihtimaline karşı bu davetin umumi olduğunu ifade etmek üzere şöyle buyurmaktadır: “De ki: Ey insanlar! Şüphesiz ben göklerin ve yerin egemenliği kendisinin olan” onlarda hem kevnî ahkamı, mutlak egemenliğinin tecellisi ve tedbirleri ile hem de dinî ve şer’î hükümleri ile -ki sizi Allah’a, O’nun lütuf ve ihsan yurduna çağıran, Allah’tan ve O’nun lütuf ve ihsan yurdundan uzaklaştıran her şeyden de sakındıran yüce bir peygamber göndermesi de bunlardan biridir- istediği gibi tasarrufta bulunan;
“kendisinden başka hiçbir (hak) ilah” hak mabud
“bulunmayan,” hiçbir ortağı söz konusu olmaksızın yalnızca kendisine ibadet edilmesi gereken ve O’na ibadetin şekli ancak gönderdiği peygamberler yolu ile bilinen;
“dirilten ve öldüren” ilâhi tedbirleri arasında hiçbir kimsenin kendisine ortak bulunmadığı öldürme ve diriltme fiilleri de bulunan -ki Yüce Allah ölümü, insan için bir köprü ve geçit kılmıştır. İnsan bu köprüden ebedilik yurduna geçer. Buna iman eden bir kimse de kat’i olarak Allah’ın Rasûlü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i de tasdik eder-
“Allah’ın sizin hepinize” Arabınıza, Arab olmayanınıza, aranızda Kitap Ehli olanlara da olmayanlara da
“gönderdiği peygamberiyim.”
“O halde hem Allah’a hem de O’na ve O’nun sözlerine iman eden ve ümmi bir peygamber olan Rasûlü’ne iman edin.” Kalbin ve azaların amellerini içeren bir iman ile kalpten inanın. İşte akîdesi ile amelleri ile dosdoğru yol üzerinde bulunan bu peygambere iman edin
“ve ona uyun ki” dünyevî ve dinî menfaatleriniz hakkında
“doğru yolu bulasınız.” Çünkü sizler, ona uymayacak olursanız haktan alabildiğine uzak düşüp sapıtırsınız.
#
{159} {ومن قوم موسى أمَّةٌ}؛ أي: جماعة، {يهدون بالحقِّ وبه يعدِلونَ}؛ أي: يهدون [به] الناس في تعليمهم إياهم وفتواهم لهم، ويعدِلون به بينهم في الحكم بينهم قضاياهم؛ كما قال تعالى: {وَجَعَلْناهم أئمةً يهدون بأمرِنا لما صبروا وكانوا بآياتنا يوقنون}.
وفي هذا فضيلةٌ لأمة موسى عليه الصلاة والسلام، وأنَّ الله تعالى جعل منهم هُداةً يهدون بأمره. وكأنَّ الإتيان بهذه الآية الكريمة فيه نوعُ احتراز مما تقدَّم؛ فإنه تعالى ذكر فيما تقدَّم جملةً من معايب بني إسرائيل المنافية للكمال المناقضة للهداية، فربما توهَّم متوهِّم أن هذا يعمُّ جميعهم، فذكر تعالى أن منهم طائفة مستقيمة هادية مهدية.
159.
“Mûsâ’nın kavminden de hakka yönlendiren ve o hak gereğince adaletle hükmeden” insanlara hakkı öğreten, bu doğrultuda fetva verip aralarındaki meselelerde hükmeden, o hak gereğince adaleti sağlayan
“bir topluluk” bir kesim, bir cemaat
“vardır.” Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Ve onlardan sabrettikleri zaman bizim emrimizle hidâyete erdiren önderler kıldık. Onlar âyetlerimize kesinkes inanıyorlardı.” (es-Secde, 32/24) Bu da Mûsâ’nın ümmetinin faziletini ve Yüce Allah’ın onlar arasından emri ile hidâyete ileten hidâyet önderleri var ettiğini göstermektedir.
Bu âyet-i kerime ile bir bakıma daha önce sözü edilen gruplardan farklı bir kesimin varlığına işaret edilmektedir. Çünkü Yüce Allah, bundan önce İsrailoğullarının kemale aykırı, hidâyet ile çelişen birtakım kusurlarını söz konusu etmişti. Belki bazı kimseler bu kusurların, onların hepsinin genel bir özelliği olduğu vehmine kapılabilirdi. Bu yüzden Yüce Allah, burada aralarından dosdoğru yolda yürüyen, hidâyet üzere bulunan ve hidâyete ileten bir kesimin bulunduğunu söz konusu etmektedir.
#
{160} {وقطَّعناهم}؛ أي: قسَّمناهم {اثنتي عشرة أسباطاً أمماً}؛ أي: اثنتي عشرة قبيلةً متعارفةً متوالفةً، كل بني رجل من أولاد يعقوب قبيلة، {وأوحينا إلى موسى إذِ استسقاه قومُهُ}؛ أي: طلبوا منه أن يدعو الله تعالى أن يسقيهم ماء يشربون منه وتشرب منه مواشيهم، وذلك لأنَّهم ـ والله أعلم ـ في محلٍّ قليل الماء، فأوحى الله لموسى إجابة لِطلبَتِهِم: {أنِ اضربْ بعصاك الحجرَ}: يُحتمل أنه حجرٌ معيَّن، ويُحتمل أنه اسم جنس يشمل أي حجر كان، فضربه، {فانبَجَستْ}؛ أي: انفجرت من ذلك الحجر {اثنتا عشرة عيناً}: جارية سارحة، {قد علم كلُّ أناس مشرَبَهم}؛ أي: قد قسم على كل قبيلة من تلك القبائل الاثنتي عشرة، وجعل لكلٍّ منهم عيناً، فعلموها، واطمأنُّوا واستراحوا من التعب والمزاحمة، وهذا من تمام نعمة الله عليهم، {وظلَّلْنا عليهم الغمام}: فكان يستُرهم من حرِّ الشمس، {وأنزلنا عليهم المنَّ}: وهو الحلوى، {والسَّلوى}: وهو لحم طير من أحسن أنواع الطيور وألذِّها، فجمع الله لهم بين الظلال والشراب والطعام الطيب من الحلوى واللحوم على وجه الراحة والطمأنينة، وقيل لهم: {كلوا من طيِّبات ما رَزَقْناكم وما ظلمونا}: حين لم يشكُروا الله ولم يقوموا بما أوجب الله عليهم. {ولكن كانوا أنفسَهم يظلمونَ}: حيث فوَّتوها كلَّ خير وعرَّضوها للشرِّ والنقمة، وهذا كان مدة لبثهم في التيه.
160.
“Biz onları (Yakub’un) oğulları (sayısınca)” Birbiri ile tanışan, birbiri ile kaynaşan ve her biri Yakub’un oğullarından birinin soyundan gelen
“on iki kabileye ayırdık.”
“Kavmi ondan su istediği zaman” Kavmi ondan Yüce Allah’a, hem kendilerinin hem de davarlarının içecekleri bir su ihsan etmesi için Allah’a dua etmesini istediler. Çünkü -doğrusunu en iyi Allah bilir ama- suyu az olan bir yerde bulunuyorlardı. Yüce Allah da Mûsâ’ya ilettikleri taleplerini kabul ederek
“Mûsâ’ya: Asanla taşa vur, diye vahyettik.” Bunun belli bir taş olma ihtimali olduğu gibi herhangi bir taş anlamında cins ismi olma ihtimali de vardır. O da asasını taşa vurunca
“ondan on iki pınar fışkırdı. Her bir insan topluluğu kendi su alacakları yeri bilmekteydi.” Yani bu kabilelerden her bir kabileye bu su yerini belirleyip paylaştırdı. Onların her birisine hususi bir pınar ayırdı. Onların her biri de bunu belledi, böylelikle yorulmaktan ve izdihamdan yana rahata kavuştular. Bu da Yüce Allah’ın, üzerlerindeki nimetinin mükemmelliğini göstermektedir.
“Onları üzerlerinden bulutla gölgelendirdik.” Bu bulut güneş sıcağına karşı onları koruyordu.
“Onlara menn” yani kudret helvası
“ve selva” yani eti en lezzetli ve en güzel kuş türlerinden bir kuş olan bıldırcın “indirdik” Böylelikle Yüce Allah onları hem gölgelendirmiş oldu, hem içecek ihtiyaçlarını karşıladı, hem de et ve tatlı türünden güzel yiyecekler verdi. Bunları da huzur içinde ve rahatça elde ediyorlardı.
Onlara: “Size verdiğimiz temiz ve hoş rızıktan yiyin” dendi. Ancak
“onlar” Allah’a şükretmeyerek, Allah’ın kendilerine farz kıldığı görevleri yerine getirmemek sureti ile “bize zulmetmediler; fakat kendi kendilerine zulmediyorlardı.” Çünkü bu suretle kendilerini her türlü hayırdan mahrum edip kötülük ve intikama maruz bıraktılar. Bunlar, onların Tih’te kaldıkları zaman zarfında olmuş şeylerdi.
#
{161} {وإذ قيلَ لهم اسكنوا هذه القريةَ}؛ أي: ادخلوها لتكون وطناً لكم ومسكناً، وهي إيلياء، {وكلوا منها حيث شئتُم}؛ أي: قرية كانت كثيرة الأشجار غزيرة الثمار رغيدة العيش؛ فلذلك أمرهم الله أن يأكلوا منها حيث شاؤوا، {وقولوا}: حين تدخلون الباب: {حِطَّةٌ}؛ أي: احطُطْ عنَّا خطايانا واعفُ عنا، {وادخُلوا الباب سجَّداً}؛ أي خاضعين لربكم مستكينين لعزَّته شاكرين لنعمته؛ فأمرهم بالخضوع وسؤال المغفرة، ووعدهم على ذلك مغفرة ذنوبهم والثواب العاجل والآجل، فقال: {نغفر لكم خطيئاتِكُم سنزيدُ المحسنينَ}: من خير الدنيا والآخرة.
161.
“Bir zaman onlara: Şu şehire yerleşin.” Yani Îlîya
(Kudüs’e) sizin için bir vatan ve bir mesken olmak üzere girin.
“Orada dilediğiniz yerden yeyin.” Yani orası ağaçları çok, mahsulleri oldukça bol, geçimi rahat bir şehirdi. Bu yüzden Yüce Allah diledikleri yerden yemelerini emretti. Kapıdan girdikleri vakit de
“Hıtta!” Yani günahlarımızı dök ve bizi affet! “deyin” diye emir verdi.
“ve kapısından da secde ederek” Rabbinize tevazu ile eğilerek, O’nun izzeti önünde boyun bükerek, nimetlerine şükrederek
“girin!” Yüce Allah böylelikle onlara itaatle boyun eğmeyi ve Allah’tan mağfiret dilemeyi emretti, böyle yaptıkları takdirde de günahlarının bağışlanacağını, dünyada da âhirette de onları mükâfatlandıracağını belirterek şöyle buyurdu: “ki günahlarınızı bağışlayalım. Biz ihsan sahiplerine daha da artıracağız.” Dünya ve âhiret hayırlarından daha fazlasını vereceğiz. Ancak onlar bu ilâhi emre uymadılar, aksine muhalefet ettiler.
#
{162} فلم يمتثلوا هذا الأمر الإلهيَّ، بل بدَّل الذين ظلموا منهم؛ أي: عصوا الله واستهانوا بأمره {قولاً غير الذي قيل لهم}: فقالوا بدل طلب المغفرة وقولهم حطة: حبَّة في شعيرة، وإذا بدلوا القول مع يسره وسهولته؛ فتبديلهم للفعل من باب أولى، ولهذا دخلوا يزحفون على أَسْتَاهِهم، {فأرسلنا عليهم}: حين خالفوا أمر الله وعَصَوْه {رِجزاً من السماء}؛ أي: عذاباً شديداً إما الطاعون وإما غيره من العقوبات السماويَّة، وما ظلمهم الله بعقابه، وإنَّما كان ذلك {بما كانوا يظلمونَ}.
162.
“Fakat içlerinden o zulmedenler” Allah’a isyan edip emrini önemsemeyenler
“kendilerine söyleneni başka bir sözle değiştirdiler.” Mağfiret dileyip
“Hıtta!” demek yerine “hınta/buğday içerisinde bir habbe/tane”, diye
(ses benzerliği verecek şekilde) söylediler. Söylenmesi kolay olduğu halde sözde değişiklik yapanlar, emrolundukları fiilde elbette ki değişiklik yaparlar. Bundan dolayı
(secde etmek yerine) kıçları üzerinde sürünerek girdiler.
“Biz de zulümlerinden dolayı üzerlerine gökten bir azab indirdik.” Allah’ın emrine muhalefet edip ona isyan etmeleri üzerine onlara çetin bir azap gönderdik. Bu azap ya taundur ya da ondan başka semavî cezalardan bir cezadır. Ancak onları cezalandırmakla Allah onlara zulmetmedi. Çünkü onların bu yaptıkları
“zulümlerinden dolayı” olmuştu.
#
{163} {واسْألْهُم}؛ أي: اسأل بني إسرائيل {عن القرية التي كانت حاضرةَ البحر}؛ أي: على ساحله في حال تعدِّيهم وعقاب الله إيَّاهم، {إذ يَعْدونَ في السبتِ}: وكان الله تعالى قد أمرهم أن يعظِّموه ويحترموه ولا يصيدوا فيه صيداً، فابتلاهُم الله وامتحنهم، فكانت الحيتان تأتيهم يومَ سبتهم شُرَّعاً؛ أي: كثيرة طافية على وجه البحر. {ويوم لا يَسْبِتونَ}؛ أي: إذا ذهب يوم السبت {لا تأتيهم}؛ أي: تذهب في البحر فلا يرون منها شيئاً. {كذلك نبلوهُم بما كانوا يفسُقون}: ففسقُهم هو الذي أوجب أن يبتلِيَهم الله وأن تكون لهم هذه المحنة، وإلاَّ؛ فلو لم يفسُقوا؛ لعافاهم الله، ولما عرَّضهم للبلاء والشرِّ.
163.
“Onlara” yani İsrailoğulları’na “deniz kıyısındaki o kasabanın durumunu sor!” Yani deniz kıyısındaki haddi aşan ve Allah’ın kendilerini cezalandırdığı o kasabanın halini sor.
“Hani onlar cumartesi gününde haddi aşıyorlardı.” Yüce Allah ise bu günü tazim etmelerini, ona gereken saygıyı göstermelerini ve o günde avlanmamalarını emretmişti. Allah onları bu şekilde sınayıp imtihan etti.
“Zira tatil yaptıkları (Cumartesi) günlerinde balıkları akın akın” suyun yüzeyine çıkmış halde ve çok miktarda
“onlara geliyor, tatil yapmadıkları” yani Cumartesi gününün geçmesinden sonraki
“(diğer) günlerde ise gelmiyordu.” Yani balıklar denizin derinliklerine gidiyor ve balık diye birşey görmüyorlardı.
“İşte biz itaatten çıktıklarından dolayı kendilerini böylece imtihan ediyorduk.” Onların itaatten çıkışları
(fasıklıkları), Allah’ın kendilerini imtihan etmelerine sebep olmuş, böyle bir sınamayla karşı karşıya gelmelerini gerektirmişti. Yoksa onlar fasıklık etmemiş olsalardı Allah, onları afiyette kılar, belaya ve kötülüğe maruz bırakmazdı.
Onlar avlanmak için hileye başvurdular. Şöyle ki balıklar için çukurlar kazıp oraya ağlarını gerdiler. Cumartesi günü olunca balıklar bu çukurlara düşüyor ve ağlara takılıyordu. Ancak onlar o gün bu balıkları almıyor, pazar günü oldu mu alıyorlardı.
Bu iş aralarında çoğalıp yaygınlaşınca üç gruba ayrıldılar: Onların büyük bir bölümü haddi aştı ve yasağı çiğneme cüretini gösterdi. Üstelik bunu açıktan açığa yaptı. Bir bölümü onlara bu işten vazgeçmelerini söylediler ve onların yaptıklarını açıkça reddettiler. Bir diğer kesim ise
(bu yasağı çiğnememekle birlikte) ikinci grubun haddi aşanlara karşı çıkışı ve vazgeçmeleri yönündeki uyarıyı yeterli buldular.
#
{164} فتحيلوا على الصيد، فكانوا يحفرون لها حفراً، وينصبون لها الشباك؛ فإذا جاءت يوم السبت ووقعت في تلك الحفر والشِّباك؛ لم يأخذوها في ذلك اليوم؛ فإذا جاء يوم الأحد؛ أخذوها، وكثر فيهم ذلك، وانقسموا ثلاث فرق: معظمهم اعتَدَوا وتجرَّؤوا وأعلنوا بذلك. وفرقةٌ أعلنت بنهيهم والإنكار عليهم. وفرقةٌ اكتفتْ بإنكار أولئك عليهم ونهيهم لهم وقالوا: {لم تَعِظونَ قوماً اللهُ مهلِكُهم أو معذِّبهم عذاباً شديداً}: كأنَّهم يقولون: لا فائدة في وعظ مَن اقتحم محارم الله ولم يُصْغِ للنصيح بل استمرَّ على اعتدائه وطغيانه؛ فإنه لا بد أن يعاقبهم الله إما بهلاك أو عذاب شديد. فقال الواعظون: نعظهم وننهاهم {معذرةً إلى ربِّكم}؛ أي: لنُعْذَرَ فيهم، {ولعلَّهم يتَّقون}؛ أي: يتركون ما هم فيه من المعصية؛ فلا نيأس من هدايتهم؛ فربَّما نجع فيهم الوعظ وأثر فيهم اللوم، وهذا المقصود الأعظم من إنكار المنكر؛ ليكون معذرة وإقامة حجةٍ على المأمور المنهي، ولعل الله أن يهديه فيعمل بمقتضى ذلك الأمر والنهي.
164.
