Ayet:
6- EN’ÂM SÛRESİ
6- EN’ÂM SÛRESİ
(Mekke’de inmiştir, 165 âyettir)
Ayet: 1 - 2 #
{الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَجَعَلَ الظُّلُمَاتِ وَالنُّورَ ثُمَّ الَّذِينَ كَفَرُوا بِرَبِّهِمْ يَعْدِلُونَ (1) هُوَ الَّذِي خَلَقَكُمْ مِنْ طِينٍ ثُمَّ قَضَى أَجَلًا وَأَجَلٌ مُسَمًّى عِنْدَهُ ثُمَّ أَنْتُمْ تَمْتَرُونَ (2)}.
1- Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah’ındır. Sonra da kâfir olanlar Rablerine denk tutuyorlar. 2- O, sizi çamurdan yaratan, sonra da bir ecel takdir edendir. O’nun katında belirli bir ecel daha vardır. Sonra siz (hâlâ) şüphe ediyorsunuz.
#
{1} هذا إخبارٌ عن حمدِهِ والثناء عليه بصفات الكمال ونعوت العظمة والجلال عموماً وعلى هذه المذكورات خصوصاً؛ فحمد نفسه على خلقه السماوات والأرض الدالَّةِ على كمال قدرته وسعة علمه ورحمته وعموم حكمته وانفراده بالخلق والتدبير، وعلى جَعْلِهِ الظلماتِ والنور، وذلك شاملٌ للحسيِّ من ذلك؛ كالليل والنهار والشمس والقمر، والمعنوي؛ كظلمات الجهل والشَّكِّ والشِّرك والمعصية والغفلة ونور العلم والإيمان واليقين والطاعة، وهذا كلُّه يدلُّ دلالة قاطعة أنه تعالى هو المستحقُّ للعبادة وإخلاص الدين له، ومع هذا الدليل ووضوح البرهان: {ثم الذين كَفَروا بربِّهم يعدِلون}؛ [أي: يعدلون] به سواه؛ يسوُّونهم به في العبادة والتعظيم، مع أنَّهم لم يساووا الله في شيء من الكمال، وهم فقراء عاجزون ناقصون من كل وجه.
1. Bu buyruk, Allah'ın hem kemâl sıfatları, azamet ve celal nitelikleri ile genel olarak, hem de sözü edilen hususlar dolayısı ile de özel olarak övgüye ve yüceltilmeye layık olduğunu haber vermektedir. Allah tebâreke ve teâlâ, kudretinin kemaline, ilim ve rahmetinin genişliğine, hikmetinin genelliğine ve mahlukatı yalnız başına yaratıp idare etmesine delil olan “gökleri ve yeri” yaratması, “karanlıkları ve aydınlığı var” etmesi dolayısı ile yüce zatını övmektedir. Karanlıkların ve aydınlığın yaratılması, hem gece ve gündüz, güneş ve ay gibi maddi olan varlıkları; hem cehalet, şüphe, şirk, masiyet, gaflet gibi manevi karanlıkları; hem de ilmin, imanın, yakînin ve itaatin nuru gibi manevi aydınlıkları kapsamaktadır. Bütün bunlar, Yüce Allah’ın yalnız başına ibadete layık olduğuna, dinin yalnızca O’na halis kılınacağına delildir. “Sonra da” bu delile ve bu konudaki kat’i belgenin bütün açıklığına rağmen “kâfir olanlar Rablerine denk tutuyorlar.” O’ndan başka varlıkları, O’na eşit tutuyorlar. Yani bu varlıkları ibadet ve ta’zimde O’na denk tutarlar. Halbuki bu varlıkların kemâl konulardaki hiçbir hususta Allah’a eşit olmaları mümkün değildir. Aksine hepsi Allah’a muhtaç, her bakımdan eksik ve acizdirler.
#
{2} {هو الذي خَلَقَكُم من طينٍ}: وذلك بخَلْقِ مادَّتكم وأبيكم آدم عليه السلام. {ثم قضى أجلاً}؛ أي: ضرب لمدَّة إقامتكم في هذه الدار أجلاً تتمَتَّعون به، وتُمْتَحنون، وتُبْتَلَون بما يرسل إليهم به رسله؛ ليبلُوَكُم أيُّكم أحسنُ عملاً، ويعمِّرَكُم، ما يتذكَّر فيه من تذكَّر. {وأجلٌ مسمًّى عنده}: وهي الدار الآخرةُ التي ينتقل العباد إليها من هذه الدار، فيجازيهم بأعمالهم من خير وشر، {ثمَّ}: مع هذا البيان التامِّ وقطع الحجة {أنتم تَمْتَرون}؛ أي: تشكُّون في وعد الله ووعيدِهِ ووقوع الجزاء يوم القيامة. وذكر الله الظُّلمات بالجمع لكثرة موادِّها وتنوُّع طرقها، ووحَّد النور لكون الصراط الموصلة إلى الله واحدةً لا تعدُّد فيها، وهي الصراط المتضمِّنة للعلم بالحق والعمل به؛ كما قال تعالى: {وأنَّ هذا صراطي مستقيماً فاتَّبِعوه ولا تَتَّبعوا السُّبُلَ فَتَفَرَّق بكم عن سبيلِهِ}.
2. “O, sizi çamurdan yaratan” Bu, sizin asıl maddeniz ve ilk atanız olan Adem aleyhisselam’ın yaratılışıdır. “sonra da bir ecel takdir edendir”; yani sizin bu dünya yurdunda ikamet süreniz için bir süre tayin etmiştir. Bu süre zarfında siz dünyadan yararlanır, imtihandan geçirilir ve peygamberlerin getirdikleri ile “Hanginizin daha güzel amelde bulunacağını denemek üzere” (el-Mülk, 67/2) sınanırsınız. Öğüt alan kimselerin öğüt almaları için yeterli olacak kadar bir süre sizi yaşatır. “O’nun katında belirli bir ecel daha vardır.” Bu ise kulların bu dünyadan kendisine göçecekleri âhiret yurdudur. Hayır veya şer türünden yaptıkları amellerin karşılığını O, onlara orada verecektir. “Sonra” bu eksiksiz açıklamaya, ileri sürebileceğiniz hiçbir karşı delil bırakmayan beyana rağmen “siz (hâla) şüphe ediyorsunuz.” Yani Allah’ın vaatleri, tehditleri, kıyamet gününde amellerin karşılığının görülmesi konularında tereddüttesiniz. İlk ayette “karanlıklar” kelimesinin çoğul olarak zikredilmesi, karanlık unsurlarının çokluğundan ve yollarının çeşitliliğinden dolayıdır. Buna karşılık “aydınlık/nur” kelimesinin tekil olarak zikredilmesi ise Yüce Allah’a ulaştıran yolun birden çok olmayıp tek olmasından dolayıdır ki bu da hakkı bilmek ve gereğince amel etmek demek olan Sırat-ı Müstakîmdir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz ki bu Benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun. Başka yollara uymayın. Sonra sizi O’nun yolundan ayırırlar.” (el-En’am, 6/153)
Ayet: 3 #
{وَهُوَ اللَّهُ فِي السَّمَاوَاتِ وَفِي الْأَرْضِ يَعْلَمُ سِرَّكُمْ وَجَهْرَكُمْ وَيَعْلَمُ مَا تَكْسِبُونَ (3)}.
3- Göklerde de yerde de Allah sadece O’dur. O, gizlinizi de açığınızı da bilir. O, ne kazandığınızı da bilir.
#
{3} أي: وهو المألوهُ المعبودُ، {في السموات وفي الأرض}: فأهلُ السماء والأرض متعبِّدون لربِّهم خاضعون لعظمتِهِ مستكينون لعزِّه وجلاله؛ الملائكةُ المقرَّبون والأنبياءُ والمرسلون والصِّدِّيقون والشهداء والصالحون. وهو تعالى {يَعْلَمُ سِرَّكم وجَهْرَكم ويعلمُ ما تكسِبون}: فاحذروا معاصيه وارغبوا في الأعمال التي تقرِّبكم منه، وتُدْنيكم من رحمتِهِ، واحذروا من كلِّ عمل يبعدكم منه ومن رحمته.
3. Yani göklerde ve yerde ilâh edinilecek ve kendisine ibadet edilecek olan yalnız O’dur. Göklerde ve yerde bulunanlar, Rablerine ibadet eder, azameti önünde zilletle boyun eğer, O’nun izzet ve celali önünde boyun bükerler. Mukarreb melekler, peygamberler, rasûller, sıddıklar, şehidler ve salihler... “O, gizlinizi de açığınızı da bilir. O, ne kazandığınızı da bilir.” Öyleyse O’na isyan olan işlerden sakının. Sizi O’na ve rahmetine yakınlaştıran amellere yönelin. Sizi O’ndan ve rahmetinden uzaklaştıran her bir amelden de kaçının.
Ayet: 4 - 6 #
{وَمَا تَأْتِيهِمْ مِنْ آيَةٍ مِنْ آيَاتِ رَبِّهِمْ إِلَّا كَانُوا عَنْهَا مُعْرِضِينَ (4) فَقَدْ كَذَّبُوا بِالْحَقِّ لَمَّا جَاءَهُمْ فَسَوْفَ يَأْتِيهِمْ أَنْبَاءُ مَا كَانُوا بِهِ يَسْتَهْزِئُونَ (5) أَلَمْ يَرَوْا كَمْ أَهْلَكْنَا مِنْ قَبْلِهِمْ مِنْ قَرْنٍ مَكَّنَّاهُمْ فِي الْأَرْضِ مَا لَمْ نُمَكِّنْ لَكُمْ وَأَرْسَلْنَا السَّمَاءَ عَلَيْهِمْ مِدْرَارًا وَجَعَلْنَا الْأَنْهَارَ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهِمْ فَأَهْلَكْنَاهُمْ بِذُنُوبِهِمْ وَأَنْشَأْنَا مِنْ بَعْدِهِمْ قَرْنًا آخَرِينَ (6)}.
4- Onlara Rablerinin âyetlerinden bir âyet (ne zaman) geldiyse mutlaka ondan yüz çevirmişlerdir. 5- Onlar hak kendilerine geldiğinde onu yalanladılar. Fakat kendisi ile alay etmekte oldukları şeyin haberleri onlara gelecektir. 6- Görmediler mi ki Biz kendilerinden önce nice nesilleri helak ettik? Üstelik onlara yeryüzünde size vermediğimiz imkanları vermiş, gökten üzerlerine bol bol yağmur göndermiş ve altlarından da ırmaklar akıtmıştık. Böyle iken günahları yüzünden onları helâk ettik ve arkalarından başka bir nesil yarattık.
#
{4} هذا إخبارٌ منه تعالى عن إعراض المشركين وشدَّة تكذيبهم وعداوتهم، وأنهم لا تنفع فيهم الآيات حتى تَحِلَّ بهم المَثُلات، فقال: {وما تأتيهم من آيةٍ من آيات ربِّهم}: الدالَّة على الحقِّ دلالة قاطعة، الداعية لهم إلى اتِّباعه وقبوله، {إلَّا كانوا عنها معرِضين}: لا يُلقون لها بالاً ولا يُصْغونَ لها سمعاً، قد انصرفت قلوبُهم إلى غيرها، وولَّوْها أدبارَهم.
4. Bu, Yüce Allah’tan müşriklerin yüz çevirişlerine, onların ileri derecedeki yalanlama ve düşmanlıklarına dâir bir haberdir. Gösterilen mucizelerin ve gelen âyetlerin, başlarına türlü musibetler gelmedikçe fayda vermeyeceğini bildirmektedir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Onlara Rab’lerinin âyetlerinden bir âyet” yani hakka kat’i olarak delil olan, onları hakka uyup kabul etmeye davet eden belgelerden bir belge (ne zaman) geldiyse mutlaka ondan yüz çevirmişlerdir.” O belgelere aldırış etmezler. Kulak asmazlar. Kalplerini başka taraflara yöneltir, onlara arkalarını dönerler.
#
{5} {فقد كذَّبوا بالحقِّ لما جاءهم}: والحقُّ حقُّه أن يُتَّبع ويُشكر الله على تيسيره لهم وإتيانهم به، فقابلوه بضدِّ ما يجب مقابلته به، فاستحقوا العقاب الشديد. {فسوف يأتيهم أنباء ما كانوا به يستهزِئون}؛ أي: فسوف يَرَوْن ما استهزؤوا به أنَّه الحقُّ والصدق، ويُبَيِّنُ الله للمكذِّبين كذبهم وافتراءهم، وكانوا يستهزئون بالبعث والجنة والنار؛ فإذا كان يوم القيامة؛ قيل للمكذبين: هذه النارُ التي كنتم بها تكذِّبون، وقال تعالى: {وأقْسَموا باللهِ جَهْدَ أيْمانِهِمْ لا يَبْعَثُ اللهُ مَنْ يَموتُ بَلى وَعْداً عليهِ حقًّا ولكنَّ أكْثَرَ الناس لا يعلمونَ. لِيُبَيِّنَ لهم الذي يختلفونَ فيه ولِيَعْلَمَ الذين كفروا أنَّهم كانوا كاذبين}.
5. “Onlar hak kendilerine geldiğinde onu yalanladılar.” Oysa hakka tâbî olmaları ve hakkı kendilerine kolaylaştırması ve gönderip bildirmesi dolayısı ile Allah’a şükretmeleri gerekirdi. Onlarsa buna karşı göstermeleri gereken tutumun tam zıddını gösterdiler. Böylece feci azabı hak ettiler. “Fakat kendisi ile alay etmekte oldukları şeyin haberleri onlara gelecektir.” Yani kendisi ile alay ettikleri şeyin, bizâtihi hak ve gerçek olduğunu görecekler. Yüce Allah yalanlayıcılara yalanlarının ve iftiralarının iç yüzünü gösterecektir. Zira onlar, öldükten sonra dirilişle, cennet ve cenennemle alay ediyorlardı. Kıyamet günü geldiğinde yalanlayanlara: “İşte bu, daha önce kendisini yalan saydığınız ateştir.” (et-Tur, 52/14) denilecektir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Onlar var güçleri ile: Ölen kimseyi Allah diriltmez, diye Allah’a yemin ettiler. Hayır, öyle değil! Bu, onun gerçekleştirmeyi üzerine aldığı hak bir vaattir. Fakat insanların çoğu bilmezler. Ta ki hakkında ayrılığa düştükleri şeyleri onlara açıklasın, küfre sapanlar da kendilerinin gerçekten yalancı kimseler olduklarını bilsinler diye.” (en-Nahl, 16/38-39)
#
{6} ثم أمرهم أن يعتبروا بالأمم السابقة، فقال: {ألَم يَرَوْا كم أهلكنا من قبلهم من قرنٍ}؛ أي: كم تتابع إهلاكنا للأمم المكذِّبين وأمهلناهم قبل ذلك الإهلاك بأن {مَكَّنَّاهم في الأرض ما لم نمكِّنْ}: لهؤلاء من الأموال والبنين والرفاهية، {وأرْسَلْنا السماءَ عليهم مِدراراً وجعلنا الأنهار تجري من تحتهم}: تُنْبِتُ لهم بذلك ما شاء الله من زروع وثمار يتمتَّعون بها ويتناولون منها ما يشتهون، فلم يشكروا الله على نِعَمِهِ، بل أقبلوا على الشهوات، وألهتهم [أنواع] اللَّذَّات، فجاءتهم رسلهم بالبينات، فلم يصدِّقوها، بل ردُّوها وكذَّبوها، فأهلكهم الله بذُنوبهم، وأنشأ من بعدهم قَرْناً آخرين؛ فهذه سُنَّةُ الله ودأبه في الأمم السابقين واللاحقين؛ فاعتبروا بمن قَصَّ الله عليكم نبأهم.
6. Daha sonra Allah Teala geçmiş ümmetlerin halinden ibret almalarını emrederek şöyle buyurmaktadır: “Görmediler mi ki Biz kendilerinden önce nice nesilleri helak ettik?” Yani yalanlayan pek çok ümmeti arka arkaya helâk ettik, helâk etmeden önce de onlara mühlet vermiş, “Üstelik onlara yeryüzünde size vermediğimiz imkanları vermiş” mal, evlat, refah ve bolluk vermiştik. “gökten üzerlerine bol bol yağmur göndermiş ve altlarından da ırmaklar akıtmıştık.” Bu ırmaklar, kendilerine Allah’ın dilediği türden ekinler ve mahsüller bitiriyor, onlar da bunlardan yararlanıyor ve arzuladıkları şekilde onları alıp kullanıyorlardı. Fakat Yüce Allah’a nimetleri dolayısı ile şükretmediler, aksine arzu ve isteklerine yöneldiler, zevk onları oyalayıp durdu. Peygamberleri kendilerine pek çok âyet ve belgelerle geldikleri halde bunları tasdik etmediler. Aksine hepsini reddettiler ve yalanladılar. “Böyle iken günahları yüzünden onları helâk ettik ve arkalarından başka bir nesil yarattık.” İşte Allah’ın geçmiş ve gelecek bütün ümmetlerdeki kanunu ve âdeti budur. Sizler de Allah’ın bu geçmiş ümmetlere dair anlatmış olduğu haberlerden gerektiği gibi ibret alın.
Ayet: 7 - 9 #
{وَلَوْ نَزَّلْنَا عَلَيْكَ كِتَابًا فِي قِرْطَاسٍ فَلَمَسُوهُ بِأَيْدِيهِمْ لَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا إِنْ هَذَا إِلَّا سِحْرٌ مُبِينٌ (7) وَقَالُوا لَوْلَا أُنْزِلَ عَلَيْهِ مَلَكٌ وَلَوْ أَنْزَلْنَا مَلَكًا لَقُضِيَ الْأَمْرُ ثُمَّ لَا يُنْظَرُونَ (8) وَلَوْ جَعَلْنَاهُ مَلَكًا لَجَعَلْنَاهُ رَجُلًا وَلَلَبَسْنَا عَلَيْهِمْ مَا يَلْبِسُونَ (9)}
7- Eğer biz sana kağıt üzerinde yazılı bir kitap indirseydik, kendileri de elleri ile ona dokunsalardı kâfir olanlar yine de: “Bu ancak apaçık bir büyüdür” derlerdi. 8- “Ona bir melek indirilseydi ya!” dediler. Eğer biz bir melek indirseydik, iş bitirilmiş olur sonra kendilerine mühlet de verilmezdi. 9- Eğer o (peygamberi) bir melek yapsaydık, yine bir adam (suretinde) yapardık ve onları düşmekte oldukları şüpheye yine düşürürdük.
#
{7} هذا إخبارٌ من الله لرسوله عن شدَّة عناد الكافرين، وأنَّه ليس تكذيبهم لقصورٍ فيما جئتهم به ولا لجهل منهم بذلك، وإنما ذلك ظلمٌ وبغيٌ لا حيلة لكم فيه، فقال: {ولو نزَّلْنا عليك كتاباً في قِرْطاس فلَمَسوه بأيديهم}: وتيقَّنوه، {لقال الذين كفروا}: ظلماً وعلواً: {إن هذا إلا سحرٌ مبينٌ}؛ فأيُّ بينةٍ أعظم من هذه البينة، وهذا قولهم الشنيع فيها، حيث كابروا المحسوس الذي لا يمكن من له أدنى مُسْكَةٍ من عقله دفعه؟!
7. Bu, kâfirlerin aşırı derecedeki inatlarına dair Allah’ın, peygamberine verdiği bir haberidir. Onların yalanlamaları, senin getirmiş olduklarında bulunan bir kusurdan ve onların bilgisizliklerinden kaynaklanmıyor. Aksine bu tutumları sade bir zalimlik ve bir azgınlıktır. Sizin de buna karşı koyabilecek bir çareniz yoktur. İşte Yüce Allah onların durumunu şöylece dile getirmektedir: “Eğer biz sana kağıt üzerinde yazılı bir kitap indirseydik, kendileri de elleri ile ona dokunsalardı” ve onun gerçek olduğunu kesin olarak anlasalardı “kâfir olanlar yine de” zulmedip büyüklenerek: “Bu ancak apaçık bir büyüdür” derlerdi.” Şimdi bu delilden daha büyük ne olabilir? Buna karşılık böyle bir delil hakkında onların şu çirkin sözlerine bakın. Onlar akıldan yana azıcık bir nasibi olan herhangi bir kimsenin bile kabul edeceği maddi olan bir şeye karşı, bile bile inat göstermişlerdir.
#
{8} {وقالوا} أيضاً تعنُّتاً مبنيًّا على الجهل وعدم العلم بالمعقول: {لولا أُنزِلَ عليه مَلَكٌ}؛ أي: هلاَّ أُنْزِل مع محمدٍ مَلَك يعاوِنُه ويساعده على ما هو عليه؛ بزعمهم أنَّه بشرٌ وأنَّ رسالة الله لا تكون إلا على أيدي الملائكة. قال الله في بيان رحمته ولطفه بعباده حيث أرسل إليهم بشراً منهم يكون الإيمان بما جاء به عن علم وبصيرةٍ وغيبٍ: {ولو أنزَلْنا مَلَكاً}: برسالتنا؛ لكان الإيمانُ لا يصدُرُ عن معرفةٍ بالحقِّ، ولكان إيماناً بالشهادة الذي لا ينفع شيئاً وحده، هذا إن آمنوا، والغالب أنهم لا يؤمنون بهذه الحالة، فإذا لم يؤمنوا؛ {لَقُضِيَ الأمرُ}: بتعجيل الهلاك عليهم وعدم إنظارِهم؛ لأنَّ هذه سنة الله فيمن طَلَبَ الآيات المقترحة فلم يؤمن بها؛ فإرسال الرسول البشريِّ إليهم بالآيات البيِّنات التي يعلمُ الله أنها أصلحُ للعباد وأرفق بهم مع إمهال الله للكافرين والمكذِّبين خيرٌ لهم وأنفعُ، فطلبُهم لإنزال المَلَكِ شرٌّ لهم لو كانوا يعلمون.
8. Yine onlar cahilliklerine ve aklın gereklerini bilmeyişlerine dayalı inatlarını sürdürerek “Ona bir melek indirilse ya!, dediler.” Yani niçin Muhammed ile birlikte ona içinde bulunduğu bu durumda yardımcı olsun, destek versin, diye bir melek indirilmedi? Çünkü batıl zanlarına göre o bir beşer olduğundan, Allah’ın risaleti ise ancak melekler eli ile gönderilebildiğinden, onun yanında bir melek olmalıydı. Allah ise kullarına lütuf ve rahmetini insanlara kendilerinden olan birisini peygamber göndermekle beyan etmektedir. Çünkü böyle bir peygamberin getirdiklerine bilgi ve basirete dayanarak ve görmeden inanılır. “Eğer biz” risaletimizi getirmek üzere “bir melek indirseydik” o zaman iman, hakkı bilmekten dolayı olmazdı. Bu görülen ve tanık olunan şeylere iman etmek olurdu ki böyle bir iman da tek başına hiçbir fayda sağlamaz. Bu da onların iman etmeleri halinde böyledir. Ancak böyle bir durumda bile onların iman etmeyecekleri ihtimali yüksektir. İman etmedikleri takdirde de “iş” acilen helâk edilmeleri ve onlara süre tanınmaması ile “bitirilmiş olur.” Çünkü kendileri tarafından teklif edilen mucizelere iman etmeyen kimseler hakkındaki Allah’ın sünneti/kanunu budur. Allah’ın insanlara -kullar için daha uygun ve daha merhametlice olduğunu bildiği- kendilerinden bir beşeri apaçık belgelerle göndermesi, bununla birlikte kâfir ve yalanlayanlara da Allah’ın mühlet vermesi elbette ki daha hayırlıdır. Melek indirilmesini istemeleri ise -eğer bilmiş olsalardı- kendileri için bir kötülüktür.
#
{9} ومع ذلك؛ فالمَلَك لو أُنزِل عليهم وأُرْسِل؛ لم يطيقوا التلقِّي عنه ولا احتملوا ذلك ولا أطاقته قُواهم الفانية، فلو {جَعَلْناه ملكاً لجعلناه رجلاً}: لأنَّ الحكمة لا تقتضي سوى ذلك، {ولَلَبَسْنا عليهم ما يَلْبِسونَ}؛ أي: ولكان الأمر مختلطاً عليهم وملبوساً، وذلك بسبب ما لَبَّسوه على أنفسهم؛ فإنهم بَنَوا أمرهم على هذه القاعدة التي فيها اللَّبْس وعدم بيان الحق، فلما جاءهم الحقُّ بطرقه الصحيحة وقواعده التي هي قواعدُه؛ لم يكنْ ذلك هدايةً لهم إذا اهتدى بذلك غيرهم، والذنب ذنبهم؛ حيث أغلقوا على أنفسهم باب الهدى، وفتحوا أبواب الضلال.
9. Bununla birlikte eğer onlara melek indirilmiş ve peygamber olarak gönderilmiş olsaydı, onlar o melekten ilâhi mesajları alamazlar, buna tahammül edemezler ve fani güçleri buna yetmezdi. “Eğer o (peygamberi) bir melek yapsaydık, yine bir adam (suretinde) yapardık.” Çünkü ilâhi hikmet bundan başkasını gerektirmemektedir “ve onları düşmekte oldukları şüpheye yine düşürürdük.” Yani iş onlar için karışık ve içinden çıkılmaz bir hal alırdı. Buna sebep ise kendi kendilerini şüpheye düşürmeleridir. Çünkü onlar kendilerini hem karışıklık içeren, hem de hakkı açıkça ortaya koymaya elverişli olmayan böyle bir kurala bağlamışlardı. Hak, sağlıklı yolları ile ve aslî kâideleri ile kendilerine gelince başkaları bu hak ile hidâyet bulurken, aynı hak kendilerine hidâyet sebebi olmadı. Suç kendilerinindir. Çünkü hidâyet kapısını kendi yüzlerine kendileri kapattılar ve önlerine sapıklığın kapılarını açtılar.
Ayet: 10 - 11 #
{وَلَقَدِ اسْتُهْزِئَ بِرُسُلٍ مِنْ قَبْلِكَ فَحَاقَ بِالَّذِينَ سَخِرُوا مِنْهُمْ مَا كَانُوا بِهِ يَسْتَهْزِئُونَ (10) قُلْ سِيرُوا فِي الْأَرْضِ ثُمَّ انْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّبِينَ (11)}
10- Andolsun ki senden önce gelen rasullerle de alay edildi de içlerinden alay edenleri o alaya aldıkları şey, çepeçevre kuşatıverdi. 11- De ki: “Yeryüzünde gezip dolaşın, sonra da yalanlayanların sonu nice oldu, bir bakın.”
#
{10} يقول تعالى مسلياً لرسوله ومصبِّراً ومتهدداً أعداءه ومتوعداً: {ولقد استُهْزِئ برسل من قبلِكَ}: لما جاؤوا أممهم بالبينات؛ كذَّبوهم واستهزؤوا بهم وبما جاؤوا به، فأهلكهم الله بذلك الكفر والتكذيب، ووفَّى لهم من العذاب أكمل نصيب، {فحاق بالذين سَخِروا منهم ما كانوا به يستهزِئونَ}: فاحذروا أيُّها المكذبون أن تستمِرُّوا على تكذيبكم، فيصيبكم ما أصابهم.
10. Yüce Allah Rasûlüne teselli vererek, sabırlı olmasını telkin ederek ve düşmanlarını da tehdit ederek şöyle buyurmaktadır: “Andolsun ki senden önce gelen rasullerle de alay edildi”; o peygamberler ümmetlerine apaçık delilleri getirdiklerinde ümmetleri onları yalanladılar, onlarla ve getirdikleri ile alay ettiler. Allah da bu küfür ve yalanlamaları sebebi ile onları helâk etti ve paylarına düşen azabı onlara tastamam verdi. Böylece “içlerinden alay edenleri o alaya aldıkları şey, çepeçevre kuşatıverdi.” Öyleyse ey yalanlayıcılar! Artık bu yalanlamayı sürdürmekten sakının. Yoksa onlara gelip çatan sizi de bulacaktır.
#
{11} فإن شككتُم في ذلك أو ارتَبْتم؛ {فسيروا في الأرض ثم انظُروا كيف كان عاقبةُ المكذِّبين}؛ فلن تجدوا إلا قوماً مُهْلَكين، وأمماً في المَثُلات تالفين، قد أوحشت منهم المنازل، وعَدِمَ من تلك الرُّبوع كلُّ متمتِّع بالسرور نازل، أبادهم الملك الجبار، وكان نبؤهم عِبرةً لأولي الأبصار. وهذا السير المأمور به سير القلوب والأبدان الذي يتولَّد منه الاعتبار، وأما مجرَّد النظر من غير اعتبار؛ فإن ذلك لا يفيد شيئاً.
11. “De ki:” Eğer bu konuda sizin bir şüphe ya da bir tereddüdünüz varsa haydi “Yeryüzünde gezip dolaşın, sonra da yalanlayanların sonu nice oldu bir bakın.” Siz ancak helâk edilmiş kavimlerle ve ibretlik cezalar içinde yok olup gitmiş ümmetlerle karşılaşacaksınız. Meskenleri ıssız kalmıştır; o geniş alanlarda sevinç ile konaklayıp nimetlerden yararlanan hiçbir kimse yoktur. Her şeyin mutlak sahibi ve hükümranı, onları yok etti. Onlara dâir haberler gerçeği gören basiret sahipleri için bir ibrettir. Burada emrolunan gezip dolaşma, ibret alma sonucunu veren kalp ve bedenle gezip dolaşmadır. İbret almaksızın sadece gezip görmek ise hiçbir fayda sağlamaz.
Ayet: 12 #
{قُلْ لِمَنْ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ قُلْ لِلَّهِ كَتَبَ عَلَى نَفْسِهِ الرَّحْمَةَ لَيَجْمَعَنَّكُمْ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ لَا رَيْبَ فِيهِ الَّذِينَ خَسِرُوا أَنْفُسَهُمْ فَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ (12)}.
12- De ki: “Göklerde ve yerde olanlar kimindir?” De ki: “Allah’ındır. O, rahmeti kendi üzerine yazmıştır. Andolsun ki hepinizi hakkında hiçbir şüphe olmayan Kıyamet gününde toplayacaktır. Kendilerini zarara uğratanlar, işte onlar iman etmezler.”
#
{12} يقول تعالى لنبيه - صلى الله عليه وسلم -: {قُلْ} لهؤلاء المشركين [باللهِ] مقرِّراً لهم وملزماً بالتوحيد: {لِمَن ما في السموات والأرض}؛ أي: من الخالق لذلك المالك له المتصرِّف فيه؟ {قُلْ} لهم: {لله}، وهم مقرُّون بذلك لا ينكرونه، أفلا حين اعترفوا بانفرادِ الله بالملك والتدبير أن يعترِفوا له بالإخلاص والتوحيد؟ وقوله: {كَتَبَ على نفسه الرحمةَ}؛ أي: العالم العلويُّ والسفليُّ تحت ملكه وتدبيرِهِ، وهو تعالى قد بَسَطَ عليهم رحمته وإحسانه، وتغمَّدهم برحمته وامتنانه، وكتب على نفسه كتاباً: أنَّ رحمته تغلب غضبه، وأن العطاء أحبُّ إليه من المنع، وأن الله قد فتح لجميع العباد أبواب الرحمة إن لم يغلقوا عليهم أبوابها بذُنوبهم، ودعاهم إليها إن لم تمنعهم من طلبها معاصيهم وعيوبهم. وقوله: {لَيَجْمَعَنَّكم إلى يوم القيامة لا ريبَ فيه}: وهذا قَسَمٌ منه، وهو أصدق المخبرين، وقد أقام على ذلك من الحجج والبراهين ما يجعله حقَّ اليقين، ولكن أبى الظالمون إلا جحوداً، وأنكروا قدرة الله على بعث الخلائِق، فأوضعوا في معاصيه، وتجرَّؤوا على الكفر به، فخسروا دنياهم وأخراهم، ولهذا قال: {الذين خَسِروا أنفسَهم فهم لا يؤمنونَ}.
12. Yüce Allah peygamberine hitaben şöyle buyurmaktadır: Şu müşriklere, tevhidi itiraf ve kabul etmelerini sağlamak üzere “De ki: “Göklerde ve yerde olanlar kimindir?” Yani bunları yaratan, bunlara mutlak malik olan ve bunlarda dilediği gibi tasarruf eden kimdir? Onlara “de ki: Allah’ındır.” Zaten onlar da bunu kabul etmekte ve inkâr etmemektedirler. Peki, Yüce Allah’ın tek başına mutlak malik ve mutlak idareci olduğunu itiraf ediyorlar da niçin ihlas ile yalnızca O’na yönelmeyi ve tevhidi kabul etmiyorlar? “O rahmeti kendi üzerine yazmıştır” Yani ulvi alem de süfli alem de O’nun yönetimi ve idaresi altındadır. O yüce Zat rahmet ve ihsanını bunlara yazmıştır. Onları rahmet ve lütfuna gark etmiştir. O kendi Zatı hakkında rahmetinin gazabını geçtiğini yazmıştır.[1] Bağış ve ihsanda bulunmak, alıkoyup vermemekten daha çok sevdiği bir şeydir. Eğer günahları sebebi ile bu kapıları kendi yüzlerine kapatmayacak olurlarsa Allah bütün kullara rahmetinin kapılarını açmıştır. Eğer masiyet ve kusurları bu rahmeti talep etmelerine engel değilse O, onları bu kapılara davet etmektedir. “Andolsun ki hepinizi hakkında hiçbir şüphe olmayan kıyamet gününde toplayacaktır.” Haber verenlerin en doğrusu olduğu halde Allah, bu buyruğunda yemin etmektedir. Halbuki bu hususa dair pek çok delil ve belgeyi de ortaya koymuştur. Bu belgeler bunu hakk-ı yakîn (kesin gerçek) haline getirmiştir. Fakat zalimler küfürden başka bir yola yönelmiyorlar. Yüce Allah’ın, ölüleri diriltme kudretini inkâr ediyorlar, O’na isyana dalıp gidiyorlar. O’na kafirlik etme cüretkârlığını gösteriyorlar. Böylelikle dünyalarını da âhiretlerini de kaybetmektedirler. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Kendilerini zarara uğratanlar, işte onlar iman etmezler.”
Ayet: 13 - 20 #
{وَلَهُ مَا سَكَنَ فِي اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ (13) قُلْ أَغَيْرَ اللَّهِ أَتَّخِذُ وَلِيًّا فَاطِرِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَهُوَ يُطْعِمُ وَلَا يُطْعَمُ قُلْ إِنِّي أُمِرْتُ أَنْ أَكُونَ أَوَّلَ مَنْ أَسْلَمَ وَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الْمُشْرِكِينَ (14) قُلْ إِنِّي أَخَافُ إِنْ عَصَيْتُ رَبِّي عَذَابَ يَوْمٍ عَظِيمٍ (15) مَنْ يُصْرَفْ عَنْهُ يَوْمَئِذٍ فَقَدْ رَحِمَهُ وَذَلِكَ الْفَوْزُ الْمُبِينُ (16) وَإِنْ يَمْسَسْكَ اللَّهُ بِضُرٍّ فَلَا كَاشِفَ لَهُ إِلَّا هُوَ وَإِنْ يَمْسَسْكَ بِخَيْرٍ فَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (17) وَهُوَ الْقَاهِرُ فَوْقَ عِبَادِهِ وَهُوَ الْحَكِيمُ الْخَبِيرُ (18) قُلْ أَيُّ شَيْءٍ أَكْبَرُ شَهَادَةً قُلِ اللَّهُ شَهِيدٌ بَيْنِي وَبَيْنَكُمْ وَأُوحِيَ إِلَيَّ هَذَا الْقُرْآنُ لِأُنْذِرَكُمْ بِهِ وَمَنْ بَلَغَ أَئِنَّكُمْ لَتَشْهَدُونَ أَنَّ مَعَ اللَّهِ آلِهَةً أُخْرَى قُلْ لَا أَشْهَدُ قُلْ إِنَّمَا هُوَ إِلَهٌ وَاحِدٌ وَإِنَّنِي بَرِيءٌ مِمَّا تُشْرِكُونَ (19) الَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَ أَبْنَاءَهُمُ الَّذِينَ خَسِرُوا أَنْفُسَهُمْ فَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ (20)}.
13- Gecenin ve gündüzün içinde barınan her şey O’nundur. O, Semi’dir, Alîmdir. 14- De ki: “Göklerin ve yerin yaradanı Allah’tan başkasını mı dost edinecekmişim? Üstelik O, yediriyor ama yedirilmiyor!” De ki: “Ben İslam/teslim olanların ilki olmakla emrolundum ve (bana): Sakın müşriklerden olma!” (dendi). 15- De ki: “Ben, eğer Rabbime isyan edersem, o büyük günün azabından korkarım.” 16- O gün (o azap) kimden uzak tutulursa (Allah) ona rahmet buyurmuştur. İşte bu, apaçık bir kurtuluştur. 17- Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa onu O’ndan başka giderecek yoktur. Eğer sana bir hayır dokundurursa (bil ki) O, her şeye gücü yetendir. 18- O, kullarının üstünde kâhirdir. O, Hakîmdir, Habîrdir. 19- De ki: “Kimin şahitliği en büyüktür?” De ki: “Allah, benimle sizin aranızda O şahittir. Bu Kur’an bana onunla sizi ve her kime ulaşırsa onları korkutup uyarmam için vahyolundu. Şimdi, siz Allah ile birlikte başka ilahlar olduğuna mı şahitlik ediyorsunuz?” De ki: “Ben (buna asla) şahitlik etmem.” De ki: “O, ancak tek bir ilahtır ve ben sizin ortak koştuklarınızdan tamamen berîyim.” 20- Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler onu kendi öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Kendilerini zarara uğratanlar, işte onlar iman etmezler.
Şu bilinmelidir ki, bu şerefli sûre aklî ve naklî bütün deliller ile tevhidin beyanını içermektedir. Hatta neredeyse sûre bütünüyle tevhide ve Allah’a ortak koşup peygamberini yalanlayan müşrikler ile tartışma konusuna münhasırdır. İşte bu âyet-i kerimelerde de Yüce Allah hidâyeti açıkça ortaya çıkartan ve şirki yok eden hususları söz konusu etmiş ve şöyle buyurmuştur:
#
{13} فذكر أن {له} تعالى {ما سَكَنَ في الليل والنهار}، وذلك هو المخلوقاتُ كلُّها من آدميِّها وجنِّها وملائكتها وحيواناتها وجماداتها؛ فالكلُّ خَلْقٌ مدبَّرون وعبيدٌ مسخَّرون لربِّهم العظيم القاهر المالك؛ فهل يصحُّ في عقل ونقل أن يُعْبَدَ من هؤلاء المماليك الذي لا نفع عنده ولا ضُرَّ ويُتْرَكَ الإخلاصُ للخالق المدبِّر المالك الضارِّ النافع؟! أم العقول السليمة والفطر المستقيمة تدعو إلى إخلاص العبادة والحبِّ والخوف والرجاء لله ربِّ العالمين؟ {السميع}: لجميع الأصوات على اختلاف اللُّغات بتفنُّن الحاجات. {العليم}: بما كان وما يكونُ وما لم يكنْ لو كان كيف كان يكونُ، المطَّلع على الظواهر والبواطن.
13. “Gecenin ve gündüzün içinde barınan her şey O’nundur.” O yüce Zatındır. Çünkü insanı ile, cinni ile, melekleri ile, canlı ve cansız tüm yaratılmışlar O’nundur. Bunların hepsi işleri idare olunan yaratılmışlardır. Her şeye gücü yeten mutlak malikin ve azameti sonsuz Rabbin emri altındadırlar. Aklî bakımdan ve nakil açısından, hiçbir faydaya ve zarara güç yetiremeyen ve mutlak olarak Allah’ın mülkü olan bu varlıklardan birisine ibadet edip de her şeyi yaratan, idare eden, mutlak malik, zarar ve fayda verme gücüne sahip yaratıcıya ihlası terk etmek doğru görülebilir mi? Selim akıllar ve dosdoğru fıtratlar ibadeti, sevgiyi, korkuyu ve umudu yalnızca alemlerin Rabbi olan Allah’a tahsis etmeye çağırmıyor mu? “O, Semi’dir,” diller istenildiği kadar farklı, ihtiyaçlar istenildiği kadar çeşitli olsun O, bütün sesleri işitir. “Alîmdir.” Olmuşu, olacağı ve olmamışı eğer olsa ne şekilde olacağını bilir. Görülenlere de görülmeyenlere de muttali olur.
#
{14} {قل} لهؤلاء المشركين بالله: {أغيرَ الله أتَّخِذُ وليًّا}: من هؤلاء المخلوقات العاجزة يتولاَّني وينصُرُني؛ فلا أتَّخذ من دونه تعالى وليًّا؛ لأنَّه {فاطر السموات والأرض}؛ أي: خالقهما ومدبِّرهما، {وهو يُطْعِمُ ولا يُطْعَمُ}؛ أي: وهو الرازق لجميع الخلق من غير حاجةٍ منه تعالى إليهم؛ فكيف يَليقُ أن أتَّخِذَ وليًّا غير الخالق الرازق الغني الحميد. {قل إنِّي أمِرْتُ أن أكونَ أولَ من أسلم}: لله بالتوحيدِ وأنقاد له بالطاعةِ؛ لأنِّي أولى من غيري بامتثال أوامر ربِّي، {ولا تكوننَّ من المشركين}؛ أي: ونُهيت أيضاً عن أن أكون من المشركين؛ لا في اعتقادِهِم، ولا في مجالستهم، ولا في الاجتماع بهم؛ فهذا أفرضُ الفروض عليَّ وأوجب الواجبات.
14. Allah’a şirk koşan şu kimselere “de ki: O göklerin ve yerin yaradanı Allah’tan başkasını mı dost edinecekmişim?” Şu aciz olan yaratılmışlardan bana dost olacak ve yardım edecek kimseler mi var? Ben O’ndan başka hiçbir kimseyi dost edinmem. Çünkü O, gökleri ve yeri yoktan var edip yaratan, onları idare edendir. “Üstelik O, yediriyor ama yedirilmiyor.” Onlara herhangi bir ihtiyacı olmaksızın bütün mahlukatın rızkını O veriyor. O halde yaratan, rızık veren, hiçbir şeye muhtaç olmayan (Ğani) ve her övgüye layık olan, o yüce Zattan başkasını dost ve yardımcı edinmem nasıl uygun olur? “De ki: Ben” tevhid ile ve boyun eğerek Allah’a “İslam/teslim olanların ilki olmakla emrolundum.” Rabbimin emirlerini başkalarından önce benim yerime getirmem gerekir. “ve (bana): Sakın müşriklerden olma!” (dendi).” Yani bana müşriklerden olmak da yasak kılındı. Hem inançları, hem onlarla oturup kalkmak, hem onlarla bir araya gelmek yasaklandı. Bu, üzerimdeki en önemli farz ve en öncelikli yükümlülüktür.
#
{15} {قل إنِّي أخافُ إن عصيتُ ربِّي عذابَ يوم عظيم}: فإنَّ المعصية في الشرك توجِبُ الخلود في النار وسَخَطَ الجبار.
15. “De ki: “Ben, eğer Rabbime isyan edersem, o büyük günün azabından korkarım.” Çünkü şirk masiyeti cehennemde ebedi kalmayı ve mutlak egemen Allah’ın gazabına uğramayı gerektirir. O büyük gün ise Allah’ın azabından korkulan ve cezasından sakınılan bir gündür. Çünkü;
#
{16} وذلك اليوم هو اليوم الذي يُخاف عذابُه ويُحذر عقابُه؛ لأنه من صُرِفَ عنه العذابُ يومئذٍ فهو المرحومُ، ومن نجا فيه فهو الفائز حَقًّا؛ كما أنَّ من لم ينجُ منه؛ فهو الهالك الشقيُّ.
16. “O gün (o azap) kimden uzak tutulursa (Allah) ona rahmet buyurmuştur. İşte bu, apaçık bir kurtuluştur.” O gün azap kimden uzaklaştırılırsa o kimse rahmete nail olmuş demektir. O gün kim kurtulursa işte gerçek kurtuluş budur. O günün azabından kurtulamayanlar ise helâk ve bedbaht olmuştur.
#
{17} ومن أدلة توحيده أنه تعالى المنفرد بكشف الضَّرَّاء وجلب الخير والسَّرَّاء، ولهذا قال: {وإن يَمسَسْكَ الله بضُرٍّ}: من فقرٍ أو مرضٍ أو عسرٍ أو غمٍّ أو همٍّ أو نحوه، {فلا كاشفَ له إلَّا هو وإن يَمْسَسْكَ بخيرٍ فهو على كل شيء قديرٌ}: فإذا كان وحدَه النافعَ الضارَّ؛ فهو الذي يستحقُّ أن يُفْرَدَ بالعبوديَّة والإلهيَّة.
17. Yüce Allah’ın vahdaniyetinin delilleri arasında sıkıntıları açıp giderenin, hayrı ve bolluğu sağlayanın yalnız O oluşu da vardır. Bu yüzden O, şöyle buyurmaktadır: “Eğer Allah sana” fakirlik, hastalık, darlık, gam, keder ve buna benzer “bir zarar dokundurursa onu O’ndan başka giderecek yoktur. Eğer sana bir hayır dokundurursa (bil ki) O her şeye gücü yetendir.” Fayda veren de zarar veren de yalnızca O olduğuna göre, ubudiyyete ve uluhiyyete müstehak olan da yalnız O’dur.
#
{18} {وهو القاهرُ فوق عبادِهِ}: فلا يتصرَّفُ منهم متصرِّف ولا يتحرَّك متحرِّك ولا يسكن ساكنٌ إلا بمشيئتِهِ، وليس للملوك وغيرهم الخروجُ عن ملكه وسلطانِهِ، بل هم مدبَّرون مقهورون؛ فإذا كان هو القاهرَ وغيرُه مقهوراً؛ كان هو المستحقَّ للعبادة. {وهو الحكيم}: فيما أمَرَ به ونهى، وأثابَ وعاقبَ، وفيما خَلَقَ وقدَّر، {الخبير}: المطَّلع على السرائر والضمائر وخفايا الأمور، وهذا كلُّه من أدلة التوحيد.
18. “O, kullarının üstünde kahirdir.” Tasarrufta bulunanların hiçbiri O dilemedikçe tasarrufta bulunamaz, hareket edenlerin hiçbiri O dilemedikçe hareket edemez, duranların hiçbiri de O dilemedikçe duramaz. Ne hükümdarların ne de yöneticilerin veya başkalarının O’nun yönetimi ve egemenliği dışına çıkma yetki ve imkânları yoktur. Onları çekip çeviren, yöneten ve mutlak kahır ve galibiyeti altında onları tutan O’dur. Mutlak kahir O’dur; O’ndan başka herkes O’nun kahrı ve galebesi altında bulunduğuna göre ibadete layık olan da yalnız O’dur. “O, Hakîmdir” emirlerinde, yasaklarında, mükâfat ve cezalarında, yaratmasında ve takdirinde hikmeti sonsuzdur; “Habîrdir.” Gizliliklere de kalplere de işlerin gizli ve saklı olan yönlerine de muttalidir, her şeyden haberdardır. İşte bütün bunlar, Allah’ın tevhidinin delilleridir.
#
{19} {قل} لهم لمَّا بيَّنَّا لهم الهدى وأوضحنا لهم المسالك: {أيُّ شيء أكبرُ شهادةً}: على هذا الأصل العظيم، {قل اللهُ} أكبرُ شهادةً؛ فهو {شهيدٌ بيني وبينَكم}؛ فلا أعظمَ منه شهادةً ولا أكبرَ، وهو يشهدُ لي بإقراره وفعلِهِ، فَيُقِرُّني على ما قلتُ لكم؛ كما قال تعالى: {ولو تَقَوَّلَ عَلَيْنا بَعْضَ الأقاويل لأخَذْنا منه باليمين ثم لَقَطَعْنا منه الوتينَ}؛ فالله حكيمٌ قديرٌ، فلا يليق بحكمتِهِ وقدرتِهِ أن يقرَّ كاذباً عليه، زاعماً أنَّ الله أرسلَه ولم يرسِلْه، وأن الله أمره بدعوة الخلق ولم يأمره، وأن الله أباح له دماء من خالفَه وأموالهم ونساءهم وهو مع ذلك يصدِّقه بإقرارِهِ وبفعلِهِ، فيؤيِّده على ما قال بالمعجزاتِ الباهرةِ والآياتِ الظاهرة، وينصرُهُ ويخذِلُ مَن خالفه وعاداه؛ فأيُّ شهادةٍ أكبرُ من هذه الشهادة. وقوله: {وأُوْحيَ إليَّ هذا القرآن لأنذِرَكُم به ومَن بَلَغَ}؛ أي: وأوحى الله إليَّ هذا القرآن الكريم لمنفعتِكم ومصلحتِكم؛ لأنْذِرَكُم به من العقاب الأليم، والنّذارة إنما تكون بذكر ما ينذِرُهم به من الترغيب والترهيب وببيان الأعمال والأقوال الظاهرة والباطنة التي مَن قام بها فقد قَبِلَ النذارة؛ فهذا القرآن فيه النذارةُ لكم أيُّها المخاطَبون وكل مَن بَلَغَهُ القرآن إلى يوم القيامة؛ فإن فيه بيان كلِّ ما يُحتاج إليه من المطالب الإلهية. لما بيَّن تعالى شهادَته التي هي أكبر الشهادات على توحيدِهِ؛ قال: قلْ لهؤلاء المعارضين لخبر الله والمكذِّبين لرسله: {أئنَّكم لَتشهدونَ أنَّ مع الله آلهةً أخرى قل لا أشهدُ}؛ أي: إن شهدوا؛ فلا تشهدْ معهم، فوازنْ بين شهادةِ أصدق القائلين وربِّ العالمين، وشهادة أزكى الخلق المؤيَّدة بالبراهين القاطعة والحجج الساطعة على توحيد الله وحدَه لا شريك له، وشهادةِ أهل الشِّرك الذين مَرَجَتْ عقولُهم وأديانُهم وفَسَدَتْ آراؤهم وأخلاقهم وأضحكوا على أنفسهم العقلاءَ، بل خالفتْ شهادتُهم فِطَرَهم وتناقضتْ أقوالُهم على إثبات أنَّ مع الله آلهةً أخرى مع أنه لا يقومُ على ما خالفوه أدنى شُبهة فضلاً عن الحُجج، واختر لنفسك أيَّ الشهادتين إن كنت تعقلُ، ونحن نختارُ لأنفسنا ما اختارَه الله لنبيِّه الذي أمرنا الله بالاقتداء به فقال: {قلْ إنَّما هو إله واحدٌ}؛ أي: منفرد لا يستحقُّ العبوديَّة والإلهية سواه كما أنه المنفرد بالخلق والتدبير. {وإنني بريءٌ مما تشرِكون} به من الأوثان والأنداد وكل ما أُشْرِكَ به مع الله. فهذا حقيقة التوحيد: إثبات الإلهية لله، ونفيها عما عداه.
19. Hidâyeti açıklamış olduğumuz ve izlenmesi gereken yolları açıkça bildirdiğimiz için onlara sorarak “de ki:” Bu büyük ve temel ilke (tevhid) hakkında “Kimin şahitliği en büyüktür? De ki: Allah,” şahitliği en büyük olan Allah'tır ve “benimle sizin aranızda O şahittir.” Çünkü şahitliği O’ndan daha büyük, O’ndan daha azametli hiçkimse yoktur ve O, ikrarı ve fiili ile benim lehime şahitlik etmektedir. Size söylediklerim hususunda O da beni onaylamaktadır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Eğer bazı sözleri uydurup bize isnad etseydi, biz elbette onu yakalar, sonra da kalp (can) damarını koparırdık.” (el-Hâkka, 69/44-46) Yüce Allah hikmeti sonsuz olan ve her şeye gücü yetendir. Kendisini peygamber olarak göndermediği halde Allah’ın kendisini gönderdiğini iddia eden ve ona böyle bir şeyi emretmemekle birlikte bütün insanları davet etmeyi emrettiğini, üstelik kendisine muhalefet edenlerin kanlarını, mallarını ve kadınlarını esir almayı mubah kıldığını söyleyen bir yalancıyı bu hali üzere bırakması, Allah’ın hikmetine ve kudretine yakışmaz. Eğer bu kişi bütün iddialarında yalancı ise Allah’ın onu bu halinde bırakıp ona ilişmemesi, fiiliyle de onu tasdik ederek göz kamaştırıcı mucizelerle, apaçık belgelerle onu desteklemesi, ona yardımcı olması, ona muhalif hareket eden ve düşmanlık edenleri yardımsız bırakması, Allah’ın hikmet ve kudretine yakışmaz. Acaba bu şahitlikten daha büyük hangi şahitlik vardır? “Bu Kur’an bana onunla sizi ve her kime ulaşırsa onları korkutup uyarmam için vahyolundu.” Yani Allah, bu Kur’an’ı bana sizin faydanız ve maslahatınız için onunla sizi can yakıcı azaba karşı uyarayım diye vahyetti. Uyarma, uyarılan şeyin özendirme ve sakındırma suretinde hatırlatılması ile, uyarılara kulak verenlere de uyarıldıkları şeylerden kendilerini sakındıracak zahiri ve batıni söz ve amellerin açıklanması ile olur ki bunları yerine getiren uyarıyı kabul etmiş olur. İşte bu Kur’an-ı Kerim de sizin için -ey muhataplar- gerekli uyarılar vardır. Kıyamet gününe kadar bu Kur’an’ın kendisine ulaşacağı herkes için de bu, böyledir. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de kendisine ihtiyaç duyulan bütün ilahî maksat ve gayeler açıklanmıştır. Şanı Yüce Allah, tevhide dair şahitliklerin en büyüğü olan kendi şahitliğini beyan ettikten sonra şöyle buyurmaktadır: Allah’ın bildirdiklerine karşı çıkan ve peygamberlerini yalanlayan şu kimselere de ki: “Şimdi, siz Allah ile birlikte başka ilahlar olduğuna mı şahitlik ediyorsunuz?” De ki: “Ben (buna asla) şahitlik etmem.” Yani eğer onlar buna şahitlik edecek olurlarsa sen onlarla şahitlik etme. Şimdi şu iki şahitlik arasında bir değerlendirme yapalım: Bir yanda O, en doğru sözlü ve alemlerin Rabbi olan Allah'ın ve yaratılmışların en temizi olan, üstelik kat’i belgelerle ve göz kamaştırıcı delillerle desteklenen Rasulü’nün hiçbir ortak tutulmaksızın Allah’ın birleneceğine dair şahitliği; diğer yanda akılları ve dinleri karmakarışık, içinden çıkılmaz bir hal almış, görüşleri ve ahlâkları bozulmuş, aklı başında olanları kendilerine güldürecek dereceye gelmiş müşriklerin şahitliği! Üstelik müşriklerin bu şahitliği, kendi fıtratlarına dahi aykırıdır. Yüce Allah ile birlikte başka ilahların varlığını kabul etmeye dair sözleri birbiri ile çelişmektedir. Halbuki onların muhalefet ettiği şey hakkında -aleyhte delil getirmek şöyle dursun- en ufak bir şüphe dahi yoktur. Artık sen -eğer aklını kullanabilen bir kimse isen- bu iki şahitlikten dilediğini tercih et. Bizler kendimiz için Allah’ın, peygamberi için seçip tercih ettiğini seçiyoruz. Zira Allah bize o peygambere uymamızı emretmiştir. Yüce Allah Peygamberine hitaben: “De ki: O ancak tek bir ilahtır” buyurmaktadır. Yani O’ndan başka hiçbir kimsenin ubudiyet ve uluhiyete layık olması söz konusu değildir. O yaratmak ve yaratılmışların işlerini çekip çevirmekte tek olduğu gibi ubudiyet ve uluhiyetinde de tektir. “Ve ben sizin” O’na “ortak koştuklarınızdan” putlardan, Allah’a eş koştuklarınızdan, Allah’a ortak koşulan her bir şeyden “tamamen berîyim.” yani uzağım. İşte tevhidin hakikatı budur: Yalnızca Allah’ın uluhiyetini kabul etmek ve O’nun dışındaki bütün varlıkların uluhiyetlerini reddetmek.
#
{20} لما بيَّن شهادته وشهادة رسوله على التوحيد وشهادة المشركين الذين لا علمَ لديهم على ضدِّه؛ ذكر أنَّ أهل الكتاب من اليهود والنصارى {يعرِفونَه}؛ أي: يعرفون صحة التوحيد، {كما يعرِفون أبناءَهم}؛ أي: لا شكَّ عندهم فيه بوجهٍ؛ كما أنهم لا يشتَبِهون بأولادهم، خصوصاً البنين الملازمين في الغالب لآبائهم، ويُحتمل أن الضمير عائد إلى الرسول محمد - صلى الله عليه وسلم -، وأن أهل الكتاب لا يشتبِهون بصحَّة رسالته ولا يمترون بها لما عندهم من البشارات به ونعوتِهِ التي تنطبق عليه ولا تَصْلُحُ لغيره، والمعنيان متلازمان. قوله: {الذين خَسِروا أنفُسَهم}؛ أي: فَوَّتوها ما خُلِقَتْ له من الإيمان والتوحيد وحَرَموها الفضل من الملك المجيد، {فهم لا يؤمنون}: فإذا لم يوجدِ الإيمان منهم؛ فلا تسألْ عن الخسارِ والشرِّ الذي يحصل لهم.
20. Allah hem kendisinin ve Rasûlünün tevhide dair şahitliklerini, hem de buna karşılık herhangi bir bilgiye sahip olmayan müşriklerin şahitliklerini açıkladıktan sonra yahudi ve hristiyanlardan olan kitap ehlinden de şöylece söz etmektedir: “Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler onu” yani tevhidin doğruluğunu “kendi öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar” yani onlar babalar, kendi öz çocuklarından, özellikle de çoğu vakit babaları ile birlikte bulunan oğullarından şüphe etmedikleri gibi tevhid hakkında da herhangi bir şüpheleri yoktur. “onu” buyruğundaki zamirin Allah’ın Rasûlü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e ait olması ve kitap ehlinin onun doğruluğu hususunda herhangi bir şüphe ve tereddüde sahip olmadıkları anlamında olma ihtimali de vardır. Çünkü onlar onun gelişi ile ilgili pek çok müjdeleri ve ona büsbütün uyan ve başkasında bulunmayan nitelikleri bilmektedirler. Esasen bu iki anlam birbirinden ayrı düşünülemez. “Kendilerini zarara uğratanlar” yani kendilerini yaratılış sebepleri olan iman ve tevhidi kabul etmek fırsatından yoksun bırakarak her şeyin mutlak maliki ve şanı pek yüce (Mecîd) olanın lütfundan mahrum bırakanlar “işte onlar iman etmezler.” İman etmediklerine göre karşı karşıya kalacakları zararın ve kötülüğün boyutlarını hiç sorma.
Ayet: 21 #
{وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَى عَلَى اللَّهِ كَذِبًا أَوْ كَذَّبَ بِآيَاتِهِ إِنَّهُ لَا يُفْلِحُ الظَّالِمُونَ (21)}.
21- Allah üzerine yalan uydurandan veya âyetlerini yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Gerçek şu ki zalimler kurtuluşa eremez.
#
{21} أي: لا أعظم ظلماً وعناداً ممَّن كان فيه أحد الوصفين؛ فكيف لو اجتمعا: افتراء الكذب على الله، أو التكذيب بآياته التي جاءت بها المرسلون؟! فإنَّ هذا أظلم الناس، والظالم لا يفلِحُ أبداً، ويدخل في هذا كلُّ من كذب على الله بادِّعاء الشريك له والعوين، أو زعم أنه ينبغي أن يُعْبَدَ غيره، أو اتَّخذ له صاحبةً أو ولداً، وكلُّ من ردَّ الحقَّ الذي جاءت به الرسل أو من قام مقامهم.
21. Yani bu iki nitelikten birisine sahip olan kimseden daha zalim ve daha büyük bir inatçı olamaz. Peki, ya Allah üzerine yalan uydurmak ve peygamberlerin getirmiş oldukları âyet ve mucizelerini yalanlama şeklindeki bu iki niteliği bir arada taşıyanların hali ne olur? Hiç şüphesiz böyleleri insanların en zalimleridir. Zalim olan bir kimse ise ebediyyen iflâh olmaz. Bunun kapsamına Yüce Allah’a ortak koşarak, O’nun yardımcısı bulunduğunu iddia ederek, O’ndan başkasına da ibadet edilmesi gerektiğini yahut da O’nun eş ve çocuk sahibi olduğunu iddia ederek Allah'a iftirada bulunan herkes girmektedir. Aynı şekilde peygamberlerin getirmiş olduğu yahut onların mirasçısı durumunda olanların ifade ettikleri hakkı reddeden herkes de bu durumdadır.
Ayet: 22 - 24 #
{وَيَوْمَ نَحْشُرُهُمْ جَمِيعًا ثُمَّ نَقُولُ لِلَّذِينَ أَشْرَكُوا أَيْنَ شُرَكَاؤُكُمُ الَّذِينَ كُنْتُمْ تَزْعُمُونَ (22) ثُمَّ لَمْ تَكُنْ فِتْنَتُهُمْ إِلَّا أَنْ قَالُوا وَاللَّهِ رَبِّنَا مَا كُنَّا مُشْرِكِينَ (23) انْظُرْ كَيْفَ كَذَبُوا عَلَى أَنْفُسِهِمْ وَضَلَّ عَنْهُمْ مَا كَانُوا يَفْتَرُونَ (24)}
22- O gün onların hepsini toplayacak sonra da şirk koşanlara: “Hani (Allah'la berbaer bulunduğunu) iddia ettiğiniz ortaklarınız nerede?” diyeceğiz. 23- Onlar bir mazeret bulamayacaklar da: “Rabbimiz Allah'a yemin olsun ki biz müşriklerden değildik” diyecekler. 24- Bak, kendi aleyhlerine nasıl da yalan söylediler ve uydurdukları şeyler nasıl da önlerinden kaybolup gitti!
#
{22} يخبر تعالى عن مآل أهل الشرك يوم القيامة، وأنهم يُسْألون ويُوَبَّخُونَ فيُقال لهم: أين شركائي الذين كُنْتُم تزعمونَ؛ أي: إن الله ليس له شريك، وإنَّما ذلك على وجه الزعم منهم والافتراء.
22. Allah kıyamet gününde müşriklerin âkıbetini, onların sorgulanacaklarını, azarlanacaklarını ve onlara: ““Hani (Allah'la berbaer bulunduğunu) iddia ettiğiniz ortaklarınız nerede?” denileceğini haber vermektedir. Yani Allah’ın hiçbir ortağı yoktur. O’nun ortak sahibi olduğu sözü ancak onların delilsiz bir iddiaları ve iftiralarıdır.
#
{23} {ثم لم تكن فتنتُهم}؛ أي: لم يكن جوابُهم حين يُفتنون ويُختبرون بذلك السؤال إلاَّ إنكارَهم لشِرْكهم وحَلِفَهم أنهم ما كانوا مشركين.
23. “Onlar bir mazeret bulamayacaklar da” Yani bu soru ile sınanıp sorguya çekilince onların verecekleri cevap ancak şirk koştuklarını inkâr etmek ve müşrik olmadıklarına dair yemin etmek olacaktır.
#
{24} {انظر}: متعجباً منهم ومن أحوالهم، {كيف كَذَبوا على أنفسهم}؛ أي: كذبوا كذباً عاد بالخَسارِ على أنفسهم وضَرَّهُم ـ واللهِ ـ غايةَ الضَّرر، {وَضَلَّ عنهم ما كانوا يفترونَ}: من الشُّركاء الذين زعَموهم مع الله، تعالى الله عن ذلك علوًّا كبيراً.
24. “Bak,” Onların bu sözlerine ve hallerine hayretle bir bak “kendi aleyhlerine nasıl da yalan söylediler” yani sonuçta kendilerini zarara uğratan ve -Allah’a andolsun ki- son derece hüsran ile karşı karşıya bırakan bir şekilde nasıl da yalan söylediler “ve uydurdukları şeyler” Yani Allah ile birlikte ortak olduklarını iddia ettikleri varlıklar “nasıl da önlerinden kaybolup gitti!” Yüce Allah onların söylediklerinden alabildiğine yücedir, münezzehtir.
Ayet: 25 #
{وَمِنْهُمْ مَنْ يَسْتَمِعُ إِلَيْكَ وَجَعَلْنَا عَلَى قُلُوبِهِمْ أَكِنَّةً أَنْ يَفْقَهُوهُ وَفِي آذَانِهِمْ وَقْرًا وَإِنْ يَرَوْا كُلَّ آيَةٍ لَا يُؤْمِنُوا بِهَا حَتَّى إِذَا جَاءُوكَ يُجَادِلُونَكَ يَقُولُ الَّذِينَ كَفَرُوا إِنْ هَذَا إِلَّا أَسَاطِيرُ الْأَوَّلِينَ (25)}.
25- İçlerinden seni dinleyenler vardır. Fakat Biz onu kavrayamasınlar diye kalplerine perdeler, kulaklarına da ağırlık koyduk. Onlar her bir âyeti görseler de yine de onlara iman etmezler. Hatta sana geldiklerinde, seninle tartışırlar da o kâfirler: “Bu, eskilerin efsanelerinden başka bir şey değildir” derler.
#
{25} أي: ومن هؤلاء المشركين قومٌ يحمِلُهم بعض الأوقات بعض الدواعي إلى الاستماع [لما تقول]، ولكنه استماعٌ خالٍ من قصد الحقِّ واتباعِهِ، ولهذا لا ينتفعونَ بذلك الاستماع لعدم إرادتِهِم للخير. {وجَعَلْنا على قلوبهم أكِنَّةً}؛ أي: أغطيةً وأغشيةً لئلاَّ يَفْقَهوا كلام الله، فصان كلامَه عن أمثال هؤلاء. {وفي آذانِهِم}: جعلنا {وَقْراً}؛ أي: صمماً، فلا يستمِعون ما ينفعهم، {وإن يَرَوْا كلَّ آيةٍ لا يؤمنوا بها}: وهذا غاية الظُّلم والعناد: أنَّ الآيات البيِّنات الدالَّة على الحقِّ لا ينقادون لها ولا يصدِّقون بها، بل يجادِلون الحق بالباطل لِيُدْحِضوه، ولهذا قال: {حتَّى إذا جاؤوك يجادِلونك يقولُ الذين كفروا إنْ هذا إلَّا أساطيرُ الأوَّلين}؛ أي: مأخوذ من صحف الأولين المسطورة التي ليست عن الله ولا عن رسله، وهذا من كفرِهم، وإلاَّ؛ فكيف يكون هذا الكتاب الحاوي لأنباء السابقين واللاحقين والحقائق التي جاءت بها الأنبياء والمرسلون والحق والقسط والعدل التام من كل وجهٍ أساطير الأولين؟!
25. Yani kimi zaman şu müşriklerden bazıları bazı nedenlerden dolayı senin söylediklerini dinleyelebilir. Ancak onların seni dinlemeleri hakka yönelmek, hakka tabi olmak maksadı ile değildir. Onlar hayrı elde etmek istemeyince bu dinlemelerinden de yararlanamazlar. “Kalplerine perdeler, kulaklarına da ağırlık koyduk.” Yani Allah’ın kelamını anlayamasınlar diye kalplerini örtülerle örttük. Böylelikle Yüce Allah bu gibi kimselere karşı kelamını korumuştur. Kulaklarına da sağırlık vermiştir, böylelikle kendilerine fayda sağlayacak sözleri işitemezler. “Onlar her bir âyeti görseler de ona iman etmezler.” Bu ise zulüm ve inadın en ileri derecesidir. Çünkü onlar hakka açıkça delil olan apaçık âyet ve belgelere itaat ile boyun eğmezler. Onları doğrulamazlar. Aksine hakkı çürütmek amacıyla da batılı ileri sürerek tartışmaya koyulurlar: “Hatta sana geldiklerinde seninle tartışırlar da o kâfirler: Bu eskilerin efsanelerinden başka bir şey değildir, derler.” Yani senin bu söylediklerin öncekilerin yazılı sahifelerinden alınmıştır. Allah’tan da gelmiş değildir, peygamberlerinden de. Bu sözleri, küfürlerinden kaynaklanmaktadır. Yoksa geçmişlerin ve geleceklerin haberlerini, peygamber ve rasûllerin getirdikleri gerçekleri ihtiva eden, hakkı ve mutlak adaleti her yönü ile ortaya koyan bu kitap, nasıl öncekilerin efsaneleri olabilir?
Ayet: 26 #
{وَهُمْ يَنْهَوْنَ عَنْهُ وَيَنْأَوْنَ عَنْهُ وَإِنْ يُهْلِكُونَ إِلَّا أَنْفُسَهُمْ وَمَا يَشْعُرُونَ (26)}.
26- Onlar hem ona uymaktan alıkoyarlar, hem de kendileri ondan uzaklaşırlar. Halbuki ancak kendilerini helâk ediyorlar; ama farkında değiller.
#
{26} {وهم}؛ أي: المشركون بالله المكذِّبون لرسوله يجمعون بين الضَّلال والإضلال؛ ينهون الناس عن اتباع الحقِّ، ويحذِّرونهم منه، ويبعدون بأنفسهم عنه، ولن يضرُّوا الله ولا عباده المؤمنين بفعلهم هذا شيئاً. {إن يُهلكون إلا أنفُسَهم وما يشعرونَ}: بذلك.
26. “Onlar” yani Allah’a şirk koşan, peygamberlerini yalanlayan bu kimseler hem kendileri sapıktırlar, hem başkalarını saptırmaktadırlar. İnsanları hakka uymaktan alıkoyarlar, bundan sakındırırlar. Bizzat kendileri de bu haktan uzaklaşıp dururlar. Ancak onlar bu davranışları ile Allah’a da O’nun mü’min kullarına da hiçbir şekilde zarar veremezler. Onlar bu şekilde “ancak kendilerini helâk ediyorlar; ama farkında değiller.”
