Ayet:
56- VÂKIA SÛRESİ
56- VÂKIA SÛRESİ
(Mekke’de inmiştir. 96 âyettir)
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adı ile.
Ayet: 1 - 26 #
{إِذَا وَقَعَتِ الْوَاقِعَةُ (1) لَيْسَ لِوَقْعَتِهَا كَاذِبَةٌ (2) خَافِضَةٌ رَافِعَةٌ (3) إِذَا رُجَّتِ الْأَرْضُ رَجًّا (4) وَبُسَّتِ الْجِبَالُ بَسًّا (5) فَكَانَتْ هَبَاءً مُنْبَثًّا (6) وَكُنْتُمْ أَزْوَاجًا ثَلَاثَةً (7) فَأَصْحَابُ الْمَيْمَنَةِ مَا أَصْحَابُ الْمَيْمَنَةِ (8) وَأَصْحَابُ الْمَشْأَمَةِ مَا أَصْحَابُ الْمَشْأَمَةِ (9) وَالسَّابِقُونَ السَّابِقُونَ (10) أُولَئِكَ الْمُقَرَّبُونَ (11) فِي جَنَّاتِ النَّعِيمِ (12) ثُلَّةٌ مِنَ الْأَوَّلِينَ (13) وَقَلِيلٌ مِنَ الْآخِرِينَ (14) عَلَى سُرُرٍ مَوْضُونَةٍ (15) مُتَّكِئِينَ عَلَيْهَا مُتَقَابِلِينَ (16) يَطُوفُ عَلَيْهِمْ وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَ (17) بِأَكْوَابٍ وَأَبَارِيقَ وَكَأْسٍ مِنْ مَعِينٍ (18) لَا يُصَدَّعُونَ عَنْهَا وَلَا يُنْزِفُونَ (19) وَفَاكِهَةٍ مِمَّا يَتَخَيَّرُونَ (20) وَلَحْمِ طَيْرٍ مِمَّا يَشْتَهُونَ (21) وَحُورٌ عِينٌ (22) كَأَمْثَالِ اللُّؤْلُؤِ الْمَكْنُونِ (23) جَزَاءً بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ (24) لَا يَسْمَعُونَ فِيهَا لَغْوًا وَلَا تَأْثِيمًا (25) إِلَّا قِيلًا سَلَامًا سَلَامًا (26)}].
1- Gerçekleşmesi kaçınılmaz olan (kıyamet), gerçekleştiği zaman… 2- Onun gerçekleşmesinde yalan/şüphe yoktur. 3- O, (kimilerini) alçaltır, (kimilerini de) yükseltir. 4- Yeryüzü şiddetle sarsıldığı zaman; 5- Dağlar paramparça edildiği, 6- Ve saçılmış toz haline geldiği zaman... 7- Sizler de üç sınıf olduğunuzda: 8- Amel defterleri sağdan verilecek olanlar, ne mutludur amel defterleri sağdan verilecek olanlar! 9- Amel defterleri soldan verilecek olanlar, ne bedbahttır amel defterleri soldan verilecek olanlar! 10- (Hayırlarda) öne geçenler var ya o öne geçenler! 11- İşte onlar, Allah'a yakınlaştırılmış olanlardır. 12- Naîm cennetlerindedirler. 13- Çoğu öncekilerdendir. 14- Birazı da sonrakilerdendir. 15- İşlemeli tahtlar üzerindedirler. 16- Onlara yaslanıp karşılıklı otururlar. 17- Etraflarında ebedî kılınmış çocuklar dolaşır; 18- (Ellerinde) bardaklar, ibrikler ve şarap kaynağından doldurulmuş kadehler… 19- Ki o (şaraptan) dolayı başları ağrımaz, akılları da gitmez. 20- Beğenip seçtikleri meyveler, 21- Ve canlarının çektiği kuş etleri de (sunulacaktır kendilerine.) 22- Bir de güzel gözlü hûriler vardır. 23- Tıpkı saklı inciler misali. 24- (Bunlar) yaptıklarına karşılık bir mükafattır. 25- Onlar orada ne boş, ne de günaha sokan bir söz işitirler; 26- İşittikleri ancak “selâm” ve esenlikli sözlerdir.
#
{1 ـ 3} يخبر تعالى بحال الواقعة التي لا بدَّ من وقوعها، وهي القيامة، التي {ليس لوقعتها كاذِبةٌ}؛ أي: لا شكَّ فيها؛ لأنَّها قد تظاهرت عليها الأدلَّة العقليَّة والسمعيَّة، ودلَّت عليها حكمته تعالى {خافضةٌ رافعةٌ}؛ أي: خافضةٌ لأناس في أسفل سافلين، رافعةٌ لأناس في أعلى عليين، أو: خفضت بصوتها فأسمعت القريب، ورفعتْ فأسمعتِ البعيد.
1-2. Yüce Allah gerçekleşmesi kaçınılmaz bir şey olan kıyametin durumunu haber vermektedir. “Onun gerçekleşmesinde yalan/şüphe yoktur.” Yani gerçekleşmesi şüphesizdir. Zira buna dair aklî ve nakli deliller birbirini desteklemektedir. Yüce Allah’ın hikmeti de buna delildir. 3. “O, (kimilerini) alçaltır” kimi insanları aşağıların aşağısına indirir. (kimilerini de) yükseltir” kimilerini de yükseklerin yükseği olan mertebelere çıkartır. Yahut da o, sesini kısıp yakın olana işittirmiştir, sesini yükseltip uzak olana işittirmiştir.
#
{4 ـ 6} {إذا رُجَّتِ الأرضُ رجًّا}؛ أي: حُركت واضطربتْ، {وبُسَّتِ الجبالُ بَسًّا}؛ أي: فتت، {فكانت هباءً منبثًّا}: فأصبحت ليس عليها جبلٌ ولا مَعْلمٌ، قاعاً صفصفاً، لا ترى فيها عوجاً ولا أمتاً.
4-6. “Yeryüzü şiddetle sarsıldığı” hareket edip çalkalandığı “zaman; dağlar paramparça edildiği” darmadağın olduğu “ve saçılmış toz haline geldiği” ve yeryüzü üzerinde herhangi bir dağ, herhangi bir yükseklik ya da çukur bulunmayan dümdüz bir hâle geldiği “zaman…”
#
{7 ـ 9} {وكنتم}: أيُّها الخلق، {أزواجاً ثلاثةً}؛ أي: انقسمتم ثلاث فرق بحسب أعمالكم الحسنة والسيئة. ثم فصَّل أحوال الأزواج الثلاثة، فقال: {فأصحابُ الميمنةِ ما أصحابُ الميمنةِ}: تعظيمٌ لشأنهم وتفخيمٌ لأحوالهم، {وأصحابُ المشأمة}؛ أي: الشمال، {ما أصحابُ المشأمة}: تهويلٌ لحالهم.
7. Ey insanlar! “Sizler de üç sınıf olduğunuzda” iyi ve kötü amellerinize göre üç ayrı gruba ayrıldığınızda… Sonra bu üç grubun her birisini ayrıntılı olarak söz konusu ederek şöyle buyurmuştur: 8. “Amel defterleri sağdan verilecek olanlar, ne mutludur amel defterleri sağdan verilecek olanlar!” Bu ifade, onların şanlarını yüceltmekte, durumlarının güzelliğini dile getirmektedir. 9. “Amel defterleri soldan verilecek olanlar, ne bedbahttır amel defterleri soldan verilecek olanlar” Bu da onların durumlarının oldukça dehşetli olacağını ifade etmektedir.
