(Mekke’de inmiştir. 30 âyettir)
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adı ile.
{تَبَارَكَ الَّذِي بِيَدِهِ الْمُلْكُ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (1) الَّذِي خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيَاةَ لِيَبْلُوَكُمْ أَيُّكُمْ أَحْسَنُ عَمَلًا وَهُوَ الْعَزِيزُ الْغَفُورُ (2) الَّذِي خَلَقَ سَبْعَ سَمَاوَاتٍ طِبَاقًا مَا تَرَى فِي خَلْقِ الرَّحْمَنِ مِنْ تَفَاوُتٍ فَارْجِعِ الْبَصَرَ هَلْ تَرَى مِنْ فُطُورٍ (3) ثُمَّ ارْجِعِ الْبَصَرَ كَرَّتَيْنِ يَنْقَلِبْ إِلَيْكَ الْبَصَرُ خَاسِئًا وَهُوَ حَسِيرٌ (4)}.
1- Mutlak hükümranlık elinde olanın şanı ne yücedir! O, her şeye kâdirdir.
2- Hanginiz daha güzel amelde bulunacak diye sizi sınamak için ölümü ve hayatı yaratan O’dur. O, Azîzdir, Ğafûrdur.
3- Yedi göğü kat kat/uyum içinde yaratan O’dur. Rahmân’ın yaratmasında/yarattığında hiçbir düzensizlik göremezsin. Haydi gözünü çevir de bir daha bak bakalım, herhangi bir delik-gedik görebilecek misin?
4- Sonra gözünü tekrar tekrar çevir de bak! Ama gözün, aciz ve bitkin olarak dönecektir.
#
{1} {تبارك الذي بيده الملكُ}؛ أي: تعاظم وتعالى وكَثُرَ خيرُه وعمَّ إحسانه، من عظمته أنَّ بيده ملك العالم العلويِّ والسفليِّ، فهو الذي خلقه ويتصرَّف فيه بما شاء من الأحكام القدريَّة والأحكام الدينيَّة التابعة لحكمته. ومن عظمته كمالُ قدرته التي يقدر بها على كلِّ شيءٍ وبها أوجد ما أوجد من المخلوقات العظيمة؛ كالسماوات والأرض.
1.
“Mutlak hükümranlık elinde olanın şanı ne yücedir!” O, pek büyüktür, pek yücedir, hayrı pek çoktur, ihsanı her şeyi ve herkesi kuşatmıştır.
O’nun azametinin bir tecellisi de ulvi ve süfli âlemin hükümranlığının ve tasarrufunun yalnızca O’nun elinde bulunmasıdır. Bu âlemi yaratan O’dur. Hikmetine bağlı olarak ister kaderi hükümleri ile ister dinî hükümleri ile dilediği şekilde bu âlemde yalnız O tasarruf eder.
"O, her şeye kâdirdir.” Yani O’nun büyüklüğünün bir tecellisi de her şeye güç yetirmesi demek olan kemâl derecesindeki kudretidir. O, gökler ve yer gibi var ettiği tüm mahlukatı bu kudreti ile yaratmıştır.
#
{2} و {خَلَقَ الموتَ والحياةَ}؛ أي: قدَّر لعباده أن يُحْييَهم ثم يُميتهم؛ {لِيَبْلُوَكم أيُّكم أحسنُ عملاً}؛ أي: أخلصه وأصوبه، وذلك أنَّ الله خلق عباده وأخرجهم لهذه الدار، وأخبرهم أنَّهم سيُنقلون منها، وأمرهم ونهاهم، وابتلاهم بالشهوات المعارضة لأمره؛ فمن انقاد لأمر الله وأحسن العمل؛ أحسن الله له الجزاء في الدارين، ومن مال مع شهوات النفس ونبذ أمر الله؛ فله شرُّ الجزاء. {وهو العزيز}: الذي له العزَّة كلُّها، التي قهر بها جميع الأشياء وانقادتْ له المخلوقاتُ. {الغفور}: عن المسيئين والمقصِّرين والمذنبين، خصوصاً إذا تابوا وأنابوا؛ فإنَّه يغفر ذنوبهم، ولو بلغتْ عنان السماء، ويستُرُ عيوبهم، ولو كانت ملء الدنيا.
2.
“Hanginiz daha güzel” daha ihlâslı ve daha doğru
“amelde bulunacak diye sizi sınamak için ölümü ve hayatı yaratan O’dur.” Kulları hakkında önce onlara hayat vermeyi, sonra da onları öldürmeyi takdir buyurmuştur.
Yüce Allah, kullarını bu dünyada yaratmış, onlara buradan başka yere göçeceklerini haber vermiş ve onlara birtakım emirler verip yasaklar koymuştur. Emrine aykırı olan arzu ve isteklerle onları denemektedir. Allah’ın emrine sıkı sıkıya bağlanan kimseye Allah, dünyada da âhirette de en güzel şekilde mükâfat verir. Nefsinin isteklerine meyleden, onların arkasından giderek Allah’ın emrini bir kenara iten kimselere ise çok kötü bir ceza vardır.
"O Azîzdir” herkesi kendi zatına boyun eğdirdiği, bütün yaratıkları emir ve hükümlerine bağladığı kamil izzet tümü ile yalnız O’nundur.
"Ğafûrdur.” Günahkârları kusur işleyenleri ve hata içerisinde olanları -özellikle de tevbe edip kendisine yöneldikleri takdirde- bağışlayandır. O, onların tüm günahlarını bağışlar. İsterse bu günahları göğün tepesine kadar ulaşsın. Onların günahları dünyayı dolduracak kadar olsa dahi O, onların kusurlarını örter.
#
{3} {الذي خلق سبع سمواتٍ طباقاً}؛ أي: كل واحدةٍ فوق الأخرى، ولسن طبقة واحدة، وخلقها في غاية الحسن والإتقان، {ما ترى في خَلْقِ الرحمن من تفاوتٍ}؛ أي: خلل ونقص، وإذا انتفى النقص من كل وجهٍ؛ صارت حسنةً كاملةً متناسبةً من كلِّ وجه في لونها وهيئتها وارتفاعها وما فيها من الشمس [والقمر] والكواكب النيِّرات الثوابت منهنَّ والسيارات، ولمَّا كان كمالُها معلوماً؛ أمر تعالى بتكرار النظر إليها والتأمُّل في أرجائها؛ قال: {فارجِعِ البصرَ}؛ أي: أعده إليها ناظراً معتبراً، {هل ترى من فُطورٍ}؟ أي: نقص واختلال.
3.
“Yedi göğü kat kat/uyum içinde yaratan O’dur.” Bu göklerin biri diğerinin üstündedir. Bunlar hepsi tek bir tabaka değildir, kat kattır. O, bunları gâyet güzel ve son derece sağlam olarak yaratmıştır.
"Rahmân’ın yaratmasında/yarattığında hiçbir düzensizlik göremezsin.” Yani herhangi bir dengesizlik ve tutarsızlık bulamazsın. Hiçbir bakımdan dengesizlik ve tutarsızlık söz konusu olmadığına göre bunlar, tam anlamı ile güzel ve uyumlu demektir. Rengi, görünüşü, yüksekliği, içinde bulunan güneş, ay, ışık saçan yıldızlar, gezegenler vb. ile her bakımdan birbirleri ile uyum arz etmektedirler.