Ayet: 27 - 29 #
{وَلَوْ تَرَى إِذْ وُقِفُوا عَلَى النَّارِ فَقَالُوا يَالَيْتَنَا نُرَدُّ وَلَا نُكَذِّبَ بِآيَاتِ رَبِّنَا وَنَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ (27) بَلْ بَدَا لَهُمْ مَا كَانُوا يُخْفُونَ مِنْ قَبْلُ وَلَوْ رُدُّوا لَعَادُوا لِمَا نُهُوا عَنْهُ وَإِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ (28) وَقَالُوا إِنْ هِيَ إِلَّا حَيَاتُنَا الدُّنْيَا وَمَا نَحْنُ بِمَبْعُوثِينَ (29)}
27- Ateşin başında durdurulup da: “Keşke geri döndürülseydik! Rabbimizin âyetlerini yalanlamazdık ve mü’minlerden olurduk” diyecekleri vakit onları bir görsen! 28- Hayır, evvelce gizledikleri şeyler karşılarına çıktı (da bu pişmanlıkları ondan). Yoksa eğer geri döndürülselerdi yine kendilerine yasaklanan şeylere dönerlerdi. Onlar şüphesiz yalancıdırlar. 29- Onlar: “Hayat, ancak dünya hayatımızdan ibarettir. Biz, diriltilecek değiliz” dediler.
#
{27} يقول تعالى مخبراً عن حال المشركين يوم القيامة وإحضارهم النار: {ولو ترى إذْ وُقِفوا على النار}: ليوبَّخوا ويُقَرَّعوا؛ لرأيت أمراً هائلاً وحالاً مفظعة، ولرأيتهم كيف أقرُّوا على أنفسهم بالكفر والفسوق، وتمنَّوا أنْ لو يُرَدُّوا إلى الدُّنيا، {فقالوا يا لَيْتَنا نُرَدُّ ولا نكذِّبَ بآيات ربِّنا ونكونَ من المؤمنين}.
27. Yüce Allah kıyamet gününde müşriklerin durumunu, onların ateşin yanıbaşına getirileceklerini haber vermektedir: Azarlanmaları ve kötülüklerinin başlarına kakılması için ateşin yanıbaşında durdurulduklarını bir görsen; oldukça dehşete düşer ve korkunç bir halle karşı karşıya kalmış olurdun. Onların kendi aleyhlerinde, kâfir ve fasık olduklarını nasıl itiraf ettiklerini ve “Keşke dünyaya geri döndürülseydik” diye temenni ettiklerini görürdün.
#
{28} {بل بدا لهم ما كانوا يُخفون من قبلُ}: فإنهم كانوا يُخفون في أنفسهم أنَّهم كانوا كاذبين، ويبدو في قلوبهم في كثير من الأوقات، ولكن الأغراض الفاسدة صدَّتهم عن ذلك وصَدَفَتْ قلوبَهم عن الخير، وهم كَذَبَةٌ في هذه الأمنية، وإنما قصدهم أن يدفعوا بها عن أنفسهم العذاب. فلو {رُدُّوا لعادوا لما نُهوا عنه وإنَّهم لكاذبون}.
28. “Hayır, evvelce gizledikleri şeyler karşılarına çıktı (da bu pişmanlıkları ondan).” Onlar yalancı olduklarını kendi içlerinde gizliyor ve bu çoğu zaman kalplerinde ortaya çıkıyordu. Ancak kötü maksatları bundan (bu gerçeği itiraf etmekten) kendilerini alıkoyduğu gibi, kalplerini de hayırdan uzak tutup çevirmiştir. Esasen (âhirette yapacakları) bu temennilerinde de yalan söyleyeceklerdir. Bundan maksatları sadece azabın kendilerinden uzaklaştırılmasını sağlamaktır. Çünkü “eğer geri döndürülselerdi yine kendilerine yasaklanan şeylere dönerlerdi.”
#
{29} {وقالوا} منكرين للبعثِ: {إن هي إلَّا حياتُنا الدُّنيا}؛ أي: ما حقيقة الحال والأمر وما المقصودُ من إيجادِنا إلاَّ الحياة الدُّنيا وحدها، {وما نحن بمبعوثينَ}.
29. “Onlar” öldükten sonra dirilişi inkâr ederek: “Hayat, ancak dünya hayatımızdan ibarettir” yani işin aslı ve bizim var edilişimizin maksadı, sadece dünya hayatıdır, başka bir şey değildir. “Biz diriltilecek değiliz, dediler.”
Ayet: 30 #
{وَلَوْ تَرَى إِذْ وُقِفُوا عَلَى رَبِّهِمْ قَالَ أَلَيْسَ هَذَا بِالْحَقِّ قَالُوا بَلَى وَرَبِّنَا قَالَ فَذُوقُوا الْعَذَابَ بِمَا كُنْتُمْ تَكْفُرُونَ (30)}.
30- Rablerinin huzurunda durdurulacakları zaman onları bir görsen! O: (Nasıl!?) Bu, hak değil miymiş?” buyuracak. Onlar da: “Rabbimize yemin olsun ki, evet” diyecekler. O da: “Öyle ise küfre saptığınızdan dolayı tadın azabı” buyuracak.
#
{30} أي: {ولو ترى} الكافرينَ {إذ وُقِفوا على ربِّهم}؛ لرأيت أمراً عظيماً وهولاً جسيماً، {قال} لهم موبخاً ومقرعاً: {أليس هذا} الذي تَرَوْنَ من العذاب {بالحقِّ قالوا بلى وربِّنا}: فأقرُّوا واعترفوا حيث لا ينفعُهم ذلك، {قال فذوقوا العذابَ بما كنتُم تكفُرون}.
30. “Rablerinin huzurunda durdurulacakları zaman onları” yani o kâfirleri “bir görsen” büyük bir işle karşı karşıya kalır ve muazzam bir dehşete kapılırdın. Yüce Allah, onları azarlayarak ve başlarına kakarak: (Nasıl!?) Bu” gördüğünüz azap “hak değil miymiş? buyuracak. Onlar da: Rabbimize yemin olsun ki evet, diyecekler.” Böylelikle faydasını görmeyecekleri bir zamanda hakkı ikrar ve itiraf etmiş olacaklar. ancak Allah “Öyle ise küfre saptığınızdan dolayı tadın azabı” buyuracak.”
Ayet: 31 #
{قَدْ خَسِرَ الَّذِينَ كَذَّبُوا بِلِقَاءِ اللَّهِ حَتَّى إِذَا جَاءَتْهُمُ السَّاعَةُ بَغْتَةً قَالُوا يَاحَسْرَتَنَا عَلَى مَا فَرَّطْنَا فِيهَا وَهُمْ يَحْمِلُونَ أَوْزَارَهُمْ عَلَى ظُهُورِهِمْ أَلَا سَاءَ مَا يَزِرُونَ (31)}.
31- Allah’a kavuşmayı yalanlayanlar gerçekten ziyana uğramışlardır. Nihâyet kıyamet kendilerine ansızın gelip çattığı zaman günahlarını sırtlarına yüklenmiş halde: “Orada yaptığımız kusurlardan dolayı yazıklar olsun bize!” diyeceklerdir. Dikkat edin, yüklendikleri şey ne kötüdür!
#
{31} أي: قد خاب وخَسِرَ وحُرِمَ الخيرُ كلُّه من كذَّب بلقاء الله، فأوجب له هذا التكذيبُ الاجتراء على المحرَّمات واقتراف الموبقات، {حتى إذا جاءتْهم الساعةُ}: وهم على أقبح حال وأسوئهِ، فأظهروا غايةَ الندم، {وقالوا يا حسرتنا على ما فرطنا فيها}: ولكن هذا تحسر ذهب وقته، {وهم يحملون أوزارهم على ظهورهم ألا ساء ما يزِرونَ}: فإنَّ وِزْرَهُم وزرٌ يُثْقِلُهم ولا يقدرون على التخلُّص منه، ولهذا خُلِّدوا في النار، واستحقوا التأبيد في غضب الجبار.
31. Yani Allah’a kavuşmayı yalanlayarak bu yalanları dolayısıyla da haram fiilleri işlemek, kişiyi helâke götüren günahları irtikab etmek cesaretini gösteren kimseler hüsrana uğramış, her türlü hayırdan mahrum kalmışlardır. “Nihâyet kıyamet kendilerine” onlar en kötü ve çirkin hallerinde bulunurlarken “ansızın gelip çattığı zaman günahlarını sırtlarına yüklenmiş halde” son derece pişman olduklarını açığa vurarak: “Orada yaptığımız kusurlardan dolayı yazıklar olsun bize!, diyeceklerdir.” Ancak bu zamanı geçmiş bir pişmanlıktır. “Dikkat edin, yüklendikleri şey ne kötüdür.” Sırtlarındaki bu yük onlara ağır gelecek, ondan kurtulmaya da güç yetiremeyeceklerdir. Bundan dolayı da ebedî olarak cehennemde kalacaklar ve hükmü herkese geçen, cebbar olan Allah’ın gazabında da ebedî kalmaya müstehak olacaklar.
Ayet: 32 #
{وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلَّا لَعِبٌ وَلَهْوٌ وَلَلدَّارُ الْآخِرَةُ خَيْرٌ لِلَّذِينَ يَتَّقُونَ أَفَلَا تَعْقِلُونَ (32)}.
32- Dünya hayatı bir oyundan ve bir oyalanmadan başka bir şey değildir. Ahiret yurdu ise takva sahipleri için elbette daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?
#
{32} هذه حقيقة الدُّنيا وحقيقة الآخرة: أما حقيقة الدنيا؛ فإنها لعب ولهو، لعب في الأبدان، ولهو في القلوب؛ فالقلوب لها والهةٌ، والنفوس لها عاشقةٌ، والهموم فيها متعلقةٌ، والاشتغال بها كلعب الصبيان. وأما الآخرة؛ فإنَّها {خيرٌ للذين يتَّقون}؛ في ذاتها وصفاتها، وبقائها ودوامها، وفيها ما تشتهيه الأنفُسُ وتَلَذُّ الأعينُ؛ من نعيم القلوب والأرواح، وكثرة السرور والأفراح، ولكنها ليست لكلِّ أحدٍ، وإنما هي للمتَّقين، الذين يفعلون أوامر الله، ويتركون نواهِيَهُ وزواجِرَه، {أفلا تعقِلون}؛ أي: أفلا يكون لكم عقولٌ بها تدرِكون أيَّ الدارين أحق بالإيثارِ؟!
32. Dünya ve ahiret hayatının aslı işte budur: Dünya hayatı, bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Bedenler için bir oyun, kalpler için bir eğlencedir. Kalpler dünyaya bağlıdır. Nefisler ona aşıktır. Gayretler ona yöneliktir. Dünya ile meşgul olmak tıpkı çocukların oyunlarına benzer. Âhirete gelince o, nitelikleri ile kalıcılığı ile sürekliliği ile “takva sahipleri için elbette daha hayırlıdır.” Orada canların arzuladığı, gözlerin görmekten zevk aldığı, kalbi ve ruhi bütün nimetler, pek çok sevinçler vardır. Fakat bu, herkese değil sadece takva sahipleri içindir ki onlar, Allah’ın emirlerini yerine getiren, O’nun yasaklarından ve yaklaşılmamasını istediği şeylerden uzak duranlardır. “Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?” Yani bu iki yurttan hangisinin daha tercih edilmeye layık olduğunu idrak edecek akıllarınız yok mu?
Ayet: 33 - 35 #
{قَدْ نَعْلَمُ إِنَّهُ لَيَحْزُنُكَ الَّذِي يَقُولُونَ فَإِنَّهُمْ لَا يُكَذِّبُونَكَ وَلَكِنَّ الظَّالِمِينَ بِآيَاتِ اللَّهِ يَجْحَدُونَ (33) وَلَقَدْ كُذِّبَتْ رُسُلٌ مِنْ قَبْلِكَ فَصَبَرُوا عَلَى مَا كُذِّبُوا وَأُوذُوا حَتَّى أَتَاهُمْ نَصْرُنَا وَلَا مُبَدِّلَ لِكَلِمَاتِ اللَّهِ وَلَقَدْ جَاءَكَ مِنْ نَبَإِ الْمُرْسَلِينَ (34) وَإِنْ كَانَ كَبُرَ عَلَيْكَ إِعْرَاضُهُمْ فَإِنِ اسْتَطَعْتَ أَنْ تَبْتَغِيَ نَفَقًا فِي الْأَرْضِ أَوْ سُلَّمًا فِي السَّمَاءِ فَتَأْتِيَهُمْ بِآيَةٍ وَلَوْ شَاءَ اللَّهُ لَجَمَعَهُمْ عَلَى الْهُدَى فَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الْجَاهِلِينَ (35)}.
33- Onların söylediklerinin seni mahzun ettiğini elbette biliyoruz. Onlar aslında seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler (bile bile) Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar. 34- Andolsun ki senden önce de peygamberler yalanlanmıştı. Fakat yalanlanmalarına rağmen sabrettiler. Onlara eziyet de edildi. Nihâyet onlara yardımımız gelip yetişti. Allah’ın kelimelerini değiştirebilecek yoktur. Andolsun ki peygamberlerin haberlerinden bir kısmı sana gelmiştir. 35- Eğer onların yüz çevirmeleri sana ağır geliyorsa haydi yere bir menfez açıp yahut göğe bir merdiven dayayıp da onlara bir mucize getirmeye gücün yetiyorsa (hiç durma yap)! Eğer Allah dileseydi onları muhakkak hidâyet üzere toplardı. O halde sakın cahillerden olma!
#
{33} أي: قد نعلم أنَّ الذي يقول المكذِّبون فيك يَحْزُنُك ويسوؤك، ولم نأمُرْك بما أمَرْناك به من الصبر إلاَّ لِتَحْصَلَ لك المنازلُ العالية، والأحوال الغاليةُ؛ فلا تظنَّ أنَّ قولَهم صادرٌ عن اشتباهٍ في أمرك وشكٍّ فيك؛ {فإنَّهم لا يكذِّبونَك}: لأنهم يعرفون صِدْقَكَ ومَدْخَلَك ومَخْرَجَك وجميع أحوالك، حتى إنَّهم كانوا يسمُّونه قبل بعثتِهِ الأمين، {ولكنَّ الظالمينَ بآياتِ الله يَجْحَدونَ}؛ أي: فإنَّ تكذيبهم لآيات الله التي جعلها الله على يديك.
33. Yani yalanlayanların senin hakkında söylediklerinin seni üzdüğünü, hoşuna gitmediğini biliyoruz. Bizim sana sabretmeyi emredişimizin sebebi ancak senin üstün mevkilere erişmen ve ulaşılması zor makamlara sahip olmandır. Onların söyledikleri sözler senin gerçek durumun hakkında şüpheye düştüklerinden, senin hakkında bir tereddüt içerisinde olduklarından kaynaklanıyor sanma. Zira “onlar aslında seni yalanlamıyorlar” çünkü onlar senin doğru söylediğini, senin nereden gelip nereye gittiğini, kısaca senin bütün hallerini biliyorlar. O kadar ki onlar peygamber olarak gönderilmesinden önce yüce Peygamber’e “el-emin (son derece güvenilir) diyorlardı. “Fakat o zalimler” Allah’ın senin ile gönderdiği âyetlerini ve mucizeleri yalanlamak sureti ile (bile bile) Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar.”
#
{34} {ولقد كُذِّبَتْ رسلٌ من قبلك فصبروا على ما كُذِّبوا وأوذوا حتى أتاهم نصرُنا}: فاصبرْ كما صبروا؛ تظفرْ كما ظفروا، {ولقد جاءك من نبإِ المرسلين}؛ ما به يَثْبُتُ فؤادُك، ويطمئنُّ به قلبك.
34. “Andolsun senden önce de peygamberler yalanlanmıştı. Fakat yalanlanmalarına rağmen sabrettiler. Onlara eziyet de edildi. Nihâyet onlara yardımımız gelip yetişti.” O halde onların sabrettiği gibi sen de sabret. Onlar nasıl zafere eriştilerse sen de öylece zafere erişeceksin. “Andolsun ki peygamberlerin haberlerinden bir kısmı” kalbine sebat verecek, onu huzura kavuşturup mutmain kılacak kadarı “sana gelmiştir.”
#
{35} {وإن كان كَبُرَ عليك إعراضُهم}؛ أي: شقَّ عليك من حرصِك عليهم ومحبَّتِك لإيمانهم؛ فابذلْ وسعكَ في ذلك؛ فليس في مقدورك أن تهدي من لم يُرِدِ الله هدايَتَه. {فإنِ استطعتَ أن تبتغيَ نفقاً في الأرض أو سُلَّماً في السماء فتأتيهم بآية}؛ أي: فافعل ذلك؛ فإنه لا يفيدُهم شيئاً، وهذا قطعٌ لطمعه في هدايته أشباه هؤلاء المعاندين، {ولو شاء الله لَجَمعهم على الهُدى}: ولكنَّ حكمته تعالى اقتضت أنَّهم يَبْقَوْن على الضلال، {فلا تكوننَّ من الجاهلينَ}: الذين لا يعرِفون حقائق الأمور ولا ينزِلونها على منازلها.
35. “Eğer onların yüz çevirmeleri sana ağır geliyorsa” onlara düşkünlüğün, iman etmelerini arzu edişin sebebi ile bu tutumları sana ağır geliyorsa sen bu yolda iman etmeleri için elinden geleni yap. Ancak Allah’ın hidâyete erdirmek istemediğini hidâyete erdirmeye gücün yetmez. “haydi yere bir menfez açıp yahut göğe bir merdiven dayayıp da onlara bir mucize getirmeye gücün yetiyorsa (hiç durma yap)!” Bunun dahi onlara hiçbir faydası olmayacaktır. Bu buyruk ile Peygamber’e bu gibi inatçıların hidâyet bulmalarına dair ümit beslememesi telkin edilmektedir. “Allah dileseydi onları muhakkak hidâyet üzere toplardı” fakat Yüce Allah’ın hikmeti onların sapıklıkları üzere kalmalarını gerektirmektedir. “O halde sakın cahillerden olma!” İşlerin gerçeğini bilmeyen ve onları yerli yerinde değerlendirmeyen bilgisizlerden olma!
Ayet: 36 - 37 #
{إِنَّمَا يَسْتَجِيبُ الَّذِينَ يَسْمَعُونَ وَالْمَوْتَى يَبْعَثُهُمُ اللَّهُ ثُمَّ إِلَيْهِ يُرْجَعُونَ (36) وَقَالُوا لَوْلَا نُزِّلَ عَلَيْهِ آيَةٌ مِنْ رَبِّهِ قُلْ إِنَّ اللَّهَ قَادِرٌ عَلَى أَنْ يُنَزِّلَ آيَةً وَلَكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ (37)}
36- (Daveti) ancak dinleyenler kabul ederler. Ölülere gelince, Allah onları diriltecektir, sonra yalnız O’na döndürüleceklerdir. 37- “Rabbinden ona bir mucize indirilseydi ya!” dediler. De ki: “Allah bir mucize indirmeye elbette kadirdir, fakat onların çoğu bilmezler.”
#
{36} يقول تعالى لنبيِّه - صلى الله عليه وسلم -: {إنَّما يستجيب} لدعوتك ويلبِّي رسالتك وينقادُ لأمرك ونهيك، {الذين يسمعونَ}: بقلوبهم ما ينفعُهم، وهم أولو الألباب والأسماع، والمراد بالسماع هنا سماعُ القلب والاستجابة، وإلا فمجرَّد سماع الأذن يشترك فيه البَرُّ والفاجر، فكل المكلَّفين قد قامت عليهم حجة الله تعالى باستماع آياته، فلم يبق لهم عذرٌ في عدم القبول. {والموتى يبعثُهُم اللهُ ثم إليه يُرْجَعون}: يُحتمل أنَّ المعنى مقابل للمعنى المذكور؛ أي: إنما يستجيب لك أحياءُ القلوب، وأما أموات القلوب الذين لا يشعرون بسعادتهم ولا يُحِسُّون بما ينجيهم؛ فإنهم لا يستجيبون لك ولا ينقادون، وموعدهم القيامة، يبعثهم الله ثم إليه يُرْجَعون. ويحتمل أنَّ المراد بالآية على ظاهرِها، وأنَّ الله تعالى يقرِّر المعادَ، وأنه سيبعث الأموات يوم القيامة، ثم ينبِّئهم بما كانوا يعملون، ويكون هذا متضمِّنا للترغيب في الاستجابة لله ورسوله، والترهيب من عدم ذلك.
36. Yüce Allah Peygamberine hitaben şöyle buyurmaktadır: Senin davetini “ancak” kalpleri ile kendilerine faydalı olan şeyleri “dinleyenler kabul ederler” ve ancak onlar senin risaletine olumlu cevap verirler, emir ve yasaklarına itaat ederler. İşte asıl akıl sahibi ve dinleyen kimseler böyleleridir. Burada dinlemekten maksat, kalpten dinlemek ve çağrıyı kabul etmektir. Yoksa sadece kulağın işitmesi noktasında iyi kimseler ile kötü kimseler ortaktır. Allah’ın âyetlerinin işitilmesi sureti ile bütün mükelleflere karşı Allah’ın delili ortaya konulmuş bulunmaktadır. Artık kabul etmeyişlerine mazeret gösterebilecekleri bir şey kalmamıştır. “Ölülere gelince, Allah onları diriltecektir, sonra yalnız O’na döndürüleceklerdir.” Bu anlamın sözü geçen anlama karşılık zikredilmiş olma ihtimali vardır. Yani senin çağrını ancak kalpleri diri olanlar kabul eder. Kalpleri ölmüş bulunan, mutluluklarının farkına varamayan, kendilerini neyin kurtaracağını algılamayan kimseler ise böyle bir çağrıya icabet edemezler, itaatle boyun eğmezler. Bunlara vaadolunan gün kıyamet günüdür. Allah bu günde onları diriltecek sonra da yalnız O’na döndürüleceklerdir. Âyetten, zahirinden anlaşılan mananın kastedilmiş olma ihtimali de vardır. Buna göre Yüce Allah bu buyruğu ile öldükten sonra dirilişi açıklamakta ve kıyamet gününde bütün ölüleri dirilteceğini, sonra da onlara dünyada iken yaptıkları şeyleri haber vereceğini anlatmaktadır. O zaman bu ifade, Allah ve Rasûlünün çağrısını kabul etmeye bir teşvik, aksi bir tutum takınmaktan da sakındırma anlamı içeriyor demektir.
#
{37} {وقالوا}؛ أي: المكذبون بالرسول تعنُّتاً وعناداً: {لولا نُزِّلَ عليه آيةٌ من ربِّه}؛ يعنون بذلك آيات الاقتراح التي يقترِحونها بعقولهم الفاسدة وآرائهم الكاسدة؛ كقولهم: {وقالوا لن نؤمنَ لك حتى تَفْجُرَ لنا من الأرض يَنبوعاً. أو تكون لك جنَّةٌ من نخيل وعنبٍ فتفجِّرَ الأنهار خلالها تفجيراً. أو تُسْقِطَ السماءَ كما زعمتَ علينا كِسَفاً أو تأتي بالله والملائكة قبيلاً ... } الآيات. {قل}: مجيباً لقولهم: {إن الله قادرٌ على أن ينزِّل آيةً}: فليس في قدرته قصور عن ذلك، كيف وجميع الأشياء منقادةٌ لعزَّته مذعنة لسلطانه. ولكنَّ أكثر الناس لا يعلمونَ، فهم لجهلهم وعدم علمهم يطلبون ما هو شرٌّ لهم من الآيات، التي لو جاءتهم فلم يؤمنوا بها؛ لَعوجِل {وَمَا مِنْ دَابَّةٍ فِي الْأَرْضِ وَلَا طَائِرٍ يَطِيرُ بِجَنَاحَيْهِ إِلَّا أُمَمٌ أَمْثَالُكُمْ مَا فَرَّطْنَا فِي الْكِتَابِ مِنْ شَيْءٍ ثُمَّ إِلَى رَبِّهِمْ يُحْشَرُونَ (38)} وا بالعقاب؛ كما هي سنة الله التي لا تبديل لها، ومع هذا؛ فإنْ كان قصدُهم الآيات التي تبيِّن لهم الحقَّ وتوضِّح السبيل؛ فقد أتى محمدٌ - صلى الله عليه وسلم - بكلِّ آية قاطعةٍ، وحُجَّةٍ ساطعةٍ، دالَّةٍ على ما جاء به من الحق، بحيث يتمكَّن العبدُ في كل مسألة من مسائل الدين أن يَجِدَ فيما جاء به عدَّة أدلَّة عقليَّة ونقليَّة؛ بحيث لا تبقي في القلوب أدنى شكٍّ وارتياب، فتبارك الذي أرسل رسوله بالهدى ودين الحقِّ وأيَّده بالآيات البيِّنات لِيَهْلِكَ من هَلَكَ عن بينة ويحيا من حَيَّ عن بينةٍ، وإن الله لسميعٌ عليمٌ.
37. Peygamber’i yalanlayanlar işi yokuşa sürmek için ve inat olsun diye: “Rabbinden ona bir mucize indirilseydi ya, dediler.” Bu sözle, doğru dürüst çalışmayan akılları ve kısır görüşleri ile teklif ettikleri mucizeleri kastetmektedirler. Mesela şu âyet-i kerimelerde teklif ettikleri mucizeler buna bir örnektir: “Dediler ki: Bize yerden bir pınar fışkırtmadıkça asla sana inanmayacağız. Yahut senin hurmalıklardan, asmalıklardan bir bahçen olsun da aralarından şarıl şarıl ırmaklar akıtasın. Ya da iddia ettiğin gibi gökyüzünü üzerimize parça parça düşüresin. Yahut Allah’ı ve melekleri topluca karşımıza getiresin.” (el-İsra, 17/90-92) Onlara cevap vermek üzere “de ki: Allah bir mucize indirmeye elbette kadirdir” O, bunları yerine getirmekten aciz değildir. Her şey O’nun izzet ve gücüne itaat edip O’nun egemenliğine boyun eğerken nasıl buna güç yetiremesin ki? “Fakat onların çoğu bilmezler.” Onlar bilgisizlikleri ve cahillikleri yüzünden -iman etmedikleri takdirde- kendileri hakkında daha kötü olacak olan mucizelerin gösterilmesini isterler. Çünkü kendilerinin teklif ettikleri bu mucizeler gelecek olur da iman etmeyecek olurlarsa, daha dünyada iken onlara cezaları verilir. Nitekim değiştirilmesi söz konusu olmayan Allah’ın sünneti/kanunu böyledir. Bununla beraber eğer onlar mucizeleri, hakkı kendilerine açıkça göstersin ve yolu netleştirsin diye istemiş iseler esasen Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem kat’i her türlü âyet ve mucizeyi, doğruya delâlet eden göz kamaştırıcı delil ve belgeyi getirmiştir. Bu sayede kul, din ile ilgili her bir hususta onun getirdikleri arasında pek çok aklî ve naklî deliller bulabilmekte ve bunun sonucunda kalplerde en ufak bir şüphe ve tereddüde mahal kalmamaktadır. Rasûlünü hidâyet ve hak din ile gönderip apaçık âyetler ve belgeler ile destekleyen Allah’ın şanı ne yücedir! Tâ ki helâk olan apaçık bir delile binaen helâk olsun; hayatta kalan da apaçık bir delile binaen hayatta kalsın. Şüphesiz Allah her şeyi işitendir, her şeyi çok iyi bilendir.
Ayet: 38 #
{وَمَا مِنْ دَابَّةٍ فِي الْأَرْضِ وَلَا طَائِرٍ يَطِيرُ بِجَنَاحَيْهِ إِلَّا أُمَمٌ أَمْثَالُكُمْ مَا فَرَّطْنَا فِي الْكِتَابِ مِنْ شَيْءٍ ثُمَّ إِلَى رَبِّهِمْ يُحْشَرُونَ (38)}
38- Yeryüzünde yürüyen her bir hayvan ve iki kanadı ile uçan bütün kuşlar ancak sizin gibi birer ümmettirler. Biz Kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Sonra ancak Rablerinin huzurunda toplanacaklardır.
#
{38} أي: جميع الحيوانات الأرضية والهوائية من البهائم والوحوش والطيور كلُّها أممٌ أمثالُكم، خلَقْناها كما خلَقْناكم، ورزقْناها كما رزقناكم، ونفذتْ فيها مشيئتُنا وقدرتُنا كما كانت نافذة فيكم. {ما فرَّطْنا في الكتاب من شيء}؛ أي: ما أهملنا ولا أغفلنا في اللوح المحفوظ شيئاً من الأشياء، بل جميعُ الأشياء ـ صغيرها وكبيرها ـ مثبتةٌ في اللوح المحفوظ على ما هي عليه، فتقع جميع الحوادث طِبْقَ ما جرى به القلم. وفي هذه الآية دليلٌ على أن الكتاب الأول قد حوى جميع الكائنات، وهذا أحدُ مراتب القضاء والقدر؛ فإنها أربعُ مراتب: علمُ الله الشامل لجميع الأشياء، وكتابُهُ المحيط بجميع الموجودات، ومشيئتُهُ وقدرتُهُ النافذة العامَّة لكلِّ شيءٍ، وخَلْقُه لجميع المخلوقات حتى أفعال العباد. ويُحتمل أنَّ المراد بالكتاب هذا القرآن، وأنَّ المعنى كالمعنى في قوله تعالى: {ونَزَّلْنا عَلَيْكَ الكِتابَ تِبيْاناً لِكُلِّ شيءٍ}. وقوله: {ثمَّ إلى رَبِّهِمْ يُحْشَرونَ}؛ أي: جميع الأمم تُحشر وتُجمع إلى الله في موقف القيامة، في ذلك الموقف العظيم الهائل، فيجازيهم بعدلِهِ وإحسانِهِ، ويُمضي عليهم حُكمَهُ الذي يَحْمَدُه عليه الأولون والآخرون؛ أهل السماء وأهل الأرض.
38. Yani ister yerde, ister havada yaşasın bütün canlılar, ehli ve yabani hayvanlar ve kuşlar, sizin gibi ümmetlerdir. Biz sizi yarattığımız gibi onları da yarattık ve sizi rızıklandırdığımız gibi onları da rızıklandırdık. Bizim kudretimiz ve meşîetimiz sizin hakkınızda nasıl geçerli ise onlar hakkında da öyle geçerlidir. “Biz Kitapta” yani Levh-i Mahfuz’da “hiç bir şeyi eksik bırakmadık.” Yani hiçbir şeyi ihmal etmedik, hiçbir şeyi unutmadık. Aksine küçüğü ile büyüğü ile her şey Levh-i Mahfuz’da asıl mahiyetleri ile tespit edilmiştir. Bütün olaylar, kalemin kaydettiği şekle tıpatıp uygun olarak meydana gelir. Bu âyet-i kerimede ilk Kitabın, olacak olan her şeyi içerdiğine delil vardır ki bu da kaza ve kader mertebelerinden birisidir. Zira kaza ve kaderin dört mertebesi vardır: Allah’ın her şeyi kuşatan ilmi ile bunları bilmesi, bütün varlıkları kuşatan yazısı, her şeyde geçerli olan genel ve kapsamlı meşiet ve kudreti, kulların fiilleri de dahil olmak üzere bütün mahlukatı yaratması. Buradaki “Kitap” ile Kur’an’ın kastedilme ihtimali de vardır. O zaman bu buyruğun anlamı Yüce Allah’ın: “Biz sana bu Kitab’ı her şeyi açıklayacı olarak... indirdik.” (en-Nahl, 16/89) buyruğunun anlamına benzemektedir. Yüce Allah’ın: “Sonra ancak Rablerinin huzurunda toplanacaklardır” buyruğuna gelince; yani bütün ümmetler kıyamet gününde hesap için mahşer meydanında bir araya getirilecek ve toplanacaklardır. O dehşetli ve büyük buluşma yerinde... Allah da adalet ve ihsanı ile amellerinin karşılığını onlara verecek ve önce gelenlerin de sonrakilerin de göktekilerin de yerdekilerin de kendisi sebebi ile Zatına övgüde bulunacakları hükmünü onlara uygulayacaktır.
Ayet: 39 #
{وَالَّذِينَ كَذَّبُوا بِآيَاتِنَا صُمٌّ وَبُكْمٌ فِي الظُّلُمَاتِ مَنْ يَشَإِ اللَّهُ يُضْلِلْهُ وَمَنْ يَشَأْ يَجْعَلْهُ عَلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ (39)}.
39- Âyetlerimizi yalanlayanlar, karanlıklarda kalmış sağır ve dilsiz kimselerdir. Allah dilediğini saptırır, dilediğini de dosdoğru yol üzerinde tutar.
#
{39} هذا بيانٌ لحال المكذِّبين بآيات الله المكذِّبين لرسله: أنَّهم قد سدُّوا على أنفسهم باب الهُدى، وفتحوا باب الرَّدى، وأنهم {صُمٌّ} عن سماع الحقِّ، {بُكْمٌ} عن النُّطق به؛ فلا ينطِقون إلا بالباطل ، {في الظُّلمات}؛ أي: منغمِسون في ظلمات الجهل والكفر والظُّلم والعناد والمعاصي، وهذا من إضلال اللهِ إيَّاهم؛ فمن {يَشَإِ اللهُ يُضْلِلْهُ ومن يَشَأ يَجْعَلْهُ على صراطٍ مستقيم}؛ لأنَّه المنفرد بالهداية والإضلال بحسبِ ما اقتضاه فضله وحكمته.
39. Bu buyruk, Allah’ın âyetlerini ve O’nun peygamberlerini yalanlayanların halini beyan etmekte, kendi kendilerine hidâyet kapısını kapatmış olduklarını ve helâke götüren kapıyı açtıklarını açıklamaktadır. Onlar hakkı işitmekten yana “sağır”, hakkı ifade etmekten yana da “dilsiz kimselerdir”, konuşurlarsa ancak batıl konuşurlar. Üstelik “karanlıklarda kalmış” kimselerdirler. Yani cahilliğin, küfrün, zulmün, inadın ve günahların karanlıklarına gömülmüşlerdir. Bu da Yüce Allah’ın onları saptırmasına dahildir. Çünkü “Allah dilediğini saptırır, dilediğini de dosdoğru yol üzerinde tutar.” Lütuf ve hikmetinin gereğine göre hidâyete ileten ve dalâlette bırakan yalnızca O’dur.
Ayet: 40 - 41 #
{قُلْ أَرَأَيْتَكُمْ إِنْ أَتَاكُمْ عَذَابُ اللَّهِ أَوْ أَتَتْكُمُ السَّاعَةُ أَغَيْرَ اللَّهِ تَدْعُونَ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ (40) بَلْ إِيَّاهُ تَدْعُونَ فَيَكْشِفُ مَا تَدْعُونَ إِلَيْهِ إِنْ شَاءَ وَتَنْسَوْنَ مَا تُشْرِكُونَ (41)}
40- De ki: “Eğer başınıza Allah’ın azabı gelir yahut kıyamet gelip çatarsa Allah’tan başkasına mı yalvarırsınız? Şâyet doğru söyleyen kimseler iseniz söyleyin haydi!” 41- Hayır, aksine yalnız O’na yalvarırsınız. O da dilerse yalvardığınız şeyi giderir ve (o vakit) şirk koştuklarınızı da unutursunuz.
#
{40} يقول تعالى لرسوله: {قُلْ} للمشركين بالله العادلينَ به غيره: {أرأيْتَكُم إن أتاكم عذابُ اللهِ أو أتَتْكُمُ الساعةُ أغير الله تدعونَ إن كنتم صادقين}؛ أي: إذا حَصَلَتْ هذه المشقات وهذه الكروب التي يُضْطَرُّ إلى دفعِها؛ هل تدعونَ آلهتكم وأصنامكم أم تدعونَ ربَّكم المَلِكَ الحقَّ المبين؟
40. Yüce Allah Rasûlüne hitaben şöyle buyurmaktadır: Allah’a şirk koşan ve başka varlıkları O’na denk tutanlara “de ki: Eğer başınıza Allah’ın azabı gelir yahut kıyamet gelip çatarsa Allah’tan başkasına mı yalvarırsınız? Şâyet doğru söyleyen kimseler iseniz söyleyin haydi!” Yani bu zorluklar ve mutlaka önlenmesi zorunlu olan bu sıkıntılar baş gösterecek olursa, kendi uydurma ilah ve putlarınıza mı dua edersiniz, onları mı yardıma çağırırsınız, yoksa mutlak egemen ve hak olan, hakkı batıldan ayırt eden Rabbinize mi dua eder ve onu mu yardıma çağırırsınız?
#
{41} {بل إيَّاه تدعونَ فيكشِفُ ما تدعونَ إليه إن شاءَ وَتَنْسَوْنَ ما تُشْرِكون}: فإذا كانت هذه حالُكم مع أندادِكُم عند الشدائد؛ تَنْسَوْنَهم لعلمِكُم أنهم لا يملِكون لكم ضَرًّا ولا نفعاً ولا موتاً ولا حياة ولا نشوراً، وتخلِصونَ لله الدعاءَ؛ لِعلْمِكُم أنَّه هو الضارُّ النافعُ المجيبُ لدعوةِ المضطرِّ؛ فما بالُكم في الرخاء تُشْرِكونَ به وتجعلونَ له شركاء؟! هل دلَّكم على ذلك عقلٌ أو نقلٌ؟ أم عندَكم من سلطان بهذا؟ أم تفترونَ على الله الكذب؟
41. “Hayır, aksine yalnız O’na yalvarırsınız. O da dilerse yalvardığınız şeyi giderir ve (o vakit) şirk koştuklarınızı da unutursunuz.” İşte zorlu ve sıkıntılı hallerinizde putlarınıza karşı durumunuz... Onları hemen unutursunuz. Çünkü onların herhangi bir zarar veremeyeceklerini, bir fayda sağlayamayacaklarını, öldüremeyeceklerini, hayat veremeyeceklerini, ölümden sonra diriltemeyeceklerini bilmektesiniz. O vakit Allah’a ihlasla dua edersiniz. Çünkü asıl fayda ve zarar verenin O olduğunu, darda kalmışın duasını kabul edenin O olduğunu bilmektesiniz. Durum böyle olduğuna göre rahat ve bolluk halinde ne diye O’na ortak koşarsınız? Ne diye O’nun ortakları bulunduğunu iddia edersiniz? Bunun böyle olduğuna dair aklî veya naklî bir delile sahip misiniz? Bu konuda elinizde bir belge mi var, yoksa siz Allah’a karşı yalan uydurup iftira mı etmektesiniz?
Ayet: 42 - 45 #
{وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا إِلَى أُمَمٍ مِنْ قَبْلِكَ فَأَخَذْنَاهُمْ بِالْبَأْسَاءِ وَالضَّرَّاءِ لَعَلَّهُمْ يَتَضَرَّعُونَ (42) فَلَوْلَا إِذْ جَاءَهُمْ بَأْسُنَا تَضَرَّعُوا وَلَكِنْ قَسَتْ قُلُوبُهُمْ وَزَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ (43) فَلَمَّا نَسُوا مَا ذُكِّرُوا بِهِ فَتَحْنَا عَلَيْهِمْ أَبْوَابَ كُلِّ شَيْءٍ حَتَّى إِذَا فَرِحُوا بِمَا أُوتُوا أَخَذْنَاهُمْ بَغْتَةً فَإِذَا هُمْ مُبْلِسُونَ (44) فَقُطِعَ دَابِرُ الْقَوْمِ الَّذِينَ ظَلَمُوا وَالْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ (45)}.
42- Andolsun ki senden önceki ümmetlere peygamberler gönderdik de belki yalvarırlar diye onları darlığa ve sıkıntıya uğrattık. 43- Bari onlara azabımız geldiğinde yalvarsalardı! Fakat kalpleri katılaşmış ve şeytan da yaptıklarını onlara süslü göstermişti. 44- Onlar kendilerine verilen öğütleri unutunca, biz de üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Nihâyet kendilerine verilenlerle şımarınca ansızın onları yakalayıverdik de ümitsizce kalakaldılar. 45- Böylece zulmedenlerin ardı arkası kesildi. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun.
#
{42} يقول تعالى: {ولقد أرْسَلْنا إلى أمم من قبلِكَ}: من الأمم السالفينَ، والقرونِ المتقدِّمينَ، فكذَّبوا رُسَلنا، وجحدوا بآياتنا، {فأخذْناهم بالبأساءِ والضَّرَّاء}؛ أي: بالفقر والمرض والآفات والمصائب رحمةً منَّا بهم، {لعلَّهم يَتَضَرَّعونَ} إلينا، ويلجؤون عند الشدةِ إلينا.
42. Yüce Allah: “Andolsun ki senden önceki ümmetlere” geçmiş ümmetlere, önceki nesiller arasından senden önceki ümmetlere biz nice “peygamberler gönderdik.” Ancak peygamberlerimizi yalanladılar ve âyetlerimizi bile bile inkâr ettiler. “Belki” bize “yalvarırlar diye” ve sıkıntı esnasında bize sığınırlar diye bizden onlara bir rahmet olmak üzere “onları darlığa ve sıkıntıya” fakirlik, hastalık, çeşitli afet ve musibetlere “uğrattık.”
#
{43} {فلولا إذ جاءهم بأسنا تضرعوا ولكن قست قلوبهم}؛ أي: استحجرت فلا تلين للحقِّ، {وزيَّن لهم الشيطانُ ما كانوا يعملونَ}: فظنُّوا أنَّ ما هم عليه دينُ الحق، فتمتَّعوا في باطلهم برهةً من الزمان، ولعب بعقولهم الشيطان.
43. “Bari onlara azabımız geldiğinde yalvarsalardı! Fakat kalpleri katılaşmış” adeta taş kesilmiş ve hakka karşı yumuşamaz bir hal almıştı “ve şeytan da yaptıklarını onlara süslü göstermişti.” İzledikleri yolun gerçek din olduğunu sandılar ve bir süre batılları içerisinde oyalanıp durdular, şeytan onların akılları ile oynadı.
#
{44} {فلمَّا نَسُوا ما ذُكِّروا به فَتَحْنا عليهم أبوابَ كلِّ شيءٍ}: من الدنيا ولذَّاتها وغفلاتها، {حتى إذا فرحوا بما أوتوا أخَذْناهم بغتةً فإذا هم مُبْلِسونَ}؛ أي: آيسون من كل خيرٍ، وهذا أشدُّ ما يكون من العذاب: أن يُؤْخَذوا على غِرَّةٍ وغفلةٍ وطمأنينةٍ؛ ليكون أشد لعقوبتهم، وأعظم لمصيبتهم.
44. “Onlar kendilerine verilen öğütleri unutunca, biz de üzerlerine” dünya ve dünyanın lezzetleri ve gafletleri türünden “her şeyin kapılarını açtık. Nihâyet kendilerine verilenlerle şımarınca ansızın onları yakalayıverdik de ümitsizce kalakaldılar.” Her türlü hayırdan yana ümitlerini kestiler. Bu ise olabilecek en şiddetli azaptır. Yani farkında olmadan, gaflet içerisinde iken, huzur ve rahat içinde iken azabın onları gelip yakalaması... Böylelikle azapları daha ağır, musibetleri daha büyük olur.
#
{45} {فقُطِعَ دابرُ القوم الذين ظلموا}؛ أي: اصطلموا العذاب، وتقطَّعت بهم الأسباب {والحمدُ لله ربِّ العالمين}: على ما قضاه وقدَّره من هلاك المكذِّبين؛ فإنَّ بذلك تتبيَّن آياتُهُ وإكرامُهُ لأوليائِهِ، وإهانتُهُ لأعدائِهِ، وصدقُ ما جاءت به المرسلون.
45. “Böylece zulmedenlerin ardı arkası kesildi.” Yani azaba duçar oldular ve önlerinde bütün kurtuluş çareleri tükendi. O’nu yalanlayanların helâkine dair kaza ve kaderi dolayısıyla “Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun.” Çünkü böylelikle Allah’ın âyetleri, gerçek dostlarına lütuf ve ihsanı, düşmanlarını hakir ve küçük göstermesi ve peygamberlerinin getirdiklerinin doğru olduğu ortaya çıkmaktadır.
Ayet: 46 - 47 #
{قُلْ أَرَأَيْتُمْ إِنْ أَخَذَ اللَّهُ سَمْعَكُمْ وَأَبْصَارَكُمْ وَخَتَمَ عَلَى قُلُوبِكُمْ مَنْ إِلَهٌ غَيْرُ اللَّهِ يَأْتِيكُمْ بِهِ انْظُرْ كَيْفَ نُصَرِّفُ الْآيَاتِ ثُمَّ هُمْ يَصْدِفُونَ (46) قُلْ أَرَأَيْتَكُمْ إِنْ أَتَاكُمْ عَذَابُ اللَّهِ بَغْتَةً أَوْ جَهْرَةً هَلْ يُهْلَكُ إِلَّا الْقَوْمُ الظَّالِمُونَ (47)}.
46- De ki: “Söyleyin bakalım: Eğer Allah sizin kulaklarınızı ve gözlerini alsa, kalplerinize mühür vursa, Allah’tan başka onları size geri verecek ilah kimdir?” Bak; âyetlerimizi nasıl türlü türlü açıklıyoruz da sonra onlar yüz çeviriyorlar. 47- De ki: “Söyleyin haydi: Size Allah’ın azabı ansızın veya açıktan açığa gelse zalimler topluluğundan başkası helak olur mu hiç?”
#
{46} يخبر تعالى أنَّه كما هو المتفرِّد بخَلْق الأشياء وتدبيرها؛ فإنَّه المنفرد بالوحدانيَّةِ والإلهية، فقال: قل: {أرأيتُم إن أخذ الله سمعكم وأبصاركم وخَتَمَ على قلوبكم}: فبقيتُم بلا سمع ولا بصر ولا عقل. {من إلهٌ غيرُ الله يأتيكم به}: فإذا لم يكن غير الله يأتي بذلك؛ فلم عبدتُم معه من لا قدرةَ له على شيءٍ إلاَّ إذا شاءه الله؟ وهذا من أدلة التوحيد وبطلان الشرك، ولهذا قال: {انظرْ كيف نصرِّفُ الآياتِ}؛ أي: ننوِّعها، ونأتي بها في كلِّ فنٍّ، ولتنير الحقَّ، وتتبيَّن سبيل المجرمين. {ثم هم}: مع هذا البيان التامِّ، {يصدِفونَ}: عن آيات الله، ويعرِضون عنها.
46. Yüce Allah, her şeyi yaratıp idare edenin yalnızca kendisi olduğunu bildirip vahdaniyet ve uluhiyetin de yalnız O’na has olduğunu haber vererek şöyle buyurmaktadır: “De ki: “Söyleyin bakalım: Eğer Allah sizin kulaklarınızı ve gözlerini alsa, kalplerinize mühür vursa” ve böylelikle siz sağır ve kör olsanız, aklınız da hiçbir şeye ermeyecek olsa, “Allah’tan başka onları size geri verecek ilah kimdir?” Bunları Allah’tan başka size geri verecek kimse olmadığına göre niye onunla birlikte -Allah’ın dilemesi müstesna- hiçbir şeye güç yetiremeyen varlıklara/kimselere ibadet ediyorsunuz? İşte bu da tevhidin delillerinden ve şirkin batıl olduğunu ortaya koyan belgelerdendir. Bundan dolayı Yüce Allah daha sonra: “Bak, âyetlerimizi nasıl türlü türlü açıklıyoruz” çeşitli şekillerde ortaya koyuyor, her çeşitten âyet getiriyor ve açıklıyoruz ki hakkı aydınlatsın, günahkârların izledikleri yol da açıkça ortaya çıksın. “Sonra onlar” bu derece tam ve eksiksiz açıklamaya rağmen Allah’ın âyetlerinden “yüz çeviriyorlar” ve onlara doğru yönelmiyorlar.
#
{47} {قل أرأيْتَكُم}؛ أي: أخبروني {إن أتاكم عذابُ الله بغتةً أو جهرةً}؛ أي: مفاجأةً أو قد تقدَّم أمامه مقدماتٌ تعلمون بها وقوعَه، {هل يُهْلَكُ إلَّا القومُ الظالمون}: الذين صاروا سبباً لوقوع العذابِ بهم بظلمِهم وعنادِهم؛ فاحذروا أن تقيموا على الظُّلم؛ فإنه الهلاك الأبدي، والشقاءُ السرمديُّ.
47. “De ki: “Söyleyin haydi: Size Allah’ın azabı ansızın veya açıktan açığa gelse” yani ister ansızın isterse de ondan önce gelen öncü olaylar ile ne zaman vukua geleceğini bildiğiniz bir şekilde gelse “zalimler topluluğundan başkası helak olur mu hiç?” Kendilerinin azaba düşmelerine, zulüm ve inatları sebep olan bu kimselerden başkaları helâk olur mu? O halde zulüm üzere devam etmekten sakının. Çünkü bu, ebedi bir helâkve sonsuz bir bedbahtlıktır.
Ayet: 48 - 49 #
{وَمَا نُرْسِلُ الْمُرْسَلِينَ إِلَّا مُبَشِّرِينَ وَمُنْذِرِينَ فَمَنْ آمَنَ وَأَصْلَحَ فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ (48) وَالَّذِينَ كَذَّبُوا بِآيَاتِنَا يَمَسُّهُمُ الْعَذَابُ بِمَا كَانُوا يَفْسُقُونَ (49)}.
48- Biz, peygamberleri ancak müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Artık kim iman edip (halini) düzeltirse onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de. 49- Âyetlerimizi yalanlayanlara ise fasıklık edip durdukları için azap dokunacaktır.
#
{48} يذكر تعالى زبدةَ ما أرسل به المرسلين أنَّه البِشارة والنِّذارة، وذلك مستلزمٌ لبيان: المبشِّر والمبَشَّر به والأعمال التي إذا عملها العبدُ حصلت له البشارة، والمنْذِر والمنذَر والمنْذَر به والأعمال التي من عَمِلَها حقَّت عليه النِّذارة، ولكن الناس انقَسموا بحسب إجابتهم لدعوتهم وعدمها إلى قسمين: {فَمنْ آمنَ وأصلحَ}؛ أي: آمن باللهِ وملائكته وكتبه ورسله واليوم الآخر، وأصلح إيمانه وأعماله ونيَّته، {فلا خوفٌ عليهم}: فيما يُستقبل، {ولا هم يحزنونَ}: على ما مضى.
48. Yüce Allah peygamberleri ile gönderdiği mesajın özünü söz konusu etmekte, bunun müjde ve uyarma olduğunu haber vermektedir. Bu ise müjde verenin, müjdelenen şeyin ve kul tarafından yerine getirilmesi halinde müjdelenen hususun elde edilmesini sağlayacak amellerin; uyaranın, kendisi ile uyarılan hususun ve kul tarafından işlenmesi halinde uyarılan akıbetin gerçekleşmesine yol açacak amellerin açıklanmasını gerektirmektedir. İnsanlar peygamberlerin çağrısını kabul edip etmemek bakımından iki kısma ayrılmışlardır: “Artık kim iman edip (halini) düzeltirse” yani kim Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve âhiret gününe iman edip imanını, amellerini ve niyetini ıslah edip düzeltirse gelecekte “onlara korku yoktur ve” geçmişleri dolayısıyla da “onlar üzülmeyeceklerdir de.”
#
{49} {والذين كذَّبوا بآياتِنا يَمَسُّهُم العذابُ}؛ أي: ينالُهم ويذوقونه، {بما كانوا يفسقون}.
49. “Âyetlerimizi yalanlayanlara ise fasıklık edip durdukları için azap dokunacaktır.” Yani azap onlara erişecek ve onlar da bu azabı tadacaklardır.
Ayet: 50 #
{قُلْ لَا أَقُولُ لَكُمْ عِنْدِي خَزَائِنُ اللَّهِ وَلَا أَعْلَمُ الْغَيْبَ وَلَا أَقُولُ لَكُمْ إِنِّي مَلَكٌ إِنْ أَتَّبِعُ إِلَّا مَا يُوحَى إِلَيَّ قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الْأَعْمَى وَالْبَصِيرُ أَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ (50)}.
50- De ki: “Ben size Allah’ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size: Ben bir meleğim de demiyorum. Ben ancak bana vahyolunana uyarım.” De ki: “Hiç körle gören bir olur mu? Hiç düşünmüyor musunuz?”
#
{50} يقول تعالى لنبيِّه - صلى الله عليه وسلم - المقترِحين عليه الآياتِ، أو القائلينَ له إنَّما تدعونا لنتَّخِذَك إلهاً مع الله: {لا أقولُ لكم عندي خزائنُ الله}؛ أي: مفاتيح رزقِهِ ورحمتِهِ، {ولا أعلم الغيبَ}: وإنَّما ذلك كلُّه عند الله؛ فهو الذي ما يفتحُ للناس من رحمةٍ فلا ممسك لها وما يمسكُ فلا مرسلَ له من بعدِهِ، وهو وحده عالمُ الغيب والشهادة فلا يُظْهِرُ على غيبِهِ أحداً إلا من ارتضى من رسول. {ولا أقولُ لكم إني مَلَكٌ}: فأكون نافذَ التصرُّف قويًّا، فلست أدَّعي فوق منزلتي التي أنزلني الله بها، {إن أتَّبِعُ إلَّا ما يُوحى إليَّ}؛ أي: هذا غايتي ومنتهى أمري وأعلاه، إنْ أتَّبِع إلاَّ ما يوحى إليَّ، فأعمل به في نفسي، وأدعو الخلق كلَّهم إلى ذلك؛ فإذا عُرِفت منزلتي؛ فلأي شيء يبحثُ الباحث معي أو يطلب مني أمراً لست أدَّعيه؟! وهل يُلْزَمُ الإنسان بغير ما هو بصددِهِ؟! ولأي شيء إذا دعوتكم بما يوحى إليَّ أن تلزموني أني أدَّعي لنفسي غير مرتبتي؟! وهل هذا إلا ظلمٌ منكم وعنادٌ وتمرُّدٌ؟! قل لهم في بيان الفرق بينَ مَنْ قَبِلَ دعوتي وانقاد لما أوحي إليَّ وبين من لم يكن كذلك: {قُلْ هل يَسْتوي الأعمى والبصيرُ أفلا تتفكَّرونَ}: فتنزِلون الأشياءَ منازلَها وتختارون ما هو أولى بالاختيار والإيثار.
50. Yüce Allah, Peygamberine kendisinden mucizeler göstermesini isteyen yahut da ona: Sen bizi seni de Allah ile birlikte bir ilah edinelim diye davet ediyorsun, diyen kimselere hitap etmesini ve şöyle demesini emretmektedir: “Ben size Allah’ın hazineleri” rızık ve rahmetinin anahtarları “benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem.” Çünkü gayb bütünü ile Allah nezdindedir. “Allah insanlara herhangi bir rahmeti açacak olursa onu tutacak kimse olamaz. Tuttuğunu da ondan başka salıverecek olmaz.” (Fatır, 35/2) Gaybı da görüneni de bilen yalnızca O’dur: “O kendi gaybına hiçbir kimseyi muttali kılmaz. Ancak beğenip seçtiği bir peygamber olması hariç.” (el-Cin, 72/26-27) “Size: Ben bir meleğim de demiyorum”, tasarrufu geçerli ve güçlü bir kimse de değilim. Ben Allah’ın beni yerleştirmiş olduğu gerçek konumumdan daha üstün bir konumda olduğum iddiasında değilim. “Ben ancak bana vahyolunana uyarım.” İşte benim nihai durumum, vardığım son nokta ve en yüksek mevki budur. Ben ancak bana vahyolunana uyarım ve kendi hakkımda onun gereğini yerine getirir, bütün insanları da ona davet ederim. Benim gerçek konumumun ne olduğunu anlaşıldığına göre, bana karşı bir takım şeyleri araştıran neyi araştırmakta yahut da niçin benden iddia etmediğim bir konumun gereğini istemektedir ? İnsan hiç sözünü ettiği şeyin başkasından sorumlu tutulur mu? Ben sizleri bana vahyolunan şeye davet ettiğime göre sizler benim mertebem dışında sahip olduğumu iddia etmediğim şeyleri benden neye dayanarak istemektesiniz? Bu sizin yaptığınız bir haksızlık, bir inat ve bir ayak diretmeden başka bir şey değildir. Şimdi davetini kabul edip sana vahyolunan şeye bağlılık gösteren kimse ile bu şekilde olmayan kimse arasındaki farkı açıklamak üzere onlara “de ki: hiç körle gören bir olur mu? Hiç düşünmüyor musunuz?” Keşke düşünseniz de her şeyi yerli yerince oturtabilseniz ve seçilip tercih edilmeye daha layık olanı seçebilseniz.
Ayet: 51 - 55 #
{وَأَنْذِرْ بِهِ الَّذِينَ يَخَافُونَ أَنْ يُحْشَرُوا إِلَى رَبِّهِمْ لَيْسَ لَهُمْ مِنْ دُونِهِ وَلِيٌّ وَلَا شَفِيعٌ لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ (51) وَلَا تَطْرُدِ الَّذِينَ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ بِالْغَدَاةِ وَالْعَشِيِّ يُرِيدُونَ وَجْهَهُ مَا عَلَيْكَ مِنْ حِسَابِهِمْ مِنْ شَيْءٍ وَمَا مِنْ حِسَابِكَ عَلَيْهِمْ مِنْ شَيْءٍ فَتَطْرُدَهُمْ فَتَكُونَ مِنَ الظَّالِمِينَ (52) وَكَذَلِكَ فَتَنَّا بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ لِيَقُولُوا أَهَؤُلَاءِ مَنَّ اللَّهُ عَلَيْهِمْ مِنْ بَيْنِنَا أَلَيْسَ اللَّهُ بِأَعْلَمَ بِالشَّاكِرِينَ (53) وَإِذَا جَاءَكَ الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِآيَاتِنَا فَقُلْ سَلَامٌ عَلَيْكُمْ كَتَبَ رَبُّكُمْ عَلَى نَفْسِهِ الرَّحْمَةَ أَنَّهُ مَنْ عَمِلَ مِنْكُمْ سُوءًا بِجَهَالَةٍ ثُمَّ تَابَ مِنْ بَعْدِهِ وَأَصْلَحَ فَأَنَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ (54) وَكَذَلِكَ نُفَصِّلُ الْآيَاتِ وَلِتَسْتَبِينَ سَبِيلُ الْمُجْرِمِينَ (55)}.
51- Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları o (Kur'ân’la) uyar. Onlar için O’ndan başka ne bir dost ne de bir şefaatçi vardır. Olur ki korkup sakınırlar. 52- Sırf O’nun rızasını isteyerek sabah akşam Rab’lerine dua edenleri kovma! Onların hesabından sana bir şey düşmez. Senin hesabından da onlara bir şey düşmez ki onları kovup da zalimlerden olasın. 53- Biz böylece onların bir kısmını diğer bir kısmı ile sınadık ki: “Allah aramızdan bunlara mı lütufta bulunmuş?!” desinler. Allah şükredenleri en iyi bilen değil midir? 54- Âyetlerimize iman edenler sana geldiğinde de ki: “Selam sizlere! Rabbiniz kendi üzerine rahmeti yazmıştır. Şöyle ki: İçinizden kim cahillikle kötü bir iş işler de sonra arkasından tevbe edip (halini) düzeltirse (bilsin ki) O, Ğafûrdur, Rahîmdir.” 55- Günahkarların yolu belli olsun diye âyetleri işte böyle açıklıyoruz.
#
{51} هذا القرآن نذارةٌ للخلق كلِّهم، ولكن إنَّما ينتفع به {الذين يخافون أن يُحْشَروا إلى ربِّهم}؛ فهم متيقِّنون للانتقال من هذه الدار إلى دار القرار؛ فلذلك يستصحِبون ما ينفعهم ويَدَعون ما يضرُّهم. {ليس لهم من دونه}؛ أي: من دون الله {وليٌّ ولا شفيعٌ}؛ أي: لا من يتولى أمرهم فيحصِّلُ لهم المطلوب، ويدفعُ عنهم المحذور، ولا من يشفعُ لهم؛ لأن الخلق كلَّهم ليس لهم من الأمر شيء. {لعلهم يتَّقون}: الله بامتثال أوامرِهِ واجتنابِ نواهيه؛ فإنَّ الإنذار موجب لذلك وسبب من أسبابه.
51. Bu Kur’an bütün insanlara bir uyarıdır. Fakat ondan ancak “Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanlar” yararlanabilirler. Bunlar bu diyardan ebedi kalıcılık diyarına intikal edeceklerine kesinlikle inananlardır. İşte bundan dolayı kendilerine fayda sağlayacak şeyleri yerine getirmeye çalışır ve zarar verecek şeyleri terk ederler. “Onlar için O’ndan” yani Yüce Allah’tan “başka ne bir dost” yani işlerini üstlenecek, arzuladıklarını elde edebilsinler ve sakındıkları şeylerden uzaklaşabilsinler diye yardımcı olacak bir kimse “ne de bir şefaatçi” yani aracılık edebilecek kimse “vardır.” Çünkü mahlukatın hiçbir işte herhangi bir yetki sahibi olmaları söz konusu değildir. “Olur ki korkup sakınırlar.” Yani Allah’ın emirlerini yerine getirmek, yasaklarından sakınmak sureti ile muttakilerden olurlar. Çünkü uyarıp korkutmak, bunu gerektirir ve bunun sebeplerindendir.
#
{52} {ولا تطردِ الذين يدعون ربَّهم بالغداة والعشي يريدون وجهه}؛ أي: لا تطرد عنك وعن مجالستك أهل العبادة والإخلاص رغبةً في مجالسة غيرهم، من الملازمين لدعاءِ ربِّهم دعاء العبادة بالذِّكر والصلاة ونحوها ودعاء المسألة في أول النهار وآخره، وهم قاصدون بذلك وجه الله، ليس لهم من الأغراض سوى ذلك الغرض الجليل؛ فهؤلاء ليسوا مستحقين للطرد والإعراض عنهم، بل هم مستحقُّون لموالاتهم ومحبتهم وإدنائهم وتقريبهم؛ لأنهم الصفوة من الخلق ـ وإن كانوا فقراء ـ الأعزاء في الحقيقة، وإن كانوا عند الناس أذلاء. {ما عليك من حسابِهِم من شيءٍ وما من حسابِكَ عليهم من شيءٍ}؛ أي: كلٌّ له حسابُهُ وله عملُهُ الحسنُ وعملُهُ القبيحُ، {فتطرُدَهم فتكونَ من الظالمين}: وقد امتثلَ - صلى الله عليه وسلم - هذا الأمر أشدَّ امتثال، فكان إذا جلس الفقراء من المؤمنين؛ صبَّر نفسه معهم، وأحسن معاملتهم، وألان لهم جانبه، وحسَّن خلقه، وقرَّبهم منه، بل كانوا هم أكثر أهل مجلسِهِ رضي الله عنهم. وكان سبب نزول هذه الآيات أن أناساً من قريش أو من أجلاف العرب قالوا للنبيِّ - صلى الله عليه وسلم -: إن أردتَ أن نؤمنَ لك ونتَّبِعَكَ؛ فاطردْ فلاناً وفلاناً ـ أناساً من فقراء الصحابة ـ؛ فإنا نستحي أن ترانا العرب جالسين مع هؤلاء الفقراء. فحَمَلَهُ حبُّه لإسلامهم واتِّباعهم له فحدَّثته نفسُه بذلك، فعاتبه الله بهذه الآيات ونحوها.
52. “Sırf O’nun rızasını isteyerek sabah akşam Rab’lerine dua edenleri kovma!” Yani başkaları ile oturup kalkmak arzusu ile ibadet ve ihlas sahibi olan kimseleri yanından, seninle birlikte oturup kalkmaktan uzak tutma. Bunlar Rablerine hem sürekli zikir, namaz ve buna benzer ibadet duası yapanları, hem de gündüzün başında ve sonunda, dilekte bulunmak kastı ile istek duası yapan, bu amelleri ile Allah’ın rızasını maksat edinen ve bunun dışında bir maksat gütmeyen kimselerdir. Böyleleri kovulmaya ve kendilerinden yüz çevrilmeye layık değildirler. Aksine bunlar senin kendilerini dost edinmene, onları sevmene, kendine yakınlaştırmana layıktırlar. Çünkü bunlar fakir olsalar dahi insanların arasından süzülmüş seçkin kimselerdir. İnsanlar nezdinde zelil kabul edilseler dahi gerçekte aziz olanlar da onlardır. “Onların hesabından sana bir şey düşmez. Senin hesabından da onlara bir şey düşmez” Herkesin hesabı kendinedir. İyi ameli lehine, kötü ameli de aleyhinedir. “ki onları kovup da zalimlerden olasın.” Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bu emre en ileri derecede uymuş ve riâyet etmişti. Mü’min fakirlerle oturduğu vakit onlarla birlikte kalmaya gayret eder, onlara güzel ve yumuşak davranır, onlara karşı güzel ahlak sergiler, onları kendisine yakınlaştırırdı. Hatta böyleleri onun meclisine gelenlerin çoğunluğunu teşkil etmekteydi. -Allah onlardan razı olsun.- Bu âyetin nüzul sebebi şudur: Kureyş’ten yahut da Arapların ileri gelenlerinden kabul görmüş birtakım kimseler Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e şöyle dediler: “Sana iman etmemizi ve uymamızı istiyor isen -ashab-ı kiram’ın fakirlerinden bazı kimseleri zikrederek- filan ve filanı yanından uzaklaştır. Çünkü Arapların bu fakir kimseler ile birlikte bizi otururken görmelerinden utanırız.”[2] Peygamber’in de bunların İslâm’a girmelerini ve kendisine uymalarını arzu etmesi dolayısı ile içinden dediklerini yapmak geçti. Allah da bu âyet-i kerime ve benzerleri ile ona sitemde bulundu.
#
{53} {وكذلك فَتَنَّا بعضَهم ببعضٍ ليقولوا أهؤلاءِ مَنَّ الله عليهم من بيننا}؛ أي: هذا من ابتلاء الله لعبادِهِ حيث جعل بعضَهم غنيًّا وبعضهم فقيراً وبعضهم شريفاً وبعضهم وضيعاً؛ فإذا مَنَّ الله بالإيمان على الفقير أو الوضيع، كان ذلك محلَّ محنةٍ للغني والشريف؛ فإنْ كان قصدُهُ الحقَّ واتباعه؛ آمن وأسلم ولم يمنعْه من ذلك مشاركة الذي يراه دونه بالغنى أو الشرف، وإن لم يكن صادقاً في طلب الحقِّ؛ كانت هذه عقبةً تردُّه عن اتِّباع الحق، وقالوا محتقرين لمن يَرَوْنَهم دونهم: {أهؤلاءِ مَنَّ الله عليهم من بيننا}: فمنعهم هذا من اتباع الحق لعدم زكائهم. قال الله مجيباً لكلامهم المتضمِّن الاعتراض على الله في هداية هؤلاء وعدم هدايتهم هم: {أليس اللهُ بأعلمَ بالشاكرينَ} الذين يعرِفون النعمةَ ويُقِرُّون بها ويقومون بما تقتضيه من العمل الصالح، فيضع فضلَه ومنَّته عليهم دون من ليس بشاكرٍ؛ فإنَّ الله تعالى حكيمٌ لا يضع فضله عند من ليس له بأهل، وهؤلاء المعترضون بهذا الوصف بخلاف مَنْ مَنَّ الله عليهم بالإيمان من الفقراء وغيرهم؛ فإنهم هم الشاكرون.
53. “Biz böylece onların bir kısmını diğer bir kısmı ile sınadık ki: “Allah aramızdan bunlara mı lütufta bulunmuş?!” desinler. Allah şükredenleri en iyi bilen değil midir?” Yani Yüce Allah'ın onların bir kısmını zengin, bir kısmını fakir, bir kısmını şerefli ve güçlü kılması, Allah’ın kullarını bir sınamasıdır. Allah fakir ya da alt tabakada olan bir kimseye imanı lütfedecek olursa bu, zengin ve güçlü kimse için bir sınamadır. Eğer bu güçlü ve zenginin maksadı hakkı bulmak ve ona uymak ise o da imana gelir, İslâm’a girer. Kendisinden zenginliği ya da güç ve şerefi itibari ile daha aşağılarda gördüğü kimse ile aynı makamı paylaşması, iman etmesine engel olmaz. Eğer hakkı aramak ve bulmak isteğinde samimi değil ise o takdirde bu, kendisini hakka tâbi olmaktan alıkoyacak bir engel teşkil eder. İşte bunlar kendilerinden daha aşağılarda gördükleri kimseleri hakir görerek: “Allah aramızdan bunlara mı lütufta bulunmuş?!” derler ve bu durum, kavrayışları yerli yerinde olmadığı için hakka tâbi olmaktan onları alıkoyar. Yüce Allah bu gibi kimselere Allah’ın hidâyet vermesine, buna karşılık kendilerini hidâyete iletmemesine itirazlarını da ihtiva eden bu sözlerine cevap olmak üzere: “Allah şükredenleri en iyi bilen değil midir?” buyurmaktadır. Allah kendi nimetini bilip itiraf ve ikrar eden ve bu nimetin gerektirdiği salih ameli işleyenleri elbette en iyi bilendir. O, lütuf ve minnetini böylelerine ihsan eder. Şükretmeyen kimselere değil. Şüphesiz ki Yüce Allah, hikmet sahibidir, lütfunu ehil olmayan kimselere vermez. Bu sebep dolayısıyla itiraz eden bu kimseler, Allah’ın kendilerine iman etmeyi lütfetmiş olduğu fakir ve onlarla birlikte iman eden diğerlerinden farklıdırlar. İman edenler asıl şükredenlerdir.