#
{10 ـ 14} {والسابقون السابقون. أولئك المقرَّبون}؛ أي: السابقون في الدنيا إلى الخيرات هم السابقون في الآخرة لدخول الجنات، أولئك الذين هذا وصفهم المقرَّبون عند الله {في جنات النعيم}: في أعلى علِّيين، في المنازل العاليات التي لا منزلة فوقها، وهؤلاء المذكورون {ثُلَّةٌ من الأوَّلين}؛ أي: جماعة كثيرون من المتقدِّمين من هذه الأمة وغيرهم. {وقليلٌ من الآخِرينَ}: وهذا يدلُّ على فضل صدر هذه الأمَّة في الجملة على متأخِّريها ؛ لكون المقرَّبين من الأولين أكثر من المتأخرين، والمقرَّبون هم خواصُّ الخلق.
10-12. (Hayırlarda) öne geçenler var ya o öne geçenler!” Dünyada hayırlar işleyerek öne geçenler, âhirette de cennete en önce gireceklerdir. İşte Yüce Allah’ın bu şekilde nitelendirdiği o kimseler, Naîm cennetlerindeki A’lay-i İlliyyîn’de, üzerlerinde başka bir mevki bulunmayan pek yüksek konaklarda bulunacaklar ve Allah nezdinde de yakınlaştırılmış olacaklardır. 13. Sözü edilen öne geçenlerin “çoğu” yani oldukça kalabalık bir grubu “öncekilerdendir” Bu ümmetin ve diğer ümmetlerin ilk önce gelenlerindendir. 14. “Birazı da sonrakilerdendir.” Bu, genel olarak bu ümmetin ilk gelenlerinin, daha sonra gelenlerden daha faziletli olduğunu göstermektedir. Çünkü Allah'a yakın olacakları/mukarrebleri oluşturanlar arasında önce gelenlerin sayısı, sonrakilerin sayısından daha çok olacaktır. Mukarrebler ise seçkin kullardırlar.
#
{15 ـ 16} {على سررٍ موضونةٍ}؛ أي: مرمولةٍ بالذهب والفضة واللؤلؤ والجوهر وغير ذلك من الحليِّ والزينة التي لا يعلمها إلاَّ الله تعالى، {متكئين عليها}؛ أي: على تلك السرر، جلوس تمكُّن وطمأنينةٍ وراحةٍ واستقرارٍ، {متقابلين}: وجه كلٍّ منهم إلى وجه صاحبه؛ من صفاء قلوبهم وتقابلها بالمحبة وحسن أدبهم.
15. Altın, gümüş, inci, mücevherat vb. gibi Yüce Allah’tan başka hiç kimsenin bilmediği pek çok süs ve zinet eşyası ile işlenmiş “işlemeli tahtlar üzerindedirler.” 16. “Onlara yaslanıp” bu tahtlar üzerinde rahat ve huzur içinde kalıcı olmak üzere kurulacaklardır; kalplerinin temizliği, karşılıklı sevgileri ve güzel edepleri dolayısı ile de yüz yüze bakarark “karşılıklı otururlar.”
#
{17 ـ 19} {يطوفُ عليهم ولدانٌ مخلَّدونَ}؛ أي: يدور على أهل الجنة لخدمتهم وقضاء حوائجهم ولدانٌ صغارُ الأسنانِ في غاية الحسن والبهاء. {كأنَّهم لؤلؤٌ مكنونٌ}؛ أي: مستورٌ لا يناله ما يغيِّره، مخلوقون للبقاء والخلد؛ لا يهرمون ولا يتغيَّرون ولا يزيدون على أسنانهم، ويدورون عليهم بآنية شرابهم؛ {بأكوابٍ}: وهي التي لا عُرى لها، {وأباريقَ}: الأواني التي لها عرى، {وكأسٍ من مَعينٍ}؛ أي: من خمرٍ لذيذِ المشربِ لا آفة فيه، {لا يُصَدَّعونَ عنها}؛ أي: لا تصدِّعهم رؤوسُهم كما تصدِّعُ خمرة الدُّنيا رأس شاربها، ولا هم عنها {يُنزِفونَ}؛ أي: لا تُنْزَفُ عقولهم ولا تذهب أحلامُهم منها كما يكون لخمر الدنيا. والحاصلُ أنَّ كلَّ ما في الجنة من [أنواع] النعيم الموجود جنسه في الدُّنيا لا يوجد في الجنة فيه آفةٌ؛ كما قال تعالى: {فيها أنهارٌ من ماءٍ غير آسنٍ وأنهارٌ من لبنٍ لم يتغيَّرْ طعمُه وأنهارٌ من خمرٍ لَذَّةٍ للشاربين وأنهارٌ من عسل مُصَفًّى}، وذكر هنا خمر الجنَّة، ونفى عنه كلَّ آفة توجد في الدُّنيا.
17. Yani cennet ehlinin etrafında son derece güzel ve oldukça alımlı, yaşları küçük çocuklar onlara hizmet etmek için dolaşıp duracaktır. Bunlar adeta hiçbir değişikliğe uğramamış, saklı incileri andırırlar. Ebedi kalıcı olmak üzere yaratılmışlardır. Yaşlanmazlar, değişmezler. Yaşları artmaz. 18. Bu ebedi çocuklar, cennetlikler etrafında içecek kaplarını dolaştırırlar: (Ellerinde de) bardaklar, ibrikler ve şarap kaynağından doldurulmuş kadehler…” Bu, hiçbir rahatsızlık verici özelliği bulunmayan, lezzetli bir içkidir. 19. Dünya şarabının içenin başını ağrıtmasına rağmen o şarap, cennetliklerin başlarını ağrıtmayacaktır. Dünya şarabının etkisinde görüldüğü gibi onların akılları da başlarından gitmez. Hülâsa cennette, dünyada benzeri bulunan türden bütün nimetlerin hiçbirisinde herhangi bir rahatsız edici taraf bulunmayacaktır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Orada tadı ve kokusu değişmeyen su ırmakları, tadı değişmeyen süt ırmakları, içenlere lezzet veren şarap ırmakları ve süzülmüş bal ırmakları vardır.” (Muhammed, 47/15) Burada ise sadece cennetteki şarap söz konusu edilmiş ve dünyadaki şarapta bulunan hiçbir olumsuzluğun onda bulunmadığı belirtilmiştir.
#
{20} {وفاكهةٍ مما يتخيَّرون}؛ أي: مهما تخيَّروا وراق في أعينهم واشتهته نفوسُهم من أنواع الفواكه الشهيَّة والجنى اللذيذة؛ حَصَلَ لهم على أكمل وجهٍ وأحسنه.
20. Hoşa giden, lezzetli ve çeşit çeşit meyvelerden canları neyi arzularsa, neyi görüp beğenirlerse hepsi arzu eder etmez, en mükemmel ve en üstün şekilde onların olacaktır.
#
{21} {ولحم طيرٍ ممَّا يشتهون}؛ أي: من كلِّ صنف من الطيور يشتهونه، ومن أيِّ جنس من لحمه أرادوا؛ إن شاؤوا مشويًّا أو طبيخاً أو غير ذلك.
21. Yine canlarının arzuladığı her türden, istedikleri her çeşitten kuş eti de onlara ikrâm edilecek. Dilerlerse kızartılmış, dilerlerse pişirilmiş, dilerlerse başka şekilde...