Göklerdeki mükemmellik bilinen bir husus olduğundan dolayı Yüce Allah onun dört bir tarafına tekrar tekrar bakarak hakkında iyice düşünmeyi emretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
“Haydi gözünü çevir de bir daha” ibretle bakmak maksadı ile tekrar oraya
“bak bakalım herhangi bir delik-gedik görebilecek misin?” Herhangi bir eksiklik ya da dengesizlik bulabilecek misin?
#
{4} {ثم ارجِعِ البصرَ كرَّتيِن}: [و] المراد بذلك كثرة التكرار، {ينقلبْ إليك البصر خاسئاً وهو حسيرٌ}؛ أي: عاجزاً عن أن يرى خللاً أو فطوراً، ولو حرص غاية الحرص.
4.
“Sonra gözünü tekrar tekrar çevir de bak.” Bundan kasıt, bakmayı çokça tekrarlamaktır.
“Ama gözün, aciz ve bitkin olarak dönecektir.” Yani orada herhangi bir dengesizlik ya da bir çatlak göremeyeceksin. İstersen bu hususta bütün gayretini ortaya koymuş ol!
Daha sonra Yüce Allah, göğün güzelliğini açıkça söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
{وَلَقَدْ زَيَّنَّا السَّمَاءَ الدُّنْيَا بِمَصَابِيحَ وَجَعَلْنَاهَا رُجُومًا لِلشَّيَاطِينِ وَأَعْتَدْنَا لَهُمْ عَذَابَ السَّعِيرِ (5) وَلِلَّذِينَ كَفَرُوا بِرَبِّهِمْ عَذَابُ جَهَنَّمَ وَبِئْسَ الْمَصِيرُ (6) إِذَا أُلْقُوا فِيهَا سَمِعُوا لَهَا شَهِيقًا وَهِيَ تَفُورُ (7) تَكَادُ تَمَيَّزُ مِنَ الْغَيْظِ كُلَّمَا أُلْقِيَ فِيهَا فَوْجٌ سَأَلَهُمْ خَزَنَتُهَا أَلَمْ يَأْتِكُمْ نَذِيرٌ (8) قَالُوا بَلَى قَدْ جَاءَنَا نَذِيرٌ فَكَذَّبْنَا وَقُلْنَا مَا نَزَّلَ اللَّهُ مِنْ شَيْءٍ إِنْ أَنْتُمْ إِلَّا فِي ضَلَالٍ كَبِيرٍ (9) وَقَالُوا لَوْ كُنَّا نَسْمَعُ أَوْ نَعْقِلُ مَا كُنَّا فِي أَصْحَابِ السَّعِيرِ (10) فَاعْتَرَفُوا بِذَنْبِهِمْ فَسُحْقًا لِأَصْحَابِ السَّعِيرِ (11)}.
5- Andolsun Biz,
(dünyaya) en yakın göğü kandillerle süsledik ve onları şeytanlara atış taneleri yaptık. Onlar için çılgın alevli bir azap da hazırladık.
6- Rablerini inkâr edenlere de cehennem azabı vardır. O, ne kötü bir dönüş yeridir!
7- Oraya atıldıklarında onun, fokur fokur kaynarken çıkardığı korkunç sesini işitirler.
8- Öfkesinden nerede ise çatlayacak olur.
İçine bir grup atıldığı her defasında oranın bekçileri onlara: “Size bir uyarıcı (peygamber) gelmemiş miydi?” diye sorarlar.
9-
Onlar da şöyle derler: “Evet, bize bir uyarıcı gelmişti. Fakat biz yalanlamış ve: ‘Allah hiçbir şey indirmemiştir. Siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz’, demiştik.”
10-
Yine derler ki: “Eğer dinleseydik veya aklımızı kullanmış olsaydık şimdi cehennemlikler arasında olmazdık.”
11- Böylelikle günahlarını itiraf edeceklerdir. O halde cehennemlikler
(ilahi rahmetinden) uzak olsun!
#
{5} أي: ولقد جمَّلْنا {السماء الدُّنيا}: التي ترونَها وتليكم، {بمصابيحَ}: وهي النجوم على اختلافها في النور والضياء؛ فإنَّه لولا ما فيها من النُّجوم؛ لكانت سقفاً مظلماً لا حسن فيه ولا جمال، ولكن جعل الله هذه النجوم زينةً للسماء، وجمالاً ونوراً وهدايةً يُهتدى بها في ظلمات البرِّ والبحر، ولا ينافي إخباره أنَّه زيَّن السماء الدُّنيا بمصابيح أن يكون كثيرٌ من النجوم فوق السماوات السبع؛ فإنَّ السماواتِ شفافةٌ، وبذلك تحصل الزينة للسماء الدُّنيا وإن لم تكن الكواكب فيها، {وجعلناها}؛ أي: المصابيح {رجوماً للشياطين}: الذين يريدون استراقَ خبر السماء، فجعل الله هذه النجوم حراسةً للسماء عن تلقُّف الشياطين أخبار الأرض؛ فهذه الشهب التي تُرمى من النُّجوم أعدها الله في الدُّنيا للشياطين، {وأعتدنا لهم}: في الآخرة {عذابَ السعير}: لأنَّهم تمرَّدوا على الله، وأضلُّوا عباده.
5.
“Andolsun Biz” sizin görmekte olduğunuz ve size yakın olan
“(dünyaya) en yakın göğü kandillerle” nur ve aydınlıkları itibari ile birbirinden farklı olan yıldızlarla
“süsledik.”
Şâyet semadaki yıldızlar olmasaydı, orası güzelliği ve göz alıcılığı bulunmayan kapkaranlık bir tavan gibi olurdu. Ancak Yüce Allah, bu yıldızları semâya bir süs, bir güzellik ve bir aydınlık kılmıştır. Bunların aydınlığı ile karanın ve denizin karanlıklarında gidilecek yerin yolu bulunur.
Yüce Allah’ın dünya semâsını kandillerle süslemiş olduğunu haber vermesi, pek çok yıldızın yedi kat semânın üstünde olmasına aykırı değildir. Çünkü semâlar şeffaftır. Bu yolla da dünyaya yakın olan semânın süsü de -yıldızlar orada bulunmasalar dahi- gerçekleşmiş olmaktadır.
"Onları” yani
(yıldızlar demek olan) kandilleri, semânın haberini kulak hırsızlığı ile öğrenmek isteyen
“şeytanlara atış taneleri yaptık.” Yüce Allah, bu yıldızları şeytanların oradaki haberleri alıp dünyaya götürmelerine karşı semâ için bir koruma aracı kılmıştır. İşte yıldızlardan gelen bu alevli ateşleri Yüce Allah, dünyada şeytanlar için hazırlamıştır.
"Onlar için” âhirette
“çılgın alevli bir azap da” Allah’a karşı isyan edip kullarını saptırdıkları için
“hazırladık.”