“Hani içlerinden bir topluluk” Yani zikri geçen son grup
“Allah’ın kendilerini helak edeceği veya onlara çetin bir azapla azap edeceği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz ki?” demişti” Onlar bu sözleri ile şunu demek istiyorlardı:
“Allah’ın yasak kıldığı haramları çiğneyen ve verilen öğütlere kulak asmayan, aksine haddi aşmaya ve azgınlığa devam eden kimselere öğüt vermenin faydası yoktur. Böylelerini Yüce Allah ya helak edecek yahut da çetin bir azab ile mutlaka cezalandıracaktır.” Ancak öğüt verenler şöyle dediler: Bizim öğüt verip onları bu işten alıkoymak isteyişimiz
“Rabbinize karşı bir mazeret olsun” bu hususta mazur görülelim
“ve belki onlar da sakınırlar diye”dir. Yani olur ki işlemekte oldukları bu masiyetleri terk ederler. Biz onların hidâyet bulacaklarından ümid kesmiyoruz. Belki verilen öğüt başarıya ulaşır ve bu kınayışımızın üzerlerinde etkisi görülür.
İşte kötülüğe karşı çıkmanın en büyük maksadı budur: Allah’a karşı bir mazeret teşkil etmesi, kendilerine emir verilen ve kötülüklerden vazgeçmeleri istenen kimselere karşı da delilin ortaya konması, bir de Allah’ın o kimselere hidâyet vermesinin, böylece bu emir ve alıkoyma gereğince amelde bulunmalarının ümit edilmesi.
#
{165} {فلما نسوا ما ذُكِّروا به}؛ أي: تركوا ما ذُكِّروا به واستمروا على غَيِّهم واعتدائهم، {أنْجَيْنا الذين ينهون عن السوء}: وهكذا سنة الله في عباده أن العقوبة إذا نزلت نجا منها الآمرون بالمعروف والناهون عن المنكر، {وأخذنا الذين ظلموا}: وهم الذين اعتدَوْا في السبت {بعذابٍ بئيس}؛ أي: شديد {بما كانوا يفسُقون}.
وأما الفرقة الأخرى التي قالت للناهين: لم تعِظون قوماً الله مهلكهم؛ فاختلف المفسرون في نجاتِهِم وهلاكهم، والظاهرُ أنهم كانوا من الناجين؛ لأنَّ الله خصَّ الهلاك بالظالمين، وهو لم يذكر أنهم ظالمون، فدلَّ على أن العقوبة خاصَّة بالمعتدين في السبت، ولأنَّ الأمر بالمعروف والنهي عن المنكر فرضُ كفاية إذا قام به البعض سقط عن الآخرين؛ فاكتفوا بإنكار أولئك، ولأنهم أنكروا عليهم بقولهم: {لم تَعِظونَ قوماً الله مهلِكُهم أو معذِّبهم عذاباً شديداً}: فأبدَوْا من غضبهم عليهم ما يقتضي أنَّهم كارهون أشدَّ الكراهة لفعلهم، وأنَّ الله سيعاقبهم أشدَّ العقوبة.
165.
“Onlar kendilerine verilen öğütleri unutunca” kendilerine yapılan uyarıları göz ardı edip azgınlıklarını ve haddi aşmalarını sürdürünce
“Biz, kötülükten alıkoyanları kurtardık” Allah’ın, kulları hakkında uygulayageldiği sünneti/kanunu budur. Ceza geldi mi iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar o cezadan kurtulurlar.
“Zulmedenleri” Cumartesi gününde haddi aşanları
“itaatten çıktıklarından dolayı şiddetli bir azapla yakaladık.”
Öğüt veren gruba:
“Allah’ın kendilerini helak edeceği... bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz ki?” diyen kesime gelince, müfessirler bunların kurtulmaları ya da helak edilmeleri hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Ancak anlaşılan o ki onlar da kurtulanlar arasındadır. Çünkü Yüce Allah özellikle zalimleri helak etmiştir. Bunların ise zalimlerden olduğuna dair bir şey zikretmemiştir. Bu da cezanın özel olarak Cumartesi gününde haddi aşanlara has olduğuna delildir. Diğer taraftan iyiliği emredip kötülükten alıkoymak farz-ı kifayedir. Bir bölüm bu işi yerine getirdi mi diğerlerinden düşer. Bu yüzden onlar diğerlerinin bu kötülüğe karşı tepki göstermeleri ile yetinmişlerdi.
Ayrıca o kötülüğü işleyenlere: “Allah’ın kendilerini helak edeceği veya onlara çetin bir azapla azap edeceği bir kavme ne diye öğüt veriyorsunuz ki?” sözleri ile tepkilerini de dile getirmişler ve onlara olan öfkelerini açığa vurmuşlardı. Bu da onların, bu yasağı çiğneyenlerin yaptıklarını hiçbir şekilde hoş karşılamadıklarını göstermekte ve Yüce Allah’ın bu yasağı çiğneyenleri en ağır bir şekilde cezalandıracağını ifade ettiklerini göstermektedir.
#
{166} {فلما عَتَوْا عما نُهوا عنه}؛ أي: قسوا فلم يلينوا ولا اتَّعظوا، {قلنا لهم} قولاً قدريًّا: {كونوا قردةً خاسئين}: فانقلبوا بإذن الله قردةً وأبعدهم الله من رحمته.
166.
“Böylece onlar kibirlenip kendilerine yasak kılınanları yapmakta ısrar edince” kalpleri yumuşamak yerine katılaşıp ögüt almaz hale gelince
“onlara” kevni/kaderi bir emir olarak “Aşağılık maymunlar olun!, dedik.” Böylece Allah’ın dilemesi ile maymun oluverdiler. Allah da onları rahmetinden uzaklaştırdı.
Daha sonra Yüce Allah onlardan geriye kalanlar üzerine zillet ve horluk damgasının vurulmuş olduğunu söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{167} ثم ذكر ضَرْبَ الذلة والصغار على من بقي منهم، فقال: {وإذ تأذَّنَ ربُّك}؛ أي: أعلم إعلاماً صريحاً، {ليبعثنَّ عليهم إلى يوم القيامة من يسومُهم سوء العذاب}؛ أي: يهينُهم ويذلُّهم، {إنَّ ربَّك لسريع العقاب}: لمن عصاه، حتى إنه يعجِّل له العقوبة في الدنيا. {وإنَّه لغفورٌ رحيم}: لمن تاب إليه وأناب؛ يغفر له الذُّنوب، ويستُر عليه العيوب، ويرحمه بأن يتقبَّل منه الطاعات ويثيبه عليها بأنواع المثوبات، وقد فعل الله بهم ما وعدهم به؛ فلا يزالون في ذلٍّ وإهانة، تحت حكم غيرهم، لا تقوم لهم رايةٌ ولا ينصر لهم عَلَمٌ.
167.
“O vakit Rabbin, Kıyamet gününe kadar kendilerine kesinlikle en kötü azabı tattıracak” onları hakir ve zelil düşürecek
“kimseleri onların üzerine göndereceğini bildirdi” bunu ilan etti, açık açık haber verdi.
“Şüphe yok ki Rabbin” kendisine karşı isyan edenlere
“cezayı çabucak verendir.” O kadar ki onu dünyada dahi cezalandırır
“ve şüphesiz O,” tevbe edip kendisine dönenlere
“Ğafurdur, Rahimdir.” Günahları bağışlar, kusurları örter ve böyle bir kimsenin itatlerini kabul etmek, çeşitli şekillerde de onu mükâfaatlandırmak sureti ile ona merhamet buyurur.
Yüce Allah yaptığı bu tehdidi yerine getirmiştir. Onlar, sürekli olarak başkalarının yönetimi altında, zillet ve horluk içinde olmaya devam etmektedirler. Hiçbir zaman bir sancakları yükselmez ve hiçbir zaman bayrakları zafer yüzü görmez.
#
{168} {وقطَّعناهم في الأرض أمماً}؛ أي: فرَّقناهم ومزَّقناهم في الأرض بعدما كانوا مجتمعين، {منهم الصالحون}: القائمون بحقوق الله وحقوق عباده، {ومنهم دون ذلك}؛ أي: دون الصلاح: إما مقتصدون، وإما الظالمون لأنفسهم. {وبَلَوْناهم}: على عادتنا وسنَّتنا {بالحسنات والسيئات}؛ أي: باليُسْر والعُسْر، {لعلَّهم يرجِعون}: عما هم عليه مقيمون من الرَّدى، ويراجعون ما خُلقوا له من الهدى، فلم يزالوا بين صالح وطالح ومقتصدٍ.
168.
“Onları topluluklar halinde yeryüzünde dağıttık.” Önceleri bir arada ve toplu bir halde bulunuyorlarken onları dağıtıp yeryüzüne saçtık.
“Onların içinde” Allah’ın haklarını ve kullarının haklarını yerine getiren
“salihler olduğu gibi bundan aşağıda olanlar” Salihlik mertebesinden daha aşağıda, ya orta halli yahut da kendilerine zulmeden kimseler de
“vardı.”
“Belki” sürdürmekte oldukları aşağılık hallerinden
“dönerler” ve asıl yaratılış sebepleri olan hidâyete yönelirler “diye de onları hem iyiliklerle” bolluk ve rahatlıkla
“hem de kötülüklerle” zorluklarla âdetimiz ve kanunumuz üzere
“imtihan ettik.” Fakat onlar hâlâ daha kimisi iyi, kimisi kötü, kimisi de orta halli olarak devam etmektedirler.
#
{169} حتى خلف {من بعدِهم خَلْفٌ}: زاد شرُّهم {ورثوا}: بعدهم {الكتابَ}: وصار المرجع فيه إليهم، وصاروا يتصرَّفون فيه بأهوائهم، وتُبْذَلُ لهم الأموال ليفْتُوا ويحكموا بغير الحقِّ، وفشت فيهم الرشوة. {يأخُذون عَرَضَ هذا الأدنى ويقولونَ}: مقرِّين بأنه ذنب وأنهم ظلمة: {سَيُغْفَرُ لنا}: وهذا قول خالٍ من الحقيقة؛ فإنه ليس استغفاراً وطلباً للمغفرة على الحقيقة؛ فلو كان ذلك؛ لندموا على ما فعلوا، وعزموا على أن لا يعودوا، ولكنهم إذا أتاهم عرضٌ آخر ورشوةٌ أخرى؛ يأخذوه، فاشتروا بآيات الله ثمناً قليلاً، واستبدلوا الذي هو أدنى بالذي هو خير! قال الله تعالى في الإنكار عليهم وبيان جراءتهم: {ألم يؤخَذْ عليهم ميثاقُ الكتاب أن لا يقولوا على الله إلا الحقَّ}: فما بالُهم يقولون عليه غير الحقِّ اتِّباعاً لأهوائهم وميلاً مع مطامعهم؟! {و} الحالُ أنهم قد {دَرَسوا ما فيه}: فليس عليهم فيه إشكالٌ، بل قد أتوا أمرهم متعمِّدين، وكانوا في أمرهم مستبصرين، وهذا أعظمُ للذنب وأشدُّ للَّوم وأشنع للعقوبة، وهذا من نقص عقولهم وسفاهة رأيهم بإيثار الحياة الدُّنيا على الآخرة، ولهذا قال: {والدارُ الآخرة خيرٌ للذين يتَّقون}: ما حرَّم الله عليهم من المآكل التي تُصاب وتؤكل رشوة على الحكم بغير ما أنزل الله وغير ذلك من أنواع المحرمات. {أفلا تعقلون}؛ أي: أفلا يكون لكم عقولٌ توازن بين ما ينبغي إيثاره وما ينبغي الإيثار عليه، وما هو أولى بالسعي إليه والتقديم له على غيره؟! فخاصيَّة العقل النظر للعواقب، وأما من نَظَرَ إلى عاجل طفيف منقطع يفوِّت نعيماً عظيماً باقياً؛ فأنَّى له العقل والرأي؟!
169.
“Onların ardından” kötülükleri daha da ileri olan
“kötü bir nesil gelip” onlardan sonra
“Kitab’a mirasçı oldu.” Kitaba dair hususlarda onlara başvurulur oldu, onlar da hevalarına göre davranmaya koyuldular. Haksız yere fetva ve hüküm versinler diye onlara çok mallar verilmeye başlandı. Böylece rüşvet aralarında alabildiğine yaygınlaştı.
“Bu değersiz (dünyanın) malını alıyorlar ve” yaptıklarının bir günah olduğunu,
kendilerinin de zalim olduğunu itiraf ederek: “Biz (nasılsa) bağışlanırız, diyorlardı.” Ancak bu sözün gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü bu, gerçek anlamı ile bir istiğfar ve bağışlanma dileği değildir. Bunun bir gerçekliği olsaydı yaptıklarına pişman olurlar ve bir daha o yaptıklarına dönmemeye karar verirlerdi. Fakat onlar, bir başka mal ve bir rüşvetle karşılaşacak olurlarsa hemen onu da alıverirlerdi. Böylelikle Allah’ın âyetlerini az bir bedele satıyorlar ve daha hayırlı olan karşılığında daha aşağılık olanı alıyorlardı.
Yüce Allah yaptıklarını reddetmek ve cüretkârlıklarını açıklamak sadedinde şöyle buyurmaktadır: “Allah’a karşı haktan başkasını söylemeyeceklerine dair kendilerinden o kitabın teminatı alınmamış mıydı?” O halde ne diye onun hakkında hevalarına uyarak ve göz diktikleri menfaatlere meylederek gerçek olmayan şeyleri söylemektedirler?
“Üstelik onda olanları da okumuşlardı!” Öyleyse bu hususta içinden çıkılamayacak bir durum yoktu. Aksine yaptıklarını kasten yapıyorlardı ve suçları bile bile işliyorlardı. Bu ise günahın daha büyük, kınamanın daha ağır, cezanın da daha vahim olmasına sebeptir. Bu tutumları, dünya hayatını âhirete tercih etmeye meyyal akıllarının eksikliği ve görüşlerinin isabetsizliğinden kaynaklanmaktadır.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Halbuki ahiret yurdu” Allah’ın indirdiğinden başkası ile hüküm verme karşılığında Allah’ın kendilerine haram kıldığı şeyleri yemekten ve verilen rüşveti almaktan, bunların dışında kalan çeşitli haramlardan
“sakınanlar için daha hayırlıdır.”
“Hâlâ akletmeyecek misiniz?” Sizin tercih edilmesi gereken şeyler ile edilmemesi gereken şeyler arasında, uğrunda çalışılması daha uygun ve başkasına göre öncelikli olan şeylerle böyle olmayanlar arasında mukayese yapacak akıllarınız yok mu? Çünkü aklın özelliği akıbete bakmak, sonu göz önünde bulundurmaktır. Bu durumda az miktarda ve geçici, buna karşılık kalıcı nimetlerin elden çıkmasına sebep olan dünyalığa bakan ve ona göz diken bir kimsenin aklı ve sağlıklı bir görüşü olduğundan söz edilebilir mi? Gerçek akıllılar,
şanı Yüce Allah’ın şu buyruğu ile nitelendirdiği kimselerdir:
#
{170} وإنما العقلاءُ حقيقة من وصفهم الله بقوله: {والذين يمسِّكونَ بالكتاب}؛ أي: يتمسَّكون به علماً وعملاً، فيعلمون ما فيه من الأحكام والأخبار التي علمها أشرف العلوم، ويعملون بما فيها من الأوامر التي هي قرة العيون وسرور القلوب وأفراح الأرواح وصلاح الدنيا والآخرة. ومن أعظم ما يجب التمسُّك به من المأمورات إقامة الصلاة ظاهراً وباطناً، ولهذا خصها بالذِّكر لفضلها وشرفها وكونها ميزان الإيمان وإقامتها داعيةٌ لإقامة غيرها من العبادات. ولما كان عملهم كلُّه إصلاحاً؛ قال تعالى: {إنَّا لا نُضيعَ أجر المصلحين}: في أقوالهم وأعمالهم ونيَّاتهم، مصلحين لأنفسهم ولغيرهم.
وهذه الآية وما أشبهها دلَّت على أنَّ الله بعث رسله عليهم الصلاة والسلام بالصلاح لا بالفساد، وبالمنافع لا بالمضار، وأنَّهم بُعِثوا بصلاح الدارين؛ فكلُّ مَن كان أصلح؛ كان أقرب إلى اتِّباعهم.
170.
“Kitab’a sımsıkı sarılanlar” yani ilim ve amel yönünden ona sıkı sıkıya yapışanlar, ilimlerin en şereflisi olan, o Kitab’daki hüküm ve haberleri bilenler, göz aydınlığı, kalp sevinci, ruh neşvesi ve dünya ile âhiretin salahına kaynaklık eden emirler gereğince de amel edenler... Zahiri/dışı ve batını/içi itibariyle namazı dosdoğru kılmak, sıkı sıkıya sarılınması gereken emirler arasında olduğundan dolayı Allah, fazileti, şerefi ve imanın ölçüsü olması nedeniyle özellikle namazı zikretmektedir. Namazın dosdoğru kılınması, diğer ibadetlerin de gereği gibi yapılmasını sağlar.
İşte böylelerinin bütün işleri ıslah olduğundan dolayı Yüce Allah: “Şüphesiz Biz ıslah edenlerin mükâfatını zayi etmeyiz” söz, davranış ve niyetlerinde hem kendileri hem de başkaları için ıslaha çalışanların mükâfatını boşa çıkarmayız, buyurmaktadır.
Bu âyet-i kerime ve benzerleri, Yüce Allah’ın peygamberleri fesat ile değil salah ile zararlı şeylerle değil faydalı şeylerle gönderdiğinin, yine bu peygamberlerin, her iki yurdu yani dünya ve âhireti de ıslah etmek maksadıyla gönderildiğinin delilidir. Bir kimse ıslaha ne kadar yakın ise onların izinden gitmeye de o kadar yakındır.
Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{171} ثم قال تعالى: {وإذ نَتَقْنا الجبل فوقَهم}: حين امتنعوا من قَبول ما في التوراة، فألزمهم الله العمل، وَنَتقَ فوق رؤوسهم الجبل، فصار فوقهم: {كأنه ظُلَّة وظنُّوا أنه واقعٌ بهم}، وقيل لهم: {خذوا ما آتيناكم بقوَّةٍ}؛ أي: بجدٍّ واجتهاد. {واذكُروا ما فيه}: دراسة ومباحثة واتصافاً بالعمل به، {لعلَّكم تتَّقون}: إذا فعلتُم ذلك.