#
{22 ـ 23} {وحورٌ عينٌ كأمثال اللؤلؤ المكنون}؛ أي: ولهم حور عين، والحوراء: التي في عينها كحلٌ وملاحةٌ وحسنٌ وبهاءٌ، والعِينُ حسانُ الأعين ضخامها ، وحسنُ عين الأنثى ، من أعظم الأدلَّة على حسنها وجمالها. {كأمثال اللُّؤلؤ المكنونِ}؛ أي: كأنَّهن اللؤلؤ [الأبيض] الرطبُ الصافي البهيُّ المستور عن الأعين والريح والشمس، الذي يكون لونُه من أحسن الألوان، الذي لا عيب فيه بوجهٍ من الوجوه؛ فكذلك الحور العين، لا عيبَ فيهنَّ بوجهٍ، بل هنَّ كاملاتُ الأوصاف جميلاتُ النُّعوت؛ فكلُّ ما تأمَّلته منها؛ لم تجدْ فيه إلاَّ ما يسرُّ القلب ويروق الناظر.
22. Onların güzel gözlü hûrileri de vardır. “حور/huri”, gözü güzel, hoş, tatlı ve sürmeli olan demektir. “عين” ise gözleri iri ve güzel demektir. kadının gözlerinin güzelliği, onun güzelliğinin en büyük delillerinden birisidir. 23. “Tıpkı saklı inciler misali.” Yani onlar, sanki gözlere, rüzgâra ve güneşe karşı korunmak maksadı ile saklı bulunan, alımlı, tertemiz, henüz taze olan inciyi andırırlar. Böyle bir incinin rengi renklerin en güzelidir. Hiçbir kusuru yoktur. İşte bu huriler de böyle olacaktır. Hiçbir açıdan onlarda bir kusur bulunmaz. Aksine onların sıfatları mükemmel, nitelikleri pek güzeldir. Onlara ne kadar bakılırsa bakılsın, kalbe neşe veren ve göze hoş gelen şeylerden başka bir şey görülmez.
#
{24} وذلك النعيم المعدُّ لهم {جزاءً بما كانوا يعملون}؛ فكما حَسُنَتْ منهم الأعمال؛ أحسن الله لهم الجزاء، ووفَّر لهم الفوز والنعيم.
24. Onlara hazırlanmış olan bu nimetler “yaptıklarına karşılık bir mükafattır.” Onların amelleri güzel olduğu gibi Allah'ın onlara vereceği mükâfat da güzelolacaktır. O, pek çok nimet ve kurtuluşu onlara nasip edecektir.
#
{25 ـ 26} {لا يسمعون فيها لغواً ولا تأثيماً}؛ أي: لا يسمعون في جنَّاتِ النعيم كلاماً يُلغي، ولا يكون فيه فائدةً ولا كلاماً يؤثم صاحبه {إلاَّ قيلاً سلاماً سلاماً}؛ أي: إلاَّ كلاماً طيباً، وذلك لأنَّها دار الطيبين، ولا يكون فيها إلاَّ كلُّ طيبٍ، وهذا دليلٌ على حسن أدب أهل الجنَّة في خطابهم فيما بينهم، وأنه أطيبُ كلام وأسرُّه للقلوب وأسلمه من كلِّ لغوٍ وإثم، نسأل الله من فضله.
25-26. Nimet cennetlerinde ne boş, ne faydasız, ne de söyleyeni günaha sokan bir söz işitirler. “İşittikleri ancak “selâm” ve esenlikli sözlerdir.” Orada sadece hoş ve güzel sözler işitirler. Çünkü orası iyi ve temiz insanların yurdudur. Orada iyi ve güzelden başka bir şey olmaz. Bu buyruk, cennet ehlinin kendi aralarındaki konuşmalarında güzel edebe riayet ettiklerine, sözlerinin en güzel, kalpleri ferahlatıcı, her türlü boş ve günahtan uzak sözler olduğuna delildir. Yüce Allah’tan lütfuyla bizleri cennet ehlinden kılmasını niyaz ederiz. Daha sonra Yüce Allah, amel defterleri sağdan verilenlere hazırlananları söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 27 - 40 #
[{وَأَصْحَابُ الْيَمِينِ مَا أَصْحَابُ الْيَمِينِ (27) فِي سِدْرٍ مَخْضُودٍ (28) وَطَلْحٍ مَنْضُودٍ (29) وَظِلٍّ مَمْدُودٍ (30) وَمَاءٍ مَسْكُوبٍ (31) وَفَاكِهَةٍ كَثِيرَةٍ (32) لَا مَقْطُوعَةٍ وَلَا مَمْنُوعَةٍ (33) وَفُرُشٍ مَرْفُوعَةٍ (34) إِنَّا أَنْشَأْنَاهُنَّ إِنْشَاءً (35) فَجَعَلْنَاهُنَّ أَبْكَارًا (36) عُرُبًا أَتْرَابًا (37) لِأَصْحَابِ الْيَمِينِ (38) ثُلَّةٌ مِنَ الْأَوَّلِينَ (39) وَثُلَّةٌ مِنَ الْآخِرِينَ (40)}].
27- Amel defterleri sağdan verilecek olanlar, ne mutludur amel defterleri sağdan verilecek olanlar! 28- Dikensiz Arabistan kirazı, 29- Üst üste yığılı muzlar, 30- Yayılmış gölgeler, 31- Sürekli akan bir su, 32,33- Bitip tükenmeyecek ve yasaklanmayacak pek çok meyve; 34- Ve yükseltilmiş döşekler (bulunan cennetlerdedirler). 35- Biz o (cennet kadınlarını) yeniden yarattık da; 36- Onları hem bakire kıldık; 37- Hem de eşlerine düşkün ve yaşıt… 38- (Bunlar hep) amel defterleri sağdan verilenler içindir. 39- Onlar öncekiler içinde de çoktur; 40- Sonrakiler içinde de çoktur.
#
{27 ـ 34} ثم ذَكَرَ ما أعدَّ لأصحاب اليمين ، فقال: {وأصحابُ اليمين ما أصحابُ اليمين}؛ أي: شأنُهم عظيمٌ وحالهم جسيمٌ، {في سدرٍ مخضودٍ}؛ أي: مقطوع ما فيه من الشوك والأغصان الرَّديئة المضرَّة، مجعول مكان ذلك الثمر الطيب. وللسِّدْرِ من الخواصِّ الظلُّ الظَّليل وراحة الجسم فيه، {وطلحٍ منضودٍ}: والطَّلْح معروفٌ، وهو شجرٌ كبارٌ يكون بالبادية تُنَضَّدُ أغصانه من الثمر اللذيذ الشهي، {وماءٍ مسكوبٍ}؛ أي: كثير من العيون والأنهار السارحة والمياه المتدفِّقة، {وفاكهةٍ كثيرةٍ. لا مقطوعةٍ ولا ممنوعةٍ}؛ أي: ليست بمنزلة فاكهة الدُّنيا؛ تنقطعُ في وقتٍ من الأوقات وتكون ممتنعةً؛ أي: متعسِّرة على مبتغيها، بل هي على الدوام موجودةٌ، وجناها قريبٌ يتناوله العبد على أيِّ حال يكون، {وفُرُشٍ مرفوعةٍ}؛ أي: مرفوعة فوق الأسرَّة ارتفاعاً عظيماً، وتلك الفرش من الحرير والذهب واللؤلؤ وما لا يعلمه إلاَّ الله.