#
{6} ولهذا كان أتباعهم من الكفار مثلهم قد أعدَّ الله لهم عذاب السعير؛ فلهذا قال: {وللذين كفروا بربِّهم عذابُ جهنَّم وبئس المصير}: التي يُهان بها أهلُها غايةَ الهوان.
6. O şeytanlara uyan kâfirler de onlar gibidir. Allah, onlar için de cehennem azabını hazırlamıştır.
Bundan dolayı şöyle buyurulmaktadır: “Rablerini inkâr edenlere de cehennem azabı vardır. O, ne kötü bir dönüş yeridir!” Oraya girecekler, en ileri derecede hakir düşürülecek ve zelil edileceklerdir.
#
{7} {إذا أُلقوا فيها}: على وجه الإهانةِ والذُّلِّ، {سمعوا لها شهيقاً}؛ أي: صوتاً عالياً فظيعاً.
7.
“Oraya” hakir düşürülerek ve zelil kılınarak “onun, fokur fokur kaynarken çıkardığı korkunç” oldukça yüksek ve dehşetli
“sesini işitirler.”
#
{8} {تكادُ تَمَيَّزُ من الغيظِ}؛ أي: تكاد على اجتماعها أن يفارق بعضها بعضاً وتتقطَّع من شدة غيظها على الكفار؛ فما ظنُّك ما تفعل بهم إذا حُصِّلُوا فيها؟! ثم ذكر توبيخ الخزنة لأهلها، فقال: {كلَّما أُلقي فيها فوجٌ سألهم خَزَنَتُها ألم يأتِكُم نذيرٌ}؛ أي: حالكم هذه واستحقاقكم النار كأنكم لم تخبَّروا عنها ولم تحذِّرْكم النذرُ منها.
8.
“Öfkesinden nerede ise çatlayacak olur.” Yani onun bir arada bulunan yapısı nerede ise birbirinden ayrılıp dağılacak, kâfirlere karşı olan aşırı öfkesinden dolayı birbirinden kopup uzaklaşacak.
Hal böyleyken kâfirler oraya varacaklarında onlara ne yapacağını düşünebiliyor musun?
Daha sonra cehennem bekçilerinin cehennemlikleri azarlayacakları söz konusu edilerek şöyle buyrulmaktadır: “İçine bir grup atıldığı her defasında oranın bekçileri onlara: “Size bir uyarıcı (peygamber) gelmemiş miydi?” diye sorarlar.” Yani cehennem azabını hak edeceğiniz sanki size haber verilmemiş gibi, sanki uyarıcılar bu azabı size bildirerek sizi sakındırmamış gibi bir haliniz var.
#
{9} {قالوا بلى قد جاءنا نذيرٌ فكذَّبنا وقُلْنا ما نَزَّلَ الله من شيءٍ إن أنتُم إلاَّ في ضلالٍ كبيرٍ}: فجمعوا بين تكذيبهم الخاص والتكذيب العامِّ بكلِّ ما أنزل الله، ولم يكفهم ذلك، حتى أعلنوا بضلال الرُّسل المنذرين، وهم الهداة المهتدون، ولم يكتفوا بمجرَّد الضلال، بل جعلوا ضلالهم ضلالاً كبيراً؛ فأيُّ عنادٍ وتكبُّر وظلم يشبه هذا؟!
9. Böylece hem kendilerine gelenleri yalanlamış olduklarını, hem de Allah’ın bütün indirdiklerini toptan yalanlamış olduklarını haber vereceklerdir. Bununla da yetinmeyerek kendilerini uyarıp korkutan ve gerçekte hidâyet üzere bulunup hidâyete ileten peygamberlerin sapık olduklarını söylediklerini, hatta bununla da yetinmeyerek bu sapıklıklarının pek büyük olduğunu da ileri sürdüklerini açıklamaktan geri kalmayacaklardır. Böyle bir inat, kibir ve zulmün bir benzeri görülmüş müdür?
#
{10} {وقالوا}: معترفين بعدم أهليَّتهم للهدى والرشاد: {لو كنَّا نسمعُ أو نعقِلُ ما كنَّا في أصحاب السَّعير}: فنفَوْا عن أنفسهم طرق الهدى، وهي السمع لما أنزل الله وجاءتْ به الرسل، والعقلُ الذي ينفع صاحبَه ويوقفُه على حقائق الأشياء وإيثار الخير والانزجار عن كلِّ ما عاقبته ذميمةٌ، فلا سمعَ لهم ولا عقلَ. وهذا بخلاف أهل اليقين والعرفان وأرباب الصدق والإيمان؛ فإنَّهم أيَّدوا إيمانهم بالأدلَّة السمعيَّة، فسمعوا ما جاء من عند الله وجاء به رسولُ الله علماً ومعرفةً وعملاً، والأدلَّة العقليَّة المعرِّفة للهدى من الضَّلال، والحسن من القبيح، والخير من الشرِّ، وهم في الإيمان بحسب ما منَّ الله عليهم به من الاقتداء بالمعقول والمنقول؛ فسبحان مَن يختصُّ بفضله مَن يشاء، ويمنُّ على مَن يشاء من عباده، ويخذل مَن لا يصلُحُ للخير.
10. Bu sözleriyle kendilerinin hidâyet bulmaya ve doğru yolu izlemeye layık kimseler olmadıklarını itiraf ederler. Yine kendilerinin hidâyet bulma yollarına sahip olmadıklarını da söylemiş olacaklar. Bu yollardan biri Allah’ın indirdiklerini ve peygamberlerin gönderdiklerini dinlemektir. Diğeri de kişiye faydalı olan, onun eşyanın gerçek mahiyetini bilmesini sağlayan, hayrı tercih ettiren ve kötü âkıbete götüren her bir husustan da uzak kalmasını emreden akıldır. Ama onların ne dinleyen kulakları, ne de düşünen akılları var.
Yakîn ve irfan ehli, doğruluk ve iman sahibi kimseler ise böyle değildir. Onlar, imanlarını peygamberlerin getirdikleri sem’î
(işitmeye dayalı nakli) delillerle desteklediler. Allah’tan geleni, Allah’ın Rasûlünün getirdiğini dinlediler, öğrendiler ve gereğince amel ettiler. Yine imanlarını hidâyeti sapıklıktan, güzeli çirkinden ve hayrı şerden ayırt etmeye yarayan aklî delillere de kulak verdiler.
Onların imanları, Yüce Allah’ın kendilerine lütfettiği kadarıyla akıl ile kavranılan ve nakil ile bildirilen gerçeklere uymak şeklindedir. Lütfunu dilediği kimselere veren, kullarından dilediği kimselere ihsanda bulunan ve hayra elverişli olmayanları da tevfikine mazhar kılmayan Allah’ın şanı ne yücedir!
#
{11} قال تعالى عن هؤلاء الدَّاخلين للنار المعترفين بظلمهم وعنادهم: {فاعْتَرَفوا بذَنبِهِم فسُحقاً لأصحاب السَّعير}؛ أي: بعداً لهم وخسارةً وشقاءً؛ فما أشقاهم وأرداهم؛ حيث فاتهم ثواب الله، وكانوا ملازمين للسعير التي تستعر في أبدانهم، وتَطَّلِعُ على أفئدتهم.