#
{54} ولما نهى الله رسوله عن طردِ المؤمنين القانتين؛ أمره بمقابلتِهِم بالإكرام والإعظام والتبجيل والاحترام، فقال: {وإذا جاءَكَ الذين يؤمنونَ بآياتِنا فَقُلْ سلامٌ عليكم}؛ أي: وإذا جاءك المؤمنون؛ فحيِّهم، ورحِّبْ بهم، ولقِّهم منك تحيةً وسلاماً، وبشِّرهم بما ينشِّط عزائمهم وهممهم من رحمة الله وسعة جوده وإحسانه، وحُثَّهم على كل سبب وطريق يوصِلُ لذلك، ورهِّبْهم من الإقامة على الذُّنوب، وأمُرْهم بالتوبة من المعاصي لينالوا مغفرةَ ربِّهم وجوده، ولهذا قال: {كَتَبَ ربُّكم على نفسِهِ الرحمةَ أنَّه من عَمِلَ منكم سوءاً بجهالةٍ ثمَّ تاب من بعدِهِ وأصلحَ}؛ أي: فلا بدَّ مع ترك الذُّنوب والإقلاع والندم عليها من إصلاح العمل وأداء ما أوجبَ الله وإصلاح ما فَسَدَ من الأعمال الظاهرة والباطنة؛ فإذا وُجِدَ ذلك كله؛ {فإنَّه غفورٌ رحيمٌ}؛ أي: صبَّ عليهم من مغفرتِهِ ورحمتِهِ بحسب ما قاموا به مما أمرهم به.
54. Yüce Allah Peygamberine, Rablerine itaatle boyun eğen mü’minleri kovmayı yasakladıktan sonra bu mü’minlere ikram, tazim, tebcil ve ihtiram ile karşılık vermesini emrederek şöyle buyurmaktadır: “Âyetlerimize iman edenler sana geldiğinde de ki: Selam sizlere!” Yani mü’minler senin yanına gelecek olurlarsa sen onlara selam ile karşılık ver ve onları güzel bir şekilde karşıla. Onları selamla, esenlik dileklerini ilet. Onların gayret ve çabalarını daha bir coşturacak şekilde Allah’ın rahmetini, O’nun cömertliğinin ve ihsanının bolluğunu müjdele. Bu, rahmet ve ihsana ulaştıran her bir yolu izlemeye onları teşvik et. Günahlar üzerinde ısrar etmekten de onları sakındır. Onlara masiyetlerden tevbe etme emrini ver ki, Rablerinin mağfiretine, lütuf ve ihsanına nail olabilsinler. Bu nedenle devamla şöyle buyrulmuştur: “Rabbiniz kendi üzerine rahmeti yazmıştır. Şöyle ki: İçinizden kim cahillikle kötü bir iş işler de sonra arkasından tevbe edip (halini) düzeltirse…” Günahın terk edilmesi, ondan vazgeçilmesi, günahtan dolayı pişmanlık duyulması ile birlikte amelleri düzeltmek, Allah’ın farz kıldıklarını eda etmek, zahir ve batın amellerden bozulanları ıslah etmek kaçınılmazdır. İşte bütün bunlar gerçekleşecek olursa (bilsin ki) O, Ğafûrdur, Rahîmdir.” Yani böylelerinin üzerine emirlerini yerine getirmelerine uygun olarak Allah, mağfiret ve rahmetinden bol bol yağdıracaktır.
#
{55} {وكذلك نفصِّلُ الآياتِ}؛ أي: نوضِّحها ونبيِّنها ونميِّز بين طريق الهدى من الضلال والغي والرشاد؛ ليهتديَ بذلك المهتدون ويتبيَّن الحقُّ الذي ينبغي سلوكه. {ولتستبينَ سبيلُ المجرمين}: الموصلةُ إلى سَخَطِ الله وعذابه؛ فإنَّ سبيل المجرمين إذا استبانت واتَّضحت؛ أمكنَ اجتنابُها والبعدُ منها؛ بخلاف ما لو كانت مشتبهةً ملتبسةً؛ فإنه لا يحصُلُ هذا المقصود الجليل.
55. “Günahkârların” Allah’ın azap ve gazabına ulaştıran “yolu belli olsun diye âyetleri işte böyle açıklıyoruz.” Âyetleri böylelikle açıklıyor ve beyan ediyoruz, hidâyet ile sapıklık, doğruluk ile eğrilik yollarını birbirinden ayırt ediyoruz. Tâ ki böylece hidâyet bulacak olanlar doğru yolu bulsunlar ve izlenmesi gereken hak da açık seçik ortaya çıksın. Ayrıca günahkârların yolu açık seçik ortaya çıkacak olursa, o yoldan sakınmak ve uzak durmak mümkün olacaktır. Onların yolları şüpheli kalır ve net bir şekilde ortaya çıkmayacak olursa durum böyle olmaz. Onların yolları da açıkça ortaya çıkmadan bu üstün maksat gerçekleşemez.
Ayet: 56 - 58 #
{قُلْ إِنِّي نُهِيتُ أَنْ أَعْبُدَ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ قُلْ لَا أَتَّبِعُ أَهْوَاءَكُمْ قَدْ ضَلَلْتُ إِذًا وَمَا أَنَا مِنَ الْمُهْتَدِينَ (56) قُلْ إِنِّي عَلَى بَيِّنَةٍ مِنْ رَبِّي وَكَذَّبْتُمْ بِهِ مَا عِنْدِي مَا تَسْتَعْجِلُونَ بِهِ إِنِ الْحُكْمُ إِلَّا لِلَّهِ يَقُصُّ الْحَقَّ وَهُوَ خَيْرُ الْفَاصِلِينَ (57) قُلْ لَوْ أَنَّ عِنْدِي مَا تَسْتَعْجِلُونَ بِهِ لَقُضِيَ الْأَمْرُ بَيْنِي وَبَيْنَكُمْ وَاللَّهُ أَعْلَمُ بِالظَّالِمِينَ (58)}
56- De ki: “Sizin Allah’tan başka yalvarıp durduklarınıza ibadet etmem bana yasaklandı.” De ki: “Ben sizin hevâlarınıza uymam. O takdirde sapmış olurum da hidâyete erenlerden olmam.” 57- De ki: “Şüphesiz ben Rabbimden gelmiş apaçık bir delil üzerindeyim. Siz ise onu yalanladınız. Sizin acele gelmesini istediğiniz şey (azap); benim yanımda değildir. Hüküm ancak Allah’ındır. O, doğruyu haber verir ve O (hakkı batıldan) ayırt edenlerin en hayırlısıdır.” 58- De ki: “Eğer o acele istediğiniz şey benim yanımda olsaydı elbette benimle sizin aranızdaki iş bitirilmiş olurdu. Allah zalimleri en iyi bilendir.”
#
{56} يقول تعالى لنبيِّه - صلى الله عليه وسلم -: {قُلْ} لهؤلاء المشركين الذين يَدْعون مع الله آلهةً أخرى: {إني نُهيت أن أعبدَ الذين تدعون من دونِ الله}: من الأنداد والأوثان التي لا تملك نفعاً ولا ضرًّا ولا موتاً ولا حياةً ولا نشوراً؛ فإن هذا باطلٌ، وليس لكم فيه حجةٌ ولا شبهةٌ إلاَّ اتباع الهوى الذي اتِّباعه أعظم الضلال. ولهذا قال: {قل لا أتَّبِعُ أهواءَكم قد ضللتُ إذاً}؛ أي: إن اتَّبعت أهواءكم، {وما أنا من المهتدينَ}: بوجهٍ من الوجوه.
56. Yüce Allah Peygamberine hitaben şöyle buyurmaktadır: Allah ile birlikte başka ilahlara da dua edip yalvaran müşriklere “de ki: Sizin Allah’tan başka yalvarıp durduklarınıza” hiçbir fayda ve zarar veremeyen, öldürmek, hayat vermek, öldükten sonra diriltmek güç ve imkânına sahip bulunmayan putlara ve diğer ortak koştuğunu şeylere “ibadet etmem bana yasaklandı.” Çünkü onlara ibadet batıldır. Bu hususta sizin bir deliliniz, delili andıran bir gerekçeniz dahi yoktur. Bütün yaptığınız heva ve hevesinize tâbi olmaktan başka bir şey değildir. Heva ve heveslere uymak ise sapıklığın en büyüğüdür. Bu yüzden Allah şöyle buyurmaktadır: “De ki: Ben sizin hevâlarınıza uymam. O taktirde” yani hevalarınıza uyacak olursam “sapmış olurum da” hiçbir şekilde “hidâyete erenlerden olmam.”
#
{57} وأما ما أنا عليه من توحيد الله وإخلاص العمل له؛ فإنه هو الحقُّ الذي تقوم عليه البراهين والأدلة القاطعة، وأنا {على بيِّنة من ربي}؛ أي: على يقين مبينٍ بصحته وبطلان ما عداه. وهذه شهادةٌ من الرسول جازمةٌ لا تقبل التردُّد، وهو أعدل الشهود [من الخلق] على الإطلاق، فصدَّق بها المؤمنون، وتبيَّن لهم من صحَّتها وصدقها بحسب ما مَنَّ الله به عليهم، ولكنكم أيها المشركون {كذبتم به}، وهو لا يستحقُّ هذا منكم، ولا يَليقُ به إلاَّ التصديق، وإذا استمررتُم على تكذيبكم؛ فاعلموا أنَّ العذابَ واقعٌ بكم لا محالةَ، وهو عند الله، هو الذي ينزله عليكم إذا شاء وكيف شاء، وإن استعجلتم به؛ فليس بيدي من الأمر شيء، {إن الحُكْمُ إلا للهِ}؛ فكما أنه هو الذي حكم بالحكم الشرعيِّ فأمر ونهى؛ فإنه سيحكم بالحكم الجزائيِّ فيثيب ويعاقب بحسب ما تقتضيه حكمته؛ فالاعتراض على حكمه مطلقاً مدفوع، وقد أوضح السبيل وقصَّ على عباده الحقَّ قصًّا قَطَعَ به معاذيرَهم وانقطعتْ له حُجَّتُهم؛ ليهلِك مَن هَلَكَ عن بيِّنة ويحيا من حيَّ عن بيِّنة. {وهو خيرُ الفاصلينَ}: بين عبادِهِ في الدُّنيا والآخرة، فيفصل بينهم فصلاً يحمدُه عليه حتى من قضى عليه ووجَّه الحق نحوه.
57. Benim izlemekte olduğum Allah’ın tevhidi, amelin O’na ihlas ile yapılmasına gelince; işte hakkında her türlü kat’i delil ve belgenin ortaya konulduğu gerçek odur. “Şüphesiz ben Rabbimden gelmiş apaçık bir delil” doğruluğuna dair apaçık ve kesin bir bilgi, onun dışında kalan her şeyin de batıl olduğuna dair kat’i bir belge “üzerindeyim.” Bu ise herhangi bir tereddüdü kabil olmayan, Allah Rasûlü tarafından yapılmış kati bir şahitliktir ki kayıtsız ve şartsız tüm insanlar içinde şahitlerin en adil ve doğrusu odur. Mü’minler de bu şahitliği tasdik etmişler ve Allah’ın bu hususta kendilerine lütuf ve ihsanı çerçevesinde bu şahitliğin doğruluğunu açıkça görmüş bulunmaktadırlar. Fakat siz, ey müşrikler “onu yalanladınız.” Oysa siz bunu yapmak hakkına sahip değilsiniz, size tasdik etmekten başka bir şey yakışmaz. Eğer yalanlamaya devam edecek olursanız şunu bilin ki kaçınılmaz olarak azap gelip sizi bulacaktır ve bu azap Allah’ın katındadır. Onu -dilediği takdirde ve dilediği şekilde- üzerinize indirecek olan O’dur. Siz o azabın çabucak gelmesini isteseniz bile bu konuda benim elimden hiçbir şey gelmez. Çünkü “hüküm ancak Allah’ındır.” Şer’î hükümleri koyan, emir ve yasaklar buyuran O olduğu gibi, amellerinizin karşılığını hükme bağlayacak olan, hikmetinin gereğine göre mükâfaatlandırıp cezalandırandıracak olan da O’dur. O’nun hükmüne itiraz etmek, kayıtsız ve şartsız olarak geçersizdir. Çünkü O, izlenmesi gereken yolu açıkça ortaya koymuştur. Kullarına hakkı anlatmıştır. Onların da ileri sürebilecekleri bir mazeretleri kalmamıştır. O’na karşı getirebilecekleri bir delilleri de yoktur. Tâ ki helâk olan apaçık bir delile binaen helâk olsun; hayatta kalan da apaçık bir delile binaen hayatta kalsın. “O doğruyu haber verir ve O” dünyada da âhirette de kulları arasında hüküm verip (hakkı batıldan) ayırt edenlerin en hayırlısıdır” Onların arasında O hüküm verecektir. Aleyhine hüküm verilen ve haksızlığı belirtilen kimseler tarafından dahi O, verdiği hükümden dolayı övülecektir.
#
{58} {قل} للمستعجلين بالعذاب جهلاً وعناداً وظلماً: {لو أنَّ عندي ما تستعجلونَ به لَقُضِيَ الأمرُ بيني وبينكم}: فأوقعتُه بكم، ولا خير لكم في ذلك، ولكنَّ الأمر عند الحليم الصبور الذي يعصيه العاصون ويتجرَّأ عليه المتجرِّئون وهو يعافيهم ويرزقُهم ويسدي عليهم نعمه الظاهرة والباطنة. {والله أعلم بالظالمين}: لا يخفى عليه من أحوالهم شيءٌ فيمهِلُهم ولا يهمِلُهم.
58. Bilgisizlikleri, inatları ve zılümleri dolayısıyla azabı çabucak isteyenlere “de ki: Eğer o acele istediğiniz şey benim yanımda olsaydı elbette benimle sizin aranızdaki iş bitirilmiş olurdu” ve ben de bu işi başınıza getirirdim. Ancak bunda sizin için hayır olacak bir taraf yoktur. Fakat iş, Halîm ve Sabûr olan o yüce zatın elindedir. İsyankarlar O’na isyan ettiği, cüretkârlar O’na karşı gelmeye cesaret gösterdiği halde O onlara afiyet verir, onları rızıklandırır, gizli ve açık nimetlerini onlara bol bol ihsan eder. “Allah zalimleri en iyi bilendir.” Zalimlerin hallerinden hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz. O, onlara mühlet verse bile onlara azabı ihmal etmez.
Ayet: 59 #
{وَعِنْدَهُ مَفَاتِحُ الْغَيْبِ لَا يَعْلَمُهَا إِلَّا هُوَ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَمَا تَسْقُطُ مِنْ وَرَقَةٍ إِلَّا يَعْلَمُهَا وَلَا حَبَّةٍ فِي ظُلُمَاتِ الْأَرْضِ وَلَا رَطْبٍ وَلَا يَابِسٍ إِلَّا فِي كِتَابٍ مُبِينٍ (59)}.
59- Gaybın anahtarları O’nun yanındadır. Onları O’ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa (hepsini) bilir. Bir yaprak düşmeye görsün mutlaka onu bilir. Yerin karanlıklarındaki tek bir tohum, yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.
#
{59} هذه الآية العظيمة من أعظم الآيات تفصيلاً لعلمه المحيط، وأنَّه شامل للغيوب كلِّها، التي يُطْلِعُ منها ما شاء من خلقه، وكثير منها طوى علمَهُ عن الملائكة المقرَّبين والأنبياء المرسلين فضلاً عن غيرهم من العالمين، وأنَّه يعلم ما في البراري والقفار من الحيوانات والأشجار والرمال والحصى والتراب، وما في البحار من حيواناتها ومعادنها وصيدها وغير ذلك مما تحتويه أرجاؤها ويشتمل عليه ماؤها. {وما تسقُطُ من ورقةٍ}: من أشجار البر والبحر والبلدان والقفر والدنيا والآخرة إلاَّ يعلمها، {ولا حبةٍ في ظلمات الأرض}: من حبوب الثمار والزُّروع وحبوب البذور التي يبذرها الخلقُ وبذور النوابت البريَّة التي ينشأ منها أصناف النباتات، {ولا رطبٍ ولا يابس}: هذا عموم بعد خصوص {إلَّا في كتابٍ مبينٍ}: وهو اللوحُ المحفوظُ؛ قد حواها واشتمل عليها، وبعضُ هذا المذكور يبهر عقول العقلاء، ويذهِلُ أفئدة النبلاء، فدلَّ هذا على عظمة الربِّ العظيم وسعته في أوصافه كلِّها، وأنَّ الخلق من أولهم إلى آخرهم لو اجتمعوا على أن يحيطوا ببعض صفاته؛ لم يكنْ لهم قدرةٌ ولا وسعٌ في ذلك، فتبارك الربُّ العظيم الواسع العليم الحميد المجيد الشهيد المحيط، وجلَّ مِن إلهٍ لا يُحْصي أحدٌ ثناءً عليه، بل هو كما أثنى على نفسِهِ وفوق ما يثني عليه عباده. فهذه الآية دلَّت على علمه المحيط بجميع الأشياء وكتابه المحيط بجميع الحوادث.
59. Bu yüce âyet-i kerime, Yüce Allah’ın kapsayıcı ilmini, etraflı bir şekilde açıklayan, O’nun ilminin kullarından dilediği kimseleri de bir kısmına muttali kıldığı bütün gaybları kuşattığını açıklayan en büyük âyetlerden birisidir. Yüce Allah bu gaybların çok büyük bir bölümünü diğer varlıklar şöyle dursun mukarreb melekler ile mürsel peygamberlerden dahi gizlemiştir. Bu âyet-i kerime Yüce Allah’ın karalarda, çöllerde bulunan bütün hayvanları, ağaçları, kumları, çakılları, toprakları, denizde bulunan canlıları, madenleri, denizin dört bir köşesinde mevcut olan diğer bütün varlıkları, suyunun içinde saklı bulunan bütün yaratıkları bildiğini ortaya koymaktadır. Karalardaki, denizlerdeki, imâr edilmiş şehirlerdeki, ıssız yerlerdeki, dünyadaki ve âhiretteki bütün ağaçlardan “bir yaprak düşmeye görsün mutlaka onu bilir. Yerin karanlıklarındaki” meyve ve ekinlerin insanlar tarafından saçılan tohumlardan, çeşitli bitkilerin yetiştiği karalarda kendiliğinden yeşeren bitki tohumlarından “tek bir tohum, yaş ve kuru ne varsa hepsi” bu ifade, özel bir takım şeylerin sayımından sonra hepsini kapsayan genel bir ifadedir “apaçık bir kitaptadır.” Bu da Levh-i Mahfuz’dur. İşte Levh-i Mahfuz bütün bunları ihtiva etmiş, bütün bunları kapsamıştır. Sözü edilen bu hususların bazısı akıllara durgunluk verip kalpleri dehşete düşürür. İşte bu, o büyük Rabbin azametine, bütün sıfatlarının ne kadar kapsamlı ve azametli olduğuna delildir. İlkinden en sonuncuya kadar bütün yaratılmışlar, O’nun sıfatlarının sadece bir bölümünü kavramak üzere bir araya toplanacak olsalar buna bile güçleri yetmez, buna dahi takatları yetişmez. O; büyük, vasi’ (her şeyi kuşatıcı), alim, her türlü övgüye layık, şanı en yüce, her şeyi gören ve her şeyi kuşatan Rabbin şanı ne yücedir! O, ne yüce bir ilahtır ki hiçbir kimse O’nu gereği gibi övemez. O kendi yüce zatını nasıl övmüş ise öyledir, kullarının kendisine yaptıkları övgülerin çok çok üstündedir. Bu âyet-i kerime, O’nun ilminin her şeyi kuşattığına, kuşatıcı Kitabının da bütün olayları kapsadığına delildir.
Ayet: 60 - 62 #
{وَهُوَ الَّذِي يَتَوَفَّاكُمْ بِاللَّيْلِ وَيَعْلَمُ مَا جَرَحْتُمْ بِالنَّهَارِ ثُمَّ يَبْعَثُكُمْ فِيهِ لِيُقْضَى أَجَلٌ مُسَمًّى ثُمَّ إِلَيْهِ مَرْجِعُكُمْ ثُمَّ يُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ (60) وَهُوَ الْقَاهِرُ فَوْقَ عِبَادِهِ وَيُرْسِلُ عَلَيْكُمْ حَفَظَةً حَتَّى إِذَا جَاءَ أَحَدَكُمُ الْمَوْتُ تَوَفَّتْهُ رُسُلُنَا وَهُمْ لَا يُفَرِّطُونَ (61) ثُمَّ رُدُّوا إِلَى اللَّهِ مَوْلَاهُمُ الْحَقِّ أَلَا لَهُ الْحُكْمُ وَهُوَ أَسْرَعُ الْحَاسِبِينَ (62)}
60- O, geceleyin (uykuda) sizin canlarınızı alan, gündüz ne kazandığınızı bilen, sonra sizi belli bir ecel tamamlansın diye güzdüz vakti (uykudan uyandırıp) diriltendir. Sonra dönüşünüz yalnız O’nadır. Sonra da neler yaptığınızı size haber verecektir. 61- O, kullarının üstünde kâhirdir. Üzerinize koruyucular da gönderir. Nihâyet birinize ölüm geldiğinde elçilerimiz onun ruhunu alırlar ve hiçbir kusur etmezler. 62- Sonra onlar hak mevlâları olan Allah’a döndürülürler. Dikkat edin, hüküm ancak O’nundur ve O, hesap görenlerin en hızlısıdır.
Bütün bu hususlar ile Yüce Allah’ın uluhiyeti vurgulanmakta ve bu konuda müşriklere karşı delil getirilmektedir. Yüce Allah’ın sevilmeye, tazim edilmeye, iclal ve ikrama layık olduğu açıklanmaktadır.
#
{60} فأخبر أنه وحده المتفرِّدُ بتدبير عباده في يقظتهم ومنامهم، وأنه يتوفَّاهم بالليل وفاة النوم، فتهدأ حركاتهم وتستريح أبدانهم، ويبعثهم في اليقظة من نومهم؛ ليتصرَّفوا في مصالحهم الدينيَّة والدنيويَّة، وهو تعالى يعلم ما جَرَحوا وما كَسَبوا من تلك الأعمال، ثم لا يزال تعالى هكذا يتصرَّف فيهم حتى يستوفوا آجالهم، فيَقضي بهذا التدبير أجلٌ مسمّى، وهو أجل الحياة، وأجل آخر فيما بعد ذلك، وهو البعث بعد الموت، ولهذا قال: {ثم إليه مرجِعُكم}: لا إلى غيره، {ثم ينبِّئكُم بما كنتم تعملون}: من خير وشر.
60. Yüce Allah, kullarının işlerini uykularında da uyanıkken de tek başına idare ettiğini, geceleyin uykuda onları ölü gibi uyuttuğunu, buna bağlı olarak hareketlerinin durduğunu ve bedenlerinin dinlendiğini haber vermektedir. Uykularından da onları yine O diriltir ki dini ve dünyevi maslahatları hususunda gerekeni yerine getirsinler. Allah, neler yaptıklarını, ne kazandıklarını da bilir. Ezelden beri bu şekilde onlar üzerinde tasarrufta bulunur. Ecelleri sona erinceye kadar da onlardaki bu tasarrufu böylece devam eder. Bu idare gereğince belli bir ecel de hükme bağlanıp sona erer ki bu ecel, dünya hayatındaki eceldir. Bundan sonra bir başka ecel vardır ki o ölümden sonra diriliştir. İşte bundan dolayı Yüce Allah: “Sonra dönüşünüz yalnız O’nadır” başkasına değildir; ”sonra da neler yaptığınızı” hayır olsun şer olsun “size haber verecektir” buyurmaktadır.
#
{61} {وهو} تعالى {القاهرُ فوقَ عبادِهِ}: يُنَفِّذُ فيهم إرادته الشاملةَ ومشيئته العامة، فليسوا يملكون من الأمر شيئاً، ولا يتحرَّكون ولا يسكنون إلاَّ بإذنه، ومع ذلك؛ فقد وَكَّلَ بالعباد حفظةً من الملائكة يحفظون العبدَ ويحفظون عليه ما عَمِلَ؛ كما قال تعالى: {وإنَّ عليكم لَحافظينَ. كراماً كاتبينَ. يعلمونَ ما تفعلونَ}، {عن اليمينِ وعن الشمال قعيدٌ. ما يَلْفِظُ من قول إلا لَدَيْهِ رقيبٌ عتيدٌ}: فهذا حفظه لهم في حال الحياة. {حتى إذا جاء أحَدَكُمُ الموتُ توفَّتْه رُسُلُنا}؛ أي: الملائكة الموكلون بقبض الأرواح، {وهم لا يُفَرِّطون} في ذلك؛ فلا يزيدون ساعةً مما قَدَّرَ اللهُ، وقضاه، ولا يُنْقِصون، ولا ينفِّذون من ذلك إلا بحسب المراسيم الإلهيَّة والتقادير الربانيَّة.
61. “O” Yüce Allah “kullarının üstünde kâhirdir.” Yani her şeyi kapsayan iradesi ve genel kapsamlı meşieti onlar hakkında geçerlidir. Onlar bu işte hiçbir şeye sahip değildirler. O’nun izni olmaksızın hareket de edemezler, hareketsiz de duramazlar. O kullarına meleklerden “koruyucular” görevlendirmiştir. Bu koruyucular hem kulları korur, hem de onların neler yaptıklarını tespit ederler. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Şüphe yok ki üzerinizde koruyucular, çok şerefli yazıcılar vardır. Onlar ne yaparsanız bilirler.” (el-İnfitar, 80/10-12); “Sağında ve solunda oturan, yaptıklarını tespit eden iki (melek) vardır. O bir söz söylemeyedursun mutlaka onun yanında (yazmaya) hazır bir gözetleyici vardır.” (Kaf, 50/17-18) Bu Yüce Allah’ın kullarını hayatta oldukları sürece korumasıdır. “Nihâyet birinize ölüm geldiğinde elçilerimiz” yani ruhları kabzetmekle görevli olan melekler “onun ruhunu alırlar ve” bu hususta “hiçbir kusur etmezler.” Allah’ın o kul hakkında takdir edip hükme bağladığı ömre bir an ilâve de etmezler bir an eksiltmezler de. Onlar bu konuda ancak ilâhi hükümlere ve Rabbanî takdirlere uygun uygulamalar yaparlar.
#
{62} {ثم}: بعد الموت والحياة البرزخيَّة وما فيها من الخير والشر، {رُدُّوا إلى الله مولاهم الحقِّ}؛ أي: الذي تولاَّهم بحكمه القدري فنفذ فيهم ما شاء من أنواع التدبير، ثم تولاَّهم بأمره ونهيه وأرسل إليهم الرسل وأنزل عليهم الكتب، ثم رُدُّوا إليه ليتولَّى الحكم فيهم بالجزاء. ويثيبَهم على ما عملوا من الخيرات ويعاقِبَهم على الشرور والسيئات، ولهذا قال: {ألا له الحكمُ}: وحدَه لا شريك له، {وهو أسرعُ الحاسبينَ}: لكمال علمِهِ وحفظِهِ لأعمالهم بما أثبته في اللوح المحفوظ ثم أثبتته ملائكته في الكتاب الذي بأيديهم. فإذا كان تعالى هو المنفرد بالخلق والتدبير، وهو القاهر فوق عباده، وقد اعتنى بهم كل الاعتناء في جميع أحوالهم، وهو الذي له الحكم القدري والحكم الشرعي والحكم الجزائي؛ فأين للمشركين العدول عن مَن هذا وصفه ونعته إلى عبادة من ليس له من الأمر شيء ولا عنده مثقال ذرةٍ من النفع ولا له قدرة وإرادة، أما والله؛ لو علموا حلم الله عليهم، وعفوه ورحمته بهم، وهم يبارزونه بالشرك والكفران، ويتجرؤون على عظمته بالإفك والبهتان، وهو يعافيهم ويرزقهم؛ لانجذبت دواعيهم إلى معرفته، وذهلت عقولهم في حبِّه، ولمقتوا أنفسهم أشدَّ المقت حيث انقادوا لداعي الشيطان، الموجب للخزي والخسران، ولكنهم قومٌ لا يعقلون.
62. “Sonra” ölümden ve berzah alemindeki hayattan, o hayattaki hayır ve şerden sonra “onlar hak Mevlâları olan” yani kaderî hükmü ile onlara hükmünü icra eden ve onlar hakkında dilediği çeşitli tedbirleri uygulamaya koyan, emir ve yasaklar belirleyen, onlara peygamberler gönderip kitaplar indiren “Allah’a döndürülürler.” O’na döndürülürler ki, amellerinin karşılığı olan hükmü haklarında versin, işlemiş oldukları hayırlara mükâfaat, kötülük ve günahlarına karşı da ceza versin. Bundan dolayı: “Dikkat edin, hüküm” hiçbir ortağı olmaksızın “ancak O’nundur. Ve O, hesap görenlerin en süratlisidir.” Çünkü O’nun ilmi ve amellerinizi Levh-i Mahfuz’da koruyup tespit etmesi kemâl derecesindedir. Daha sonra melekler de ellerinde bulunan amel defterlerinde onların amellerini tespit etmişlerdir. Yaratan ve idare eden, kulları üzerinde kahir olan yalnızca O olduğuna göre, bütün hallerinde onlara en mükemmel şekilde itina gösterdiğine göre, kaderî hüküm ve şer’î hüküm ile cezaî hüküm vermek yalnız O’nun hak ve yetkisinde bulunduğuna göre, müşrikler neye dayanarak bu sıfat ve niteliklere sahip olan yüce Rabbi bırakıyorlar? Emretmek yetkisine kısmen dahi sahip olmayan, zerre kadar bir fayda sağlayamayan, hiçbir kudret ve iradesi bulunmayan varlıklara ibadete neden yöneliyorlar? Müşrikler Yüce Allah’a şirk koşmakla, nankörlük etmekle meydan okudukları, yalan ve iftirada bulunarak azametine karşı cüretkârlık gösterdikleri halde Allah’ın onlara karşı hilmini, affediciliğini, rahmetini, bu şekilde davranmalarına rağmen onlara afiyet ve rızık verdiğini bilecek olsalardı, elbette ki O’nu tanımayı arzu ederler ve O’nun sevgisine gark olup akılları hayretlere kapılırdı. Kendilerine ise alabildiğine gazap duyar ve öfke beslerlerdi. Çünkü rezilliğe ve hüsrana götüren şeytanın davetine itaat etmişlerdir. Ama o müşrikler akıllarını kullanmayan bir topluluktur.
Ayet: 63 - 64 #
{قُلْ مَنْ يُنَجِّيكُمْ مِنْ ظُلُمَاتِ الْبَرِّ وَالْبَحْرِ تَدْعُونَهُ تَضَرُّعًا وَخُفْيَةً لَئِنْ أَنْجَانَا مِنْ هَذِهِ لَنَكُونَنَّ مِنَ الشَّاكِرِينَ (63) قُلِ اللَّهُ يُنَجِّيكُمْ مِنْهَا وَمِنْ كُلِّ كَرْبٍ ثُمَّ أَنْتُمْ تُشْرِكُونَ (64)}.
63- De ki: “Şayet bizi bu halden kurtarırsa andolsun ki şükredenlerden olacağız, diye kendisine gizlice ve açıktan yalvarıp yakardığınız zaman karanın ve denizin karanlıklarından sizi kim kurtarır?” 64- De ki: Ondan da her türlü sıkıntıdan da sizi Allah kurtarır, sonra da siz şirk koşarsınız.
#
{63} أي: {قل}: للمشركين بالله الداعين معه آلهةً أخرى ملزماً لهم بما أثبتوه من توحيد الربوبية على ما أنكروه من توحيد الإلهية، {مَنْ يُنَجِّيكم من ظلماتِ البرِّ والبحر}؛ أي: شدائدهما ومشقاتهما وحين يتعذَّر أو يتعسَّر عليكم وجه الحيلة، فتدعون ربكم تضرُّعاً بقلبٍ خاضع ولسان لا يزال يَلْهَجُ بحاجته في الدُّعاء وتقولون وأنتم في تلك الحال: {لَئِنْ أنجانا من هذه}: الشدة التي وقعنا فيها، {لَنَكونَنَّ من الشاكرينَ}: لله؛ أي: المعترفين بنعمتِهِ، الواضعينَ لها في طاعة ربِّهم، الذين حفظوها عن أن يبذلوها في معصيته.
63. Allah’a ortak koşan, O’nunla birlikte başka ilahlara dua eden müşriklere, rububiyet tevhidini kabul etmelerinden hareketle uluhiyet tevhidini de kabul etmeleri gerektiğini ortaya koymak üzere “de ki: Şayet bizi bu halden” içine düştüğümüz bu zorlu ve sıkıntılı halden “kurtarırsa andolsun ki” Allah’a “şükredenlerden” O’nun nimetini itiraf eden, nimetini Rab’lerine itaat uğrunda kullanan ve bu nimetleri O’na isyan yolunda kullanmaktan uzak duranlardan “olacağız.” “karanın ve denizin karanlıklarından sizi kim kurtarır?” Karanın ve denizin zorlu hallerinde ve meşakkatlerinde, sizin için kurtuluşa imkân kalmadığı yahut gayet zorlaştığı o vakitlerde… İşte o zaman hemen itaatle boyun eğmiş bir kalple ve ihtiyacını dile getiren bir lisan ile Rabbinize yalvarır yakarırsınız, dua edersiniz ve bu halinizde iken: “Şayet bizi bu halden kurtarırsa andolsun ki şükredenlerden olacağız.” dersiniz.
#
{64} {قل الله ينجيكم منها ومن كل كربٍ}؛ أي: من هذه الشدة الخاصة، ومن جميع الكروب العامة، {ثم أنتم تشركونَ}: لا تفون لله بما قلتُم، وتنسَوْن نعمه عليكم؛ فأي برهان أوضح من هذا على بطلان الشرك وصحة التوحيد.
64. “De ki: Ondan da her türlü sıkıntıdan da” yani gerek bu özel sıkıntıdan gerekse genel olarak bütün sıkıntılardan “sizi Allah kurtarır, sonra da siz.” Allah’a verdiğiniz sözde durmaz ve üzerinizdeki nimetlerini unutarak “şirk koşarsınız.” O halde şirkin batıl olduğuna ve tevhidin doğruluğuna bundan daha açık bir delil var mıdır?
Ayet: 65 - 67 #
{قُلْ هُوَ الْقَادِرُ عَلَى أَنْ يَبْعَثَ عَلَيْكُمْ عَذَابًا مِنْ فَوْقِكُمْ أَوْ مِنْ تَحْتِ أَرْجُلِكُمْ أَوْ يَلْبِسَكُمْ شِيَعًا وَيُذِيقَ بَعْضَكُمْ بَأْسَ بَعْضٍ انْظُرْ كَيْفَ نُصَرِّفُ الْآيَاتِ لَعَلَّهُمْ يَفْقَهُونَ (65) وَكَذَّبَ بِهِ قَوْمُكَ وَهُوَ الْحَقُّ قُلْ لَسْتُ عَلَيْكُمْ بِوَكِيلٍ (66) لِكُلِّ نَبَإٍ مُسْتَقَرٌّ وَسَوْفَ تَعْلَمُونَ (67)}
65- De ki: “O, size üstünüzden yahut ayaklarınızın altından bir azap göndermeye ya da sizi fırkalara ayırıp birbirinize katarak kiminizin hıncını kiminize tattırmaya kadirdir.” İyice idrak etsinler diye âyetlerimizi nasıl açıkladığımıza bir bak! 66- Senin kavmin onu yalanladı. Halbuki o, hakkın ta kendisidir. De ki: “Ben sizin üzerinizde bir vekil değilim.” 67- Her bir haberin kararlaştırılmış bir zamanı var. Siz de yakında öğreneceksiniz.
#
{65} أي: هو تعالى قادرٌ على إرسال العذاب إليكم من كل جهة، {من فوقِكم أو من تحتِ أرجُلِكم أو يَلْبِسَكُم}؛ أي: يَخْلُطَكم {شيعاً ويذيقَ بعضَكم بأسَ بعض}؛ أي: في الفتنة وقتل بعضكم بعضاً؛ فهو قادر على ذلك كله؛ فاحذروا من الإقامة على معاصيه فيصيبكم من العذاب ما يتلفكم ويمحقكم، ومع هذا؛ فقد أخبر أنه قادر على ذلك، ولكن من رحمته أن رفع عن هذه الأمة العذاب من فوقهم بالرجم والحصب ونحوه ومن تحت أرجلهم بالخسف، ولكن عاقَبَ من عاقَبَ منهم بأن أذاق بعضهم بأس بعض وسلَّط بعضهم على بعض بهذه العقوبات المذكورة عقوبةً عاجلةً يراها المعتبرون ويشعر بها العاملون. {انظر كيف نصرِّفُ الآياتِ}؛ أي: ننوِّعُها ونأتي بها على أوجهٍ كثيرةٍ، وكلُّها دالةٌ على الحق، {لعلَّهم يفقهون}؛ أي: يفهمون ما خُلقوا من أجله ويفقهون الحقائق الشرعية والمطالب الإلهية.
65. Yani Yüce Allah, her cihetten üzerinize azap göndermeye kadirdir. “Üstünüzden yahut ayaklarınızın altından bir azap göndermeye ya da fırkalara ayırıp birbirinize katarak” fitne zamanlarında “kiminizin hıncını kiminize tattırmaya” ve kiminizi kiminize öldürtmeye “kadirdir.” O, bütün bunlara gücü yetendir. O bakımdan O’na isyanı gerektiren işlere devam etmekten sakının. Yoksa sizi yok edecek birtakım azaplar gelip sizi bulur. Allah bütün bunlara kadir olduğunu haber vermektedir. Ancak O, bu ümmetin üzerinden yukarıdan taş veya çakıl yağması şeklindeki azabı ve buna benzer azapların gelmesini, altlarından da yerin dibine geçirilme azabına uğratılmalarını rahmetinin bir tecellisi olarak kaldırmıştır. Fakat onlardan kimilerine diğerlerinin hıncını tattırmak ve kimini kimine musallat kılmak suretiyle sözü geçen bu cezaların bir kısmını, ibret alanların görmesi ve hayırlı amel işlemek isteyenlerin fark etmeleri için dünyevî bir ceza olarak göndermiştir. “İyice idrak etsinler” ne için yaratıldıklarını anlasınlar, şer’î gerçekleri ve ilâhi istekleri kavrasınlar “diye âyetleri nasıl açıkladığımıza” türlü türlü beyan ettiğimize “bir bak!” Ve bizim bunları nasıl pek çok şekillerde açıkladığımıza bir bak ki bunların hepsi de hakka delâlet etmektedir.
#
{66} {وكذَّب به}؛ أي: بالقرآن {قومُك وهو الحقُّ}: الذي لا مِرْيَةَ فيه ولا شك يعتريه. {قل لستُ عليكم بوكيل}: أحفظُ أعمالَكم وأجازيكم عليها، وإنَّما أنا منذرٌ ومبلِّغ.
66.“Senin kavmin onu” yani Kur’an’ı “yalanladı. Halbuki o” hakkında şüphe söz konusu olmayan ve en ufak bir tereddütün yanına yaklaşamadığı “hakkın ta kendisidir. De ki: Ben sizin üzerinizde” amellerinizi tespit edecek ve onların karşılığını verecek “bir vekil değilim.” Ben ancak bir uyarıcı ve tebliğciyim.
#
{67} {لكلِّ نبإٍ مستقرٌّ}؛ أي: وقتٌ يستقرُّ فيه وزمانٌ لا يتقدَّم عنه ولا يتأخر، {وسوف تعلمونَ}: ما توعدون به من العذاب.
67. “Her bir haberin” gelip çatacağı, daha erkene alınamayacağı ve sonraya da bırakılamayacağı “kararlaştırılmış bir zamanı vardır. Sizde yakında” tehdit olunduğunuz azabı “öğreneceksiniz.”
Ayet: 68 - 69 #
{وَإِذَا رَأَيْتَ الَّذِينَ يَخُوضُونَ فِي آيَاتِنَا فَأَعْرِضْ عَنْهُمْ حَتَّى يَخُوضُوا فِي حَدِيثٍ غَيْرِهِ وَإِمَّا يُنْسِيَنَّكَ الشَّيْطَانُ فَلَا تَقْعُدْ بَعْدَ الذِّكْرَى مَعَ الْقَوْمِ الظَّالِمِينَ (68) وَمَا عَلَى الَّذِينَ يَتَّقُونَ مِنْ حِسَابِهِمْ مِنْ شَيْءٍ وَلَكِنْ ذِكْرَى لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ (69)}
68- Âyetlerimiz hakkında bâtıla dalanları gördüğün zaman onlar ondan başka bir söze dalıncaya kadar onlardan yüz çevir! Eğer şeytan sana unutturacak olursa hatırladıktan sonra artık o zalimler topluluğu ile birlikte oturma! 69- Korkup sakınanlara onların hesabından herhangi bir sorumluluk yoktur. Fakat korkup sakınırlar diye hatırlatmaları gerekir.
#
{68} المراد بالخوض في آيات الله التكلُّم بما يخالف الحقَّ من تحسين المقالات الباطلة والدعوة إليها ومدح أهلها والإعراض عن الحقِّ والقدح فيه وفي أهله؛ فأمر الله رسوله أصلاً وأمته تبعاً إذا رأوا من يخوض بآياتِ الله بشيء مما ذُكِرَ بالإعراض عنهم وعدم حضور مجالس الخائضين بالباطل والاستمرار على ذلك حتى يكونَ البحثُ والخوضُ في كلام غيره؛ فإذا كان في كلام غيره؛ زال النهي المذكور؛ فإن كان مصلحةً؛ كان مأموراً به، وإن كان غير ذلك؛ كان غير مفيد ولا مأمور به، وفي ذمِّ الخوض بالباطل حثٌّ على البحث والنظر والمناظرة بالحق. ثم قال: {وإما ينسينَّك الشيطانُ}؛ أي: بأن جلستَ معهم على وجه النسيان والغفلة، {فلا تقعُدْ بعد الذِّكرى مع القوم الظالمين}: يشملُ الخائضين بالباطل وكلَّ متكلِّم بمحرَّم أو فاعل لمحرم؛ فإنه يحرم الجلوس والحضور عند حضور المنكر الذي لا يقدِرُ على إزالته، هذا النهي والتحريم لمن جلس معهم، ولم يستعمل تقوى الله بأن كان يشارِكُهم في القول والعمل المحرم أو يسكت عنهم وعن الإنكار؛ فإن استعمل تقوى الله تعالى بأن كان يأمرهم بالخير وينهاهم عن الشرِّ والكلام الذي يصدُرُ منهم؛ فيترتَّب على ذلك زوال الشر أو تخفيفه؛ فهذا ليس عليه حرجٌ ولا إثم، ولهذا قال:
68. Allah’ın âyetleri hakkında batıla dalmaktan kasıt, batıl sözleri güzel göstermek, batıla davet etmek, batıl ehlini övmek, haktan yüz çevirmek, hakkı tenkit etmek, hak ehline dil uzatmak gibi yollarla hakka muhalif konuşmalar yapmak demektir. İşte Yüce asaleten Allah Rasûlüne, ona tâbi olarak da ümmetine Allah’ın âyetlerine sözü geçen şekillerde dalan kimseleri gördükleri takdirde o kimselerden yüz çevirmeyi, batıla dalıp bu hal üzere devam edenlerin meclislerinde başka bir söz açılıp, başka bir konuya dalacakları vakte kadar yanlarında bulunmamayı emretmektedir. Eğer başka bir söze dalınacak olursa sözü edilen yasak ortadan kalkar. Eğer bu başka söz, faydalı ise zaten bu emrolunan bir şeydir. Başka türden ise faydasızdır ve emrolunmuş bir şey değildir. Batıla dalmanın yerilmesi ile aynı zamanda hakkın araştırılması, hakkın üzerinde düşünülmesi ve hak ile münazara edilemsi teşvik edilmektedir. Daha sonra Yüce Allah: “Eğer şeytan sana unutturacak olursa” yani unutmak ve gaflet sebebi ile onlarla birlikte oturacak olursan “hatırladıktan sonra artık o zalimler topluluğu ile birlikte oturma” buyurmaktadır. “Zalimler” ifadesi, batıl sözlere dalanları, her türlü haram şeyleri konuşanları ya da herhangi bir haram işleyen kimseleri kapsamaktadır. Kişinin, ortadan kaldırmaya gücü yetmediği münkerin yanında hazır bulunması ve oturması da haramdır. Bu yasak ve haramlık, onlarla birlikte oturan ve Allah’tan korkup sakınmayan kişilere yöneliktir. Böyleleri haram olan söz ve işte onlarla ortak olur yahut ses çıkarmaz ve onların bu haramlarına tepki göstermezler. Eğer Allah’tan korkup sakınır da hayrı emreder, kötülükten ve söyledikleri sözlerden onları alıkoyarsa, onlarla oturmak hakkındaki bu yasak ya tamamen kalkar veya hafifler. Böyle yapan bir kimse için onlarla oturmaktan dolayı vebal ve günah yoktur. Bundan dolayı Yüce Allah bir sonraki âyet-i kerimede şöyle buyurmaktadır:
#
{69} {وما على الذين يتَّقون من حسابِهم من شيءٍ ولكن ذِكْرى لعلَّهم يتَّقون}؛ أي: ولكن لِيذكِّرَهم ويَعِظَهم لعلَّهم يتَّقون الله تعالى. وفي هذا دليلٌ على أنه ينبغي أن يستعملَ المذكِّر من الكلام ما يكون أقربَ إلى حصول مقصود التقوى، وفيه دليلٌ على أنه إذا كان التذكير والوعظ مما يزيد الموعوظَ شرًّا إلى شرِّه؛ كان تركُهُ هو الواجب ؛ لأنَّه إذا ناقض المقصود؛ كان تركُهُ مقصوداً.
69. “Korkup sakınanlara onların hesabından herhangi bir sorumluluk yoktur. Fakat sakınırlar diye hatırlatmaları gerekir.” Yani Yüce Allah’tan korkar ve sakınırlar umuduyla hatırlatsınlar ve onlara öğüt versinler. Bu buyruk ögüt verip hatırlatan kimsenin, korunup sakınma maksadını gerçekleştirecek en uygun sözler kullanması gerektiğine delildir. Yine bu buyrukta şuna da delil vardır: Eğer hatırlatma ve öğüt, hatırlatılan kimsenin kötü halini daha da artıracak ise o hatırlatmayı terk etmek gerekir. Çünkü hatırlatma, eğer kendi esas maksadı ile çelişirse, artık onu terk etmek esas maksada dönüşür.
Ayet: 70 #
{وَذَرِ الَّذِينَ اتَّخَذُوا دِينَهُمْ لَعِبًا وَلَهْوًا وَغَرَّتْهُمُ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا وَذَكِّرْ بِهِ أَنْ تُبْسَلَ نَفْسٌ بِمَا كَسَبَتْ لَيْسَ لَهَا مِنْ دُونِ اللَّهِ وَلِيٌّ وَلَا شَفِيعٌ وَإِنْ تَعْدِلْ كُلَّ عَدْلٍ لَا يُؤْخَذْ مِنْهَا أُولَئِكَ الَّذِينَ أُبْسِلُوا بِمَا كَسَبُوا لَهُمْ شَرَابٌ مِنْ حَمِيمٍ وَعَذَابٌ أَلِيمٌ بِمَا كَانُوا يَكْفُرُونَ (70)}
70- Dinlerini oyun ve eğlence edinip de dünya hayatının kendilerini aldatmış olduğu kimseleri (kendi hallerine) bırak. Her bir nefsin kazandıkları yüzünden helâke sürüklenmemesi için sen, onunla öğüt ver. Ki (o vakit) onun Allah’tan başka hiçbir dost ve şefaatçisi olmaz. Ne kadar fidye verirse versin ondan alınmaz. İşte böyleleri kazandıkları yüzünden helâke sürüklenmiş kimselerdir. Küfre saplanmalarından dolayı onlar için kaynar sudan bir içecek ve can yakıcı bir azap vardır.
#
{70} المقصود من العباد أن يُخْلِصوا لله الدين بأن يعبُدوه وحدَه لا شريك له ويبذُلوا مقدورَهم في مرضاتِهِ ومَحَابِّه، وذلك متضمِّن لإقبال القلب على الله وتوجُّهه إليه وكون سعي العبد نافعاً، وجِدًّا لا هزلاً، وإخلاصاً لوجه الله لا رياء وسمعة، هذا هو الدين الحقيقي الذي يُقالُ له: دينٌ، فأما من زعم أنه على الحقِّ، وأنه صاحب دين وتقوى، وقد اتَّخذ دينه لعباً ولهواً؛ بأنْ لَهَا قلبُهُ عن محبة الله ومعرفته، وأقبل على كلِّ ما يضرُّه، ولَهَا في باطله، ولعب فيه ببدنِهِ؛ لأن العمل والسعي إذا كان لغير الله؛ فهو لعبٌ؛ فهذا أمر الله تعالى أن يُتْرَكَ ويحذرَ ولا يغترَّ به، وتنظر حاله، ويحذر من أفعاله ، ولا يغتر بتعويقه عما يقرب إلى الله. {وذكِّر به}؛ أي: ذكِّر بالقرآن ما ينفع العباد أمراً وتفصيلاً وتحسيناً له بذكر ما فيه من أوصاف الحسن، وما يضرُّ العباد نهياً عنه وتفصيلاً لأنواعه وبيان ما فيه من الأوصاف القبيحة الشنيعة الداعية لتركِهِ، وكلُّ هذا لئلا تُبْسَلَ نفسٌ بما كَسَبَتْ؛ أي: قبل اقتحام العبد للذنوب وتجرُّئِهِ على علاَّم الغيوب واستمراره على ذلك المرهوب؛ فذكِّرْها وَعِظْهَا لترتدعَ وتنزجرَ وتكفَّ عن فعلها. وقوله: {ليس لها من دونِ الله وليٌّ ولا شفيعٌ}؛ أي: قبل أن تحيطَ بها ذنوبُها ثم لا ينفعُها أحدٌ من الخلق لا قريبٌ ولا صديقٌ ولا يتولاَّها من دون الله أحدٌ ولا يشفع لها شافعٌ. {وإن تَعْدِلْ كلَّ عَدْل}؛ أي: تفتدي بكل فداءٍ ولو بملء الأرض ذهباً {لا يُؤْخَذْ منها}؛ أي: لا يُقبل ولا يُفيد. {أولئك}: الموصوفون بما ذُكِرَ {الذين أُبْسِلوا}؛ أي: أهلِكوا وأيسوا من الخير، وذلك {بما كَسَبوا لهم شرابٌ من حميم}؛ أي: ماء حارٌّ قد انتهى حرُّه يَشْوي وجوههم ويقطع أمعاءهم {وعذابٌ أليمٌ بما كانوا يكفرون}.
70. Kullardan istenen tek olan Allah’a, O’na hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ibadet etmeleri, bütün güçlerini O’nun rızası uğrunda ve sevdiği yollarda harcamak sureti ile dinlerini yalnızca Allah’a halis kılmalarıdır. Bu ise kalbin Yüce Allah’a yönelmesini, O’na dönmesini, kulun yaptıklarının faydalı ve ciddi olmasını, oyun olmamasını, riyakarlık ve desinler diye değil de yalnızca Allah’ın rızası için, ihlasla yapılmasını içermektedir. İşte kendisine din denilebilecek, gerçek din budur. Her kim hak üzere olduğunu, dine bağlı ve takva sahibi olduğunu iddia edip de dinini oyuncak ve eğlence edinmiş ise -ki bu da kalbinin Allah’ı sevmekten, O’nu tanımaktan gafil olması, kendisine zarar veren şeylere yönelmesi, batıl yolunda oyalanması, bu uğurda bedeni ile batıl taraftarları gibi hareket etmesi ile olur; çünkü amel ve çalışma eğer Allah’tan başkası için ise bu bir oyundur- işte Yüce Allah böyle birisinin terk edilmesini ve böylesinden sakınılmasını emretmekte; böylelerine aldanılmamasını istemektedir. Onun haline bakıp fiillerinden sakınılmasını, onun Yüce Allah’a yakınlaştırıcı şeyleri engellemesine aldırılmamasını emretmektedir. “Sen onunla” yani Kur’an ile “öğüt ver.” Kullara onda geçen güzellikleri, fayda verecek hususları emrederek, etraflı bir şekilde açıklayarak ve o emrin güzel niteliklerini anlatarak, diğer taraftan kullara zararlı olan şeyleri yasaklayarak, bu zararlı şeylerin türlerini genişçe açıklayarak, aynı zamanda bu zararlı şeylerde bulunan ve terk edilmesini gerektiren kötü ve çirkin nitelikleri beyan ederek öğüt ver! Bütün bunlar ise “Her bir nefsin kazandıkları yüzünden helâke sürüklenmemesi için”dir. Yani kullara günahlara yönelmeden ve gaybları bilene karşı cüretkârca hareket edip korkulan sonuçlara götüren şeylere devam etmeden önce sen, gereken şekilde hatırlat ve öğüt ver ki yaptıklarından vazgeçsin, bundan çekinsin ve onları işlemesinler. “Ki (o vakit) onun Allah’tan başka hiçbir dost ve şefaatçisi olmaz..” Yani her bir nefsi günahları kuşatıp helâke sürüklemeden önce uyar ki o zaman ona ne yakını, ne arkadaşı, ne de dostu… kısaca hiçbir kimsenin faydası olmaz. Allah’tan başka hiçbir dost bulamaz ve hiçbir şefaatçinin şefaati işe yaramaz. “Ne kadar fidye verirse versin ondan alınmaz.” Yeryüzü dolusu altını feda edecek olsa dahi hiçbir türlü fidye ondan kabul edilmez ve bunun ona faydası olmaz. “İşte böyleleri” sözü geçen niteliklere sahip olanlar “kazandıkları yüzünden helâke sürüklenmiş” ve hayırdan ümitlerini kesmiş “kimselerdir. Küfre saplanmalarından dolayı onlar için kaynar sudan” yüzlerini yakıp kavuracak, bağırsaklarını parçalayacak son derece sıcak sudan “bir içecek ve can yakıcı bir azap vardır.”
Ayet: 71 - 73 #
{قُلْ أَنَدْعُو مِنْ دُونِ اللَّهِ مَا لَا يَنْفَعُنَا وَلَا يَضُرُّنَا وَنُرَدُّ عَلَى أَعْقَابِنَا بَعْدَ إِذْ هَدَانَا اللَّهُ كَالَّذِي اسْتَهْوَتْهُ الشَّيَاطِينُ فِي الْأَرْضِ حَيْرَانَ لَهُ أَصْحَابٌ يَدْعُونَهُ إِلَى الْهُدَى ائْتِنَا قُلْ إِنَّ هُدَى اللَّهِ هُوَ الْهُدَى وَأُمِرْنَا لِنُسْلِمَ لِرَبِّ الْعَالَمِينَ (71) وَأَنْ أَقِيمُوا الصَّلَاةَ وَاتَّقُوهُ وَهُوَ الَّذِي إِلَيْهِ تُحْشَرُونَ (72) وَهُوَ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ بِالْحَقِّ وَيَوْمَ يَقُولُ كُنْ فَيَكُونُ قَوْلُهُ الْحَقُّ وَلَهُ الْمُلْكُ يَوْمَ يُنْفَخُ فِي الصُّورِ عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ وَهُوَ الْحَكِيمُ الْخَبِيرُ (73)}
71- De ki: “Allah’ı bırakıp bize fayda ve zarar vermeyen şeylere mi ibadet edelim?! Allah bizi hidâyete kavuşturduktan sonra tıpkı arkadaşları: ‘Bize gel’ diye hidâyete çağırdıkları halde, yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşırken şeytanların ayartıp uçuruma sürükledikleri kimse gibi ökçelerimiz üzerine gerisin geri mi dönelim?!” De ki: “Asıl hidâyet Allah’ın hidayetidir. Biz âlemlerin Rabbine teslim olmakla emrolunduk.” 72- Bir de: “Namazı dosdoğru kılın ve O’ndan korkup sakının.” diye. Toplanıp huzuruna varacağınız, yalnız O’dur. 73- O, gökleri ve yeri hak ile yaratandır. O’nun “Ol” diyeceği günde her şey oluverir. O’nun sözü haktır. Sûra üfürüleceği günde hükümranlık yalnız O’nundur. O, gaybı da şâhit olunanı da bilendir. O, Hakîmdir, Habîrdir.
#
{71} {قل} يا أيها الرسولُ للمشركين بالله، الداعين معه غيرَه، الذين يدعونكم إلى دينهم؛ مبيناً وشارحاً لوصف آلهتهم التي يكتفي العاقل بذِكْرِ وصفها عن النهي عنها؛ فإنَّ كلَّ عاقل إذا تصوَّر مذهب المشركين؛ جزم ببطلانِهِ قبل أن تُقام البراهين على ذلك، فقال: {أنَدْعو من دونِ الله ما لا يَنفَعُنا ولا يضرُّنا}؟ وهذا وصفٌ يدخل فيه كلُّ من عُبِدَ من دون الله؛ فإنه لا ينفع ولا يضرُّ، وليس له من الأمر شيء، إن الأمر إلا لله. {ونُرَدُّ على أعقابنا بعد إذ هدانا الله}؛ أي: وننقلب بعد هداية الله لنا إلى الضلال، ومن الرشد إلى الغيِّ، ومن الصراط الموصل إلى جنات النعيم إلى الطرق التي تُفْضي بسالِكِها إلى العذاب الأليم!! فهذه حالٌ لا يرتضيها ذو رشدٍ، وصاحبها {كالذي استهوتْه الشياطينُ في الأرض}؛ أي: أضلَّته وتيَّهته عن طريقه ومنهجه الموصل إلى مقصده، فبقي {حيرانَ له أصحابٌ يدعونَه إلى الهدى}، والشياطين يدعونه إلى الردى، فبقي بين الداعيين حائراً، وهذه حال الناس كلِّهم؛ إلا من عصمه الله تعالى؛ فإنهم يجدون فيهم جواذب ودواعي متعارضة؛ داعي الرسالة والعقل الصحيح والفطرة المستقيمة يدعونَه إلى الهدى والصعود إلى أعلى عليين، ودواعي الشيطان ومن سَلَكَ مسلَكَه والنفس الأمارة بالسوء يدعونه إلى الضلال والنزول إلى أسفل سافلين؛ فمن الناس من يكونُ مع دواعي الهدى في أمورِهِ كلِّها أو أغلبها، ومنهم من بالعكس من ذلك، ومنهم من يتساوى لديه الداعيانِ ويتعارضُ عندَهُ الجاذبانِ، وفي هذا الموضع تعرف أهل السعادة من أهل الشقاوة. وقوله: {قل إن هدى الله هو الهدى}؛ أي: ليس الهدى إلا الطريق التي شرعها الله على لسان رسوله، وما عداه فهو ضلالٌ وردىً وهلاكٌ. {وأُمِرْنا لِنُسْلِمَ لربِّ العالمينَ}: بأنْ ننقادَ لتوحيدِهِ ونستسلمَ لأوامرِهِ ونواهيهِ وندخلَ تحت [رِقٍّ] عبوديَّته؛ فإنَّ هذا أفضل نعمة أنعم الله بها على العباد، وأكمل تربية أوصلها إليهم.
71. “De ki:” Ey Peygamber! Allah’a şirk koşan, Allah ile birlikte başkalarına dua edip yalvaran ve sizi dinlerine çağıran müşriklere açık seçik bir şekilde o ilahlarının niteliklerini anlat. Zira akıl sahibi kimseyi onlardan sakındırmak için sadece bu niteliklerini zikretmek yeterlidir. Aklı başında bir kimse müşriklerin izledikleri yolu zihninde canlandırdı mı, bu konuda deliller ortaya konulmadan dahi bu yolun bâtıl olduğunu kesin olarak anlar ve şöyle der: “Allah’ı bırakıp bize fayda ve zarar vermeyen şeylere mi ibadet edelim?!” Bu, öyle bir niteliktir ki Allah’tan başka bütün ibadet olunanlar bunda ortaktırlar. Hiçbirisi ne bir faydaya, ne de bir zarara güç yetiremezler. Emir namına hiçbir şeye sahip değillerdir. Çünkü emir bütünü ile ancak Allah’ındır. “Allah bizi hidâyete kavuşturduktan sonra… ökçelerimiz üzerine gerisin geri mi dönelim?!” Allah bizi hidâyete erdirdikten sonra sapıklığa döner miyiz hiç? Doğruluktan sapıklığa, nimet dolu cennetlere ulaştıran doğru yoldan, izleyenlerini elemli azaba götüren yollara girer miyiz? Bu akıl sahibi bir kimsenin beğenebileceği bir yol değildir. Böyle batıl yolları izleyen kimse “tıpkı arkadaşları: ‘Bize gel’ diye hidâyete çağırdıkları halde, yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşırken şeytanların ayartıp uçuruma sürükledikleri kimse gibi.”dir. Şeytanların kendisini maksadına ulaştıracak yolu izlemekten uzaklaştırıp saptırdığı, hidâyete çağıran arkadaşları olmasına rağmen sonunda şaşırıp kalan, şeytanların da helâke davet ettiği ve böylelikle iki ayrı davet arasında şaşkın kalan kimse gibidir. Allah’ın korudukları müstesna bütün insanların hali işte budur. Bir yandan hakka davet eden risalet, akl-ı selim ve doğru fıtrat onları hidâyete ve en yüksek derecelere ulaşmaya çağırır. Diğer yandan şeytanın davetçileri, onun yolunu izlemeye ve onun yolundan gidenlerle birlikte olmaya çağıranlar, kötülüğü emreden nefis ile birlikte kişiyi sapıklığa ve aşağıların aşağısına düşmeye davet ederler. İnsanlardan kimisi bütün işlerinde veya çoğu işlerinde hidâyete davet edenlerle birlikte olur. Kimisi de bunun tam aksinedir. Kimisi de her iki davetçiyi de eşit görür ve bu iki davetçi onun nezdinde birbiri ile çekişir durur. İşte bahtiyar kimselerle bedbaht kimseler bu noktada birbirinden ayrılırlar. “De ki: “Asıl hidâyet Allah’ın hidâyetidir” Hidâyet Allah’ın Rasûlü aracılığı ile teşri buyurduğu yoldan başkası değildir. Onun dışındaki yollar sapıklık, yok oluş ve helâktır. “Biz âlemlerin Rabbine teslim olmakla emrolunduk.” Tevhide boyun eğerek, emir ve yasaklarına teslim olarak, ubudiyyetine girerek O’na teslim olmamız emredildi. Şüphesiz ki bu, Allah’ın kullarına lütfettiği en üstün nimet, ulaştırdığı en mükemmel terbiyedir.
#
{72} {وأن أقيموا الصلاة}؛ أي: وأُمِرْنا أن نقيمَ الصلاة بأركانها وشروطها وسننها ومكمِّلاتها، {واتَّقوه}: بفعل ما أمر به واجتناب ما عنه نهى. {وهو الذي إليه تُحشرون}؛ أي: تجمعون ليوم القيامة، فيجازيكم بأعمالكم خيرها وشرها.
72. “Bir de: Namazı dosdoğru kılın” yani namazı rükünleri, şartları, sünnetleri ve tamamlayıcı unsurları ile eda ederek kılın “ve” emrettiklerini yerine getirerek ve yasaklarından uzak durarak “O’ndan korkup sakının.” diye” emrolunduk. “Toplanıp huzuruna varacağınız, yalnız O’dur.” Kıyamet gününde O’nun huzurunda toplanacaksınız. O da hayrı ile şerri ile amellerinizin karşılığını verecektir.
#
{73} {وهو الذي خلق السموات والأرض بالحقِّ}: ليأمرَ العباد وينهاهم ويثيبَهم ويعاقِبَهم، {ويومَ يقولُ كُن فيكونُ قولُهُ الحقُّ}: الذي لا مِرْيَةَ فيه ولا مثنوية ولا يقولُ شيئاً عبثاً. {وله الملك يوم يُنفخ في الصور}؛ أي: يوم القيامة خصَّه بالذِّكر مع أنه مالك كل شيء؛ لأنه تنقطع فيه الأملاك، فلا يبقى مَلِكٌ إلا الله الواحد القهار. {عالم الغيب والشهادة وهو الحكيم الخبير}: الذي له الحكمة التامة، والنعمة السابغة، والإحسان العظيم، والعلم المحيط بالسرائر والبواطن والخفايا، لا إله إلا هو، ولا ربَّ سواه.
73. “O, gökleri ve yeri hak ile” yani kullarına emir vermek, yasaklar koymak, mükâfaat vermek ve cezalandırmak için “yaratandır.” “O’nun ‘Ol’ diyeceği günde her şey oluverir. O’nun sözü haktır.” O’nun emrinde herhangi bir şüphe, ikiletme ve yerine gelmeme durumu söz konusu değildir. O, abes bir şey de söylemez. “Sûra üfürüleceği günde hükümranlık yalnız O’nundur.” Bu günden kasıt kıyamet günüdür. O, her şeyin sahibi ve hükümranı olduğu halde özellikle bu günün söz konusu edilmesi, o günde başkalarının geçici hükümranlığının son bulmasıdır. O günde tek ve Kahhâr olan Allah’tan başkasının hükümranlığı kalmayacaktır. “O, gaybı da şâhit olunanı da bilendir. O, Hakîmdir, Habîrdir.” O’nun hikmeti tamdır. Her şeyi kuşatan nimet O’nundur. Büyük ihsan O’ndandır. Gizlilikleri, sırları, kapalı şeyleri bilgisi ile kuşatan O’dur, O’ndan başka hiçbir hak ilah yoktur, O’ndan başka hiçbir Rab de yoktur.
Ayet: 74 - 83 #
{وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ لِأَبِيهِ آزَرَ أَتَتَّخِذُ أَصْنَامًا آلِهَةً إِنِّي أَرَاكَ وَقَوْمَكَ فِي ضَلَالٍ مُبِينٍ (74) وَكَذَلِكَ نُرِي إِبْرَاهِيمَ مَلَكُوتَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَلِيَكُونَ مِنَ الْمُوقِنِينَ (75) [فَلَمَّا جَنَّ عَلَيْهِ اللَّيْلُ رَأَى كَوْكَبًا قَالَ هَذَا رَبِّي فَلَمَّا أَفَلَ قَالَ لَا أُحِبُّ الْآفِلِينَ (76) فَلَمَّا رَأَى الْقَمَرَ بَازِغًا قَالَ هَذَا رَبِّي فَلَمَّا أَفَلَ قَالَ لَئِنْ لَمْ يَهْدِنِي رَبِّي لَأَكُونَنَّ مِنَ الْقَوْمِ الضَّالِّينَ (77) فَلَمَّا رَأَى الشَّمْسَ بَازِغَةً قَالَ هَذَا رَبِّي هَذَا أَكْبَرُ فَلَمَّا أَفَلَتْ قَالَ يَاقَوْمِ إِنِّي بَرِيءٌ مِمَّا تُشْرِكُونَ (78) إِنِّي وَجَّهْتُ وَجْهِيَ لِلَّذِي فَطَرَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ حَنِيفًا وَمَا أَنَا مِنَ الْمُشْرِكِينَ (79) وَحَاجَّهُ قَوْمُهُ قَالَ أَتُحَاجُّونِّي فِي اللَّهِ وَقَدْ هَدَانِ وَلَا أَخَافُ مَا تُشْرِكُونَ بِهِ إِلَّا أَنْ يَشَاءَ رَبِّي شَيْئًا وَسِعَ رَبِّي كُلَّ شَيْءٍ عِلْمًا أَفَلَا تَتَذَكَّرُونَ (80) وَكَيْفَ أَخَافُ مَا أَشْرَكْتُمْ وَلَا تَخَافُونَ أَنَّكُمْ أَشْرَكْتُمْ بِاللَّهِ مَا لَمْ يُنَزِّلْ بِهِ عَلَيْكُمْ سُلْطَانًا فَأَيُّ الْفَرِيقَيْنِ أَحَقُّ بِالْأَمْنِ إِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ (81) الَّذِينَ آمَنُوا وَلَمْ يَلْبِسُوا إِيمَانَهُمْ بِظُلْمٍ أُولَئِكَ لَهُمُ الْأَمْنُ وَهُمْ مُهْتَدُونَ (82) وَتِلْكَ حُجَّتُنَا آتَيْنَاهَا إِبْرَاهِيمَ عَلَى قَوْمِهِ نَرْفَعُ دَرَجَاتٍ مَنْ نَشَاءُ إِنَّ رَبَّكَ حَكِيمٌ عَلِيمٌ] (83)}
74- Hani İbrahim babası Âzer’e: “Sen birtakım putları ilâh mı ediniyorsun?! Gerçekten ben, seni ve kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum.” demişti. 75- İşte biz İbrahim’e kesin bilgiye varanlardan olsun diye göklerin ve yerin melekûtunu böylece gösteriyorduk. 76- Gece onu bürüyüp örtünce bir yıldız gördü. “Bu muymuş benim Rabbim?” dedi. O batıp kaybolunca da: “Ben, öyle batıp gidenleri sevmem.” dedi. 77- Ayı doğarken görünce: “Bu muymuş benim Rabbim?” dedi. O da batıp kaybolunca: “Eğer Rabbim bana hidâyet vermezse ben mutlaka sapıtanlardan olurum” dedi. 78- Güneşi doğarken görünce de: “Rabbim buymuş! Bu, daha büyük!” dedi. O da batıp kaybolunca: “Ey kavmim! Ben, sizin şirk koştuğunuz şeylerden tamamen uzağım.” dedi. 79- “Şüphesiz ki ben yüzümü hanif olarak, gökleri ve yeri yaratana çevirdim ve ben müşriklerden değilim.” 80- Kavmi ona karşı delil getirmeye kalkıştı. O da dedi ki: “Beni doğru yola iletmişken benimle Allah hakkında tartışmaya mı kalkışıyorsunuz? Ben O’na ortak koştuğunuz şeylerden korkmuyorum. Ancak Rabbimin bir şey dilemiş olması hariç. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ düşünüp öğüt almayacak mısınız? 81- “Hem siz Allah'ın, üzerinize hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri O’na ortak koştuğunuz halde korkmuyorsunuz da ben sizin ortak koştuklarınızdan nasıl korkarım? Şimdi bu iki gruptan hangisi güven duymaya daha layıktır, eğer biliyorsanız?” 82- İman edip de imanlarına zulüm karıştırmayanlar var ya işte güven onlar içindir. Hidâyete ermiş olanlar da onlardır. 83- İşte bu, kavmine karşı İbrahim’e verdiğimiz hüccetimizdir. Biz kimi dilersek onu derece derece yükseltiriz. Şüphesiz Rabbin Hakîmdir, Alîmdir.