27. “Amel defterleri sağdan verilecek olanlar, ne mutludur amel defterleri sağdan verilecek olanlar!” Yani onların şanı yüce, halleri pek muazzamdır! 28. “Dikensiz Arabistan kirazı” yani zararlı dikenleri ve kötü dalları koparılmış, bunun yerine güzel meyveler yaratılmıştır. Arabistan kirazı ağacının koyu ve vücudu rahatlatan gölgesi önemli bir özelliğidir. 29. “Üst üste yığılı muzlar” Muz bilinen bir ağaçtır. Ağacının yaprakları oldukça büyüktür. Dallarında can çekici ve lezzetli meyveler olur. 31. “Sürekli akan bir su” pek çok pınarlar, akan ırmaklar ve kaynayıp coşan sular. 32-33. “Bitip tükenmeyecek ve yasaklanmayacak pek çok meyve.” Bu meyveler dünya meyveleri gibi bir zaman bulunacak, bir zaman bulunmayacak ve onu arayan tarafından zorlukla elde edilecek türden değildir. Aksine bu meyveler sürekli vardır. Bunların toplanmaları da pek kolaydır. Kul, hangi durumda olursa olsun rahatlıkla bunlara ulaşabilir. 34. “Ve yükseltilmiş döşekler.” Bu döşekleri, sedirlerin üzerinde oldukça yüksek olacaktır. Bu döşeklerin ipekten, altından, inciden süsleri ve Yüce Allah’tan başka kimsenin bilemediği nitelikleri vardır.
#
{35 ـ 38} {إنَّا أنشأناهنَّ إنشاءً}؛ أي: إنَّا أنشأنا نساءَ أهل الجنة نشأةً غير النشأة التي كانت في الدنيا، نشأةً كاملةً، لا تقبل الفناء، {فَجَعَلْناهنَّ أبكاراً}: صغارهنَّ وكبارهنَّ، وعموم ذلك يشمل الحور العين ونساء أهل الدنيا، وأنَّ هذا الوصف ـ وهو البكارةُ ـ ملازم لهنَّ في جميع الأحوال؛ كما أنَّ كونهنَّ {عُرُباً أتراباً}: ملازمٌ لهنَّ في كلِّ حال، والعَروبُ هي المرأة المتحبِّبة إلى بعلها بحسن لفظها وحسن هيئتها ودلالها وجمالها ومحبَّتها؛ فهي التي إن تكلَّمت سبتِ العقول، وودَّ السامعُ أنَّ كلامها لا ينقضي، خصوصاً عند غنائهنَّ بتلك الأصوات الرخيمة والنَّغَمات المطربة، وإنْ نَظَرَ إلى أدبها وسمتها ودَلِّها؛ ملأت قلبَ بعلها فرحاً وسروراً، وإن انتقلتْ من محلٍّ إلى آخر؛ امتلأ ذلك الموضع منها ريحاً طيباً ونوراً، ويدخُلُ في ذلك الغنجة عند الجماع، والأتراب: اللاتي على سنٍّ واحدةٍ ثلاث وثلاثين سنة، التي هي غايةُ ما يتمنَّى ونهاية سنِّ الشباب؛ فنساؤهم عربٌ أترابٌ متفقاتٌ مؤتلفاتٌ راضياتٌ مرضياتٌ لا يَحْزَنَّ ولا يُحْزِنَّ، بل هنَّ أفراح النفوس وقُرَّة العيون وجلاء الأبصار، {لأصحاب اليمين}؛ أي: معدات لهم مهيَّآت.
35. “Biz o (cennet kadınlarını) cennet ehli olan kadınları, dünyadaki yaratılıştan başka, kâmil ve yok olması kabil olmayan bir şekilde “yeniden yarattık.” 36. “Onları hem” küçükleri ile büyükleri ile “bakire kıldık.” İfadelerin genel oluşu, hem hurileri hem de dünya kadınlarını kapsamaktadır. Bu bakire oluş vasfı hiçbir zaman onlardan ayrılmayacaktır. 37. Aynı şekilde onlar “eşlerine düşkün ve yaşıt” olacaklardır. Bu özelik de hiçbir zaman onlardan ayrılmayacaktır. (“Eşlerine düşkün” diye meali verilen) “عُرُبًا ”; kocası tarafından çok sevilen, güzel konuşan, güzel görünüşlü, nazlı, sevgi dolu olan kadın demektir. Böyle bir kadın konuştuğu zaman insanın aklını başından alır, konuşmasını dinleyen sözü bitmesin diye arzu eder. Hele de oldukça güzel seslerle ve neşe verici nağmelerle şarkı söylediği vakit. Böylesinin edebine, heybetine, davranışına baktığı zaman kocasının kalbi sevinç ve neşe ile dolar. Bir yerden bir başka yere geçti mi orası onun güzel kokusu ve aydınlığı ile dolar. Bu güzelliğe cima esnasındaki cilveleri de dahildir. Yaşıt olmalarına gelince bu gençlik yaşının kemâli olarak kabul edilen otuz üç yaş olacaktır. İşte onların hanımları kocalarına düşkün ve hep aynı yaşta olacak, uyumlu, geçimli, hoşnut, hoşnut edici olacaklardır. Ne üzen, ne üzülenlerden olmayacaklardır. Aksine onlar ruhların sevinci ve gözlerin aydınlığı olacaklardır. 38. İşte bütün bunlar “amel defterleri sağdan verilenler için” hazırlanmıştır.
#
{39 ـ 40} {ثلَّةٌ من الأوَّلين. وثُلَّةٌ من الآخرين}؛ أي: هذا القسم، وهم أصحاب اليمين، عددٌ كثيرٌ من الأوَّلين وعدد كثيرٌ من الآخرينِ.
39-40. Yani amel defterleri sağdan verilen bu kısım insanlar arasında öncekilerden de çok sayıda kimseler olacaktır, sonrakilerden de çok sayıda kimseler olacaktır.
Ayet: 41 - 48 #
{وَأَصْحَابُ الشِّمَالِ مَا أَصْحَابُ الشِّمَالِ (41) فِي سَمُومٍ وَحَمِيمٍ (42) وَظِلٍّ مِنْ يَحْمُومٍ (43) لَا بَارِدٍ وَلَا كَرِيمٍ (44) إِنَّهُمْ كَانُوا قَبْلَ ذَلِكَ مُتْرَفِينَ (45) وَكَانُوا يُصِرُّونَ عَلَى الْحِنْثِ الْعَظِيمِ (46) وَكَانُوا يَقُولُونَ أَئِذَا مِتْنَا وَكُنَّا تُرَابًا وَعِظَامًا أَإِنَّا لَمَبْعُوثُونَ (47) أَوَآبَاؤُنَا الْأَوَّلُونَ (48)}
41- Amel defterleri soldan verilecek olanlar, ne bedbahttır amel defterleri soldan verilecek olanlar! 42- İçlerine işleyen bir sıcak ve kaynar bir su içinde, 43- Kapkara dumandan bir gölge altındadırlar; 44- O (gölge) ne serindir ne de hoş. 45- Çünkü onlar, bundan önce refah içinde şımarmış kimselerdi. 46- Büyük günah üzerinde ısrar ederlerdi. 47- Ve şöyle derlerdi: “Biz ölüp de toprak ve kemik olduğumuz vakit, evet biz (bu hale geldikten sonra) mı diriltileceğiz?!” 48- “Geçmiş atalarımız da mı (diriltilecek)?!”