11. Yüce Allah, cehenneme giren,
zulüm ve inatlarını da itiraf eden bu kimseler hakkında şöyle buyurmaktadır: “Böylelikle günahlarını itiraf edeceklerdir. O halde cehennemlikler (ilahi rahmetinden) uzak olsun!” Bedbaht olsunlar, hüsrana uğrasınlar!
Onlar ne kadar bedbahttırlar ve ne kadar büyük bir helake duçar olmuşlardır! Çünkü Allah’ın mükâfatını elden kaçırmışlar, üstelik bedenlerini alev alev yakan ve kalplerine kadar tırmanan cehennem ateşine ayrılmamak üzere girmişlerdir.
{إِنَّ الَّذِينَ يَخْشَوْنَ رَبَّهُمْ بِالْغَيْبِ لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَأَجْرٌ كَبِيرٌ (12)}.
12- Rablerinden gıyâben korkanlar var ya, işte onlar için mağfiret ve büyük bir mükafat vardır.
#
{12} لما ذكر حالة الأشقياء الفجَّار؛ ذكر وصف الأبرار السعداء ، فقال: {إنَّ الذين يخشَوْنَ ربَّهم بالغيب}؛ أي: في جميع أحوالهم، حتى في الحالة التي لا يطَّلع عليهم فيها إلاَّ الله؛ فلا يقدِمون على معاصيه، ولا يقصِّرون عمَّا أمرهم به. {لهم مغفرةٌ}: لذنوبهم، وإذا غَفَرَ الله ذنوبَهم؛ وقاهم شرَّها ووقاهم عذاب الجحيم. {ولهم أجرٌ كبيرٌ}: وهو ما أعدَّه الله لهم في الجنة من النعيم المقيم والملك الكبير واللذَّاتِ المتواصلات والقصور والمنازل العاليات والحور الحسان والخدم والولدان، وأعظم من ذلك وأكبر، رضا الرحمن الذي يُحِلُّه على ساكني الجنان.
12. Yüce Allah,
günahkâr ve bedbahtların durumunu söz konusu ettikten sonra bahtiyarların ve iyilikler yapanların niteliklerini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Rablerinden gıyâben korkanlar var ya” yani Allah’tan başka hiçbir kimsenin kendilerini görmediği halleri de dahil her hallerinde Rablerinden korkan ve O’na isyanı gerektiren işlere yönelmeyen, kendilerine vermiş olduğu emirlerde de kusurlu hareket etmeyen kimseler;
“işte onlar için” günahlarına
“mağfiret… vardır.” Allah günahlarını bağışlayıp kendilerini günahlarının kötülüklerinden ve cehennem azabından koruyacak
“ve” ayrıca onlar için “büyük bir mükafat vardır.”
Bu mükafat Allah’ın onlara cennette hazırlamış olduğu ebedi nimetler, pek büyük mülk, kesintisiz lezzetler, köşkler, pek yüksek konaklar, oldukça güzel huriler ve hizmetçilerdir. Bütün bunlardan daha büyük olmak üzere de Rahmân’ın cennetliklere ihsan edeceği rızasıdır.
{وَأَسِرُّوا قَوْلَكُمْ أَوِ اجْهَرُوا بِهِ إِنَّهُ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ (13) أَلَا يَعْلَمُ مَنْ خَلَقَ وَهُوَ اللَّطِيفُ الْخَبِيرُ (14)}.
13- Sözünüzü ister gizleyin, ister açıkça söyleyin
(fark etmez); çünkü O, kalplerde olanı bilendir.
14- Yaratan bilmez mi hiç? O, Lâtiftir, her şeyden haberdardır.
#
{13} هذا إخبارٌ من الله بسعة علمه وشمول لطفه، فقال: {وأسِرُّوا قولَكم أو اجْهَروا به}؛ أي: كلّها سواءٌ لديه لا يخفى عليه منها خافيةٌ، فَـ {إنَّه عليمٌ بذات الصُّدور}؛ أي: بما فيها من النيَّات والإرادات؛ فكيف بالأقوال والأفعال التي تُسمع وتُرى؟!
13. Bu buyrukla Yüce Allah, ilminin genişliğini,
en gizli hususlardan haberdar oluşunun kapsamlılığını haber vermekte ve şöyle buyurmaktadır:
"Sözünüzü ister gizleyin, ister açıkça söyleyin.” Her ikisi de O’nun için birdir. Onlardan hiçbirisi O’na gizli kalmaz.
"Çünkü O, kalplerde olanı bilendir.” Kalplerdeki niyetleri ve iradeleri bile çok iyi bildiğine göre ya görülüp işitilen söz ve davranışların durumu ne olur?
#
{14} ثم قال مستدلًّا بدليل عقليٍّ على علمه: {ألا يعلمُ مَنْ خَلَقَ}؛ فمن خَلَقَ الخلقَ وأتقنه وأحسنه؛ كيف لا يعلمه؟! {وهو اللطيفُ الخبيرُ}: الذي لطف علمه وخبره، حتى أدرك السرائر والضمائر والخبايا والخفايا والغيوب، {وهو الذي يعلمُ السِّرَّ وأخفى}، ومن معاني اللطيف أنَّه الذي يَلْطُفُ بعبدِهِ ووليِّه، فيسوق إليه البِرَّ والإحسان من حيث لا يشعر، ويعصِمُه من الشرِّ من حيث لا يحتسب، ويرقِّيه إلى أعلى المراتب بأسبابٍ لا تكون من العبد على بالٍ، حتى إنَّه يذيقُه المكارِهَ ليوصله بها إلى المحابِّ الجليلة والمطالب النبيلة.
14. Daha sonra Yüce Allah,
ilmine aklî bir delil göstererek şöyle buyurmaktadır: “Yaratan bilmez mi hiç?” Varlıkları yaratan ve onlara en sağlam şekli ve en güzel sureti veren, yarattığı şeyi nasıl olur da bilmez?
“O Lâtiftir, her şeyden haberdardır.” O’nun ilmi ve haberdar oluşu o kadar incelikleri de kuşatır ki O, gizlilikleri, kalpleri, saklı tutulanları ve gaybı dahi bilir. Çünkü
“O, gizli olanı da gizlinin gizlisini de bilendir.” (Tâhâ, 20/7)
Lâtif isminin manaları arasında şu da vardır: O, kuluna ve dostuna karşı lütufkârdır. İyilikleri ve ihsanı onun fark edemeyeceği yerlerden önüne sürer. Ummadığı, beklemedeği yerlerden onu kötülüklere karşı korur. Hiçbir şekilde kulun hatırından geçirmediği pek çok sebepler ile onu en yüksek mertebelere yüceltir. Hatta hoşuna gitmeyen şeyleri ona tattırarak bu şekilde onu en üstün ve sevilen şeylere, en değerli hedeflere ulaştırır.
{هُوَ الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ الْأَرْضَ ذَلُولًا فَامْشُوا فِي مَنَاكِبِهَا وَكُلُوا مِنْ رِزْقِهِ وَإِلَيْهِ النُّشُورُ (15)}.
15- Yeryüzünü sizin için emre amade kılan O’dur. O halde onun omuzlarında yürüyün ve Allah'ın
(oradaki) rızkından yiyin. Dirilip toplanma O’na olacaktır.