#
{74} يقول تعالى: واذكُرْ قصة إبراهيم عليه الصلاة والسلام مثنياً عليه ومعظماً في حال دعوته إلى التوحيد ونهيه عن الشرك. {إذ قال إبراهيمُ لأبيه آزَرَ أتتَّخِذُ أصناماً آلهةً}؛ أي: لا تنفع ولا تضرُّ، وليس لها من الأمر شيء، {إني أراك وقومَكَ في ضلال مبينٍ}: حيث عبدتُم مَن لا يستحقُّ من العبادة شيئاً، وتركتُم عبادةَ خاِلقِكُم ورازِقِكم ومدبِّرِكم.
74. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: İbrahim aleyhisselam’ın tevhide davet ve şirkten sakındırma kıssasını ondan övgü ve tazimle bahsederek an: “Hani İbrahim babası Âzer’e: “Sen birtakım putları ilâh mı ediniyorsun?!” Yani fayda sağlayamayan, zarar veremeyen, hiçbir emir ve yetkiye sahip olmayan varlıklara mı tapınıyorsun? “Gerçekten ben, seni ve kavmini apaçık bir sapıklık içinde görüyorum.” Çünkü sizler hiçbir şekilde ibadete layık olmayan varlıklara tapınıyor, sizi yaratan, size rızık veren, işlerinizi çekip çeviren o Yüce Zata ibadeti terk ediyorsunuz.
#
{75} {وكذلك}: حين وفَّقناه للتوحيد والدعوة إليه، {نُري إبراهيمَ ملكوتَ السمواتِ والأرضِ}؛ أي: ليرى ببصيرتِهِ ما اشتملتْ عليه من الأدلة القاطعة والبراهين الساطعة، {وَلِيَكونَ من الموقنينَ}: فإنه بحسب قيام الأدلَّة يحصُلُ له الإيقان والعلم التامُّ بجميع المطالب.
75. “İşte biz İbrahim’e” tevhide ve ona davet etmeye muvaffak kıldığımızda “kesin bilgiye varanlardan olsun diye göklerin ve yerin melekûtunu böylece gösteriyorduk.” Tâ ki basireti ile göklerin ve yerin melekûtunun kapsadığı tevhide dair kat’i delilleri ve göz kamaştırıcı burhanları görsün ve bunun sonucunda kesin bilgiye (yakîne) ulaşanlardan olsun. Çünkü yakin ve tam bir bilgi, istenilen bütün hususlarda delillerin ortaya konulması ile elde edilir.
#
{76} {فلما جَنَّ عليه الليلُ}؛ أي: أظلم، {رأى كوكباً}: لعله من الكواكب المضيئة؛ لأنَّ تخصيصَه بالذكر يدلُّ على زيادتِهِ عن غيره، ولهذا ـ والله أعلم ـ قال من قال: إنه الزُّهرة، {قال هذا ربي}؛ أي: على وجه التنزُّل مع الخصم؛ أي: هذا ربي؛ فهلمَّ ننظرْ: هل يستحقُّ الربوبيَّة؟ وهل يقوم لنا دليلٌ على ذلك؟ فإنه لا ينبغي لعاقل أن يتَّخذ إلهه هواه بغير حُجَّة ولا برهان، {فلمَّا أفَلَ}؛ أي: غاب ذلك الكوكب، {قال لا أحبُّ الآفلينَ}؛ أي: الذي يغيبُ ويختفي عمَّن عبده؛ فإنَّ المعبود لا بدَّ أن يكون قائماً بمصالح مَن عَبَدَهُ ومدبِّراً له في جميع شؤونه، فأما الذي يَمضي وقتٌ كثيرٌ وهو غائبٌ؛ فمن أين يستحقُّ العبادة، وهل اتِّخاذُهُ إلهاَ إلاَّ من أسفه السَّفه وأبطل الباطل؟!
76. “Gece onu bürüyüp örtünce” karanlık basınca “bir yıldız gördü.” Bunun aydınlık veren gezegenlerden birisi olma ihtimali vardır. Çünkü özellikle belirli bir yıldızdan söz edilmesi başkasına nispetle bir fazlalığının bulunduğunu göstermektedir. Bundan dolayıdır -doğrusunu en iyi Allah bilir ama- gördüğü bu yıldızın Venüs gezegeni olduğu söylenmiştir. “Bu muymuş benim Rabbim? dedi.” Bu ifadeyi karşı iddiada bulunanların kanaatine göre söylemiştir. Yani benim Rabbim bu mu? Haydi görelim bakalım; acaba bu, rububiyete lâyık mı ve buna dair bir delil ortaya koyabilecek miyiz? Zira aklı başında bir kimsenin herhangi bir delil ve belge olmaksızın kendi heva ve hevesini ilah edinmemesi gerekir. “O” yani o yıldız gibi görünen gezegen “batıp kaybolunca da: Ben öyle batıp gidenleri sevmem, dedi.” Yani kendisine ibadet edenin önünden kaybolanı, saklanıp gizleneni sevmem, mabudun her şeyden önce kendisine ibadet edenin maslahatlarını yerine getirmesi, bütün işlerini çekip çevirmesi gerekir. Uzun bir zaman geçtiği halde ortalıkta olmayan bir varlık ise nereden ibadete hak kazanır? Böyle bir varlığın ilah edinilmesi en ileri derecede bir akılsızlık ve en büyük batıl değil midir?
#
{77} {فلما رأى القمر بازغاً}؛ أي: طالعاً، ورأى زيادَتَه على نور الكواكب ومخالفته لها، {قال هذا ربِّي}: تنزُّلاً، {فلمَّا أفَلَ قال لَئِن لَمْ يَهْدِني ربِّي لأكوننَّ من القوم الضالين}: فافتقر غاية الافتقار إلى هداية ربِّه، وعلم أنه إن لم يهدِهِ الله؛ فلا هاديَ له، وإن لم يُعِنْه على طاعته؛ فلا معين له.
77. “Ayı doğarken görünce” onun aydınlığı o yıldızdan daha fazla ve ondan farklı olduğu için yine dediklerini doğruymuş gibi kabul ederek: “Bu muymuş benim Rabbim?” dedi. O da batıp kaybolunca: “Eğer Rabbim bana hidâyet vermezse ben mutlaka sapıtanlardan olurum” dedi.” Böylelikle İbrahim Rabbinin hidâyetine muhtaç olduğunu en açık şekilde ifade etmiş ve eğer Allah kendisine hidâyet vermeyecek olursa kendisini hiç kimsenin hidâyete iletemeyeceğini ve eğer kendisine itaat konusunda yardımcı olmayacak olursa ona hiç kimsenin yardım edemeyeceğini ortaya koydu.
#
{78} {فلما رأى الشمس بازغةً قال هذا ربِّي هذا أكبرُ}: من الكوكب ومن القمر، {فلما أفلتْ}: تقرَّر حينئذٍ الهُدى، واضمحل الرَّدى فـ {قال يا قوم إني بريءٌ مما تشركونَ}: حيث قام البرهانُ الصادق الواضح على بطلانِهِ.
78. “Güneşi doğarken görünce de: “Rabbim buymuş! Bu” yıldızdan da, aydan da “daha büyük!” dedi. O da batıp kaybolunca” artık hidâyet yolu açıkça ortaya çıkmış ve kişiyi helâke götüren yolun perişanlığı da belirginleşmiş oldu ve: “Ey kavmim! Ben, sizin şirk koştuğunuz şeylerden tamamen uzağım.” dedi.” Çünkü onların ortak koştukları şeylerin batıl oluşuna dair apaçık doğru ve kat’i delil ortaya çıkmış oluyordu.
#
{79} {إني وجهتُ وجهيَ للذي فطر السمواتِ والأرضَ حنيفاً}؛ أي: لله وحده، مقبلاً عليه، معرضاً عن من سواه، {وما أَنَا من المشركين}: فتبرَّأ من الشرك، وأذعن بالتوحيد، وأقام على ذلك البرهان. وهذا الذي ذكرنا في تفسير هذه الآيات هو الصواب، وهو أنَّ المقامَ مقامُ مناظرةٍ من إبراهيم لقومِهِ وبيانُ بطلان إلهيَّة هذه الأجرام العلويَّة وغيرها، وأما من قال: إنه مقامُ نظرٍ في حال طفوليَّته؛ فليس عليه دليلٌ.
79. “Şüphesiz ki ben yüzümü hanif olarak gökleri ve yeri yaratana çevirdim.” Yani yalnızca Allah’a yöneldim, O’nun dışındaki bütün uydurma ortaklardan yüz çevirdim. “Ve ben müşriklerden değilim.” Böylelikle İbrahim şirkten uzak olduğunu ilan etmiş, tevhide bağlılığını açıklamış, buna dair de gerekli delilleri ortaya koymuş oluyordu. Bu âyet-i kerimelerin tefsiri ile ilgili en doğru açıklama burada aktardıklarımızdır. Yani burada İbrahim’in, kavmi ile tartışması ve bu gök cisimleri ile diğerlerinin uluhiyetlerinin batıl olduklarını açıklaması söz konusu edilmektedir. Kıssanın İbrahim’in çocukluğunda düşünüp incelemesi ile ilgili olduğunu söyleyenlerin bu kanaatlerini doğrulayacak bir delilleri yoktur.
#
{80} {وحاجَّه قومُه قال أتُحاجُّونِّي في الله وقد هدانِ}: أيُّ فائدةٍ لمحاجَّة من لم يتبيَّنْ له الهدى؟ فأما من هداه الله ووصلَ إلى أعلى درجات اليقين؛ فإنه هو بنفسه يدعو الناس إلى ما هو عليه. {ولا أخافُ ما تشرِكونَ به}: فإنَّها لن تضرَّني ولن تمنعَ عني من النفع شيئاً، {إلَّا أن يشاء ربِّي شيئاً وَسِعَ ربِّي كلَّ شيءٍ علماً أفلا تتذكَّرونَ}: فتعلمون أنه وحدَه المعبودُ المستحقُّ للعبودية.
80. “Kavmi ona karşı delil getirmeye kalkıştı. O da dedi ki: “Beni doğru yola iletmişken benimle Allah hakkında tartışmaya mı kalkışıyorsunuz?” Yani bizzat kendisi hidâyet yolunu açıkça görmeyen bir kimsenin tartışmasının, delil getirmesinin faydası ne? Allah’ın hidâyet ettiği ve yakinin en üst derecesine ulaşmış kimseye gelince; bizzat o insanları da gitmekte olduğu yola davet eder. “Ben O’na ortak koştuğunuz şeylerden korkmuyorum.” Çünkü onların bana bir zararı asla dokunmaz ve onlar bana gelecek hiçbir menfaati de önleyemez. “Ancak Rabbimin bir şey dilemiş olması hariç. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ düşünüp öğüt almayacak mısınız?” ki böylelikle yalnızca O’nun ubudiyete layık gerçek mabud olduğunu anlayasınız.
#
{81} {وكيف أخاف ما أشركتم}: وحالُها حالُ العجز وعدم النفع، {ولا تخافونَ أنَّكم أشركتُم بالله ما لم ينزِّلْ به عليكم سلطاناً}؛ أي: إلا بمجرَّد اتِّباع الهوى؟! {فأيُّ الفريقين أحقُّ بالأمن إن كنتُم تعلمونَ}؟!
81. “Hem siz Allah'ın, üzerinize hakkında hiçbir delil indirmediği” sırf hevanıza tâbi olmak sureti ile çıkardığınız “şeyleri O’na ortak koştuğunuz halde korkmuyorsunuz da ben” aciz, hiç bir fayda sağlayamayan varlıklar oldukları halde “sizin ortak koştuklarınızdan nasıl korkarım? Şimdi bu iki gruptan hangisi güvende olmaya daha layıktır, eğer biliyorsanız?” Yüce Allah, bu iki kesimden haklı ve haksızı ayırt etmek üzere şöyle buyurmaktadır:
#
{82} قال الله تعالى فاصلاً بين الفريقين: {الذين آمنوا ولم يلبِسوا}؛ أي: يخلُطوا {إيمانَهم بظُلْم أولئك لهمُ الأمنُ وهم مهتدونَ}: الأمنُ من المخاوف والعذاب والشقاء، والهداية إلى الصراط المستقيم؛ فإن كانوا لم يلبِسوا إيمانَهم بظلم مطلقاً لا بشركٍ ولا بمعاصٍ؛ حصل لهم الأمنُ التامُّ والهداية التامَّة، وإن كانوا لم يلبِسوا إيمانَهم بالشرك وحده، ولكنَّهم يعملون السيئاتِ؛ حصل لهم أصلُ الهداية وأصل الأمنِ، وإن لم يحصل لهم كمالها. ومفهوم الآية الكريمة: أنَّ الذين لم يحصُل لهم الأمران؛ لم يحصُل لهم هدايةٌ ولا أمنٌ، بل حظُّهم الضلالُ والشقاءُ.
82. “İman edip de imanlarına zulüm karıştırmayanlar var ya işte güven onlar içindir.” korkulardan, azaptan, bedbahtlıktan yana güvenlik içinde olma “Hidâyete ermiş” dosdoğru yolu bulmuş “olanlar da onlardır.” Eğer kayıtsız ve şartsız olarak şirk olsun, masiyet olsun imanlarına herhangi bir zulmü karıştırmamış kimseler iseler hiç şüphesiz onlar tam bir güvenliğe ve tam bir hidâyete ulaşmış olurlar. Eğer imanlarına şirk karıştırmamış ancak birtakım günahları işlemiş kimselerden iseler hidâyetin ve güvenliğin aslına -kemali ile elde edemeseler dahi- sahip olurlar. Âyet-i kerimenin mefhumu, bu iki hususa sahip olmayan kimselerin hidâyet ve güvenliklerinin olmayacağını; paylarının sapıklık ve bedbahtlık olacağını ifade etmektedir.
#
{83} ولما حكم لإبراهيم عليه السلام بما بيَّن به من البراهين القاطعة قال: {وتلكَ حُجَّتُنا آتَيْناها إبراهيمَ على قومِهِ}؛ أي: علا بها عليهم وفلجهم بها. {نرفعُ درجاتٍ من نشاءُ}: كما رفعنا درجاتِ إبراهيم عليه السلام في الدنيا والآخرة؛ فإنَّ العلم يرفعُ اللهُ به صاحِبَه فوق العباد درجاتٍ، خصوصاً العالم العامل المعلِّم؛ فإنه يجعلُه الله إماماً للناس بحسب حاله، تُرمق أفعالُهُ، وتُقتفى آثارُه، ويُستضاء بنوره، ويُمشى بعلمه في ظلمة ديجوره؛ قال تعالى: {يرفع اللهُ الذين آمنوا منكم والذين أوتوا العلم درجات}. {إنَّ ربَّك حكيمٌ عليمٌ}: فلا يضعُ العلم والحكمةَ إلاَّ في المحلِّ اللائق بها، وهو أعلم بذلك المحلِّ، وبما ينبغي له.
83. Yüce Allah açıklamış olduğu kesin deliller ile İbrahim aleyhisselam’ın lehine hüküm verdiğinden dolayı şöyle buyurmaktadır: “İşte bu, kavmine karşı İbrahim’e verdiğimiz hüccetimizdir”; yani bu hüccet ile kavmine üstünlük sağlamıştır ve onlara karşı susturucu delilini ortaya koymuştur. “Biz kimi dilersek onu derece derece yükseltiriz.” Nitekim İbrahim aleyhisselam’ı da dünya ve âhirette derecelerle yükseltmiş bulunuyoruz. Yüce Allah ilim sahibini ilmi sayesinde diğer kullardan üstün kılar ve derecelerle yükseltir. Özellikle ilmi ile amel eden ve ilmini başkalarına da öğreten kimseleri. Şüphesiz ki Allah o kimseyi haline uygun olarak insanlara önder kılar. Davranışları başkalarının gözlerini diktiği hedefler halini alır, izlerinden gidilir, nurları ile aydınlanılır, kapkaranlıklarda onun ilmi ile yol bulunur. Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Allah sizden iman edenleri ve kendilerine ilim verilenleri dereceler ile yükseltir.” (el-Mücadele, 58/11) “Şüphesiz Rabbin Hakîmdir, Alîmdir.” O, ilim ve hikmeti ancak layık olan kimselere verir ve O, bunları kime vereceğini ve bunun için gerekli olanları bilir.
Ayet: 84 - 90 #
{وَوَهَبْنَا لَهُ إِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ كُلًّا هَدَيْنَا وَنُوحًا هَدَيْنَا مِنْ قَبْلُ وَمِنْ ذُرِّيَّتِهِ دَاوُودَ وَسُلَيْمَانَ وَأَيُّوبَ وَيُوسُفَ وَمُوسَى وَهَارُونَ وَكَذَلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ (84) وَزَكَرِيَّا وَيَحْيَى وَعِيسَى وَإِلْيَاسَ كُلٌّ مِنَ الصَّالِحِينَ (85) وَإِسْمَاعِيلَ وَالْيَسَعَ وَيُونُسَ وَلُوطًا وَكُلًّا فَضَّلْنَا عَلَى الْعَالَمِينَ (86) وَمِنْ آبَائِهِمْ وَذُرِّيَّاتِهِمْ وَإِخْوَانِهِمْ وَاجْتَبَيْنَاهُمْ وَهَدَيْنَاهُمْ إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ (87) ذَلِكَ هُدَى اللَّهِ يَهْدِي بِهِ مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ وَلَوْ أَشْرَكُوا لَحَبِطَ عَنْهُمْ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ (88) أُولَئِكَ الَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ وَالْحُكْمَ وَالنُّبُوَّةَ فَإِنْ يَكْفُرْ بِهَا هَؤُلَاءِ فَقَدْ وَكَّلْنَا بِهَا قَوْمًا لَيْسُوا بِهَا بِكَافِرِينَ (89) أُولَئِكَ الَّذِينَ هَدَى اللَّهُ فَبِهُدَاهُمُ اقْتَدِهْ قُلْ لَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ أَجْرًا إِنْ هُوَ إِلَّا ذِكْرَى لِلْعَالَمِينَ (90)}.
84- Biz ona İshak ile Yakub’u bağışladık. Her birine hidâyet verdik, daha önce de Nûh’a hidâyet vermiştik. Onun zürriyetinden olan Davud’a, Süleyman’a, Eyyub’a, Yusuf’a, Mûsâ’ya ve Harun’a da. İşte biz ihsan sahiplerini böyle mükâfatlandırırız. 85- Zekeriya’ya, Yahya’ya, İsa’ya ve İlyas’a da (hidâyet verdik); hepsi de salihlerdendi. 86- İsmail’e, Elyesa’ya, Yunus’a ve Lut’a da (hidâyet verdik); her birini alemlere üstün kıldık. 87- Onların babalarından, zürriyetlerinden ve kardeşlerinden bazılarına da (hidâyet verdik); onları seçtik ve dosdoğru bir yola ilettik. 88- Bu, Allah’ın hidâyetidir ki O, onunla kullarından dilediğini hidâyete erdirir. Eğer onlar da şirk koşsalardı yaptıkları her şey boşa giderdi. 89- Onlar kendilerine kitap, hikmet ve nübüvvet verdiğimiz kimselerdir. Şimdi bunlar, onları inkâr ederlerse (bilsinler ki) biz onları inkâr etmeyen bir topluluğu onlara vekil kılmışızdır. 90- İşte bunlar, Allah’ın hidâyet ettiği kimselerdir. O halde sen de onların hidâyetlerine uy! De ki: “Ben buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. O, sadece alemler için bir öğüttür.”
Yüce Allah kulu ve halili İbrahim aleyhisselam’ı, Allah’ın kendisine lütuf ve ihsan ettiği ilim, davet ve sabrı zikrettikten sonra yine Allah’ın kendisine ihsan etmiş olduğu salih zürriyeti ve tertemiz nesli söz konusu etmiştir. Yüce Allah insanların en seçkinlerini onun soyundan çıkarmıştır. Benzerine ulaşılması mümkün olmayan bu büyük haslet ve bu muazzam şerefin de azametine dikkat çekmek üzere şöyle buyurmuştur:
#
{84} {ووهبنا له إسحاقَ ويعقوبَ}: ابنه الذي هو إسرائيلُ أبو الشعب الذي فضَّله الله على العالمين، {كُلًّا} منهما هَدَيْناهُ الصراطَ المستقيم في علمه وعمله، و {نوحاً} هديناهُ {من قبلُ}، وهدايته من أعلى أنواع الهدايات الخاصة التي لم تحصَلْ إلا لأفرادٍ من العالم، وهم أولو العزم من الرسل، الذي هو أحدهم، {ومن ذُرِّيَّتِهِ} ـ: يُحتمل أنَّ الضمير عائدٌ إلى نوح؛ لأنه أقرب مذكور، ولأن الله ذكر مع مَن ذَكَرَ لوطاً، وهو من ذُرِّيَّةِ نوح لا من ذُرِّيَّة إبراهيم؛ لأنه ابن أخيه، ويحتمل أن الضمير يعود إلى إبراهيم؛ لأنَّ السياق في مدحه والثناء عليه، ولوطٌ وإن لم يكن من ذُرِّيَّتِهِ؛ فإنه ممَّن آمن على يده، فكان منقبةُ الخليل وفضيلتُه بذلك أبلغَ من كونه مجردَ ابن له. ـ {داودَ وسليمانَ} ابنَ داود {وأيوبَ ويوسفَ} ابن يعقوبَ {وموسى وهارون} ابني عِمْران. {وكذلك}: كما أصلحنا ذُرِّيَّة إبراهيم الخليل لأنَّه أحسن في عبادة ربِّه وأحسن في نفع الخلق، كذلك {نَجْزي المحسنين}: بأن نجعلَ لهم من الثناء الصدق والذُّرِّيَّة الصالحة بحسب إحسانهم.
84. “Biz ona İshak ile” onun oğlu olan ve İsrail diye anılan Allah’ın alemlere üstün kıldığı kavmin atası “Yakub’u bağışladık.” Bunların “her birine hidâyet verdik” yani ilim ve amelde dosdoğru yola ilettik. “Daha önce de Nuh’a hidâyet vermiştik” Onun hidâyete iletilmesi ise alemler arasında ancak bazı kişilere nasib olmuş özel hidâyet türlerinin en üstün şekillerindendir. Bu özel hidayetin nasip olduğu kişiler ise Nuh’un da aralarında olduğu “ulu’l-azm” diye bilinen peygamberlerdir. “Onun zürriyetinden” buyruğundaki zamirin Nuh’a ait olma ihtimali vardır. Zamirin raci olacağı daha önce geçmiş en yakın isim odur. Çünkü Yüce Allah’ın zikrettiği kimseler arasında Lut da vardır. Lut ise Nuh’un zürriyetindendir, İbrahim’in zürriyetinden değildir. Çünkü O İbrahim’in kardeşinin oğludur. Bununla birlikte zamirin İbrahim’e ait olma ihtimali de vardır. Çünkü bu buyruklar onu övmek ve onu methetmek ile alakalıdır. Lut ise -onun zürriyetinden olmasa dahi- İbrahim’e iman eden kimselerdendir. Böylelikle İbrahim el Halil’in bu üstünlük ve fazileti Lut’un onun sadece oğlu olmasından daha ileri derecede bir üstünlük ve fazilettir. “Davud’a” ve Davud’un oğlu “Süleyman’a, Eyyub’a”; Yakub’un oğlu “Yusuf’a” İmran’ın oğulları “Mûsâ’ya ve Hârûn’a da” hidâyet verdik. “İşte biz ihsan sahiplerini böyle mükâfaatlandırırız.” İbrahim el-Halil Rabbine ihsan ile ibadet ettiğinden, aynı şekilde diğer insanlara da ihsanlarda bulunup güzel bir şekilde davrandığından, onun zürriyetini de salih kıldık. İhsan sahiplerini biz, doğru ve güzel övgüler ile ve salih bir zürriyet nasib ederek mükâfaatlandırırız.
#
{85} {وزكريا ويحيى}: ابنه، {وعيسى} ابن مريم، {وإلياس كلٌّ}: من هؤلاء {من الصالحين}: في أخلاقهم وأعمالهم وعلومهم، بل هم سادةُ الصالحين وقادتِهم وأئمتهم.
85. “Zekeriya’ya” ve onun oğlu olan “Yahya’ya” Meryem’in oğlu “İsa’ya, İlyas’a da” hidâyet verdik. Bunların “hepsi” ahlâklarında, amellerinde ve ilimlerinde “salihlerdendi”; hatta bunlar salihlerin efendileri, önderleri ve liderleridirler.
#
{86} {وإسماعيل} ابن إبراهيم، أبو الشعب الذي هو أفضل الشعوب، وهو الشعب العربي، ووالد سيد ولد آدم محمد - صلى الله عليه وسلم -، {ويونُس} ابن متى، {ولوطاً} ابن هارون أخي إبراهيم، {وكلًّا}: من هؤلاء الأنبياء والمرسلين {فضَّلْنا على العالمين}: لأن درجات الفضائل أربع، وهي التي ذكرها الله بقوله: {ومَن يُطِع اللهَ والرَّسولَ فأولئكَ مع الذين أنعمَ اللهُ عليهم من النبيِّين والصدِّيقين والشهداء والصالحين}: فهؤلاء من الدرجة العليا، بل هم أفضل الرسل على الإطلاق، فالرسل الذين قصَّهم الله في كتابه أفضلُ ممَّن لم يَقْصُصْ علينا نبأهم بلا شك.
86. Milletlerin en üstünü olan Arap kavminin atası, Ademoğlunun efendisi Muhammed’in babası ve İbrahim’in oğlu “İsmail’e, Elyesa’ya”; Metta oğlu “Yunus’a ve” İbrahim’in kardeşi Haran’ın oğlu “Lut’a da” hidâyet verdik. İşte bu peygamber ve rasûllerin “her birini alemlere üstün kıldık.” Fazilet ve üstünlük dereceleri dört tanedir. Bunları da Yüce Allah şu buyruğunda söz konusu etmektedir: “Kim Allah’a ve Rasûle itaat ederse işte onlar Allah’ın kendilerine nimetler verdiği peygamberler, sıddıklar, şehidler ve salihlerle birliktedirler.” (en-Nisa, 4/69) İşte üstün dereceler bunlardır. Hatta burada sözü edilen peygamberler, kayıtsız ve şartsız olarak rasûllerin en faziletlileridirler. Zira Yüce Allah’ın Kitab-ı Kerim’inde kıssalarını anlattığı rasûller, hiç şüphesiz bize haberlerini anlatmadıklarından daha faziletlidirler.
#
{87} {ومن آبائهم}؛ أي: آباء هؤلاء المذكورين، {وذُرِّيَّاتهم وإخوانهم}؛ أي: وهدينا من آباء هؤلاء وذُرِّيَّاتهم وإخوانهم، {واجتبيناهم}؛ أي: اخترناهم، {وهديناهُم إلى صراط مستقيم}.
87. “Onların babalarından” yani sözü geçenlerin babalarından “zürriyetlerinden ve kardeşlerinden bazılarına da” yani bu sözü geçenlerin zürriyetlerinden ve kardeşlerinden bazılarını da hidâyete erdirdik. “Onları seçtik ve dosdoğru bir yola ilettik.”
#
{88 ـ 89} {ذلك}: الهدى المذكور {هُدى الله}: الذي لا هدى إلا هداه. {يهدي به من يشاءُ من عبادِهِ}: فاطلبوا منه الهُدى؛ فإنّه إنْ لم يهدِكُم؛ فلا هادي لكم غيره، وممن شاء هدايته هؤلاء المذكورين. {ولو أشركوا}: على الفَرَض والتقدير، {لَحَبِطَ عنهم ما كانوا يعملون}: فإن الشرك محبطٌ للعمل موجبٌ للخلودِ في النار؛ فإذا كان هؤلاء الصفوة الأخيار لو أشركوا ـ وحاشاهم ـ لحبطتْ أعمالُهم؛ فغيرُهم أولى.
88. “Bu” sözü geçen hidâyet, hidâyetinden başka doğru yol bulunmayan “Allah’ın hidâyetidir ki O, onunla kullarından dilediğini hidâyete erdirir.” O halde siz de ondan hidâyet isteyin. Çünkü O, sizi hidâyete iletmeyecek olursa O’ndan başka sizi hidâyete erdirecek kimse bulunmaz. İşte bu anılanlar da Allah’ın hidâyete iletmeyi dilediği kimseler arasındadır. Faraza “eğer onlar da şirk koşsalardı yaptıkları her şey boşa giderdi.” Çünkü şirk koşmak amelleri boşa çıkartır ve cehennemde ebedi kalmayı gerektirir. Bu seçkin ve en hayırlı kimseler bile -hâşâ- şirk koşacak olsalar, amelleri boşa çıkacağına göre başkalarının bu durumda olması daha öncelikle söz konusudur. [89. “Onlar kendilerine kitap, hikmet ve nübüvvet verdiğimiz kimselerdir.” Yani kendilerine hidayet ve nübüvvet nimeti verdiğimiz peygamberler var ya işte biz kitabı onlara verdik. Mesela İbrahim’in sahifeleri, Musa’nın Tevrat’ı, Davud’un Zebur’u ve İsa’nın İncil’i gibi. Onlara bu kitapları anlama nimetini de verdik ve onları vahyimizi tebliğ için seçtik. “Şimdi bunlar, onları inkâr ederlerse (bilsinler ki) biz onları inkâr etmeyen bir topluluğu onlara vekil kılmışızdır.” Ey Rasul, şimdi senin kavminin kafirleri bu Kur'ân’ın ayetlerini inkar ederlerse şüphe yok ki biz, başka bir topluluğu, yani muhacirleri, ensarı ve kıyamete kadar onlara tabi olanları o ayetler için vekil kılmışızdır. Onlar bu ayetleri inkar etmezler, aksine ona iman ederler ve gösterdiği şeylerle de amle ederler.][3]
#
{90} {أولئك}: المذكورون {الذين هدى الله فبهداهُمُ اقْتَدِهْ}؛ أي: امش أيها الرسول، الكريمُ خلفَ هؤلاءِ الأنبياءِ الأخيارِ واتَّبعْ ملتَهم. وقد امتثل - صلى الله عليه وسلم - فاهتدى بهدي الرسل قبله، وجمع كلَّ كمال فيهم، فاجتمعت لديه فضائل وخصائص فاق بها جميع العالمين، وكان سيد المرسلين وإمام المتقين صلوات الله وسلامه عليه وعليهم أجمعين. وبهذا الملحظ استدلَّ بهذه من استدلَّ من الصحابة أن رسول الله - صلى الله عليه وسلم - أفضل الرسل كلهم، {قل} للذين أعرضوا عن دعوتك: {لا أسألكم عليه أجراً}؛ أي: لا أطلبُ منكم مغرماً ومالاً جزاء عن إبلاغي إياكم ودعوتي لكم، فيكون من أسباب امتناعكم، إنْ أجري إلاَّ على الله. {إنْ هو إلا ذِكرى للعالمين}: يتذكَّرون به ما ينفعُهم فيفعلونَه وما يضُرُّهم فيذرونَه، ويتذكَّرون به معرفةَ ربِّهم بأسمائه وأوصافه، ويتذكَّرون به الأخلاق الحميدةَ والطُّرق الموصلة إليها، والأخلاق الرذيلة والطرق المفضية إليها؛ فإذا كان ذكرى للعالمين؛ كان أعظم نعمة أنعم الله بها عليهم، فعليهم قبولها، والشكر عليها.
90. “İşte bunlar” sözü edilen kimseler “Allah’ın hidâyet ettiği kimselerdir. O halde sen de onların hidâyetlerine uy!” Yani ey şerefli Rasûl, sen de bu hayırlı peygamberlerin ardından git ve onların dinlerine tâbi ol. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de bu emre uymuştur. Kendisinden önceki peygamberlerin hidâyetleri ile yol bulmuş ve onlardaki bütün kemal özelliklerini kendisinde toplamıştır. Böylelikle o, öyle bir takım fazilet ve özelliklere sahip olmuştur ki, bunlarla bütün alemlere üstün gelmiştir. Bütün rasûllerin efendisi, muttakilerin önderi olmuştur. Allah’ın salat ve selamı ona ve bütün peygamberlere olsun. İşte bu mülahaza ile ashab-ı kiramdan bazıları Allah rasûlünün bütün rasûllerden daha faziletli olduğuna bu ayeti delil göstermişlerdir. Senin çağrından yüz çeviren kimselere de “de ki: Ben buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum.” Sizden benim risaletimi tebliğimin ve davetimin karşılığında herhangi bir mal ve herhangi bir ücret istemiyorum. Öyle bir şey isteyecek olsam bu, sizin bu çağrımı kabul etmeyişinizin sebepleri arasında yer alır. Benim mükâfaatımı vermek Allah’a aittir. “O sadece alemler için bir öğüttür.” Kendilerine fayda verecek şeyleri öğrenip gereğini yaparlar, zararlı olacak şeyleri de öğrenip onları terk ederler. Onunla öğüt alır, Rab’lerini, isimlerini, sıfatlarını öğrenirler. Onunla güzel ahlâkı, güzel ahlâka götüren yolları, kötü ahlâkı ve kötü ahlâka ulaştıran yolları öğrenirler. O hem bütün alemlere bir öğüt hem de Allah’ın alemlere ihsan ettiği en büyük nimet olduğuna göre onların bu nimeti kabul etmeleri ve bundan dolayı Allah’a şükretmeleri gerekir.
Ayet: 91 #
{وَمَا قَدَرُوا اللَّهَ حَقَّ قَدْرِهِ إِذْ قَالُوا مَا أَنْزَلَ اللَّهُ عَلَى بَشَرٍ مِنْ شَيْءٍ قُلْ مَنْ أَنْزَلَ الْكِتَابَ الَّذِي جَاءَ بِهِ مُوسَى نُورًا وَهُدًى لِلنَّاسِ تَجْعَلُونَهُ قَرَاطِيسَ تُبْدُونَهَا وَتُخْفُونَ كَثِيرًا وَعُلِّمْتُمْ مَا لَمْ تَعْلَمُوا أَنْتُمْ وَلَا آبَاؤُكُمْ قُلِ اللَّهُ ثُمَّ ذَرْهُمْ فِي خَوْضِهِمْ يَلْعَبُونَ (91)}.
91- Onlar “Allah hiçbir insana hiçbir şey indirmemiştir” demekle Allah’ı hakkıyla takdir edemediler. De ki: “O halde Mûsâ’nın, insanlar için bir nur ve hidâyet olmak üzere getirdiği, sizin de parça parça kağıtlara yazıp kimini açıkladığınız, çoğunu da gizlediğiniz, kendisi vasıtasıyla size de atalarınıza da bilmediğiniz şeylerin öğretildiği o kitabı kim indirdi?” De ki: “Allah (indirdi onu).” Sonra onları bırak da daldıkları batılda oynayadursunlar.
#
{91} هذا تشنيعٌ على من نفى الرسالة من اليهود والمشركين وزَعَمَ أنَّ الله ما أنزل على بشر من شيء؛ فمن قال هذا؛ فما قَدَرَ الله حقَّ قدرِهِ ولا عظَّمه حقَّ عظمته؛ إذ هذا قدحٌ في حكمته، وزعمٌ أنه يترك عباده هملاً لا يأمرهم ولا ينهاهم، ونفيٌ لأعظم مِنَّةٍ امْتَنَّ الله بها على عباده، وهي الرسالة التي لا طريق للعباد إلى نيل السعادة والكرامة والفلاح إلا بها؛ فأيُّ قدح في الله أعظم من هذا؟! {قل} لهم ملزماً بفساد قولهم وقَرِّرْهم بما به يُقِرُّون: {من أنزل الكتابَ الذي جاء به موسى}: وهو التوراة العظيمة {نوراً}: في ظلمات الجهل، {وهدىً}: من الضلالة، وهادياً إلى الصراط المستقيم علماً وعملاً، وهو الكتاب الذي شاع وذاع وملأ ذكرُهُ القلوب والأسماع، حتى إنهم جعلوا يتناسَخونه في القراطيس ويتصرَّفون فيه بما شاؤوا؛ فما وافق أهواءهم منه؛ أبدَوْه وأظهروه، وما خالف ذلك؛ أخفَوْه وكتموه، وذلك كثير. {وعُلِّمْتُم}: من العلوم التي بسبب ذلك الكتاب الجليل {ما لم تعلموا أنتم ولا آباؤكم}. فإذا سألتهم عن من أنزل هذا الكتاب الموصوف بتلك الصفات؛ فأجب عن هذا السؤال و {قلِ اللهُ}: الذي أنزله، فحينئذٍ يتضح الحق، وينجلي مثل الشمس؛ وتقوم عليهم الحجة. {ثم} إذا ألزمتهم بهذا الإلزام {ذَرْهم في خوضِهِم يلعبونَ}؛ أي: اتركهم يخوضوا في الباطل ويلعبوا بما لا فائدةَ فيه حتى يُلاقوا يومَهم الذي يوعدون.
91. Bu buyruk, yahudiler ve müşrikler arasından risaleti kabul etmeyerek Yüce Allah’ın hiçbir insana hiçbir şey indirmediğini iddia eden kimselerin bu tutumlarının çirkinliğini ortaya koymaktadır. Böyle bir iddiada bulunan, böyle bir söz söyleyen bir kimse “Allah’ı hakkıyla takdir” etmiş ve gereği gibi tazim etmiş olamaz. Çünkü böyle bir kimse Yüce Allah’ın hikmetine dil uzatmış, O’nun kullarını başıboş bırakacağını, onlara hiçbir emir vermeyeceğini, hiçbir yasak koymayacağını iddia etmiş ve Allah’ın kullarına ihsan etmiş olduğu en büyük lütuf olan risaleti kabul etmemiş olur. Oysa risalet olmaksızın kulların mutluluğu, şeref ve üstünlüğü elde etmelerine, felaha ermelerine imkân yoktur. Allah’a karşı bundan daha ileri derecede küstahlık ne olabilir? İşte sen bunlara iddialarının çürüklüğünü kabul ettirmek ve onların da esasen kabul ettikleri bir şeyi hatırlatarak bağlayıcı kılmak üzere “de ki: O halde Mûsâ’nın insanlar için” cehalet karanlıklarında “bir nur ve” sapıklıklardan kurtarıcı, ilim ve amel itibari ile dosdoğru yola iletici “hidâyet olmak üzere getirdiği, sizin de parça parça kağıtlara yazıp kimini açıkladığınız, çoğunu da gizlediğiniz, kendisi vasıtasıyla size de atalarınıza da bilmediğiniz şeylerin öğretildiği” yani bu üstün ve değerli kitap yoluyla bilmediğiniz birçok bilgiler size öğretilmiştir. “o kitabı” yani o muazzam Tevrat’ı “kim indirdi?” Bu öyle bir kitaptır ki ünü kalpleri ve kulakları doldurmuş, her tarafa yayılmıştır. Onlar bu kitabı kağıt tomarları halinde yazıp çoğaltmaya ve diledikleri gibi kullanmaya koyuldular. Kitaptan hevalarına, heveslerine uygun düşeni açıkladılar, bu hususta uygun görmediklerini ise gizleyip sakladılar ki bunun örnekleri pek çoktur. İşte sen onlara bu, nitelikleri taşıyan kitabı kimin indirdiğini sor ve bu soruya da kendin cevap ver: “De ki: “Allah (indirdi onu). Sonra onları bırak da daldıkları sapıklıklarında oynayadursunlar.” Bırak onları bâtıla dalsınlar, faydasız şeylerle oyalanıp dursunlar ve bu durumları, kendilerine vaadedilen güne ulaşıncaya kadar varsın böyle sürüp gitsin.
Ayet: 92 #
{وَهَذَا كِتَابٌ أَنْزَلْنَاهُ مُبَارَكٌ مُصَدِّقُ الَّذِي بَيْنَ يَدَيْهِ وَلِتُنْذِرَ أُمَّ الْقُرَى وَمَنْ حَوْلَهَا وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْآخِرَةِ يُؤْمِنُونَ بِهِ وَهُمْ عَلَى صَلَاتِهِمْ يُحَافِظُونَ (92)}.
92- İşte bu bizim, şehirlerin anasını ve çevresindekileri uyarman için indirdiğimiz, kendisinden öncekileri tasdik eden mübarek bir kitaptır. Âhirete iman edenler ona da iman ederler ve onlar namazlarını muhafaza ederler.
#
{92} أي: {وهذا}: القرآن الذي {أنزلناه} إليك {مباركٌ}؛ أي: وصفه البركة، وذلك لكثرة خيراتِهِ وسعة مَبَرَّاتِهِ {مصدقُ الذي بين يديه}؛ أي: موافقٌ للكتب السابقة وشاهدٌ لها بالصدق، {ولِتُنذِرَ أمَّ القُرى ومن حولَها}؛ أي: وأنزلناه أيضاً لتنذرَ أمَّ القرى ـ وهي مكة المكرمة ـ ومن حولها من ديار العرب، بل ومن سائر البلدان، فتحذِّر الناس عقوبة الله وأخذه الأمم، وتحذِّرهم مما يوجب ذلك. {والذين يؤمنون بالآخرة يؤمنون به}: لأنَّ الخوف إذا كان في القلب؛ عمرتْ أركانُهُ وانقادَ لمراضي الله، {وهم على صلاتهم يحافظونَ}؛ أي: يداومون عليها ويحفظون أركانها وحدودَها وشروطها وآدابها ومكمِّلاتها. جعلنا الله منهم.
92. “İşte bu” Kur’an “şehirlerin anasını ve çevresindekileri uyarman için indirdiğimiz” Yani biz bu kitabı sana şehirlerin anası olan Mekke-i Mükerreme’yi ve onun çevresindeki diğer Arap diyarlarında bulunanları, hatta diğer bütün ülkeleri uyarasın diye indirdik. İnsanları Allah’ın cezasından sakındırasın ve O’nun, geçmiş ümmetleri azap ile yakalamasını hatırlatarak korkutasın, bunu gerektiren şeylerden çekinmelerini söyleyesin diye indirdik. “kendisinden öncekileri tasdik eden” Daha önce indirilmiş kitaplara uygun ve onların doğruluklarına tanıklık eden “mübarek bir kitaptır.” Yüce Allah bu kitabı, mübarek olmakla nitelendirmektedir. Bunun sebebi ise bu kitabın hayırlarının çokluğu ve fayda alanın oldukça geniş olmasıdır. “Âhirete iman edenler, ona da iman ederler.” Çünkü korku, kalpte yer edecek olursa kalbin dört bir yanını mamur kılar ve kalp, Allah’ın rızasını gerektiren işlere itaatle boyun eğer. “Ve onlar namazlarını muhafaza ederler.” Yani namazlarını aksatmadan kılar, onun rükünlerini, sınırlarını, şartlarını, adabını, tamamlayıcı unsurlarını muhafaza edip dikkatle yerine getirirler. Allah bizleri de böylelerinden kılsın.
Ayet: 93 - 94 #
{وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَى عَلَى اللَّهِ كَذِبًا أَوْ قَالَ أُوحِيَ إِلَيَّ وَلَمْ يُوحَ إِلَيْهِ شَيْءٌ وَمَنْ قَالَ سَأُنْزِلُ مِثْلَ مَا أَنْزَلَ اللَّهُ وَلَوْ تَرَى إِذِ الظَّالِمُونَ فِي غَمَرَاتِ الْمَوْتِ وَالْمَلَائِكَةُ بَاسِطُو أَيْدِيهِمْ أَخْرِجُوا أَنْفُسَكُمُ الْيَوْمَ تُجْزَوْنَ عَذَابَ الْهُونِ بِمَا كُنْتُمْ تَقُولُونَ عَلَى اللَّهِ غَيْرَ الْحَقِّ وَكُنْتُمْ عَنْ آيَاتِهِ تَسْتَكْبِرُونَ (93) وَلَقَدْ جِئْتُمُونَا فُرَادَى كَمَا خَلَقْنَاكُمْ أَوَّلَ مَرَّةٍ وَتَرَكْتُمْ مَا خَوَّلْنَاكُمْ وَرَاءَ ظُهُورِكُمْ وَمَا نَرَى مَعَكُمْ شُفَعَاءَكُمُ الَّذِينَ زَعَمْتُمْ أَنَّهُمْ فِيكُمْ شُرَكَاءُ لَقَدْ تَقَطَّعَ بَيْنَكُمْ وَضَلَّ عَنْكُمْ مَا كُنْتُمْ تَزْعُمُونَ (94)}.
93- Allah’a karşı yalan uydurandan yahut kendisine hiçbir şey vahyolunmamışken: “Bana da vahyolundu” diyenden, bir de: “Allah’ın indirdiği gibi ben de indiririm” diyenden daha zalim kim olabilir? Sen zalimlerin, ölümün sıkıntıları içinde kıvrandıkları ve meleklerin de ellerini uzatarak onlara: “Çıkarın canlarınızı! Allah’a karşı söylediğiniz haksız sözlerden ve O’nun âyetlerine karşı kibirlenmenizden dolayı bugün zillet azabı ile cezalandırılacaksınız” dedikleri anı bir görsen! 94- Andolsun sizi ilk defa yarattığımız gibi tek başınıza huzurumuza geldiniz ve size bağışladığımız şeyleri arkanızda bıraktınız. Hakkınızda (ibadete) ortak olduklarını iddia ettiğiniz şefaatçilerinizi de aranızda göremiyoruz?! Andolsun onlarla aranızdaki bağlar kesilmiş ve iddia ettiğiniz o şeyler de önünüzden kaybolup gitmiştir.
#
{93} يقول تعالى: لا أحد أعظم ظلماً ولا أكبر جُرماً ممَّن كَذَبَ على الله بأن نسب إلى الله قولاً أو حكماً وهو تعالى بريء منه، وإنما كان هذا أظلم الخلق؛ لأن فيه من الكذب وتغيير الأديان أصولها وفروعها ونسبة ذلك إلى الله ما هو من أكبر المفاسد، ويدخل في ذلك ادِّعاء النبوة، وأنَّ الله يوحي إليه، وهو كاذب في ذلك؛ فإنَّه مع كذبه على الله وجرأته على عظمته وسلطانه يوجب على الخلق أن يتَّبِعوه ويجاهِدَهم على ذلك ويستحلَّ دماء مَن خالفه وأموالهم. ويدخل في هذه الآية كلُّ من ادَّعى النبوة كمسيلمة الكذاب والأسود العنسي والمختار وغيرهم ممن اتصف بهذا الوصف. {ومن قال سأنزِلُ مثلَ ما أنزلَ الله}؛ أي: ومن أظلم ممَّن زعم أنه يقدر على ما يقدر الله عليه ويجاري الله في أحكامه ويشرعُ من الشرائع كما يشرعه الله. ويدخل في هذا كل من يزعم أنه يقدِرُ على معارضة القرآن، وأنَّه في إمكانه أن يأتي بمثله! وأي ظلم أعظمُ من دعوى الفقير العاجز بالذات الناقص من كل وجه، مشاركةَ القوي الغني الذي له الكمال المطلق من جميع الوجوه في ذاته وأسمائه وصفاته؟! ولما ذمَّ الظالمين؛ ذَكَرَ ما أعدَّ لهم من العقوبة في حال الاحتضار ويوم القيامة، فقال: {وَلَوْ تَرى إذ الظالمونَ في غَمَراتِ الموتِ}؛ أي: شدائدِهِ وأهواله الفظيعة وكُرَبه الشنيعة؛ لرأيت أمراً هائلاً وحالةً لا يقدر الواصف أن يصفها. {والملائكة باسطو أيديهم}: إلى أولئك الظالمين المحتضرينَ بالضَّرب والعذاب؛ يقولون لهم عند منازعة أرواحهم وقلقها وتعصِّيها عن الخروج من الأبدان: {أخْرِجوا أنفُسَكُم اليومَ تُجْزَوْنَ عذاب الهُونِ}؛ أي: العذاب الشديد الذي يُهينكم ويُذِلُّكم، والجزاء من جنس العمل؛ فإنَّ هذا العذاب {بما كُنتم تقولونَ على الله غير الحقِّ}: من كذبِكم عليه وردِّكم للحقِّ الذي جاءت به الرسل، {وكنتُم عن آياتِهِ تستكبرونَ}؛ أي: تَرَفَّعُون عن الانقياد لها والاستسلام لأحكامها. وفي هذا دليل على عذاب البرزخ ونعيمه؛ فإنَّ هذا الخطاب والعذاب الموجه إليهم إنما هو عند الاحتضار وقُبيل الموت وبعده. وفيه دليل على أن الرُّوح جسم يدخُلُ، ويخرُجُ، ويخاطَب، ويساكِن الجسد، ويفارقه.
93. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Allah ile hiçbir ilişkisi bulunmadığı halde herhangi bir söz veya herhangi bir hükmü O’na nispet ederek Allah hakkında yalan uydurandan daha büyük bir zalim ve daha büyük bir günahkâr yoktur. Böylesinin insanların en zalimi olmasının sebebi, bu yaptığı ile ileri derecede yalan söylemesi, dinin esaslarını ve fer’i hükümlerini değiştirmesi ve bütün bunları da Allah’a nispet etmesidir. Bu ise kötülüklerin ve fesadın en büyüğüdür. Bunun kapsamına yalan yere peygamberlik iddiasında bulunmak ve Allah’ın kendisine vahiy indirdiğini söylemek de girmektedir. Çünkü böyle bir kimse Allah’a yalan uydurmasının, O’nun azamet ve saltanatına karşı küstahlık etmesinin yanı sıra insanların kendisine uymalarını öngörmekte hatta bu uğurda insanlarla savaşıp, kendisine muhalefet edenlerin kanlarını ve mallarını helâl kabul etmektedir. Yine bu âyet-i kerimenin kapsamına Müseylime, el-Esved el-Ansi, el-Muhtar ve buna benzer diğer yalan yere peygamberlik iddiasında bulunan herkes girmektedir. “Allah’ın indirdiği gibi ben de indiririm, diyenden...” Yani Allah’ın güç yetirdiği şeye kendisinin de güç yetirdiğini, indirdiği hükümleri itibari ile Allah ile boy ölçüşebileceğini ve Allah’ın teşri buyuracağı gibi şer’î hükümler ortaya koyacağını iddia edenden daha zalim kim olabilir? Bunun kapsamına Kur’an-ı Kerim’in benzerini ortaya koyma gücüne sahip olduğunu, onun gibi bir kitabı ortaya koymak imkânını elinde bulundurduğunu iddia eden herkes girmektedir. Zatı itibari ile muhtaç ve aciz, her bakımdan eksik bir kimsenin; hem zatı ile, hem isim ve sıfatları ile bütün yönlerden mutlak kemale sahip olan ve hiçbir şeye muhtaç olmayan, o güçlü zat ile ortak yönlerinin bulunduğunu iddia eden kimsenin zulmünden daha büyük bir zulüm olabilir mi? Yüce Allah zalimleri böylece yerdikten sonra ölümleri esnasında ve kıyamet gününde onlar için hazırlamış olduğu cezayı da söz konusu ederek şöyle buyurmaktır: “Sen zalimlerin, ölümün sıkıntıları” zorlu halleri, korkunç ve dehşetli durumları, büyük ızdırapları “içinde kıvrandıkları ve meleklerin de ellerini” o ölüm halindeki zalimlere vurmak ve azap etmek için “uzatarak onlara” can çekiştikleri ve ruhlarının bedenlerinden çıkmamak için direndiği o zorlu anda “Çıkarın canlarınızı! Allah’a karşı söylediğiniz haksız sözlerden” ona yalan iftirada bulunduğunuzdan, peygamberlerin getirdiği hakkı reddettiğinizden; “ve O’nun âyetlerine karşı kibirlenmenizden dolayı” o âyetlere itaat ve hükümlerine teslimiyeti kendinize yediremeyerek büyüklük tasladığınızdan dolayı “bugün” sizi zelil kılacak ve hakir düşürecek “zillet azabı ile cezalandırılacaksınız.” çünkü ceza/karşılık amelin cinsinden olur “dedikleri anı bir görsen!” Elbette çok dehşetli bir durum ve anlatmak isteyenin anlatmaktan aciz kalacağı bir hal görürsün. Bu buyrukta Berzah (kabir) alemindeki azaba ve nimetlere dair delil vardır. Kafirlere yönelik bu hitap ve azap, ölüm esnasında, ölümden az önce ve sonradır. Yine bu ayette ruhun bir cisim olduğuna, girip çıktığına, ona hitap edildiğine, ruhun bedende kalıp ondan ayrıldığına delil de vardır. İşte onların Berzahtaki halleri budur.
#
{94} فهذه حالهم في البرزخ، وأما يوم القيامة؛ فإنهم إذا وردوها؛ وردوها مفلسين فرادى بلا أهل ولا مال ولا أولاد ولا جنودٍ ولا أنصارٍ؛ كما خلقهم الله أول مرة، عارين من كل شيء؛ فإن الأشياء إنما تُتَمَوَّلُ وتحصُل بعد ذلك بأسبابها التي هي أسبابها، وفي ذلك اليوم تنقطع جميع الأمور التي كانت مع العبد في الدنيا سوى العمل الصالح والعمل السيئ الذي هو مادة الدار الآخرة الذي تنشأ عنه ويكون حسنها وقبحها وسرورها وغمومها وعذابها ونعيمها بحسب الأعمال؛ فهي التي تنفع أو تضرُّ وتسوء أو تسرُّ، وما سواها من الأهل والولد والمال والأنصار فعواري خارجية وأوصاف زائلة وأحوال حائلة، ولهذا قال تعالى: {ولقد جئتُمونا فُرادى كما خلقْناكم أولَ مرةٍ وتركتُم ما خوَّلْناكم}؛ أي: أعطيناكُم وأنعمنا به عليكم {وراءَ ظهورِكم}: لا يُغنون عنكم شيئاً، {وما نرى معكم شُفعاءَكُم الذين زعمتُم أنهم فيكم شركاءُ}: فإن المشركين يشركون بالله ويعبُدون معه الملائكة والأنبياء والصالحين وغيرهم، وهم كلُّهم لله، ولكنهم يجعلون لهذه المخلوقات نصيباً من أنفسهم وشركة في عبادتهم، وهذا زعمٌ منهم وظلمٌ؛ فإن الجميع عبيد لله، والله مالكهم والمستحقُّ لعبادتهم؛ فشركُهم في العبادة وصرفها لبعض العبيد تنزيلٌ لهم منزلة الخالق المالك، فيوبَّخون يوم القيامة، ويُقال لهم هذه المقالة {ما نرى معكم شفعاءَكم الذين زعمتُم أنهم فيكم شركاء لقد تقطَّع بينَكم}؛ أي: تقطَّعت الوصل والأسباب بينكم وبين شركائكم من الشفاعة وغيرها، فلم تنفعْ ولم تُجْدِ شيئاً. {وضلَّ عنكم ما كنتُم تزعُمون}: من الرِّبح والأمن والسعادة والنجاة التي زيَّنها لكم الشيطانُ وحسَّنها في قلوبكم، فنطقتْ بها ألسنتكُم، واغتررتُم بهذا الزعم الباطل الذي لا حقيقةَ له حين تبيَّن لكم نقيضُ ما كنتم تزعُمون، وظهر أنَّكم الخاسرون لأنفسكم وأهليكم وأموالكم.
94. Kıyamet gününde ise onlar iflas etmiş olarak, ailesiz, malsız, evlatsız, askersiz, yardımcısız bir şekilde tek başlarına, ilk defa Allah onları nasıl yarattıysa öylece her şeyden soyutlanmış olarak geleceklerdir. Çünkü mallar ve varlıklar, dünyaya gelindikten sonra sebeplerine başvurularak elde edilir. Kıyamet gününde ise dünya hayatında kulun beraberinde bulunan bütün bu varlıklar ayrılıp gider. Bundan tek istisna iyi ya da kötü ameldir. Bu ise âhiret yurdunun ana maddesidir, ahiret bu amellerden meydana gelir. Zira ahiretin güzelliği, çirkinliği, sevinci, kederleri, azabı, nimetleri amellere göre olacaktır. Fayda ya da zarar veren, insanı üzen ya da sevindiren sadece ameller olacaktır. Bunların dışında kalan aile, çocuklar, mal, yardımcılar ise harici ve ödünç varlıklar, geçici vasıflar, sabit olmayan hallerden ibarettir. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Andolsun sizi ilk defa yarattığımız gibi tek başınıza huzurumuza geldiniz ve size bağışladığımız şeyleri arkanızda bıraktınız.” Size vermiş olduğumuz nimetleri geride bıraktınız, artık onların size hiçbir faydası yoktur. “Hakkınızda (ibadete) ortak olduklarını iddia ettiğiniz şefaatçilerinizi de aranızda göremiyoruz?!” Şüphesiz ki müşrikler Allah’a ortak koşarlar, O’nunla birlikte meleklere, peygamberlere, salihlere ve daha başka varlıklara ibadet ederler. Ancak bunların hepsi de Allah’ındır. Fakat onlar bu yaratıklara kendi öz nefislerinden bir pay ve yaptıkları ibadetlerinde bir ortaklık verirler. Bu, onların delilsiz bir iddiaları ve zulümleridir. Çünkü hepsi Allah’ın kullarıdır. Onların mutlak maliki Allah’tır ve onların ibadetlerine layık olan yalnız O’dur. İbadette Allah’a ortak koşmaları ve ibadetlerini bir takım kullara yöneltmeleri elbetteki o yaratılmışları mutlak malik ve yaratıcının konumuna çıkartmaları demektir. İşte kıyamet gününde bu tutumları dolayısıyla onlar azarlanacak ve onlara şu sözler söylenecektir: “Hakkınızda (ibadete) ortak olduklarını iddia ettiğiniz şefaatçilerinizi de aranızda göremiyoruz?! Andolsun onlarla aranızdaki bağlar kesilmiş” yani sizlerle ortak koştuğunuz varlıklar arasındaki şefaat ve onun dışındaki diğer bağlar ve ilişkiler tümden kopmuş, artık hiçbir fayda veremez ve hiçbir şey sağlayamaz olmuştur. “ve iddia ettiğiniz” kâr sağlamak, güvenlik, mutluluk ve kurtuluş gibi şeytanın size süslü gösterdiği, kalplerinizde güzelleştirdiği ve buna bağlı olarak da dillerinizle ifade ettiğiniz “o şeyler de önünüzden kaybolup gitmiştir.” Artık sizler bu batıl ve asılsız zannınızla aldanmış olduğunuzu anldınız; zira zannettiğinizin tam aksini açıkça gördünüz. Kendinizi de aile efradınızı da mallarınızı da kaybetmiş ve hüsrana uğramış olduğunuz ortaya çıkmıştır.
Ayet: 95 - 98 #
{إِنَّ اللَّهَ فَالِقُ الْحَبِّ وَالنَّوَى يُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَمُخْرِجُ الْمَيِّتِ مِنَ الْحَيِّ ذَلِكُمُ اللَّهُ فَأَنَّى تُؤْفَكُونَ (95) فَالِقُ الْإِصْبَاحِ وَجَعَلَ اللَّيْلَ سَكَنًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ حُسْبَانًا ذَلِكَ تَقْدِيرُ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ (96) وَهُوَ الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ النُّجُومَ لِتَهْتَدُوا بِهَا فِي ظُلُمَاتِ الْبَرِّ وَالْبَحْرِ قَدْ فَصَّلْنَا الْآيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ (97) وَهُوَ الَّذِي أَنْشَأَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ فَمُسْتَقَرٌّ وَمُسْتَوْدَعٌ قَدْ فَصَّلْنَا الْآيَاتِ لِقَوْمٍ يَفْقَهُونَ (98)}.
95- Şüphesiz Allah tohumu ve çekirdeği çatlatıp yarandır. O, ölüden diriyi çıkartır. Diriden ölüyü çıkaran da O’dur. İşte Allah budur. Nasıl oluyor da saptırılıyorsunuz? 96- O, sabahı yarıp çıkartandır. Geceyi bir sükûn (vakti), güneş ve ayı da birer hesap (ölçüsü) kılmıştır. Bu, Azîz ve Alim olanın takdiridir. 97- Karanın ve denizin karanlıklarında kendileri ile doğru yolu bulasınız diye sizin için yıldızları yaratan O’dur. Şüphesiz biz, bilen bir topluluk için âyetleri geniş geniş açıkladık. 98- Sizi tek bir candan yaratan O’dur ki (sizin için) bir karar yeri bir de emanet yeri vardır. Biz âyetlerimizi iyice anlayan bir topluluk için geniş geniş açıkladık.
#
{95} يخبر تعالى عن كماله وعظمةِ سلطانه وقوة اقتداره وسعة رحمته وعموم كرمه وشدة عنايته بخلقه، فقال: {إنَّ الله فالقُ الحبِّ} شاملٌ لسائر الحبوب التي يباشر الناس زرعَها، والتي لا يباشِرونها منها؛ كالحبوب التي يبثها الله في البراري والقفار، فيفلق الحبوب عن الزروع والنوابت على اختلاف أنواعها وأشكالها ومنافعها، ويفلق النوى عن الأشجار من النخيل والفواكه وغير ذلك، فينتفع الخلقُ من الآدميين والأنعام والدواب، ويرتعون فيما فَلَقَ الله من الحبِّ والنوى، ويقتاتون وينتفعون بجميع أنواع المنافع التي جعلها الله في ذلك، ويريهم الله من برِّه وإحسانه ما يبهر العقول ويُذْهِلُ الفحول، ويريهم من بدائع صنعته وكمال حكمته ما به يعرفونه ويوحِّدونه ويعلمون أنه هو الحقُّ وأن عبادة ما سواه باطلة. {يُخْرِجُ الحيَّ من الميِّت}: كما يخرِجُ من المنيِّ حيواناً ومن البيضة فرخاً ومن الحبِّ والنوى زرعاً وشجراً، {ومُخْرِجُ الميِّتِ}: وهو الذي لا نموَّ فيه أو لا روح {من الحيِّ}: كما يخرِجُ من الأشجار والزُّروع النوى والحب، ويخرِجُ من الطائر بيضاً ونحو ذلك. {ذلكم} الذي فعل ما فعل وانفردَ بخلقِ هذه الأشياء وتدبيرِها {اللهُ ربُّكم}؛ أي: الذي له الألوهيَّة والعبادة على خلقه أجمعينَ، وهو الذي ربَّى جميع العالَمين بنعمِهِ وغذَّاهم بكرمه، {فأنَّى تؤفَكونَ}؛ أي: فأنَّى تصرَفون وتَصُدُّون عن عبادة من هذا شأنه إلى عبادة من لا يملك لنفسه نفعاً ولا ضرًّا ولا موتاً ولا حياةً ولا نشوراً؟
95. Yüce Allah kemali, egemenliğinin büyüklüğü, iktidarının gücü, rahmetinin genişliği, kereminin kapsamı, yarattıklarına inâyet ve lütfunun büyüklüğünden haber vererek: “Şüphesiz Allah taneyi ve çekirdeği çatlatıp yarandır” buyurmaktadır. Bu, insanların doğrudan ektikleri tohum ve çekirdekleri de Allah’ın çöllerde ve ıssız yerlerde saçtığı taneler gibi kendiliğinden oluşan tohum ve çekirdekleri de kapsar. Yüce Allah türleri, şekilleri ve faydaları farklı olan her türlü ekin ve bitkilerin tohumlarını çatlatıp yarar. Aynı şekilde hurma, meyve ve buna benzer ağaçların çekirdeklerini de çatlatıp yarar. Böylelikle insanlar bunlardan yararlanır, hayvanlar ve davarlar da Allah’ın çatlatıp yardığı tane ve çekirdeklerden bitenlerle otlarlar. Hepsi de bunlarla gıdalanır ve Allah’ın bunlarda yerleştirmiş olduğu bütün fayda türleri ile faydalanırlar. Yüce Allah akılları hayrete düşürecek, dehalara dahi küçük dillerini yutturacak iyilik ve ihsanlarını göstermekte, harikulade sanatından ve mükemmel hikmetinden onlara kendisini tanımalarını, tevhid etmelerini/birlemelerini, O’nun hak ilah olduğunu ve O’nun dışındaki varlıklara ibadetin de batıl olduğunu bilmelerini sağlayacak şeyleri göstermektedir: “O, ölüden diriyi çıkartır” Meniden canlı bir varlık, yumurtadan bir yavru, tohum ve çekirdekten ekin ve ağaç çıkartması gibi. “Diriden ölüyü çıkaran da O’dur.” Ölü, gelişip büyümesi söz konusu olmaya ya da ruhu bulunmayan şeylere denir. Bu manada O, ağaç ve ekinden çekirdeği ve tohumu, kuştan yumurtayı vb. çıkartmaktadır. “İşte” bunları yapan, bütün bu varlıkları tek başına yaratan ve idare eden “Allah budur.” Yani bütün mahlukatın kendisine ibadet etmekle ve uluhiyetini kabul etmekle yükümlü oldukları Allah budur. Nimetleri ile bütün varlıkları terbiye edip besleyen, lütfu ile onları gıdalandıran Rableri O’dur. “Nasıl oluyor da saptırılıyorsunuz?” Bu sıfatlara sahip olan yüce Zat’a ibadetten yüz çeviriyor ve döndürülüyorsunuz? Kendisine dahi fayda ve zarar veremeyen, ölüm, hayat ve öldükten sonra diriliş kudretine sahip olmayan varlıklara ibadete yöneliyorsunuz?
#
{96} ولما ذكر تعالى مادة خلق الأقواتِ؛ ذكر مِنَّته بتهيئة المساكن وخلقه كلَّ ما يحتاجُ إليه العباد من الضياء والظلمة وما يترتَّب على ذلك من أنواع المنافع والمصالح، فقال: {فالقُ الإصباح}؛ أي: كما أنه فالق الحبِّ والنَّوى، كذلك هو فالقُ ظلمةِ الليل الداجي الشامل لما على وجه الأرض بضياء الصُّبح الذي يفلقه شيئاً فشيئاً، حتى تذهبَ ظلمةُ الليل كلُّها ويخلُفُها الضياءُ والنورُ العامُّ الذي يتصرَّف به الخلقُ في مصالحهم ومعايشهم ومنافع دينهم ودنياهم. ولما كان الخلقُ محتاجين إلى السكون والاستقرار والراحة التي لا تتمُّ إلا بوجود النهار والنور؛ {جعل}: الله الليلَ سَكَناً يسكن فيه الآدميُّون إلى دورهم ومنامهم والأنعامُ إلى مأواها والطيورُ إلى أوكارها فتأخذ نصيبها من الراحة، ثم يزيل الله ذلك بالضياء، وهكذا أبداً إلى يوم القيامة. {و} جعل تعالى {الشمسَ والقمرَ حُسْباناً}: بهما تُعرف الأزمنة والأوقات؛ فتنضبِطُ بذلك أوقات العبادات وآجال المعاملات، ويُعْرَفُ بها مدة ما مضى من الأوقات التي لولا وجودُ الشمس والقمر وتناوُبُهما واختلافُهما لما عَرَفَ ذلك عامة الناس واشتركوا في علمه، بل كان لا يعرفه إلا أفرادٌ من الناس بعد الاجتهاد، وبذلك يفوت من المصالح الضرورية ما يفوت. {ذلك}: التقدير المذكور، {تقديرُ العزيز العليم}: الذي من عزَّته انقادت له هذه المخلوقاتُ العظيمة فَجَرَتْ مذلَّلة مسخَّرة بأمره، بحيثُ لا تتعدَّى ما حدَّه الله لها ولا تتقدَّم عنه ولا تتأخَّر، العليم الذي أحاط علمُهُ بالظواهر والبواطن والأوائل والأواخر. ومن الأدلة العقلية على إحاطة علمِهِ تسخيرُ هذه المخلوقات العظيمة على تقديرٍ ونظام بديع تَحير العقول في حسنِهِ وكماله وموافقته للمصالح والحكم.
96. Şanı Yüce Allah gıdaların temel maddesinin yaratılmasını söz konusu ettikten sonra meskenler, ışık, karanlık ve buna bağlı olan türlü menfaat ve maslahatlardan kulların ihtiyaç duydukları her şeyi hazırlamak suretiyle onlara yapmış olduğu lütuf ve ihsanını hatırlatarak şöyle buyurmaktadır: “O, sabahı yarıp çıkartandır”; yani tane ve çekirdeği çatlatıp yaran O olduğu gibi, yeryüzünde bulunanları kuşatan karanlık geceyi de sabahın aydınlığı ile yavaş yavaş yarıp ortadan kaldıran O’dur. Nihâyet gece karanlığı tümden çekilir gider de onun yerine her yeri kuşatan aydınlık ve ışık gelir. İnsanlar da onun sayesinde maslahatlarına, geçimlerine, din ve dünyalarının faydasına olan işleri yaparlar. İnsanların dinlenmeye, karar bulmaya ve rahata ihtiyaçları olduğundan ve bunlar da gündüz ve aydınlıkta gereği gibi gerçekleşmediğinden dolayı Allah “geceyi bir sükûn (vakti) yani içinde insanların evlerine ve uykularına çekildikleri, hayvanların barınaklarına, kuşların da yuvalarına çekilip paylarına düşen dinlenmeyi aldıkları bir vakit kıldı. Daha sonra Yüce Allah bu karanlığı aydınlıkla giderir ve bu, kıyamet gününe kadar böylece devam eder gider. Ayrıca Yüce Allah “güneş ve ayı da birer hesap (ölçüsü) kılmıştır.” Onlar vasıtası ile vakitler bilinir. Bu yolla ibadetlerin vakitleri, insanlar arası ilişkilerin vadeleri doğru bir şekilde tespit edilir, geçen süreler bu sayede bilinir. Eğer güneş ve ay olmasaydı, bunlardan biri gidip öbürü gelmeseydi, insanların çoğu bunları bilemezlerdi, bu konuda ortak bir bilgiye sahip olamazlardı. Hatta belli bazı kimseler ancak büyük bir gayret harcadıktan sonra bu süreleri bilebilirlerdi. O zaman da zorunlu ve insanların maslahatına olan pek çok şey de elden kaçırılmış olurdu. “Bu” sözü geçen takdir “Azîz ve Alim olanın takdiridir.” O azizdir; bu kadar büyük yaratılmışların O’na boyun eğmesi, O’nun emri ile hareket etmesi, O’nun kendileri için çizmiş olduğu sınırları aşmayacak, ileri de geçmeyecek, geri de kalmayacak şekilde emre amade kılınmış olmaları ve böylece sürüp gitmeleri O’nun izzetinin bir tecellisidir. Alimdir; gizli olanları da açıkta olanları da, öncekileri de sonrakileri de bilgisi ile kuşatmıştır. Yüce Allah’ın ilminin kuşatıcılığına dair aklî delillerden birisi de O’nun, bütün bu büyük mahlukatı belli bir takdir ve ölçü, harikulade bir düzen içerisinde idare etmesidir ki bu düzenin güzelliği, mükemmelliği maslahat ve hikmetlere uygunlugu gerçekten akıllara durgunluk verecek şekildedir.