#
{41 ـ 44} المرادُ بأصحاب الشمال هم أصحابُ النارِ والأعمال المشؤومة، فذكر الله لهم من العقاب ما هم حقيقون به، فأخبر أنَّهم {في سَموم}؛ أي: ريح حارَّة من حرِّ نار جهنَّم؛ تأخذ بأنفاسهم، وتقلِقُهم أشدَّ القلق، {وحميم}؛ أي: ماءٍ حارٍّ يقطِّع أمعاءهم، {وظِلٍّ من يَحْموم}؛ أي: لهب نارٍ يختلط بدخان، {لا باردٍ ولا كريم}؛ أي: لا بردَ فيه ولا كرم. والمقصودُ أنَّ هناك الهمَّ والغمَّ والحزنَ والشرَّ الذي لا خير فيه؛ لأنَّ نفي الضدِّ إثباتٌ لضدِّه.
41. “Amel defterleri soldan verilecek olanlar”dan kasıt cehennemlikler ve kötü amel sahibi kimselerdir. Yüce Allah onlara layık olan bazı azapları söz konusu etmekte ve onlarla ilgili olarak bize şunları haber vermektedir: 42. Yani cehennem ateşinin sıcaklığından dolayı oldukça sıcak bir rüzgâra maruz kalacaklardır. Bu rüzgâr nefeslerini tıkayacak ve onları alabildiğine rahatsız edecektir. "Ve kaynar” sıcaklığından dolayı bağırsaklarını koparıp paramparça edecek “bir su içinde” 43. “Kapkara dumandan bir gölge altındadırlar.” Dumanla karışık ateş alevi içinde olacaklardır. 44. “O serin de değildir. Faydası da yoktur.” O gölgenin serinliği de olmayacaktır, hoş bir yönü de. Yani orada üzüntü, gam, keder ve kötülük bulunacaktır; azıcık da olsa iyi hiçbir şey olmayacaktır. Çünkü bir şeyin olmadığını söylemek, aksinin varlığını söz konusu etmek demektir.
#
{45 ـ 48} ثم ذكر أعمالهم التي أوصلتهم إلى هذا الجزاء، فقال: {إنَّهم كانوا قبل ذلك مُتْرَفينَ}؛ أي: قد ألهتْهم دنياهم وعمِلوا لها وتنعَّموا وتمتَّعوا بها، فألهاهم الأملُ عن إحسان العمل؛ فهذا الترفُ الذي ذمَّهم الله عليه، {وكانوا يُصِرُّونَ على الحِنثِ العظيم}؛ أي: وكانوا يفعلون الذُّنوب الكبار ولا يتوبون منها ولا يندمون عليها، بل يصرُّون على ما يُسْخِطُ مولاهم، فقَدِموا عليه بأوزارٍ كثيرةٍ غير مغفورةٍ، وكانوا يُنْكِرونَ البعث، فيقولون استبعاداً لوقوعه: {أإذا مِتْنا وكُنَّا تراباً وعظاماً أإنا لمبعوثونَ. أوَ آباؤنا الأوَّلونَ}؛ أي: كيف نُبْعَثُ بعد موتنا وقد بلينا فكُنَّا تراباً وعظاماً! هذا من المحال.
45. Daha sonra cehennemlikleri böyle bir cezaya maruz bırakan amellerini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Çünkü onlar, bundan önce refah içinde şımarmış kimselerdi.” Dünya onları alabildiğine oyalamıştı. Onlar dünya için çalışmış, dünya nimetlerinden oldukça yararlanmış, bunun sonucunda da uzun emeller onları oyalayarak güzel amellerde bulunmalarını engellemişti. İşte Yüce Allah’ın kendilerini yermesine sebep olan rahat yaşayış ve refah budur. 46. “Büyük günah üzerinde ısrar ederlerdi.” Pek büyük günahlar işler, bunlardan tevbe etmez, bunlar dolayısı ile pişmanlık duymazlardı. Aksine yüce Mevlâlarını gazaplandıracak şeyleri ısrarla yaparlardı. Bu yüzden O’nun huzuruna, bağışlanıp affolunmamış pek çok ağır günah yükü ile gelmişlerdir. 47-48. Hem onlar öldükten sonra dirilişi de inkâr ediyor ve bunun gerçekleşmesinin uzak bir ihtimal olduğunu ifade ederek şöyle diyorlardı: “Biz ölüp de toprak ve kemik olduğumuz vakit, evet biz (bu hale geldikten sonra) mı diriltileceğiz?! Geçmiş atalarımız da mı (diriltilecek)?” Biz ölümden sonra çürüyüp toprak ve kemikler haline geldikten sonra nasıl diriltileceğiz? Böyle bir şey imkânsızdır, diyorlardı.
Yüce Allah, onlara cevap olmak üzere şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 49 - 57 #
{قُلْ إِنَّ الْأَوَّلِينَ وَالْآخِرِينَ (49) لَمَجْمُوعُونَ إِلَى مِيقَاتِ يَوْمٍ مَعْلُومٍ (50) ثُمَّ إِنَّكُمْ أَيُّهَا الضَّالُّونَ الْمُكَذِّبُونَ (51) لَآكِلُونَ مِنْ شَجَرٍ مِنْ زَقُّومٍ (52) فَمَالِئُونَ مِنْهَا الْبُطُونَ (53) فَشَارِبُونَ عَلَيْهِ مِنَ الْحَمِيمِ (54) فَشَارِبُونَ شُرْبَ الْهِيمِ (55) هَذَا نُزُلُهُمْ يَوْمَ الدِّينِ (56) نَحْنُ خَلَقْنَاكُمْ فَلَوْلَا تُصَدِّقُونَ (57)}].
49- De ki: “Hiç şüphesiz öncekiler de sonrakiler de;” 50- “Vakti belirli bir günde elbette bir araya toplanacaklardır.” 51- Sonra sizler, ey sapıklar, yalanlayıcılar! 52- Zakkûm ağacından yiyeceksiniz. 53- Ve o ağaçtan karınlarınızı dolduracaksınız. 54- Onun üzerine de kaynar sudan içeceksiniz. 55- Hem de suya kanmama hastalığına yakalanmış develerin içişi gibi içeceksiniz. 56- İşte hesap günü onların ziyafeti budur. 57- Sizi Biz yarattık. O halde (dirilişi de) tasdik etmeniz gerekmez mi?
#
{49 ـ 50} أي: قل: إنَّ متقدِّم الخلق ومتأخِّرهم؛ الجميع سيبعثهم الله ويجمعهم لميقات يوم معلوم قدَّره الله لعباده حين تنقضي الخليقة، ويريد الله [تعالى] جزاءهم على أعمالهم التي عملوها في دار التكليف.
49-50. Yani de ki: Önce yaratılanların da sonra yaratılanların da hepsini Allah, öldükten sonra diriltecektir. Onları vadesi belli bir günde toplayıp bir araya getirecektir. Yüce Allah, bütün yaratılmışların yok olmasından sonra kulları için böylece takdir etmiş ve teklîf yurdunda (dünyada) yaptıkları işlerinin karşılığını vermeyi murad etmiştir.
#
{51 ـ 53} {ثم إنَّكم أيُّها الضالُّون}: عن طريق الهدى، التابعون لطريق الرَّدى، {المكذِّبون}: بالرسول - صلى الله عليه وسلم - وما جاء به من الحقِّ والوعد والوعيد، {لآكلون من شجرٍ من زَقومٍ}: وهو أقبح الأشجار وأخسُّها وأنتنُها ريحاً وأبشعها منظراً، {فمالِئونَ منها البطونَ}: والذي أوجب لهم أكلها مع ما هي عليه من الشناعة، الجوعُ المفرِطُ الذي يلتهبُ في أكبادِهم وتكادُ تنقطعُ منه أفئدتهم، هذا الطعام الذي يدفعون به الجوع، وهو الذي لا يسمِنُ ولا يُغْني من جوع.