171. Tevrat’ın içindeki hükümleri kabul etmeye yanaşmamaları üzerine Allah, onları gereğince amel etmeye mecbur edip dağı başlarının üzerine kaldırmıştı. Dağ, üstlerinde
“bir gölgelik gibi” olunca da
“başlarına düşecek sanmışlardı.” Bu sırada onlara:
“Size verdiğimizi kuvvetle” ciddiyet ve gayretle
“tutun ve onda olanı” inceleyerek, araştırarak ve gereğince amel ederek
“düşünün ki” bu sayede
“sakınasınız” denmişti.
{وَإِذْ أَخَذَ رَبُّكَ مِنْ بَنِي آدَمَ مِنْ ظُهُورِهِمْ ذُرِّيَّتَهُمْ وَأَشْهَدَهُمْ عَلَى أَنْفُسِهِمْ أَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ قَالُوا بَلَى شَهِدْنَا أَنْ تَقُولُوا يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّا كُنَّا عَنْ هَذَا غَافِلِينَ (172) أَوْ تَقُولُوا إِنَّمَا أَشْرَكَ آبَاؤُنَا مِنْ قَبْلُ وَكُنَّا ذُرِّيَّةً مِنْ بَعْدِهِمْ أَفَتُهْلِكُنَا بِمَا فَعَلَ الْمُبْطِلُونَ (173) وَكَذَلِكَ نُفَصِّلُ الْآيَاتِ وَلَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ (174)}
172- Hani Rabbin,
Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahit tutup: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (buyurmuştu).
Onlar da: “Evet, şahit olduk” demişlerdi. Bu,
kıyamet günü: “Bizim bundan haberimiz yoktu” demeyesiniz diyedir.
173-
Yahut: “Daha önce atalarımız Allah’a ortak koşmuşlardı, biz de onlardan sonra gelen bir kuşaktık (ve onlara uyduk). Şimdi o batıla saplananların işledikleri yüzünden bizi de mi helak edeceksin?” demeyesiniz diyedir.
174- İşte biz âyetleri böyle açıklıyoruz ki belki dönerler.
#
{172 ـ 173} يقول تعالى: {وإذْ أخَذَ ربُّك من بني آدمَ من ظهورهم ذُرِّيَّتهم}؛ أي: أخرج من أصلابهم ذريتهم، وجعلهم يتناسلون ويتوالدون قرناً بعد قرنٍ. {و}: حين أخرجهم من بطون أمَّهاتهم وأصلاب آبائهم، {أشهدهم على أنفسِهِم ألستُ بربِّكم}؛ أي: قرَّرهم بإثبات ربوبيَّته بما أودعه في فطرهم من الإقرار بأنه ربُّهم وخالقهم ومليكهم. قالوا: بلى؛ قد أقررنا بذلك؛ فإنَّ الله تعالى فطر عباده على الدين الحنيف القيم، فكلُّ أحدٍ فهو مفطورٌ على ذلك، ولكن الفطرة قد تُغيَّر وتُبدَّل بما يطرأ على العقول والعقائد الفاسدة ، ولهذا {قالوا بلى شَهِدْنا أن تَقولوا يوم القيامةِ إنَّا كنَّا عن هذا غافلين}؛ أي: إنما امتحنَّاكم حتى أقررتم بما تقرَّر عندكم من أنَّ الله تعالى ربُّكم؛ خشية أن تنكِروا يوم القيامة فلا تقرُّوا بشيء من ذلك، وتزعمون أن حجَّة الله ما قامت عليكم، ولا عندكم بها علم، بل أنتم غافلون عنها لاهون؛ فاليوم قد انقطعت حجَّتكم، وثبتت الحجة البالغة لله عليكم. أو تحتجون أيضاً بحجَّة أخرى، فتقولون: {إنَّما أشركَ آباؤنا من قَبْلُ وكُنَّا ذُرِّيَّةً من بعدِهم}: فحذونا حَذْوَهم، وتبعناهم في باطلهم. {أفتهلِكُنا بما فعل المبطلون}؟ فقد أودع الله في فطركم ما يدلُّكم على أن ما مع آبائكم باطلٌ، وأنَّ الحقَّ ما جاءت به الرسل، وهذا يقاوم ما وجدتم عليه آباءكم ويعلو عليه. نعم؛ قد يعرض للعبد من أقوال آبائه الضالِّين ومذاهبهم الفاسدة ما يظنُّه هو الحقَّ، وما ذاك إلا لإعراضه عن حجج الله وبيِّناته وآياته الأفقيَّة والنفسيَّة؛ فإعراضه عن ذلك وإقباله على ما قاله المبطلون، ربَّما صيَّره بحالة يُفضِّل بها الباطل على الحق.
هذا هو الصواب في تفسير هذه الآيات، وقد قيل: إن هذا يوم أخذ الله الميثاق على ذريَّة آدم حين استخرجهم من ظهره وأشهدهم على أنفسهم فشهدوا بذلك فاحتجَّ عليهم بما أمرهم به في ذلك الوقت على ظلمهم في كفرهم وعنادهم في الدنيا والآخرة! ولكن ليس في الآية ما يدلُّ على هذا، ولا له مناسبة، ولا تقتضيه حكمة الله تعالى، والواقع شاهدٌ بذلك؛ فإنَّ هذا العهد والميثاق الذي ذَكَروا أنه حين أخْرَجَ اللهُ ذُرِّيَّةَ آدم من ظهره حين كانوا في عالم كالذَّرِّ لا يذكُرُه أحدٌ ولا يخطُرُ ببال آدميٍّ؛ فكيف يحتجُّ الله عليهم بأمرٍ ليس عندهم به خبرٌ ولا له عينٌ ولا أثرٌ؟!
172.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Hani Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış” sulblerinden zürriyetlerini çıkartmış, onları nesiller halinde arka arkaya birbirinden türeyip doğmalarını sağlamış
“ve” annelerinin karınları ile babalarının sulblerinden çıkartınca “onları kendilerine şahit tutup: Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti. Yani onların fıtratlarına kendilerinin Rabbi, yaratıcıları ve mutlak sahipleri olduğuna dair koymuş olduğu ikrar gereğince onlara rububiyetini kabul ettiklerini ikrar ettirmişti. Onlar da
“Evet” biz bunu kabul ettik, demişlerdi. Çünkü Yüce Allah, kullarını dosdoğru ve hanif din üzere yaratmıştır. Herkes bu şekilde yaratılmıştır. Fakat fıtrat, akılların maruz kalacağı bozuk akîdelerin etkisi altında değişebilir, değişikliğe uğrayabilir. İşte bundan dolayı devamla şöyle buyrulmuştur:
“Bu, kıyamet günü: Bizim bundan haberimiz yoktu, demeyesiniz diyedir.” Yani biz, sizleri imtihan ettik, sizler de Yüce Allah’ın, Rabbiniz olduğuna dair sahip olduğunuz bilgiler ile bu ikrarı yaptınız. Zira kıyamet günü bu ikrarı inkâr edip buna dair hiçbir şeyi kabul etmeyebilir ve size karşı Allah’ın delilinin ortaya konmadığını, sizin buna dair hiçbir bilginizin bulunmadığını ileri sürebilirsiniz. Hatta siz, bundan kesinlikle habersiz olduğunuzu iddia edebilirsiniz. Artık bugün sizin ileri sürebileceğiniz bir deliliniz kalmamıştır. Yüce Allah’ın kesin ve nihai delili de sizin aleyhinizde sabit olmuştur.
173.
“Yahut” da sizler bir başka mazeret ileri sürerek şöyle demeyesiniz: “Daha önce atalarımız Allah’a ortak koşmuşlardı, biz de onlardan sonra gelen bir kuşaktık” bu yüzden onların izinden gittik ve onların batıllarında onlara uyduk.
“Şimdi o batıla saplananların işledikleri yüzünden bizi de mi helak edeceksin? demeyesiniz diyedir.” Çünkü Yüce Allah, atalarınızın izledikleri yolun batıl olduğunu size gösterecek, gerçeğin peygamberlerin getirdikleri olduğunu açıkça ortaya koyacak hususları fıtratlarınıza yerleştirmiştir. Bu, sizin atalarınızı üzerinde bulduğunuz hale karşı ve hatta ondan daha ileri bir delildir. Evet, kul kimi zaman sapık atalarının görüşleri ve bozuk yolları içinden hak zannettiği birtakım kanaatlere sahip olabilir. Ancak bunun tek sebebi, Yüce Allah’ın delillerinden, açıklamalarından, afaki ve enfüsi âyetlerinden yüz çevirmesidir. Onun bu yüz çevirmesi ve batıl içerisinde olanların söylediklerine yönelmesi, belki de onu batılı hakka üstün tutacak bir hale bile götürebilir.
İşte bu âyet-i kerimenin doğru tefsiri budur.
Bununla birlikte bu ayet şöyle de açıklanmıştır: Bu olay, Yüce Allah’ın Adem’in zürriyetini Adem’in sulbünden çıkartıp da onlardan söz aldığı gün gerçekleşmiştir. Bu günde onları kendilerine karşı şahit tutmuş, onlar da bu gerçeğe şahitlik etmişlerdir.
[11] İnat ve küfür içerisinde sürdürdükleri zulme karşı işte o vakit onlara verdiği bu emri, hem dünyada hem âhirette onlara delil olarak ortaya koymaktadır. Ancak âyet-i kerimede buna delil olacak bir ifade olmadığı gibi, böyle olmasını gerektirecek bir münasebet de yoktur. Yüce Allah’ın hikmetinin gereği de bu değildir. Vakıa da buna tanıklık etmemektedir. Çünkü onların sözünü ettikleri bu söz, Yüce Allah’ın Adem’in sülbünden zürriyetlerini çıkardığı ve henüz bu alemde bulunmadıkları bir vakitte alınmış bir sözdür ki hiç kimse böyle bir şeyi hatırlamamaktadır. Peki, Yüce Allah Âdemoğullarına karşı haberdar olmadıkları,
ona dair ellerinde herhangi bir iz ve işaret bulunmayan bir hususu nasıl delil gösterir? İşte bu konuda durum açık ve seçik olduğundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{174} ولهذا؛ لما كان هذا أمراً واضحاً جليًّا؛ قال تعالى: {وكذلك نفصِّل الآيات}؛ أي: نبيِّنها ونوضِّحها، {ولعلَّهم يرجعون}: إلى ما أودع الله في فِطَرِهم وإلى ما عاهدوا الله عليه فيرتدعوا عن القبائح.
174.
“İşte biz âyetleri böyle açıklıyoruz” onları beyan edip açıkça ortaya koyuyoruz
“ki belki” Allah’ın, fıtratlarına tevdi etmiş olduğu gerçeklere ve Allah’a verdikleri söze “dönerler” ve böylelikle çirkin işleri işlemekten vazgeçerler.
{وَاتْلُ عَلَيْهِمْ نَبَأَ الَّذِي آتَيْنَاهُ آيَاتِنَا فَانْسَلَخَ مِنْهَا فَأَتْبَعَهُ الشَّيْطَانُ فَكَانَ مِنَ الْغَاوِينَ (175) وَلَوْ شِئْنَا لَرَفَعْنَاهُ بِهَا وَلَكِنَّهُ أَخْلَدَ إِلَى الْأَرْضِ وَاتَّبَعَ هَوَاهُ فَمَثَلُهُ كَمَثَلِ الْكَلْبِ إِنْ تَحْمِلْ عَلَيْهِ يَلْهَثْ أَوْ تَتْرُكْهُ يَلْهَثْ ذَلِكَ مَثَلُ الْقَوْمِ الَّذِينَ كَذَّبُوا بِآيَاتِنَا فَاقْصُصِ الْقَصَصَ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ (176) سَاءَ مَثَلًا الْقَوْمُ الَّذِينَ كَذَّبُوا بِآيَاتِنَا وَأَنْفُسَهُمْ كَانُوا يَظْلِمُونَ (177) مَنْ يَهْدِ اللَّهُ فَهُوَ الْمُهْتَدِي وَمَنْ يُضْلِلْ فَأُولَئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ (178)}.
175- Kendisine ayetlerimizi verdiğimiz halde onlardan sıyrılıp çıkan, derken şeytanın kendisine uydurduğu ve böylece azgınlardan olan kişinin haberini onlara oku.
176- Eğer biz dileseydik onu bu ayetler sayesinde yükseltirdik. Fakat o yere mıhlandı ve hevasına uydu. Artık onun misali, üstüne varsan da dilini sarkıtıp soluyan, kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumuna benzer. İşte âyetlerimizi yalanlayan kimselerin misali budur. Artık sen kıssayı anlat, belki iyice düşünürler.
177- Âyetlerimizi yalanlayan ve yalnızca kendilerine zulmetmekte olanların durumu ne kötüdür!
178- Allah kime hidâyet verirse işte doğru yolu bulan odur. Kimi de saptırırsa işte onlar da zarara uğrayanların ta kendileridirler.
#
{175} يقول تعالى لنبيه - صلى الله عليه وسلم -: {واتلُ عليهم نبأ الذي آتَيْناه آياتِنا}؛ أي: علمناه [علم] كتاب الله فصار العالم الكبير والحبر النحرير فانسلخ منها فأتبعه الشيطان؛ أي: انسلخ من الاتِّصاف الحقيقيِّ بالعلم بآيات الله؛ فإنَّ العلم بذلك يصيِّر صاحبه متصفاً بمكارم الأخلاق ومحاسن الأعمال ويرقى إلى أعلى الدرجات وأرفع المقامات؛ فترك هذا كتاب الله وراء ظهره، ونبذ الأخلاق التي يأمر بها الكتاب، وخلعها كما يُخْلَعُ اللباس، فلما انسلخ منها؛ أتْبَعَهُ الشيطانُ؛ أي: تسلَّط عليه حين خرج من الحصن الحصين وصار إلى أسفل سافلين، فأزَّه إلى المعاصي أزًّا، {فكان من الغاوين}: بعد أن كان من الراشدين المرشدين.
175.
Yüce Allah peygamberine şöyle hitap etmektedir: “Kendisine ayetlerimizi verdiğimiz” Allah’ın Kitabını öğrettiğimiz, böylece büyük bir ilim adamı ve derin alim olduğu
“halde onlardan sıyrılıp çıkan” yani Allah’ın âyetlerini bilmenin gerektirdiği gerçek vasıftan sıyrılmıştı. Çünkü Allah’ın âyetlerini bilmek sayesinde kişi üstün ahlakî değerler kazanır. Güzel ameller işler, en yüksek derecelere ve en üstün makamlara çıkar. Ancak bu kişi, Allah’ın Kitabını arkasına attı, Kitabın emretmiş olduğu ahlakı bir kenara bıraktı ve elbisenin çıkarılması gibi bu ahlakı kendinden soyup çıkardı.
İşte bunlardan sıyrıldıktan sonra da şeytan onu kendisine uydurdu: “derken şeytanın kendisine uydurduğu” Yani artık o, en sağlam ve koruyucu kalenin içinden çıktıktan sonra şeytan da ona musallat oldu ve aşağıların aşağısına düştü. Şeytan onu masiyetlere doğru ittikçe itti, onları işlemeye teşvik edip kışkırttı.
Sonunda o da azgınlardan oldu: “ve böylece” daha önce doğru yolda giden ve doğru yola ileten bir kimse iken
“azgınlardan olan kişinin haberini onlara oku!”
#
{176} وهذا لأنَّ الله تعالى خَذَلَه ووَكَلَه إلى نفسه؛ فلهذا قال تعالى: {ولو شِئْنا لرَفَعْناه بها}: بأن نوفِّقه للعمل بها، فيرتفع في الدنيا والآخرة، فيتحصَّن من أعدائه، {ولكنَّه}: فعل ما يقتضي الخذلان؛ فأخلدَ إلى الأرضِ؛ أي: إلى الشهوات السفليَّة والمقاصد الدنيويَّة، {واتَّبع هواه}: وترك طاعة مولاه. {فَمَثله}: في شدة حرصه على الدنيا وانقطاع قلبه إليها {كمثل الكلب إن تَحْمِلْ عليه يَلْهَثْ أو تترُكْهُ يلهثْ}؛ أي: لا يزال لاهثاً في كل حال، وهذا لا يزال حريصاً حرصاً قاطعاً قلبه لا يسدُّ فاقتَهُ شيءٌ من الدُّنيا. {ذلك مَثَلُ القوم الذين كذَّبوا بآياتنا}: بعد أن ساقها الله إليهم، فلم ينقادوا لها، بل كذَّبوا بها وردُّوها لهوانهم على الله واتِّباعهم لأهوائهم بغير هدى من الله. {فاقصُص القَصَص لعلَّهم يتفكَّرون}: في ضرب الأمثال وفي العبر والآيات؛ فإذا تفكَّروا؛ علموا، وإذا علموا؛ عملوا.
176.
Bunun sebebi ise şudur: Yüce Allah onu yardımından mahrum etmiş ve kendi haline bırakmıştır.
İşte bundan dolayı da şöyle buyurmaktadır: “Eğer biz dileseydik onu bu ayetler sayesinde yükseltirdik.” Onlarla amel etmeye muvaffak kılardık, o da dünya ve âhirette yükselir ve düşmanlarına karşı koruma altında olurdu.
“Fakat o” Allah’ın yardımından mahrum kılınmayı gerektiren işleri yaptı. Çünkü “yere mıhlandı” yani aşağılık arzulara ve dünyevi maksatlara yöneldi
“ve hevasına uydu” Mevlasına itaati ise terk etti.
“Artık onun misali” dünyaya aşırı derecedeki tutkunluğu ve kalbinin büsbütün ona meyletmesi bakımından
“üstüne varsan da dilini sarkıtıp soluyan, kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumuna benzer.” Yani bu kişi her durumda dilini uzatıp solur. Böyle bir kimse sürekli olarak dünyaya tutkundur. Kalbini büsbütün ona vermiştir, dünyevî hiçbir şey onun açgözlülüğünü gidermeye yetmez.
“İşte” Allah kendilerine âyetleri gösterdiği halde itaat etmeyerek, yalanlayarak ve reddederek “âyetlerimizi yalanlayan kimselerin misali budur.” Çünkü bu kimselerin Allah nezdinde hiçbir değerleri yoktur. Bunlar Allah’tan gelen hidâyeti terk edip kendi hevalarına tâbi olmuşlardır.