#
{97} {وهو الذي جعل لكم النُّجومَ لِتَهْتَدوا بها في ظلمات البرِّ والبحر}: حين تشتبه عليكم المسالك، ويتحيَّر في سيره السالك، فجعل الله النجوم هدايةً للخلق إلى السبيل التي يحتاجون إلى سلوكها لمصالحهم وتجاراتهم وأسفارهم، منها نجومٌ لا تزال تُرى ولا تسيرُ عن محلِّها، ومنها ما هو مستمرُّ السير يعرِفُ سيرَه أهلُ المعرفة بذلك، ويعرفون به الجهاتِ والأوقاتِ. ودلَّت هذه الآيةُ ونحوها على مشروعيَّة تعلُّم سير الكواكب ومحالِّها الذي يسمَّى علم التسيير؛ فإنه لا تتمُّ الهداية ولا تُمْكِنُ إلاَّ بذلك. {قد فصَّلْنا الآياتِ}؛ أي: بيَّناها ووضَّحناها وميَّزنا كل جنس ونوع منها عن الآخر بحيث صارت آياتُ الله باديةً ظاهرة، {لقوم يعلمونَ}؛ أي: لأهل العلم والمعرفة؛ فإنَّهم الذين يوجَّه إليهم الخطاب، ويُطلب منهم الجواب؛ بخلاف أهل الجهل والجفاء المعرضين عن آيات الله وعن العلم الذي جاءت به الرسل؛ فإن البيان لا يفيدُهم شيئاً، والتفصيل لا يزيل عنهم ملتبساً، والإيضاح لا يكشف لهم مشكلاً.
97. “Karanın ve denizin karanlıklarında kendileri ile doğru yolu bulasınız diye sizin için yıldızları yaratan O’dur.” İzleyeceğiniz yollar konusunda şüpheye düşüp işin içinden çıkamadığınız vakit insanlara maslahatlarında, ticaretlerinde ve yolculuklarında ihtiyaç duyacakları yolları göstermek üzere Yüce Allah yıldızları yaratmıştır. Bu yıldızlardan kimisi her zaman görülür ve yerinden hareket etmez. Kimisi de sürekli olarak hareket eder ve hareketi de bu konuda bilgi sahibi olanlar tarafından bilinir ki onlar bu yolla da yönleri ve vakitleri tayin ederler. Bu âyet-i kerime ve benzerleri yıldızlarla gezegenlerin hareketlerini ve evrelerini öğrenmenin meşru olduğuna delildir. Çünkü bunlar öğrenilmeden yol bulmanın tam anlamı ile gerçekleşmesi imkânsızdır. “Şüphesiz Biz bilen bir topluluk için” ilim ve marifet sahibi kimseler için “âyetleri geniş geniş açıkladık.” Bu âyetlerin her birini ayr ayrı açıkladık ve izah ettik; öyle ki Allah’ın âyetleri açık seçik ve net bir şekilde ortaya çıktı. Burada “bilen bir topluluk” denmesi, hitabın kendilerine yöneltilmesi ve bu hitaba onlar tarafından karşılık verilmesinin istenmesinden dolayıdır. Allah’ın âyetlerinden ve peygamberlerin getirdikleri bilgiden yüz çeviren cahil ve akılları donmuş kimseler ise böyle değildir. Çünkü açıklamanın bunlara hiçbir faydası olmaz, onlar için içinden çıkılmaz olan bir hali ortadan kaldırmaz ve yapılan açıklama, onların herhangi bir problemini çözmez.
#
{98} {وهو الذي أنشأكم من نفس واحدة}: وهو آدمُ عليه السلام، أنشأ الله منه هذا العنصر الآدميَّ الذي قد ملأ الأرض، ولم يزل في زيادة ونموٍّ، الذي قد تفاوت في أخلاقه وخلقه وأوصافه تفاوتاً لا يمكن ضبطه، ولا يُدْرَكُ وصفُه، وجعل الله لهم مستقرًّا؛ أي: منتهى ينتهون إليه وغاية يُساقون إليها، وهي دار القرار التي لا مستقرَّ وراءها ولا نهايةَ فوقَها؛ فهذه الدار هي التي خلق الخلق لسكناها، وأوجدوا في الدنيا ليسعوا في أسبابها التي تنشأ عليها وتعمر بها، وأودعهم الله في أصلاب آبائهم وأرحام أمهاتهم، ثم في دار الدنيا، ثم في البرزخ؛ كلُّ ذلك على وجه الوديعة التي لا تستقرُّ ولا تثبت، بل ينتقل منها، حتى يوصل إلى الدار التي هي المستقر، وأما هذه الدار؛ فإنَّها مستودعٌ وممرٌّ. {قد فصَّلْنا الآيات لقوم يفقهون}: عن الله آياتِهِ، ويفهمون عنه حججَهُ وبيِّناتِهِ.
98. “Sizi tek bir candan yaratan O’dur.” Bu can Adem aleyhisselam’dır. Yüce Allah yeryüzünü dolduran beşer unsurunu ondan yaratmıştır. Hâlâ da bu unsur artıp çoğalmaktadır. Ayrıca bu unsurun fertlerinin ahlâkı, hilkatı, nitelikleri ve özellikleri tespit edilmesi mümkün olmayacak derecede farklılıklara sahiptir. Allah onlar için “bir karar yeri” yani sonunda varacakları bir yer ve kendisine doğru sürüklendikleri nihai bir nokta tespit etmiştir. Bu da artık gerisinde karar kılınacak yer bulunmayan ve sonrası da olmayan Daru’l-karar yani âhiret yurdudur. İnsanlar, o yurtta yerleşsinler diye yaratılmışlar ve onun yollarında çalışsınlar diye dünyada var edilmişlerdir ki ahiret yurdu da bu çalışmanın sonucunda inşa ve imar edilir. “bir de emanet yeri vardır.” Yüce Allah insanları önce babalarının bellerinde ve annelerinin rahimlerinde emanet olarak bırakmıştır. Daha sonra onlar dünya yurdunda arkasından da Berzah aleminde emanet (geçici) olarak kalırlar. Bütün bunlar, emanetçi yanında sürekli kalmayan ve sabit olmayan birer emanet gibidir; insan bunlarda sürekli kalmayıp birinden diğerine taşınır durur. Sonunda nihai karar yeri olan ebedi yurda ulaşıncaya kadar bu böyle devam eder gider. Bu dünya yurdu, bir emanet yeri ve bir geçittir. “Biz âyetlerimizi” Allah’tan gelen âyetleri “iyice anlayan”; O’ndan gelen belgeleri ve açıklamaları kavrayan “bir topluluk için geniş geniş açıkladık.”
Ayet: 99 #
{وَهُوَ الَّذِي أَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَأَخْرَجْنَا بِهِ نَبَاتَ كُلِّ شَيْءٍ فَأَخْرَجْنَا مِنْهُ خَضِرًا نُخْرِجُ مِنْهُ حَبًّا مُتَرَاكِبًا وَمِنَ النَّخْلِ مِنْ طَلْعِهَا قِنْوَانٌ دَانِيَةٌ وَجَنَّاتٍ مِنْ أَعْنَابٍ وَالزَّيْتُونَ وَالرُّمَّانَ مُشْتَبِهًا وَغَيْرَ مُتَشَابِهٍ انْظُرُوا إِلَى ثَمَرِهِ إِذَا أَثْمَرَ وَيَنْعِهِ إِنَّ فِي ذَلِكُمْ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ (99)}
99- Gökten su indiren de O’dur ki biz, onunla (yerden) her türlü bitkiyi çıkardık. O (bitkiden) de yeşillikler çıkardık. O (yeşilliklerden) de birbirinin üstüne binmiş taneler çıkarırız ki hurma ağacının tomurcuğundan da (toplanması) kolay hurma salkımları çıkar. Yine üzüm bağları, zeytin ve nar da (çıkarırız) ki bunlardan kimi birbirine benzer, kimi de benzemez. Meyvesine bir meyve verdiği zaman bir de olgunlaştığı zaman bakın. Şüphe yok ki bütün bunlarda iman eden bir toplum için ibretlik deliller vardır.
#
{99} وهذا من أعظم مننه العظيمة التي يضطرُّ إليها الخلق من الآدميين، وغيرهم، وهو أنه أنزل من السماء ماء متتابعاً وقت حاجة الناس إليه، فأنبت الله به كل شيء مما يأكل الناس والأنعام، فرتع الخلق بفضل الله وانبسطوا برزقِهِ وفرحوا بإحسانه وزال عنهم الجدب واليأس والقحط، ففرحتِ القلوبُ وأسفرتِ الوجوه وحصل للعباد من رحمة الرحمن الرحيم ما به يتمتَّعون وبه يرتعون، مما يوجِبُ لهم أن يبذُلوا جهدهم في شكر من أسدى النعم وعبادته والإنابة إليه والمحبة له. ولما ذكر عموم ما ينبت بالماء من أنواع الأشجار والنبات؛ ذَكَرَ الزرع والنخل لكثرة نفعهما وكونهما قوتاً لأكثر الناس، فقال: {فأخرجنا منه خَضِراً نخرِجُ منه}؛ أي: من ذلك النبات الخضر {حبًّا متراكباً}: بعضُه فوق بعض من بُرٍّ وشعير وذرة وأرز وغير ذلك من أصناف الزروع، وفي وصفه بأنه متراكبٌ إشارة إلى أنَّ حبوبه متعددة، وجميعها تستمدُّ من مادةٍ واحدةٍ، وهي لا تختلط، بل هي متفرِّقة الحبوب مجتمعة الأصول، وإشارة أيضاً إلى كثرتها وشمول ريعها وغلتها؛ ليبقى أصل البذر، ويبقى بقية كثيرةٌ للأكل والادِّخار. {ومن النخل}: أخرج اللهُ {من طَلْعِها}: وهو الكُفُرَّى والوعاء قبل ظهور القنو منه، فيخرج من ذلك الوعاء {قِنْوانٌ دانيةٌ}؛ أي: قريبة سهلة التناول متدلية على من أرادها؛ بحيث لا يعسُرُ التناول من النخل، وإن طالت؛ فإنه يوجد فيها كَرَبٌ ومراقي يَسْهُلُ صعودها. {و}: أخرج تعالى بالماء {جناتٍ من أعناب والزيتون والرمان}: فهذه من الأشجار الكثيرة النفع العظيمة الوقع؛ فلذلك خصَّصها الله بالذِّكر بعد أن عمَّ جميع الأشجار والنوابت. وقوله: {مشتبهاً وغير متشابهٍ}: يحتملُ أن يرجعَ إلى الرُّمَّانِ والزيتون؛ أي: مشتبهاً في شجره وورقه غير متشابه في ثمره، ويحتمل أن يرجع ذلك إلى سائر الأشجار والفواكه، وأن بعضها مشتبه؛ يشبه بعضه بعضاً، ويتقارب في بعض أوصافه، وبعضها لا مشابهة بينه وبين غيره، والكل ينتفع به العباد ويتفكَّهون، ويقتاتون ويعتبرون، ولهذا أمر تعالى بالاعتبار به، فقال: {انظروا}: نظر فكرٍ واعتبار {إلى ثمره}؛ أي: الأشجار كلها، خصوصاً النخل، {إذا أثْمَرَ وينعِهِ}؛ أي: انظروا إليه وقت إطلاعه ووقت نضجه وإيناعه؛ فإن في ذلك عبراً وآياتٍ يُستدلُّ بها على رحمة الله وسَعَة إحسانِهِ وجودِهِ وكمال اقتداره وعنايته بعباده، ولكن ليس كل أحدٍ يَعْتَبِرُ ويتفكَّر، وليس كلُّ من تفكَّر؛ أدرك المعنى المقصود، ولهذا قَيَّدَ تعالى الانتفاع بالآيات بالمؤمنين، فقال: {إنَّ في ذلكم لآياتٍ لقوم يؤمنونَ}: فإن المؤمنين يحمِلُهم ما معهم من الإيمان على العمل بمقتضياته ولوازمه التي منها التفكر في آيات الله والاستنتاج منها ما يراد منها وما تدلُّ عليه عقلاً وفطرةً وشرعاً.
99. Bu buyrukta anılanlar Âdemoğulları olsun, diğer yaratılmışlar olsun bütün mahlukatın kesinlikle ihtiyaç duyduğu pek büyük lütuflardan bazılarıdır. Çünkü Yüce Allah insanların kendisine ihtiyaç duydukları bir zamanda gökten ardı arkasına su indirir. Bununla insanların ve hayvanların yedikleri türden her türlü bitkiyi bitirir. Bu yaratılmışlar da Allah’ın lütfu ile bu bitkilerden yararlanırlar. O’nun rızkı sayesinde rahata kavuşurlar ve ihsanı ile sevinirler. Kuraklık ve kıtlıktan kurtulurlar. Böylelikle kalpler ferahlar, yüzler güler. Allah’ın kulları, Rahman ve Rahim’in rahmeti sayesinde kendisi ile yararlandıkları ve gıdalandıkları şeyleri elde etmiş olurlar. Bütün bunlar ise insanların olanca gayretlerini, kendilerine bu geniş nimetleri ihsan edene şükür, ibadet, yöneliş ve O’nu sevme yolunda harcamalarını gerektirmekdir. Yüce Allah su ile bitip yeşeren çeşitli ağaç ve bitkileri genel olarak söz konusu ettikten sonra özel olarak da ekinleri ve hurma ağaçlarını -insanların çoğunun gıdasını teşkil etmeleri ve faydalarının da çokluğu dolayısı ile- söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “O (bitkiden) de yeşillikler çıkardık. O (yeşilliklerden) de birbirinin üstüne binmiş taneler çıkarırız” Biri diğerinin üstüne binmiş buğday, arpa, mısır, pirinç ve buna benzer çeşitli tahıllar çıkarırız. Bunların “birbirinin üstüne binmiş” olmakla nitelendirilmesi, tanelerinin pek çok olduğuna, hepsinin aynı maddeden beslendiklerine ama birbirine karışmadıklarına ve kökleri bir olmakla birlikte tanelerinin ayrı olduğuna işarettir. Aynı şekilde bunların çokluklarına, oldukça bol ve verimli olduklarına da işarettir. Öyle ki geride hem tohumluk kalır hem de yenmek ve saklanmak için önemli miktarda ayrılabilir. “Hurma ağacının tomurcuğundan da” hurma salkımı ortaya çıkmadan önce onun içinde saklı bulunduğu kattır ki salkım bu kattan çıkar. (toplanması) kolay hurma salkımları çıkar” yani isteyen için alınmaları kolay, sarkarak yakınlaşmış ve ne kadar uzasa da hurma ağacından toplanması zor olmayacak şekildedir. Çünkü hurma ağacında tırmanmayı kolaylaştıracak basamak gibi çıkıntılar vardır. “Yine” bu su ile “üzüm bağları, zeytin ve nar da” bitiririz. Bu ağaçlar faydaları pek çok ve oldukça önemli ağaçlardır. Bundan dolayı Yüce Allah genel olarak bütün ağaç ve bitkileri zikrettikten sonra özellikle bunları söz konusu etmiştir. “ki bunlardan kimi birbirine benzer, kimi de benzemez” buyruğundaki nitelemenin nar ve zeytin ağaçlarına ait olma ihtimali vardır. Yani bunların ağaçları ve yaprakları birbirine benze bile mahsulleri birbirine benzememektedir. Bu nitelemenin tüm ağaç ve meyvelere ait olma ihtimali de vardır ki buna göre onların bazıları birbirine benzer, nitelikleri birbirine yakındır, bazıları da birbirine benzemez, ayrı ve farklıdır. Bununla birlikte kullar bunların hepsinden yararlanır. Kimisinin meyvesinden, kimisinin yemişinden istifade ederler, gıda maddesi olarak kullanırlar ve gerekli ibreti de alırlar. Bundan dolayı Yüce Allah ibret almayı emrederek şöyle buyurmaktadır: “Meyvesine” bütün ağaçlara, özellikle de meyve verdiği zaman hurma ağacına “bir meyve verdiği zaman bir de olgunlaştığı zaman” hem tomurcuğundan ilk çıktığı hem de olgunlaştığı zaman, tefekkür ve ibretle “bakın.” Çünkü bunlarda birçok ibretler ve deliller vardır. Bunlarda Yüce Allah’ın rahmetinin ve ihsanının genişliğinin, cömertliğinin, mükemmel kudretinin, kullarına hidâyetinin delilleri vardır. Ama herkes ibret almaz ve tefekkür etmez. Üstelik tefekkür eden herkes de asıl maksat olan hususu idrak etmez. Bu bakımdan Yüce Allah âyet ve belgelerinden yararlanmayı, mü’min olma şartına bağlamış ve şöyle buyurmuştur: “Şüphe yok ki bütün bunlarda iman eden bir toplum için ibretlik deliller vardır.” Mü’minlerin sahip oldukları iman, onları bu imanın gereklerini yerine getirmeye davet eder. Bunun gerekleri arasında da Allah’ın âyetleri üzerinde tefekkür etmek, bu âyetlerden gözetilen maksatları elde etmek ve onların aklen, fıtraten ve şer’an delalet ettikleri sonuçlara ulaşmaktır.
Ayet: 100 - 104 #
{وَجَعَلُوا لِلَّهِ شُرَكَاءَ الْجِنَّ وَخَلَقَهُمْ وَخَرَقُوا لَهُ بَنِينَ وَبَنَاتٍ بِغَيْرِ عِلْمٍ سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى عَمَّا يَصِفُونَ (100) بَدِيعُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ أَنَّى يَكُونُ لَهُ وَلَدٌ وَلَمْ تَكُنْ لَهُ صَاحِبَةٌ وَخَلَقَ كُلَّ شَيْءٍ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ (101) ذَلِكُمُ اللَّهُ رَبُّكُمْ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ فَاعْبُدُوهُ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ (102) لَا تُدْرِكُهُ الْأَبْصَارُ وَهُوَ يُدْرِكُ الْأَبْصَارَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ (103) قَدْ جَاءَكُمْ بَصَائِرُ مِنْ رَبِّكُمْ فَمَنْ أَبْصَرَ فَلِنَفْسِهِ وَمَنْ عَمِيَ فَعَلَيْهَا وَمَا أَنَا عَلَيْكُمْ بِحَفِيظٍ (104)}.
100- Cinleri Allah’a ortaklar edindiler, halbuki onları da O yaratmıştır. Bilgisizce O’na oğullar ve kızlar uydurup iftira ettiler. O, onların nitelemelerinden münezzehtir ve çok yücedir. 101- O, gökleri ve yeri yoktan var edendir. O’nun bir eşi yokken nasıl çocuğu olabilir?! Üstelik her şeyi de O yaratmıştır ve O, her şeyi hakkıyla bilendir. 102- İşte Rabbiniz Allah budur! O’ndan başka hiçbir (hak) ilah yoktur. O, her şeyin yaratıcısıdır. O halde O’na ibadet edin. O, her şeye vekildir. 103- Gözler O’nu kuşatamaz, O ise bütün gözleri kuşatır. O, Latiftir, her şeyden haberdardır. 104- Doğrusu size Rabbinizden basiretler gelmiştir. Artık kim görürse kendi lehinedir, kim de görmezden gelirse kendi aleyhinedir. Ben başınızda bir bekçi değilim.
#
{100} يخبر تعالى أنه مع إحسانه لعباده وتعرفه إليهم بآياته البينات وحججه الواضحات؛ أن المشركين به من قريش وغيرهم جعلوا له شركاء يدعونهم ويعبُدونهم من الجنِّ والملائكة، الذين هم خَلْقٌ مِن خَلْق الله، ليس فيهم من خصائص الربوبيَّة والألوهيَّة شيء، فجعلوها شركاء لمن له الخلقُ والأمرُ، وهو المنعم بسائر أصناف النعم، الدافع لجميع النقم، وكذلك خَرَقَ المشركون؛ أي: ائتفكوا وافتروا من تلقاء أنفسهم لله بنينَ وبناتٍ بغير علم منهم، ومن أظلم ممن قال على الله بلا علم، وافترى عليه أشنعَ النَّقص الذي يجب تنزيهُ الله عنه، ولهذا نزَّه نفسه عما افتراه عليه المشركون، فقال: {سبحانَه وتعالى عمَّا يَصِفونَ}؛ فإنه تعالى الموصوف بكل كمالٍ، المنزَّه عن كل نقصٍ وآفةٍ وعَيْبٍ.
100. Yüce Allah, kullarına karşı bu kadar ihsanına, onlara apaçık âyetleri ve delilleri ile kendisini tanıtmasına rağmen, Kureyşlilerin ve diğerlerinin Allah’a eş koştuklarını, Allah’tan başkalarına dua ve ibadet ettiklerini bildirmektedir. Onlar, cinlerden ve meleklerden bazılarını Allah’a ortak koştular. Halbuki onlar, sadece Allah’ın yarattıkları varlıklardandır. Onlarda rububiyet ve uluhiyet özelliklerinden hiçbir şey yoktur. Buna rağmen bu varlıkları, yaratma ve emretme sadece kendisine ait olan, her türlü nimeti ihsan eden ve her türlü musibeti uzaklaştıran Zat’a ortak koştular. Aynı şekilde kendi kafalarından, herhangi bir bilgiye dayanmaksızın Allah’a oğullar ve kızlar isnat ettiler, iftirada bulundular. Bir bilgiye dayalı olmaksızın Allah hakkında söz söyleyen ve Allah’ın tenzih edilmesi gereken en çirkin eksiklikleri O’na iftira ederek uyduranlardan daha zalim kim vardır? Bundan dolayı Yüce Allah, müşriklerin kendisi hakkındaki iftiralarından zatını tenzih ederek şöyle buyurmaktadır: “O, onların nitelemelerinden münezzehtir ve çok yücedir.” Çünkü O, bütün kemal sıfatlarına sahip, her türlü noksanlık ve kusurdan da münezzehtir.
#
{101} {بديع السموات والأرض}؛ أي: خالقهما ومتقن صنعتهما على غير مثال سبق بأحسن خلق ونظام وبهاء لا تقترحُ عقول أولي الألباب مثله، وليس له في خلقهما مشارك. {أنَّى يكونُ له ولدٌ ولم تكن له صاحبةٌ}؛ أي: كيف يكون لله الولد وهو الإله السيد الصمد الذي لا صاحبةَ له؛ أي: لا زوجة، وهو الغني عن مخلوقاته، وكلها فقيرةٌ إليه مضطرةٌ في جميع أحوالها إليه، والولد لا بدَّ أن يكون من جنس والده، والله خالق كل شيء، وليس شيءٌ من المخلوقات مشابهاً لله بوجه من الوجوه. ولما ذكر عمومَ خَلْقِهِ للأشياء؛ ذكر إحاطة علمه بها، فقال: {وهو بكلِّ شيءٍ عليمٌ}، وفي ذكر العلم بعد الخلق إشارة إلى الدليل العقلي إلى ثبوت علمه، وهو هذه المخلوقات وما اشتملت عليه من النظام التامِّ والخلق الباهر؛ فإنَّ في ذلك دلالة على سَعَة علم الخالق وكمال حكمته؛ كما قال تعالى: {ألا يعلمُ مَنْ خَلَقَ وهو اللطيف الخبير}، وكما قال تعالى: {وهو الخلاَّقُ العليم}.
101. “O, gökleri ve yeri yoktan var edendir.” Onları daha önceden herhangi bir benzeri olmaksızın en güzel şekilde, en mükemmel bir düzen içerisinde ve son derece sağlam bir şekilde yaratan O’dur. Özlü akıl sahipleri, hiçbir şekilde O’nun benzerini (yapmak şöyle dursun) tasavvur dahi edemezler. Göklerin ve yerin yaratılışında O’na ortaklık eden hiçbir kimse de yoktur. “O’nun bir eşi yokken nasıl çocuğu olabilir?!” Mutlk ilah, rab, eşi bulunmayan ve hiçbir şeye muhtaç olmayan Samed olduğuna göre Allah’ın nasıl çocuğu olabilir? O’nun eşi, yani hanımı yoktur. O, mahlukatının hiçbirisine muhtaç değildir, aksine hepsi O’na, bütün hallerinde ve zorunlu olarak muhtaçtırlar. Üstelik evladın, babasının türünden olması da kaçınılmaz bir şeydir. Yüce Allah ise her şeyi yaratandır ve hiçbir yaratık hiçbir yönüyle Allah’a benzememektedir. Allah genel olarak her şeyi yarattığını söz konusu ettikten sonra bilgisiyle onları çepeçevre kuşattığını da zikrederek: “ve O, her şeyi hakkıyla bilendir” buyurmaktadır. Bu şekilde yaratmaktan sonra bilmenin söz konusu edilmesi, O’nun ilim sahibi olduğuna dair aklî delile işarettir. İşte bütün bu yaratılmışlar, onlarda görülen mükemmel düzen ve göz kamaştırıcı yaratılış, hiç şüphesiz Yaratanın ilminin genişliğine ve hikmetinin mükemmelliğine bir delildir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Yaratan bilmez mi hiç? O, Latiftir (ilmi eşyanın inceliklerini kuşatandır), her şeyden haberdardır.” (el-Mülk, 67/14); “O, yegane yaratandır, her şeyi en iyi bilendir.” (Yasin, 36/81)
#
{102} ذلكم الذي خلق ما خلق وقدَّر ما قدَّر؛ {اللهُ ربُّكم}؛ أي: المألوهُ المعبودُ الذي يستحقُّ نهاية الذُّلِّ ونهاية الحبِّ، الربُّ الذي ربَّى جميع الخلق بالنعم، وصرف عنهم صنوف النقم، خالق كل شيءٍ لا إله إلا هو {فاعبدوه}؛ أي: إذا استقرَّ وثبت أنه الله الذي لا إله إلاَّ هو؛ فاصرِفوا له جميع أنواع العبادة، وأخلصوها لله، واقصدوا بها وجهه؛ فإنَّ هذا هو المقصود من الخلق الذي خُلِقوا لأجله، {وما خَلَقْتُ الجنَّ والإنسَ إلا لِيَعبُدُونِ}. {وهو على كل شيء وكيل}، أي: جميع الأشياء تحت وكالة الله وتدبيره خلقاً وتدبيراً وتصريفاً. ومن المعلوم أن الأمر المتصرَّف فيه يكون استقامته وتمامه وكمال انتظامه بحسب حال الوكيل عليه، ووكالته تعالى على الأشياء ليست من جنس وكالة الخلق؛ فإن وكالتهم وكالة نيابة، والوكيل فيها تابع لموكله، وأما الباري تبارك وتعالى؛ فوكالته من نفسه لنفسه، متضمنة لكمال العلم وحسن التدبير والإحسان فيه والعدل، فلا يمكن أحداً أن يستدرك على الله، ولا يرى في خلقه خللاً ولا فطوراً، ولا في تدبيره نقصاً وعيباً، ومن وكالته أنه تعالى توكَّل ببيان دينه وحفظه عن المزيلات والمغيِّرات، وأنه تولَّى حفظ المؤمنين وعصمتهم عما يزيل إيمانهم ودينهم.
102. “İşte” bütün yaratıkları yaratan ve bunları mükemmel bir ölçüye göre takdir eden “Rabbiniz Allah budur.” Huzurunda en ileri derecede zelil olunmaya, sevginin en ileri şekline layık olan mabud ve ilahınız da bütün yaratıkları nimetlerle terbiye eden, onlardan türlü sıkıntıları gideren rabbiniz de O’dur. “O’ndan başka hiçbir (hak) ilah yoktur. O, her şeyin yaratıcısıdır. O halde O’na ibadet edin.” O’nun kendisinden başka hak ilah olmayan Allah olduğu sabit olduğuna göre her türlüsü ile ibadeti yalnız O’na yapın ve bu ibadetinizi de O’na ihlasla yerine getirip O’nun rızasını arayın. İşte mükelleflerin yaratılmasından maksat budur: “Ben cinleri de insanları da ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (ez-Zariyat, 51/56) “O, her şeye vekildir.” Yani her şey yaratılması, tedbiri ve çekilip çevrilmesi itibari ile Allah’ın koruması ve idaresi altındadır. Bilindiği gibi belli bir tasarruf sonucu meydana gelen bir işin istikameti, kemali ve düzeninin mükemmelliği onu koruyup gözeten, onun idaresini üstlenenin (vekilin) durumuna bağlıdır. Şanı Yüce Allah’ın varlıklar üzerinde vekil olması ise yaratılmışların vekilliğine benzemez. Onların vekilliği başkasının yerine geçmek şeklindeki geçici bir vekilliktir ve bu gibi işlerde vekil kimse kendisini vekil tayin edene tâbidir. Yaratıcının vekilliği ise kendi zatındandır ve kemal derecede ilim, en güzel şekildeki idare, ihsan ve adaleti içerir. Herhangi bir kimsenin Yüce Allah’ın bir eksikliğini telafi etmesi, O’nun yarattıklarında bir tutarsızlık, bir aksaklık görmesi, tedbir ve idaresinde bir eksiklik ve kusur tespit etmesi imkansızdır. Dinini açıklaması, onu bozacak ve değiştirecek unsurlardan koruması, mü’minleri korumayı ve onların din ve imanlarını bozacak şeylere karşı onları muhafaza etmeyi üzerine almış olması da Yüce Allah’ın vekilliği kapsamı içerisindedir.
#
{103} {لا تدركه الأبصار}: لعظمته وجلالِهِ وكماله، أي: لا تحيط به الأبصار وإن كانت تراه وتفرح بالنظر إلى وجهه الكريم، فنَفْيُ الإدراك لا يَنْفي الرؤية، بل يثبتها بالمفهوم؛ فإنه إذا نفى الإدراك الذي هو أخص أوصاف الرؤية؛ دلَّ على أن الرؤية ثابتة؛ فإنه لو أراد نفي الرؤية؛ لقال: لا تراه الأبصارُ ... ونحو ذلك، فعلم أنه ليس في الآية حجة لمذهب المعطلة الذين ينفون رؤية ربِّهم في الآخرة، بل فيها ما يدل على نقيض قولهم. {وهو يدرِكُ الأبصار}؛ أي: هو الذي أحاط علمُهُ بالظواهر والبواطن، وسمعُهُ بجميع الأصوات الظاهرة والخفية، وبصرُهُ بجميع المبصرات صغارها وكبارها، ولهذا قال: {وهو اللطيف الخبير}؛ أي: الذي لَطُفَ علمه وخبرته ودقَّ حتى أدرك السرائر والخفايا والخبايا والبواطن، ومن لطفه أنه يسوقُ عبدَه إلى مصالح دينه، ويوصلها إليه بالطرق التي لا يشعر بها العبد ولا يسعى فيها، ويوصله إلى السعادة الأبدية والفلاح السرمديِّ من حيث لا يحتسب، حتى إنه يقدِّرُ عليه الأمورَ التي يكرهها العبدُ ويتألَّمُ منها ويدعو اللهَ أن يزيلَها؛ لعلمه أن دينَهُ أصلح؛ وأن كمالَه متوقِّفٌ عليها؛ فسبحان اللطيفِ لما يشاء الرحيم بالمؤمنين.
103. “Gözler” azameti, celali ve kemali dolayısı ile “O’nu kuşatamaz”; yani âhirette gözler Allah’ı görecek, O’nun kerim zatına bakmakla sevince gark olacak olsa bile yine de O’nu kuşatamazlar. Burada gözlerin O’nu kuşatmasının nefyedilmesi, görülmesinin nefyedilmesi demek değildir. Aksine bu buyruğun mefhumu görmeyi isbat etmektedir. Çünkü bu buyruk görmenin en özel niteliği olan “kuşatmayı” nefyetmektedir. Bu ise ruyetin (Allah’ın ahirette görülmesinin) sabit olduğuna delildir. Çünkü Yüce Allah “görmeyi” nefyetmeyi murad etmiş olsaydı: “Gözler onu göremez” buyurur veya benzeri bir ifade kullanırdı. Böylelikle âyet-i kerimede âhirette Rablerinin görülmesini kabul etmeyen Muattile (Mutezile vb.) mezhebi lehine delil olacak bir taraf yoktur. Aksine onların görüşlerinin tam aksine delil vardır. “O ise bütün gözleri kuşatır” İlmi görüleni ve görülmeyeni, işitmesi açık ve gizli bütün sesleri, görmesi de küçüğü ile büyüğü ile görülmeye konu olan her şeyi kuşatır. Bundan dolayı Yüce Allah: “O, Latiftir, her şeyden haberdardır” buyurmaktadır. Yani O her bir şeyi bütün incelikleri ve ayrıntıları ile bilir. O kadar ki gizlilikleri, saklı olan şeyleri, üstü kapalı olan şeyleri de idrak edip bilir. Kulunu dininin maslahatlarına yönlendirmesi, fark etmeyeceği hatta uğrunda çaba ve gayret harcamadığı birtakım yollarla bu maslahatları ona ulaştırması da O’nun Latif oluşunun bir tecellisidir. Yine Yüce Allah kulunu ebedi mutluluğa, sonu gelmez kurtuluşa ummadığı yerlerden ulaştırır. Hatta kulun hoşlanmadığı, acı duyduğu ve Allah’a onları kaldırması için dua ettiği şeyleri bile kulu hakkında takdir eder ki bunu da Yüce Allah’ın, böylesinin kulun dini açısından daha uygun olduğunu ve onun mükemmele doğru ilerlemesinin bunlara bağlı olduğunu bildiği için yapar. Dilediği şekilde lütufta bulunan ve mü’minlere çok merhametli olan Allah’ın şanı ne yücedir!
#
{104} {قد جاءكم بصائرُ من ربِّكم فمن أبصر فلنفسِهِ ومن عَمِيَ فعليها وما أنا عليكم بحفيظٍ}: لما بيَّن تعالى من الآيات البينات والأدلة الواضحات الدالة على الحقِّ في جميع المطالب والمقاصد؛ نبَّه العباد عليها، وأخبر أن هدايتهم وضدها لأنفسهم، فقال: {قد جاءَكُم بصائِرُ من ربِّكُم}؛ أي: آيات تبيِّن الحقَّ وتجعله للقلب بمنزلة الشمس للأبصار؛ لما اشتملت عليه من فصاحة اللفظ وبيانه ووضوحه ومطابقته للمعاني الجليلة والحقائق الجميلة؛ لأنَّها صادرةٌ من الربِّ الذي ربَّى خلقه بصنوف نعمه الظاهرة والباطنة، التي من أفضلها وأجلها تبيين الآيات وتوضيح المشكلات. {فمن أبصر}: بتلك الآياتِ مواقعَ العبرة وعمل بمقتضاها {فلنفسه}: فإنَّ الله هو الغنيُّ الحميد، ومن عَمِيَ بأن بُصِّرَ فلم يَتَبَصَّر، وزُجِرَ فلم ينزجِرْ، وبُيِّن له الحقُّ فما انقاد له ولا تواضع؛ فإنما عماه مضرَّتُه عليه. {وما أنا}: أيها الرسول، {عليكم بحفيظٍ}: أحفظ أعمالَكم وأراقِبُها على الدوام، إنما عليَّ البلاغُ المبين، وقد أدَّيته وبلَّغت ما أنزل الله إليَّ؛ فهذه وظيفتي، وما عدا ذلك فلست موظفاً فيه.
104. Yüce Allah, istenen ve maksat olarak gözetilen bütün alanlarda hakka delil olan apaçık âyetleri ve delilleri beyan ettikten sonra kullarının dikkatini bunlara çekmekte, hidâyet bulmalarının da bunun aksi durumu seçmelerinin de kendi ellerinde olduğunu haber vererek şöyle buyurmaktadır: “Doğrusu size Rabbinizden basiretler” yani hakkı açıkça ortaya koyan, onu kalpler için gözler önündeki güneş gibi apaçık bir hale getiren âyetler gelmiştir. Bu apaçık oluş, âyetlerin ihtiva ettiği lafızların fesahati, açıklığı, netliği, bu lafızların üstün ve yüce manalara ve değerli gerçeklere mutabık düşmesinden dolayıdır. Çünkü bu âyet-i kerimeler, yarattıklarını görünen ve görünmeyen çeşitli nimetleri ile besleyen yüce Rabden gelmiştir. Bu nimetlerin en faziletlisi ve en değerlisi ise bu âyetlerin açıklanması ve içinden çıkılmaz meselelerin vuzuha kavuşturulmasıdır. “Artık kim” bu âyetler sayesinde ibret alınacak yerleri “görürse” ve bunlar gereğince amel ederse “kendi lehinedir.” Çünkü Allah'ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur; her halde övgüye layık olandır. “Kim de görmezden gelirse” gösterildiği halde görmeye çalışmaz, sakındırıldığı halde sakınmaz, hak kendisi için besbelli olmakla birlikte hakka uymaz ve hakkın önünde alçakgönüllülük göstermezse “kendi aleyhinedir.” Yani onun bu körlüğünün zararı kendisinedir. “Ben” yani peygamber “başınızda” amellerinizi tespit eden ve sürekli olarak sizi gözetleyen “bir bekçi değilim.” Bana düşen apaçık tebliğden ibarettir. Ben de bunu yerine getirdim ve Allah’ın bana indirdiklerini tebliğ ettim. Benim görevim işte budur. Bunun dışındaki şeyler ise benim görev alanıma girmez.
Ayet: 105 - 108 #
{[وَكَذَلِكَ نُصَرِّفُ الْآيَاتِ وَلِيَقُولُوا دَرَسْتَ وَلِنُبَيِّنَهُ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ (105) اتَّبِعْ مَا أُوحِيَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ وَأَعْرِضْ عَنِ الْمُشْرِكِينَ (106) وَلَوْ شَاءَ اللَّهُ مَا أَشْرَكُوا وَمَا جَعَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَفِيظًا وَمَا أَنْتَ عَلَيْهِمْ بِوَكِيلٍ (107)] وَلَا تَسُبُّوا الَّذِينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ فَيَسُبُّوا اللَّهَ عَدْوًا بِغَيْرِ عِلْمٍ كَذَلِكَ زَيَّنَّا لِكُلِّ أُمَّةٍ عَمَلَهُمْ ثُمَّ إِلَى رَبِّهِمْ مَرْجِعُهُمْ فَيُنَبِّئُهُمْ بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ (108)}.
105- İşte biz âyetleri böylece türlü türlü açıklarız ki bu sayede onlar: “Sen (bunları ehl-i kitaptan) öğrenmişsin” derler ve biz de onu bilen bir topluma beyan ederiz. 106- Rabbinden sana vahyolunana uy! Ondan başka hiçbir (hak) ilah yoktur. Müşriklerden de yüz çevir! 107- Eğer Allah dileseydi onlar şirk koşmazlardı. Biz seni onların başına bir bekçi kılmadık. Onların üzerinde bir vekil de değilsin. 108- (Müşriklerin) Allah’ın yanı sıra yalvardıkları (ilahlara) sövmeyin. Sonra onlar da haddi aşıp bilgisizce Allah’a söverler. İşte biz böylece her ümmete yaptıklarını süsledik. Sonra dönüşleri yalnız Rab’lerinedir. O da kendilerine yaptıklarını haber verecektir.
#
{108} ينهى الله المؤمنين عن أمر كان جائزاً بل مشروعاً في الأصل، وهو سبُّ آلهة المشركين التي اتُّخذت أوثاناً وآلهة مع الله، التي يُتَقَرَّب إلى الله بإهانتها وسبها، ولكن لمَّا كان هذا السبُّ طريقاً إلى سبِّ المشركين لربِّ العالمين، الذي يجب تنزيه جنابه العظيم عن كل عيبٍ وآفةٍ وسبٍّ وقدح؛ نهى الله عن سبِّ آلهة المشركين؛ لأنهم يحمون لدينهم ويتعصَّبون له؛ لأن كلَّ أمة زين الله لهم عملهم فرأوه حسناً وذبوا عنه ودافعوا بكل طريق، حتى إنهم يسبُّون الله ربَّ العالمين الذي رسخت عظمتُهُ في قلوب الأبرار والفجار إذا سبَّ المسلمون آلهتهم، ولكن الخلقَ كلَّهم مرجعُهم ومآلُهم إلى الله يوم القيامة، يعرَضون عليه وتعرَضُ أعمالهم، فينبِّئهم بما كانوا يعملون من خيرٍ وشرٍّ. وفي هذه الآية الكريمة دليلٌ للقاعدة الشرعيَّة، وهو أن الوسائل تُعتبر بالأمور التي توصِلُ إليها، وأن وسائل المحرم ـ ولو كانت جائزة ـ تكون محرمةً إذا كانت تفضي إلى الشرِّ.
[105. “İşte biz âyetleri böylece türlü türlü açıklarız ki bu sayede onlar: “Sen (bunları ehl-i kitaptan) öğrenmişsin” derler ve biz de onu bilen bir topluma beyan ederiz.” Bu Kur'ân’da müşriklere tevhid, nübüvvet ve ahiret konularında açık delilleri açıkladığımız gibi yine onlara bilmedikleri her konudaki delilleri de açıklarız. Onlarsa yalana sarılıp: Sen, bunları kitap ehlinden öğrendin, derler. Biz de ayetleri türlü türlü açıklamak suretiyle hakkı, onu bilen, kabul eden ve ona tabi olan bir topluma açıklarız ki bunlar, Allah Rasulü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e ve ona indirilene iman edenlerdir. 106. “Rabbinden sana vahyolunana uy! Ondan başka hiçbir (hak) ilah yoktur. Müşriklerden de yüz çevir!” Ey Rasul, sana vahyettiğimiz emirlere ve yasaklara uy ki onların en önemlisi Allah'ın tevhid edilmesi ve O’na davettir. Müşriklerin inadına ve batıl iddialarına da aldırış etme! 107. “Eğer Allah dileseydi onlar şirk koşmazlardı. Biz seni onların başına bir bekçi kılmadık. Onların üzerinde bir vekil de değilsin” Eğer Yüce Allah bu müşriklerin şirk koşmamasını dileseydi şirk koşmazlardı. Ancak Allah, ilerde olacakları bildiği için onların kötü yönde tercih yapacaklarını ve sapkın hevalarına uyacaklarını da bilir. O nedenel ey Rasul, biz seni onlar üzerinde amellerini tespit edecek bir bekçi ve gözcü kılmadığımız gibi onların menfaatlerini idare edecek bir vekil ve yönetici de kılmadık.][4] 108. Yüce Allah bu ayette aslı itibariyle caiz hatta meşru olan bir hususu işlemeyi mü’minlere yasaklamaktadır. Bu da müşriklerin Allah ile birlikte edindikleri ilahlara ve putlara sövmektir. Aslında onların hakir düşürülmeleri ve sövülmeleri Allah’a yaklaştıran sebeplerdendir. Ancak bu sövme müşriklerin, her türlü kusurdan, sövmeden, hakaretten ve dil uzatmadan, tazim ve tenzih edilmesi gereken alemlerin Rabbine sövmelerine sebep olacağından dolayı Yüce Allah, müşriklerin ilahlarına sövmeyi yasaklamaktadır. Çünkü onlar kendi dinlerine taassup gösterir ve onun için gayrete gelirler. Zira Yüce Allah her bir ümmete yaptıklarını süslü göstermiştir, bu nedenle onlar da onu güzel görmüş, her yolla onu koruyup savunmaya çalışmışlardır. Öyle ki müslümanlar onların ilahlarına sövecek olurlarsa, iyilerin kalplerinde de kötülerin kalplerinde de azameti sağlamca yer etmiş bulunan alemlerin Rabbi olan Allah’a dahi söverler. Ancak bütün insanların kıyamet gününde dönüşleri ve varacakları yer Allah’ın huzurudur. O’nun karşısına çıkacaklar ve onlara dünyadaki amelleri gösterilecektir. Allah da hayır olsun şer olsun bütün yaptıklarını onlara haber verecektir. Bu âyet-i kerime şu şer’î kaidenin de delilidir: “Araçlar ulaştıracağı amaçlara göre nazar-ı itibare alınır.” Helal yol ve araçlar, eğer kötülüğe görütürüyor ise haram olurlar.
Ayet: 109 - 111 #
{ وَأَقْسَمُوا بِاللَّهِ جَهْدَ أَيْمَانِهِمْ لَئِنْ جَاءَتْهُمْ آيَةٌ لَيُؤْمِنُنَّ بِهَا قُلْ إِنَّمَا الْآيَاتُ عِنْدَ اللَّهِ وَمَا يُشْعِرُكُمْ أَنَّهَا إِذَا جَاءَتْ لَا يُؤْمِنُونَ (109) وَنُقَلِّبُ أَفْئِدَتَهُمْ وَأَبْصَارَهُمْ كَمَا لَمْ يُؤْمِنُوا بِهِ أَوَّلَ مَرَّةٍ وَنَذَرُهُمْ فِي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ (110) وَلَوْ أَنَّنَا نَزَّلْنَا إِلَيْهِمُ الْمَلَائِكَةَ وَكَلَّمَهُمُ الْمَوْتَى وَحَشَرْنَا عَلَيْهِمْ كُلَّ شَيْءٍ قُبُلًا مَا كَانُوا لِيُؤْمِنُوا إِلَّا أَنْ يَشَاءَ اللَّهُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَهُمْ يَجْهَلُونَ (111)}.
109- Onlar eğer kendilerine bir mucize gelirse mutlaka ona iman edeceklerine dair var güçleri ile Allah adına yemin ettiler. De ki: “Mucizeler ancak Allah katındadır.” O mucize geldiği zaman da yine iman etmeyeceklerinin farkında değil misiniz? 110- Onların kalplerini ve gözlerini çeviririz de ilk defa ona iman etmedikleri gibi (yine iman etmezler) ve biz de onları azgınlıkları içerisinde şaşkın bir halde bırakırız. 111- Eğer biz (istedikleri gibi) onlara melekleri indirseydik, ölüler de onlarla konuşsaydı ve her şeyi karşılarına toplasaydık onlar yine de -Allah dilemedikçe- iman etmezlerdi. Fakat onların çoğu bilmezler.
#
{109} أي: وأقسم المشركون المكذِّبون للرسول محمد - صلى الله عليه وسلم - {بالله جَهْدَ أيمانِهِم}؛ أي: قسماً اجتهدوا فيه وأكَّدوه، {لئن جاءتْهم آيةٌ}: تدلُّ على صدق محمد - صلى الله عليه وسلم -، {ليؤمنُنَّ بها}: وهذا الكلام الذي صدر منهم لم يكن قصدُهم فيه الرشاد، وإنما قصدُهم دفع الاعتراض عليهم وردُّ ما جاء به الرسول قطعاً؛ فإنَّ الله أيَّد رسوله - صلى الله عليه وسلم - بالآيات البينات والأدلة الواضحات التي عند الالتفات لها لا تَبْقَى أدنى شُبهة ولا إشكال في صحَّة ما جاء به؛ فطلبهم بعد ذلك للآيات من باب التعنُّت الذي لا يلزم إجابته، بل قد يكون المنع من إجابتهم أصلح لهم؛ فإنَّ الله جرت سنَّتُهُ في عباده أن المقترحين للآيات على رسلهم إذا جاءتهم فلم يؤمنوا بها أنه يعاجلهم بالعقوبة، ولهذا قال: {قل إنَّما الآياتُ عند الله}؛ أي: هو الذي يرسلها إذا شاء، ويمنعها إذا شاء، ليس لي من الأمر شيء، فطلبُكم مني الآيات ظلمٌ وطلبٌ لما لا أملك، وإنما توجَّهون إلى توضيح ما جئتكم به وتصديقه، وقد حصل، ومع ذلك؛ فليس معلوماً أنَّهم إذا جاءتهم الآيات يؤمنون ويصدِّقون، بل الغالب ممن هذه حاله [أنه] لا يؤمن، ولهذا قال: {وما يشعِرُكم أنها إذا جاءتْ لا يؤمنونَ}.
109. “Onlar” yani Allah Rasûlü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i yalanlayan müşrikler: “eğer kendilerine” Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in doğruluğuna delalet eden “bir mucize gelirse mutlaka ona iman edeceklerine dair var güçleri ile” yani alabildiğine büyük yeminler ederek ve yeminlerini pekiştirerek “Allah adına yemin ettiler.” Ancak onların söyledikleri bu sözden kasıtları, doğruyu bulmak değildi. Onların esas maksatları kendilerine yapılan itirazı önlemek ve peygamberlerin getirdikleri kesin gerçekleri reddetmekti. Çünkü Yüce Allah Rasûlü’nü apaçık âyetlerle ve kesin delillerle desteklemiştir. Bunlara dikkat edilecek olursa onun getirdiklerinin doğruluğunda en ufak bir şüphe ve anlaşılamayacak bir husus kalmaz. Artık bundan sonra onların mucize istekleri, kabul edilmeyi ve olumlu karşılanmayı hak etmeyen, inatlaşma kabilinden bir istektir. Hatta bu tür isteklerinin kabul edilmemesi, onların faydasınadır. Çünkü Yüce Allah’ın kulları hakkında cereyan edegelen sünneti/kanunu şudur: Peygamberlerine mucizeler göstermesi teklifinde bulunanlara istedikleri mucizeler gelecek olur da onlara iman etmeyecek olurlarsa onlar, bu dünyada derhal cezalandırılırlar. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “De ki: Mucizeler ancak Allah katındadır” Yani dilediği vakit bunları gönderen, dilemediği vakit göndermeyen O’dur. Bu konuda benim herhangi bir yetkim söz konusu değildir. Öyleyse benden bir takım mucizeler göstermemi istemeniz, hem bir haksızlıktır hem de güç yetiremeyeceğim şeyleri benden istemeniz demektir. Benden istenen size getirdiklerimin açıklanması ve buna karşılık sizin bunları tasdik etmenizdir. Ben de size getirdiklerimi açıklamış bulunuyorum. Bununla birlikte istedikleri mucizeler gelecek olsa bile iman ve tasdik edip etmeyecekleri belli değildir. Aksine bu durumda olanlardan çoğunlukla görülen, iman etmedikleridir. Bundan dolayı Yüce Allah: “O mucize geldiği zaman da yine iman etmeyeceklerinin farkında değil misiniz?” buyurmaktadır.
#
{110} {ونُقَلِّبُ أفئدتَهم وأبصارَهم كما لم يؤمِنوا به أولَ مرةٍ ونذرُهم في طُغيانهم يعمَهونَ}؛ أي: ونعاقبهم إذا لم يؤمنوا أول مرة يأتيهم فيه الداعي وتقوم عليهم الحجَّة بتقليب القلوب والحيلولة بينهم وبين الإيمان وعدم التوفيق لسلوك الصراط المستقيم، وهذا من عدل الله وحكمته بعباده؛ فإنهم الذين جَنَوْا على أنفسهم، وفُتح لهم الباب فلم يدخلوا، وبُيِّن لهم الطريق فلم يسلكوا؛ فبعد ذلك إذا حُرِموا التوفيق؛ كان مناسباً لأحوالهم.
110. Yani davetçinin kendilerine geldiği ve onlara karşı delilin ortaya konduğu ilk seferinde iman etmedikleri için kalplerini çevirmek, iman etmelerini engellemek ve dosdoğru yolu izlemeye onları muvaffak kılmamak sureti ile onları cezalandırırız. Bu, Yüce Allah’ın adaletindendir. Kulları hakkındaki hikmetinin gereğidir. Çünkü bu yanlışı kendi aleyhlerine olmak üzere işleyenler onlardır. Onlara hidâyet kapısı açılmış ama onlar bu kapıdan girmemişlerdir. Onlara doğru yol açıkça bildirilmiş ama onlar o yolu izlememişlerdir. Artık bundan sonra hidâyete muvaffak olmaktan mahrum edilmeleri bu hallerine uygun düşmüştür.
#
{111} وكذلك تعليقهم الإيمان بإرادتهم ومشيئتهم وحدهم وعدم الاعتماد على الله من أكبر الغلط؛ فإنهم لو جاءتهم الآياتُ العظيمة من تنزيل الملائكة إليهم يشهدون للرسول بالرسالة وتكليم الموتى وبعثهم بعد موتهم، وحشرنا عليهم كلَّ شيءٍ حتى يكلِّمهم قبلاً ومشاهدةً ومباشرة بصدق ما جاء به الرسول؛ ما حَصَلَ لهم الإيمان إذا لم يشأ الله إيمانهم، ولكن أكثرهم يجهلون؛ فلذلك رتَّبوا إيمانهم على مجرد إتيان الآيات، وإنما العقل والعلم أن يكون العبد مقصوده اتِّباع الحق، ويطلبه بالطرق التي بيَّنها الله، ويعمل بذلك، ويستعين ربَّه في اتباعه، ولا يتَّكل على نفسه وحوله وقوته، ولا يطلب من الآيات الاقتراحية ما لا فائدة فيه.
111. Aynı şekilde onların, imanı yalnızca kendi irade ve meşietlerine bağlı kabul edip bu konuda Yüce Allah’ın iradesini hesaba katmamaları da en büyük yanlışlardan biridir. Çünkü eğer onlara Rasûlullah’ın peygamberliğine tanıklık eden meleklerin indirilmesi, ölülerin diriltilmeleri ve konuşmaları gibi büyük mucizeler gelecek olsa, “ve her şeyi” onlarla konuşsunlar diye “karşılarına” şahit olacakları, doğrudan görecekleri ve peygamberin getirdiklerinin doğruluğunu açıklayacak şekilde “toplasaydık onlar yine de” eğer Allah onların iman etmelerini istemeyecek olursa “iman etmezlerdi. Fakat onların çoğu bilmezler.” cahillik ederler. Bundan dolayıdır ki iman etmelerini sırf teklif ettikleri mucizelerin gelmesine bağlamışlardır. Halbuki akıl ve ilim, kulun hakka tâbi olması gerektiğini ve Allah’ın açıkladığı yollarla bunu bulmaya çalışmasını, bunun için gayret etmesini, hakka tâbi olma hususunda Rabbinden yardım dileyerek kendi nefsine, güç ve imkânlarına güvenmemesini ve faydasız yere mucizelerin gösterilmesini istememesini gerektirir.
Ayet: 112 - 113 #
{وَكَذَلِكَ جَعَلْنَا لِكُلِّ نَبِيٍّ عَدُوًّا شَيَاطِينَ الْإِنْسِ وَالْجِنِّ يُوحِي بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ زُخْرُفَ الْقَوْلِ غُرُورًا وَلَوْ شَاءَ رَبُّكَ مَا فَعَلُوهُ فَذَرْهُمْ وَمَا يَفْتَرُونَ (112) وَلِتَصْغَى إِلَيْهِ أَفْئِدَةُ الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْآخِرَةِ وَلِيَرْضَوْهُ وَلِيَقْتَرِفُوا مَا هُمْ مُقْتَرِفُونَ (113)}.
112- İşte böylece biz, her peygambere ins ve cin şeytanlarını düşman kıldık. Onlardan kimi kimine aldatmak için yaldızlı birtakım sözler fısıldarlar. Eğer rabbin dileseydi bunu yapamazlardı. Artık sen de onları iftiraları ile başbaşa bırak. 113- Tâ ki âhirete iman etmeyenlerin kalpleri o (yaldızlı sözlere) meyletsin, ondan hoşnut olsunlar ve kazanacakları (günahları) kazansınlar.
#
{112} يقول تعالى مسلياً لرسولِه [محمدٍ]- صلى الله عليه وسلم -: وكما جعلنا لك أعداء يردُّون دعوتك ويحاربونك ويحسدونك؛ فهذه سنتنا أن نجعل لكلِّ نبي نرسله إلى الخلق أعداءً من شياطين الإنس والجن يقومون بضد ما جاءت به الرسل، {يوحي بعضُهم إلى بعض زُخْرُفَ القول غروراً}؛ أي: يزين بعضُهم لبعض الأمر الذي يدعون إليه من الباطل ويزخرفونَ له العبارات حتى يجعلوه في أحسن صورة ليغترَّ به السفهاءُ وينقادَ له الأغبياءُ الذين لا يفهمون الحقائق ولا يفقهون المعاني، بل تعجبهم الألفاظ المزخرفة والعبارات المموِّهة، فيعتقدون الحقَّ باطلاً والباطل حقًّا.
112. Yüce Allah, Rasûlünü teselli ederek şöyle buyurmaktadır: Biz sana çağrını reddeden, seninle savaşan ve seni kıskanan düşmanlar var ettiğimiz gibi sünnetimizin/kanunumuzun bir gereği olarak biz, insanlara gönderdiğimiz her bir peygambere ins ve cin şeytanlarından düşmanlar kıldık. Bunlar da peygamberlerin getirdiklerinin karşısında durmuşlardır. “Onlardan kimi kimine aldatmak için yaldızlı birtakım sözler fısıldarlar” Yani onların kimisi diğerlerine kendisine davet ettikleri batılı süslerler, sözleri allayıp pullarlar ve onu en güzel şekle sokmaya çalışırlar. Tâ ki akılsızlar, bu sözlere aldansın, gerçekleri anlayamayan, anlamları kavrayamayan ahmaklar bunlara bağlanıp itaat etsin. Zira bunlar allı pullu lafızları ve üstü yaldızlanmış ibareleri beğenirler. Bunun sonucunda da hakkı batıl, batılı da hak olarak kabul ederler. Bundan dolayı Yüce Allah devamla şöyle buyurmaktadır:
#
{113} ولهذا قال تعالى: {ولِتَصْغَى إليه}؛ أي: ولتميلَ إلى ذلك الكلام المزخرف {أفئدةُ الذين لا يؤمنون بالآخرة}: لأن عدم إيمانهم باليوم الآخر وعدم عقولهم النافعة يحمِلُهم على ذلك، {ولِيَرْضَوْه}: بعد أن يَصْغَوا إليه، فيصغَوْن إليه أولاً، فإذا مالوا إليه ورأوا تلك العبارات المستحسنة؛ رضوه وزُيِّن في قلوبهم وصار عقيدةً راسخةً وصفة لازمة، ثم ينتجُ من ذلك أن يقترفوا من الأعمال والأقوال ما هم مقترفون؛ أي: يأتون من الكذب بالقول والفعل ما هو من لوازم تلك العقائد القبيحة؛ فهذه حال المفترين شياطين الإنس والجن المستجيبين لدعوتهم، وأما أهل الإيمان بالآخرة وأولو العقول الوافية والألباب الرزينة؛ فإنهم لا يغترُّون بتلك العبارات، ولا تخلبهم تلك التمويهات، بل همَّتهم مصروفةٌ إلى معرفة الحقائق، فينظرون إلى المعاني التي يدعو إليها الدعاة؛ فإن كانت حقًّا؛ قبلوها وانقادوا لها، ولو كُسِيَتْ عباراتٍ رديةً وألفاظاً غير وافية، وإن كانت باطلاً؛ ردُّوها على من قالها، كائناً مَن كان، ولو ألبست من العبارات المستحسنة ما هو أرقُّ من الحرير. ومن حكمةِ اللهِ تعالى في جعله للأنبياء أعداءً وللباطل أنصاراً قائمين بالدعوة إليه: أن يحصُلَ لعبادِهِ الابتلاءُ والامتحانُ؛ ليتميَّز الصادقُ من الكاذب، والعاقل من الجاهل، والبصير من الأعمى. ومن حكمتِهِ: أنَّ في ذلك بياناً للحقِّ وتوضيحاً له؛ فإنَّ الحقَّ يستنير ويتَّضح إذا قام الباطل يصارعه ويقاومه؛ فإنه حينئذ يتبيَّن من أدلة الحقِّ وشواهده الدالة على صدقه وحقيقته ومن فساد الباطل وبطلانه ما هو من أكبر المطالب التي يتنافس فيها المتنافسون.
113. “Tâ ki âhirete iman etmeyenlerin kalpleri” bu süslü ve allı pullu sözlere “meyletsin.” Çünkü âhiret gününe iman etmeyip yararlanabilecekleri akıllara sahip olmayışları, onları buna iter. Ona meyletmelerinden sonra bir de “ondan hoşnut olsunlar” Yani önce ona meylederler, ona meyledip beğendikleri sözleri işitince de onlardan hoşnut olurlar. Bu, kalplerinde süslü gösterilir, onlarda köklü bir inanç ve ayrılamayacakları bir nitelik halini alır. Bunun ardından da devamlı işleyip durdukları davranışları ve söyleyegeldikleri sözleri sonuç olarak ortaya çıkar. Yani söz ve davranışları ile öyle yalanlar irtikab ederler ki bunlar, onların bu çirkin inançlarının bir parçasıdır. İşte ins ve cin şeytanlarının iftiracılarının ve onların çağrılarını kabul edenlerin hali budur. Âhirete iman eden, yetkin akıl, sağlam idrak ve düşünce sahibi kimseler ise bu gibi sözlere aldanmazlar. Bu gibi allı pullu ifadeler onların aklını çelmez. Aksine bunların bütün gayretleri gerçekleri bilmeye adanmıştır. O bakımdan onlar, davetçilerin kendisine davet ettikleri anlam ve hususlara dikkat ederler. Eğer bunlar gerçek ise kabul ederler. Bu gerçeklere de itaat ederler. İsterse bu gerçekler kötü ifadelere büründürülmüş ve yeterli olmayan sözlerle dile getirilmiş olsun. Şâyet onlara sunulan bu hususlar, batıl ise kim olursa olsun bunları reddedip söyleyene iade ederler. İsterse ipekten de ince ve güzel ibareler bu batıllara giydirilmiş olsun. Yüce Allah’ın peygamberlere birtakım düşmanlar, batıla da ona davet eden, ona yardım ve destek veren yardımcılar kılmasının hikmetlerinden birisi, kullarını sınamak, imtihan etmektir. Böylelikle kimin doğru ve samimi, kimin yalancı, kimin aklı başında, kimin cahil, kimin basiret sahibi, kimin de kör olduğu ortaya çıksın. Yine bu hikmetlerden birisi bu yolla hakkın açıklanması ve daha bir netlik kazanmasıdır. Çünkü batıl hakka karşı dikilip onunla mücadele edip ona karşı direnecek olursa hak, daha bir aydınlık kazanır ve daha da vuzuha kavuşur. Çünkü o takdirde hakkın delilleri, onun doğruluğuna ve gerçekliğine delalet eden tanıkları açıkça ortaya çıkar, batılın tutarsızlığı ve geçersizliği de daha bir belirginleşir. Bu ise uğrunda birbirleri ile yarışanların en büyük maksatları arasında yer alır.
Ayet: 114 - 115 #
{أَفَغَيْرَ اللَّهِ أَبْتَغِي حَكَمًا وَهُوَ الَّذِي أَنْزَلَ إِلَيْكُمُ الْكِتَابَ مُفَصَّلًا وَالَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْلَمُونَ أَنَّهُ مُنَزَّلٌ مِنْ رَبِّكَ بِالْحَقِّ فَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الْمُمْتَرِينَ (114) وَتَمَّتْ كَلِمَتُ رَبِّكَ صِدْقًا وَعَدْلًا لَا مُبَدِّلَ لِكَلِمَاتِهِ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ (115)}.
114- “O, size Kitabı açıklanmış bir halde indirmişken Allah’tan başka bir hakem mi arayacak mışım?!” Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, onun Rabbin tarafından hak ile indirildiğini bilirler. O halde sakın şüphe edenlerden olma. 115- Rabbinin sözü, doğruluk ve adalet bakımından eksiksizdir. O’nun sözlerini değiştirebilecek yoktur. O, Semidir, Alimdir.
#
{114} أي: قلْ يا أيُّها الرسولُ: {أفغير الله أبتغي حَكَماً}: أحاكم إليه وأتقيَّد بأوامره ونواهيه؛ فإن غير الله محكومٌ عليه لا حاكم، وكلُّ تدبير وحكم للمخلوق؛ فإنه مشتمل على النقص والعيب والجور، وإنما الذي يجب أن يُتَّخذ حاكماً؛ فهو الله وحده لا شريك له، الذي له الخلق والأمر {الذي أنزل إليكم الكتاب مفصَّلاً}؛ أي: موضحاً فيه الحلال والحرام والأحكام الشرعية وأصول الدين وفروعه، الذي لا بيان فوقَ بيانِهِ، ولا برهانَ أجلى من برهانه، ولا أحسن منه حكماً، ولا أقوم قيلاً؛ لأنَّ أحكامه مشتملة على الحكمة والرحمة، وأهل الكتب السابقة من اليهود والنصارى يعترفون بذلك و {يعلمونَ أنَّه منزَّلٌ من ربِّك بالحقِّ}: ولهذا تواطأت الإخبارات، {فلا} تَشُكَّنَّ في ذلك ولا {تكوننَّ من الممترين}.
114. Yani ey Rasul, de ki: “O, size kitabı açıklanmış bir halde” içinde helâl ve haramın açıkça belirtildiği, şeri hükümlerin, dinin itikadi esaslarının, fer’i hükümlerinin en ileri derecede beyan edildiği, en açık belgelerle dile getirildiği, en güzel hükümleri ve en doğru sözleri ihtiva eder şekilde “indirmişken Allah’tan başka” hükmüne başvuracağım, emir ve yasaklarına bağlı kalacağım “bir hakem mi arayacak mışım?!” Çünkü Allah’ın dışındaki bütün varlıklar, hakkında hüküm verilenlerdir, hüküm veren değil. Yaratılmışların verecekleri bütün hükümler ve her türlü tedbir ve irade, kesinlikle eksiktir, kusurludur, haksızcadır. Hakem kabul edilmesi gereken ancak ve ancak Yüce Allah’tır. Yaratmak da emretmek de yalnız O’nundur. O, tektir. O’nun hiçbir ortağı yoktur. O’nun hükümlerinin bu nitelikte olması, hikmet ve rahmeti içermesinden dolayıdır. Nitekim Yahudi ve Hıristiyanlar gibi kendilerine önceden kitap indirilmiş olanlar da bunu itiraf ederler: “Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, onun Rabbin tarafından hak ile indirildiğini bilirler.” Bu sebepledir ki ilahi haberler hep birbirini doğrular mahiyette gelmiştir. “O halde sakın” bu hususta “şüphe edenlerden olma!” Daha sonra Yüce Allah, ilâhi haberlerin açık oluşlarını vasfederek şöyle buyurmaktadır:
#
{115} ثم وصف تفصيلها فقال: {وتمَّتْ كلمةُ ربِّك صدقاً وعدلاً}؛ أي: صدقاً في الإخبار وعدلاً في الأمر والنهي؛ فلا أصدق من أخبار الله التي أودعها هذا الكتاب العزيز، ولا أعدل من أوامره ونواهيه، {لا مبدِّلَ لكلماتِهِ}؛ حيثُ حفظها وأحكمها بأعلى أنواع الصدق وبغاية الحقِّ؛ فلا يمكن تغييرها ولا اقتراح أحسن منها. {وهو السميع}: لسائر الأصوات، باختلاف اللغات، على تفنن الحاجات، {العليم}: الذي أحاط علمُهُ بالظواهر والبواطن والماضي والمستقبل.
115. “Rabbinin sözü, doğruluk ve adalet bakımından eksiksizdir.” Yani verdiği haberlerdeki doğruluğu, emir ve yasaklarındaki adaleti en mükemmel derecededir. Yüce Allah’ın bu Kitab-ı Aziz’de yer vermiş olduğu haberlerden daha doğru, bu kitaptaki emir ve yasaklardan daha adili olamaz. “O’nun sözlerini değiştirebilecek yoktur.” Çünkü O bu sözleri doğruluğun en üstün şekli, hakkın en ileri derecesi ile korumuş ve muhkemleştirmiştir. Bunların değiştirilmelerine imkân olmadığı gibi bunlardan daha iyilerinin bulunup ortaya atılma imkânı da yoktur. “O, Semidir” çeşitli ihtiyaçların dile getirildiği, farklı dillerin seslendirdiği bütün sesleri işitendir; “Alimdir” gizli-açık, geçmiş ve gelecek her şeyi bilen ve ilmi ile kuşatantdır.
Ayet: 116 - 117 #
{وَإِنْ تُطِعْ أَكْثَرَ مَنْ فِي الْأَرْضِ يُضِلُّوكَ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ إِنْ يَتَّبِعُونَ إِلَّا الظَّنَّ وَإِنْ هُمْ إِلَّا يَخْرُصُونَ (116) إِنَّ رَبَّكَ هُوَ أَعْلَمُ مَنْ يَضِلُّ عَنْ سَبِيلِهِ وَهُوَ أَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ (117)}.
116- Şayet sen yeryüzünde bulunanların çoğuna itaat edecek olursan seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve yine onlar ancak yalan söylerler. 117- Şüphe yok ki Rabbin, hem yolundan sapanları en iyi bilendir, hem de hidâyet bulanları en iyi bilendir.
#
{116} يقول تعالى لنبيِّه محمد - صلى الله عليه وسلم - محذراً عن طاعة أكثر الناس: {وإن تُطِعْ أكثرَ مَنْ في الأرض يضلُّوكَ عن سبيل الله}: فإنَّ أكثرهم قدِ انحرفوا في أديانهم وأعمالهم وعلومهم؛ فأديانُهم فاسدةٌ، وأعمالُهم تبعٌ لأهوائِهِم، وعلومُهم ليس فيها تحقيقٌ ولا إيصالٌ لسواء الطريق، بل غايتُهم أنَّهم يتَّبعون الظنَّ الذي لا يغني من الحقِّ شيئاً، ويتخرَّصون في القول على الله ما لا يعلمون.