#
{15} أي: هو الذي سخَّر لكم الأرضَ وذَلَّلها؛ لتدرِكوا منها كلَّ ما تعلقت به حاجتُكم من غرسٍ وبناءٍ وحرثٍ وطرقٍ يُتَوَصَّلُ بها إلى الأقطار النائية والبلدان الشاسعة، {فامشوا في مناكِبِها}؛ أي: لطلب الرزق والمكاسب، {وكُلوا من رزقِهِ وإليه النشورُ}؛ أي: بعد أن تنتقلوا من هذه الدار التي جَعَلَها الله امتحاناً وبلغةً يُتَبَلَّغُ بها إلى الدار الآخرة؛ تُبعثون بعد موتكم وتُحشرون إلى الله؛ ليجازِيَكم بأعمالكم الحسنة والسيئة.
15. Yani yeri sizin emrinize veren ve size boyun eğdiren O’dur. Böylelikle ağaç dikmek, bina yapmak, sürüp ekmek gibi ihtiyacınız olan her bir şeyi yapabilirsiniz. Aynı şekilde pek uzak yerlere ve bölgelere ulaşmanızı sağlayacak yollar da açmıştır orada.
"O halde” rızkınızı aramak ve kazanç elde etmek maksadı ile
“onun omuzlarında yürüyün ve Allah'ın (oradaki) rızkından yiyin. Dirilip toplanma O’na olacaktır.” Yani sizler, Allah’ın sizin için bir imtihan ve âhiret yurduna ulaşmak üzere bir yol kılmış olduğu bu dünya yurdundan göç edip öldükten sonra diriltileceksiniz ve iyi ya da kötü amellerinizin karşılığını size vermek üzere de Allah’ın huzurunda toplanacaksınız.
{أَأَمِنْتُمْ مَنْ فِي السَّمَاءِ أَنْ يَخْسِفَ بِكُمُ الْأَرْضَ فَإِذَا هِيَ تَمُورُ (16) أَمْ أَمِنْتُمْ مَنْ فِي السَّمَاءِ أَنْ يُرْسِلَ عَلَيْكُمْ حَاصِبًا فَسَتَعْلَمُونَ كَيْفَ نَذِيرِ (17) وَلَقَدْ كَذَّبَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ فَكَيْفَ كَانَ نَكِيرِ (18)}.
16- Gökte olanın sizi yerin dibine geçirmeyeceğinden emin mi oldunuz? Bir de bakmışsınız ki yer, durmadan çalkalanıyor!
17- Yahut gökte olanın üzerinize çakıl taşı yağdıran bir rüzgâr göndermeyeceğinden emin mi oldunuz? Benim uyarımın
(akıbetinin) nasıl olduğunu yakında anlayacaksınız!
18- Andolsun onlardan öncekiler de yalanlamışlardı. Peki, benim
(yalanlamalarına verdiğim) cevap nasılmış!?
#
{16} هذا تهديدٌ ووعيدٌ لمن استمرَّ في طغيانه وتعدِّيه وعصيانه الموجب للنَّكال وحلول العقوبة، فقال: {أأمنتُم مَن في السَّماء}: وهو الله تعالى العالي على خلقه، {أن يخسِفَ بكم الأرضَ فإذا هي تمورُ}: بكم وتضطربُ حتى تَهْلِكوا وتَتْلَفوا.
16. Bu buyruklar, azgınlığını sürdüren, haddi aşmayı ve ibretli cezayı gerektiren isyanını sürdürmeye devam eden kimselere cezaya çarptırılacaklarına dair bir tehdittir.
Şöyle buyurmaktadır:
"Gökte olanın” yani varlıkların üstünde olan Yüce Allah’ın
“sizi yerin dibine geçirmeyeceğinden emin mi oldunuz? Bir de bakmışsınız ki yer, durmadan çalkalanıyor!” Siz helâk oluncaya kadar sizleri sallayıp sarsıyor.
#
{17 ـ 18} {أم أمنتُم مَن في السماء أن يرسلَ عليكم حاصباً}؛ أي: عذاباً من السماء يحصِبُكم وينتقمُ الله منكم، {فستعلمون كيف نذيرِ}؛ أي: كيف يأتيكم ما أنذرتْكُم به الرسل والكتب؛ فلا تحسَبوا أنَّ أمنكم من الله أن يعاقِبَكم بعقابٍ من الأرض ومن السماء ينفعُكم، فستجدون عاقبة أمرِكم سواءً طال عليكم الأمدُ أو قَصُرَ؛ فإنَّ مَن قبلكم كذَّبوا كما كذَّبتم، فأهلكهم الله تعالى؛ فانظُروا كيف إنكارُ الله عليهم؛ عاجلهم بالعقوبة الدنيويَّة قبل عقوبة الآخرة؛ فاحذَروا أن يصيبَكم ما أصابَهم.
17.
“Yahut gökte olanın üzerinize” semâdan
“çakıl taşı yağdıran” sizi taşa tutan
“bir rüzgâr göndermeyeceğinden” ve böylece Allah’ın sizden intikam almayacağından
“emin mi oldunuz? Benim uyarımın (akıbetinin) nasıl olduğunu yakında anlayacaksınız.” Peygamberlerin ve onlara gönderdiğim Kitapların sizleri kendisi ile korkuttukları azabın size nasıl geleceğini göreceksiniz. O bakımdan yerden yahut semâdan size bir cezanın gelmesinden kendinizi güvenlik içinde hissedişinizin size faydası olacağını sanmayın. Er ya da geç yaptığınızın âkıbetini tadacaksınız.
18. Sizden öncekiler de sizin gibi yalanlamışlardı. Yüce Allah, onları helâk etti. Allah’ın onların yalanlamasına nasıl cevap verdiğine bir bakın. Ahiret azabından daha önce dünyada iken azaplarını onlara tattırdı. O halde onların başına gelenin size gelip çatmasından sakınmalısınız.
{أَوَلَمْ يَرَوْا إِلَى الطَّيْرِ فَوْقَهُمْ صَافَّاتٍ وَيَقْبِضْنَ مَا يُمْسِكُهُنَّ إِلَّا الرَّحْمَنُ إِنَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ بَصِيرٌ (19)}.
19- Üstlerinde kanatlarını açıp kapayarak uçan kuşları görmezler mi? Onları
(havada) Rahmân’dan başkası tutmuyor. Şüphesiz O, her şeyi görendir.
#
{19} وهذا عتابٌ وحثٌّ على النظر إلى حالة الطير التي سخَّرها الله وسخَّر لها الجوَّ والهواء؛ تصفُّ فيه أجنحتها للطيران وتقبِضُها للوقوع، فتظلُّ سابحةً في الجوِّ متردِّدة فيه بحسب إرادتها وحاجتها، {ما يمسِكُهُنَّ إلاَّ الرحمنُ}: فإنَّه الذي سخَّر لهنَّ الجوَّ وجعل أجسادها وخلقتها في حالة مستعدةٍ للطيران؛ فمن نظر في حالة الطير واعتبر فيها؛ دلَّتْه على قدرة الباري وعنايته الربانيَّة، وأنَّه الواحدُ الأحدُ الذي لا تنبغي العبادة إلاَّ له. {إنَّه بكلِّ شيءٍ بصيرٌ}: فهو المدبِّر لعباده بما يليق بهم وتقتضيه حكمته.