“Artık sen kıssayı anlat, belki iyice düşünürler.” Verilen bu misaller üzerinde, ibretli kıssalar ve âyetler hakkında eğer tefekkür edip düşünecek olurlarsa gerçeği bilirler, bilirlerse amel ederler.
#
{177} {ساء مَثَلاً القومُ الذين كذَّبوا بآياتِنا وأنفسَهم كانوا يظلمونَ}؛ أي: ساء وقَبُح مَثَلُ مَن كذب بآيات الله، وظلم نفسه بأنواع المعاصي؛ فإنَّ مَثَلَهم مَثَلُ السَّوْء.
وهذا الذي آتاه الله آياته يُحتمل أنَّ المرادَ به شخصٌ معيَّن قد كان منه ما ذكره اللهُ فقص اللهُ قصَّته تنبيهاً للعباد، ويُحتمل أنَّ المراد بذلك أنه اسم جنس، وأنَّه شاملٌ لكلِّ من آتاه اللهُ آياته فانسلخ منها.
وفي هذه الآيات الترغيب في العمل بالعلم، وأنَّ ذلك رفعة من الله لصاحبه وعصمة من الشيطان، والترهيب من عدم العمل به، وأنه نزولٌ إلى أسفل سافلين وتسليط للشيطان عليه. وفيه أنَّ اتِّباع الهوى وإخلادَ العبد إلى الشهوات يكون سبباً للخذلان.
177.
“Âyetlerimizi yalanlayan” Allah’ın âyetlerini yalanlamak ve türlü masiyetler işlemekle de
“yalnızca kendilerine zulmetmekte olanların durumu ne kötüdür!” Bunların hali ve misali oldukça kötü ve çirkindir.
Allah’ın kendisine âyetlerini verdiği belirtilen bu kişi ile belli bir kimsenin kastedilmiş olma ihtimali vardır. Böyle olması durumunda bu kişi, Yüce Allah’ın sözünü ettiği işleri yapmış, Yüce Allah da kullarını uyarmak kastı ile böyle bir kıssa nakletmiştir. Bununla kastın, belli bir kişi olmaması muhtemeldir. Buna göre ayet, Yüce Allah’ın kendisine âyetlerini verdiği sonra da bunlardan sıyrılıp çıkan herkesi kapsayacak şekilde umumidir.
Bu âyet-i kerimelerde öğrenilen ilim gereğince amel etmek teşvik edilmekte, bunun Allah’ın böyle bir kimseyi yüceltmesi ve şeytandan koruması demek olduğu belirtilmektedir. Diğer taraftan ilim gereğince amel etmemekten sakındırılmakta, böyle bir tutumun aşağıların aşağısına inmeye ve şeytanın musallat olmasına yol açacağı da açıklanmaktadır. Yine bu buyruklarla hevaya uyup arzulara meyletmenin, ilâhi yardımdan mahrum kalmaya sebep olacağı da anlatılmaktadır.
#
{178} ثم قال تعالى مبيناً أنه المنفرد بالهداية والإضلال: {مَن يهدِ الله}: بأن يوفِّقه للخيرات ويعصمه من المكروهات ويعلِّمه ما لم يكن يعلم، {فهو المهتدي}: حقًّا؛ لأنه آثر هدايته تعالى، {ومن يُضْلِلْ}: فيخذله ولا يوفِّقه للخير، {فأولئك هم الخاسرون}: لأنفسهم وأهليهم يوم القيامة، ألا ذلك هو الخسران المبين.
178.
Daha sonra Yüce Allah hidâyete iletenin de saptıranın da sadece kendisinin olduğunu beyan ederek şöyle buyurmaktadır: “Allah kime” hayırları işleme muvaffakiyeti vererek, hoş olmayan şeylerden onu koruyarak ve bilmediklerini öğreterek
“hidâyet verirse işte” gerçek manada
“doğru yolu bulan odur.” Çünkü böyle bir kimse, Yüce Allah'ın hidâyetini tercih etmiştir.
“Kimi de saptırırsa” yani yardımından mahrum bırakır ve hayra muvaffak kılmazsa
“işte onlar da zarara uğrayanların ta kendileridirler.” Kıyamet gününde kendilerini de aile halkını da ziyana sokanlardır. İşte apaçık hüsran da budur.
{وَلَقَدْ ذَرَأْنَا لِجَهَنَّمَ كَثِيرًا مِنَ الْجِنِّ وَالْإِنْسِ لَهُمْ قُلُوبٌ لَا يَفْقَهُونَ بِهَا وَلَهُمْ أَعْيُنٌ لَا يُبْصِرُونَ بِهَا وَلَهُمْ آذَانٌ لَا يَسْمَعُونَ بِهَا أُولَئِكَ كَالْأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ أُولَئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ (179)}.
179- Andolsun ki biz Cehennem için cin ve insanlardan pek çok kimseler yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, fakat onlarla anlamazlar; gözleri vardır, fakat onlarla görmezler; kulakları vardır, fakat onlarla işitmezler. Onlar dört ayaklı hayvanlar gibidir, hatta daha da sapkındırlar. Onlar gafil olanların ta kendileridirler.
#
{179} يقول تعالى مبيناً كثرة الغاوين الضالِّين المتَّبعين إبليس اللعين: {ولقد ذَرَأنا}؛ أي: أنشأنا، وبثثنا {لجهنَّم كثيراً من الجنِّ والإنس}: صارت البهائم أحسن حالة منهم. {لهم قلوبٌ لا يفقهون بها}؛ أي: لا يصلُ إليها فقهٌ ولا علمٌ إلاَّ مجرَّد قيام الحجة، {ولهم أعينٌ لا يبصرون بها}: ما ينفعُهم، بل فقدوا منفعتها وفائدتها، {ولهم آذانٌ لا يسمعون بها}: سماعاً يصل معناه إلى قلوبهم. {أولئك}: الذين بهذه الأوصاف القبيحة {كالأنعام}؛ أي: البهائم التي فقدت العقول، وهؤلاء آثروا ما يفنى على ما يبقى فسُلِبوا خاصية العقل. {بل هم أضلُّ}: من البهائم؛ فإنَّ الأنعام مستعملة فيما خُلِقت له، ولها أذهانٌ تدرك بها مضرَّتها من منفعتها؛ فلذلك كانت أحسن حالاً منهم. و {أولئك هم الغافلون}: الذين غفلوا عن أنفع الأشياء؛ غفلوا عن الإيمان بالله وطاعته وذِكْره، خُلِقَتْ لهم الأفئدة والأسماع والأبصار لتكونَ عوناً لهم على القيام بأوامر الله وحقوقه، فاستعانوا بها على ضدِّ هذا المقصود؛ فهؤلاء حقيقون بأن يكونوا ممَّن ذرأ الله لجهنَّم وخلقهم لها؛ فخلقهم للنار وبأعمال أهلها يعملون، وأما مَن استعمل هذه الجوارح في عبادة الله وانصبغ قلبُهُ بالإيمان بالله ومحبَّته ولم يغفل عن الله؛ فهؤلاء أهل الجنة وبأعمال أهل الجنة يعملون.
179.
Şanı Yüce Allah azıp sapıtan ve lanetli İblis’e uyanların çokluğunu beyan etmek üzere şöyle buyurmaktadır: “Andolsun ki biz Cehennem için cin ve insalardan pek çok kimseler yaratmışızdır.” Var etmiş ve yeryüzüne yaymışızdır ki hayvanlar dahi böylelerinden daha iyi bir durumdadır.
“Onların kalpleri vardır fakat onlarla anlamazlar” Bu kalplere hiçbir faydalı bilgi ve düşünce ulaşmaz. Sadece kendilerine karşı delili ortaya koyan bilgi ulaşır.
“Gözleri vardır fakat onlarla” kendilerine faydalı olacak şeyleri
“görmezler.” Aksine onlar, bu gözlerin kendilerine sağlayacağı faydadan mahrumdurlar.
“Kulakları vardır fakat onlarla” anlamı kalplerine ulaşacak şekilde
“işitmezler. Onlar” işte bu çirkin vasıflara sahip olanlar, aklı bulunmayan
“dört ayaklı hayvanlar gibidir.” İşte bunlar fani olanı kalıcı olana tercih ettiklerinden, akıllarını kullanmaktan mahrum bırakılmışlardır.
“Hatta” hayvanlardan “daha da sapkındırlar.” Çünkü hayvanlar ne için yaratılmışlarsa o doğrultuda kullanılmaktadırlar. Onların kendilerine zararlı olan şeylerle faydalı olan şeyleri ayırdedebildikleri idrakleri vardır. İşte bundan dolayı hayvanlar, bunlardan daha iyi durumdadırlar.
“Onlar gafil olanların ta kendileridirler.” Çünkü bunlar en faydalı şeyden gafil kalmışlardır. Zira Allah’a iman, O’na itaat ve O’nu zikretmekten yana gaflettedirler. Onlara kalpler, kulaklar, gözler verildi ki Allah’ın emir ve haklarını yerine getirmek üzere bunlar onlara yardımcı olsun. Ancak onlar bu organlarını bu maksadın tam zıddına kullanmışlardır. İşte bunların Yüce Allah’ın cehennem için yaratmış olduğu kimselerden olmaları tam onlara layık bir haldir. Yüce Allah böylelerini ateş için yaratmıştır ve bunlar cehenneme gideceklerin amelleri ile amel ederler.
Bu azalarını Allah’a ibadet yolunda kullanan, kalbi Allah’a iman ve O’nun sevgisi ile boyanan ve Allah’tan gafil kalmayan kimselere gelince işte bunlar da cennetlik kimselerdir ve onlar cennetliklerin amelleri ile amel ederler.
{وَلِلَّهِ الْأَسْمَاءُ الْحُسْنَى فَادْعُوهُ بِهَا وَذَرُوا الَّذِينَ يُلْحِدُونَ فِي أَسْمَائِهِ سَيُجْزَوْنَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ (180)}.
180- En güzel isimler Allah’ındır, o halde O’na bunlarla dua edin. O’nun isimlerinde eğriliğe sapanları terk edin. Onlar yapmakta olduklarının cezasını göreceklerdir.
#
{180} هذا بيانٌ لعظيم جلاله وسعة أوصافه بأن له الأسماء الحسنى؛ أي: له كل اسم حسن، وضابطه أنه كل اسم دال على صفة كمال عظيمة، وبذلك كانت حسنى؛ فإنها لو دلَّت على غير صفة، بل كانت علماً محضاً؛ لم تكن حسنى، وكذلك لو دلَّت على صفة ليست بصفة كمال، بل إما صفة نقص أو صفة منقسمة إلى المدح والقدح؛ لم تكن حسنى؛ فكلُّ اسم من أسمائه دال على جميع الصفة التي اشتُقَّ منها، مستغرقٌ لجميع معناها، وذلك نحو: {العليم} الدال على أنَّ له علماً محيطاً عامًّا لجميع الأشياء فلا يخرج عن علمه مثقال ذرةٍ في الأرض ولا في السماء، و {الرحيم} الدال على أن له رحمة عظيمة واسعة لكلِّ شيء، و {القدير} الدال على أن له قدرة عامَّة لا يُعْجِزُها شيء ... ونحو ذلك. ومن تمام كونها حسنى أنَّه لا يُدعى إلا بها، ولذلك قال: {فادعوه بها}: وهذا شاملٌ لدعاء العبادة ودعاء المسألة، فيُدعى في كل مطلوب بما يناسب ذلك المطلوب، فيقول الداعي مثلاً: اللهمَّ! اغفر لي، وارحمني؛ إنك أنت الغفور الرحيم. وتب عليَّ يا توَّاب! وارزقني يا رزاق! والطفْ بي يا لطيف! ونحو ذلك.
وقوله: {وَذَروا الذين يُلحِدون في أسمائِهِ سيُجْزَوْن ما كانوا يعملون}؛ أي: عقوبة وعذاباً على إلحادهم في أسمائه. وحقيقة الإلحاد: الميلُ بها عما جُعِلَتْ له، إمَّا بأن يسمَّى بها من لا يستحقُّها؛ كتسمية المشركين بها لآلهتهم، وإما بنفي معانيها وتحريفها وأن يجعل لها معنى ما أراده الله ولا رسوله، وإما أن يشبِّه بها غيرها؛ فالواجب أن يُحذر الإلحاد فيها ويُحذر الملحدون فيها. وقد ثبت في الصحيح عن النبيِّ - صلى الله عليه وسلم -: «إنَّ لله تسعةً وتسعين اسماً من أحصاها دخل الجنة».
180. Burada, Yüce Allah’ın muazzam celali ve vasıflarının genişliği beyan edilmektedir. Şöyle ki en güzel isimler yalnız O’nundur. Yani her güzel isim O’nundur.
İsmin güzelliğinin ölçüsü de şudur: Büyük bir kemâl sıfatına delalet eden her isim güzel isimdir ve bu yönüyle güzel isim olmuştur. Eğer bu isimler sıfata delalet etmez de sadece özel isim olursa güzel isimlerden olmaz. Aynı şekilde bir sıfata delalet etmekle birlikte bu, kemâl sıfatı olmazsa, aksine ya eksiklik belirten bir sıfat yahut da hem övmeye hem de yermeye müsait bir sıfat olursa o da güzel isimlerden olmaz.
Yüce Allah’ın her bir ismi, o ismin türediği sıfatın tüm içeriğine delalet eder ve onun manalarını tümüyle kuşatır. Mesela Yüce Allah’ın genel ve bütün varlıkları kuşatan bir ilme sahip olduğuna delâlet eden
“el-Alîm” ismi böyledir. Yerde olsun, gökte olsun, zerre ağırlığı kadar hiçbir şey O’nun bilgisi dışında değildir. Aynı şekilde büyük bir rahmete delâlet eden “er-Rahîm” ismi de böyledir. Yüce Allah’ın hiçbir şey tarafından aciz bırakılmayan kapsamlı bir kudretinin bulunduğuna delâlet eden
“el-Kadir” ismi de bu şekildedir. Diğer bütün isimleri de böyledir.
Bu isimlerin “güzel” olmasının tamamlayıcı bir unsuru da Yüce Allah’a ancak bunlarla dua edilmesidir.
İşte bundan dolayı Yüce Allah: “O halde O’na bunlarla dua edin” buyurmaktadır. Bu dua hem ibadet olan duayı, hem de Allah’tan dilekte bulunma anlamındaki duayı kapsar. İstenen her bir şey, o şeye uygun düşen isim ile dua edilerek istenir. Mesela dua eden bir kimse,
“Allah’ım bana mağfiret buyur, bana merhamet buyur, çünkü sen Ğafursun, Rahimsin. Ey tevbeleri kabul eden Tevvab, tevbemi kabul buyur; ey Rezzak olan, bana rızık ver, ey Latif olan, bana lütfet” vb. şekillerde dua etmelidir.
“Onun isimlerinde eğriliğe sapanları terk edin. Onlar yapmakta olduklarının cezasını göreceklerdir.” Yani onlar Allah’ın isimlerinde eğriliğe sapmalarına karşılık olarak ceza ve azap ile karşılaşacaklardır.
“Eğriliğe sapma”nın
(الإلحاد) gerçek mahiyeti, bunları asıl maksatlarından saptırıp uzaklaştırmaktır. Bu da ya bu isimlerin onlara layık olmayan kimselere ad olarak verilmesi ile olur, mesela müşriklerin bunları uydurma ilahlarına ad olarak vermesi gibi. Ya da bunların anlamları ret ve tahrif edilerek onlara Allah’ın da Rasûlü’nün de murad etmediği manalar vermek sureti ile olur. Yahut da bu isimlerin içerdiği manalara başkalarının da benzetilmesi
(teşbih) suretiyle olur. O halde hem bu isimler konusunda eğriliğe sapmaktan sakınmak hem de bu isimlerde eğriliğe sapanlardan uzak durmak gerekir.
Sahih bir hadiste Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu sabit olmuştur: “Yüce Allah’ın doksan dokuz ismi vardır ki her kim bunları ezberleyip bellerse Cennete girer.”[12]
{وَمِمَّنْ خَلَقْنَا أُمَّةٌ يَهْدُونَ بِالْحَقِّ وَبِهِ يَعْدِلُونَ (181)}.
181- Yarattıklarımız içinde hakka yönlendiren ve o hak gereğince adaletle hükmeden bir ümmet vardır.
#
{181} أي: ومن جملة من خلقنا أمة فاضلة كاملة في نفسها مكمِّلة لغيرها يهدون أنفسهم وغيرهم بالحقِّ فيعلمون الحقَّ ويعملون به ويعلِّمونه ويدعون إليه وإلى العمل به. {وبه يعدلون}: بين الناس في أحكامهم إذا حكموا في الأموال والدماء والحقوق والمقالات وغير ذلك. وهؤلاء أئمة الهدى ومصابيح الدُّجى، وهم الذين أنعم الله عليهم بالإيمان والعمل الصالح والتواصي بالحقِّ والتواصي بالصبر، وهم الصدِّيقون الذين مرتبتهم تلي مرتبة الرسالة، وهم في أنفسهم مراتب متفاوتة؛ كل بحسب حاله وعلوِّ منزلته؛ فسبحان من يختصُّ برحمته من يشاء والله ذو الفضل العظيم.
181. Yani yarattıklarımız arasında faziletli, hem bizzat kemale ermiş hem de başkalarına kemale erdiren, hem kendilerini hidâyete ileten hem de başkalarını hak ile hidâyete yönlendiren bir ümmet vardır. Bunlar hakkı bilirler ve hakkı öğretirler. Hakkın gereği ne ise onu da yaparlar. Ona çağırırlar, gereğince amel etmeye davet ederler. Bununla birlikte mal, can, hak-hukuk, görüş vb. hususlarda insanlar arasında hüküm verecek olurlarsa “adaletle” hükmederler.