51. “Sonra sizler, ey” hidâyet yolundan uzaklaşan ve helâk edici yolları izleyen “sapıklar”, peygamberi ve onun getirdiği hakkı, vaatleri ve tehditleri yalanlayan “yalanlayıcılar!” 52. “Zakkûm ağacından yiyeceksiniz.” Ki o, en kötü, en fena, en pis kokulu ve en korkunç manzaralı bir ağaçtır. 53. “Ve o ağaçtan karınlarınızı dolduracaksınız.” Bu derece korkunç olmakla birlikte onları bu ağaçtan yemek zorunda bırakan sebep, midelerini kazındıran ve neredeyse kalplerini paramparça edecek olan aşırı derecedeki açlıktır. İşte açlıklarını bastırmaya çalışacakları yiyecek budur. Halbuki o ne şişmanlatır, ne de açlığa karşı bir fayda sağlar.
#
{54 ـ 56} وأما شرابهم؛ فهو بئس الشرابُ، وهو أنهم يشربون على هذا الطعام من الماء الحميم الذي يغلي في البطون {شُرْبَ الهيم}: وهي الإبل العطاش ، التي قد اشتدَّ عَطَشها، أو أنَّ الهَيَم داءٌ يصيب الإبل لا تَرْوَى معه من شرب الماء. {هذا}: الطعام والشراب {نُزُلُهم}؛ أي: ضيافتهم {يومَ الدِّين}: وهي الضيافة التي قدَّموها لأنفسهم وآثروها على ضيافةِ الله لأوليائه؛ قال تعالى: {إنَّ الذين آمنوا وعَمِلوا الصالحاتِ كانتْ لهم جنَّاتُ الفِرْدَوْسِ نُزُلاً. خالدين فيها لا يَبْغونَ عنها حِوَلاً}.
54. İçeceklerine gelince o da en kötü içecektir. Çünkü onlar, böyle bir yiyecek üzerine karınlarında kaynayıp duracak olan kaynar sudan hem de “suya kanmama hastalığına yakalanmış develerin içişi gibi” içeceklerdir. (Âyet-i kerimede geçen) “ٱلۡهِيمِ ”; ya aşırı susuzluk çeken develer yahut da develerin yakalandığı ve ne kadar su içerse içsin bir türlü suya kanamama hastalığı demektir. 55. “İşte hesap günü onların ziyafetleri”, bu yiyecek ve içecektir. Bunu da onlara kendileri hazırlamıştır. Onlar, Yüce Allah’ın dostlarına hazırladığı ziyafeti bırakıp bunu tercih etmişlerdir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “İman edip salih ameller işleyenlerin konakları ise Firdevs cennetleridir. Onlar orada ebediyen kalacaklardır. Oradan ayrılmak da istemezler.” (el-Kehf, 18/107-108)
#
{57} ثم ذكر الدليل العقليَّ على البعث، فقال: {نحن خَلَقْناكم فلولا تصدِّقونَ}؛ أي: نحن الذين أوجَدْناكم بعد أن لم تكونوا شيئاً مذكوراً من غير عجزٍ ولا تعبٍ، أفليس القادر على ذلك بقادرٍ على أن يُحيي الموتى؟ بلى إنَّه على كلِّ شيءٍ قديرٌ، ولهذا وبَّخهم على عدم تصديقهم بالبعث وهم يشاهدون ما هو أعظم منه وأبلغ.
57. Daha sonra Yüce Allah, öldükten sonra dirilişe dair aklî delili söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Sizi Biz yarattık.” Yani sizler, anılmaya değer bir şey değilken, herhangi bir acizlik ve yorgunluk söz konusu olmaksızın sizi biz var ettik. Buna kaadir olan, ölüleri diriltmeye kaadir değil midir? Elbette ki O, her şeye gücü yetendir. Bundan dolayı Yüce Allah, öldükten sonra dirilişten daha büyük ve daha açık bir delili gördükleri halde, öldükten sonra dirilişi tasdik etmedikleri için onları azarlamaktadır.
Ayet: 58 - 62 #
{أَفَرَأَيْتُمْ مَا تُمْنُونَ (58) أَأَنْتُمْ تَخْلُقُونَهُ أَمْ نَحْنُ الْخَالِقُونَ (59) نَحْنُ قَدَّرْنَا بَيْنَكُمُ الْمَوْتَ وَمَا نَحْنُ بِمَسْبُوقِينَ (60) عَلَى أَنْ نُبَدِّلَ أَمْثَالَكُمْ وَنُنْشِئَكُمْ فِي مَا لَا تَعْلَمُونَ (61) وَلَقَدْ عَلِمْتُمُ النَّشْأَةَ الْأُولَى فَلَوْلَا تَذَكَّرُونَ (62)}.
58- Şimdi baksanıza o akıttığınız meniye! 59- Onu siz mi yaratıyorsunuz yoksa yaratan biz miyiz? 60- Aranızda ölümü biz takdir ettik ve biz kesinlikle aciz değiliz; 61- (Ahirette) yaratılış vasıflarınızı değiştirip sizi bilemeyeceğiniz bir şekilde yeniden yaratmaktan. 62- İşte ilk yaratılışı kesin olarak bilmektesiniz. O halde düşünüp öğüt almanız gerekmez mi?
#
{58 ـ 62} أي: {أفرأيتم} ابتداء خَلْقِكُم من المنيِّ الذي {تُمنون} فهل أنتم خالقون ذلك المنيَّ، وما ينشأ منه أم الله تعالى الخالق؟ الذي خَلَقَ فيكم من الشهوة وآلتها في الذكر والأنثى، وهدى كلاًّ منهما لما هنالك، وحبَّب بين الزوجين، وجعل بينهما من المودَّة والرَّحمة ما هو سبب التناسل ، ولهذا أحالهم اللهُ تعالى بالاستدلال بالنَّشأة الأولى على النشأة الأخرى، فقال: {ولقد علمتُمُ النَّشْأةَ الأولى فلولا تَذَكَّرونَ}: أنَّ القادر على ابتداء خلقكم قادرٌ على إعادتكم.
58-61. Yani sizin attığınız meniyi ve ondan oluşan ilk yaratılışınızı bir düşünün! Bu meniyi ve ondan meydana geleni yaratan sizler misiniz? Yoksa erkek ve dişi olmak üzere sizlerde şehveti yaratan ve onların her birisini bu yola ileten, eşler arasında sevgi var ederek aralarında neslin devam etmesine sebep teşkil eden sevgi ve merhameti yaratan Allah mıdır? Elbette ki O’dur. Bundan dolayı Yüce Allah ilk yaratılmayı ikinci yaratışa delil görmek üzere dikkatlerini çekmekte ve şöyle buyurmaktadır: 62. “Siz, ilk yaratılışı kesinlikle biliyorsunuz. O halde” sizi ilkin yaratmaya kadir olanın sizi tekrar yaratmaya kadir olduğunu “düşünüp öğüt almanız gerekmez mi?”
Ayet: 63 - 67 #
{أَفَرَأَيْتُمْ مَا تَحْرُثُونَ (63) أَأَنْتُمْ تَزْرَعُونَهُ أَمْ نَحْنُ الزَّارِعُونَ (64) لَوْ نَشَاءُ لَجَعَلْنَاهُ حُطَامًا فَظَلْتُمْ تَفَكَّهُونَ (65) إِنَّا لَمُغْرَمُونَ (66) بَلْ نَحْنُ مَحْرُومُونَ (67)}.