19. Bu buyruk, Yüce Allah’ın emrinde olan, kendilerine de havayı ve atmosfer boşluğunu amade kıldığı kuşların durumuna ibretle bakmaya bir teşvik ve bakmamaktan dolayı da bir azardır. Kuşlar havada uçmak üzere kanatlarını açarlar, inmek için de kendilerine doğru çekip kaparlar. Böylelikle istek ve ihtiyaçlarına uygun olarak hava boşluğunda adeta yüzerler.
“Onları (havada) Rahmân’dan başkası tutmuyor.” Onlara hava boşluğunu amade kılan, vücut yapılarını ve yaratılışlarını uçmaya elverişli bir halde yaratan, O’dur. Kuşların durumuna bakıp da ondan ibret alan kimse, yüce Yaratıcının kuvvetini ve Rabbânî inâyetini görür. Kendisinden başka hiçbir kimseye ibadet edilmemesi gereken biricik yegane mabudun O olduğunu anlar.
"Şüphesiz O, her şeyi görendir.” Kullarını kendilerine uygun olarak ve hikmetinin gereğine göre çekip çeviren O’dur.
{أَمَّنْ هَذَا الَّذِي هُوَ جُنْدٌ لَكُمْ يَنْصُرُكُمْ مِنْ دُونِ الرَّحْمَنِ إِنِ الْكَافِرُونَ إِلَّا فِي غُرُورٍ (20) أَمَّنْ هَذَا الَّذِي يَرْزُقُكُمْ إِنْ أَمْسَكَ رِزْقَهُ بَلْ لَجُّوا فِي عُتُوٍّ وَنُفُورٍ (21)}.
20- Hani, Rahmân’nın dışında
(O’na karşı) size yardım edecek olan askerleriniz de kimmiş? Kâfirler ancak bir aldanış içindedirler.
21- Peki ya O, rızkını kesiverirse size rızık verebilecek olan kimdir? Hayır, onlar inatla azgınlık etmekte ve haktan kaçmaktadırlar.
#
{20} يقول تعالى للعتاة النافرين عن أمره، المعرضين عن الحقِّ: {أمّن هذا الذي هو جندٌ لكم ينصُرُكم من دونِ الرحمن}؛ أي: ينصُرُكم إذا أرادَ الرحمن بكم سوءاً فيدفعه عنكم؛ أي: من الذي ينصُرُكم على أعدائكم غير الرحمن؛ فإنَّه تعالى هو الناصر المعزُّ المذلُّ، وغيره من الخلق لو اجتمعوا على نصر عبدٍ لم ينفعوه بمثقال ذرَّةٍ على أيِّ عدوٍّ كان؛ فاستمرارُ الكافرين على كفرهم بعد أن عَلِموا أنَّه لا ينصُرُهم أحدٌ من دون الرحمن غرورٌ وسفهٌ.
20. Yüce Allah, emrinden uzaklaşan,
hakka karşı çıkan ve azgınlaşan kimselere şöyle hitap etmektedir: “Hani, Rahmân’nın dışında (O’na karşı) size yardım edecek olan askerleriniz de kimmiş?” Yani Rahmân olan Allah size bir kötülük murat ederse size yardıma gelerek O’nun azabını sizden geri çevirecek olan kimdir?
Düşmanlarınıza karşı Rahmân olan Allah’tan başka size kim yardım edebilir? Yardım eden, güçlü kılan, zelil eden O’dur. O’nun dışındaki varlıklar ise bir kula yardımcı olmak üzere bir araya gelseler, kim olursa olsun zerre ağırlığı kadar dahi ona faydalı olamazlar.
Rahmân olan Allah’tan başka hiçbir kimsenin kendilerine yardım edemeyeceğini bilmelerine rağmen kâfirlerin, küfürlerini sürdürmeleri sadece bir aldanıştır, bir akılsızlıktır.
#
{21} {أمّن هذا الذي يرزقُكُم إن أمسَكَ رزقَه}؛ أي: الرزق كلُّه من الله؛ فلو أمسك عنكم الرزق؛ فمن الذي يرسله لكم؟ فإنَّ الخلق لا يقدرون على رزق أنفسِهِم؛ فكيف بغيرهم؟! فالرازق المنعم الذي لا يصيب العبادَ نعمةٌ إلاَّ منه هو الذي يستحقُّ أن يُفْرَدَ بالعبادة، ولكنْ الكافرون {لَجُّوا}؛ أي: استمروا {في عُتُوٍّ}؛ أي: قسوةٍ وعدم لينٍ للحق، {ونُفورٍ}؛ أي: شرودٍ عن الحقِّ.
21.
“Peki ya O, rızkını kesiverirse size rızık verebilecek olan kimdir?” Yani rızkın tümü Allah’tandır. Eğer O, size verdiği rızkı kesecek olursa rızkınızın size gelmesini sağlayacak olan kimdir? Varlıklar kendi rızıklarını temin edemezler ki başkalarına verebilsinler! O halde kullarının sahip olduğu ne kadar nimet varsa, hepsini veren ve hepsinin sahibi olan Allah’tan başka ibadete layık olan yoktur.
"Hayır, onlar” yani kâfirler
“inatla azgınlık etmekte” hakka karşı katılaşıp yumuşamamakta ve haktan uzaklaşıp
“kaçmaktadırlar.”
{أَفَمَنْ يَمْشِي مُكِبًّا عَلَى وَجْهِهِ أَهْدَى أَمَّنْ يَمْشِي سَوِيًّا عَلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ (22)}.
22- Şimdi yüz üstü kapaklanmış bir halde yürüyen kimse mi daha doğru yoldadır yoksa dosdoğru bir yol üzere dimdik yürüyen kimse mi?
#
{22} أي: أيُّ الرجلين أهدى؛ من كان تائهاً في الضَّلال غارقاً في الكفر قد انتكس قلبه فصار الحقُّ عنده باطلاً والباطل حقًّا، ومن كان عالماً بالحقِّ، مؤثراً له، عاملاً به، يمشي على الصراط المستقيم في أقواله وأعماله وجميع أحواله؟! فبمجرَّد النظر إلى حال الرجلين؛ يعلم الفرق بينهما والمهتدي من الضالِّ منهما. والأحوالُ أكبرُ شاهدٍ من الأقوال.
22. Şu iki şahıstan hangisi doğru yoldadır? Sapıklık içinde kaybolmuş, gırtlağına kadar küfre gömülmüş, kalbi baş aşağı çevrilmiş, böylelikle hakkı batıl batılı da hak olarak gören kimse mi? Yoksa hakkı bilen, onu tercih eden, gereğince amel eden, sözlerinde, davranışlarında ve bütün hallerinde dosdoğru yol üzerinde yürüyen kimse mi?
Bu iki şahsın durumuna bakmakla aralarındaki fark anlaşılmış olur. Bunlardan hangisinin hidâyette, hangisinin de dalalette olduğu açıkça bilinir. Çünkü haller, sözlere göre daha büyük bir delil ve tanıktır.