116. Yüce Allah, peygamberi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i insanların çoğuna itaat etmekten sakındırarak şöyle buyurmaktadır: “Şayet sen yeryüzünde bulunanların çoğuna itaat edersen seni Allah yolundan saptırırlar.” Çünkü onların pek çoğu, (Allah’ın kendilerine gönderdiği) dinlerinde, amellerinde ve ilimlerinde sapmışlardır. Bu yüzden de dinleri bozuk, amelleri de hevâlarına tabidir. Bilgilerinde ise ne hakikat ne de doğru yola ulaştıracak bir özellik yoktur. Aksine onların yaptıkları, hak namına hiçbir şey ifade etmeyen zanna uymaktan, Allah hakkında da bilmedikleri şeyleri uydurarak ileri sürmekten ibarettir. Bu durumda olanlardan Allah’ın kullarını sakındırması ve onların gerçek durumlarını açıklaması elbette ki gereklidir. Çünkü -her ne kadar bu, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e yönelik bir hitap ise de- Peygamber’in hakkında özel olmayan hükümlerde ümmeti de ona tâbidir. Yüce Allah ise sözü en doğru olandır, söyledikleri de gerçeğin tâ kendisidir.
#
{117} ومَن كان بهذه المثابة؛ فحريٌّ أن يحذِّر اللهُ منه عبادَه ويصفُ لهم أحواله؛ لأنَّ هذا وإن كان خطاباً للنبي - صلى الله عليه وسلم -؛ فإنَّ أمتَه أسوةٌ له في سائر الأحكام التي ليست من خصائصه، والله تعالى أصدقُ قيلاً وأصدقُ حديثاً، و {هو أعلم بمن يَضِلُّ عن سبيله}، وأعلم بمن يهتدي ويهدي، فيجب عليكم أيُّها المؤمنون أن تتَّبعوا نصائحه وأوامره ونواهيه؛ لأنه أعلم بمصالحكم، وأرحم بكم من أنفسكم. ودلت هذه الآية على أنه لا يستدل على الحقِّ بكثرة أهله، ولا يدلُّ قلةُ السالكين لأمرٍ من الأمور أن يكون غير حقٍّ، بل الواقع بخلاف ذلك؛ فإنَّ أهل الحقِّ هم الأقلون عدداً الأعظمون عند الله قدراً وأجراً، بل الواجب أن يستدلَّ على الحق والباطل بالطرق الموصلة إليه.
117. “Şüphe yok ki Rabbin, hem yolundan sapanları en iyi bilendir, hem de hidâyet bulanları” ve hidayete yol gösterenleri “en iyi bilendir.” O halde ey mü’minler! Size düşen O’nun verdiği öğütlere, emir ve yasaklara uymaktır. Çünkü O, sizin maslahatınız olan şeyleri en iyi bilendir ve size kendi öz nefislerinizden daha merhametlidir. İlk âyet-i kerime, çokluğun hakka delil olmadığına, herhangi bir işi ve yolu izleyenlerin az olmasının da hakkın o olmadığının delili olarak görülemeyeceğine delalet etmektedir. Bilakis vakıa, bunun aksinedir. Zira hak ehli sayıca daha azdırlar, ancak Allah nezdinde kadir ve kıymetleri ve de mükâfaatları daha büyüktür. O halde hakka da batıla da her birine götüren yolların, delil olarak görülmesi ve gösterilmesi gerekir.
Ayet: 118 - 119 #
{فَكُلُوا مِمَّا ذُكِرَ اسْمُ اللَّهِ عَلَيْهِ إِنْ كُنْتُمْ بِآيَاتِهِ مُؤْمِنِينَ (118) وَمَا لَكُمْ أَلَّا تَأْكُلُوا مِمَّا ذُكِرَ اسْمُ اللَّهِ عَلَيْهِ وَقَدْ فَصَّلَ لَكُمْ مَا حَرَّمَ عَلَيْكُمْ إِلَّا مَا اضْطُرِرْتُمْ إِلَيْهِ وَإِنَّ كَثِيرًا لَيُضِلُّونَ بِأَهْوَائِهِمْ بِغَيْرِ عِلْمٍ إِنَّ رَبَّكَ هُوَ أَعْلَمُ بِالْمُعْتَدِينَ (119)}
118- Eğer O’nun âyetlerine iman edenler iseniz, üzerlerine Allah’ın adı anılan (hayvan)lardan yiyin. 119- Üzerine Allah’ın adı anılanlardan yememenize sebep ne? Halbuki O, size -zaruret halinde kendisine ihtiyaç duyduklarınızı müstesna kılarak- neyi haram kıldığını size ayrı ayrı açıklamıştır. Gerçekten birçok kimseler bilgisizce, hevâları ile saptırıyorlar. Şüphesiz Rabbin, haddi aşanları en iyi bilendir.
#
{118 ـ 119} يأمر تعالى عباده المؤمنين بمقتضى الإيمان، وأنهم إن كانوا مؤمنين؛ فليأكلوا مما ذُكِرَ اسم الله عليه من بهيمة الأنعام وغيرها من الحيوانات المحلَّلة، ويعتقدوا حلَّها، ولا يفعلوا كما يفعله أهل الجاهلية من تحريم كثير من الحلال ابتداعاً من عند أنفسهم وإضلالاً من شياطينهم؛ فذكر الله أنَّ علامة المؤمن مخالفةُ أهل الجاهلية في هذه العادة الذميمة المتضمِّنة لتغيير شرع الله، وأنَّه أي شيء يمنعُهم من أكل ما ذُكِر اسم الله عليه؛ وقد فصَّل الله لعباده ما حرَّم عليهم وبيَّنه ووضَّحه، فلم يبق فيه إشكالٌ ولا شبهةٌ توجِبُ أن يمتنعَ من أكل بعض الحلال خوفاً من الوقوع في الحرام. ودلت الآية الكريمة على أن الأصل في الأشياء والأطعمة الإباحة، وأنه إذا لم يرد الشرعُ بتحريم شيءٍ منها؛ فإنَّه باق على الإباحة؛ فما سكتَ الله عنه؛ فهو حلالٌ؛ لأنَّ الحرام قد فصَّله الله؛ فما لم يفصِّله الله؛ فليس بحرام. ومع ذلك؛ فالحرام الذي قد فصَّله الله وأوضحه قد أباحه عند الضرورة والمخمصة؛ كما قال تعالى: {حُرِّمَتْ عليكمُ الميتةُ والدمُ ولحمُ الخنزيرِ ... } إلى أن قال: {فمنِ اضْطُرَّ في مخمصةٍ غير متجانفٍ لإثم فإنَّ الله غفورٌ رحيمٌ}. ثم حذر عن كثير من الناس، فقال: {وإنَّ كثيراً لَيُضِلُّونَ بأهوائهم}؛ أي: بمجرَّد ما تهوى أنفسهم {بغيرِ علم}: ولا حجَّة؛ فليحذرِ العبد من أمثال هؤلاء، وعلامتُهم كما وصَفَهم الله لعبادِهِ أنَّ دعوتَهم غير مبنيَّة على برهانٍ ولا لهم حجَّة شرعيَّة، وإنما يوجد لهم شبهٌ بحسب أهوائهم الفاسدة، وآرائهم القاصرة؛ فهؤلاء معتدونَ على شرع الله وعلى عبادِ الله، والله لا يحبُّ المعتدين؛ بخلاف الهادين المهتدين؛ فإنهم يدعون إلى الحقِّ والهدى، ويؤيِّدون دعوتهم بالحجج العقليَّة والنقليَّة، ولا يتَّبعون في دعوتهم إلا رضا ربِّهم والقرب منه.
118-119. Yüce Allah mü’min kullarına imanlarının bir gereği olarak, eğer mü’min iseler üzerine Allah’ın adı anılan helâl kılınmış ehli ve diğer hayvanlardan yemelerini, bunları yemenin helâl olduğuna inanmalarını, cahiliye halkı gibi kendiliklerinden bir şeyler uydurarak ve şeytanların saptırmasına uyarak helâl olan birçok şeyi haram kılma yoluna gitmemelerini emretmektedir. Yüce Allah, mü’minin alametinin bu kötü ve yerilmiş âdet hususunda cahiliye mensuplarına muhalefet etmek olduğunu zikretmiştir. Çünkü cahiliyenin bu kötü adeti Allah’ın şeriatını değiştirmeyi içermektedir. Peki, mü’minleri üzerine Allah’ın adı anılmış olan hayvanların etlerinden yemekten alıkoyan nedir? Halbuki Allah kullarına neyi haram kıldığını genişçe açıklayıp izah etmiştir. O halde harama düşmek korkusu ile helâl olan birtakım şeyleri yemekten uzak durmayı gerektiren herhangi bir şüphe veya içinden çıkılmaz bir durum bulunmamaktadır. Âyet-i kerime, eşyada ve yiyeceklerde aslolanın mubahlık olduğuna delildir. Eğer bunlardan herhangi bir şeyin haram kılındığına dair Şer’î hüküm varid olmamışsa o şey, mubahlığı üzere kalmaya devam eder. Yüce Allah’ın susup da hakkında hüküm belirtmediği şey helâldir. Çünkü haramı Yüce Allah genişçe açıklamış bulunmaktadır. Allah’ın bu şekilde açıklamadığı şeyler ise haram değildir. Bununla birlikte Yüce Allah geniş geniş haramlığını açıkladığı şeyleri zaruret ve açlık halinde mubah kılmıştır. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Leş, kan, domuz eti... size haram kılındı... Kim son derece aç olur da günaha meyletmeksizin (bu sayılanlardan yemek) zorunda kalırsa, şüphesiz Allah çok bağışlayan, pek merhamet edendir.” (el-Maide, 5/3) Daha sonra Yüce Allah insanların bir çoğundan sakındırarak: “Gerçekten bir çok kimseler bilgisizce” ve bir delilleri bulunmaksızın “hevâları ile” yani sırf nefislerinin hoşuna gittiği için “saptırıyorlar.” O halde mü’min kulun böylelerinden sakınması gerekir. Bu gibi kimselerin alametleri ise -Yüce Allah’ın kullarına açıkladığı üzere- onların davet ettikleri şeylerin şer’i herhangi bir delil ve belgeye dayalı olmamasıdır. Onların kendi bozuk hevalarına ve kısır görüşlerine göre delili andıran birtakım şeylere sahip oldukları görülebilir. Ancak böyleleri Allah’ın şeriatına ve Allah’ın kullarına karşı haddi aşan kimselerdir. Allah ise haddi aşanları sevmez. Hidâyete çağıran ve hidâyet bulmuş olanlar ise böyle değildir. Onlar hakka ve hidâyete davet etmekle birlikte çağrılarını aklî ve nakli delillerle de desteklerler. Onlar bu çağrılarında ise ancak Rablerinin rızasını ve O’na yakın olma yolunu ararlar.
Ayet: 120 #
{وَذَرُوا ظَاهِرَ الْإِثْمِ وَبَاطِنَهُ إِنَّ الَّذِينَ يَكْسِبُونَ الْإِثْمَ سَيُجْزَوْنَ بِمَا كَانُوا يَقْتَرِفُونَ (120)}
120- Günahın açığını da gizlisini de terk edin. Çünkü günah kazananlar, işlemekte oldukları yüzünden cezalandırılacaklardır.
#
{120} المراد بالإثم: جميع المعاصي التي تؤثم العبدَ؛ أي: توقعه في الإثم والحَرَج من الأشياء المتعلِّقة بحقوق الله وحقوق عباده، فنهى الله عبادَهُ عن اقتراف الإثم الظاهر والباطن؛ أي: السر والعلانية المتعلِّقة بالبدن والجوارح والمتعلقة بالقلب، ولا يتمُّ للعبد ترك المعاصي الظاهرة والباطنة إلا بعد معرفتها والبحث عنها، فيكون البحث عنها ومعرفة معاصي القلب والبدن والعلم بذلك واجباً متعيناً على المكلَّف، وكثيرٌ من الناس تخفى عليه كثيرٌ من المعاصي، خصوصاً معاصي القلب؛ كالكبر والعجب والرياء ... ونحو ذلك حتى إنّه يكون به كثيرٌ منها وهو لا يحسُّ به ولا يشعر، وهذا من الإعراض عن العلم وعدم البصيرة. ثم أخبر تعالى أن الذين يكسبون الإثم الظاهر والباطن سيُجْزَون على حسب كسبهم وعلى قدر ذنوبهم قلَّت أو كثرت، وهذا الجزاء يكون في الآخرة، وقد يكون في الدُّنيا؛ يعاقَب العبد فيخفَّف عنه بذلك من سيئاته.
120. Günahtan kasıt, kulu günaha düşüren yani Allah’ın ve kullarının hakları ile ilgili kişiyi vebal altına sokan bütün isyanlardır. Allah kullarına gizlisi ile açığı ile günahın her türlüsünü işlemeyi yasaklamıştır. Yani günahın ister beden ve azalarla ilgili olanı olsun isterse de kalple ilgili olanları olsun, gizli ve açık bütün türlerini yasaklamıştır. Kulun gizli ve açık isyanları terk etmesi ise ancak bunları gereği gibi bilmesi ve bunlar hakkında gerekli araştırmayı yapması ile mümkün olur. Öyleyse bunlar hakkında gerekli bilginin edinilmesi, kalp ve beden isyanlarının tanınıp bilinmesi, her bir mükellef için farz-ı ayndır. İnsanların birçoğu ise pek çok günahı bilmemektedir. Özellikle de kibir, kendini ve yaptıklarını beğenmek, riya ve buna benzer kalbî günahlar gözden uzak kalabilmektedir. Hatta bunların pek çoğu bir kişide bulunduğu olur da o, bunun farkına bile varamaz. Bunun sebebi ise ilimden yüz çevirmek ve basiret sahibi olmamaktır. Daha sonra Yüce Allah, gizli ve açık günah kazanıp duranların bu kazanmalarına ve günahlarının miktarına göre -az ya da çok- ceza göreceklerini ve bu cezanın âhirette söz konusu olacağını haber vermektedir. Bazen bu ceza dünyada da olabilir. Kul dünyada ceza görebilir ve bu da günahlarının hafifletilmesine sebep teşkil eder.
Ayet: 121 #
{وَلَا تَأْكُلُوا مِمَّا لَمْ يُذْكَرِ اسْمُ اللَّهِ عَلَيْهِ وَإِنَّهُ لَفِسْقٌ وَإِنَّ الشَّيَاطِينَ لَيُوحُونَ إِلَى أَوْلِيَائِهِمْ لِيُجَادِلُوكُمْ وَإِنْ أَطَعْتُمُوهُمْ إِنَّكُمْ لَمُشْرِكُونَ (121)}
121- Üzerine Allah’ın adı anılmayan (hayvan)lardan yemeyin. Çünkü bu, elbette ki bir fısktır. Gerçekten şeytanlar sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına vahyederler. Eğer onlara itaat ederseniz şüphesiz siz de müşrik olursunuz.
#
{121} ويدخل تحت هذا المنهي عنه ما ذُكِرَ عليه اسم غير الله؛ كالذي يُذبح للأصنام وآلهة المشركين ؛ فإنَّ هذا مما أُهلَّ لغير الله به المحرَّم بالنصِّ عليه خصوصاً. ويدخل في ذلك متروك التسمية مما ذبح لله كالضحايا والهدايا، أو للحم والأكل، إذا كان الذابح متعمِّداً ترك التسمية عند كثير من العلماء، ويخرج من هذا العموم الناسي بالنصوص الأخر الدالة على رفع الحرج عنه. ويدخل في هذه الآية ما مات بغير ذكاة من الميتات؛ فإنها مما لم يذكر اسم الله عليه، ونص الله عليها بخصوصها في قوله: {حُرِّمَتْ عليكم الميتةُ}، ولعلها سبب نزول الآية؛ لقوله: {وإنَّ الشياطينَ لَيوحون إلى أوليائهم ليجادِلوكم} بغير علم؛ فإن المشركين حين سمعوا تحريم الله ورسوله للميتة وتحليله للمذكاة، وكانوا يستحلون أكل الميتة قالوا معاندة لله ورسوله ومجادلة بغير حجة ولا برهان: أتأكلونَ ما قتلتُم ولا تأكلون ما قَتَلَ الله يعنون بذلك الميتة؟! وهذا رأي فاسدٌ لا يستند على حجة ولا دليل، بل يستند إلى آرائهم الفاسدة التي لو كان الحق تبعاً لها لفسدت السماوات والأرض ومن فيهن؛ فتبًّا لمن قدَّم هذه العقول على شرع الله وأحكامه الموافقة للمصالح العامة والمنافع الخاصة. ولا يُستغرب هذا منهم؛ فإن هذه الآراء وأشباهها صادرة عن وحي أوليائهم من الشياطين الذين يريدون أن يُضِلُّوا الخلق عن دينهم ويدعوهم ليكونوا من أصحاب السعير. {وإنْ أطعتُموهم}: في شركهم وتحليلهم الحرام وتحريمهم الحلال، {إنَّكم لمشركونَ}؛ لأنكم اتَّخذتموهم أولياء من دون الله، ووافقتموهم على ما به فارقوا المسلمين؛ فلذلك كان طريقكم طريقهم. ودلت هذه الآية الكريمة على أن ما يقع في القلوب من الإلهامات والكشوف التي يكثر وقوعها عند الصوفية ونحوهم لا تدلُّ بمجرَّدها على أنها حقٌّ ولا تصدَّق حتى تعرض على كتاب الله وسنة رسوله؛ فإن شهدا لها بالقبول؛ قبلت، وإن ناقضتْهما؛ رُدَّتْ، وإن لم يعلم شيء من ذلك؛ توقف فيها ولم تصدَّق ولم تكذَّب؛ لأن الوحي والإلهام يكون من الرحمن ويكون من الشيطان؛ فلا بد من التمييز بينهما والفرقان، وبعدم التفريق بين الأمرين حصل من الغلط والضلال ما لا يحصيه إلا الله.
121. Yenilmesi yasak olanlar kapsamına üzerine Allah’tan başkasının adı anılanlar da dahildir. Putlara veya müşriklerin ilahları adına kesilenler gibi. Bu gibi hayvanlar, Allah’tan başkasının adı anılarak kesilmiş hayvanlardan olup özellikle nasla haram kılınmıştır. Bu yasağın kapsamına Allah için kesilip de Allah’ın adının anılması terk edilmiş hayvanlar da girmektedir. Kurbanlıklar, hacdaki hediye kurbanlıkları yahut da et ve yemek için kesilenler, eğer kesen kişi kasten Allah’ın adını söylemeyi terk etmiş ise -ilim adamlarının çoğunluğuna göre- bunların etini yemek de bu yasağın kapsamına girmektedir. Ancak Allah’ın adını söylemeyi unutanlar, insanların üzerinden zorluğun ve sıkıntının kaldırıldığına delil teşkil eden diğer naslar dolayısıyla bu genel hükmün dışında kalmaktadır. Bu ayet-i kerimenin kapsamına dine uygun bir şekilde boğazlanmaksızın ölen leşler de girmektedir. Bunlar da üzerine Allah’ın adı anılmayanlara dahildir. Yüce Allah hususi bir nas ile böylelerini: “Leş... size haram kılındı” (el-Maide, 5/3) buyruğunda zikretmektedir. Âyetin nüzul sebebinin bu olma ihtimali de vardır. Çünkü Yüce Allah'ın: “Gerçekten şeytanlar sizinle” bilgisizce “mücadele etmeleri için kendi dostlarına vahyederler” buyruğu da buna işaret etmektedir. Zira müşrikler, Allah ve Rasûlünün Allah’ın adı anılmadan ölen hayvanı (leşi) haram kıldığını, buna karşılık dine uygun şekilde kesilenleri de helâl kıldığını işittiklerinde -ki onlar leşi helâl kabul ediyorlardı- Allah ve Rasûlüne karşı inatlaşmak, herhangi bir delil ve belgeye dayalı olmaksızın da mücadele etmek kastı ile şöyle dediler: Kendi öldürdüklerinizi yiyorsunuz da Allah’ın öldürdüğünü niye yemiyorsunuz? Onlar bununla leşi kastediyorlardı. Ancak bu, yanlış bir görüştür. Bunun herhangi bir delili ve dayanağı yoktur. Bu, yalnızca onların bozuk görüşlerine dayanmaktadır. Eğer hak, onların bu görüşlerine uyacak olsaydı gökler, yer ve bunların içindekilerin düzeni de bozulur giderdi. Bu akılları, genel ve özel maslahat ve menfaatlere uygun olan Allah’ın şeriat ve hükümlerinin önüne geçirenlere yazıklar olsun! Onların bu tutumlarının garipsenecek bir tarafı yoktur. Çünkü bu ve benzeri görüşleri, dostları olan şeytanların vahyinden kaynaklanmaktadır. Şeytanlar ise insanları dinlerinden saptırmak isterler ve alevli ateşliklerden olsunlar diye onları kendilerine davet ederler. “Eğer” şirklerinde ve haramı helâl, helâli de haram kılmalarında “onlara itaat ederseniz şüphesiz siz de müşrik olursunuz.” Çünkü Allah’ı bırakıp onları dost edinmiş ve müslümanlardan ayrıldıkları hususlarda onlara muvafakat etmiş olursunuz. Bundan dolayı sizin yolunuz da onların yolu gibi olur. Bu ayet-i kerime sufilerde ve benzerlerinde çokça görülen kalplere doğan keşif ve ilhamların, kendi başlarına hak olmadığına, Kur'ân ve sünnete sunulmadıkça da tasdik edilemeyeceklerine delildir. Eğer Allah’ın Kitabı ve Rasûlünün sünneti, bu keşif ve ilhamların kabul edilebilir olduğuna tanıklık ederlerse kabul edilirler, onlarla çelişirse reddedilirler. Eğer bu konuda herhangi bir bilgiye ulaşılamayacak olursa bu konuda karar verilmez, o ilhamlar tasdik de edilmez, tekzip de edilmez. Çünkü vahiy/ilham, şeytandan da olabilir Rahman’dan da. Bu yüzden Rahmani olanla şeytani olanı birbirinden ayırt etmek şarttır. Böyle bir ayırıma gidilmediği, hak ile batıl birbirinden ayırt edilmediği için geçmişte Allah’tan başkasının bilemediği ve tespit edemediği pek çok yanlışlıklar ve sapıklıklar meydana gelmiştir.
Ayet: 122 - 124 #
{أَوَمَنْ كَانَ مَيْتًا فَأَحْيَيْنَاهُ وَجَعَلْنَا لَهُ نُورًا يَمْشِي بِهِ فِي النَّاسِ كَمَنْ مَثَلُهُ فِي الظُّلُمَاتِ لَيْسَ بِخَارِجٍ مِنْهَا كَذَلِكَ زُيِّنَ لِلْكَافِرِينَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ (122) وَكَذَلِكَ جَعَلْنَا فِي كُلِّ قَرْيَةٍ أَكَابِرَ مُجْرِمِيهَا لِيَمْكُرُوا فِيهَا وَمَا يَمْكُرُونَ إِلَّا بِأَنْفُسِهِمْ وَمَا يَشْعُرُونَ (123) وَإِذَا جَاءَتْهُمْ آيَةٌ قَالُوا لَنْ نُؤْمِنَ حَتَّى نُؤْتَى مِثْلَ مَا أُوتِيَ رُسُلُ اللَّهِ اللَّهُ أَعْلَمُ حَيْثُ يَجْعَلُ رِسَالَتَهُ سَيُصِيبُ الَّذِينَ أَجْرَمُوا صَغَارٌ عِنْدَ اللَّهِ وَعَذَابٌ شَدِيدٌ بِمَا كَانُوا يَمْكُرُونَ (124)}
122- Ölü iken dirilttiğimiz ve ona insanlar arasında kendisiyle yürüyeceği bir nur verdiğimiz kimse hiç, içinden çıkamayacağı karanlıklarda kalan kimse gibi midir?! Yaptıkları kâfirlere işte böyle süslü gösterilmiştir. 123- Böylece her şehirde oranın günahkârlarını onların ileri gelenleri kıldık ki oralarda hileler yapsınlar. Halbuki onlar ancak kendilerine hilekârlık yaparlar da farkında olmazlar. 124- Onlara bir âyet gelse: “Allah’ın peygamberlerine verilenin benzeri bize de verilmedikçe asla iman etmeyeceğiz” derler. Allah peygamberliğini kime vereceğini çok iyi bilir. Yaptıkları hilekârlıklar yüzünden günahkâr olanlara Allah katında bir zillet ve şiddetli bir azap isabet edecektir.
#
{122} يقول تعالى: {أوَمَن كان}: من قبل هداية الله له {مَيْتاً}: في ظلمات الكفر والجهل والمعاصي، {فأحييناهُ}: بنور العلم والإيمان والطاعة، فصار يمشي بين الناس في النور، متبصراً في أموره، مهتدياً لسبيله، عارفاً للخير، مؤثراً له، مجتهداً في تنفيذه في نفسه وغيره، عارفاً بالشر، مبغضاً له، مجتهداً في تركه وإزالته عن نفسه وعن غيره، أفيستوي هذا بمن هو في الظلمات؟ ظلمات الجهل والغي والكفر والمعاصي، {ليس بخارج منها}، قد التبستْ عليه الطرق، وأظلمت عليه المسالكُ، فحضره الهمُّ والغمُّ والحزن والشقاء، فنبه تعالى العقولَ بما تدركه وتعرفه أنه لا يستوي هذا ولا هذا كما لا يستوي الليل والنهار والضياء والظلمة والأحياء والأموات، فكأنه قيل: فكيف يؤثِرُ مَن له أدنى مُسْكةٍ من عقل أن يكون بهذه الحالة وأن يبقى في الظلمات متحيراً؟! فأجاب بأنه {زُيِّنَ للكافرين ما كانوا يعملونَ}، فلم يزل الشيطانُ يحسِّنُ لهم أعمالهم ويزيِّنُها في قلوبهم حتى استحسنوها ورأوها حقًّا وصار ذلك عقيدةً في قلوبهم وصفةً راسخةً ملازمةً لهم؛ فلذلك رضوا بما هم عليه من الشرِّ والقبائح.
122. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Allah kendisine hidâyet vermeden önce küfrün, bilgisizliğin ve masiyetlerin karanlığında “ölü iken” ilim, iman ve itaat nuru ile “dirilttiğimiz” böylelikle insanlar arasında bu nurun aydınlığında, işlerini basiretle gören, yolunu seçebilen, hayrı bilip tanıyanve onu tercih eden, kendisi hakkında da başkası hakkında da onu uygulamak için gayret harcayan, diğer taraftan kötülüğü de bilen, ona buğzeden, onu terk etmek, kendisinden de başkasından da onu uzaklaştırmak için bütün gayretini harcayan bir kimse hiç “hiç, içinden çıkamayacağı” bilgisizliğin, sapıklığın, küfrün ve masiyetlerin “karanlıklarında kalan” ve böylelikle hangi yolu izleyeceğini kestiremeyip şaşıran, gideceği yollar önünde kararan, bu yüzden de gam, keder, üzüntü ve bedbahtlıkla karşı karşıya kalan “kimse gibi midir?” Yüce Allah, akılları idrak edip bildikleri misallerle uyarmakta ve böyle bir kimse ile diğerinin birbirine eşit olamayacağını ifade etmektedir. Tıpkı gece ile gündüzün, aydınlık ve karanlığın, canlılarla dirilerin eşit olmadıkları gibi. Ayette sanki şöyle denmektedir: Azıcık aklı olan bir kimse nasıl olur da böyle bir durumu ve şaşkın bir şekilde karanlıklarda kalmayı tercih edebilir? Devamla da bu soruya şöyle cevap verilmektedir: “Yaptıkları kâfirlere işte böyle süslü gösterilmiştir.” Şeytan amellerini devamlı olarak kendilerine güzel göstermekte, kalplerinde süsleyip durmaktadır. Nihâyet onlar da bu amellerini güzel görmüş ve gerçek kabul etmişlerdir. Bu durum, kalplerinde bir inanç halini almış ve onların ayrılmaz bir niteliği olmuştur. Bundan dolayı içinde bulundukları kötülük ve çirkinliklerden hoşnut olmuşlardır. Karanlıklar içerisinde bulunan, içinde bulundukları batıllarında bocalayıp duran bulunan bu kimseler aynı seviyede değillerdir. Bunların kimisi önder, başkan ve uyulan kimseler, kimisi de uyan ve başkalarının başkanlığı altında bulunan kimselerdir. İlk kesim, en kötü haller ile karşı karşıyadırlar. O bakımdan Yüce Allah onlar hakkında şöyle buyurmaktadır:
#
{123} وهؤلاء الذين في الظلمات يعمهون وفي باطلهم يتردَّدون غير متساوين؛ فمنهم القادةُ والرؤساء والمتبوعون، ومنهم التابعون المرؤوسون، والأولون منهم الذين فازوا بأشقى الأحوال، ولهذا قال: {وكذلك جَعَلْنا في كلِّ قريةٍ أكابرَ مجرِميها}؛ أي: الرؤساء الذين قد كبر جرمهم واشتدَّ طغيانهم؛ {ليمكُروا فيها}: بالخديعة والدعوة إلى سبيل الشيطان ومحاربة الرسل وأتباعهم بالقول والفعل، وإنما مكرهم وكيدهم يعود على أنفسهم؛ لأنهم يمكُرون ويمكُر الله والله خير الماكرين. وكذلك يجعل الله كبار أئمة الهدى وأفاضلهم يناضلون هؤلاء المجرمين ويردُّون عليهم أقوالهم، ويجاهدونهم في سبيل الله، ويسلكون بذلك السُّبُل الموصلة إلى ذلك، ويعينهم الله، ويسدِّد رأيهم، ويثبِّت أقدامهم، ويداوِلُ الأيام بينَهم وبين أعدائهم حتى يَدولَ الأمر في عاقبته بنصرِهِم وظهورِهم. والعاقبة للمتقين.
123. “Böylece her şehirde oranın günahkârlarını onların ileri gelenleri kıldık.” Yani günahları alabildiğine büyük, azgınlıkları da ileri gitmiş kimseleri başkan kıldık “ki oralarda” çeşitli tuzaklar kurmak, şeytanın yoluna davet etmek, peygamberlere ve peygamberlere tâbi olanlara söz ve fiilleri ile savaş açmak sureti ile ”hileler yapsınlar.” Aslında bunların hilekarlıkları ve tuzakları ancak kendi başlarına geçer. Çünkü bunlar hilekarlık yaparken Allah da onların tuzaklarını boşa çıkartacak düzenler kurar. Allah hilekarlara karşı düzen kuranların en hayırlısıdır. Aynı şekilde Yüce Allah hidâyet önderlerinin ve büyüklerinin en faziletlilerini, bu günahkârlarla mücadele etmek üzere seçer. Onlar da bunların sözlerini reddederler ve Allah yolunda onlara karşı cihad ederler. Bu hedefe ulaştıran yolları izlerler ve Allah da onlara yardım eder, görüşlerini doğrultur ve ayaklarına sebat verir. Onlarla düşmanları arasında günleri döndürür durur, sonuçta mü’minlerin zaferi ve üstünlükleri ile güzel günler onların olur. Zira güzel akıbet takvâ sahiblerinindir. Günahkarların ileri gelenlerinin, batılları üzerinde sebat gösterip peygamberlerin getirdikleri hakkı reddetmeleri, ancak kıskançlıklarından ve haddi aşmalarından dolayıdır. O bakımdan bundan sonraki buyrukta onlardan şöylece söz edilmektedir:
#
{124} وإنما ثبتَ أكابر المجرمين على باطلهم، وقاموا بردِّ الحقِّ الذي جاءت به الرسل، حسداً منهم وبغياً، فقالوا: {لن نؤمنَ حتَّى نُؤتى مثلَ ما أوتي رسلُ الله}: من النبوة والرسالة، وفي هذا اعتراض منهم على الله، وعجبٌ بأنفسهم، وتكبُّرٌ على الحقِّ الذي أنزله على أيدي رسله، وتحجُّرٌ على فضل الله وإحسانه، فردَّ الله عليهم اعتراضهم الفاسد، وأخبر أنهم لا يصلحون للخير، ولا فيهم ما يوجِبُ أن يكونوا من عبادِ الله الصالحين، فضلاً أن يكونوا من النبيين والمرسلين، فقال: {الله أعلم حيثُ يجعلُ رسالَتَه}؛ فمَنْ عَلِمَهُ يَصْلُحُ لها ويقوم بأعبائها وهو متَّصفٌ بكلِّ خلق جميل ومتبرئ من كل خلق دنيء، أعطاه الله ما تقتضيه حكمتُه أصلاً وتبعاً، ومَن لم يكن كذلك؛ لم يضع أفضل مواهبه عند من لا يستأهله ولا يزكو عنده. وفي هذه الآية دليل على كمال حكمة الله تعالى: لأنَّه وإن كان تعالى رحيماً واسع الجود كثير الإحسان؛ فإنه حكيمٌ لا يضع جوده إلا عند أهله. ثم توعَّد المجرمين، فقال: {سيصيبُ الذين أجرموا صَغارٌ عند الله}؛ أي: إهانةٌ وذُلٌّ؛ كما تكبَّروا على الحقِّ؛ أذلَّهم الله، {وعذابٌ شديدٌ بما كانوا يمكُرون}؛ أي: بسبب مكرِهم لا ظلماً منه تعالى.
124. Kıskançlık ve haksızlıkları dolayısı ile “Allah’ın peygamberlerine verilenin benzeri bize de verilmedikçe” yani bize de peygamberlik ve risalet verilmedikçe “asla iman etmeyeceğiz, derler.” Böylelikle onlar Allah’a itiraz ederler, kendilerini beğenirler, Allah’ın peygamberleri aracılığı ile gönderdiği hakka karşı büyüklenirler ve Allah’ın lütuf ve ihsanına sınır çekmek isterler. Yüce Allah da bu tutarsız iddialarını reddetmekte ve hayra elverişli olmadıklarını haber vermektedir. Üstelik peygamber olmaları şöyle dursun, onlarda Allah’ın salih kullarından olmalarını gerektirecek özellikler bile yoktur. İşte buna işaret etmek üzere şöyle buyrulmaktadır: “Allah peygamberliğini kime vereceğini çok iyi bilir.” O, peygamberliğe elverişli olduğunu, peygamberliğin ağır sorumluluğunu omuzlayabileceğini, her türlü güzel ahlakî niteliğe sahip olduğunu, buna karşılık bayağı olan her türlü huydan da uzak olduğunu bildiği kimselere hikmetinin gereği olarak peygamberlik verir. Bu en faziletli bağışını elbette ona ehil olmayan ve tertemiz olmayan kimselere vermez. Bu âyet-i kerimede Yüce Allah’ın hikmetinin mükemmelliğine delil vardır. Çünkü Yüce Allah her ne kadar merhametli, ihsanı bol, son derece cömert ise de elbette ki hikmeti de sonsuzdur. O, cömertçe bağış ve ihsanını ehil olan kimselere ihsan eder. Daha sonra Yüce Allah günahkârları tehdit ederek şöyle buyurmaktadır: “Yaptıkları hilekarlıklar yüzünden” yani Yüce Allah’ın bir zulmü söz konusu olmaksızın sırf hilekarlıkları sebebi ile “günahkâr olanlara Allah katında bir zillet” horluk ve aşağılanma “ve şiddetli bir azap isabet edecektir.” Onlar hakka karşı büyüklendikleri için Allah da onları böyle zelil edecektir.
Ayet: 125 #
{فَمَنْ يُرِدِ اللَّهُ أَنْ يَهْدِيَهُ يَشْرَحْ صَدْرَهُ لِلْإِسْلَامِ وَمَنْ يُرِدْ أَنْ يُضِلَّهُ يَجْعَلْ صَدْرَهُ ضَيِّقًا حَرَجًا كَأَنَّمَا يَصَّعَّدُ فِي السَّمَاءِ كَذَلِكَ يَجْعَلُ اللَّهُ الرِّجْسَ عَلَى الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ (125)}
125- Allah kimi doğru yola iletmeyi dilerse onun göğsünü İslâm’a açar. Kimi de saptırmayı dilerse onun da göğsünü -sanki gökyüzüne çıkıyormuş gibi- daraltıp sıkıştırır. Allah iman etmeyenlerin üstüne işte böyle murdarlık çökertir.
#
{125} يقول تعالى مبيِّناً لعبادِهِ علامة سعادة العبد وهدايته وعلامة شقاوته وضلاله: إنَّ مَن انشرح صدره للإسلام؛ أي: اتسع وانفسح فاستنار بنور الإيمان وحيي بضوء اليقين فاطمأنت بذلك نفسه وأحبَّ الخير وطوَّعت له نفسُهُ فعلَه متلذذاً به غير مستثقل؛ فإن هذا علامة على أن اللهَ قد هداه ومنَّ عليه بالتوفيق وسلوك أقوم الطريق، وأنَّ علامة من يُرِدِ اللهُ {أن يُضِلَّه}: أنه {يجعلْ صدرَه ضيِّقاً حَرَجاً}؛ أي: في غاية الضيق عن الإيمان والعلم واليقين، قد انغمس قلبُهُ في الشبهات والشهوات، فلا يصل إليه خير، لا ينشرحُ قلبه لفعل الخير. كأنه من ضيقه وشدَّته يكاد {يَصَّعَّدُ في السماء}؛ أي: كأنه يكلَّف الصعود إلى السماء الذي لا حيلة فيه، وهذا سببه عدم إيمانهم؛ هو الذي أوجب أن يجعل الله الرجس عليهم؛ لأنهم سدُّوا على أنفسهم باب الرحمة والإحسان، وهذا ميزان لا يعول وطريق لا يتغير؛ فإنَّ مَن أعطى واتَّقى وصدَّق بالحسنى؛ ييسِّره الله لليسرى، ومن بخل واستغنى وكذب بالحسنى؛ فسيُيَسِّره للعسرى.
125. Yüce Allah kullarına, bir kulun mutluluk ve hidâyeti ile bedbahtlık ve sapıklığının alametinin ne olduğunu şöyle açıklamaktadır: Her kimin kalbi İslâm’a açılır, İslâm’ı geniş ve rahat bir kalp ile kabul eder, iman nuru ile aydınlanır, yakîn ışığı ile hayat bulur, buna bağlı olarak da ruhu huzura kavuşur, hayrı sever ve nefsi de kolaylıkla hayrı işlerse, bunu yaparken de herhangi bir sıkıntı duymaksızın, aksine zevk alarak yaparsa işte bu, Yüce Allah’ın o kimseye hidâyet verdiğinin, ona tevfikini ve en doğru yolu izlemeyi ihsan ettiğinin alâmetidir. Allah’ın saptırmak istediği kimsedeki alâmeti ise onun kalbine iman, ilim ve yakîne karşı alabildiğine darlık vermesi, kalbinin şüphe ve arzulara tamamıyla dalmış olması ve bu nedenle de hayrın ona ulaşmamasıdır. Onun bu darlığı ve sıkıntısı sanki göğe çıkmakla yükümlü tutulan ama buna hiçbir imkanı bulunmayan kimsenin kalbindeki darlık ve sıkıntı gibidir. Buna sebep ise onların iman etmeyişleridir ki bundan dolayı da Allah, murdarlığı üzerlerine çökertir. Çünkü onlar kendilerine rahmet ve ihsan kapısını kapatmışlardır. İşte bu, şaşmaz bir terazi ve değişmez bir yoldur. Zira ihsan edip takvaya tutunan ve o en güzel sözü tasdik edene Allah kolay olan hidâyet yolunu kolaylaştırır. Cimrilik eden, kendisini yeterli gören ve o en doğru sözü yalanlayan kimseye de o en zor olan yolu kolaylaştırır.
Ayet: 126 - 127 #
{وَهَذَا صِرَاطُ رَبِّكَ مُسْتَقِيمًا قَدْ فَصَّلْنَا الْآيَاتِ لِقَوْمٍ يَذَّكَّرُونَ (126) لَهُمْ دَارُ السَّلَامِ عِنْدَ رَبِّهِمْ وَهُوَ وَلِيُّهُمْ بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ (127)}.
126- İşte bu, Rabbinin dosdoğru yoludur. Biz düşünüp öğüt alan bir topluluk için âyetleri uzun uzadıya açıkladık. 127- Onlar için Rab’leri katında Dâru’s-selâm (olan cennet) vardır ve yaptıklarından ötürü de O, onların dostudur.
#
{126} أي: معتدلاً موصلاً إلى الله وإلى دار كرامتِهِ، قد بُيِّنَتْ أحكامُه، وفصِّلت شرائعه، وميز الخير من الشر. ولكن هذا التفصيل والبيان ليس لكل أحد، إنما هو {لقومٍ يَذَّكَّرونَ}؛ فإنهم الذين علموا فانتفعوا بعلمهم، وأعد الله لهم الجزاء الجزيل والأجر الجميل.
126. Yani bu, Allah’a, O’nun ihsan ve lütuf yurduna ulaştıran, O’nun dengeli ve mutedil yoludur. Bu yolun hükümleri açıklanmış, şeriatı geniş geniş izah edilmiş ve hayır şerden ayırt edilmiştir. Fakat bu geniş ve uzun uzadıya açıklama, herkes için değildir. Ancak “düşünüp öğüt alan bir topluluk için”dir. İşte bilen ve bildikleri ile yararlanan kimseler bunlardır. Böyleleri için büyük mükâfaat ve çok güzel ecirler hazırlanmıştır. İşte Yüce Allah böylelerinin mükâfaatını şöylece açıklamaktadır:
#
{127} فلهذا قال: {لهم دارُ السلام عند ربِّهم}، وسميت الجنة دار السلام لسلامتها من كل عيب وآفة وكَدَرٍ وهمٍّ وغمٍّ وغير ذلك من المنغِّصات، ويلزم من ذلك أن يكون نعيمُها في غاية الكمال ونهاية التمام؛ بحيث لا يقدر على وصفه الواصفون، ولا يتمنَّى فوقه المتمنون؛ من نعيم الروح والقلب والبدن، ولهم فيها ما تشتهيه الأنفس وتلذُّ الأعين وهم فيها خالدون. {وهو وَليُّهم}: الذي تولَّى تدبيرهم وتربيتهم، ولطفَ بهم في جميع أمورهم، وأعانهم على طاعتِهِ، ويسَّر لهم كل سبب موصل إلى محبَّته، وإنما تولاَّهم بسبب أعمالهم الصالحة ومقدِّماتهم التي قصدوا بها رضا مولاهم؛ بخلاف مَن أعرض عن مولاه، واتَّبع هواه؛ فإنه سلَّطَ عليه الشيطان، فتولاَّه، فأفسد عليه دينَه ودُنياه.
127. Cennete Dâru’s-selâm (esenlik yurdu) adının verilmesi, her türlü kusurdan, afet, keder, gam, üzüntü vb. gibi zevkleri kursakta bırakan şeylerden yanan selamette ve uzak olmasından dolayıdır. Bu da cennet nimetlerinin son derece mükemmel ve eksiksiz olmasını gerektirir. Yine bu isim cennetin ruhî, kalbî ve bedenî nimetleri itibari ile temennide bulunabileceklerin, temennilerinin çok çok üstünde, nitelendirmek isteyenlerin nitelendiremeyecekleri derede muhteşem olmasını gerektirir. Cennetlikler için orada canların çektiği, gözlerin lezzet alacağı şeyler vardır ve onlar orada ebediyyen kalacaklardır. “O, onların” işlerini çekip çevirmeyi ve onları gözetmeyi üzerine alan “dostudur.” Bütün işlerinde onlara lütufta bulunmuş, kendisine itaat etmeleri için onlara yardım etmiş, muhabbetine ulaştıran bütün yolları da onlara kolaylaştırmıştır. Onları dost edinmesinin sebebi ise salih amelleri ve mevlâlarının rızasını gözeterek dünyada işledikleri amelerdir. Onlar bu tutumları ile gerçek mevlâsından yüz çevirip hevasına uyanların aksine hareket etmişlerdir. Mevlâsından yüz çeviren kimseye ise Allah, şeytanı musallat eder ve o da onu dost edinir. Şeytan da böyle bir kimsenin hem dinini hem de dünyasını berbat eder.
Ayet: 128 - 135 #
{وَيَوْمَ يَحْشُرُهُمْ جَمِيعًا يَامَعْشَرَ الْجِنِّ قَدِ اسْتَكْثَرْتُمْ مِنَ الْإِنْسِ وَقَالَ أَوْلِيَاؤُهُمْ مِنَ الْإِنْسِ رَبَّنَا اسْتَمْتَعَ بَعْضُنَا بِبَعْضٍ وَبَلَغْنَا أَجَلَنَا الَّذِي أَجَّلْتَ لَنَا قَالَ النَّارُ مَثْوَاكُمْ خَالِدِينَ فِيهَا إِلَّا مَا شَاءَ اللَّهُ إِنَّ رَبَّكَ حَكِيمٌ عَلِيمٌ (128) وَكَذَلِكَ نُوَلِّي بَعْضَ الظَّالِمِينَ بَعْضًا بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ (129) يَامَعْشَرَ الْجِنِّ وَالْإِنْسِ أَلَمْ يَأْتِكُمْ رُسُلٌ مِنْكُمْ يَقُصُّونَ عَلَيْكُمْ آيَاتِي وَيُنْذِرُونَكُمْ لِقَاءَ يَوْمِكُمْ هَذَا قَالُوا شَهِدْنَا عَلَى أَنْفُسِنَا وَغَرَّتْهُمُ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا وَشَهِدُوا عَلَى أَنْفُسِهِمْ أَنَّهُمْ كَانُوا كَافِرِينَ (130) ذَلِكَ أَنْ لَمْ يَكُنْ رَبُّكَ مُهْلِكَ الْقُرَى بِظُلْمٍ وَأَهْلُهَا غَافِلُونَ (131) وَلِكُلٍّ دَرَجَاتٌ مِمَّا عَمِلُوا وَمَا رَبُّكَ بِغَافِلٍ عَمَّا يَعْمَلُونَ (132) وَرَبُّكَ الْغَنِيُّ ذُو الرَّحْمَةِ إِنْ يَشَأْ يُذْهِبْكُمْ وَيَسْتَخْلِفْ مِنْ بَعْدِكُمْ مَا يَشَاءُ كَمَا أَنْشَأَكُمْ مِنْ ذُرِّيَّةِ قَوْمٍ آخَرِينَ (133) إِنَّ مَا تُوعَدُونَ لَآتٍ وَمَا أَنْتُمْ بِمُعْجِزِينَ (134) قُلْ يَاقَوْمِ اعْمَلُوا عَلَى مَكَانَتِكُمْ إِنِّي عَامِلٌ فَسَوْفَ تَعْلَمُونَ مَنْ تَكُونُ لَهُ عَاقِبَةُ الدَّارِ إِنَّهُ لَا يُفْلِحُ الظَّالِمُونَ (135)}.
128- Hepsini toplayacağı o günde (Allah): “Ey cin topluluğu, insanlardan birçoğunu kendinize uydurdunuz” (buyuracak). Onların dostları olan insanlar da şöyle diyecek: “Rabbimiz! Kimimiz kimimizden faydalandı ve nihâyet bizim için takdir ettiğin vakte eriştik.” Şöyle buyuracak: “Ateş sizin barınağınızdır. Allah’ın dilediği müstesna olmak üzere orada ebediyen kalacaksınız.” Şüphesiz Rabbin Hakîmdir, Alîmdir. 129- İşte biz, kazanmakta oldukları yüzünden zalimlerin kimini kimine böylece veli (dost ve idareci) kılarız. 130- (Allah:) Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size âyetlerimi anlatan, bu güne kavuşacağınıza dair sizi uyaran peygamberler gelmedi mi? (diyecek). Onlar da: (Evet,) kendi aleyhimize şahitlik ederiz (ki, geldi) diyecekler. Dünya hayatı onları aldatmış ve onlar, kendi aleyhlerinde kâfir kimseler olduklarına dair şahitlik etmişlerdir. 131- Bu (peygamberlerin gönderilişi) Rabbinin, şehirleri halkı (tebliğden) habersizken haksız yere helâk etmeyişinden dolayıdır. 132- Herkesin, işlediklerine göre dereceleri vardır. Rabbin, onların yaptıklarından habersiz değildir. 133- Rabbin hiçbir şeye muhtaç olmayandır, rahmet sahibidir. Eğer dilerse sizi yok eder ve yerinize sizden sonra dilediğini getirir. Nitekim sizi de başka bir kavmin soyundan yaratmıştır. 134- Size vaadolunanlar, hiç şüphesiz gelip çatacaktır. Siz (Allah’ı) aciz bırakamazsınız. 135- De ki: “Ey kavmim! Kendi yolunuzca yapacağınızı yapın, ben de yapacağım. Bu yurdun sonunun kimin olacağını yakında bileceksiniz.” Şüphesiz zalimler felaha eremezler.
#
{128} يقول تعالى: {ويوم يحشُرُهم جميعاً}؛ أي: جميع الثقلين من الإنس والجن، مَنْ ضلَّ منهم ومَنْ أضلَّ غيره، فيقول موبخاً للجنِّ الذين أضلُّوا الإنس وزيَّنوا لهم الشرَّ وأزُّوهم إلى المعاصي: {يا معشر الجنِّ قد استكثرتُم من الإنس}؛ أي: من إضلالهم وصدِّهم عن سبيل الله؛ فكيف أقدمتم على محارمي، وتجرَّأتم على معاندة رسلي، وقمتم محاربين لله، ساعين في صدِّ عباد الله عن سبيله إلى سبيل الجحيم؟! فاليوم حقَّت عليكم لعنتي، ووجبت لكم نقمتي، وسنزيدكم من العذاب بحسب كفرِكُم وإضلالكم لغيرِكم، وليس لكم عذرٌ به تعتذِرون، ولا ملجأ إليه تلجؤون، ولا شافع يشفع، ولا دعاء يُسمع! فلا تسأل حينئذٍ عما يحل بهم من النَّكال والخِزْي والوَبال، ولهذا لم يذكِر الله لهم اعتذاراً، وأما أولياؤهم من الإنس؛ فأبدوا عذراً غير مقبول، فقالوا: {ربَّنا استمتعَ بعضُنا ببعض}؛ أي: تمتَّع كلٌّ من الجني والإنسي بصاحبه وانتفع به؛ فالجنيُّ يستمتع بطاعة الإنسيِّ له وعبادته وتعظيمه واستعاذته به، والإنسيُّ يستمتع بنيل أغراضه وبلوغه بحسب خدمة الجنيِّ له بعض شهواته؛ فإن الإنسيَّ يعبُدُ الجنيَّ فيخدمُهُ الجنيُّ ويحصِّلُ له بعض الحوائج الدنيويَّة؛ أي: حصل منا من الذنوب ما حصل، ولا يمكن ردُّ ذلك. {وبَلَغْنا أجَلَنا الذي أجَّلْتَ لنا}؛ أي: وقد وصلنا المحل الذي تُجازي فيه بالأعمال؛ فافعل بنا الآن ما تشاء، واحكم فينا بما تريدُ، قد انقطعت حُجَّتُنا، ولم يبق لنا عذرٌ، والأمر أمرُك والحكم حكمُك، وكأَن في هذا الكلام منهم نوع تضرُّع وترقُّق، ولكن في غير أوانه، ولهذا حكم فيهم بحكمه العادل، الذي لا جَوْر فيه، فقال: {النارُ مَثْواكم خالدين فيها}، ولما كان هذا الحكم من مقتضى حكمتِهِ وعلمِهِ؛ ختم الآية بقوله: {إنَّ ربَّك حكيمٌ عليمٌ}؛ فكما أن علمه وسع الأشياء كلَّها وعمَّها؛ فحكمتُهُ الغائيةُ شملت الأشياء، وعمَّتها، ووسعتها.
128. “Hepsini” yani cinleri de insanları da onlardan sapanları da başkalarını saptıranları da hep birlikte “toplayacağı o günde (Allah) insanları saptıran, onlara kötülükleri süslü gösteren, onları masiyetlere sürükleyen cinleri azarlayarak: “Ey cin topluluğu! İnsanlardan bir çoğunu” saptırmak, Allah yolundan alıkoymak sureti ile “kendinize uydurdunuz” buyuracak. Siz nasıl benim yasaklarımı çiğnediniz ve peygamberlerime karşı çıkma cesaretini gösterdiniz? Allah’a savaş açarak, Allah’ın kullarını O’nun yolundan alıkoyup cehennem yoluna götürmeye nasıl canla başla çalıştınız? İşte bugün size lanetim hak olmuştur, sizden intikam almam şarttır. Küfrünüze ve başkalarını saptırmanıza göre size olan azabımı artıracağım. İleri süreceğiniz bir mazeretiniz, sığınacağınız bir sığınak, size iltimasta bulunacak bir şefaatçiniz ve kabul olunacak bir duanız olmayacaktır. İşte o vakit böylelerine isabet edecek ibretli azabı, horluğu ve vebali sorma gitsin! Bundan dolayı Yüce Allah onların ileri sürebilecekleri herhangi bir mazeretlerini söz konusu etmemektedir. Onların insanlardan olan dostları ise hiç de kabul olunacak türden olmayan bir mazeret beyan ederek şöyle diyeceklerdir: “Rabbimiz, kimimiz kimimizden faydalandı.” Yani cin ve insanlardan her birisi diğerinden faydalandı, ondan istifade etti. Cinlerden olan, insanın kendisine itaat ve ibadet etmesinden, kendisini tazim etmesinden ve ona sığınmasından istifade edip faydalanır. İnsan da bazı arzularını gerçekleştirmek hususunda cinlerin ona yaptığı hizmet sayesinde birtakım maksatlarına ulaşmak sureti ile cinlerden istifade eder. İnsan, cinlere ibadet ederken, cinler de ona hizmet eder ve dünyevî birtakım ihtiyaçlarını elde etmesine yardımcı olur. Yani biz, birtakım günahları işledik ve bunları reddetmeye imkân yoktur. “Nihâyet bizim için takdir ettiğin vakte eriştik.” Artık amellerimizin karşılığını vereceğin yere ulaşmış bulunuyoruz. Şimdi sen, bize dilediğini yap, hakkımızda istediğin şekilde hüküm ver. Zira artık ileri sürebilecek hiçbir delilimiz yoktur, herhangi bir mazeretimiz de kalmamıştır. Emir senindir, hüküm senindir. Onların söyledikleri bu sözde sanki biraz yalvarıp yakarma ve kendilerini acındırma anlamı vardır. Ancak bunun zamanı çoktan geçmiştir. Bundan dolayı Yüce Allah herhangi bir haksızlığın söz konusu olmadığı adil hükmünü şöyle verecektir: “Şöyle buyuracak: Ateş sizin barınağınızdır. Allah’ın dilediği müstesna olmak üzere orada ebediyen kalacaksınız.” Bu hüküm ilâhi hikmetin ve ilâhi ilmin bir gereği olduğundan dolayı âyet-i kerime: “Şüphesiz Rabbin Hakîmdir, Alîmdir” buyruğu ile sona ermektedir. Yüce Allah’ın bilgisi her şeyi kapsadığına göre, O’nun nihaî hikmeti de bütün varlıkları kuşatmış ve içine almıştır.
#
{129} {وكذلك نُوَلِّي بعضَ الظالمين بعضاً بما كانوا يكسِبون}؛ أي: وكما ولَّيْنا الجنَّ المردة وسلَّطْناهم على إضلال أوليائهم من الإنس وعقَدْنا بينهم عقد الموالاة والموافقة بسبب كسبِهم وسعيهم بذلك؛ كذلك من سنَّتنا أن نولِّي كلَّ ظالم ظالماً مثلَه يؤزُّه إلى الشرِّ ويحثُّه عليه ويزهِّده في الخير وينفِّره عنه، وذلك من عقوبات الله العظيمة الشنيع أثرها البليغ خطرها، والذنب ذنبُ الظالم؛ فهو الذي أدخل الضرر على نفسه وعلى نفسه جنى، وما ربك بظلاَّم للعبيد. ومن ذلك أنَّ العباد إذا كَثُرَ ظلمُهم وفسادُهم ومنعُهم الحقوق الواجبة؛ وُلِّي عليهم ظلمةٌ يسومونهم سوء العذاب، ويأخذون منهم بالظُّلم والجَوْر أضعاف ما منعوا من حقوق الله وحقوق عباده على وجه غير مأجورين فيه ولا محتسبين؛ كما أن العباد إذا صلحوا واستقاموا؛ أصلح الله رعاتهم، وجعلهم أئمة عدل وإنصاف، لا ولاة ظلم واعتساف.
129. Yani azgın cinleri, dostları olan insanlara veli kılıp onları saptırmak üzere musallat ettiğimiz, kazandıkları günahlar ve bu uğurdaki gayretleri sebebi ile aralarında dostluk ve karşılıklı uyum bağını kurduğumuz gibi; aynı şekilde her zalimi de kendisi gibi bir zalime veli (dost ve idareci) kılarız. Böyle onlar birbirlerini kötülüğe sürükleyip teşvik eder, hayra olan şevkini kırıp azaltır, ondan nefret etmesini sağlar. İşte bu, bizim sünnetimizin/kanunumuzun bir parçasıdır. Bu, Yüce Allah’ın oldukça feci ve son derece kötü sonuçlar doğuran büyük cezalarından biridir. Ancak suç zalimindir. Kendisini bunca zararla karşı karşıya bırakan ve kendisine karşı böyle bir cinâyeti işleyen odur. Yoksa “Rabbin asla kullara zulmedici değildir.” (Fussilet, 41/46) Bu sünnetin/kanunun bir parçası da şudur: Kulların zulüm ve fesatları artacak, yerine getirmekle yükümlü oldukları farz hakları yerine getirmeyecek olurlarsa başlarına zalim yöneticiler gelir. Bu zalim yöneticiler onları en kötü azaba uğratırlar, onlardan alacaklarını zulüm ve haksızlıkla alırlar. Allah’a ve kullarına karşı yerine getirmedikleri hakları onlardan kat kat fazlasıyla alırlar. Üstelik onlar, bundan dolayı herhangi bir ecir alamazlar ve Allah’tan mükafat da bekleyemezler. Diğer taraftan kullar, hallerini düzeltip dosdoğru yürüyecek olurlarsa Allah da onların yöneticilerini ıslah eder. Onları adaletli ve insaflı liderler kılar. Zalim ve haksız yöneticiler yapmaz.
#
{130} ثم وبَّخ الله جميع من أعرض عن الحق وردَّه من الجنِّ والإنس، وبيَّن خطأهم، فاعترفوا بذلك، فقال: {يا مَعْشَرَ الجنِّ والإنسِ ألم يأتِكُم رسلٌ منكم يقصُّونَ عليكُم آياتي}: الواضحات البيِّنات التي فيها تفاصيل الأمر والنهي والخير والشرِّ والوعد والوعيد، {وينذِرونَكم لقاءَ يومِكم هذا}: ويعلِّمونكم أنَّ النجاةَ فيه والفوزَ إنَّما هو بامتثال أوامر الله واجتناب نواهيه، وأنَّ الشقاء والخسران في تضييع ذلك، فأقروا بذلك واعترفوا، فقالوا: بلى، {شَهِدْنا على أنفُسِنا وغرَّتْهُمُ الحياةُ الدُّنيا}: بزينتها وزُخرفها ونعيمها، فاطمأنوا بها ورضوا وألهتْهم عن الآخرةِ، {وشهِدوا على أنفسهم أنَّهم كانوا كافرين}: فقامت عليهم حجةُ الله، وعَلِمَ حينئذٍ كلُّ أحدٍ حتى هم بأنفسهم عدلَ الله فيهم، [فقال لهم حاكماً عليهم بالعذاب الأليم: ادخُلوا في جملة أمم قد خلت من قبلكم من الجنِّ والإنس؛ صنعوا كصنيعكم، واستمتعوا بخلاقهم كما استمتعتم، وخاضوا بالباطل كما خضتم؛ إنهم كانوا خاسرين؛ أي: الأولون من هؤلاء والآخرون، وأيُّ خسرانٍ أعظم من خسران جنات النعيم وحرمان جوار أكرم الأكرمين] ؟!
130. Yüce Allah, cin olsun insan olsun haktan yüz çeviren ve onu reddeden herkesi azarlayarak hatalarını açıklar ve onlar da bunu itiraf ederler. İşte Yüce Allah onlara şöyle der: “Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size” emre ve yasağa, hayır ve şerre, vaat ve tehdide dair geniş açıklamaların yer aldığı apaçık “âyetlerimi anlatan, bu güne kavuşacağınıza” bu günde kurtuluşa ermenin ancak Allah’ın emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınmakla söz konusu olacağına, bunu gerçekleştirmeme halinde ise bedbahtlık ve hüsranın kaçınılmaz olacağına “dair sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?” Onlar da bunun böyle olduğunu söyleyip itiraf edecekler ve (Evet,) kendi aleyhimize şahitlik ederiz (ki, geldi) diyecekler. Dünya hayatı” süsleri, yaldızları ve nimetleri ile “onları aldatmış” onlar da dünya hayatı ile tatmin olmuşlar, ona razı olup âhiretle ilgilenmekten uzak kalmışlardır. “ve onlar kendi aleyhlerine kâfir kimseler olduklarına dair şahitlik etmişlerdir.” Böylelikle onlara karşı Allah’ın delili ortaya konmuş olacak ve o vakit herkes, hatta kendileri bile Allah’ın haklarındaki hükmünün adil olduğunu bileceklerdir. Yüce Allah onlar hakkında can yakıcı azap hükmü verecek ve şöyle diyecektir: “Sizden önce gelip geçen, sizin yaptığınız işleri yapan, sizin kendi payınızdan istifade ettiğiniz gibi kendi paylarından istifade eden, sizin gibi batıla dalan cin ve insan toplulukları arasına katılın.” İşte bunlar hüsrana uğrayanlardır. Yani onların önce gelenleri de sonra gelenleri de zarar ve ziyana uğramışlardır. Nimet dolu cennetleri kaybetmekten ve en cömert ve en şerefli Rabbin komşuluğundan mahrum kalmaktan daha büyük zarar ve ziyan mı olur?! Ancak her ne kadar hüsrana uğrama konusunda hepsi ortak olmakla birlikte, bu hüsranın miktarı açısından birbirleri arasında büyük farklar olacaktır:
#
{132} ولكنَّهم وإن اشتركوا في الخسران؛ فإنهم يتفاوتون في مقداره تفاوتاً عظيماً، {ولكلٍّ}: منهم {درجات مما عملوا}: بحسب أعمالهم، لا يُجعل قليل الشرِّ منهم ككثيره، ولا التابع كالمتبوع، ولا المرؤوس كالرئيس؛ كما أن أهل الثواب والجنة وإن اشتركوا في الربح والفلاح ودخول الجنة؛ فإن بينهم من الفرق ما لا يعلمه إلا الله، مع أنهم كلهم [قد] رضوا بما آتاهم مولاهم وقنعوا بما حباهم، فنسأله تعالى أن يجعلَنا من أهل الفردوس الأعلى التي أعدَّها الله للمقربين من عباده والمصطَفَيْن من خلقه وأهل الصفوة من أهل وداده. {وما ربُّك بغافل عما يعملونَ} فيجازي كلًّا بحسب عمله، وبما يعلمه من مقصده.
132. Onlardan “herkesin, işlediklerine göre” amellerine uygun bir şekilde “dereceleri vardır.” Onlar arasından kötülüğü az olan bir kimse kötülüğü çok olan gibi olmayacaktır. Kötülükte başkasına uyan kimse kendisine uyulan gibi, yönetilen bir kimse yöneten gibi olmayacaktır. Nitekim mükâfaat ve cennet ehli de -her ne kadar kurtuluş, kazanç ve cennete girme konusunda ortak olsalar da- aralarında Allah’tan başka hiç kimsenin bilemeyeceği derecede farklılıklar olacaktır. Bununla birlikte hepsi de Mevlâlarının kendilerine verdiklerinden hoşnut olacak, O’nun yaptığı ihsanları yeterli bulacak ve kabul ile karşılayacaklardır. Yüce Allah’tan bizi kullarından yakınlaştırılmışlara, seçkinlere ve sevdiği kimselere hazırlamış olduğu Firdevs-i A’la ehlinden kılmasını dileriz. “Rabbin onların yaptıklarından habersiz değildir.” Herkese ameline ve maksadına göre karşılık verecektir ki O, bunların hepsini de bilmektedir.
#
{133} وإنما أمر الله العباد بالأعمال الصالحة ونهاهم عن الأعمال السيئة رحمةً بهم وقصداً لمصالحهم، وإلاَّ؛ فهو الغني بذاته عن جميع مخلوقاته؛ فلا تنفعه طاعة الطائعين؛ كما لا تضره معصية العاصين. {إن يشأ يُذْهِبْكم}: بالإهلاك، {ويستخلِفْ من بعدِكم ما يشاء كما أنشأكم من ذُرِّيَّة قوم آخرين}: فإذا عرفتم بأنكم لا بدَّ أن تنتقلوا من هذه الدار كما انتقل غيركم، وترحلون منها وتخلونها لمن بعدكم كما رَحَلَ عنها مَنْ قبلكم وخلَّوها لكم؛ فَلِمَ اتَّخذتموها قراراً، وتوطنتم بها، ونسيتم أنها دار ممرٍّ، لا دار مقرٍّ وأن أمامكم داراً هي الدار التي جمعتْ كلَّ نعيم وسلمتْ من كلِّ آفة ونقص؟ وهي الدار التي يسعى إليها الأوَّلون والآخرون، ويرتحل نحوها السابقون واللاحقون، التي إذا وصلوها؛ فثم الخلودُ الدائم والإقامة اللازمة والغاية التي لا غاية وراءها والمطلوب الذي ينتهي إليه كل مطلوب والمرغوب الذي يضمحلُّ دونه كل مرغوب، هنالك والله ما تشتهيه الأنفس وتلذُّ الأعين ويتنافس فيه المتنافسون من لذَّة الأرواح وكثرة الأفراح ونعيم الأبدان والقلوب والقرب من علام الغيوب؛ فلله همةٌ تعلَّقت بتلك الكرامات، وإرادة سَمَتْ إلى أعلى الدرجات، وما أبخس حظَّ من رضي بالدُّون، وأدنى همة من اختار صفقة المغبون!
133. Yüce Allah’ın kullarına salih amelleri emredip kötü amelleri yasaklaması, rahmetinin bir tecellisidir ve kulların maslahatlarını gözettiğinden dolayıdır. Yoksa O, hiçbir yaratığına muhtaç değildir. İsyankârların isyanı ona zarar vermediği gibi itaatkarların itaatının da O’na bir faydası olmaz. “Eğer dilerse sizi” helâk etmek suretiyle “yok eder ve yerinize sizden sonra dilediğini getirir. Nitekim sizi de başka bir kavmin soyundan yaratmıştır.” Sizden başkaları bu dünya yurdundan geçip gittiği gibi siz de geçip gideceksiniz, sizden öncekiler buradan göç edip bu yurdu size bıraktıkları gibi, siz de sizden sonrakilere burayı bırakıp göç edeceksiniz. Bunu bildiğinize ve bu kaçınılmaz olduğuna göre siz, ne diye bu dünya yurdunu ebedî kalınacak bir yer edinmek istiyorsunuz? Ne diye burayı ebedî bir vatan belleyip de buranın ebedî kalınacak bir yer değil aksine geçip gidilecek bir yurt olduğunu unutuyorsunuz? Önünüzde her türlü nimeti içeren, her türlü afet ve eksiklikten uzak ebedî bir yurdun olduğunu nasıl unutuyorsunuz? Halbuki öncekilerin de sonrakilerin de kendisi için çabalayıp durduğu ve ona doğru yola koyulduğu yurt odur. O yurda ulaşınca artık ebedi kalınacak ve ayrılmamak üzere ikamet edilecek yer orasıdır. Onun ötesinde bir gaye yoktur. Bütün isteklerin ötesindeki en büyük istek ve her türlü arzunun önünde yok olduğu en büyük arzu odur. Orada -Allah’a andolsun ki- canların arzuladığı, gözlerin zevk aldığı şeyler vardır. Yarış yapanlar bu uğurda yarışırlar. Orada ruhların lezzet aldığı şeyler, pek çok sevinçler, bedenî ve kalbî nimetler ve gaybları en iyi bilen o yüce Zata yakınlık vardır. İşte bu üstün şeylere bağlanan gayret ve en üstün derecelere doğru yükselen iradeye ne mutlu! Bundan daha aşağısına razı olanın payı ise ne kadar değersizdir! Aldanışa düşenlerin yapacağı türden bir alışverişi tercih eden bir kişi ne kadar gayretsizdir!
#
{134} ولا يستبعد المعرض الغافل سرعة الوصول إلى هذه الدار؛ فإنَّ {ما توعدونَ لآتٍ وما أنتُم بمعجزينَ}: لله، فارِّين من عقابه؛ فإنَّ نواصِيَكم تحت قبضته، وأنتم تحت تدبيره وتصرفه.
134. Bu gerçekten yüz çeviren gafil kimse, böyle bir yurda varmayı uzak bir şey olarak görmesin. Çünkü “Size vaadolunanlar, hiç şüphesiz gelip çatacaktır. Siz” Allah’ı “aciz bırakamaz” ve O’nun azabından kaçamazsınız. Çünkü sizin mukadderatınız O’nun elindedir ve siz O’nun tedbir ve tasarrufu altındasınız.