İşte bunlar hidâyetin önderleri, karanlığın kandilleridir. Bunlar Allah’ın kendilerine iman, salih amel, hakkı tavsiye etmek, sabrı tavsiye etmek nimetini ihsan ettiği kimselerdir. Bunlar, mertebeleri risalet mertebesinden hemen sonra gelen sıddıklardır. Bununla birlikte kendi aralarında da herkesin kendi haline ve makamının yüksekliğine göre farklı mertebeleri vardır. Rahmetini dilediği kimselere tahsis eden Allah’ın şanı ne yücedir! Allah büyük lütuf sahibidir.
{وَالَّذِينَ كَذَّبُوا بِآيَاتِنَا سَنَسْتَدْرِجُهُمْ مِنْ حَيْثُ لَا يَعْلَمُونَ (182) وَأُمْلِي لَهُمْ إِنَّ كَيْدِي مَتِينٌ (183) أَوَلَمْ يَتَفَكَّرُوا مَا بِصَاحِبِهِمْ مِنْ جِنَّةٍ إِنْ هُوَ إِلَّا نَذِيرٌ مُبِينٌ (184) أَوَلَمْ يَنْظُرُوا فِي مَلَكُوتِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا خَلَقَ اللَّهُ مِنْ شَيْءٍ وَأَنْ عَسَى أَنْ يَكُونَ قَدِ اقْتَرَبَ أَجَلُهُمْ فَبِأَيِّ حَدِيثٍ بَعْدَهُ يُؤْمِنُونَ (185) مَنْ يُضْلِلِ اللَّهُ فَلَا هَادِيَ لَهُ وَيَذَرُهُمْ فِي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ (186)}.
182- Âyetlerimizi yalanlayanları biz, hiç bilmeyecekleri bir yerden yavaş yavaş helâke yaklaştıracağız.
183- Ben onlara mühlet veririm. Şüphe yok ki Benim tuzağım, pek sağlamdır.
184- Onlar hiç mi düşünmediler ki arkadaşlarında delilikten bir eser yoktur. O, ancak apaçık bir uyarıcıdır.
185- Göklerin ve yerin hükümranlığına, Allah’ın yarattığı varlıklara ve ecellerinin yaklaşmış olabileceğine hiç mi bakıp düşünmezler? Artık bundan sonra hangi söze inanacaklar ki?!
186- Allah kimi saptırırsa artık onu doğru yola iletecek kimse yoktur. O, böylelerini taşkınlıkları içinde şaşkın bir halde bırakıverir.
#
{182} أي: والذين كذَّبوا بآيات الله الدالَّة على صحة ما جاء به محمد - صلى الله عليه وسلم - من الهدى فردُّوها ولم يقبلوها، {سنستدرِجُهم من حيث لا يعلمون}: بأن يدر لهم الأرزاق.
182. Yani Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in getirmiş olduğu hidâyetin doğruluğuna delil olan Allah’ın âyetlerini yalanlayarak onları reddeden ve kabul etmeyen kimseleri
“Biz hiç bilmeyecekleri bir yerden yavaş yavaş helâke yaklaştıracağız.” Bu da onlara bol bol rızık verilmesi suretiyle olur.
(Onlar buna aldanıp isyanlarına devam ederler de azap onlara ansızın geliverir.)
#
{183} {وأملي لهم}؛ أي: أمهلهم حتى يظنُّوا أنهم لا يؤخَذون ولا يعاقَبون، فيزدادون كفراً وطغياناً وشرًّا إلى شرِّهم، وبذلك تزيد عقوبتهم ويتضاعف عذابهم، فيضرُّون أنفسهم من حيث لا يعلمون. ولهذا قال: {إن كيدي متينٌ}؛ أي: قويٌّ بليغٌ.
183.
“Ben onlara mühlet veririm” Onlar da hiç sorgulanmayacaklarını ve ceza görmeyeceklerini zannederler. Bu sebeple küfür ve azgınlıklarını artırırlar, kötülüklerine kötülük katarlar. Böylelikle cezaları artar, azapları katlanır, sonunda hiç bilmedikleri bir yerden kendi kendilerine zarar vermiş olurlar.
Bundan dolayı Yüce Allah: “Şüphe yok ki Benim tuzağım, pek sağlamdır” yani son derece güçlüdür, buyurmaktadır.
#
{184} {أوَ لَمْ يتفكَّروا ما بصاحبهم}: [محمدٍ]- صلى الله عليه وسلم - {من جِنَّةٍ}؛ أي: أولم يُعْمِلوا أفكارهم وينظروا هل في صاحبهم الذي يعرفونه ولا يخفى عليهم من حاله شيءٌ؛ هل هو مجنونٌ؟! فلينظروا في أخلاقه وهديه ودلِّه وصفاته، وينظروا فيما دعا إليه؛ فلا يجدون فيه من الصفات إلا أكملها، ولا من الأخلاق إلا أتمَّها، ولا من العقل والرأي إلا ما فاق به العالمين، ولا يدعو إلا لكلِّ خير، ولا ينهى إلا عن كلِّ شرٍّ! أفبهذا يا أولي الألباب جِنَّة ؟! أم هو الإمام العظيم والناصح المبين والماجد الكريم والرءوف الرحيم؟! ولهذا قال: {إن هو إلا نذيرٌ مبينٌ}؛ أي: يدعو الخلق إلى ما يُنجيهم من العذاب، ويحصِّل لهم الثواب.
184.
“Onlar hiç mi düşünmediler ki arkadaşlarında” Yani Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’de
“delilikten bir eser yoktur?” Yani onlar hiç akıllarını kullanıp da gayet iyi tanıdıkları şu arkadaşlarında böyle bir şey var mı diye düşünmediler mi? Onun halinde onlar için gizli hiçbir taraf yoktur. Acaba o deli midir? Ahlakına, davranışlarına, yaşayışına, niteliklerine bir baksınlar! Neye davet ettiğine de baksınlar! Onda en mükemmel sıfatlardan başka bir şey, en üstün ve eksiksiz ahlaktan, en mükemmel akıl ve görüşten başkasını bulamayacaklardır. O, bütün bunlarda herkesten daha üstün ve ileridir. O, ancak hayırlara davet eder ve ancak her türlü kötülüğü yasaklar.
Şimdi ey akıl sahipleri, söyleyin, böylesinde delilik olur mu? O, en büyük önder, apaçık öğüt verip doğru yolu gösteren, oldukça cömert ve şerefli,
son derece şefkatli ve merhametli bir lider değil mi? Bundan dolayı da Yüce Allah: “O ancak apaçık bir uyarıcıdır” buyurmaktadır. Yani o, insanları azaptan kurtaracak ve mükâfaat görmelerini sağlayacak şeylere çağırmaktadır.
#
{185} {أولم ينظروا في مَلَكوت السموات والأرض}: فإنهم إذا نظروا إليها؛ وجدوها أدلة دالة على توحيد ربِّها وعلى ما لَه من صفات الكمال. {و}: كذلك لينظروا إلى جميع {ما خَلَقَ الله من شيء}: فإن جميع أجزاء العالم يدلُّ أعظم دِلالة على علم الله وقدرته وحكمته وسَعَةِ رحمته وإحسانه ونفوذ مشيئته وغير ذلك من صفاته العظيمة الدالَّة على تفرُّده بالخلق والتدبير الموجبة لأن يكون هو المعبودَ المحمودَ المسبَّح الموحَّد المحبوب. وقوله: {وأنْ عسى أن يكونَ قد اقترب أجَلُهم}؛ أي: لينظروا في خصوص حالهم، وينظروا لأنفسهم قبل أن يقتربَ أجلُهم ويفجأهم الموتُ وهم في غفلةٍ معرضونَ؛ فلا يتمكَّنون حينئذٍ من استدراك الفارط. {فبأيِّ حديثٍ بعدَه يؤمنون}؛ أي: إذا لم يؤمنوا بهذا الكتاب الجليل؛ فبأيِّ حديث يؤمنون به؟! أبكتب الكذب والضلال؟! أم بحديث كل مفترٍ دجَّال؟!
185.
“Göklerin ve yerin hükümranlığına... hiç mi bakıp düşünmezler?” Çünkü bunlara bakacak olurlarsa onların, yaratıcıları olan Rabbin vahdaniyetine dair nice deliller içerdiğini ve O’nun kemal sıfatlarını gösterdiğini göreceklerdir. Aynı şekilde
“Allah’ın yarattığı” bütün
“varlıklara” da baksınlar. Çünkü alemde her ne varsa Allah’a, kudretine, hikmetine, rahmetinin genişliğine, ihsanının bolluğuna, meşîetinin etkinliğine vb. gibi O’nun tek başına yaratıcı ve idare edici olduğunu gösteren yüce sıfatlarına delalet etmektedir. Bütün bunlar ise biricik mabudun, hamd edilenin, tesbih olunanın, tevhid edilenin ve sevilenin O olmasını gerektirir.
“ve ecellerinin yaklaşmış olabileceğine…” Yani özel olarak kendi durumlarına da baksınlar. Ecellerinin yaklaşmasından, ölümün ansızın gelip onları bulmasından, onları gaflet içinde ve yüz çevirmiş bir halde yakalamasından önce kendi hallerini de düşünsünler. Çünkü o zaman geçmişte yaptıklarını telafi etme imkânını bulamayacaklardır.
“Artık bundan sonra hangi söze inanacaklar ki?” Yani bu üstün ve değerli Kitab’a iman etmeyecek olurlarsa hangi söze inanacaklar? O yalan ve sapıklığın kitaplarına mı? Yoksa her bir iftiracı ve yalancının sözlerine mi? Ne var ki sapıtan kimseye karşı yapacak bir şey yoktur. Onu hidâyete iletmenin yolu da yoktur.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{186} ولكن الضالَّ لا حيلة فيه ولا سبيل إلى هدايته، ولهذا قال تعالى: {مَن يُضْلِلِ الله فلا هاديَ له وَيَذَرُهم في طغيانِهِم يعمهونَ}؛ أي: متحيَّرون ، يتردَّدون لا يخرجون منه، ولا يهتدون إلى حقٍّ.
186.
“Allah kimi saptırırsa artık onu doğru yola iletecek kimse yoktur. O, böylelerini taşkınlıkları içinde şaşkın bir halde bırakıverir.” Yani onlar şaşkınlık ve tereddüt içerisinde bocalarlar. Azgınlıklarından bir türlü çıkamaz ve hakka bir türlü yol bulamazlar.
{يَسْأَلُونَكَ عَنِ السَّاعَةِ أَيَّانَ مُرْسَاهَا قُلْ إِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ رَبِّي لَا يُجَلِّيهَا لِوَقْتِهَا إِلَّا هُوَ ثَقُلَتْ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ لَا تَأْتِيكُمْ إِلَّا بَغْتَةً يَسْأَلُونَكَ كَأَنَّكَ حَفِيٌّ عَنْهَا قُلْ إِنَّمَا عِلْمُهَا عِنْدَ اللَّهِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ (187) قُلْ لَا أَمْلِكُ لِنَفْسِي نَفْعًا وَلَا ضَرًّا إِلَّا مَا شَاءَ اللَّهُ وَلَوْ كُنْتُ أَعْلَمُ الْغَيْبَ لَاسْتَكْثَرْتُ مِنَ الْخَيْرِ وَمَا مَسَّنِيَ السُّوءُ إِنْ أَنَا إِلَّا نَذِيرٌ وَبَشِيرٌ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ (188)}.
187- Sana kıyametin ne zaman gelip çatacağını soruyorlar.
De ki: “Onun bilgisi ancak Rabbimin katındadır. Vakti gelince onu ancak O tecelli ettirecektir. O (bilgisi ve dehşetiyle) göklerde de yerde de oldukça ağır bir olaydır. Size ancak ansızın gelecektir.” Sanki biliyormuşsun gibi onu sana soruyorlar.
” De ki: Onun ilmi ancak Allah’ın katındadır, fakat insanların çoğu bilmezler.”
188-
De ki: “Ben kendim için Allah’ın dilediğinden başka ne bir fayda sağlayabilirim, ne de bir zarar
(ı defedebilirim). Eğer gaybı bilseydim elbette çok iyilik elde ederdim ve bana hiçbir kötülük de dokunmazdı. Ben ancak iman eden bir toplum için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.
#
{187} يقول تعالى لرسوله محمد - صلى الله عليه وسلم -: {يسألونَك}؛ أي: المكذبون لك المتعنِّتون {عن الساعة أيان مُرْساها}؛ أي: متى وقتها التي تجيء به؟ ومتى تحِلُّ بالخلق؟ {قل إنَّما علمُها عند ربي}؛ أي: إنه تعالى المختصُّ بعلمها، {لا يجلِّيها لوقتها إلا هو}؛ أي: لا يظهرها لوقتها الذي قُدِّر أن تقوم فيه إلا هو. {ثَقُلَتْ في السموات والأرض}؛ أي: خفي علمها على أهل السماوات والأرض واشتدَّ أمرُها أيضاً عليهم فهم من الساعة مشفقون. {لا تأتيكم إلَّا بغتةً}؛ أي: فجأة من حيث لا يشعرون لم يستعدُّوا لها ولم يتهيؤوا لها. {يسألونك كأنَّك حَفِيٌّ عنها}؛ أي: هم حريصون على سؤالك عن الساعة كأنك مستحفٍ عن السؤال عنها، ولم يعلموا أنك لكمال علمك بربِّك وما ينفعُ السؤال عنه غير مبال بالسؤال [عنها، ولا حريص على ذلك، فَلِمَ لا يقتدون بك؟ ويكفون عن الاستحفاء عن هذا السؤال] الخالي من المصلحة المتعذِّر علمه؛ فإنَّه لا يعلمها نبيٌّ مرسلٌ ولا مَلَكٌ مقرَّب، وهي من الأمور التي أخفاها عن الخلق لكمال حكمته وسعة علمه. {قل إنَّما علمُها عند الله ولكنَّ أكثر الناس لا يعلمون}: فلذلك حرصوا على ما لا ينبغي الحرص عليه، وخصوصاً مثل حال هؤلاء الذين يتركون السؤال عن الأهمِّ ويَدَعون ما يجبُ عليهم من العلم، ثم يذهبون إلى ما لا سبيل لأحدٍ أن يدركه ولا هُم مطالبون بعلمه.
187. Yüce Allah,
Rasûlü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e şöyle hitap etmektedir: Seni yalanlayan ve sana karşı tutumları ile işi yokuşa sürmek isteyen kimseler
“sana kıyametin ne zaman gelip çatacağını” Kıyametin ne vakit geleceğini ve insanların başına ne zaman kopacağını
“soruyorlar.”
“De ki: Onun bilgisi Rabbimin katındadır.” Onu bilmek O’na hastır.
“Vakti gelince onu ancak O tecelli ettirecektir.” Kopmasını takdir ettiği vakitte ondan başka hiçbir kimse onu ortaya çıkartıp gerçekleştiremez.
“O (bilgisi ve dehşetiyle) göklerde de yerde de oldukça ağır bir olaydır.” Yani ona dair bilgi göklerdekilere de yerdekilere de gizlidir. Aynı şekilde kıyamet, onlar için oldukça ağır bir şeydir. Bu yüzden kıyametten yana korkar ve endişe ederler.
“Size ancak ansızın gelecektir.” Bilemeyecekleri ve hazırlık yapamayacakları bir şekilde ansızın gelir, onları hazırlıksız yakalar.
“Sanki biliyormuşsun gibi onu sana soruyorlar.” Onlar sana kıyamete dair soru sormayı şiddetle arzu ederler. Sanki sen onu bilmeyi çok istiyormuşsun da araştırıp öğenmişsin gibi. Halbuki onlar, senin Rabbini kemal derecesinde tanıyan ve neye dair soru sormanın fayda verdiğini bilen bir kimse olduğunu, bu konuya dair soru sormayacağını, bunu arzu da etmeyeceğini bilmezler. Peki, onlar neden seni örnek alıp da maslahattan uzak ve bilinmesi imkânsız olan bu konuda soru sormaktan vazgeçmiyorlar?! Halbuki onu ne gönderilmiş bir peygamber ne de mukarreb bir melek bilir. Çünkü o, Yüce Allah’ın hikmetinin kemali ve bilgisinin genişliği dolayısı ile mahlukattan sakladığı işlerdendir.
“De ki: Onun ilmi ancak Allah’ın katındadır, fakat insanların çoğu bilmezler.” İşte bundan dolayı hiç de istenmesi gerekmeyen şeylere karşı aşırı istek duyarlar. Özellikle de bu gibi kimseler daha önemli şeylere dair soru sormayı bırakır, bilmeleri gereken şeyleri öğrenmeyi terk ederler, sonra da hiç kimsenin bilmesine imkân bulunmayan, kendilerinin de bilmekle yükümlü olmadıkları şeyleri öğrenmeye yönelirler.
#
{188} {قل لا أملِكُ لنفسي نفعاً ولا ضرًّا}: فإني فقير مدبَّر، لا يأتيني خيرٌ إلا من الله، ولا يَدْفَعُ عني الشرَّ إلا هو، وليس لي من العلم إلا ما علمني الله تعالى. {ولو كنتُ أعلم الغيبَ لاستكثرتُ من الخير وما مسَّني السوءُ}؛ أي: لفعلت الأسباب التي أعلم أنها تنتج لي المصالح والمنافع، ولحذرتُ من كلِّ ما يفضي إلى سوءٍ ومكروهٍ؛ لعلمي بالأشياء قبل كونها، وعلمي بما تفضي إليه، ولكني لعدم علمي قد ينالني ما ينالني من السوء وقد يفوتني ما يفوتني من مصالح الدُّنيا ومنافعها؛ فهذا أدلُّ دليل على أني لا علم لي بالغيب. {إن أنا إلا نذيرٌ}: أنذر العقوبات الدينيَّة والدنيويَّة والأخرويَّة، وأبيِّن الأعمال المفضية إلى ذلك وأحذِّر منها. وبشير بالثواب العاجل والآجل، ببيان الأعمال الموصلة إليه والترغيب فيها، ولكن ليس كلُّ أحدٍ يقبل هذه البشارة والنذارة، وإنما ينتفع بذلك ويقبله المؤمنون.