{قُلْ هُوَ الَّذِي أَنْشَأَكُمْ وَجَعَلَ لَكُمُ السَّمْعَ وَالْأَبْصَارَ وَالْأَفْئِدَةَ قَلِيلًا مَا تَشْكُرُونَ (23) قُلْ هُوَ الَّذِي ذَرَأَكُمْ فِي الْأَرْضِ وَإِلَيْهِ تُحْشَرُونَ (24) وَيَقُولُونَ مَتَى هَذَا الْوَعْدُ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ (25) قُلْ إِنَّمَا الْعِلْمُ عِنْدَ اللَّهِ وَإِنَّمَا أَنَا نَذِيرٌ مُبِينٌ (26)}.
23-
De ki: “Sizi yaratan, size kulaklar, gözler ve kalpler veren O’dur. Ne kadar az şükrediyorsunuz!”
24-
De ki: “Sizi yaratıp yeryüzüne yayan O’dur ve (ölümden sonra diriltilip) O’nun huzurunda toplanacaksınız.”
25-
“Eğer doğru söylüyorsanız bu tehdit ne zaman gerçekleşecekmiş?” derler.
26-
De ki: “Onun bilgisi, ancak Allah’ın katındadır. Ben ise ancak apaçık bir uyarıcıyım.”
#
{23} يقول تعالى مبيِّناً أنَّه المعبودُ وحدَه وداعياً عباده إلى شكره وإفراده بالعبادة: {هو الذي أنشأكم}؛ أي: أوجدكم من العدم؛ من غير معاونٍ له ولا مظاهر، ولما أنشأكم؛ كمَّل لكم الوجود بالسمعِ والأبصارِ والأفئدةِ، وهذه الثلاثة هي أفضل أعضاء البدن وأكمل القوى الجسمانيَّة، ولكنَّكم مع هذا الإنعام {قليلاً ما تشكُرون} الله، قليلٌ منكم الشاكر، وقليلٌ منكم الشكر.
23. Yüce Allah,
yegane mâbûdun kendisi olduğunu açıklayarak kullarını kendisine şükretmeye ve yalnızca kendisine ibadet etmeye davet etmek üzere şöyle buyurmaktadır:
“De ki: Sizi yaratan,” herhangi bir destek ve bir yardımcı olmaksızın sizi yoktan var eden, sizi var ettikten sonra da varlığınızı kemâle erdirerek
“size kulaklar, gözler ve kalpler veren O’dur.” Bunlar insan vücudundaki azaların en değerlileri, bedenî güçlerin en mükemmelleridir.
Ancak sizler bunca nimetlere rağmen Allah’a
“ne kadar şükrediyorsunuz?” Şükredenleriniz de pek azdır, şükrünüz de pek azdır.
#
{24} {قل هو الذي ذَرَأكُم في الأرض}؛ أي: بثَّكم في أقطارها، وأسكنَكم في أرجائها، وأمركم ونهاكم، وأسدى عليكم من النِّعم ما به تنتفعون، ثم بعد ذلك يحشُرُكم ليوم القيامةِ، ولكنَّ هذا الوعد بالجزاء ينكِرُه هؤلاء المعاندون.
24.
“De ki: Sizi yaratıp yeryüzüne yayan O’dur.” Yeryüzünün dört bir yanına sizi yaymış, çeşitli yerlerinde sizi yerleştirmiş, size emir ve yasaklar koymuş, sizlere yararlanacağınız türden pek çok nimetleri bol bol vermiştir. Bundan sonra da Kıyamet gününde sizi bir araya getirip toplayacaktır. Ancak bu inatçılar, amellerin karşılıklarının verileceğine dair olan bu vaadi inkâr etmektedirler.
#
{25} {ويقولون}: تكذيباً: {متى هذا الوعدُ إن كنتُم صادقينَ}؟ جعلوا علامة صدقِهِم أنْ يُخْبِروهم بوقت مجيئِهِ، وهذا ظلمٌ وعنادٌ.
25. O vaadi yalanlamak kastı ile
“Eğer doğru söylüyorsanız bu tehdit ne zaman gerçekleşecekmiş?” derler.” Onlar, bu sözleri ile kendilerine bu tehditte bulunanların doğru söylediklerinin alâmetinin, onun geliş vaktini kendilerine bildirmeleri olduğunu ile sürmüşlerdir. Bu ise bir zulüm ve bir inattır.
#
{26} فإنما {العلم عند الله}: لا عند أحدٍ من الخلق، ولا ملازمة بين هذا الخبر وبين الإخبار بوقته؛ فإنَّ الصدق يُعْرَفُ بأدلَّته، وقد أقام الله من الأدلَّة والبراهين على صحَّته ما لا يبقى معه أدنى شكٍّ لمن ألقى السمع وهو شهيدٌ.
26. Hiçbir yaratılmış bunu bilemez. Ayrıca verdiğimiz bu haber ile onun gerçekleşme vaktini bildirmek arasında bir ilişki yoktur. Çünkü doğru olan bir şey, delilleri ile bilinir. Yüce Allah da hakka şahit olarak bu gerçeğe kulak veren kimselerin, en ufak bir şüpheleri kalmayacak şekilde bunun doğruluğunu ortaya koyan apaçık delilleri ve belgeleri ortaya bildirmiş bulunmaktadır.
{فَلَمَّا رَأَوْهُ زُلْفَةً سِيئَتْ وُجُوهُ الَّذِينَ كَفَرُوا وَقِيلَ هَذَا الَّذِي كُنْتُمْ بِهِ تَدَّعُونَ (27) قُلْ أَرَأَيْتُمْ إِنْ أَهْلَكَنِيَ اللَّهُ وَمَنْ مَعِيَ أَوْ رَحِمَنَا فَمَنْ يُجِيرُ الْكَافِرِينَ مِنْ عَذَابٍ أَلِيمٍ (28) قُلْ هُوَ الرَّحْمَنُ آمَنَّا بِهِ وَعَلَيْهِ تَوَكَّلْنَا فَسَتَعْلَمُونَ مَنْ هُوَ فِي ضَلَالٍ مُبِينٍ (29) قُلْ أَرَأَيْتُمْ إِنْ أَصْبَحَ مَاؤُكُمْ غَوْرًا فَمَنْ يَأْتِيكُمْ بِمَاءٍ مَعِينٍ (30)}.
27- O
(azabı) yakından gördüklerinde kâfirlerin üzüntüsü yüzlerinden belli olur ve
(onlara):
“İşte (acele gelmesini) istediğiniz şey budur!” denilir.
28-
De ki: “Söyleyin bakalım, eğer Allah (sizin istediğiniz gibi) beni ve benimle beraber olanları helâk etse yahut da bize merhamet buyursa (ne değişecek?) Kâfirleri can yakıcı azaptan kim kurtaracak ki?”
29-
De ki: “O, Rahmân’dır. Biz O’na iman ettik ve yalnız O’na tevekkül ettik. Siz de kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu yakında anlayacaksınız.”
30-
De ki: “Söyleyin bakalım, eğer suyunuz çekilip yerin dibine geçse size akar bir su kim getirebilir?”