63- Baksanıza o ektiğiniz tohuma! 64- Onu siz mi bitiriyorsunuz yoksa bitiren biz miyiz? 65- Dileseydik onu çerçöpe dönüştürürdük de şaşar kalırdınız. 66- “Gerçekten biz ziyana uğradık.” 67- “Bilakis biz (rızıktan) mahrum bırakıldık.” (derdiniz).
#
{63 ـ 67} وهذا امتنانٌ منه على عباده؛ يدعوهم به إلى توحيدِهِ وعبادتِهِ والإنابةِ إليه؛ حيث أنعم عليهم بما يسَّره لهم من الحرث للزُّروع والثمار، فيخرجُ من ذلك من الأقوات والأرزاق والفواكه ما هو من ضروراتهم وحاجاتهم ومصالحهم التي لا يقدِرون أن يُحصوها، فضلاً عن شكرها وأداء حقِّها، فقرَّرهم بمنَّته، فقال: {أأنتُم تَزْرَعونَه أم نحنُ الزَّارِعونَ}؛ أي: أنتم أخرجْتُموه نباتاً من الأرض؟ أم أنتُم الذي نمَّيتموه؟ أم أنتم الذين أخرجتم سُنْبله وثمرَه حتى صار حبًّا حصيداً وثمراً نضيجاً؟ أم الله الذي انفرد بذلك وحدَه وأنعم به عليكم، وأنتم غايةُ ما تفعلون أن تحرُثوا الأرض، وتشقُّوها، وتُلْقوا فيها البذرَ، ثم لا علم عِندكم بما يكون بعد ذلك ولا قدرةَ لكم على أكثر من ذلك؟ ومع ذلك؛ فنبَّههم على أنَّ ذلك الحرثَ معرضٌ للأخطار لولا حفظُ الله وإبقاؤه بُلغةً لكم ومتاعاً إلى حين. فقال: {لو نشاء لجعلناه}؛ أي: الزرع المحروث وما فيه من الثمار {حُطاماً}؛ أي: فتاتاً متحطِّماً لا نفع فيه ولا رزق، {فظَلْتُمْ}؛ أي: فصرتُم بسبب جعله حطاماً بعد أن تعبتم فيه، وأنفقتم النفقات الكثيرة، {تَفَكَّهونَ}؛ أي: تندمون وتحسرون على ما أصابكم، ويزول بذلك فرحُكم وسرورُكم وتفكُّهكم، فتقولون: {إنَّا لَمُغْرَمونَ}؛ أي: إنَّا قد نقصنا وأصابتنا مصيبةٌ اجتاحَتْنا. ثم تعرفون بعد ذلك من أين أتيتُم، وبأيِّ سبب دُهيتم؟ فتقولون: {بل نحنُ محرومونَ}! فاحْمَدوا الله تعالى حيث زَرَعَه [اللَّهُ] لكم، ثم أبقاه وكمَّله لكم، ولم يرسلْ عليه من الآفات ما به تُحرمون من نفعِهِ وخيرِهِ.
63. Yüce Allah, bu buyrukları ile kullarına lütfunu hatırlatmakta ve bu yolla onları kendisini tevhîd etmeye, kendisine ibadet etmeye ve kendisine dönmeye davet etmektedir. Çünkü onlara kendileri için kolaylaştırmış olduğu ekin ekmek, meyve ve mahsuller edinmek gibi bir nimet vermiştir. Bu sayede onların zaruri ihtiyaçlarını ve menfaatlerini temin eden temel gıdalar, rızıklar ve meyveler ortaya çıkmaktadır ki bunlara karşı şükretmek ve haklarını edâ etmek şöyle dursun onları saymaya dahi güçleri yetmez. İhsan ettiği bu lütufları onlara itiraf ettirerek şöyle buyurmaktadır: 64. “Onu siz mi bitiriyorsunuz yoksa bitiren Biz miyiz?” Yani onları yerden bitki halinde çıkartanlar sizler misiniz? Onu büyütüp geliştirenler sizler misiniz? Başağını ve meyvesini çıkartan ve nihayet biçilecek tane haline getiren ve olgunlaştıran sizler misiniz? Yoksa bütün bunları tek başına yaratan ve size bu nimetleri ihsan eden Allah mıdır? Sizin bütün yaptığınız yeri sürmek, kazmak ve oraya tohum atmaktan ibarettir. Bundan sonra neler olduğunu bilemediğiniz gibi bunun ötesine de gücünüz yetmez. Bununla birlikte Yüce Allah, eğer onları korumasaydı, hayatta kaldıkları sürece ihtiyaçlarını karşılamasaydı ve insanların bir süreye kadar onlardan yararlanmaları için onların varlıklarını muhafaza etmeseydi o tohum ve ekinlerin tehlikelere maruz kalacağına dikkatlerini çekerek şöyle buyurmaktadır: 65. “Dileseydik onu” sürülmüş ekini ve mahsulleri “çerçöpe” faydası ve rızık özelliği olamayacak şekilde kuru ot kırıntılarına “dönüştürürdük de şaşar kalırdınız.” Uğraşıp didindikten, pek çok harcamalar yaptıktan sonra çerçöp olduğu için pişman olur, başınıza gelen musibete üzülürdünüz. Böylelikle neşeniz, sevinciniz kaybolur giderdi. 66. Ve derdiniz ki: “Gerçekten biz ziyana uğradık.” Yani malımız eksildi ve varlığımızı silip süpüren bir musibetle karşı karşıya kaldık. 67. Bundan sonra da bu musibetin başınıza neden geldiğini ve hangi sebepten dolayı böyle bir şeyle karşı karşıya kaldığınızı anlar ve şöyle derdiniz: “Bilakis biz (rızıktan) mahrum bırakıldık.” O halde Yüce Allah’a bu ekini sizin için yeşerttiği, sonra varlığını devam ettirip olgunlaştırdığı ve üzerine faydasından, hayır ve bereketinden sizi mahrum bırakacak afetler göndermediği için hamdedin.
Ayet: 68 - 70 #
{أَفَرَأَيْتُمُ الْمَاءَ الَّذِي تَشْرَبُونَ (68) أَأَنْتُمْ أَنْزَلْتُمُوهُ مِنَ الْمُزْنِ أَمْ نَحْنُ الْمُنْزِلُونَ (69) لَوْ نَشَاءُ جَعَلْنَاهُ أُجَاجًا فَلَوْلَا تَشْكُرُونَ (70)}
68- İçtiğiniz suya da bir bakın! 69- Onu buluttan siz mi indirdiniz yoksa indiren biz miyiz? 70- Dileseydik onu acı yapardık. O halde şükretmeniz gerekmez mi?
#
{68 ـ 70} لما ذكر تعالى نعمته على عباده بالطعام؛ ذَكَرَ نعمته عليهم بالشراب العذب الذي منه يشربون، وأنَّه لولا أنَّ الله يسَّره وسهَّله؛ لما كان لكم إليه سبيلٌ ، وأنَّه الذي أنزله {من المزنِ}: وهو السحابُ والمطرُ الذي يُنْزِلُه الله تعالى، فيكون منه الأنهار الجارية على وجه الأرض وفي بطنها، ويكون منه الغدرانُ المتدفِّقة، ومن نعمته تعالى أن جعله عذباً فراتاً تُسيغُه النفوس، ولو شاء؛ لَجَعَلَهُ ملحاً {أجاجاً}: لا يُنتفع به ، {فلولا تشكرون}: الله تعالى على ما أنعم به عليكم.