وهذه الآيات الكريمات مبيِّنة جهل من يقصد النبي - صلى الله عليه وسلم - ويدعوه لحصول نفع أو دفع ضرٍّ؛ فإنَّه ليس بيده شيء من الأمر، ولا ينفع مَنْ لم ينفعْه الله، ولا يدفعُ الضرَّ عمَّن لم يدفعْه الله عنه، ولا له من العلم إلاَّ ما علَّمه الله [تعالى]، وإنما ينفع مَنْ قَبِلَ ما أرسل به من البشارة والنذارة وعمل بذلك؛ فهذا نفعه عليه السلام الذي فاق نفع الآباء والأمهات والأخلاَّء والإخوان، بما حثَّ العباد على كلِّ خير، وحذَّرهم عن كلِّ شرٍّ، وبينه لهم غاية البيان والإيضاح.
188.
“Ben kendim için Allah’ın dilediğinden başka ne bir fayda sağlayabilirim, ne de bir zarar(ı defedebilirim).” Yani ben muhtaç bir kimseyim. İşleri Allah tarafından çekip çevirilenlerden birisiyim. Bana hayır Allah’tan gelir. Bana gelecek bir kötülüğü de ancak O önler. Ben ancak Allah’ın bana bildirdiklerini ve öğrettiklerini bilirim.
“Eğer gaybı bilseydim elbette çok iyilik elde ederdim ve bana hiçbir kötülük de dokunmazdı.” Yani eğer gaybı bilseydim, bana fayda ve maslahat sağlayacağını bildiğim sebepleri yerine getirir, beni hoşuma gitmeyecek şeylere ve kötülüğe götürecek her şeyden de sakınırdım. Çünkü işleri meydana gelmeden önce bilir ve onların götürecekleri sonuçlara dair önceden bilgi sahibi olurdum. Ne var ki benim böyle bir bilgim olmadığından dolayı bazen benim de başıma iyi olmayan işler gelir. Kimi zaman da dünyevî maslahat ve menfaatleri elden kaçırırım. İşte bu, benim gayba dair bilgi sahibi olmadığımın en başta gelen delilidir.
“Ben ancak iman eden bir toplum için” dinî, dünyevî ve uhrevî cezaları ve kötü akıbetleri hatırlatıp uyaran, bunlara götüren amelleri açıklayarak bunlardan sakındıran
“bir uyarıcı ve” dünyevî ve uhrevi mükâfatları açıklayan, bunlara ulaştıracak salih amelleri beyan edip onlara teşvik eden bir
“müjdeleyiciyim.” Ancak herkes böyle bir müjde ve uyarıyı kabul etmez. Bu müjde ve uyarılardan yararlanabilenler ve onları kabul edenler sadece mü’minlerdir.
Bu âyet-i kerime, birtakım zarar ya da menfaatleri elde etmek için Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e yönelerek ona dua eden kimselerin ne kadar cahil olduklarını açıkça ortaya koymaktadır. Çünkü bu gibi hususlarda onun elinden bir şey gelmez. Allah’ın fayda vermediği kimseye başka o hiçbir fayda sağlayamaz. Allah’ın kendisinden zararı savmadığı hiçbir kimsenin zararını da kaldıramaz. Onun Allah’ın kendisine bildirdiğinden başka hiçbir bilgisi de yoktur. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ancak kendisi ile gönderilen müjde ve uyarıları kabul edip gereğince amel edenlere faydalı olur. İşte onun faydası budur ki o; babaların, annelerin, arkadaşların ve dostların sağlayabilecekleri faydadan çok daha ileri bir faydadır. Zira o, Allah’ın kullarını her çeşit hayrı işlemeye teşvik ettiği gibi her türlü kötülükten de onları sakındırmış ve bu hususları onlara gayet net bir şekilde açıklamıştır.
{هُوَ الَّذِي خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ وَجَعَلَ مِنْهَا زَوْجَهَا لِيَسْكُنَ إِلَيْهَا فَلَمَّا تَغَشَّاهَا حَمَلَتْ حَمْلًا خَفِيفًا فَمَرَّتْ بِهِ فَلَمَّا أَثْقَلَتْ دَعَوَا اللَّهَ رَبَّهُمَا لَئِنْ آتَيْتَنَا صَالِحًا لَنَكُونَنَّ مِنَ الشَّاكِرِينَ (189) فَلَمَّا آتَاهُمَا صَالِحًا جَعَلَا لَهُ شُرَكَاءَ فِيمَا آتَاهُمَا فَتَعَالَى اللَّهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ (190) أَيُشْرِكُونَ مَا لَا يَخْلُقُ شَيْئًا وَهُمْ يُخْلَقُونَ (191) وَلَا يَسْتَطِيعُونَ لَهُمْ نَصْرًا وَلَا أَنْفُسَهُمْ يَنْصُرُونَ (192) وَإِنْ تَدْعُوهُمْ إِلَى الْهُدَى لَا يَتَّبِعُوكُمْ سَوَاءٌ عَلَيْكُمْ أَدَعَوْتُمُوهُمْ أَمْ أَنْتُمْ صَامِتُونَ (193)}.
189- Sizi tek bir candan yaratan, ondan da kendisinde sükûn bulsun diye eşini yaratan O’dur. O, eşini örtüp bürüyünce eşi hafif bir yük yüklendi. Bununla gider gelirdi. Nihâyet
(yükü) ağırlaşınca her ikisi de Rab’leri olan Allah’a şöyle dua ettiler:
“Eğer bize sağlam bir çocuk verirsen muhakkak ki şükredenlerden oluruz.”
190- Allah, onlara sağlam bir evlat verince de kendilerine verdiği
(bu evlat) hakkında O’na ortaklar koşmaya başladılar. Allah onların ortak koştuklarından çok yücedir.
191- Hiçbir şey yaratamayan aksine kendileri yaratılmış olan şeyleri mi
(Allah'a) ortak koşuyorlar?
192- Halbuki onlar, onlara hiçbir şekilde yardım edemez, hatta onlar kendilerine bile yardım edemezler.
193- Siz
(ey müşrikler) onları doğru yola çağırsanız, size uymazlar. Onları çağırmanız da
(çağırmayıp) susmanız da sizin için birdir.
#
{189} أي: {هو الذي خلقكم}: أيها الرجال والنساء المنتشرون في الأرض على كثرتكم وتفرُّقكم، {من نفس واحدةٍ}: وهو آدمُ أبو البشر - صلى الله عليه وسلم -، {وجعل منها زوجَها}؛ أي: خلق من آدم زوجته حواء. لأجل أن يسكن إليها، لأنها إذا كانت منه؛ حصل بينهما من المناسبة والموافقة ما يقتضي سكونَ أحدهما إلى الآخر، فانقاد كلٌّ منهما إلى صاحبه بزمام الشهوة. {فلما تغشَّاها}؛ أي: تجلَّلها مجامعاً لها؛ قدَّر الباري أن يوجد من تلك الشهوة ـ وذلك الجماع ـ النسل، فحملتْ {حملاً خفيفاً}، وذلك في ابتداء الحمل لا تحس به الأنثى ولا يثقلها. {فلما} استمرَّت [به] و {أثقلت} به حين كبر في بطنها؛ فحينئذٍ صار في قلوبهما الشفقة على الولد وعلى خروجه حيًّا صحيحاً سالماً لا آفة فيه، فدَعَوَا {الله ربَّهما لئن آتَيْتنَا}: ولداً: {صالحاً}؛ أي: صالح الخلقة تامّها لا نقص فيه، {لنكوننَّ من الشاكرين}.
189.
“Sizi tek bir candan” yani beşeriyetin atası olan Adem aleyhisselam’dan
“yaratan, ondan da kendisinde sükûn bulsun diye eşini” Adem’den zevcesi olan Havva’yı
“yaratan O’dur.” Ey yeryüzünde yayılmış bulunan erkekler ve kadınlar! Çokluğunuza ve dört bir yana dağılmış olmanıza rağmen sizin yaratılışınızın aslı budur. Eşinin, sükun bulsun diye kendisinden yaratılmış olmasına gelince, bunun sebebi eşinin de ondan yaratılmış olmasıdır. Böylelikle aralarında bir uyum ve münasebet meydana gelmiştir. Bu ise birinin diğeri ile sükûn bulmasını gerektirmektedir. Böylece onların her biri, diğerine arzu dizgini ile bağlanmış haldedir.
“O, eşini örtüp bürüyünce” yani cima için onu sarıp sarmalayınca yaratıcı olan Yüce Allah, o arzudan ve o cimadan bir nesil var edilmesini takdir etti ve o vakit
“eşi hafif bir yük yüklendi.” Bu, hamileliğin başlangıcında böyledir. Kadın, bunun farkına bile varmaz ve yükü ona ağırlık vermez.
“Nihâyet” bu hali devam edip de karnındakinin büyümesi üzerine “(yükü) ağırlaşınca” işte o vakit her ikisinin kalbinde de yavruya karşı, onun canlı, sağlıklı, herhangi bir sakatlığı olmayan tam bir yavru olarak doğması için bir şefkat belirdi. Bu yüzden
“ikisi de Rabbleri olan Allah’a şöyle dua ettiler: Eğer bize sağlam” yani yaratılışı tam ve eksiksiz
“bir çocuk verirsen muhakkak ki şükredenlerden oluruz.”
#
{190} {فلما آتاهما صالحاً}: على وَفْق ما طَلَبَا وتمَّت عليهما النعمة فيه، {جعلا له شركاء فيما آتاهما}؛ أي: جعلا لله شركاء في ذلك الولد الذي انفرد الله بإيجاده والنعمة به وأقرَّ به أعين والديه، فعبَّداه لغير الله: إمّا أن يسمياه بعبد غير الله؛ كعبد الحارث وعبد العزَّى وعبد الكعبة ونحو ذلك، أو يشركا في الله في العبادة بعدما منَّ الله عليهما بما منَّ من النعم التي لا يحصيها أحدٌ من العباد، وهذا انتقالٌ من النوع إلى الجنس؛ فإنَّ أول الكلام في آدم وحواء، ثم انتقل [إلى] الكلام في الجنس، ولا شكَّ أنَّ هذا موجود في الذُّرية كثيراً؛ فلذلك قرَّرهم الله على بطلان الشرك، وأنهم في ذلك ظالمون أشدَّ الظلم، سواء كان الشرك في الأقوال أم في الأفعال؛ فإنَّ الخالق لهم من نفس واحدة، الذي خلق منها زوجها، وجعل لهم من أنفسهم أزواجاً، ثم جعل بينهم من المودَّة والرحمة ما يسكُنُ بعضُهم إلى بعض ويألفه ويلتذُّ به، ثم هداهم إلى ما به تحصل الشهوة واللَّذة والأولاد والنسل، ثم أوجد الذُّرية في بطون الأمهات وقتاً موقَّتاً تتشوَّف إليه نفوسهم ويدعون الله أن يخرِجَه سويًّا صحيحاً، فأتمَّ الله عليهم النعمة، وأنالهم مطلوبهم، أفلا يستحقُّ أن يعبدوه ولا يشركوا به في عبادته أحداً ويخلصوا له الدين؟!
190.
“Allah, onlara” isteklerine uygun
“sağlam bir evlat verince” ve böylelikle de üzerlerindeki nimet tamamlanınca
“kendilerine verdiği” bu çocuk
“hakkında O’na ortaklar koşmaya başladılar” yani Allah'ın tek başına var ettiği, nimet olarak onlara ihsan ettiği ve onun sebebi ile anne babasını mutlu ettiği o yavru hakkında Allah’a ortak koştular, onu Allah’tan başkasının kulu haline getirdiler. Bu ise ya Allah’ın kulu olan bu yavruya Abdulharis
(Haris’in kulu), Abduluzza
(Uzza’nın kulu) ve Abdulka’be
(Ka’be’nin kulu) gibi isimler vermeleri ile yahut da Yüce Allah kendilerine bunca lütufları, hiçbir kimsenin sayamayacağı kadar nimetleri ihsan etmiş olmasına rağmen ibadette Allah’a ortak koşmaları ile olmuştur.
Bu buyruklarda özelden genele geçiş şeklinde bir anlatım üslubu vardır. Çünkü ayetlerin baş tarafı, Adem ve Havva ile ilgilidir. Daha sonra ise insan cinsi hakkında genel açıklamalara geçilmiştir. Şüphesiz ki zikri geçen bu tutum, Adem’in zürriyetinde çokça görülür. İşte bu yüzden Yüce Allah hem onların ortak koşmalarından yüce ve münezzeh olduğunu belirtmekte, hem de Yüce Allah’a bu konuda şirk koşmakla -bu şirkleri ister sözlü olsun, ister fiili olsun- en ileri derecede zulme sapmış olduklarını onlara ikrar ettirmektedir. Şöyle ki onları tek bir candan yaratan, o candan da eşini yaratan, onlara kendi nefislerinden eşler yaratan Allah’tır. Daha sonra bu eşler arasında sevgi ve rahmet var etmiştir ki bu yolla birbirleri ile huzur bulurlar, birbirleriyle kaynaşırlar ve birbirlerinden zevk alırlar. Daha sonra Yüce Allah, onları bu arzularını gerçekleştirip zevklerini tatmin edecek hem de onlara çocuk ve nesil sağlayacak yolu göstermiştir. Arkasından annelerinin karınlarında belli bir süre kalacak olan zürriyetleri var etmiştir. Onlar bu zürriyeti dört gözle bekleyip Yüce Allah’tan da onun sağlıklı ve sağlam olarak dünyaya gelmesi için dua ederler. Allah da onlara bu nimeti tam ve eksiksiz ihsan edip onların isteklerini yerine getirir. O halde onların yalnızca O’na ibadet etmeleri, O’na ibadette hiçbir kimseyi ortak koşmamaları ve dinlerini sadece O’na halis kılmaları gerekmez mi? Ancak durum tam aksi olarak ortaya çıkmış ve onlar Allah'a ortak koşmuşlardır.
#
{191 ـ 192} ولكنَّ الأمر جاء على العكس، فأشركوا بالله {مالا يَخْلُقُ شيئاً وهم يُخْلَقونَ. ولا يستطيعون لهم}؛ أي: لعابديها {نصراً ولا أنفسَهم ينصرونَ}: فإذا كانت لا تخلق شيئاً ولا مثقال ذرَّة، بل هي مخلوقة، ولا تستطيع أن تدفع المكروه عن من يعبُدُها ولا عن أنفسها؛ فكيف تُتَّخذ مع الله آلهة؟! إنْ هذا إلا أظلم الظلم وأسفه السفه.
191-192. Bu uydurma ilahlar, zerre ağırlığı kadar dahi hiçbir şey yaratamadıklarına, bizzat kendileri yaratılmış olduğuna, kendilerine tapanların başına gelecek hoş olmayan herhangi bir şeyi önleyemeyeceklerine, hatta bizzat kendilerinin hoşlanmayacakları bir şeyi bile önleyemeyeceklerine göre nasıl olur da onlar Allah ile birlikte ilah edinilebilir? Şüphesiz ki bu, ancak zulmün en ileri derecesi ve akılsızlığın en uç noktasıdır.
#
{193} وإن تدعوا أيُّها المشركون، هذه الأصنام التي عبدتم من دون الله {إلى الهدى لا يتَّبعوكم سواءٌ عليكم أدعوتُموهم أم أنتم صامتونَ}: فصار الإنسانُ أحسنَ حالةً منها؛ لأنَّها لا تسمع ولا تبصِرُ ولا تَهْدي ولا تُهْدَى، وكل هذا إذا تصوَّره اللبيب العاقل تصوراً مجرداً؛ جزم ببطلان إلهيتها وسفاهة مَنْ عبدها.
193.
“Siz” ey müşrikler “onları” Allah’tan başka kendilerine tapındığınız o putları
“doğru yola çağırsanız size uymazlar. Onları çağırmanız da (çağırmayıp) susmanız da sizin için birdir.”
Bu durumda insan, bu putlardan daha üstün bir konumdadır. Çünkü putlar işitmez, görmez, doğru yola iletmez, başkaları vasıtasıyla da doğru yola iletilemezler. Bütün bunları aklı başında bir kimse sadece hatırına getirip düşünecek olsa bile onların ilahlıklarının batıl olduğuna, onlara tapanların da akılsız olduklarına kesinlikle hüküm verir.
{إِنَّ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ عِبَادٌ أَمْثَالُكُمْ فَادْعُوهُمْ فَلْيَسْتَجِيبُوا لَكُمْ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ (194) أَلَهُمْ أَرْجُلٌ يَمْشُونَ بِهَا أَمْ لَهُمْ أَيْدٍ يَبْطِشُونَ بِهَا أَمْ لَهُمْ أَعْيُنٌ يُبْصِرُونَ بِهَا أَمْ لَهُمْ آذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَا قُلِ ادْعُوا شُرَكَاءَكُمْ ثُمَّ كِيدُونِ فَلَا تُنْظِرُونِ (195) إِنَّ وَلِيِّيَ اللَّهُ الَّذِي نَزَّلَ الْكِتَابَ وَهُوَ يَتَوَلَّى الصَّالِحِينَ (196)}.
194- Allah’ı bırakıp da yalvardıklarınız şüphesiz sizin gibi kullardır. Eğer doğru söylüyorsanız, haydi onları çağırın da size karşılık versinler.
195-
Onların yürüyecek ayakları mı var? Yoksa tutacak elleri mi var? Yoksa görecek gözleri yahut işitecek kulakları mı var? De ki: “Ortak koştuklarınızı çağırın, sonra da bana tuzak kurun ve bana göz açtırmayın.”
196- Şüphesiz benim mevlam, Kitab’ı indiren Allah’tır ve O, salihleri dost edinir.
#
{194} وهذا من نوع التحدي للمشركين العابدين للأوثان؛ يقول تعالى: {إنَّ الذين تَدْعون من دونِ الله عبادٌ أمثالكم}؛ أي: لا فرق بينكم وبينهم؛ فكلُّكم عبيدٌ لله مملوكون؛ فإن كنتم كما تزعمون صادقين في أنها تستحقُّ من العبادة شيئاً؛ {فادْعوهم فليستجيبوا لكم}: فإن استجابوا لكم وحصَّلوا مطلوبكم، وإلاَّ؛ تبيَّن أنكم كاذبون في هذه الدعوى مفترون على الله أعظم الفرية.