#
{27} يعني أنَّ محلَّ تكذيب الكفار وغرورهم به حين كانوا في الدُّنيا؛ فإذا كان يوم الجزاء، ورأوا العذاب منهم {زُلْفَةً}؛ أي: قريباً؛ ساءهم ذلك وأفظعهم وأقلقهم ، فتغيَّرت لذلك وجوهُهم، ووُبِّخوا على تكذيبهم، وقيل لهم: {هذا الذي كنتُم به تَدَّعونَ}: فاليوم رأيتموه عياناً، وانْجلى لكم الأمر، وتقطَّعت بكم الأسباب، ولم يبقَ إلاَّ مباشرة العذاب.
27. Yani kâfirler, dünyada iken hakkı yalanladılar ve onun hakkında aldanışa düştüler. Amellerin karşılığının verileceği Kıyamet günü gelip de azabın kendilerine çok yakın olduğunu
“gördüklerinde” bu, onları üzer. Onları dehşete düşürüp tedirgin eder. Bundan dolayı da çehreleri değişir.
Yalanlamaları dolayısı ile de azarlanarak onlara şöyle denilir:
“İşte (acele gelmesini) istediğiniz şey budur.” Bugün onu açıkça görmüş bulunuyorsunuz. Artık her şey sizin için açıklık kazanmıştır. Ama kurtuluş çareleri de tükenmiştir, geriye azaba uğramaktan başka bir şey kalmamıştır.
#
{28} ولما كان المكذِّبون للرسول - صلى الله عليه وسلم - الذين يردُّون دعوته ينتظرون هلاكَه ويتربَّصون به ريب المنون؛ أمره الله أن يقولَ لهم: إنَّكم وإن حصلتْ لكم أمنيتُكم و {أهلكني الله ومن معي}: فليس ذلك بنافع لكم شيئاً؛ لأنَّكم كفرتم بآيات الله، واستحققتُم العذاب؛ فمن يجيرُكم {من عذابٍ أليم}: قد تحتَّم وقوعُه بكم؛ فإذاً تعبُكم وحرصُكم على هلاكي غير مفيدٍ ولا مجدٍ لكم شيئاً.
28. Peygamberin davetini reddedip onu yalanlayanlar, peygamberin ölüp gitmesini bekliyorlar, musibetlerin gelip onu bulmasını gözlüyorlardı. O bakımdan Yüce Allah,
ona onlara şöyle demesini emretmektedir:
Sizin bu temenniniz gerçekleşse de Allah beni ve benimle birlikte olanları helâk etse bile bunun size hiçbir faydası olmaz. Çünkü sizler Allah’ın âyetlerini inkâr ederek azabı hak etmiş bulunuyorsunuz. Peki başınıza gelmesi kesinlik kazanmış olan o can yakıcı azaptan sizleri kim koruyacak? O halde sizin benim helâk olup gitmem için gösterdiğiniz bu arzunun ve bu uğurda yorulup didinmenizin size hiçbir faydası yoktur. Bunun size en ufak bir katkısı olmaz.
#
{29} ومن قولهم: إنَّهم على هدى والرسول على ضلالٍ؛ أعادوا في ذلك وأبدوا، وجادلوا عليه وقاتلوا، فأمر الله نبيَّه أن يُخْبِرَ عن حاله وحال أتباعه ما به يتبيَّن لكلِّ أحدٍ هداهم وتقواهم، وهو أنْ يقولوا: {آمنَّا به وعليه تَوَكَّلْنا}: والإيمانُ يشملُ التصديق الباطن والأعمال الباطنة والظاهرة، ولمَّا كانت الأعمالُ وجودُها وكمالُها متوقفة على التوكُّل؛ خصَّ الله التوكُّل من بين سائر الأعمال، وإلاَّ؛ فهو داخلٌ في الإيمان، ومن جملة لوازمه؛ كما قال تعالى: {وعلى الله فتوكَّلوا إن كُنتُم مؤمنينَ}؛ فإذا كانت هذه حال الرسول وحال مَن اتَّبعه، وهي الحال التي تتعيَّن للفلاح وتتوقَّف عليها السعادة، وحالة أعدائه بضدِّها؛ فلا إيمان لهم ولا توكُّل؛ عُلِمَ بذلك مَن هو على هدىً ومن هو في ضلال مبينٍ.
29. Kafirler, kendilerinin hidâyet üzere, peygamberin de sapıklık üzere olduğunu söylemişler, tekrar tekrar bu hususu dile getirip bunu açıkça ifade ettiler, bu uğurda tartıştılar ve savaştılar. Yüce Allah da Peygamberine hem kendisinin hem de kendisine uyanların durumunu haber vermesini emretti. Böylelikle herkes, onların hidâyet ve takvâlarını da açıkça anlamış olacaktı.
Bu şöyle dile getirilmektedir: “De ki: O, Rahmân’dır. Biz O’na iman ettik ve yalnız O’na tevekkül ettik.” İman hem kalbin tasdikini kapsar, hem gizli ve açık amelleri kapsar. Amellerin varlığı ve kemâli, Allah’a tevekküle bağlı olduğundan dolayı Yüce Allah, diğer ameller arasından özellikle tevekkülü söz konusu etmektedir. Yoksa tevekkül aslında imanın kapsamı içerisindedir ve onun gereklerindendir.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Eğer müminseniz yalnız Allah’a tevekkül edin.” (el-Mâide, 5/23)
Peygamberin ve ona tabi olanların durumu işte budur. Bu ise kurtuluşa ermenin yegane yoludur. Bahtiyar olmak da bununla mümkündür. Düşmanlarının hali ise bunun zıddıdır. Onların imanları da yoktur tevekkülleri de yoktur. İşte bu yolla kimin hidâyet üzere kimin de apaçık bir sapıklık üzere olduğu açıkça anlaşılmaktadır.
#
{30} ثم أخبر عن انفراده بالنِّعم، خصوصاً الماء الذي جَعَلَ الله منه كلَّ شيءٍ حيٍّ، فقال: {قل أرأيتُم إن أصبحَ ماؤكم غَوْراً}؛ أي: غائراً، {فمن يأتيكم بماءٍ مَعينٍ}: تشربون منه وتسقونَ أنعامكم وأشجارَكم وزُروعكم؟ وهذا استفهامٌ بمعنى النفي؛ أي: لا يقدر أحدٌ على ذلك غير الله تعالى.
30.
Daha sonra nimetleri özellikle de Allah’ın canlı her bir şeyi kendisinden var ettiği su nimetini verenin yalnızca Allah olduğu haber verilmekte ve şöyle buyrulmaktadır:
"De ki: Söyleyin bakalım, eğer suyunuz çekilip yerin dibine geçse size” kendisinden içeceğiniz, davarlarınızı, ağaçlarınızı ve ekinlerinizi sulayacağınız
“akar bir su kim getirebilir?” Bu, olumsuzlama anlamında bir sorudur. Yani Yüce Allah’tan başka hiç kimsenin buna gücü yetmez.
Mülk Sûresi’nin tefsiri burada sona ermektedir. Yüce Allah’a hamdolsun.