#
{135} {قل}: يا أيها الرسولُ لقومك إذا دعوتَهم إلى الله وبينت لهم مآلهم وما عليهم من حقوقه فامتنعوا من الانقياد لأمرِهِ واتَّبعوا أهواءهم واستمروا على شركهم: {يا قومِ اعملوا على مكانتِكُم}؛ أي: على حالتكم التي أنتم عليها ورضيتموها لأنفسكم، {إني عاملٌ}: على أمر الله ومتبعٌ لمراضي الله: {فسوف تعلمونَ من تكونُ له عاقبةُ الدار}: أنا أو أنتم، وهذا من الإنصاف بموضع عظيم؛ حيث بيَّن الأعمال وعامليها، وجعل الجزاء مقروناً بنظر البصير، ضارباً فيه صفحاً عن التصريح الذي يغني عنه التلويح، وقد علم أن العاقبة الحسنة في الدنيا والآخرة للمتقين، وأن المؤمنين لهم عُقبى الدار، وأنَّ كلَّ معرض عن ما جاءت به الرسل عاقبته عاقبة سوء وشر، ولهذا قال: {إنه لا يفلحُ الظالمونَ}: فكلُّ ظالم وإن تمتَّع في الدُّنيا بما تمتع به؛ فنهايته فيه الاضمحلال والتلف؛ إن الله ليملي للظالم حتى إذا أخذه لم يُفْلِتْه.
135. Ey Peygamber! Sen kavmini Allah’a davet edip de onlara akıbetlerini ve Allah’ın onlar üzerindeki haklarını açıkladığın zaman Allah’ın emrine uymayı kabul etmeyip hevalarına uymayı tercih eder ve şirkleri üzere devam ederlerse onlara “de ki: Ey kavmim! Kendi yolunuzca” Yani üzerinde olduğunuz bu halinize ve kendiniz için beğendiğiniz duruma uygun olarak “yapacağınızı yapın, ben de” Allah’ın emrine uygun olarak yapacağımı “yapacağım” ve Allah’ı razı edecek şeylere uyacağım. “Bu yurdun sonunun kimin” Benim mi yoksa sizin mi? “olacağını yakında bileceksiniz.” Bu ifadeler çok ileri derecede insaflı ifadelerdir. Çünkü Yüce Allah, amelleri ve o amellerin sahiplerini açıkladıktan sonra bu amellerin karşılığının ne olabileceğini açıkça ifade etmeyip basiret sahibi kimsenin basiretine havale etmekte ve sadece bir işaretle yetinmektedir. Çünkü dünyada da âhirette de güzel akıbetin, takva sahiplerinin olduğu ve dünya yurdunun güzel sonunun mü’minlere ait olduğu malum olduğu gibi peygamberlerin getirdiklerinden yüz çeviren herkesin akıbetinin de berbat olduğu bilinen bir husustur. Bundan dolayı Yüce Allah devamla: “Şüphesiz zalimler felaha eremezler” buyurmaktadır. Her zalim dünya hayatında ne kadar dünyalıktan istifade ederse etsin, bunun sonu yokluk ve telef olup gitmektir. Zira “Şüphesiz Allah zalime mühlet verir; fakat onu bir yakaladı mı bir daha bırakmaz.”[5]
Ayet: 136 - 140 #
{وَجَعَلُوا لِلَّهِ مِمَّا ذَرَأَ مِنَ الْحَرْثِ وَالْأَنْعَامِ نَصِيبًا فَقَالُوا هَذَا لِلَّهِ بِزَعْمِهِمْ وَهَذَا لِشُرَكَائِنَا فَمَا كَانَ لِشُرَكَائِهِمْ فَلَا يَصِلُ إِلَى اللَّهِ وَمَا كَانَ لِلَّهِ فَهُوَ يَصِلُ إِلَى شُرَكَائِهِمْ سَاءَ مَا يَحْكُمُونَ (136) وَكَذَلِكَ زَيَّنَ لِكَثِيرٍ مِنَ الْمُشْرِكِينَ قَتْلَ أَوْلَادِهِمْ شُرَكَاؤُهُمْ لِيُرْدُوهُمْ وَلِيَلْبِسُوا عَلَيْهِمْ دِينَهُمْ وَلَوْ شَاءَ اللَّهُ مَا فَعَلُوهُ فَذَرْهُمْ وَمَا يَفْتَرُونَ (137) وَقَالُوا هَذِهِ أَنْعَامٌ وَحَرْثٌ حِجْرٌ لَا يَطْعَمُهَا إِلَّا مَنْ نَشَاءُ بِزَعْمِهِمْ وَأَنْعَامٌ حُرِّمَتْ ظُهُورُهَا وَأَنْعَامٌ لَا يَذْكُرُونَ اسْمَ اللَّهِ عَلَيْهَا افْتِرَاءً عَلَيْهِ سَيَجْزِيهِمْ بِمَا كَانُوا يَفْتَرُونَ (138) وَقَالُوا مَا فِي بُطُونِ هَذِهِ الْأَنْعَامِ خَالِصَةٌ لِذُكُورِنَا وَمُحَرَّمٌ عَلَى أَزْوَاجِنَا وَإِنْ يَكُنْ مَيْتَةً فَهُمْ فِيهِ شُرَكَاءُ سَيَجْزِيهِمْ وَصْفَهُمْ إِنَّهُ حَكِيمٌ عَلِيمٌ (139) قَدْ خَسِرَ الَّذِينَ قَتَلُوا أَوْلَادَهُمْ سَفَهًا بِغَيْرِ عِلْمٍ وَحَرَّمُوا مَا رَزَقَهُمُ اللَّهُ افْتِرَاءً عَلَى اللَّهِ قَدْ ضَلُّوا وَمَا كَانُوا مُهْتَدِينَ (140)}
136- Onlar Allah’a kendi yarattığı ekin ve davarlardan bir pay ayırdılar da zanlarınca: “Bu Allah’ındır, bu da (O’na koştuğumuz) ortaklarımızındır” dediler. Ortaklarına ait olan (pay) Allah’a ulaşmaz. Ama Allah’a ait olan (pay) ortaklarına ulaşır. Ne kötü hükmediyorlar? 137- Böylece onların (Allah’a koştukları) ortakları, müşriklerden birçoğuna evlatlarını öldürmeyi de hoş göstermiştir. Bu, onları helak etmek ve dinlerini de kendilerine karmakarışık etmek içindir. Eğer Allah dileseydi bunu yapamazlardı. Artık sen onları yalan ve iftiraları ile başbaşa bırak. 138- Onlar zanlarınca: “Bu hayvanlar ve ekinler dokunulmazdır. Onları dilediğimiz kimselerden başkası yiyemez. (Şu) hayvanların da sırtları haram kılınmıştır” dediler. Bazı hayvanlar da vardır ki Allah’a iftira ederek (keserken) üzerlerine O’nun adını anmazlar. O, bu iftiraları yüzünden onları cezalandıracaktır. 139- Yine dediler ki: “Şu hayvanların karınlarındakiler (canlı doğarsa) yalnız erkeklerimize helâldir, eşlerimize ise haramdır.” Şâyet ölü doğarsa onlar bunda ortak olurlar. O, bu nitelendirmeleri yüzünden onları cezalandıracaktır. Muhakkak ki O, Hakîmdir, Alîmdir. 140- Bilgisizlikleri ve kıt akıllılıkları yüzünden evlatlarını öldürenler ve Allah’ın kendilerine ihsan buyurduğu rızkı Allah’a iftira ederek haram sayanlar, gerçekten zarara uğramışlardır. Şüphesiz onlar sapmışlardır ve doğru yolu da bulamamışlardır.
#
{136} يخبر تعالى عما عليه المشركون المكذِّبون للنبي - صلى الله عليه وسلم - من سفاهة العقل وخفة الأحلام والجهل البليغ، وعدَّد تبارك وتعالى شيئاً من خرافاتهم؛ لينبِّه بذلك على ضلالهم والحذر منهم، وأن معارضة أمثال هؤلاء السفهاء للحقِّ الذي جاء به الرسول لا تقدح فيه أصلاً؛ فإنَّهم لا أهليَّة لهم في مقابلة الحق، فذكر من ذلك أنهم: {جعلوا للهِ} نصيباً {مما ذَرَأ من الحَرْثِ والأنعام}: ولشركائهم من ذلك نصيباً، والحال أنَّ الله تعالى هو الذي ذرأه للعباد وأوجده رزقاً، فجمعوا بين محذورين محظورين، بل ثلاثة محاذير: منَّتهم على الله في جعلهم له نصيباً مع اعتقادهم أنَّ ذلك منهم تبرُّع. وإشراك الشركاء الذين لم يرزُقوهم ولم يوجدوا لهم شيئاً في ذلك. وحكمهم الجائر في أنَّ ما كان للهِ لم يبالوا به ولم يهتمُّوا، ولو كان واصلاً إلى الشركاء وما كان لشركائهم؛ اعتنوا به واحتفظوا به ولم يصلْ إلى الله منه شيءٌ، وذلك أنهم إذا حصل لهم من زروعهم وثمارهم وأنعامهم التي أوجدها الله لهم شيء؛ جعلوه قسمينِ: قسماً قالوا: هذا لله بقولهم وزعمهم، وإلاَّ؛ فالله لا يقبلُ إلا ما كان خالصاً لوجهه ولا يقبلُ عمل مَن أشرك به، وقسماً جعلوه حصة شركائِهِم من الأوثان والأنداد؛ فإن وصل شيء مما جعلوه لله واختلط بما جعلوه لغيره؛ لم يبالوا بذلك، وقالوا: الله غنيٌّ عنه فلا يردُّونه، وإن وصل شيءٌ مما جعلوه لآلهتهم إلى ما جعلوه لله؛ ردُّوه إلى محلِّه، وقالوا: إنها فقراء، لا بدَّ من ردِّ نصيبها؛ فهل أسوأ من هذا الحكم وأظلم حيث جعلوا ما للمخلوق يجتهد فيه وينصح ويحفظ أكثر مما يفعل بحقِّ الله. ويحتمل أن تأويل الآية الكريمة ما ثبت في «الصحيح» عن النبي - صلى الله عليه وسلم -: أنَّه قال عن الله تعالى: أنّه قال: «أنا أغنى الشُّركاءِ عن الشرك، مَنْ أشرك معي شيئاً؛ تركتُه وشِرْكَه» ، وأنَّ معنى الآية أنَّ ما جعلوه وتقربوا به لأوثانهم فهو تقرُّبٌ خالصٌ لغير الله، ليس لله منه شيءٌ، وما جعلوه لله على زعمهم؛ فإنه لا يصل إليه؛ لكونِهِ شركاً، بل يكون حظَّ الشركاء والأنداد؛ لأن الله غنيٌّ عنه، لا يقبل العمل الذي أشرك به معه أحدٌ من الخلق.
136. Yüce Allah, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’i yalanlayan müşriklerin ne kadar akılsızca işler yaptıklarını ve ne kadar ileri derecede cahil olduklarını haber vermektedir. Yüce Allah bu yolla sapıklıklarına, onlardan sakınmak gerektiğine, bu gibi akılsız kimselerin Peygamberin getirdiği hakka karşı çıkmalarının, hakkı eleştirmeye asla gerekçe olamayacağına, çünkü böylelerinin hakka karşı çıkma ehliyetleri olmadığına dikkat çekmek için onların bazı hurafelerini saymaktadır. İşte onların bu çeşit tutumlarını şöylece söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Onlar Allah’a kendi yarattığı ekin ve davarlardan bir pay ayırdılar.” Allah’a ortak koştukları uydurma ilahlarına da bir pay ayırdılar. Halbuki bütün bunları kulları için yaratan ve rızık olmak üzere var eden O’dur. Onlar ise yasak ve sakınılması gereken iki şeyi, hatta üç şeyi bir arada işlediler: 1. Bir taraftan Allah’a bir pay ayırmakla Allah’a minnet ediyorlar, bununla beraber bu payın kendileri tarafından bir bağış olduğuna inanıyorlardı. 2. Kendilerine rızık veremeyen ve bu rızıktan hiçbir şeyi var edemeyen varlıkları Allah’a ortak koştular. 3. Allah’a ait olan paya -ortaklarına ulaşacak olmasına rağmen- aldırış etmeyip önemsememek sureti ile Allah hakkında zalimce hüküm vermişlerdir. Halbuki ortaklarına ait olan paya önem veriyorlar, onu koruyorlar ve bundan Allah’a da herhangi bir şeyin ulaşmasına fırsat vermiyorlardı. Şöyle ki onlar, Allah’ın kendileri için yaratmış olduğu ekin, mahsul ve davarları ikiye ayırıyorlardı. Bir paya sırf kendi laf ve iddiaları ile “Bu, Allah’ındır” diyorlardı. Halbuki Allah ancak kendisi için ihlasla yapılanı kabul eder. Kendisine ortak koşanın amelini kabul etmez. Diğer payı ise Allah’a ortak koştukları putlara ve diğer ortaklara ayırırlardı. Eğer Allah’a ayırdıkları paydan herhangi bir şey, başkasına ayırdıklarına karışacak olursa buna aldırış etmezler ve: Allah’ın buna ihtiyacı yoktur, diyerek onu geri yerine iade etmezlerdi. Şâyet ortak koştukları ilahlarına ayırdıklarından herhangi bir şey, Allah’a ayırdıkları bölüme karışacak olursa, bu sefer onu alır, asıl yerine geri koyarlar ve: Bunlar muhtaçtır, bunların paylarının geri verilmesi kaçınılmazdır, derlerdi. Acaba bundan daha kötü ve bundan daha zalimce bir hüküm olur mu? Çünkü bunlar, mahluk için ayırdıkları paya Yüce Allah’ın hakkına karşı gösterdikleri titizlikten daha fazla titizlik gösteriyor, daha doğru ve samimi davranıyor ve onu daha fazla koruyorlardı. Âyet-i kerimenin şu şekilde anlaşılma ihtimali de vardır: Sahih’te Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den sabit olduğuna göre Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ben, ortaklar arasında ortaklıktan en müstağni/en uzak olanım. Her kim benimle herhangi bir şeyi ortak koşarsa ben de o kimseyi ortak koşması ile başbaşa bırakırım.”[6] Buna göre âyet-i kerimenin manası şöyle olur: Onların ayırdıkları ve kendisi ile putlarına yakınlaşmaya çalıştıkları pay, Allah’tan başkasına katıksız (ihlasla) yapılmış bir yakınlaşmadır ve bunda Allah’a ait hiçbir şey yoktur. Halbuki kendi iddialarına göre “Allah’a aittir” diye ayırdıkları pay ise bir şirk olduğundan dolayı asla O’na ulaşmaz. Aksine bu da Allah’a koşulan ortakların olur. Çünkü Yüce Allah’ın buna ihtiyacı yoktur ve O, yaratılmışlardan herhangi bir kimsenin kendisine ortak koşulduğu hiçbir ameli kabul etmez.
#
{137} ومن سَفَه المشركين وضلالهم أنه {زَيَّنَ لكثيرٍ من المشركين} شركاؤهم ـ أي: رؤساؤهم وشياطينهم ـ قتلَ أولادهم، وهو الوأد الذين يدفنون أولادهم خشية الافتقار والإناث خشية العار، وكل هذا من خدع الشياطين الذين يريدون أن يُرْدوهم بالهلاك ويَلْبِسوا عليهم دينهم فيفعلون الأفعال التي في غاية القبح، ولا يزال شركاؤهم يزيِّنونها لهم حتى تكونَ عندهم من الأمور الحسنة والخصال المستحسنة، ولو شاء الله أن يمنَعَهم ويحَولَ بينهم وبين هذه الأفعال ويمنعَ أولادَهم عن قتل الأبوين لهم؛ ما فعلوه، ولكنِ اقتضتْ حكمتُهُ التخليةَ بينهم وبين أفعالهم؛ استدراجاً منه لهم وإمهالاً لهم وعدم مبالاة بما هم عليه، ولهذا قال: {فذَرْهُم وما يفترونَ}؛ أي: دعهم مع كذِبِهم وافترائهم، ولا تحزن عليهم؛ فإنَّهم لن يضرُّوا الله شيئاً.
137. Müşriklerin akılsızlık ve sapıklıklarından birisi de “onların (Allah’a koştukları) ortakları”, yani onların ileri gelenlerinin ve şeytanlarının, onların birçoğuna çocuklarını öldürmeyi süslü göstermesidir. Bu ise fakir kalmak korkusuyla ve kızlar da utanç vesilesi olur diye çocuklarını diri diri gömmeleridir ki bu da “ve’d” diye bilinen şeydir. İşte bütün bunlar, onları helake götürmek isteyen, dinlerini kendilerine karmakarışık etmek isteyen şeytanların aldatmalarındandır. Bu yüzden onlar da son derece çirkin olan bu işleri yapıyorlardı. Ortak koştukları varlıklar, hâlâ daha bu işleri onlara süslü göstermeye devam etmektedirler ki bunlar, onlar tarafından güzel işler ve hoş karşılanan hasletler olarak kabul edilsin. Eğer Allah onları engellemeyi murad edip bu fiilleri işlemelerine mani olmak, anne-babayı çocuklarını öldürmekten alıkoymak istese idi “bunu yapamazlardı.” Fakat O’nun hikmeti onları yapmak istedikleri işleri ile başbaşa bırakmayı gerektirmiştir. Bu da onları yavaş yavaş azaba yaklaştırmak, onlara mühlet vermek ve onların tutturdukları yola aldırmamaktan dolayıdır. İşte bundan dolayı Yüce Allah: “Artık sen onları yalan ve iftiraları ile başbaşa bırak” buyurmaktadır. Yani uydurdukları bu yalanlarla başbaşa bırak, onlar için üzülme! Çünkü onlar Allah’a hiçbir zarar veremezler.
#
{138} ومن أنواع سفاهتهم أن الأنعام التي أحلَّها الله لهم عموماً وجعلها رزقاً ورحمة يتمتَّعون بها وينتفعون قد اخترعوا فيها بدعاً وأقوالاً من تلقاء أنفسهم؛ فعندهم اصطلاح في بعض الأنعام والحرث أنهم يقولون فيها: {هذه أنعامٌ وحَرْثٌ حِجْرٌ}؛ أي: محرم. لا يطعمه {إلا من نشاء}؛ أي: لا يجوز أن يَطْعَمُه أحدٌ إلاَّ مَن أردنا أن يُطعمه أو وصفناه بوصفٍ من عندنا، وكلُّ هذا بزعمهم لا مستندَ لهم ولا حجة إلا أهويتهم وآراؤهم الفاسدة. وأنعام ليست محرمةً من كل وجه، بل يحرِّمون ظهورها؛ أي: بالركوب والحمل عليها، ويحمون ظهرها، ويسمونها الحام. وأنعام لا يذكرون اسم الله عليها، بل يذكرون اسم أصنامهم وما كانوا يعبدون من دون الله عليها، وينسبون تلك الأفعال إلى الله، وهم كَذَبَةٌ فُجَّارٌ في ذلك. {سيجزيهم بما كانوا يفترونَ}: على الله من إحلال الشرك وتحريم الحلال من الأكل والمنافع.
138. Müşriklerin akılsızlıklarından birisi de Allah’ın genel olarak kendilerine helâl kıldığı ve kendisinden bir rahmet ve rızık olmak üzere faydalarına sunduğu hayvanlar ile ilgili olarak kendiliklerinden birtakım söz ve bid’atler uydurmuş olmalarıdır. Zira onların kimi hayvan ve ekinler ile ilgili kendi aralarında kararlaştırdıkları birtakım hükümleri vardı ki onlar bu ekin ve hayvanlar hakkında: “Bu hayvanlar ve ekinler dokunulmazdır” yani haram kılınmıştır. “Onları dilediğimiz kimselerden başkası yiyemez” derlerdi. Yani bizim ondan yemesini istediğimiz yahut da niteliğini belirttiğimiz kimseler dışında hiçbir kimsenin bunların tadına bakması caiz değildir. Bütün bunlar ise onların zanları ile koydukları hükümlerdir. Bu konuda kendi heva ve heveslerinden ve bozuk görüşlerinden başka herhangi bir dayanak ve delilleri yoktur. Kimi hayvanları da her bakımdan haram kılmamışlardı. Aksine sadece sıtlarını yani sırtlarına binilmesini ve onlara yük vurulmasını haram kılmışlar, böylelikle onların sırtlarını koruma altına almışlardı ki bu tür hayvanlara “Ham” derlerdi. Kimi hayvanlar üzerine de kestikleri sırada Allah’ın adını anmayarak putlarının adını ve Allah’tan başka tapındıkları varlıkların adını anarlardı, üstelik bu fiillerini de Allah’a nispet ederlerdi. Oysa onlar bunu yapmakla yalan söylüyorlar ve çok çirkin bir iftirada bulunuyorlardı. “O” şirki helâl kabul etmek, yiyecek ve yararlanılacak şeylerden helâl olanları haram kılmak sureti ile Allah’a yaptıkları “bu iftiraları yüzünden onları cezalandıracaktır.”
#
{139} ومن آرائهم السخيفة أنهم يجعلون بعض الأنعام ويعيِّنونها محرماً ما في بطنها على الإناث دون الذكور، فيقولون: {ما في بطونِ هذه الأنعام خالصةٌ لذكورنا}؛ أي: حلال لهم لا يشاركهم فيها النساء. {ومحرَّمٌ على أزواجنا}؛ أي: نسائنا، هذا إذا وُلِدَ حيًّا، وإن يكن ما في بطنها يولد ميتاً؛ فهم فيه شركاء؛ أي: فهو حلال للذكور والإناث. {سيَجْزيهم}: الله {وَصْفَهُمْ}: حيث وصفوا ما أحلَّه الله بأنه حرام، ووصفوا الحرام بالحلال، فناقضوا شرع الله وخالفوه ونسبوا ذلك إلى الله. {إنَّه حكيمٌ}؛ حيث أمهل لهم ومكَّنهم مما هم فيه من الضلال، {عليمٌ}: بهم لا تخفى عليه خافيةٌ، وهو تعالى يعلم بهم، وبما قالوه عليه، وافتَرَوْه وهو يعافيهم، ويرزقهم جل جلاله.
139. Müşriklerin oldukça gülünç görüşlerinden birisi de kimi davarları tespit ve tayin ederek bu davarların karınlarındaki yavruları erkeklere değil de yalnızca kadınlarına haram kılmaları ve şöyle demeleridir: “Şu hayvanların karınlarındakiler yalnız erkeklerimize helâldir” ve bu hususta kadınların onlara ortaklıkları söz konusu değildir: “eşlerimize ise haramdır.” Bu durum, davarın karnındaki yavrunun diri olarak doğması halinde böyleydi. Eğer yavru ölü doğacak olursa hepsi de onda ortak olurlardı. Yani erkeklere de kadınlara da helâl olurdu. Allah “bu nitelendirmeleri yüzünden onları cezalandıracaktır.” Çünkü onlar, Allah’ın helâl kıldığı şeyi haram, haram kıldığı şeyi de helâl olarak nitelendirdiler. Böylelikle Allah’ın şeriatına ters düştüler ve muhalefet ettiler, hem de bu yaptıklarını Allah’a nispet ettiler. “Muhakkak ki O Hakîmdir” onlara mühlet verip bu sapıklıkları işlemelerine imkân verme konusunda hikmet sahibidir; “Alîmdir” hiçbir şey kendisine gizli kalmayan, onları ve her şeyi bilendir. O, onları da hakkında söyledikleri iftiralarını da bilir. O buna rağmen onlara afiyet vermekte ve onları rızıklandırmaktadır. Daha sonra Yüce Allah onların hüsranda olduklarını, akıllarının da kıt olduğunu beyan ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{140} ثم بيَّن خُسرانهم وسفاهةَ عقولهم، فقال: {قد خَسِرَ الذين قتلوا أولادَهم سفهاً بغير علم}؛ أي: خسروا دينهم وأولادهم وعقولهم، وصار وصفهم بعد العقول الرزينة السَّفَه المردي والضلال، {وحرَّموا ما رزقهم الله}؛ أي: ما جعله رحمة لهم وساقه رزقاً لهم، فردُّوا كرامة ربِّهم، ولم يكتفوا بذلك، بل وصفوها بأنها حرام وهي من أحلِّ الحلال، وكل هذا {افتراءٌ على الله}؛ أي: كذب يَكْذِب به كلُّ معاندٍ كفارٍ، {قد ضَلُّوا وما كانوا مهتدينَ}؛ أي: قد ضلُّوا ضلالاً بعيداً ولم يكونوا مهتدينَ في شيءٍ من أمورِهم.
140. “Bilgisizlikleri ve kıt akıllılıkları yüzünden evlatlarını öldürenler... gerçekten zarara uğramışlardır.” Bu davranışları ile dinlerini de çocuklarını da akıllarını da kaybetmek sureti ile zarar etmişlerdir. Sağlam bir akla sahipken helak edici bir akılsızlığa mahkum olmuşlardır. “Allah’ın kendilerine ihsan buyurduğu rızkı” kendilerine rahmet olarak ihsan ettiği ve rızık olarak verdiği şeyleri “Allah’a iftira ederek” son derece inatçı ve nankör kişilerin yaptığı gibi yalan söyleyerek “haram sayanlar, gerçekten zarara uğramışlardır.” Çünkü bunu yapmakla Rab’lerinin lütfunu reddetmiş, bununla da yetinmeyerek katıksız helâl olan bu rızkı haram diye nitelendirmişlerdir. “Şüphesiz onlar sapmışlardır ve doğru yolu da bulamamışlardır.” Haktan alabildiğine uzaklaşmışlar ve yaptıkları hiçbir işte doğru yolu, hidâyeti bulamamışlardır.
Ayet: 141 #
{وَهُوَ الَّذِي أَنْشَأَ جَنَّاتٍ مَعْرُوشَاتٍ وَغَيْرَ مَعْرُوشَاتٍ وَالنَّخْلَ وَالزَّرْعَ مُخْتَلِفًا أُكُلُهُ وَالزَّيْتُونَ وَالرُّمَّانَ مُتَشَابِهًا وَغَيْرَ مُتَشَابِهٍ كُلُوا مِنْ ثَمَرِهِ إِذَا أَثْمَرَ وَآتُوا حَقَّهُ يَوْمَ حَصَادِهِ وَلَا تُسْرِفُوا إِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُسْرِفِينَ (141)}
141- Çardaklı ve çardaksız bahçeleri, tatları farklı hurmaları ve ekinleri, birbirine hem benzeyen hem benzemeyen zeytinleri ve narları yaratıp yetiştiren O’dur. Her biri meyve verdiği zaman meyvelerinden yiyin. Hasat günü de hakkını verin. İsraf etmeyin; çünkü O, israf edenleri sevmez.
#
{141} لما ذكر تعالى تصرُّفَ المشركين في كثير مما أحلَّه الله لهم من الحروث والأنعام؛ ذكر تبارك وتعالى نعمتَه عليهم بذلك ووظيفَتَهم اللازمة عليهم في الحروثِ والأنعام، فقال: {وهو الذي أنشأ جناتٍ}؛ أي: بساتين فيها أنواع الأشجار المتنوعة والنباتات المختلفة، {معروشاتٍ وغير معروشاتٍ}؛ أي: بعض تلك الجنات مجعولٌ لها عريشٌ تنتشر عليه الأشجار ويعاونها في النهوض عن الأرض، وبعضها خالٍ من العروش تنبُتُ على ساقٍ أو تنفرش في الأرض. وفي هذا تنبيهٌ على كَثرة منافعها وخيراتها، وأنه تعالى علَّم العباد كيف يعرشونها وينمونها. {و}: أنشأ تعالى {النخل والزرع مختلفاً أُكُلُه}؛ أي: كله في محل واحد، ويشرب من ماء واحد، ويفضل الله بعضه على بعض في الأكل، وخص تعالى النخل والزرع على اختلاف أنواعه لكثرة منافعها ولكونها هي القوتُ لأكثر الخلق. {و} أنشأ تعالى {الزيتونَ والرُّمانَ متشابهاً}: في شجره، {وغير متشابهٍ}: في ثمره وطعمه، كأنه قيل: لأي شيء أنشأ الله هذه الجنات؟ وما عطف عليها؟ فأخبر أنه أنشأها لمنافع العباد، فقال: {كلوا من ثمرِهِ}؛ أي: النخل والزرع، {إذا أثمر وآتوا حَقَّه يومَ حصادِهِ}؛ أي: أعطوا حقَّ الزرع، وهو الزكاة ذات الأنصباء المقدَّرة في الشرع؛ أمرهم أن يعطوها يوم حصادها، وذلك لأنَّ حصادَ الزرع بمنزلة حَوَلان الحول؛ لأنه الوقت الذي تتشوَّف إليه نفوس الفقراء، ويسهُلُ حينئذٍ إخراجُه على أهل الزرع، ويكون الأمر فيها ظاهراً لمن أخرجها حتى يتميَّز المخرِج ممَّن لا يخرج. وقوله: {ولا تسرفوا}؛ يعمُّ النهي عن الإسراف في الأكل، وهو مجاوزة الحدِّ والعادة. وأن يأكلَ صاحبُ الزرعِ أكلاً يضرُّ بالزكاة، والإسراف في إخراج حقِّ الزرع بحيث يخرِجُ فوقَ الواجبِ عليه أو يضرُّ نفسه أو عائلتَه أو غرماءَه؛ فكلُّ هذا من الإسراف الذي نهى الله عنه الذي لا يحبُّه الله بل يبغِضُه، ويمقتُ عليه. وفي هذه الآية دليلٌ على وجوب الزكاة في الثمار، وأنه لا حَوْلَ لها، بل حولُها حصادُها في الزروع وجذاذ النخيل، وأنه لا تتكرَّر فيها الزكاة لو مكثت عند العبد أحوالاً كثيرةً إذا كانت لغير التجارة؛ لأنَّ الله لم يأمر بالإخراج منه إلاَّ وقتَ حصادِهِ، وأنَّه لو أصابها آفةٌ قبل ذلك بغير تفريط من صاحب الزرع والثمر؛ أنه لا يضمنها، وأنه يجوز الأكل من النخل والزرع قبل إخراج الزكاة منه، وأنه لا يُحْسَبُ ذلك من الزكاة، بل يزكِّي المال الذي يبقى بعده، وقد كان النبي - صلى الله عليه وسلم - يَبْعَثُ خارصاً يخرُصُ للناس ثمارَهم ويأمرُهُ أن يَدَعَ لأهلها الثلث أو الربع بحسب ما يعتريها من الأكل وغيره من أهلها وغيرهم.
141. Yüce Allah, müşriklerin Allah’ın kendilerine helâl kılmış olduğu ekin ve davarların pek çoğunda yaptıkları uygulamaları söz konusu ettikten sonra, onlara ihsan etmiş olduğu nimetlerini ve ekinlerle davarlar hakkında yerine getirmeleri gereken görevlerini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Çardaklı ve çardaksız bahçeleri... yaratıp yetiştiren O’dur.” Yani içinde türlü ağaçlar, çeşit çeşit bitkiler yetişen bağ ve bahçeleri yetiştiren O’dur. Bunların bir bölümü için çardak yapılır ve ağaçlar bu çardaklar üzerinde yayılır. Bu çardaklar ağaçların yerden yükselmesine yardımcı olur. Bazılarının ise çardağa ihtiyacı yoktur. Gövdeleri üzerinde yükselirler, yahut da toprağın üzerinde yayılırlar. Bu ifadelerle hem bu bitkilerin faydalarının ve hayırlarının çokluğuna hem de Yüce Allah’ın kullarına bunlar için ne şekilde çardak yapacaklarını ve onları nasıl yetiştireceklerini öğrettiğine dikkat çekilmektedir. Yine “tatları farklı hurmaları ve ekinleri...” yaratan da O’dur. Bütün bunlar aynı topraktadır, aynı su ile sulanmaktadır; ancak Yüce Allah kiminin tadını kiminden üstün kılmıştır. Yüce Allah özellikle de hurmaları ve çeşitli türleri ile ekinleri zikretmektedir. Buna sebep ise bunların faydalarının çokluğu ve insanların çoğu için bunların temel gıda olmasından dolayıdır. Yine ağaçları itibari ile “birbirine hem benzeyen” buna karşılık mahsül ve tat olarak da “benzemeyen zeytinleri ve narları…” Burada sanki “Yüce Allah, bu çeşitli bahçeleri ve bunlarla birlikte sözü edilen diğer bitki ve mahsülleri ne için yaratmıştır?” şeklinde bir soru vaki olmuş gibi Allah, bunları kullarının menfaatine yaratmış olduğunu haber vererek şöyle buyurmuştur: “Her biri” yani hurma ağaçları ve ekinler “meyve verdiği zaman meyvelerinden yiyin. Hasat günü de hakkını verin.” Yani o ekinin hakkı ne ise verin. Bu da şer’an miktarları belirli olan nisablara sahip zekâttır. Allah hasat gününde bu zekâtı (öşrü) vermelerini emretmektedir. Çünkü ekinin biçilmesi zekattaki havelan-ı havl (nisab üzerinden bir sene geçmesi) konumundadır. Ayrıca hasat vakti, fakirlerin candan bekledikleri bir dönemdir. O vakitte de ekin sahiplerinin bu hakkı çıkarıp vermeleri kolaydır. Bu hakkı veren kimselerin durumu da açıkça ortaya çıkar ve böylece kimin verdiği kimin de vermediği anlaşılır. “İsraf etmeyin” Bu, yeme konusundaki israfı da ekinin hakkını vermedeki israfı da kapsayan genel bir yasaktır. Yemekte israf, sınırı ve âdeti aşarak yemek, ayrıca ekin sahibinin, vereceği zekâtın miktarını azaltacak şekilde çok yemesidir. Ekinin hakkını vermekte israf ise kişinin, kendisine farz olan miktardan çok fazlasını vermesi veya kendisine, ailesine yahut alacaklarına zarar verecek şekilde fazla vermesi demektir. Bütün bunlar Allah’ın sevmediği ve yasakladığı israf türündendir. Hatta Allah böylesine buğzeder ve gazaplanır. Bu âyet-i kerime, zirai mahsullerde zekâtın (öşür) farz olduğuna, bunlar hakkında sene geçmesinin (havelan-ı havl) söz konusu olmadığına, onun yerine ekinlerde biçilmenin, hurmalarda ise toplanmanın havelan-ı havl sayılacağına, ticaret maksadıyla olmadığı takdirde mahsul pek çok yıl kişinin yanında kalacak olursa bunda zekâtın tekerrür etmeyeceğine delildir. Çünkü Yüce Allah ancak ekinin biçilmesi vaktinde zekâtının verilmesini emretmiştir. Eğer bundan önce ekin ve mahsule, sahibinin herhangi bir kusuru olmaksızın herhangi bir afet isabet olacak olursa o, bunu (zekât miktarını) tazmin ederek (başka malından) vermez. Yine zekâtını ayırmadan önce hurma ve ekinden (dalında iken) yemek caizdir ve bu, zekâta tâbi kabul edilmez. Aksine geride kalan malın zekâtını öder. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem mahsül sahiplerine mahsüllerini tahmin edecek görevli kimseleri gönderirdi ve onlara, mahsul sahiplerinin ve başkalarının yeme vb. durumlarını göz önünde bulundurarak mahsulün üçte birini veya dörtte birini mahsul sahiplerine bırakmasını emrederdi.[7]
Ayet: 142 - 144 #
{وَمِنَ الْأَنْعَامِ حَمُولَةً وَفَرْشًا كُلُوا مِمَّا رَزَقَكُمُ اللَّهُ وَلَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُبِينٌ (142) ثَمَانِيَةَ أَزْوَاجٍ مِنَ الضَّأْنِ اثْنَيْنِ وَمِنَ الْمَعْزِ اثْنَيْنِ قُلْ آلذَّكَرَيْنِ حَرَّمَ أَمِ الْأُنْثَيَيْنِ أَمَّا اشْتَمَلَتْ عَلَيْهِ أَرْحَامُ الْأُنْثَيَيْنِ نَبِّئُونِي بِعِلْمٍ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ (143) وَمِنَ الْإِبِلِ اثْنَيْنِ وَمِنَ الْبَقَرِ اثْنَيْنِ قُلْ آلذَّكَرَيْنِ حَرَّمَ أَمِ الْأُنْثَيَيْنِ أَمَّا اشْتَمَلَتْ عَلَيْهِ أَرْحَامُ الْأُنْثَيَيْنِ أَمْ كُنْتُمْ شُهَدَاءَ إِذْ وَصَّاكُمُ اللَّهُ بِهَذَا فَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَى عَلَى اللَّهِ كَذِبًا لِيُضِلَّ النَّاسَ بِغَيْرِ عِلْمٍ إِنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ (144)}.
142- Hayvanlardan yük taşıyacak ve (tüylerinden) döşek yapılacak olanları da (yaratan O’dur). Allah’ın size verdiği rızıktan yiyin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, sizin apaçık bir düşmanınızdır. 143- Sekiz eş (yaratmıştır): Koyundan iki, keçiden de iki (eş). De ki: (Allah) bu iki (cinsin) erkeklerini mi yahut dişilerini mi yoksa bu iki (cins) dişinin rahimlerinde bulunanları mı haram kılmış?! Eğer doğru söyleyenler iseniz bana bir bilgiye dayanarak haber verin.” 144- Deveden de iki, sığırdan da iki (eş yarattı). De ki: (Allah) bu iki (cinsin) erkeklerini mi yahut dişilerini mi yoksa bu iki (cins) dişinin rahimlerinde bulunanları mı haram kılmış?! Yoksa Allah'ın bunu size emrettiğine bizzat şahit mi oldunuz? Hiçbir bilgiye dayanmaksızın insanları saptırmak için Allah’a iftira eden kimseden daha zalim kim olabilir? Şüphesiz Allah zalimler topluluğuna yol göstermez.”
#
{142} أي: {و} خلق وأنشأ {من الأنعام حَمُولةً وفَرْشاً}؛ أي: بعضها تحملون عليه وتركبونه، وبعضها لا تصلح للحمل والركوب عليها لِصغَرِها كالفُصلان ونحوها، وهي الفرش؛ فهي من جهة الحمل والركوب تنقسم إلى هذين القسمين. وأما من جهة الأكل وأنواع الانتفاع؛ فإنها كلها تؤكل وينتفع بها، ولهذا قال: {كُلوا ممَّا رَزَقَكُمُ الله ولا تتَّبِعوا خطواتِ الشيطانِ}؛ أي: طرقه وأعماله التي من جملتها أن تُحَرِّموا بعض ما رزقكم الله. {إنَّه لكم عدوٌّ مبينٌ}: فلا يأمركم إلا بما فيه مضرتكم وشقاؤكم الأبدي.
142. Yüce Allah; “hayvanlardan yük taşıyacak ve döşek yapılacak olanları da” yarattı, var etti. Yani siz bunların kimisi üzerinde yük taşır ve sırtlarına binersiniz. Kimisi ise yük taşımaya ve sırtına binmeye -yavru develer gibi küçüklükleri dolayısı ile- elverişli değildirler. İşte döşek yapılacak olanlardan kasıt, bunlardır. Buna göre hayvankar yük taşıma ve binme açısından bu iki kısma ayrılırlar. Yeme ve diğer şekillerde yararlanmaya gelince hepsi de yenebilir ve hepsinden de yararlanılabilir. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın size verdiği rızıktan yiyin ve şeytanın adımlarını izlemeyin.” Yani şeytanın yollarını ve amellerini izlemeyin ki bunlardan biri de Allah’ın size rızık olarak ihsan etmiş olduğu şeylerin bir bölümünü haram kılmaktır. “Çünkü o, sizin apaçık bir düşmanınızdır.” O size ancak sizin için zararlı olan ve sizi ebedî bedbahtlığa götürecek şeyleri emreder.
#
{143} وهذه الأنعام التي امتنَّ الله بها على عباده، وجعلها كلَّها حلالاً طيباً، فصَّلها بأنها: {ثمانيةُ أزواجٍ من الضأن اثنين}: ذكر وأنثى، {ومن المعز اثنين}: كذلك؛ فهذه أربعةٌ، كلُّها داخلةٌ فيما أحلَّ الله، لا فرق بين شيءٍ منها؛ فقلْ لهؤلاء المتكلِّفين الذين يحرمون منها شيئاً دون شيء أو يحرمون بعضها على الإناث دون الذكور ملزماً لهم بعدم وجود الفرق بين ما أباحوا منها وحرموا: {آلذَّكَرَيْنِ}: من الضأن والمعز {حرَّمَ}: الله فلستم تقولون بذلك وتطردونه، {أم الأُنثيين}: حرم الله من الضأن والمعز؛ فليس هذا قولكم؛ لا تحريم الذكور الخُلَّص، ولا الإناث الخُلَّص من الصنفين، بقي إذا كان الرحم مشتملاً على ذكر وأنثى أو على مجهول، فقال: {أم}: تحرمون {ما اشتملت عليه أرحام الأنثيين}؛ أي: أنثى الضأن وأنثى المعز من غير فرق بين ذكر وأنثى؛ فلستُم تقولون أيضاً بهذا القول؛ فإذا كنتم لا تقولون بأحدِ هذه الأقوال الثلاثة التي حصرت الأقسام الممكنة في ذلك؛ فإلى أي شيء تذهبون؟ {نبِّئوني بعلم إن كنتُم صادقينَ}: في قولِكم ودعواكم. ومن المعلوم أنهم لا يمكنهم أن يقولوا قولاً سائغاً في العقل إلا واحداً من هذه الثلاثة، وهم لا يقولون بشيء منها، إنما يقولون: إن بعضَ الأنعام التي يصطَلِحون عليها اصطلاحاتٍ من عند أنفسهم حرامٌ على الإناثِ دون الذكور، أو محرَّمة في وقت من الأوقات، أو نحو ذلك من الأقوال التي يعلم علماً لا شكَّ فيه أنَّ مصدرها من الجهل المركب والعقول المختلة المنحرفة والآراء الفاسدة، وأنَّ الله ما أنزل بما قالوه من سلطان، ولا لهم عليه حجة ولا برهان.
143. Yüce Allah, kullarına lütuf ve ihsanından helâl ve temiz olarak bağışladığı bu hayvanlardan ayrıntılı olarak söz edip şöyle buyurmaktadır: “Sekiz eş (yaratmıştır): Koyundan iki” yani erkek ve dişi, “keçiden de” aynı şekilde “iki (eş).” Bunlar böylece dört etmektedir. Hepsi de Allah’ın helâl kıldığı şeyler arasına girmektedir ve hiçbiri diğerinden farklı değildir. Şimdi sen, bazılarını diğerlerinden ayırt ederek haram kılan yahut da bazılarını kadınlara haram kılmakla birlikte erkeklere haram kılmayarak kendi kafalarından hüküm uyduran kimselere mubah kıldıkları ile haram kıldıkları arasında fark bulunmadığı hususunda bağlayıcı ve susturucu olmak üzere şöyle sor: Allah, bu koyun ve keçi cinsinden “erkeklerini mi yahut dişilerini mi… haram kıldı?” Ki siz bunların hiçbirini de kabul etmiyorsunuz. Yani bu iki türden sadece erkekleri haram kılmıştır da demiyorsunuz sadece dişileri haram kılmıştır da demiyorsunuz. O halde geriye rahimlerde bulunan ve erkek ya da dişi yahut da ne olduğu bilinmeyen yavrular kalmaktadır. Bunun hakkında da şöyle buyrulmaktadır: “yoksa bu iki (cins) dişinin rahimlerinde bulunanları mı” haram kabul ediyorsunuz? Yani erkek ile dişi arasında herhangi bir fark gözetmeksizin sadece rahimlerdeki yavruları mı haram sayıyorsunuz? Hayır, sizler bunu da söylemiyorsunuz. Bu konuda mümkün olan üç ayrı ihtimalden herhangi birisini kabul etmediğinize göre hangi görüşü esas almakta ve neye göre bazı hayvanları haram kılmaktasınız? “Eğer” söz ve iddianızda “doğru söyleyenler iseniz bana bir bilgiye dayanarak haber verin.” Bilindiği gibi onların aklen kabul edilebilir bir görüş ileri sürmeleri ancak bu üç ihtimalden birisini kabul etmeleri ile mümkündür. Onlar ise bu üç ihtimalden hiçbirisini kabul etmemektedirler. Bunun yerine kendiliklerinden uydurdukları birtakım kavramlara bağlı olarak kimi hayvanları haram kılıyorlardı. Bazılarını yalnızca kadınlara haram kılıp erkeklere kılmıyorlardı. Yahut da bazı hayvanları bazı zamanlarda haram kılıyorlardı vs. Halbuki bunların kaynağının katıksız bir cehalet, sapkın akıllar ve bozuk görüşler olduğu kesinlikle bilinmektedir. Yine kesinlikle bilinmektedir ki Yüce Allah onların söylediklerine dair herhangi bir delil indirmediği gibi onların da bu konuda ellerinde herhangi bir delil ve belge yoktur. Daha sonra Yüce Allah, deve ve inek türü hakkında da benzeri şeyleri söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{144} ثم ذكر في الإبل والبقر مثل ذلك، فلما بيَّن بطلان قولهم وفساده؛ قال لهم قولاً لا حيلة لهم في الخروج من تَبِعَتِهِ إلا في اتباع شرع الله، {أم كنتُم شهداءَ إذ وصَّاكم اللهُ}؛ أي: لم يبق عليكم إلا دعوى لا سبيل لكم إلى صدقها وصحتها، وهي أن تقولوا: إن الله وصَّانا بذلك وأوحى إلينا كما أوحى إلى رسله، بل أوحى إلينا وحياً مخالفاً لما دعت إليه الرسل ونزلت به الكتب، وهذا افتراءٌ لا يجهلُه أحدٌ، ولهذا قال: {فمن أظلم ممَّنِ افترى على الله كذباً ليضلَّ الناس بغير علم}؛ أي: مع كذبه وافترائه على الله قصدُهُ بذلك [إضلال] عباد الله عن سبيل الله بغير بيِّنةٍ منه ولا برهانٍ ولا عقلٍ ولا نقلٍ. {إنَّ الله لا يهدي القوم الظالمين}: الذين لا إرادةَ لهم في غير الظلم والجور والافتراء على الله.
144. Yüce Allah, bu şekilde müşriklerin sözlerinin batıl ve tutarsız olduğunu açıkladıktan sonra onlara Allah’ın şeriatına uymanın dışında sorumluluğundan kurtulamayacakları ve hiçbir çıkar yol bulamayacakları bir soru sorup şöyle buyurmaktadır: “Yoksa Allah'ın bunu size emrettiğine bizzat şahit mi oldunuz?” Yani artık geriye ileri sürebileceğiniz tek bir iddia kalmaktadır ki sizin onun doğru ve sağlıklı olduğunu ortaya koyma imkanınız yoktur. Bu iddia da şudur: “Allah peygamberlerine vahyettiği gibi bize de vahyetti ve bunu bize O emretti. Hatta Allah, bize önceki peygamberlerin davetlerine ve kitaplarda indirilenlere aykırı bir vahiy indirmiştir.” Bu ise herkesin bileceği üzere apaçık bir iftiradır. Bu yüzden Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Hiçbir bilgiye dayanmaksızın insanları saptırmak için Allah’a iftira eden kimseden daha zalim kim olabilir?” Yani Allah’a karşı yalan ve iftirada bulunmakla birlikte bir de Allah’ın kullarını herhangi bir delile, belgeye, akle ve nakle dayanmaksızın Allah yolundan saptırma maksadını güden kimseden daha zalim kim olabilir? “Şüphesiz Allah” zulüm, haksızlık ve Allah’a iftirada bulunmaktan başka bir amacı olmayan “zalimler topluluğuna yol göstermez.”
Ayet: 145 - 146 #
{قُلْ لَا أَجِدُ فِي مَا أُوحِيَ إِلَيَّ مُحَرَّمًا عَلَى طَاعِمٍ يَطْعَمُهُ إِلَّا أَنْ يَكُونَ مَيْتَةً أَوْ دَمًا مَسْفُوحًا أَوْ لَحْمَ خِنْزِيرٍ فَإِنَّهُ رِجْسٌ أَوْ فِسْقًا أُهِلَّ لِغَيْرِ اللَّهِ بِهِ فَمَنِ اضْطُرَّ غَيْرَ بَاغٍ وَلَا عَادٍ فَإِنَّ رَبَّكَ غَفُورٌ رَحِيمٌ (145) وَعَلَى الَّذِينَ هَادُوا حَرَّمْنَا كُلَّ ذِي ظُفُرٍ وَمِنَ الْبَقَرِ وَالْغَنَمِ حَرَّمْنَا عَلَيْهِمْ شُحُومَهُمَا إِلَّا مَا حَمَلَتْ ظُهُورُهُمَا أَوِ الْحَوَايَا أَوْ مَا اخْتَلَطَ بِعَظْمٍ ذَلِكَ جَزَيْنَاهُمْ بِبَغْيِهِمْ وَإِنَّا لَصَادِقُونَ (146)}
145- De ki: “Bana vahyolunanlar arasında yiyen kimse için şunlardan başka haram kılınmış bir şey bulamıyorum: Leş, akmış kan, domuz eti -ki o kesinlikle bir pisliktir- ve Allah’tan başkasının adına boğazlandığından dolayı fısk olanlar. Kim mecbur kalır da (harama) saldırmamak ve haddi aşmamak (kaydıyla bunlardan yerse) şüphesiz Rabbin Ğafûrdur, Rahîmdir.” 146- Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Onlara sığır ve koyunun iç yağlarını da haram kıldık. Ancak sırtlarına veya bağırsaklarına yapışan ya da kemiğe karışanlar hariç. Onları zulümleri yüzünden bununla cezalandırdık. Şüphesiz biz doğru söyleyenleriz.
#
{145} لما ذكر تعالى ذمَّ المشركين على ما حرَّموا من الحلال ونسبوه إلى الله وأبطل قولهم؛ أمر تعالى رسولَه أن يبيِّن للناس ما حرَّمه الله عليهم؛ ليعلموا أنَّ ما عدا ذلك حلالٌ؛ مَنْ نسب تحريمه إلى الله فهو كاذب مبطل؛ لأنَّ التحريم لا يكون إلا من عند الله على لسان رسوله، وقد قال لرسوله: {قل لا أجِدُ فيما أوحي إليَّ محرَّماً على طاعم}؛ أي: محرَّماً أكله؛ بقطع النظر عن تحريم الانتفاع بغير الأكل وعدمه، {إلاَّ أن يكون ميتةً}: والميتة ما مات بغير ذكاةٍ شرعيةٍ؛ فإنَّ ذلك لا يحلُّ؛ كما قال تعالى: {حُرِّمَتْ عليكمُ الميتةُ والدَّمُ ولحمُ الخنزيرِ}، {أو دماً مَسْفوحاً}: وهو الدمُ الذي يخرج من الذبيحة عند ذكاتها؛ فإنه الدَّمُ الذي يضرُّ احتباسه في البدن؛ فإذا خرج من البدن؛ زال الضرر بأكل اللحم. ومفهوم هذا اللفظ أنَّ الدَّمَ الذي يبقى في اللحم والعروق بعد الذبح أنه حلالٌ طاهرٌ، {أو لحم خنزيرٍ فإنه رجسٌ}؛ أي: فإن هذه الأشياء الثلاثة رجسٌ؛ أي: خبث نجس مضرٌّ حرمه الله لطفاً بكم ونزاهة لكم عن مقاربة الخبائث {أو}: إلا أن يكونَ {فسقاً أهِلَّ لغيرِ الله به}؛ أي: إلا أن تكون الذبيحةُ مذبوحةً لغير الله من الأوثان والآلهة التي يعبُدها المشركون؛ فإن هذا من الفسق الذي هو الخروج عن طاعة الله إلى معصيته. ومع هذا؛ فهذه الأشياء المحرَّمات؛ مَن اضْطُرَّ إليها؛ أي: حملته الحاجة والضرورة إلى أكل شيء منها بأن لم يكن عنده شيء وخاف على نفسه التلف، {غيرَ باغٍ ولا عادٍ}؛ أي: {غير باغٍ}؛ أي: مريد لأكلها من غير اضطرار، ولا متعدًّ؛ أي: متجاوز للحدِّ؛ بأن يأكل زيادة عن حاجته، {فمَنِ اضطُرَّ غير باغٍ ولا عادٍ فإنَّ ربَّك غفور رحيم}؛ أي: فالله قد سامح من كان بهذه الحال. واختلف العلماء رحمهم الله في هذا الحصر المذكور في هذه الآية مع أن ثَمَّ محرماتٌ لم تُذْكَر فيها كالسباع وكل ذي مخلب من الطير ونحو ذلك: فقال بعضهم: إن هذه الآية نازلة قبل تحريم ما زاد على ما ذُكِرَ فيها؛ فلا ينافي هذا الحصر المذكور فيها التحريمَ المتأخِّرَ بعد ذلك؛ لأنه لم يجده فيما أوحي إليه في ذلك الوقت. وقال بعضهم: إن هذه الآية مشتملة على سائرِ المحرَّمات، بعضها صريحاً وبعضها يُؤْخَذ من المعنى وعموم العلة؛ فإنَّ قوله تعالى في تعليل الميتة والدم ولحم الخنزير أو الأخير منها فقط: {فإنَّه رِجْسٌ}: وصفٌ شاملٌ لكلِّ محرَّم؛ فإنَّ المحرمات كلَّها رجسٌ وخبثٌ، وهي من الخبائث المستقذرة التي حرَّمها الله على عبادِهِ صيانةً لهم وتكرمةً عن مباشرة الخبيث الرجس، ويؤخذ تفاصيل الرجس المحرَّم من السُّنَّةِ؛ فإنها تفسِّرُ القرآنَ وتبيِّنُ المقصودَ منه. فإذا كان الله تعالى لم يحرِّم من المطاعم إلا ما ذُكِرَ، والتحريمُ لا يكونُ مصدرُهُ إلا شرعَ الله؛ دلَّ ذلك على أن المشركين الذين حَرَّموا ما رزقهم اللهُ مفترون على الله، متقوِّلون عليه ما لم يقلْ. وفي هذه الآية احتمالٌ قويٌّ لولا أن الله ذكر فيها الخنزير، وهو أن السياق في نقض أقوال المشركين المتقدِّمة في تحريمهم لما أحلَّه الله وخوضهم بذلك بحسب ما سوَّلت لهم أنفسهم، وذلك في بهيمة الأنعام خاصة، وليس منها محرم إلاَّ ما ذكر في الآية؛ الميتة منها وما أهِلَّ لغير الله به، وما سوى ذلك؛ فحلال. ولعل مناسبة ذكر الخنزير هنا على هذا الاحتمال أنَّ بعض الجهَّال قد يُدْخِلُهُ في بهيمة الأنعام، وأنه نوعٌ من أنواع الغنم؛ كما قد يتوهَّمه جهلة النصارى وأشباههم، فينمونها كما ينمون المواشي، ويستحلُّونها، ولا يفرِّقون بينها وبين الأنعام.
145. Yüce Allah müşrikleri, helâlleri haram kılmaları ve bunu Allah’a nispet etmeleri dolayısıyla yerip bu iddialarını çürüttükten sonra Rasûlüne, Allah’ın insanlara haram kıldığı şeyleri açıklamasını emretmekdedir ki böylelikle onlar, bunların dışında kalanların helâl olduğunu bilsinler. Artık bunların Allah tarafından haram kılındığını ileri sürenler, yalancıdırlar ve batıl bir iddiada bulunmaktadırlar. Çünkü haram kılmak, ancak Allah tarafından Rasûlü vasıtası ile olur. O da Rasûlüne şöyle demesini emretmiştir: “De ki: Bana vahyolunanlar arasında yiyen kimse için şunlardan başka haram kılınmış bir şey bulamıyorum:” Yani yeme dışında başka bir suretle yararlanılması haram olanlar bir tarafa, sadece yenmesi haram kılınanlar şunlardır: “Leş” yani dine uygun kesim yolu dışında ölmüş hayvandır. Böyle bir hayvanın yenilmesi helâl değildir. Nitekim Allah bir başka yerde: “Leş, kan, domuz eti... size haram kılındı” (el-Maide, 5/3) buyurmaktadır. “Akmış kan” yani kesilen hayvandan kesimi esnasında çıkan kandır. Bu, bedende hapsolması zarara yol açan kandır ki bu kan dışarı çıktı mı artık etin yenilmesi dolayısıyla (kanın kalması halinde) söz konusu olacak zarar ortadan kalkmış olur. Bu lafzın mefhumundan anlaşıldığına üzere kesimden sonra ette ve damarlarda kalan kan, helâl ve temizdir. “domuz eti -ki o kesinlikle bir pisliktir-” yani bu üç şey de birer pisliktir, murdardır, necistir, zararlıdır. Allah bunları size lütuf olmak üzere ve pisliklerde sizi uzak tutumak için haram kılmıştır. “Ve Allah’tan başkasının adına boğazlandığından dolayı fısk olanlar.” Yani eğer kesilen hayvan Allah’tan başkası için -putlara yahut müşriklerin tapındıkları ilahlara- kesilecek olursa işte bu, Yüce Allah’a itaatın dışına çıkıp günah işlemek demek olan “fısk” kapsamına dahildir. Bununla birlikte “Kim mecbur kalır da” yani bu haram kılınan şeyleri yemeye kim mecbur kalırsa, yanında yiyecek bir şey bulunmaması bu nedenle de kendisinin telef olacağından korkması nedeniyle bunlardan bir miktar yemek zorunluluğu ile karşı karşıya kalırsa (harama) saldırmamak” yani zorunluluk olmadığı halde onu yemek isteğinde bulunmaksızın “ve haddi aşmamak” ihtiyacından fazlasından yemek sureti ile sınırı aşmaksızın bunlardan yerse “şüphesiz Rabbin Ğafûrdur, Rahîmdir.” Yani böyle bir durumda olan kimseye müsamaha göstermiştir. Alimler -Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun- bu âyet-i kerime hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Zira bu ayette haramların, sadece sözü edilen dört hususutan ibaret olduğu ifade edilmektedir. Halbuki yırtıcı hayvanlar ve uçan kuşların pençeli olanları gibi bu âyet-i kerimede sözü edilmemiş olan başka haramlar da vardır. Bu konuda kimi alimler şöyle demektedir: Bu âyet-i kerime burada sözü edilenlerden başka şeylerin de haram kılındığını ifade eden ayetlerden daha önce inmiştir. Bu yüzden bu âyet-i kerimede, sadece onda sözü edilenlerin haram kılındıklarının belirtilmesi, daha sonra haram kılınan şeylere aykırı değildir. Çünkü o zamanda kendisine vahyolunanlar arasında daha sonra haram kılınanların haram olduğuna dair bir hüküm bulunmuyordu. Bri grup alim de şöyle demektedir: Bu âyet-i kerime haram kılınan diğer şeyleri de kapsamaktadır. Bunların kimisini açık ifadelerle kapsarken diğerleri de manadan ve illetin/sebebin genelliğinden anlaşılmaktadır. Zira Yüce Allah’ın leşin, kanın ve domuz etinin -yahut da sadece domuz etinin- haram kılınış illeti ile ilgili olarak zikrettiği “ki o kesinlikle bir pisliktir” ifadesi, haram kılınan her şeyi kapsayan bir niteliktir. Çünkü haram kılınanların tümü pisliktir, murdardır. Hepsi de Allah’ın kullarına -onları korumak, pis ve murdar olan şeyleri kullanmaktan uzak tutumak için- haram kıldığı tiksinti veren pis ve murdar şeylere dahildir. Haram kılınan bu “pislik” ile ilgili ayrıntılı açıklamalar da sünnetten öğrenilir. Çünkü sünnet, Kur’an’ı açıklar ve ondan maksadın ne olduğunu beyan eder. Yüce Allah yenilecek şeylerden ancak sözü edilenleri haram kılmış olduğuna ve haram kılmanın kaynağının da ancak Allah’ın şeriatı olduğuna göre bu, Allah’ın kendilerine rızık olarak ihsan etmiş olduğu şeyleri haram kılan müşriklerin Allah’a iftira ettiklerini ve Allah’a, söylemediği şeyleri nispet ettiklerini ortaya koymaktadır. Âyet-i kerimede eğer Yüce Allah domuzu özellikle söz konusu etmemiş olsaydı şöyle güçlü bir ihtimal söz konusu olabilirdi: Bu, ifadeler daha önce sözü edilen müşriklerin Allah’ın helâl kıldığı şeyleri haram kılmaları ve bu konuda nefislerinin kendilerine güzel göstermiş olduğu birtakım iddialarda bulunmalarının çürütülmesi sadedindedir. Onların haram kıldıkları şeyler ise özellikle zikri geçen dört tür ehli hayvan hakkındadır. Bunlarla ilgili olarak âyet-i kerimede haram kılınanlar ise sadece leş ve Allah’tan başkası adına kesilenlerdir. Bunun dışında kalanlar ise helâldir. Burada domuzun söz konusu ediliş münasebeti bu ihtimale göre şu olabilir: Bazı cahiller domuzu da dört tür ehli hayvan arasına sokabilir ve onu davar türlerinden bir tür olarak kabul edebilirler. Nitekim hıristiyanların cahilleri ve benzerleri böyle bir vehme kapılabilirler. Zira onlar diğer davarları besledikleri gibi domuz da beslemekte, onları helâl kabul etmekte ve domuzlar ile diğer davarlar arasında herhangi bir fark görmemektedirler.
#
{146} فهذا المحرَّم على هذه الأمة كلِّها من باب التنزيه لهم والصيانة، وأما ما حُرِّم على أهل الكتاب؛ فبعضه طيب، ولكنه حُرِّم عليهم عقوبةً لهم، ولهذا قال: {وعلى الذين هادوا حَرَّمْنا كلَّ ذي ظُفُرٍ}: وذلك كالإبل وما أشبهها. وحرمنا عليهم من البقر والغنم بعضَ أجزائها، وهو شحومها وليس المحرَّم جميع الشحوم منها، بل شحم الإلية والثرب، ولهذا استثنى الشحم الحلال من ذلك، فقال: {إلَّا ما حَمَلَتْ ظهورُهُما أو الحوايا}؛ أي: الشحم المخالط للأمعاء، {أو ما اختلط بعظم ذلك} ـ: التحريم على اليهود ـ {جَزَيْناهم بِبَغْيهم}؛ أي: ظلمهم وتعدِّيهم في حقوق الله وحقوق عباده، فحرَّم الله عليهم هذه الأشياء عقوبةً لهم ونكالاً. {وإنا لصادقون}: في كلِّ ما نقول ونفعل ونحكم به، ومَن أصدقُ من الله حديثاً؟ ومن أحسنُ من الله حكماً لقوم يوقنون؟
146. Bu ümmete haram kılınan şeylerin tümü ümmetin pisliklerden uzak tutulması ve korunması kabilindendir. Kitap ehline haram kılınan şeylere gelince onların bir kısmı esasen hoş ve temizdir. Ancak onlara ceza olmak üzere onlara haram kılınmıştır. Bu bakımdan Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Yahudilere” deve ve benzeri “bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Onlara sığır ve koyunun iç yağlarını da haram kıldık.” Bunların bütün iç yağları da haram kılınmamıştı. Sadece kuyruk tarafındaki yağlar ile işkembe üzerindeki perde şeklindeki iç yağı haram kılınmıştı. Bu yüzden Yüce Allah helâl olan iç yağlarını istisna ederek şöyle buyurmaktadır: “Ancak sırtlarına veya bağırsaklarına yapışan ya da kemiğe karışanlar hariç.” Yahudiler için söz konusu olan bu haram kılmanın sebebine gelince bu, “onları zulümleri yüzünden bununla cezalandırdık” ifadesi ile açıklanmaktadır. Yani Allah’ın hakları ile kullarının hakları hususunda zulüm ve haksızlık etmeleri dolayısı ile bu gibi şeyleri onlara ceza olmak üzere haram kılmıştır. “Şüphesiz biz doğru söyleyenleriz” Ne söylersek, ne yaparsak ve neye hükmedersek doğrudur. Sözü Allah’tan daha doğru olan kimdir? Kesin kanaate sahip olan bir toplum için hükmü Allah’tan daha güzel kim olabilir?
Ayet: 147 #
{فَإِنْ كَذَّبُوكَ فَقُلْ رَبُّكُمْ ذُو رَحْمَةٍ وَاسِعَةٍ وَلَا يُرَدُّ بَأْسُهُ عَنِ الْقَوْمِ الْمُجْرِمِينَ (147)}
147- Seni yalanlayacak olurlarsa de ki: “Rabbiniz, geniş rahmet sahibidir. (Ama) O’nun azabı günahkârlar topluluğundan geri çevirilemez.”
#
{147} أي: فإن كذَّبك هؤلاء المشركون؛ فاسْتَمِرَّ على دعوتهم بالترغيب والترهيب، وأخبرْهم بأن الله {ذو رحمةٍ واسعةٍ}؛ أي: عامة شاملة لجميع المخلوقات كلِّها؛ فسارِعوا إلى رحمته بأسبابها التي رأسُها وأُسُّها ومادتها تصديق محمد - صلى الله عليه وسلم - فيما جاء به. {ولا يُرَدُّ بأسُهُ عن القوم المجرمين}؛ أي: الذين كَثُرَ إجرامهم وذنوبهم؛ فاحذَروا الجرائم الموصلة لبأس الله التي أعظمها ورأسها تكذيب محمد - صلى الله عليه وسلم -.
147. Yani eğer bu müşrikler seni yalanlayacak olurlarsa sen yine teşvikle ve korkutmayla onları davet etmeye devam et ve onlara şunu haber ver: “Rabbiniz, geniş rahmet sahibidir.” Yani rahmeti bütün mahlukatı kuşatan, genel ve kapsamlı bir rahmettir. O halde siz de sebeplerini yerine getirerek O’nun rahmetine koşun. Bu sebeplerin başı, temeli ve ana maddesi ise Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in getirdiklerini tasdik etmektir. “O’nun azabı” suçları ve günahları çoğalıp duran “günahkârlar topluluğundan geri çevrilemez.” O halde sizler de Allah’ın azabına götüren günahlardan sakının. Bunların en büyüğü ve başı ise Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i yalanlamaktır.
Ayet: 148 - 149 #
{سَيَقُولُ الَّذِينَ أَشْرَكُوا لَوْ شَاءَ اللَّهُ مَا أَشْرَكْنَا وَلَا آبَاؤُنَا وَلَا حَرَّمْنَا مِنْ شَيْءٍ كَذَلِكَ كَذَّبَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ حَتَّى ذَاقُوا بَأْسَنَا قُلْ هَلْ عِنْدَكُمْ مِنْ عِلْمٍ فَتُخْرِجُوهُ لَنَا إِنْ تَتَّبِعُونَ إِلَّا الظَّنَّ وَإِنْ أَنْتُمْ إِلَّا تَخْرُصُونَ (148) قُلْ فَلِلَّهِ الْحُجَّةُ الْبَالِغَةُ فَلَوْ شَاءَ لَهَدَاكُمْ أَجْمَعِينَ (149)}.
148- Şirk koşanlar: “Eğer Allah dileseydi biz de babalarımız da ortak koşmazdık ve hiçbir şeyi de haram kılmazdık” diyeceklerdir. Onlardan öncekiler de azabımızı tadıncaya kadar işte böyle yalanladılar. De ki: “Yanınızda çıkartıp bize gösterebileceğiniz herhangi bir bilgi var mı? Siz ancak zanna uyuyorsunuz ve yine siz yalnızca yalan söylüyorsunuz.” 149- De ki: “Öyle ise tam ve kesin delil, Allah’ındır. Eğer O, dileseydi elbette hepinizi hidâyete erdirirdi.”
#
{148} هذا إخبار من الله أن المشركين سيحتجُّون على شركهم وتحريمهم ما أحل الله بالقضاء والقدر، ويجعلون مشيئة الله الشاملة لكلِّ شيءٍ من الخير والشرِّ حجةً لهم في دفع اللوم عنهم، وقد قالوا ما أخبر الله أنهم سيقولونه؛ كما قال في الآية الأخرى: {وقال الذين أشْرَكوا لو شاءَ اللهُ ما عَبَدْنا من دونِهِ من شيءٍ ... } الآية فأخبر تعالى أنَّ هذه الحجة لم تزل الأممُ المكذِّبة تدفعُ بها عنهم دعوةَ الرسل ويحتجُّون بها، فلم تُجْدِ فيهم شيئاً ولم تنفعْهم، فلم يزلْ هذا دأبَهم حتى أهلكهم الله وأذاقهم بأسه؛ فلو كانت حجةً صحيحةً؛ لدفعتْ عنهم العقابَ، ولَمَا أحلَّ الله بهم العذاب؛ لأنَّه لا يحلُّ بأسه إلا بمن استحقه فعلم أنها حجة فاسدة وشبهة كاسدة من عدة أوجه: منها: ما ذكر الله من أنها لو كانت صحيحةً لم تحلَّ بهم العقوبة. ومنها: أن الحجة لا بدَّ أن تكون حجةً مستندةً إلى العلم والبرهان، فأما إذا كانت مستندةً إلى مجرَّد الظنِّ والخرص الذي لا يغني من الحقِّ شيئاً؛ فإنها باطلة، ولهذا قال: {قل هل عندَكم من علم فتخرِجوه لنا}؛ فلو كان لهم علمٌ ـ وهم خصومٌ ألدَّاء ـ لأخرجوه، فلما لم يخرِجوه؛ عُلِمَ أنه لا علم عندهم. {إن تتَّبعون إلَّا الظَّنَّ وإنْ أنتم إلَّا تَخْرُصُونَ}: ومن بنى حُججه على الخرص والظنِّ؛ فهو مبطل خاسر؛ فكيف إذا بناها على البغي والعناد والشرِّ والفساد.