194. Burada putlara tapan müşriklere bir çeşit meydan okuma vardır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah’ı bırakıp da yalvardıklarınız şüphesiz sizin gibi kullardır.” Sizinle onlar arasında herhangi bir fark yoktur. Hep Allah’ın kullarısınız, O’nun mülkündensiniz.
“Eğer” sizler onların ibadetten azıcık da olsa bir pay hak ettikleri yönündeki iddianızda “doğru söylüyorsanız haydi onları çağırın da size karşılık versinler.” Eğer size karşılık verir, isteklerinizi yerine getirecek olurlarsa mesele yok. Aksi takdirde sizlerin bu iddianızda yalan söylediğiniz, Allah’a en büyük iftirada bulunduğunuz ortaya çıkmış olacaktır.
#
{195} وهذا لا يحتاج إلى تبيين فيه ؛ فإنَّكم إذا نظرتُم إليها؛ وجدتُم صورتها دالةً على أنه ليس لديها من النفع شيء، فليس لها أرجلٌ تمشي بها، ولا أيدٍ تبطش بها، ولا أعينٌ تبصر بها، ولا آذان تسمع بها؛ فهي عادمةٌ لجميع الآلات والقوى الموجودة في الإنسان؛ فإذا كانت لا تجيبكم إذا دعوتموها؛ فهي عبادٌ أمثالكم، بل أنتم أكمل منها وأقوى على كثير من الأشياء؛ فلأيِّ شيء عبدتموها؟! {قل ادعوا شركاءكم ثم كيدونِ فلا تُنظِرونِ}؛ أي: اجتمعوا أنتم وشركاؤكم على إيقاع السوء والمكروه بي من غير إمهال ولا إنظار فإنكم غير بالغين لشيء من المكروه بي.
195. Bu meselenin açıklığa kavuşturulması için ayrıca çalışılmasına da gerek yoktur. Çünkü sizler bunlara bakacak olursanız, onların şekillerinin dahi bu putların herhangi bir fayda sağlayamayacaklarının delil olduğunu görürsünüz. Bunların kendileri ile yürüdükleri bir ayakları yoktur, kendileri ile tuttukları elleri yoktur, kendileri ile gördükleri gözleri yoktur, kendileri ile işittikleri kulakları yoktur. Bu putlar insanda var olan bütün güç ve araçlardan yoksundur. Bu putları çağırdığınız vakit onlar size karşılık veremeyeceklerine göre o halde bunlar da sizin gibi kullardır. Hatta siz onlardan daha mükemmelsiniz. Zira sizin pek çok işe gücünüz yeter. O halde ne diye bunlara tapmaktasınız?
“De ki: Ortak koştuklarınızı çağırın, sonra da bana tuzak kurun ve bana göz açtırmayın.” Siz ve ortak koştuğunuz kimseler bana bir kötülük ve hoşuma gitmeyecek işler yapmak için bana hiç süre tanımaksızın ve göz açtırmaksızın toplanıp bir araya gelin. Ama sizler hiçbir zaman bana bir kötülük yapamayacaksınız.
#
{196} لأنَّ وَلِيِّيَ اللهُ الذي يتولاَّني فيجلب لي المنافع ويدفع عني المضار. {الذي نزَّل الكتابَ}: الذي فيه الهدى والشفاء والنور، وهو من تولِّيه وتربيته لعباده الخاصة الدينيَّة. {وهو يتولَّى الصالحين}: الذين صلحت نيَّاتهم وأعمالهم وأقوالهم؛ كما قال تعالى: {اللهُ وليُّ الذين آمنوا يخرِجُهم من الظُّلمات إلى النور}؛ فالمؤمنون الصالحون لمَّا تولَّوا ربَّهم بالإيمان والتقوى ولم يتولَّوا غيره ممَّن لا ينفع ولا يضرُّ؛ تولاَّهم الله ولطف بهم وأعانهم على ما فيه الخير والمصلحة لهم في دينهم ودنياهم ودفع عنهم بإيمانهم كلَّ مكروه؛ كما قال تعالى: {إنَّ الله يدافِعُ عن الذين آمنوا}.
196.
“Şüphesiz benim mevlam” işlerimi kendisine havale ettiğim, böylelikle bana faydaları sağlayan ve bana gelebilecek zararları önleyen
“Kitab’ı indiren Allah’tır.” O’nun bana indirdiği o Kitapta hidâyet, şifa ve nur vardır. O kitap, Yüce Allah’ın kullarını dost edinmesinin ve onları dini yönden hususi bir şekilde terbiye etmesinin bir tecellisidir.
“Ve O, salihleri” niyetleri ile amelleri ile sözleri ile salih olanları
“dost edinir.” Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Allah iman edenlerin dostudur, onları karanlıklardan nura çıkarır.” (el-Bakara, 2/257)
Salih mü’minler, iman ve takvâ ile Rab’lerini dost edinip O’nun dışında fayda ve zarar veremeyen şeyleri dost edinmediklerinden dolayı Allah onları dost edinmiş, onlara lütufta bulunmuş, din ve dünyaları hususunda kendileri için hayır ve maslahat bulunan konularda onlara yardım etmiş, imanları sayesinde hoş olmayan her şeyi de onlardan bertaraf etmiştir.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Muhakkak Allah mü’minleri savunur.” (el-Hac, 22/38)
{وَالَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ لَا يَسْتَطِيعُونَ نَصْرَكُمْ وَلَا أَنْفُسَهُمْ يَنْصُرُونَ (197) وَإِنْ تَدْعُوهُمْ إِلَى الْهُدَى لَا يَسْمَعُوا وَتَرَاهُمْ يَنْظُرُونَ إِلَيْكَ وَهُمْ لَا يُبْصِرُونَ (198)}.
197- Sizin O’nun dışında yalvardıklarınız ise size yardım edemezler, hatta onlar kendilerine bile yardım edemezler.
198- Onları hidâyete çağırsanız duymazlar. Onların sana baktığını görürsün, halbuki onlar görmezler.
#
{197 ـ 198} وهذا أيضاً في بيان عدم استحقاق هذه الأصنام التي يعبُدونها من دون الله شيئاً من العبادة؛ لأنها ليس لها استطاعةٌ ولا اقتدارٌ في نصر أنفسهم ولا في نصر عابديها، وليس لها قوة العقل والاستجابة؛ فلو دعوتَها إلى الهدى؛ لم تهتدِ، وهي صورٌ لا حياة فيها، فتراهم ينظرون إليك وهم لا يبصرونَ حقيقةً؛ لأنهم صوَّروها على صور الحيوانات من الآدميين أو غيرهم، وجعلوا لها أبصاراً وأعضاءً؛ فإذا رأيتها؛ قلت: هذه حيَّة؛ فإذا تأملتها؛ عرفت أنها جمادات لا حراك بها ولا حياة؛ فبأيِّ رأي اتَّخذها المشركون آلهةً مع الله؟! ولأيِّ مصلحة أو نفع عكفوا عندها وتقرَّبوا لها بأنواع العبادات؟! فإذا عُرِفَ هذا؛ عُرِفَ أن المشركين وآلهتهم التي عبدوها ولو اجتمعوا وأرادوا أن يكيدوا من تولاَّه فاطر السماوات والأرض متولِّي أحوال عباده الصالحين؛ لم يقدروا على كيده بمثقال ذرَّةٍ من الشرِّ؛ لكمال عجزهم وعجزها وكمال قوَّة الله واقتداره وقوَّة من احتمى بجلاله وتوكَّل عليه، وقيل: إنَّ معنى قوله: {وتَراهُم ينظُرونَ إليكَ وهم لا يبصِرونَ}: إنَّ الضمير يعود إلى المشركين المكذِّبين لرسول الله - صلى الله عليه وسلم -، فتحسبهم ينظُرون إليك يا رسول الله نظر اعتبارٍ يتبيَّن به الصادق من الكاذب، ولكنهم لا يبصرون حقيقتك وما يتوسَّمه المتوسِّمون فيك من الجمال والكمال والصدق.
197-198. Bu buyruklar da yine müşriklerin Allah’tan başka tapındıkları o putların, ibadet namına hiçbir şeyi hak etmediklerini açıklamaya yöneliktir. Çünkü bu putların ne kendilerine yardım konusunda ne de kendilerine ibadet edenlere yardım sağlama hususunda herhangi bir güç ve kudretleri yoktur. Akletme güçleri de kendilerine yapılan duaları kabul edip istekleri yerine getirebilme güçleri de yoktur.
Bu putları hidâyete davet edecek olsan hidâyet bulamazlar. Çünkü onlar cansız suretlerden ibarettir. Sana baktıklarını görürsün. Gerçekte ise onlar seni görmemektedirler. Çünkü onlara tapanlar, bu putları insan veya insandan başka canlı birtakım varlıkların suretinde şekillendirmişlerdir. Bunlara göz ve organ yapmışlardır. Onları gördüğün vakit
“Bunlar canlıdır” dersin. Yakından tetkik edersen cansız, hareketsiz ve hayat sahibi olmayan varlıklar olduklarını anlarsın. O halde müşrikler hangi görüşe dayanarak bunları Allah ile birlikte ilah edinmişlerdir? Hangi maslahatı veya faydayı umarak bunların huzurunda eğilmişlerdir? Ne diye bunlara çeşitli ibadetlerle yakınlaşmaya çalışmışlardır?
Bunun böyle olduğu açıkça anlaşıldığına göre artık müşriklerin de tapındıkları ilahların da bir araya gelip gökleri ve yeri yoktan var edenin dost edindiği ve aynı zamanda durumlarını düzeltmeyi üzerine aldığı salih kullarına herhangi bir zarar vermeleri imkânsızdır. Onlara tuzak kurmak için bir araya gelecek olsalar dahi zerre ağırlığınca bir zarar veremezler. Çünkü onlar, son derece acizdirler. Buna karşılık, Allah’ın güç ve iktidarı da kemâl derecesindedir. O’nun celal ve azametinin himayesine giren ve O’na tevekkül edenler de bu güçle güçlenir.
Yüce Allah’ın: “Onların sana baktığını görürsün, halbuki onlar görmezler” buyruğundaki zamirlerin Allah Rasûlü’nü yalanlayan müşriklere ait olduğu da söylenmiştir. Yani ey Allah’ın Rasûlü, sen o müşriklerin sana kimin doğru kimin yalan söylediğini ortaya çıkaracak bir ibret nazarı ile baktıklarını zannedersin. Oysa onlar, senin gerçek durumunu görmedikleri gibi gerçekten ibretle bakanların sende gördükleri güzellikleri, kemal ve doğruluğu da görmezler.
{خُذِ الْعَفْوَ وَأْمُرْ بِالْعُرْفِ وَأَعْرِضْ عَنِ الْجَاهِلِينَ (199)}.
199- Sen af yolunu tut, marufu emret ve cahillerden yüz çevir.
#
{199} هذه الآية جامعة لِحُسْنِ الخلق مع الناس وما ينبغي في معاملتهم: فالذي ينبغي أن يعامَلَ به الناس: أن يأخذَ العفوَ؛ أي: ما سمحتْ به أنفسُهم وما سَهُلَ عليهم من الأعمال والأخلاق؛ فلا يكلِّفهم ما لا تسمح به طبائعهم، بل يشكُر من كلِّ أحدٍ ما قابله به من قول وفعل جميل أو ما هو دونَ ذلك، ويتجاوزُ عن تقصيرِهم ويغضُّ طرفه عن نقصهم ولا يتكبَّر على الصغير لصغره ولا ناقص العقل لنقصه ولا الفقير لفقره، بل يعامل الجميع باللُّطف والمقابلة بما تقتضيه الحال وتنشرح له صدورهم. {وأمُرْ بالعُرْفِ}؛ أي: بكل قول حسن وفعل جميل وخلق كامل للقريب والبعيد؛ فاجعل ما يأتي إلى الناس منك إما تعليم علم أو حث على خير من صلة رحم أو برِّ والدين أو إصلاح بين الناس أو نصيحة نافعة أو رأي مصيب أو معاونة على برٍّ وتقوى أو زجر عن قبيح أو إرشاد إلى تحصيل مصلحة دينيَّة أو دنيويَّة. ولما كان لا بدَّ من أذيَّة الجاهل؛ أمر الله تعالى أن يقابَلَ الجاهل بالإعراض عنه وعدم مقابلته بجهله؛ فمن آذاك بقوله أو فعله؛ لا تؤذه، ومن حَرَمَكَ لا تحرِمْه، ومن قطعك فَصِلْه، ومن ظلمك فاعدل فيه.
199. Bu âyet-i kerime, insanlara karşı gösterilecek güzel ahlakî davranışları, onlarla ilişkilerde takınılması gereken tutumları kapsamlı bir şekilde açıklamaktadır. İnsanlara davranırken
“af yolunu” tutulması, yani insanların müsamaha ile karşılayacakları ve onlara uygun düşecek davranışlarda bulunmak ve güzel ahlakı elden bırakmamak gerekir. Onları tabiat itibariyle kaldıramayacakları birtakım şeylerle mükellef tutmamalıdır. Diğer taraftan herkese yaptığı güzel davranış, söylediği güzel söz hatta bundan da daha aşağı güzellikleri dolayısı ile teşekkür etmeli, kusurlarını affedip eksikliklerini görmezlikten gelmelidir. Küçüğe karşı küçüklüğü dolayısı ile kıt akıllıya aklının eksikliği, fakire de fakirliği dolayısı ile büyüklenmemelidir. Aksine herkese nazikçe davranmalı ve duruma uygun olarak gönüllerini hoş tutacak şekilde karşılık vermelidir.
“Marufu emret.” Uzağa da yakına da her güzel sözü, her güzel davranışı ve mükemmel ahlakı emret. Senin insanlara ulaştıracağın şeyler ya bir bilgiyi öğretmek, ya akrabalık bağını gözetmek, ya anne-babaya iyilikte bulunmak gibi bir hayra teşvik etmek olmalıdır yahut insanların arasını düzeltmek, faydalı bir öğüt vermek, isabetli bir görüş belirtmek, iyilik ve takvâ üzere yardımlaşmak, çirkin bir şeyden alıkoymak yahut da dinî ya da dünyevî bir maslahatın elde edilmesinin yolunu göstermek olmalıdır.
Cahilin eziyet vermesi kaçınılmaz olduğundan dolayı Yüce Allah, cahile de ondan yüz çevirmek şeklinde mukabele edilmesini,
cahilliğine cahillikle karşılık verilmemesini emretmektedir: “cahillerden yüz çevir.” Söz yahut davranışı ile seni rahatsız eden bir kimseye rahatsızlık verme, seni mahrum edeni mahrum bırakma, seninle bağlarını koparanla bağlarını koparma, sana zalimlik edene de adaletle davran.
Kulun, cin şeytanlarına karşı nasıl davranması gerektiğine gelince Yüce Allah bu konuda bize şöyle yol göstermektedir:
{وَإِمَّا يَنْزَغَنَّكَ مِنَ الشَّيْطَانِ نَزْغٌ فَاسْتَعِذْ بِاللَّهِ إِنَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ (200) إِنَّ الَّذِينَ اتَّقَوْا إِذَا مَسَّهُمْ طَائِفٌ مِنَ الشَّيْطَانِ تَذَكَّرُوا فَإِذَا هُمْ مُبْصِرُونَ (201) وَإِخْوَانُهُمْ يَمُدُّونَهُمْ فِي الْغَيِّ ثُمَّ لَا يُقْصِرُونَ (202)}.
200- Sana şeytandan bir vesvese gelirse hemen Allah’a sığın. Çünkü O, her şeyi işiten ve bilendir.
201- Takva sahiplerine şeytandan bir vesvese geldiğinde onlar iyice düşünürler, bakarsın ki onlar
(doğruyu) görmüşler bile!
202- Şeytanların kardeşlerine gelince şeytanlar, onları sapıklığa sürükler, sonra da yakalarını bırakmazlar.
#
{200} أي: أيَّ وقت وفي أيِّ حال، {ينزغنَّك من الشيطان نزغٌ}؛ أي: تحس منه بوسوسةٍ وتثبيطٍ عن الخير أو حثٍّ على الشرِّ وإيعازٍ إليه، {فاستعذْ بالله}؛ أي: التجئ واعتصم بالله واحتم بحماه. فإنَّه سميعٌ لما تقول، {عليمٌ}: بنيَّتك وضعفك وقوة التجائك له فسيحميك من فتنته ويقيك من وسوسته؛ كما قال تعالى: {قل أعوذُ بربِّ الناس ... } إلى آخر السورة.
200. Her ne vakit ve her ne durumda
“sana şeytandan bir vesvese gelirse” onun sana vesvese verdiğini, seni hayırdan alıkoymak istediğini hisseder yahut seni kötülüğe teşvik edip ona doğru ittiğini fark edersen
“hemen Allah’a sığın” O’na sarıl ve O’nun himayesine sığın!
“Çünkü O” senin söylediğin “her şeyi işiten ve” senin niyetini, zayıflığını, ona ne kadar güçlü bir şekilde sığındığını
“bilendir.” O, seni şeytanın fitnesinden koruyacak, vesvesesine karşı muhafaza edecektir. Nitekim Yüce Allah bize (Nas Sûresi’nde): “De ki; sığınırım insanların rabbine...” diyerek kendisine sığınmayı emretmektedir.
#
{201} ولما كان العبدُ لا بدَّ أن يغفل وينال منه الشيطان الذي لا يزال مرابطاً ينتظر غرَّته وغفلته؛ ذكر تعالى علامة المتَّقين من الغاوين، وأن المتَّقي إذا أحسَّ بذنب ومسَّه طائفٌ من الشيطان فأذنب بفعل محرَّم أو ترك واجبٍ؛ تذكَّر من أي باب أُتِيَ ومن أيِّ مدخل دخل الشيطان عليه، وتذكَّر ما أوجب الله عليه وما عليه من لوازم الإيمان، فأبصر، واستغفر الله تعالى، واستدرك ما فرط منه بالتوبة النصوح والحسنات الكثيرة، فرد شيطانه خاسئاً حسيراً؛ قد أفسد عليه كلَّ ما أدركه منه.
201. Kulun gaflete düşmesi, sürekli olarak gaflete düşeceği anı gözetleyip duran şeytandan zarar görmesi kaçınılmaz olduğundan dolayı Allah, takvâ sahibi olan kimseleri azgın ve haddi aşan kimselerden ayırt eden bir alameti söz konusu etmektedir.
Bu da şudur: Takva sahibi eğer bir günah işleme isteği hisseder de şeytandan ona bir vesvese geldiğinden dolayı haram olan bir fiili işlemek yahut da farz olan bir işi terk etmek suretiyle günah işleyecek olursa hemen o vesveseye nereden kapıldığını düşünür ve şeytanın kendisine hangi kapıdan yaklaştığını tespit eder. Allah’ın kendisine neyi farz kıldığını, sahip olduğu imanın kendisine ne gibi sorumluluklar yüklediğini düşünüp hatırlar. Böylece gerçeği basiretle görür, Yüce Allah’tan mağfiret diler, samimi bir tevbe eder ve pek çok iyilikler işlemek sureti ile de kusurunu telafi eder. Böylelikle şeytanın kendisine vermiş olduğu bütün zararları telafi etmiş, oyunlarını bozmuş olarak, onun hor, hakir ve eliboş dönmesini sağlar.
#
{202} وأما إخوان الشياطين وأولياؤهم؛ فإنهم إذا وقعوا في الذُّنوب لا يزالون يمدُّونهم في الغيِّ ذنباً بعد ذنبٍ، ولا يقصرون عن ذلك؛ فالشياطين لا تقصر عنهم بالإغواء؛ لأنها طمعت فيهم حين رأتهم سلسي القياد لها وهم لا يقصرون عن فعل الشرِّ.
202. Şeytanların kardeşleri ve onların dostları olanlara gelince bunlar, günaha düşecek olurlarsa şeytanlar ardı arkasına günahlar işleterek azgınlıklarında devam etmelerini sağlarlar ve bu konuda ellerini onların yakalarından çekmezler. Çünkü şeytanlar, onları azdırmakta sınır tanımazlar, belli bir yerde durmazlar. Zira şeytanlar onların dizginlerini ellerine kolaylıkla aldıklarını ve kötülük işlemekten de hiç geri durmadıklarını görünce onlardan yaa iyice ümitlenirler.
{وَإِذَا لَمْ تَأْتِهِمْ بِآيَةٍ قَالُوا لَوْلَا اجْتَبَيْتَهَا قُلْ إِنَّمَا أَتَّبِعُ مَا يُوحَى إِلَيَّ مِنْ رَبِّي هَذَا بَصَائِرُ مِنْ رَبِّكُمْ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ (203)}.
203-
Onlara bir mucize getirmediğin zaman: “Onu kendin uydurup getirseydin ya!” derler.
De ki: “Ben, ancak Rabbimden bana vahyolunana uyarım. Bu (Kur'ân), Rabbinizden gelen basiretlerdir, iman eden bir toplum için de hidâyet ve rahmettir.”
#
{203} أي: لا يزال هؤلاء المكذِّبون لك في تعنُّت وعناد، ولو جاءتهم الآيات الدالَّة على الهدى والرشاد؛ فإذا جئتهم بشيء من الآيات الدالَّة على صدقك؛ لم ينقادوا. {وإذا لم تأتهم بآيةٍ}: من آيات الاقتراح التي يعيِّنونها، {قالوا لولا اجتبيتها}؛ أي: هلاَّ اخترت الآية فصارت الآية الفلانية أو المعجزة الفلانية، كأنك أنت المنزِّل للآيات المدبِّر لجميع المخلوقات، ولم يعلموا أنه ليس لك من الأمر شيء، أو [أنّ المعنى]: لولا اخترعتها من نفسك، {قل إنَّما أتَّبع ما يوحى إليَّ من ربي}: فأنا عبدٌ مُتَّبِعٌ مدبَّر، والله تعالى هو الذي ينزل الآيات ويرسلها على حسب ما اقتضاه حمده، وَطَلبَتْهُ حكمته البالغة؛ فإن أردتم آية لا تضمحلُّ على تعاقب الأوقات وحجة لا تبطل في جميع الآنات؛ فهذا: القرآن العظيم والذكر الحكيم.
{بصائرُ من ربِّكم}: يستبصر به في جميع المطالب الإلهيَّة والمقاصد الإنسانيَّة، وهو الدليل والمدلول؛ فمن تفكَّر فيه وتدبَّره؛ علم أنه تنزيلٌ من حكيم حميدٍ، لا يأتيه الباطل من بين يديه ولا من خلفه، وبه قامت الحجَّة على كلِّ من بلغه، ولكن أكثر الناس لا يؤمنون، وإلاَّ؛ فمن آمن؛ فهو {هدىً} له من الضلال {ورحمةٌ} له من الشقاء؛ فالمؤمن مهتدٍ بالقرآن، متَّبع له، سعيدٌ في دنياه وأخراه، وأما من لم يؤمنْ به؛ فإنه ضالٌّ شقيٌّ في الدنيا والآخرة.
203. Yani seni yalanlayan bu kimseler inatlaşmaya devam ederler ve işleri yokuşa sürmeyi sürdürürler. İsterse doğruluğu ve hidâyeti gösteren ayet ve mucizeler onlara gelmiş olsun, fark etmez. Sen bunlara doğruluğuna delil olan âyet ve mucizeleri getirecek olsan da yine bunlara boyun eğmezler. Diğer taraftan
“onlara bir mucize getirmediğin zaman” onların tayin edip gösterilmesini istedikleri bir mucize göstermezsen:
“Onu kendin uydurup getirseydin ya, derler.” Sanki mucizelerin sen indiriyormuşsun ve bütün mahlukatın işlerini sen idare ediyormuşsun gibi
“O mucizeyi sen seçmeli, böylelikle filan mucize ve falan mucizeyi kendin göstermeli değil miydin? derler. Halbuki onlar senin kendiliğinden hiçbir şey yapma gücüne sahip olmadığını bilmiyorlar. Bu buyruğun şu manada olması da muhtemeldir: Sen bu mucizeyi kendiliğinden uydurup getirmeli değil miydin? demek isterler.
“De ki: Ben ancak Rabbimden bana vahyolunana uyarım.” Ben tâbi olan, işleri Allah tarafından idare edilen bir kulum. Âyetleri ve mucizeleri dolayısıyla hamdedilmesi gereken ve onları nihaî hikmetine göre indiren ve gönderen Allah’tır. Eğer sizler zaman geçince yok olmayacak bir mucize, bütün çağlar boyunca çürütülemeyecek bir delil istiyorsanız hiç şüphesiz
“bu”, Kur’an-ı Azim’dir. O hikmet dolu zikir “Rabbinizden gelen basiretlerdir” kendisi vasıtası ile bütün ilâhi isteklerin ve insani maksatların basiretle yerine getirildiği delillerdir. O hem delil, hem medlüldür. Onun üzerinde iyice düşünen kimse, onun hikmet sahibi ve hamde layık olan Allah'tan indirilmiş olduğunu anlar. Önünden de ardından da batıl ona erişemez. Bu Kur’an kime ulaşırsa ona karşı ilâhi delil de konmuş demektir. Fakat insanların çoğu iman etmezler. Oysa
“iman eden” kimseler için bu Kur’an “hidâyet ve” yine o kimseler için bedbahtlıktan kurtaran bir
“rahmettir.” Mü’min kimse Kur’an-ı Kerim ile hidâyet bulur, ona uyar, böylece dünya ve âhiretinde mutluluğa kavuşur. Ona iman etmeyen ise dünyada da âhirette de sapar ve bedbaht olur.
{وَإِذَا قُرِئَ الْقُرْآنُ فَاسْتَمِعُوا لَهُ وَأَنْصِتُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ (204)}.
204- Kur’an okunduğu zaman onu dinleyin ve susun ki rahmete nail olasınız.
#
{204} هذا الأمر عامٌّ في كلِّ من سمع كتاب الله يتلى؛ فإنه مأمور بالاستماع له والإنصات، والفرق بين الاستماع والإنصات أن الإنصات في الظاهر بترك التحدُّث أو الاشتغال بما يشغل عن استماعه، وأما الاستماع له؛ فهو أن يُلْقِيَ سَمْعَه ويحضِرَ قلبَه ويتدبَّر ما يستمع؛ فإنَّ من لازم على هذين الأمرين حين يُتلى كتاب الله؛ فإنه ينال خيراً كثيراً وعلماً غزيراً وإيماناً مستمرًّا متجدداً وهدىً متزايداً وبصيرةً في دينه، ولهذا رتَّب الله حصول الرحمة عليهما، فدلَّ ذلك على أن مَنْ تُلي عليه الكتاب فلم يستمع له وينصت أنه محروم الحظ من الرحمة، قد فاته خيرٌ كثير.
ومن أوكدِ ما يؤمر [به] مستمع القرآن أن يستمعَ له وينصتَ في الصلاة الجهرية إذا قرأ إمامُهُ؛ فإنَّه مأمورٌ بالإنصات حتى إنَّ أكثر العلماء يقولون: إنَّ اشتغاله بالإنصات أولى من قراءته الفاتحة وغيرها.
204. Bu, Allah’ın Kitabı’nın okunduğunu işiten herkese yönelik umumî bir emirdir. O kitabın okunduğunu işiten herkes,
“istimâ/dinlemek” ve
“insat/susmak” ile emrolunmuştur. İstimâ’ ile insat arasındaki farka gelince; insat konuşmayı terk etmek yahut da onu dinlemekten alıkoyan meşguliyetleri bırakmak ile olur. İstimâ’ ise kişinin kulak vermekle birlikte kalbinin uyanık olması ve duyduklarını düşünüp tefekkür ederek dinlemesi ile olur.
Yüce Allah’ın Kitabı okununca bu iki emri
(yani onu dinleme ve susma emirlerini) yerine getiren bir kimse pek çok hayra nail olur, pek çok ilim elde eder. Sürekli ve yenilenip duran bir imana, devamlı artan bir hidâyete ve dininde basirete sahip olur. Bundan dolayı Yüce Allah bu iki emrin yerine getirilmesi halinde ilâhi rahmete nail olunacağını bildirmiştir. Bu da yanında Allah’ın Kitabı okunduğu halde onu dinlemeyen ve susmayan kimsenin, ilâhi rahmetten payına düşenden mahrum kalacağına ve pek çok hayrı elden kaçırmış olacağına delildir.
Kur’an dinleyen kimseye yönelik en kesin emirlerden birisi de cehrî
(sesli kıraat yapılan) namazlarda susup uyduğu imamın okuduğu Kur’an’ı dinlemesidir. Çünkü kişi, bu durumda Kur’an’ı dinlemekle emrolunmuştur.
Hatta alimlerin çoğunluğu şöyle demiştir: İmama uyan kimsenin susup dinlemekle meşgul olması, Fatiha’yı da başka bir sureyi de okumasından daha uygundur.
{وَاذْكُرْ رَبَّكَ فِي نَفْسِكَ تَضَرُّعًا وَخِيفَةً وَدُونَ الْجَهْرِ مِنَ الْقَوْلِ بِالْغُدُوِّ وَالْآصَالِ وَلَا تَكُنْ مِنَ الْغَافِلِينَ (205) إِنَّ الَّذِينَ عِنْدَ رَبِّكَ لَا يَسْتَكْبِرُونَ عَنْ عِبَادَتِهِ وَيُسَبِّحُونَهُ وَلَهُ يَسْجُدُونَ (206)}.
205- Rabbini içinden, yalvararak, korkarak ve yüksek olmayan bir sesle sabah-akşam an ve gafillerden olma.
206- Şüphe yok ki Rabbinin katındakiler, O’na ibadet etmekten asla büyüklenmezler. O’nu tesbih ederler ve yalnız O’na secde ederler.
#
{205} الذكر لله تعالى يكون بالقلب ويكون باللسان ويكون بهما وهو أكمل أنواع الذكر وأحواله، فأمر الله عبده ورسوله محمداً أصلاً وغيره تبعاً بذكر ربِّه في نفسه؛ أي: مخلصاً خالياً، {تضرُّعاً}؛ أي: متضرعاً بلسانك مكرِّراً لأنواع الذكر، {وخِيفةً}: في قلبك؛ بأن تكون خائفاً من الله، وَجِلَ القلب منه خوفاً أن يكون عملك غير مقبول، وعلامة الخوف أن يسعى ويجتهد في تكميل العمل وإصلاحه والنصح به. {ودون الجهر من القول} ـ؛ أي: كن متوسطاً، لا تجهرْ بصلاتك ولا تخافِتْ بها وابتغ بين ذلك سبيلاً ـ {بالغدو}: أول النهار، {والآصال}: آخره، وهذان الوقتان [لذكرِ اللهِ] فيهما مزيَّةٌ وفضيلةٌ على غيرهما. {ولا تكن من الغافلينَ}: الذين نَسُوا الله فأنساهم أنفُسَهم؛ فإنَّهم حُرِموا خير الدنيا والآخرة، وأعرضوا عمَّن كلُّ السعادة والفوز في ذكره وعبوديَّته، وأقبلوا على مَن كلُّ الشقاوة والخيبة في الاشتغال به.
وهذه من الآداب التي ينبغي للعبد أن يراعِيَها حقَّ رعايتها، وهي الإكثار من ذكر الله آناء الليل والنهار، خصوصاً طرفي النهار، مخلصاً خاشعاً متضرِّعاً متذللاً ساكناً متواطئاً عليه قلبه ولسانه بأدبٍ ووَقارٍ وإقبال على الدُّعاء والذِّكر وإحضارٍ له بقلبه وعدم غفلة؛ فإنَّ الله لا يستجيبُ دعاءً من قلبٍ غافلٍ لاهٍ.
205. Yüce Allah’ın anılması hem kalple, hem dille hem de her ikisi ile birlikte olur. Zikrin en mükemmel türü ve hali bu sonuncusudur. Yüce Allah, kulu ve Rasûlü Muhammed’e asaleten,
onun dışındakilere de ona tâbi olarak şu emri vermektedir: “Rabbini içinden”, yani ihlasla ve yalnız başına iken,
“yalvararak” yakarıp dili ile çeşitli zikir türlerini tekrarlayarak,
“korkarak” kalbinden de Allah’tan korkup ameli kabul edilmez diye kalbi titreyip endişe ederek -ki korkmanın alameti amelini tam yapmak, güzel ve salih olması için gayret etmek ve samimi bir niyete sahip olmaktır- “ve yüksek olmayan bir sesle” yani
(ne kısık ne yüksek) orta bir yol tutarak;
“Namazında yüksek sesle okuma, onda sesini fazla da kısma, bu ikisinin arası bir yol tut.” (el-İsra, 17/110) “sabah” günün başında “akşam” günün sonunda
“an!” Bu iki vakitte yapılan zikrin, diğer vakittekilere göre bir üstünlüğü ve bir meziyeti vardır.
“Ve gafillerden” Allah’ı unutan, bu yüzden Allah’ın da kendilerine bizzat kendilerini unutturduğu kimselerden “olma!” Çünkü bu kimseler, dünya ve âhiret hayırlarından mahrum kalmışlardır. O’nu anmak ve O’na ubudiyette bulunmak ile ele geçecek her türlü mutluluk ve kurtuluştan yüz çevirmişler; buna karşılık kendisi ile uğraşmak bedbahtlık olan ve ziyana götüren şahıs ve işlere yönelmişlerdir.
İşte bunlar kulun hakkı ile riâyet etmesi gereken adabın bir bölümüdür: Gece ve gündüzün bütün vakitlerinde, özellikle de günün iki ucunda Yüce Allah’ı ihlas ile itaat ile yalvarıp yakararak, zilletini arz ederek, sükunet içerisinde, kalbi ve dili uyumlu olarak, tam bir edep ve vakar içinde dua ve zikre yönelmek, kalp huzuru ile ve gaflete düşmeksizin -Çünkü Allah, gafil kalbin duasını kabul etmez- çokça Allah’ı anmak.
#
{206} ثم ذكر تعالى أن له عباداً مستديمين لعبادته، ملازمين لخدمته، وهم الملائكة. فلتعلموا أن الله لا يريدُ أن يتكثَّر بعبادتكم من قلَّة، ولا ليتعزَّز بها من ذِلَّة، وإنما يريدُ نفع أنفسكم، وأن تربحوا عليه أضعاف أضعاف ما عملتم، فقال: {إنَّ الذين عند ربِّك}: من الملائكة المقرَّبين وحملة العرش والكروبيين، {لا يستكبِرون عن عبادته}: بل يُذْعِنون لها وينقادون لأوامر ربِّهم، {ويسبِّحونه}: الليل والنهار لا يفترون. {وله} وحده لا شريك له {يسجُدون}: فليقتَدِ العبادُ بهؤلاء الملائكة الكرام، وليداوِموا على عبادة الملك العلاَّم.
206. Daha sonra Yüce Allah devamlı kendisine ibadet eden,
O’na hizmeti sürekli olan kullarından yani meleklerden söz etmektedir ki bu da şu anlama gelmektedir: Allah’ın sizin ibadetinizle kendisine yapılan az ibadeti artırmak, zelil olduğu için de o ibadet sayesinde güçlenmek gibi bir isteği yoktur. O, bununla ancak sizin fayda görmenizi ve sizin bu yolla yaptığınız amellerin mükafatını kat kat fazlasıyla elde ederek kâra geçmenizi istemektedir.
” İşte bunu anlatmak üzere Allah şöyle buyurmaktadır:
“Şüphe yok ki Rabbinin katındakiler” mukarreb, Arş’ı taşıyan ve Kerrubi melekler,
“O’na ibadet etmekten asla büyüklenmezler.” Aksine itaatle boyun eğerler, Rablerinin emirlerine gönülden bağlı kalırlar. Gece-gündüz aralıksız olarak
“O’nu tesbih ederler ve yalnız” O’na hiçbir kimseyi ortak koşmaksızın
“secde ederler.” O halde kullar da bu Melaike-i Kirama uysunlar ve mutlak egemen ve her şeyi bilen Allah'a ibadeti aralıksız sürdürsünler.
Âraf suresinin tefsiri burada sona ermektedir.
Hamd, şükür ve sena yalnız Allah’adır. Allah, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e aile halkına ve ashabına salat ve selam eylesin.
***