148. Bu buyruklarla Yüce Allah bizlere müşriklerin, şirklerine ve Allah’ın helâl kıldığı şeyleri haram kılmalarına kaza ve kaderi delil göstereceklerini, kendilerine yönelebilecek kınamaları bertaraf etmek maksadıyla Allah’ın hayır olsun şer olsun her şeyi kuşatan meşietini buna delil göstereceklerini haber vermektedir. Nitekim Allah'ın, onların söyleyeceklerini haber verdiği bu sözleri -şu âyet-i kerimede de belirtildiği gibi- gerçekten de söylemişlerdir: “Şirk koşanlar dediler ki: Eğer Allah dileseydi biz de babalarımız da O’ndan başka hiçbir şeye ibadet etmezdik...” (en-Nahl, 16/35) Yüce Allah bu buyrukları ile bunun, yalanlayan ümmetlerin gösteregeldikleri bir bahane olduğunu ve onların peygamberlerin çağrısına karşı çıkarak bunu delil getirdiklerini haber vermektedir. Ancak böyle bir delil getirmenin onlara hiçbir faydası olmaz. Onlar hep böyle yapageldiler. Nihâyet Allah da onları helak etti ve onlara azabını tattırdı. Bu, delillendirmeleri sağlıklı olsaydı elbette onlara gelecek azabı ve cezayı uzaklaştırırdı. Ve hiç şüphesiz Allah da onları azaba uğratmazdı. Çünkü O’nun azabı ancak hak edeni bulur. Böylelikle bu delillerinin, tutarsız ve itibara alınmayacak bir husus olduğu birkaç yönden ortaya çıkmaktadır: 1. Öncelikle Yüce Allah’ın sözünü ettiği şekilde eğer getirdikleri delil sağlıklı ve doğru olsaydı cezaya çarptırılmazlardı. 2. Diğer taraftan bir delilin mutlaka bilgiye ve belgeye dayalı olması gerekir. Eğer hak namına hiçbir şey ifade etmeyen kuru zan ve tahmine dayalı ise elbetteki getirilen bu delil batıldır. Bu yüzden Yüce Allah: “De ki: Yanınızda çıkartıp bize gösterebileceğiniz herhangi bir bilgi var mı?” buyurmaktadır. Eğer onların bir bilgileri bulunsaydı -azılı hasım olduklarından dolayı- hiç şüphesiz onu ortaya çırarırlardı. Bu, bilgiyi ortaya koymadıklarına göre bu konuda herhangi bir bilgileri olmadığı ortaya çıkmaktadır. “Siz ancak zanna uyuyorsunuz ve yine siz yalnızca yalan söylüyorsunuz.” Kim delilini zan ve tahmine dayandıracak olursa hiç şüphesiz o da batıl bir iddia peşindedir ve hüsrandadır. Bir de bu iddiasını haksızlık, inat, kötülük ve fesada dayandırıyor ise durumu ne olur?
#
{149} ومنها: أن الحجة لله، البالغة، التي لم تبقِ لأحدٍ عذراً، التي اتَّفقت عليها الأنبياء والمرسلون والكتب الإلهية والآثار النبوية والعقول الصحيحة والفطر المستقيمة والأخلاق القويمة، فعلم بذلك أن كلَّ ما خالف هذه الآية القاطعة باطلٌ؛ لأن نقيض الحقِّ لا يكون إلاَّ باطلاً. ومنها: أن الله تعالى أعطى كلَّ مخلوق قدرةً وإرادةً يتمكَّن بها من فعل ما كُلِّفَ به؛ فلا أوجب الله على أحدٍ ما لا يقدر على فعله، ولا حرَّم على أحدٍ ما لا يتمكَّن على تركه؛ فالاحتجاج بعد هذا بالقضاء والقدر ظلمٌ محضٌ وعنادٌ صرفٌ. ومنها: أن الله تعالى لم يجبر العباد على أفعالهم، بل جعل أفعالهم تبعاً لاختيارهم؛ فإن شاؤوا فعلوا وإن شاؤوا كَفُّوا، وهذا أمر مشاهدٌ لا ينكره إلا مَن كابر وأنكر المحسوسات؛ فإنَّ كلَّ أحد يفرق بين الحركة الاختياريَّة والحركة القسريَّة، وإن كان الجميع داخلاً في مشيئة الله ومندرجاً تحت إرادته. ومنها: أن المحتجِّين على المعاصي بالقضاء والقدر يتناقضون في ذلك؛ فإنهم لا يمكنهم أن يطردوا ذلك؛ بل لو أساء إليهم مسيء بضرب أو أخذ مال أو نحو ذلك، واحتج بالقضاء والقدر لما قبلوا منه هذا الاحتجاج ولغضبوا من ذلك أشد الغضب. فيا عجباً كيف يحتجون به على معاصي الله ومساخطه ولا يرضون من أحد أن يحتج به في مقابلة مساخطهم. ومنها: أن احتجاجهم بالقضاء والقدر ليس مقصوداً، ويعلمون أنَّه ليس بحجةٍ، وإنما المقصود منه دفع الحقِّ ويرون أن الحقَّ بمنزلة الصائل؛ فهم يدفعونه بكلِّ ما يخطر ببالهم من الكلام، [ولو كانوا يعتقدونه خطأً].
149. Kaza ve kaderi lehlerine delil olarak gösterenlerin bu delillendirmelerinin tutarsız ve yanlış olduğunu ortaya koyan hususlardan birisi de şudur: 3. Hiç kimsenin ileri sürecek bir mazeretinin bulunmasına imkân bırakmayan tam ve kesin delil, Allah’ındır. Öyle ki bütün peygamberler, rasûller, ilâhi kitaplar, peygamberlerin mirası, sağlıklı akıllar, istikamet üzere yürüyen fıtratlar, dosdoğru ahlaklar, Allah’ın bu kesin delilini ittifakla kabul etmektedir. Böylelikle bu kesin delile muhalefet eden her şeyin batıl olduğu da ortaya çıkmaktadır. Çünkü hakkın zıddı ancak batıl olabilir. 4. Yüce Allah her bir insana kudret ve irade vermiştir ki o, bununla mükellef olduğu şeyleri yapabilme imkânını bulur. Yüce Allah, hiçbir kimseye yapmaya güç yetiremeyeceği şeyleri farz kılmadığı gibi terk etme imkânını bulamadığı şeyleri de kimseye haram kılmış değildir. Artık bundan sonra kaza ve kaderi delil diye göstermek, katıksız bir zulüm ve sırf bir inattır. 5. Yüce Allah kulları yaptıkları işlere mecbur tutmaz. Onlar bu işleri kendi tercihlerine bağlı olarak yaparlar. İsterlerse o işi yaparlar, istemezlerse ondan uzak dururlar. Bu, gözle görülen açık bir husustur ve bile bile yanlış iddialarda bulunup somut gerçekleri inkâr eden kimseler dışında bunu kimse inkâr etmez. Çünkü herkes tercih ile yapılan hareket ile zorunlu ve mecburi olarak yapılan hareketi birbirinden ayırt edebilir. Hepsi de Allah’ın meşieti kapsamı içerisinde ve O’nun iradesi altında olmakla birlikte bu, böyledir. 6. Diğer taraftan işledikleri masiyetlere, kaza ve kaderi delil gösterenler bu konuda çelişki içerisindedirler. Çünkü onlar bu iddiaları doğrultusunda hareket etmezler. Aksine bir kimse onlara kötülük yapacak olursa mesela, onları dövse yahut mallarını alsa veya buna benzer bir zarar verse buna karşılık da kaza ve kaderi onlara delil olarak gösterse hiçbir şekilde kendileri böyle bir mazereti kabul etmezler. Yapılan bu kötülükten dolayı alabildiğine kızar ve öfkelenirler. Hayret doğrusu! Nasıl olur da Allah’a isyana ve O’nu gazaplandıran şeylere kaza ve kaderi delil gösterirler de herhangi bir kimsenin kendilerini kızdıracak türden yaptıkları işlere aynı şekilde kaza ve kaderi delil göstermesine razı olmazlar! 7. Onların kaza ve kaderi delil göstermeleri asıl maksatları değildir. Bunun delil olmayacağını da bilirler. Bu delillendirmeden maksatları hakkı reddetmektir. Onlar hakkı, kendilerine haksızca hücum eden kişi gibi görürler. Bu sebeple de hakkı başlarından savmaya çalışırlar. Yanlış olduğunu bilseler bile hatırlarına gelen isabetli isabetsiz her türlü sözü söyleyerek bunu gerçekleştirmeye gayret ederler.
Ayet: 150 #
{قُلْ هَلُمَّ شُهَدَاءَكُمُ الَّذِينَ يَشْهَدُونَ أَنَّ اللَّهَ حَرَّمَ هَذَا فَإِنْ شَهِدُوا فَلَا تَشْهَدْ مَعَهُمْ وَلَا تَتَّبِعْ أَهْوَاءَ الَّذِينَ كَذَّبُوا بِآيَاتِنَا وَالَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْآخِرَةِ وَهُمْ بِرَبِّهِمْ يَعْدِلُونَ (150)}.
150- De ki: “Haydi, Allah bunu haram kıldığına dair şahitlik edecek şahitlerinizi getirin.” Eğer şahitlik ederlerse sen onlarla beraber şahitlik etme. Âyetlerimizi yalanlayanların, âhirete iman etmeyenlerin ve Rab’lerine (başkalarını) denk tutanların hevâlarına uyma.
#
{150} أي: قل لمن حرَّم ما أحل الله ونسب ذلك إلى الله: أحضِروا شهداءكم الذين يشهدون أن الله حرَّم هذا! فإذا قيل لهم هذا الكلام؛ فهم بين أمرين: إما أن لا يحضروا أحداً يشهدُ بهذا، فتكون دعواهم إذاً باطلةً خليةً من الشهود والبرهان. وإما أن يحضِروا أحداً يشهد لهم بذلك، ولا يمكن أن يشهد بهذا إلا كلُّ أفاكٍ أثيم غير مقبول الشهادة، وليس هذا من الأمور التي يصحُّ أن يشهد بها العدولُ، ولهذا قال تعالى ناهياً نبيَّه وأتباعه عن هذه الشهادة: {فإن شهدوا فلا تَشْهَدْ معهم ولا تتَّبِعْ أهواء الذين كذَّبوا بآياتنا والذين لا يؤمنون بالآخرة وهم بربِّهم يعدِلون}؛ أي: يسوون به غيره من الأنداد والأوثان؛ فإذا كانوا كافرين باليوم الآخر غير موحدين لله؛ كانت أهويتهم مناسبة لعقيدتهم، وكانت دائرة بين الشرك والتكذيب بالحق، فحريٌّ بهوىً هذا شأنه أن ينهى الله خيارَ خلقه عن اتِّباعه، وعن الشهادة مع أربابه، وعُلِمَ حينئذٍ أن تحريمهم لما أحلَّ اللهُ صادرٌ عن تلك الأهواء المضلَّة.
150. Yani Allah’ın helâl kıldığını haram kılan ve bu haram kılmayı da Allah’a nispet eden kimselere de ki: “Haydi, Allah bunu haram kıldığına dair şahitlik edecek şahitlerinizi getirin.” Onlara böyle bir söz söylenecek olursa onlar şu iki şık arasında kalırlar: Ya buna şahitlik edebilecek herhangi bir kimseyi getiremeyeceklerdir -ki o takdirde iddiaları boş çıkacak, şahidi ve delili olmayan bir iddia haline gelecektir- yahut da bu konuda lehlerine şahitlik edecek birilerini getireceklerdir. Ancak böyle bir şeye oldukça yalancı ve iftiracı, şahitliği makbul olmayan kimselerden başkasının şahitlik etmesine imkân yoktur. Zira böyle bir şeye adalet sahibi dürüst kimselerin şahitlik etmesi mümkün değildir. Bundan dolayı Yüce Allah peygamberine ve ona tâbi olanlara bu hususta şahitliği yasaklamaktadır: “Eğer şahitlik ederlerse sen onlarla beraber şahitlik etme.” “Âyetlerimizi yalanlayanların, âhirete iman etmeyenlerin ve Rab’lerine (başkalarını) denk tutanların” Yani ortak koştukları putları ve diğerlerini O’na eşit tutanların “hevâlarına uyma.” Onlar âhireti inkâr eden, Allah’ı tevhid etmeyen kimseler olduklarından dolayı hevaları da akidelerine uygun olup şirk ile hakkı yalanlamak arasında gidip gelir. Yüce Allah’ın yarattıklarının en hayırlısına bu nitelikteki bir hevâ ve hevese uymasını yasaklaması ve bu gibi kimselerle birlikte aynı şeye şahitlik etmesini men etmesi gâyet uygun düşmektedir. Böylece şu gerçek de ortaya çıkmaktadır: Onların Allah’ın helâl kıldığı şeyleri haram kılmaları bu gibi sapık heva ve heveslerden kaynaklanmaktadır.
Ayet: 151 - 153 #
{قُلْ تَعَالَوْا أَتْلُ مَا حَرَّمَ رَبُّكُمْ عَلَيْكُمْ أَلَّا تُشْرِكُوا بِهِ شَيْئًا وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَانًا وَلَا تَقْتُلُوا أَوْلَادَكُمْ مِنْ إِمْلَاقٍ نَحْنُ نَرْزُقُكُمْ وَإِيَّاهُمْ وَلَا تَقْرَبُوا الْفَوَاحِشَ مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَمَا بَطَنَ وَلَا تَقْتُلُوا النَّفْسَ الَّتِي حَرَّمَ اللَّهُ إِلَّا بِالْحَقِّ ذَلِكُمْ وَصَّاكُمْ بِهِ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ (151) وَلَا تَقْرَبُوا مَالَ الْيَتِيمِ إِلَّا بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ حَتَّى يَبْلُغَ أَشُدَّهُ وَأَوْفُوا الْكَيْلَ وَالْمِيزَانَ بِالْقِسْطِ لَا نُكَلِّفُ نَفْسًا إِلَّا وُسْعَهَا وَإِذَا قُلْتُمْ فَاعْدِلُوا وَلَوْ كَانَ ذَا قُرْبَى وَبِعَهْدِ اللَّهِ أَوْفُوا ذَلِكُمْ وَصَّاكُمْ بِهِ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ (152) وَأَنَّ هَذَا صِرَاطِي مُسْتَقِيمًا فَاتَّبِعُوهُ وَلَا تَتَّبِعُوا السُّبُلَ فَتَفَرَّقَ بِكُمْ عَنْ سَبِيلِهِ ذَلِكُمْ وَصَّاكُمْ بِهِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ (153)}.
151- De ki: “Gelin, Rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım: O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana-babaya iyilik edin, yoksulluk endişesinden dolayı çocuklarınızı öldürmeyin. Çünkü sizin de onların da rızkını biz veririz. Ahlaksızlığın açığına da gizlisine de yaklaşmayın. Haklı (bir gerekçe) olmadıkça Allah’ın (öldürülmesini) haram kıldığı birini öldürmeyin. İşte akledesiniz diye O, size bunları emretmiştir. 152- Yetimin malına rüşdüne erinceye kadar en güzel olandan başka bir şekilde yaklaşmayın. Ölçüyü ve tartıyı adaletle tastamam yapın. Biz kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemeyiz. Söz söylediğiniz vakit -akrabanız dahi olsa- adaletli olun. Allah’ın ahdini de yerine getirin. İşte düşünüp öğüt alasınız diye O, size bunları emretmiştir. 153- Şüphesiz ki bu, benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyun. Başka yollara uymayın. Sonra onlar sizi O’nun yolundan ayırırlar. İşte takvalı olasınız diye O, size bunları emretmiştir.
#
{151} يقول تعالى لنبيِّه - صلى الله عليه وسلم -: {قل}: لهؤلاء الذين حرَّموا ما أحلَّ الله: {تعالَوْا أتلُ ما حرَّمَ ربُّكم عليكم}: تحريماً عامًّا شاملاً لكل أحد، محتوياً على سائر المحرَّمات من المآكل والمشارب والأقوال والأفعال، {أن لا تشركوا به شيئاً}؛ أي: لا قليلاً ولا كثيراً. وحقيقة الشرك بالله أن يُعْبَدَ المخلوق كما يُعْبَدُ الله أو يعظَّمَ كما يعظَّمُ الله أو يصرفَ له نوعٌ من خصائص الربوبيَّة والإلهيَّة، وإذا تَرَكَ العبدُ الشرك كلَّه؛ صار موحِّداً مخلصاً لله في جميع أحواله؛ فهذا حقُّ الله على عباده: أن يعبُدوه ولا يشرِكوا به شيئاً. ثم بدأ بآكد الحقوق بعد حقه، فقال: {وبالوالدينِ إحساناً}: من الأقوال الكريمة الحسنة والأفعال الجميلة المستحسنة؛ فكلُّ قول وفعل يحصُلُ به منفعة للوالدين أو سرور لهما؛ فإنَّ ذلك من الإحسان، وإذا وُجِدَ الإحسان؛ انتفى العقوق، {ولا تقتلوا أولادكم}: من ذكور وإناث {من إملاق}؛ أي: بسبب الفقر وضيقكم من رزقهم؛ كما كان ذلك موجوداً في الجاهلية القاسية الظالمة، وإذا كانوا منهيِّين عن قتلهم في هذه الحال وهم أولادهم؛ فنهيهم عن قتلهم لغير موجب أو قتل أولاد غيرهم من باب أولى وأحرى. {نحن نرزُقُكم وإياهم}؛ أي: قد تكفَّلنا برزق الجميع، فلستم الذين ترزقون أولادكم، بل ولا أنفسكم، فليس عليكم منهم ضيق. {ولا تقرَبوا الفواحش}: وهي الذنوب العظام المستفحشة {ما ظهر منها وما بطن}؛ أي: لا تقربوا الظاهر منها والخفي أو المتعلق منها بالظاهر والمتعلق بالقلب والباطن، والنهي عن قربان الفواحش أبلغ من النهي عن مجرَّد فعلها؛ فإنه يتناول النهي عن مقدِّماتها ووسائلها الموصلة إليها. {ولا تقتُلوا النفس التي حرَّم الله}: وهي النفس المسلمة من ذكر وأنثى صغير وكبير بَرٍّ وفاجر: والكافرة التي قد عُصِمَتْ بالعهد والميثاق، {إلَّا بالحقِّ}: كالزاني المحصن والنفس بالنفس والتارك لدينه المفارق للجماعة. {ذلكم}: المذكور، {وصَّاكم} [الله] {به لعلَّكم تعقِلون}: عن الله وصيَّته ثم تحفظونها ثم تراعونها وتقومونَ بها. ودلَّت الآية على أنه بحسب عقل العبد يكون قيامه بما أمر الله به.
151. Yüce Allah peygamberine hitaben şöyle buyurmaktadır: Allah’ın helâl kıldığı şeyleri haram kılan şu kimselere “de ki: Gelin, Rabbinizin size” herkesi kapsayacak şekilde umumi olarak ve yiyecek, içecek, söz, davranış türünden bütün haramları da ihtiva edecek şekilde “neleri haram kıldığını okuyayım: O’na” az veya çok “hiçbir şeyi ortak koşmayın.” Şirkin gerçek mahiyeti Allah’ın yarattığı bir varlığa Allah’a ibadet eder gibi yahut Allah’ı tazim eder gibi ibadet etmek veya tazimde bulunmak ya da rububiyetin ve uluhiyetin bazı özelliklerinin o varlıkta bulunduğunu kabul etmektir. Kul şirki tamamıyla terk edecek olursa bütün hallerinde Allah’a ihlasla yönelen muvahhid bir kimse olur. İşte bu, Allah’ın kulları üzerindeki hakkıdır. O’na ibadet etmeli ve O’na hiçbir şey ortak koşmamalıdırlar. Daha sonra Yüce Allah kendi hakkından sonra en önemli hakkı söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Ana-babaya iyilik edin.” Güzel ve iyi sözler söylemek, güzel davranışlarda bulunmak gibi anne babaya menfaat sağlayan yahut onları sevindiren her türlü söz ve davranış, onlara iyilik demektir. İyiliğin olduğu yerde onlara karşı gelmek ve kötülük etmek ise söz konusu olamaz. O zalim ve katı cahiliye döneminde olduğu gibi “yoksulluk” fakirlik ve rızıklarını karşılayamamak “endişesinden dolayı” erkek olsun kız olsun “çocuklarınızı öldürmeyin.” Çocuklarını böyle bir durumda öldürmeleri yasak olduğuna göre herhangi bir gerekçe olmaksızın onları öldürmelerinin yahut da başkalarının çocuklarını öldürmelerinin yasak olması daha öncelikle söz konusudur. “Çünkü sizin de onların da rızkını biz veririz.” Biz herkesin rızkını üstlenmişizdir. Çocuklarınızı rızıklandıran sizler değilsiniz. Hatta bizzat kendinizin dahi rızkını siz karşılamıyorsunuz. O nedenle onlardan dolayı sizin için rızık darlığı söz konusu olmaz. “Ahlaksızlığın” burada sözü edilen ahlaksızlık (الفواحش) oldukça çirkin olan büyük günahlar demektir “açığına da gizlisine de yaklaşmayın.” Yani bunların görünenine de görünmeyenine de yaklaşmayın. Yahut da bunlardan zahirle ilgili olanlarına da kalp ve batınla ilgili olanlarına da yaklaşmayın. Ahlaksızlığa yaklaşmanın yasak kılınması, sadece bunların işlenmelerinin yasaklanmasından daha vurgulu ve dikkat çekicidir. Çünkü yaklaşmanın yasaklanışı, onlara hazırlık olan işlerin ve onlara ulaştıran yolların da yasaklanmasını kapsar. “Allah’ın (öldürülmesini) haram kıldığı birini öldürmeyin.” Bu, erkek-kadın, küçük-büyük, iyi-kötü her müslüman kişi ile Müslümanlarla arasında ahit ve antlaşma olan kafir kişidir. “Haklı (bir gerekçe) olmadıkça” muhsan kimsenin zina etmesi, cana karşılık can, dinini terk ederek İslâm cemaatından ayrılan kimseler gibi öldürülmesi haklı bir gerekçeye dayanan kimseler bundan müstesnadır. “İşte akledesiniz diye Allah size bunları” sözü geçen bu hususları “emretti.” Böylelikle Allah’ın bu emrini akledip belleyesiniz sonra da gereğine riâyet edesiniz ve uygulayasınız. Bu da kulun Allah’ın emirlerini aklı oranında yerine getirip ifa edeceğine delildir.
#
{152} {ولا تقربوا مال اليتيم}: بأكل أو معاوضة على وجه المحاباة لأنفسكم أو أخذ من غير سبب، {إلا بالتي هي أحسنُ}؛ أي: إلاَّ بالحال التي تصلُحُ بها أموالهم وينتفعون بها، فدل هذا على أنه لا يجوز قربانها والتصرُّف بها على وجه يضرُّ اليتامى أو على وجه لا مضرَّة فيه ولا مصلحة. {حتى يبلغَ}: اليتيم {أشدَّه}؛ أي: حتى يبلغ ويرشد ويعرف التصرف؛ فإذا بلغ أشُدَّه؛ أعطي حينئذ ماله، وتصرف فيه على نظره. وفي هذا دلالة على أن اليتيم قبل بلوغ الأشدِّ محجورٌ عليه، وأن وليَّه يتصرَّف في ماله بالأحظ، وأنَّ هذا الحجر ينتهي ببلوغ الأشدِّ. {وأوفوا الكيلَ والميزان بالقسْط}؛ أي: بالعدل والوفاء التامِّ؛ فإذا اجتهدتم في ذلك؛ فلا {نُكَلِّفُ نفساً إلَّا وُسْعَها}؛ أي بقدر ما تسعه ولا تضيق عنه؛ فمن حرص على الإيفاء في الكيل والوزن، ثم حصل منه تقصيرٌ؛ لم يفرِّط فيه ولم يعلَمْه؛ فإن الله غفور رحيم. وبهذه الآية [ونحوها] استدل الأصوليون بأن الله لا يكلِّف أحداً ما لا يطيق، وعلى أنَّ من اتَّقى الله فيما أمر وفَعَلَ ما يمكِنُهُ من ذلك؛ فلا حرج عليه فيما سوى ذلك. {وإذا قلتُم}: قولاً تحكمون به بين الناس، وتفصلون بينهم الخطاب، وتتكلَّمون به على المقالات والأحوال، {فاعدِلوا}: في قولكم بمراعاة الصدق فيمن تحبُّون ومَنْ تكرهون والإنصافِ وعدم كتمان ما يلزمُ بيانُهُ؛ فإنَّ الميل على من تكره بالكلام فيه أو في مقالته من الظلم المحرم، بل إذا تكلَّم العالم على مقالات أهل البدع؛ فالواجبُ عليه أن يعطي كلَّ ذي حقٍّ حقَّه وأن يبيِّن ما فيها من الحقِّ والباطل، ويعتبرَ قربَها من الحقِّ وبعدها منه، وذكر الفقهاء أنَّ القاضي يجب عليه العدلُ بين الخصمين في لحظِهِ ولفظِهِ. {وبعهد الله أوفوا}: وهذا يشملُ العهد الذي عاهده عليه العباد؛ من القيام بحقوقه والوفاء بها، ومن العهد الذي يقع التعاهد به بين الخلق؛ فالجميع يجب الوفاءُ به، ويحرُم نقضُه والإخلال به. {ذلكم}: الأحكام المذكورة، {وصَّاكُم} [الله] {به لعلَّكم تَذَكَّرونَ}: ما بيَّنه لكم من الأحكام، وتقومون بوصية الله لكم حقَّ القيام، وتعرفون ما فيها من الحِكم والأحكام.
152. “Yetimin malına rüşdüne erinceye kadar” yani yetim ergenlik yaşına gelip reşid oluncaya, malı nasıl kullanacağını bilinceye kadar “en güzel olandan başka” malını yemek yahut kendi çıkarınıza olacak şekilde malî bir muamelede bulunmak ya da sebepsiz yere malını almak gibi “bir şekilde yaklaşmayın.” Mallarını ıslah edecek ve onlardan yararlanmalarını sağlayacak halden başkası ile mallarına yaklaşmayın. Bu da yetimlere zarar verecek yahut da ne zarar ne de fayda sağlamayacak şekilde onların mallarında tasarrufta bulunmanın caiz olmadığına delildir. Yetim ergenlik yaşına varıp rüşdüne erişecek olursa o zaman malı kendisine verilir, o da uygun gördüğü şekilde malında tasarrufta bulunur. Bu, yetimin reşit olmadan önce hacr altında (kısıtlı) bulunduğuna, velisinin onun malında en uygun şekilde tasarrufta bulunacağına ve bu harcın da reşitliğe ulaşmakla sona ereceğine delildir. “Ölçüyü ve tartıyı adaletle tastamam yapın.” Adil bir şekilde ve eksiksiz yapın. Bu hususta gayretinizi ortaya koyduğunuz takdirde hiç şüphesiz “biz kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemeyiz.” Ona yüklediğimiz ancak takati ve güç yetirebileceği kadarıdır. Her kim ölçü ve tartıyı tam ve eksiksiz yapmak için gayret gösterir de bilgisi dahilinde olmaksızın ve ihmalkarlığından kaynaklanmaksızın herhangi bir kusuru ortaya çıkarsa şüphesiz ki Allah Ğafurdur, Rahîmdir. Usûl bilginleri bu ve benzeri âyetleri, Yüce Allah’ın hiçbir kimseyi güç yetiremeyeceği şeylerle mükellef tutmadığına, emrolunduğu hususlarda Allah’tan korkup da bu konuda elinden geleni yapan kimse için de gücünün dışında kalan hususlarda herhangi bir vebal söz konusu olmadığına delil göstermişlerdir. “Söz söylediğiniz vakit” insanlar arasında hüküm verirken, haklıyı haksızdan ayırt ederken, birtakım görüş ve haller ile ilgili konuşurken bir şey söyleyecek olursanız “akrabanız dahi olsa adaletli olun.” Söylediğiniz sözlerde sevdiğiniz ve sevmediğiniz herkes hakkında doğruyu ve insafı göz önünde bulundurun, adalete riâyet edin. Açıklanması gereken şeyleri gizlemeyin. Çünkü sevilmeyen birinin aleyhinde söz söylemek yahut onun sözünü eleştirmek sureti ile haktan uzaklaşmak, haram kılınmış zulüm çeşitleri arasında yer alır. Hatta alim bir kimse bid’at ehlinin görüşleri aleyhinde konuşacak olursa ona düşen her hak sahibine hakkını vermektir. Bu bid’at görüşlerdeki hakkı ve batılı açıklamak, onların hakka olan yakınlık ve uzaklıklarını nazar-ı itibara almak bir görevdir. Fukahanın naklettiklerine göre hakimin bakışında ve konuşmasında bile hasımlar arasında adaleti gözetmesi gerekir. “Allah’ın ahdini yerine de getirin.” Bu, kulların Allah’a haklarını yerine getirmeye ve bunlara tastamam riâyet etmeye dair verdikleri sözü de diğer insanlar arasında meydana gelen sözleşmeleri de kapsar. Bunların hepsine tamamıyla riâyet etmek gerekir. Bu ahitlerin bozulması ve ihlal edilmeleri ise haramdır. “İşte” açıklamış olduğu bu hükümleri “düşünüp öğüt alasınız” ve Allah’ın size vermiş olduğu bu emirleri hakkıyla yerine getirip bunlardaki hikmetleri ve hükümleri öğrenesiniz “diye O, size bunları” zikri geçen bu hükümleri “emretmiştir.”
#
{153} ولما بيَّن كثيراً من الأوامر الكبار والشرائع المهمَّة؛ أشار إليها وإلى ما هو أعمُّ منها، فقال: {وأنَّ هذا صراطي مستقيماً}؛ أي: هذه الأحكام وما أشبهها مما بيَّنه الله في كتابه ووضَّحه لعباده صراطُ الله الموصل إليه وإلى دار كرامته المعتدل السهل المختصر. {فاتَّبِعوه}: لتنالوا الفوزَ والفلاح، وتدركوا الآمالَ والأفراح، {ولا تتَّبِعوا السُّبُلَ}؛ أي: الطرق المخالفة لهذا الطريق، {فتفرَّقَ بكم عن سبيلِهِ}؛ أي: تضلُّكم عنه وتفرِّقكم يميناً وشمالاً؛ فإذا ضللتُم عن الصراط المستقيم؛ فليس ثمَّ إلا طرق توصِلُ إلى الجحيم. {ذلكم وصَّاكم به لعلَّكم تتَّقون}: فإنكم إذا قمتُم بما بيَّنه الله لكم علماً وعملاً؛ صرتُم من المتَّقين وعباد الله المفلحين. ووحَّد الصراطَ وأضافه إليه؛ لأنَّه سبيلٌ واحدٌ موصلٌ إليه، والله هو المعين للسالكين على سلوكِهِ.
153. Yüce Allah pek büyük emirleri ve oldukça önemli şer’î hükümleri beyan ettikten sonra, hem bunlara hem de bunlardan daha kapsamlı ve genel olan bir hususa işaret ederek şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz ki bu, benim dosdoğru yolumdur.” Yani bu hükümler ve Allah’ın, Kitabında açıklayıp kullarına beyan ettiği benzeri hükümler, Allah’ın hem O’na hem de O’nun lütuf ve ihsan yurduna ulaştıran kısa, kolay ve son derece dengeli yoludur. “O halde ona uyun” ki kurtuluşa ve felaha nail olasınız, umduklarınızı elde edip sevinçlere gark olasınız. Bu yola muhalif olan “başka yollara uymayın, sonra onlar sizi O’nun yolundan ayırırlar.” Bu yoldan sizleri saptırır, sağa sola dağıtırlar. Siz Sırat-ı Müstakîmden (dosdoğru yoldan) sapacak olursanız geriye öünüzde cehenneme ulaştıran yollardan başkası kalmaz. “İşte takvalı olasınız diye O, size bunları emretmiştir.” Eğer sizler Allah’ın açıkladıklarını ilmen ve amelen yerine getirecek olursanız takva sahiplerinden, Allah’ın kurtuluşa eren kullarından olursunuz. Yüce Allah bu ayette dosdoğru olan yolu tekil olarak zikredip kendisine izafe etmiştir. Çünkü bu O’na ulaştıran tek ve yegane yoldur. Bu yolu izlemek isteyen izleyicilere yardımcı olcak olan da Allah’tır.
Ayet: 154 - 157 #
{ثُمَّ آتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ تَمَامًا عَلَى الَّذِي أَحْسَنَ وَتَفْصِيلًا لِكُلِّ شَيْءٍ وَهُدًى وَرَحْمَةً لَعَلَّهُمْ بِلِقَاءِ رَبِّهِمْ يُؤْمِنُونَ (154) وَهَذَا كِتَابٌ أَنْزَلْنَاهُ مُبَارَكٌ فَاتَّبِعُوهُ وَاتَّقُوا لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ (155) أَنْ تَقُولُوا إِنَّمَا أُنْزِلَ الْكِتَابُ عَلَى طَائِفَتَيْنِ مِنْ قَبْلِنَا وَإِنْ كُنَّا عَنْ دِرَاسَتِهِمْ لَغَافِلِينَ (156) أَوْ تَقُولُوا لَوْ أَنَّا أُنْزِلَ عَلَيْنَا الْكِتَابُ لَكُنَّا أَهْدَى مِنْهُمْ فَقَدْ جَاءَكُمْ بَيِّنَةٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَهُدًى وَرَحْمَةٌ فَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنْ كَذَّبَ بِآيَاتِ اللَّهِ وَصَدَفَ عَنْهَا سَنَجْزِي الَّذِينَ يَصْدِفُونَ عَنْ آيَاتِنَا سُوءَ الْعَذَابِ بِمَا كَانُوا يَصْدِفُونَ (157)}.
154- Sonra Biz, güzelce uygulayanlara tamamlamak, her şeyi ayrı ayrı açıklamak, bir hidâyet ve bir rahmet olmak üzere Musa’ya Kitabı verdik ki onlar Rab’lerine kavuşacaklarına iman etsinler. 155- İşte bu, indirdiğimiz mübarek bir Kitaptır. Öyleyse ona uyun ve korkup sakının ki merhamet olunasınız. 156- “Kitap yalnızca bizden önceki iki topluluğa indirildi ve biz, onların okuduklarından habersiz kimseler idik” demeyesiniz diye. 157- Yahut da: “Bize de kitap indirilseydi elbette onlardan daha çok hidâyet üzere olurduk” demeyesiniz diye. İşte size Rabbinizden apaçık bir belge, bir hidâyet ve bir rahmet gelmiştir. Artık Allah’ın âyetlerini yalanlayan ve onlardan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir? Biz âyetlerimizden yüz çevirenleri, bu yan çizmeleri sebebi ile çok kötü bir azapla cezalandıracağız.
#
{154} {ثم} في هذا الموضع ليس المراد منها الترتيب الزماني؛ فإن زمن موسى عليه السلام متقدِّم على تلاوة الرسول محمد - صلى الله عليه وسلم - هذا الكتاب، وإنما المراد الترتيب الإخباري،. فأخبر أنه آتى {موسى الكتاب}: وهو التوراة {تماماً}: لنعمته وكمالاً لإحسانه، {على الذي أحسن}: من أمة موسى؛ فإنَّ الله أنعم على المحسِنين منهم بنعم لا تُحصى من جُملتها وتمامها إنزال التوراة عليهم، فتمت عليهم نعمةُ الله ووَجَبَ عليهم القيام بشكرها، {وتفصيلاً لكلِّ شيء}: يحتاجون إلى تفصيله من الحلال والحرام والأمر والنهي والعقائد ونحوها، {وهدىً ورحمةً}؛ أي: يهديهم إلى الخير ويعرِّفهم بالشرِّ في الأصول والفروع، {ورحمة}: يحصُلُ به لهم السعادة والرحمة والخير الكثير، {لعلَّهم}: بسبب إنزالنا الكتاب والبيِّنات عليهم {بلقاءِ ربِّهم يؤمنونَ}؛ فإنه اشتمل من الأدلَّة القاطعة على البعث والجزاء بالأعمال، [ما] يوجب لهم الإيمان بلقاء ربِّهم والاستعداد له.
154. “Sonra” bu edat burada zaman itibari ile bir sıralamayı ifade etmek kastı ile kullanılmamıştır. Çünkü Musa’nın aleyhisselam çağı Allah Rasûlü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in bu Kitabı insanlara okumasından daha öncedir. Bundan maksat verilen haberde bir sıralamadır. İşte Yüce Allah şöyle haber vermektedir: “Musa’ya Kitabı” yani Tevrat’ı, Musa’nın ümmeti içinden “güzelce uygulayanlara” nimetini “tamamlamak” ihsanını da kemale erdirmek üzere verdik. Çünkü Yüce Allah onlardan ihsan eden kimselere sayılamayacak kadar nimetler vermiştir. Bu nimetlerden biri ve bunların tamamlayıcı unsuru da Tevrat’ın onlara indirilmesidir. Böylelikle Allah’ın, üzerlerindeki nimeti tamamlanmış, onların da bu nimetin şükrünü eda etmeleri gerekmiş oluyordu. “Her şeyi” yani açıklanmasına ihtiyaç duydukları helâl, haram, emir, yasak, akaid vb. bütün hususları “ayrı ayrı açıklamak”; itikadî meselelerde ve fer’i hususlarda onları hayra ileten ve onlara kötülükleri açıklayan “bir hidâyet ve” kendisi vasıtası ile mutluluğu, rahmeti ve pek çok hayrı elde edebilecekleri “bir rahmet olmak üzere… verdik ki onlar” üzerlerine Kitabı ve açıklayıcı belgeleri indirmemiz sebebi ile “Rab’lerine kavuşacaklarına iman etsinler.” Çünkü bu Kitap öldükten sonra dirilişe, amellerin karşılıklarının görüleceğine ve Rab’lerine kavuşacaklarına iman etmelerini ve bunun için hazırlanmalarını gerektirecek kat’i delilleri içeren bir kitaptı.
#
{155} {وهذا}: القرآن العظيم والذِّكْر الحكيم، {كتابٌ أنزلْناه مبارَكٌ}؛ أي: فيه الخير الكثير والعلم الغزير، وهو الذي تستمدُّ منه سائر العلوم وتستخرجُ منه البركاتُ؛ فما من خيرٍ إلاَّ وقد دعا إليه ورغَّب فيه وذكر الحِكَمَ والمصالح التي تحثُّ عليه، وما من شرٍّ إلا وقد نهى عنه وحذَّر منه وذكر الأسباب المنفِّرة عن فعله وعواقبها الوخيمة. {فاتَّبعوه}: فيما يأمر به وينهى، وابنوا أصولَ دينِكُم وفروعه عليه. {واتَّقوا}: الله تعالى أن تخالفوا له أمراً {لعلَّكم}: إن اتَّبعتموه {تُرْحَمونَ}: فأكبر سبب لنيل رحمة الله اتِّباعُ هذا الكتاب علماً وعملاً.
155. “İşte bu” Kur’an-ı Azim ve Zikr-i Hakîm “indirdiğimiz mübarek bir Kitaptır.” Onda pek çok hayır ve pek bol ilim vardır. Sair ilimler ondan alınır, bereketler ondan çıkartılır. Ne kadar hayır varsa bu Kitap ona çağırmış, onu teşvik etmiş ve ona sevk edecek hikmet ve maslahatları da söz konusu etmiştir. Ne kadar kötülük varsa onu da yasaklamış, ondan sakındırmış, o kötülüğü işlemekten uzaklaştırıcı sebepleri ve onların vahim sonuçlarını dile getirmiştir. “Öyleyse” emir ve yasaklarında “ona uyun” dininizin esaslarını da fer’i hükümlerini de ona dayandırın, onun üzerine bina edin “ve” Yüce Allah’ın herhangi bir emrine muhalefet etmekten “korkup sakının ki” o Kitaba uyduğunuz takdirde “merhamet olunasınız.” Gerçekten de Allah’ın rahmetine nail olmanın en büyük sebebi, ilmen ve amelen bu Kitaba uymaktır.
#
{156} {أن تقولوا إنَّما أنزِلَ الكتاب على طائفتين من قبلنا وإن كنَّا عن دراستِهِم لغافلينَ}؛ أي: أنزلنا إليكم هذا الكتاب المبارك قطعاً لحجَّتكم وخشيةَ أن تقولوا إنما أنزل الكتابُ على طائفتين من قبلنا؛ أي اليهود والنصارى. {وإن كنَّا عن دراستِهِم لغافلينَ}؛ أي: تقولون: لم تنزِلْ علينا كتاباً، والكتب التي أنزلتها على الطائفتين ليس لنا بها علمٌ ولا معرفةٌ، فأنزلنا إليكم كتاباً لم ينزل من السماء كتابٌ أجمع ولا أوضح ولا أبين منه.
156. “Kitap yalnızca bizden önceki iki topluluğa indirildi ve biz, onların okuduklarından habersiz kimseler idik” demeyesiniz diye” size de bu mübarek Kitabı indirdik. Bundan maksat sizin ileri süreceğiniz delili ve mazereti ortadan kaldırmak ve sizin: Kitap bizden önceki iki kesime yani yahudilerle hıristiyanlara indirildi, dememenizdir. “biz onların okuduklarından habersiz kimseler idik” yani: Sen bize bir kitap indirmedin. Bundan önce o iki kesime indirmiş olduğun kitaplardan da bizim herhangi bir bilgimiz ve malumatımız yoktu, demeyesiniz diye üzerinize öyle bir kitap indirdik ki semadan ondan daha kapsamlı, daha açık ve daha açıklayıcı bir kitap inmemiştir.
#
{157} {أو تقولوا لو أنَّا أنزِلَ علينا الكتابُ لَكُنَّا أهدى منهم}؛ أي: إما أن تعتذروا بعدم وصول أصل الهداية إليكم، وإما أن تعتذِروا بعدم كمالها وتمامها، فحصل لكم بكتابكم أصل الهداية وكمالها، ولهذا قال: {فقد جاءكم بينة من ربكم}: وهذا اسم جنسٍ يدخل فيه كل ما يبين الحق، {وهدىً}: من الضلالة، {ورحمةٌ}؛ أي: سعادة لكم في دينكم ودنياكم؛ فهذا يوجِبُ لكم الانقياد لأحكامه والإيمان بأخباره وأنَّ مَنْ لم يرفعْ به رأساً وكذَّب به؛ فإنه أظلم الظالمين. ولهذا قال: {فمَنْ أظلمُ ممَّن كذَّبَ بآيات الله وصَدَفَ عنها}؛ أي: أعرض ونأى بجانبه، {سنجزي الذين يصدِفونَ عن آياتنا سوءَ العذاب}؛ [أي: العذاب] الذي يَسوءُ صاحبه ويشقُّ عليه، {بما كانوا يصدِفونَ}: لأنفسهم ولغيرهم جزاءً لهم على عملهم السيئ، وما ربُّك بظلام للعبيد. وفي هذه الآيات دليلٌ على أنَّ علم القرآن أجلُّ العلوم وأبركُها وأوسعُها، وأنه به تحصُل الهداية إلى الصراط المستقيم هدايةً تامةً لا يحتاج معها إلى تخرُّص المتكلمين ولا إلى أفكار المتفلسفين ولا لغير ذلك من علوم الأوَّلين والآخرين. وأنَّ المعروف أنَّه لم ينزل جنسُ الكتاب إلا على الطائفتين؛ من اليهود والنصارى؛ فهم أهل الكتاب عند الإطلاق، لا يدخل فيهم سائر الطوائف؛ لا المجوس ولا غيرهم. وفيه ما كان عليه الجاهلية قبل نزول القرآن من الجهل العظيم وعدم العلم بما عند أهل الكتاب الذين عندهم، مادةُ العلم، وغفلتُهم عن دراسة كتبهم.
157. “Yahut da: “Bize de kitap indirilseydi elbette onlardan daha çok hidâyet üzere olurduk” demeyesiniz diye.” Yani sizler ya kendinize hidâyetin kaynağının hiç ulaşmadığını ileri sürerek mazeret bildirecektiniz yahut da bunun mükemmel ve eksiksiz olmadığını söyleyerek mazeret açıklayacaktınız. İşte size indirilen bu kitap ile hidâyetin kaynağını da mükemmel şeklini de elde etmiş bulunuyorsunuz. Zira: “İşte size Rabbinizden apaçık bir belge” hakkı açıklayan her bir şey bunun kapsamına dahildir “bir hidâyet” sapıklıktan kurtarış “ve bir rahmet” sizin için dininiz ve dünyanızda mutluluk kaynağı “gelmiştir.” İşte bu, sizin onun hükümlerine bağlanmanızı ve verdiği haberlere iman etmenizi gerektirmektedir. Kim buna aldırış etmeyip onu yalanlayacak olursa hiç şüphesiz o en büyük zalimdir. Nitekim devamla şöyle buyrulmuştur: “Allah’ın âyetlerini yalanlayan ve onlardan yüz çevirenden” yani onlardan uzaklaşıp yan çizenlerden “daha zalim kim olabilir? Biz âyetlerimizden yüz çevirenleri” bu yan çizmeleri ve hem kendilerini hem de başkalarını alıkoymaları sebebi ile “çok kötü” kişinin hiç hoşuna gitmeyen ve ona pek ağır gelen “bir azapla cezalandıracağız.” Bu ceza, kötü amellerine bir karşılıktır. Yoksa “Rabbin elbette ki kullara zulmedici değildir” (Fussilet, 41/46) Bu âyet-i kerimeler, Kur’an ilminin ilimlerin en üstünü, en mübareği ve en kapsamlısı olduğuna, Kur’an-ı Kerim ile dosdoğru yola tam anlamı ile hidâyetin gerçekleşeceğine, onunla birlikte ne kelamcıların tahlillerine, ne filozofların düşüncelerine, ne de bunların dışında kalan öncekilerin ya da sonrakilerin ilimlerine ihtiyaç olmadığına delildir. Bilindiği gibi Kur’an’dan önceki ilahî kitaplar yalnızca yahudi ve hıristiyan diye bilinen iki gruba indirilmiştir. Bu yüzden mutlak olarak Kitap ehli denilince akla onlar gelir. Diğer kesimler -Mecusiler ya da başka gruplar- bu kapsama girmez. Yine bu buyrukta Kur’an-ı Kerim’in indirilmesinden önce cahiliye dönemi insanlarının çok büyük bir bilgisizlik içinde olduklarına, o dönemde ilmin kaynağına sahip olan Kitap ehli nezdinde bulunanları bilmediklerine ve onların kitaplarını okumaktan gafil olduklarına da delil vardır.
Ayet: 158 #
{هَلْ يَنْظُرُونَ إِلَّا أَنْ تَأْتِيَهُمُ الْمَلَائِكَةُ أَوْ يَأْتِيَ رَبُّكَ أَوْ يَأْتِيَ بَعْضُ آيَاتِ رَبِّكَ يَوْمَ يَأْتِي بَعْضُ آيَاتِ رَبِّكَ لَا يَنْفَعُ نَفْسًا إِيمَانُهَا لَمْ تَكُنْ آمَنَتْ مِنْ قَبْلُ أَوْ كَسَبَتْ فِي إِيمَانِهَا خَيْرًا قُلِ انْتَظِرُوا إِنَّا مُنْتَظِرُونَ (158)}
158- Onlar, ille de kendilerine meleklerin gelmesini yahut Rabbinin gelmesini veya Rabbinin (kıyamete dair) alametlerinden birisinin gelmesini mi bekliyorlar? Rabbinin alametlerinden biri geldiği gün, daha önce iman etmemiş yahut imanında bir hayır kazanmamış olan kimseye imanı fayda vermez. De ki: “Bekleyin, biz de beklemekteyiz.”
#
{158} يقول تعالى: هل ينظر هؤلاء الذين استمر ظلمُهُم وعنادهم، {إلَّا أن يأتِيَهم}؛ مقدمات العذاب ومقدمات الآخرة؛ بأن تأتيهم {الملائكة} لقبض أرواحهم؛ فإنهم إذا وصلوا إلى تلك الحال؛ لم ينفعهم الإيمان ولا صالح الأعمال، {أو يأتي ربُّك}: لفصل القضاء بين العباد ومجازاة المحسنين والمسيئين {أو يأتي بعض آيات ربك}: الدالَّة على قرب الساعة. {يوم يأتي بعضُ آيات ربِّك}: الخارقة للعادة، التي يعلم بها أن الساعة قد دنت وأن القيامة قد اقتربت. {لا ينفعُ نفساً إيمانُها لم تكنْ آمنتْ من قبلُ أو كسبتْ في إيمانها خيراً}؛ أي: إذا وجد بعض آيات الله؛ لم ينفع الكافرَ إيمانُه إنْ آمنَ ولا المؤمنَ المقصرَ أن يزدادَ خيرُهُ بعد ذلك، بل ينفعه ما كان معه من الإيمان قبل ذلك، وما كان له من الخير الموجود قبل أن يأتي بعضُ الآيات. والحكمة في هذا ظاهرة؛ فإنه إنَّما كان الإيمان ينفع إذا كان إيماناً بالغيب وكان اختياراً من العبد. فأما إذا وجدت الآيات؛ صار الأمر شهادةً، ولم يبق للإيمان فائدةٌ؛ لأنه يشبه الإيمان الضروري؛ كإيمان الغريق والحريق ونحوهما ممَّن إذا رأى الموت أقلع عمَّا هو فيه؛ كما قال تعالى: {فلمَّا رأوا بأسنا قالوا آمنَّا بالله وحدَه وكَفَرْنا بما كنا به مشركينَ. فلم يَكُ ينفعُهم إيمانُهم لما رأوا بأسنا سُنَّةَ اللَّهِ التي قد خلتْ في عبادِهِ} وقد تكاثرت الأحاديث الصحيحة عن النبي - صلى الله عليه وسلم - أنَّ المرادَ ببعض آيات الله طلوعُ الشمس من مغربها، وأنَّ الناس إذا رأوْها؛ آمنوا، فلم ينفعْهم إيمانُهم، ويغلقُ حينئذٍ باب التوبة. ولمَّا كان هذا وعيداً للمكذِّبين بالرسول - صلى الله عليه وسلم - مُنْتَظَراً وهم ينتظرون بالنبي - صلى الله عليه وسلم - وأتباعه قوارعَ الدهر ومصائب الأمور؛ قال: {قل انتَظِروا إنَّا منتَظِرون}: فستعلمون أيُّنا أحقُّ بالأمن. وفي هذه الآية دليل لمذهب أهل السنة والجماعة في إثبات الأفعال الاختيارية لله تعالى؛ كالاستواء والنزول والإتيان لله تبارك وتعالى من غير تشبيه له بصفات المخلوقين، وفي الكتاب والسنة من هذا شيءٌ كثير. وفيه أن من جملة أشراط الساعة طلوعَ الشمس من مغربها. وأنَّ الله تعالى حكيمٌ قد جرت عادته وسنَّته أن الإيمان إنما ينفع إذا كان اختياريًّا لا اضطراريًّا كما تقدَّم، وأن الإنسان يكتسب الخير بإيمانه؛ فالطاعة والبرُّ والتقوى إنما تنفع وتنمو إذا كان مع العبد إيمانٌ، فإذا خلا القلب من الإيمان؛ لم ينفعْه شيءٌ من ذلك.
158. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Şu zulüm ve inatları devam edip giden bu kimseler neyi bekliyorlar? “Kendilerine” azabın öncüleri ve âhiretin habercileri olmak üzere “meleklerin” ruhlarını kabzetmek üzere “gelmesini” ki bu duruma gelecek olurlarsa imanın da salih amellerin de onlara faydası olmayacaktır “yahut Rabbinin” kullar arasında hüküm vermek ve iyilikte bulunanları mükâfaatlandırıp kötülükte bulunanları da cezalandırmak üzere “gelmesini, yahut Rabbinin” kıyametin yaklaştığına delil olan “alametlerinden birisinin gelmesini mi bekliyorlar?” “Rabbinin” artık kıyametin kopmasının yaklaştığının ve âhiret hayatının başlamasının yakın olduğunun kendisi ile bilineceği olağanüstü “alametlerinden biri geldiği gün, daha önce iman etmemiş yahut imanında bir hayır kazanmamış olan kimseye imanı fayda vermez.” Yani Allah’ın âyetlerinden herhangi birisi ortaya çıkacak olursa kâfire artık bundan sonra iman etmesinin faydası olmayacağı gibi, iyilikte kusuru bulunan mü’minlerin de hayrını daha çok artırmaya çalışmasının bir faydası olmayacaktır. Ona sadece bundan önce sahip olduğu imanın ve bu âyetlerden herhangi birisinin gelmesinden önce işlemiş olduğu hayırların faydası dokunacaktır. Bundaki hikmet de gâyet açıktır. Çünkü iman ancak görülmediği halde inanıldığında ve kulun kendi ihtiyarı (seçim ve tercihi) ile olduğu takdirde fayda verir. Bu âyetlerin ortaya çıkmasından sonra ise artık her şey gözle ayan beyan görülür. Bu durumda iman etmenin bir faydası olmaz. Çünkü bu, suda boğulmak üzere yahut yangında yanmak üzere vb. durumda olup da ölümü gördüğü vakit içinde bulunduğu kötü halden vazgeçen kimsenin imanı gibi zaruret halinde mecburiyetten kaynaklanan bir imana benzer. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Onlar bizim azabımızı gördüklerinde: Bir olarak Allah’a inandık, O’na eş tutmakta olduğumuz şeyleri de inkâr ettik, dediler. Ama bizim azabımızı gördüklerinde imanları onlara fayda vermedi. Bu, Allah’ın kulları hakkında geçerli olagelen sünnetidir/kanunudur.” (el-Mü’min, (40/84-85) Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den gelen pek çok sahih hadiste belirtildiğine göre bu kıyamete dair alametlerin birisinden kasıt, güneşin batıdan doğmasıdır. İnsanlar bunu göreceklerinde iman edecekler fakat imanlarının onlara faydası olmayacaktır. İşte o vakit de tevbe kapısı kapatılmış olacaktır.[8] Bu, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i yalanlayanlara gelmesi beklenen bir tehdit olduğundan ve onlar da hem peygambere hem de ona tâbi olanlara zamanla birtakım musibetlerin gelmesini beklediklerinden dolayı: “De ki: Bekleyin, biz de beklemekteyiz” hangimizin güven duymaya layık oldğunu bileceksiniz, diye buyrulmuştur. Bu âyet-i kerimede Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin, yaratılmışların sıfatlarına benzetme söz konusu olmaksızın istiva, nüzul (inme) ve gelme gibi ihtiyarî fiillerin Yüce Allah hakkında söz konusu olduğu yönündeki görüşüne delil vardır. Kitap ve sünnette bu anlamda pek çok buyruk vardır. Yine bu ayetten kıyamet alametlerinden birinin güneşin batıdan doğması olduğu da anlaşılmaktadır. Hikmeti sonsuz Yüce Allah’ın kanunu, imanın ancak -az önce geçtiği gibi- mecburi değil de ihtiyarî olması halinde fayda vereceği şeklindedir. İnsan, hayrı imanı ile elde eder. İtaat, iyilik ve takva ancak kulun imana sahip olması halinde fayda verir ve artar. Kalpte iman bulunmayacak olursa bunların hiçbirisinin kişiye faydası olmaz.
Ayet: 159 - 160 #
{إِنَّ الَّذِينَ فَرَّقُوا دِينَهُمْ وَكَانُوا شِيَعًا لَسْتَ مِنْهُمْ فِي شَيْءٍ إِنَّمَا أَمْرُهُمْ إِلَى اللَّهِ ثُمَّ يُنَبِّئُهُمْ بِمَا كَانُوا يَفْعَلُونَ (159) مَنْ جَاءَ بِالْحَسَنَةِ فَلَهُ عَشْرُ أَمْثَالِهَا وَمَنْ جَاءَ بِالسَّيِّئَةِ فَلَا يُجْزَى إِلَّا مِثْلَهَا وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ (160)}
159- Dinlerini parça parça edip fırka fırka ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah’a aittir. Sonra da O, yaptıklarını kendilerine haber verecektir. 160- İyilikle gelene onun on misli (mükafat) vardır. Kötülükle gelen de ancak onun misli ile cezalandırılır. Onlara zulmedilmez.
#
{159} يتوعَّد تعالى الذين فرَّقوا دينهم؛ أي: شتَّتوه وتفرَّقوا فيه، وكلٌّ أخذ لنفسه نصيباً من الأسماء التي لا تفيد الإنسان في دينه شيئاً؛ كاليهودية والنصرانية والمجوسية، أو لا يكمل بها إيمانه؛ بأن يأخذ من الشريعة شيئاً ويجعله دينه ويدع مثله أو ما هو أولى منه؛ كما هو حال أهل الفرقة من أهل البدع والضلال والمفرقين للأمة. ودلَّت الآية الكريمة أن الدين يأمر بالاجتماع والائتلاف وينهى عن التفرق والاختلاف في أهل الدين وفي سائر مسائله الأصوليَّة والفروعيَّة، وأمره أن يتبرأ ممَّن فرَّقوا دينهم، فقال: {لستَ منهم في شيءٍ}؛ أي: لست منهم وليسوا منك؛ لأنهم خالفوك وعاندوك. {إنَّما أمرُهم إلى الله}: يردُّون إليه فيجازيهم بأعمالهم، {ثم ينبِّئهم بما كانوا يفعلونَ}.
159. Yüce Allah, burada birilerini tehdit etmektedir. Bunlar, dinlerini parça parça eden, yani onu kısım kısım ayırıp dinleri hususunda tefrikaya düşen, bunun sonucunda da yahudilik, hristiyanlık, mecusilik gibi dinden sadece kişiye hiçbir fayda sağlamayacak birtakım isimleri pay edip alanlardır. Ya da şeriatın sadece bir bölümünü alıp onu din kabul etmeleri ve onun benzerini yahut da ondan daha da önemlisini terk etmeleri suretiyle imanları kâmil olmayan kimselerdir. Nitekim ümmeti bölen bid’at ve dalâlet ehli fırkaların durumu bu şekildedir. Buna göre ayet-i kerime dinin bir araya gelmeyi ve kaynaşmayı emrettiğine, buna karşılık din hususunda, dinin usulünde ve fer’î meselelerinde tefrikaya düşmenin yasakladığına delil vardır. Devamla Yüce Allah dinlerini parça parça edip tefrikaya düşenlerden uzak kalmasını emrederek: “Senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur” buyurmaktadır. Yani sen onlardan değilsin, onlar da senden değildirler. Çünkü onlar sana muhalefet etmiş ve sana karşı inatlaşmış kimselerdir. “Onların işi ancak Allah’a aittir.” O’na döndürüleceklerdir ve O da amellerinin karşılığını onlara verecektir. “Sonra da O, yaptıklarını kendilerine haber verecektir.”
#
{160} ثم ذكر صفة الجزاء فقال: {من جاء بالحسنة}: القوليَّة والفعليَّة، الظاهرة والباطنة، المتعلقة بحقِّ الله أو حقِّ خلقه، {فله عشرُ أمثالها}: هذا أقل ما يكون من التضعيف، {ومن جاء بالسيئةِ فلا يُجْزى إلَّا مثلَها}: وهذا من تمام عدله تعالى وإحسانه، وأنه لا يظلم مثقال ذرَّة، ولهذا قال: {وهم لا يُظْلَمون}.
160. Daha sonra Yüce Allah amellerine verilecek karşılığın niteliğini belirterek şöyle buyurmaktadır: Sözlü ve fiilî, gizli ve açık, Allah’ın hakkı ile ilgili veya kullarının hakkı ile ilgili olsun herhangi bir “iyilikle gelene bunun on misli (mükafat) vardır.” Bu iyiliğe verilecek olan kat kat mükâfaatın en alt sınırıdır. “Kötülükle gelen de ancak onun misli ile cezalandırılır.” Bu da Yüce Allah’ın eksiksiz adalet ve ihsanının bir neticesidir. O, zerre ağırlığı kadar bile zulmetmez. Bundan dolayı: “Onlara zulmedilmez” buyurmuştur.
Ayet: 161 - 165 #
{قُلْ إِنَّنِي هَدَانِي رَبِّي إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ دِينًا قِيَمًا مِلَّةَ إِبْرَاهِيمَ حَنِيفًا وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكِينَ (161) قُلْ إِنَّ صَلَاتِي وَنُسُكِي وَمَحْيَايَ وَمَمَاتِي لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ (162) لَا شَرِيكَ لَهُ وَبِذَلِكَ أُمِرْتُ وَأَنَا أَوَّلُ الْمُسْلِمِينَ (163) قُلْ أَغَيْرَ اللَّهِ أَبْغِي رَبًّا وَهُوَ رَبُّ كُلِّ شَيْءٍ وَلَا تَكْسِبُ كُلُّ نَفْسٍ إِلَّا عَلَيْهَا وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى ثُمَّ إِلَى رَبِّكُمْ مَرْجِعُكُمْ فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ فِيهِ تَخْتَلِفُونَ (164) وَهُوَ الَّذِي جَعَلَكُمْ خَلَائِفَ الْأَرْضِ وَرَفَعَ بَعْضَكُمْ فَوْقَ بَعْضٍ دَرَجَاتٍ لِيَبْلُوَكُمْ فِي مَا آتَاكُمْ إِنَّ رَبَّكَ سَرِيعُ الْعِقَابِ وَإِنَّهُ لَغَفُورٌ رَحِيمٌ (165)}
161- De ki: “Hiç şüphesiz Rabbim, beni dosdoğru bir yola, dimdik ayakta duran bir dine, hanif olan İbrahim’in dinine iletti. O, müşriklerden değildi.” 162- De ki: “Şüphesiz benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah içindir. 163- O’nun hiçbir ortağı yoktur. Ben bununla emrolundum ve ben müslümanların ilkiyim.” 164- De ki: “Allah her şeyin Rabbi iken ben O’ndan başka bir rab arar mıyım hiç? Herkesin kazandığı yalnız kendisine aittir. Hiçbir günahkar nefis bir başkasının günahını yüklenmez. Nihâyet dönüşünüz ancak Rabbinizedir. O, ayrılığa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir.” 165- Sizi yeryüzünün halifeleri yapan ve size verdikleri ile sizi sınamak için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O’dur. Şüphesiz Rabbin, hem cezası pek çabuk olandır hem de çok bağışlayan ve pek merhamet edendir.
#
{161} يأمر تعالى نبيَّه - صلى الله عليه وسلم - أنْ يقول ويعلن بما هو عليه من الهداية إلى الصراط المستقيم، الدِّين المعتدل، المتضمِّن للعقائد النافعة والأعمال الصالحة والأمر بكل حسن والنهي عن كل قبيح، الذي عليه الأنبياء والمرسلون، خصوصاً إمام الحنفاء ووالد من بُعِثَ من بعد موته من الأنبياء خليل الرحمن إبراهيم عليه الصلاة والسلام، وهو الدين الحنيف، المائل عن كل دين غير مستقيم من أديان أهل الانحراف كاليهود والنصارى والمشركين. وهذا عمومٌ.
161. Yüce Allah, peygamberine sahip olduğu hidâyet ve izlemekte olduğu dosdoğru yolu ilan etmesini ve şunu açıklamasını emretmektedir: Onun izlemekte olduğu bu dosdoğru yol, faydalı itikadî hükümleri ve salih amelleri içeren, güzel olan her şeyi emreden ve çirkin olan her şeyi de yasaklayan bir dindir. Bütün peygamberlerin özellikle de haniflerin önderi, vefatından sonra gönderilenlerin atası, Halilurrahman İbrahim aleyhisselam’ın dinidir. Bu din, dosdoğru olmayan, aksine haktan sapan yahudi, hristiyan ve müşriklerin dinlerinden uzaklaşıp Sırat-ı Mustakim’i gösteren hanif dindir. Bu din genel olarak böyledir. Daha sonra yüce Allah bu dinin ibadetlerinin en şereflilerini ayrıca zikrederek şöyle buyurmaktadır:
#
{162} ثم خصَّص من ذلك أشرف العبادات، فقال: {قلْ إنَّ صلاتي ونسكي}؛ أي: ذبحي، وذلك لشرف هاتين العبادتين وفضلهما ودلالتهما على محبَّة الله تعالى وإخلاص الدين له والتقرُّب إليه بالقلب واللسان والجوارح وبالذبح الذي هو بذل ما تحبُّه النفس من المال لما هو أحبُّ إليها وهو الله تعالى، ومن أخلص في صلاته ونُسُكه؛ استلزم ذلك إخلاصه لله في سائر أعماله. وقوله: {ومحيايَ ومماتي}؛ أي: ما آتيه في حياتي وما يجريه الله عليَّ وما يقدِّر عليَّ في مماتي؛ الجميعُ {للهِ ربِّ العالمين}.
162. “De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım” Bu iki ibadet, yani namaz ve kurban özellikle zikredilmiştir. Çünkü onlar, oldukça şerefli ve faziletli ibadetlerdir. Yüce Allah’a beslenen sevgiye, dini O’na halis kılmaya, kalple, dille ve azalarla Allah'a yakınlaşmaya delildirler. Yine nefsin, sevdiği malı daha çok sevdiği Yüce Allah’a feda etmek demek olan kurban kesmek de O’na yakınlaşmaya en büyük delildir. O nedenle her kim namaz ve kurban ibadetinde ihlaslı hareket ederse, onun bu ihlası diğer amel ve sözlerinde de ihlaslı olmasını beraberinde getirir. “Hayatım ve ölümüm” yani hayatımda yaptığım, Yüce Allah’ın hakkımda takdir ettiği, ölümümde de Allah’ın benim için takdir ettiği her bir şey “âlemlerin Rabbi olan Allah içindir.
#
{163} {لا شريكَ له}: في العبادة؛ كما أنه ليس له شريكٌ في الملك والتدبير، وليس هذا الإخلاص لله ابتداعاً مني وبدعاً أتيته من تلقاء نفسي، بل {بذلك أمِرْتُ}: أمراً حتماً لا أخرج من التبعة إلا بامتثاله، {وأنا أول المسلمين}: من هذه الأمة.
163. “O’nun” ibadette “hiçbir ortağı yoktur.” Mülkte (kainata sahip ve egemen oluşunda) ve idaresinde ortağı olmadığı gibi. Şüphesiz ki Yüce Allah’a karşı bu ihlas, benim uydurduğum bir şey olmadığı gibi kendiliğimden ortaya attığım bir şey de değildir. Aksine “ben bununla” kesin olarak “emrolundum” bu emri yerine getirmedikçe de sorumluluğundan kurtulamam “ve ben” bu ümmet içinde “müslümanların ilkiyim.”
#
{164} {قل أغير الله}: من المخلوقين {أبغي ربًّا}؛ أي: يحسن ذلك، ويليق بي أن أتَّخذ غيره مربياً ومدبراً، والله ربُّ كلِّ شيءٍ؛ فالخلق كلهم داخلون تحت ربوبيته، منقادون لأمره، فتعيَّن عليَّ وعلى غيري أن يَتَّخِذَ اللهَ رَبًّا ويرضى به وأن لا يتعلَّق بأحد من المربوبين الفقراء العاجزين. ثم رغَّب ورهَّب بذلك الجزاء، فقال: {ولا تكسِبُ كلُّ نفس}: ـ من خير وشر.- {إلَّا عليها}؛ كما قال تعالى: {من عمل صالحاً فلنفسِهِ ومن أساءَ فعَلَيْها}، {ولا تزِرُ وازرةٌ وزرَ أخرى}: بل كلٌّ عليه وزرُ نفسِهِ، وإن كان أحد قد تسبَّب في ضلال غيره ووزره؛ فإن عليه وزر التسبب من غير أن ينقص من وِزْرِ المباشر شيء، {ثم إلى ربِّكم مرجِعُكم}: يوم القيامة، {فينبِّئُكم بما كنتُم فيه تختلفونَ }: من خير وشرٍّ، ويجازيكم على ذلك أوفى الجزاء.
164. “De ki: Allah her şeyin Rabbi iken ben O’ndan başka” yaratılmışlar arasından “bir rab arar mıyım hiç?” Benim O’ndan başka bir rab, kainatı yöneten bir kimse kabul etmem hiç bana yakışır mı? Halbuki Allah her şeyin rabbidir, bütün yaratıklar O’nun rububiyeti altındadır, O’nun emrine bağlıdır. O halde benim de benden başkasının da Allah’ı rab edinmesi ve bunu hoşnutlukla kabul etmesi, diğer taraftan Yüce Allah’a muhtaç ve aciz olan, O’nun rububiyeti altında bulunan herhangi bir kimseye de bağlanmaması şarttır. Daha sonra Yüce Allah amellerin karşılığını hatırlatarak böyle davranmaya teşvik ederken aksi tutumdan korkutarak şöyle buyurmaktadır: “Herkesin” hayır ve şer kabilinden “kazandığı yalnız kendisine aittir.” Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Kim salih amel işlerse kendi lehine, kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir.” (Fussilet, 41/46) “Hiçbir günahkar nefis bir başkasının günahını yüklenmez.” Aksine herkes kendi günah yükünü yüklenir. Eğer herhangi bir kimse, başkasının sapıklığına ve günahına sebep olmuşsa o takdirde fiilen o işi işleyenin günahından bir şey eksilmeksizin sebep olana da sebep olmanın günahı vardır. “Nihâyet” kıyamet gününde “dönüşünüz Ancak Rabbinizedir. O” hayır ya da şer türünden hakkında “ayrılığa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir” ve bunların karşılığını da en mükemmel şekilde verecektir.
#
{165} {وهو الذي جعلكم خلائفَ الأرض}؛ أي: يخلُفُ بعضُكم بعضاً، واستخلفكم الله في الأرض، وسخَّر لكم جميع ما فيها، وابتلاكم لينظر كيف تعملونَ، {ورَفَعَ بعضَكم فوق بعضٍ درجات}: في القوة والعافية والرزق والخَلْق والخُلُق؛ {ليبلُوَكُم فيما آتاكم}: فتفاوتت أعمالُكم. {إنَّ ربَّك سريعُ العقاب}: لمن عصاه وكذَّب بآياتِهِ، {وإنَّه لغفورٌ رحيمٌ}: لمن آمن به وعمل صالحاً، وتاب من الموبقات.
165. “Sizi yeryüzünün halefleri yapan” Allah sizi yeryüzünde öncekilerden sonra gelen halefler kıldı, zira kiminiz kiminizin arkasından gelir, halefi olur. Orada bulunan her şeyi emrinize verdi ve nasıl amel edeceğinizi ortaya çıkarmak için de sizi sınadı. “Size verdikleri ile sizi sınamak için kiminizi kiminizden derecelerle” güç, sağlık, rızık, yaratılış ve ahlâk itibari ile “üstün kılan O’dur.” Bu verdikleri ile sizi sınamasının bir sonucu olarak da amellerinizin arasında farklılıklar ortaya çıkar. “Şüphesiz Rabbin hem” kendisine isyan edip âyetlerini yalanlayanlara karşı “cezası pek çabuk olandır hem de” kendisine iman edip salih amel işleyen, helak edici büyük günahlardan da tevbe eden kimselere karşı “çok bağışlayan ve pek merhamet edendir.”[9]
***