68-70. Yüce Allah, kullarına yiyecek nimetini hatırlattıktan sonra içtikleri tatlı su nimetini hatırlatmaktadır. Eğer Yüce Allah, bu suyu elde etmeyi onlara kolaylaştırmamış olsaydı, onu elde etme yolunu bulamazlardı. Bu suyu buluttan indiren Yüce Allah’tır. Bundan da kimi yer yüzeyinde kimi de yer altında akan ırmaklar, kaynayıp coşan pınarlar oluşur. Bu suyu içimi kolay ve tatlı kılmış olması da Yüce Allah’ın nimetlerindendir. Çünkü dileseydi elbette ki onu kendisinden yararlanılmayacak şekilde oldukça tuzlu ve acı kılabilirdi. "O halde” size ihsan etmiş olduğu bu nimetler dolayısı ile “Allah’a şükretmeniz gerekmez mi?”
Ayet: 71 - 74 #
{أَفَرَأَيْتُمُ النَّارَ الَّتِي تُورُونَ (71) أَأَنْتُمْ أَنْشَأْتُمْ شَجَرَتَهَا أَمْ نَحْنُ الْمُنْشِئُونَ (72) نَحْنُ جَعَلْنَاهَا تَذْكِرَةً وَمَتَاعًا لِلْمُقْوِينَ (73) فَسَبِّحْ بِاسْمِ رَبِّكَ الْعَظِيمِ (74)}.
71- Tutuşturduğunuz ateşe de bir bakın! 72- Onun ağacını siz mi yarattınız yoksa yaratan biz miyiz? 73- Biz onu bir öğüt vesilesi ve yolcular için de bir nimet kıldık. 74- O halde yüce Rabbinin adını tesbih et.
#
{71 ـ 73} وهذه نعمةٌ تدخل في الضروريَّات التي لا غنى للخلق عنها؛ فإنَّ الناس محتاجون إليها في كثيرٍ من أمورهم وحوائجهم، فقرَّرهم تعالى بالنار التي أوجدها في الأشجار، وأنَّ الخلق لا يقدرون أن ينشئوا شجرها، وإنَّما الله تعالى قد أنشأها من الشجر الأخضر؛ فإذا هي نارٌ توقد بقدر حاجة العباد؛ فإذا فرغوا من حاجتهم؛ أطفؤوها وأخمدوها. {نحن جَعَلْناها تذكرةً}: للعباد بنعمة ربِّهم، وتذكرةً بنار جهنَّم التي أعدَّها الله للعاصين، وجعلها سوطاً يسوقُ به عبادَه إلى دار النعيم، {ومتاعاً للمُقْوينِ}؛ أي المنتفعين أو المسافرين، وخصَّ الله المسافرين؛ لأنَّ نفع المسافر بها أعظم من غيره، ولعلَّ السبب في ذلك لأنَّ الدُّنيا كلَّها دارُ سفرٍ، والعبدُ من حين ولد فهو مسافرٌ إلى ربِّه؛ فهذه النار جعلها الله متاعاً للمسافرين في هذه الدار وتذكرةً لهم بدار القرار.
71-72. Bu da insanların kendisi olmasa hayatlarını devam ettiremeyecekleri temel ve zaruri ihtiyaçlar kapsamındaki bir nimettir. İnsanlar pek çok işlerinde ve gereklerinde ona ihtiyaç duyarlar. Yüce Allah ağaçlarda (potansiyel olarak) var ettiği ateş nimetini hatırlatmaktadır. İnsanların onun ağacını yaratmaya güç yetiremeyeceklerini ve Yüce Allah’ın ateşi yeşil ağaçta yaratmış olduğunu onlara da itiraf ettirmektdir. Bakarsın ki o, kulların ihtiyacı oranında bir ateş halini alır. İhtiyaçlarını gördükleri vakit de onu söndürürler. 73. “Biz onu” kullar için hem Rablerinin nimetini hatırlatan hem de Allah’ın isyankârlara hazırlamış olduğu ve kulları nimet yurduna sevkeden itici bir unsur kılıdığı cehennem ateşini hatırlatan “bir öğüt vesilesi ve yolcular” ile diğer yararlananlar “için bir nimet kıldık.” Yüce Allah’ın özellikle yolcuları söz konusu etmesi, yolcuların ondan yararlanmasının başkalarına göre daha ileri derecede oluşundan ya da dünyanın tümünün bir yolculuk yurdu olmasından dolayıdır. Zira kul, doğduğundan itibaren Rabbine doğru yolculuk eder. İşte bu ateşi Yüce Allah, bu dünya yurdunun yolcuları için bir fayda ve ebedilik yurdu için öğüt ve ibret kılmıştır.
#
{74} فلما بيَّن من نعمه ما يوجب الثناء عليه من عباده وشكره وعبادته؛ أمر بتسبيحه وتعظيمه ، فقال: {فسبِّحْ باسم ربِّك العظيم}؛ أي: نزِّهْ ربَّك العظيم كامل الأسماء والصفات، كثير الإحسان والخيرات، واحْمَدْه بقلبك ولسانك وجوارِحكَ؛ لأنَّه أهلٌ لذلك، وهو المستحقُّ لأن يُشْكَرَ فلا يُكْفَرَ ويُذْكَرَ فلا ينسى ويُطاعَ فلا يُعْصَى.
74. Yüce Allah, kulları tarafından övülmeyi, şükredilmeyi ve ibadet edilmeyi gerektiren birtakım nimetlerini söz konusu ettikten sonra tesbih ve tazim edilmesini emrederek şöyle buyurmaktadır: "O halde yüce Rabbinin adını tesbih et.” İsim ve sıfatları kemâl derecesinde, ihsan ve bağışları pek çok olan pek büyük Rabbini tüm eksikliklerden tenzih et. Kalbinle, dilinle ve azalarınla O’na hamdet. Çünkü O, buna layıktır. Şükredilmek O’nun hakkıdır. O’na nankörlük edilmemelidir. O’nu hatırlamak, unutmamak; O’na itaat etmek, isyan etmemek gerekir.
Ayet: 75 - 87 #
{فَلَا أُقْسِمُ بِمَوَاقِعِ النُّجُومِ (75) وَإِنَّهُ لَقَسَمٌ لَوْ تَعْلَمُونَ عَظِيمٌ (76) إِنَّهُ لَقُرْآنٌ كَرِيمٌ (77) فِي كِتَابٍ مَكْنُونٍ (78) لَا يَمَسُّهُ إِلَّا الْمُطَهَّرُونَ (79) تَنْزِيلٌ مِنْ رَبِّ الْعَالَمِينَ (80) أَفَبِهَذَا الْحَدِيثِ أَنْتُمْ مُدْهِنُونَ (81) وَتَجْعَلُونَ رِزْقَكُمْ أَنَّكُمْ تُكَذِّبُونَ (82) فَلَوْلَا إِذَا بَلَغَتِ الْحُلْقُومَ (83) وَأَنْتُمْ حِينَئِذٍ تَنْظُرُونَ (84) وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْكُمْ وَلَكِنْ لَا تُبْصِرُونَ (85) فَلَوْلَا إِنْ كُنْتُمْ غَيْرَ مَدِينِينَ (86) تَرْجِعُونَهَا إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ (87)}.
75- Yıldızların battıkları yerlere yemin ederim; 76- Ki eğer bilirseniz bu, gerçekten büyük bir yemindir. 77- Şüphesiz o, çok değerli bir Kur’ân’dır. 78- Saklı bir Kitaptadır. 79- Ona tertemiz olanlardan başkası el süremez. 80- O, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir. 81- Şimdi siz bu sözü mü hafife alıyorsunuz? 82- Size verilen rızka yalanlayarak mı şükrediyorsunuz? 83- Hele can boğaza gelince; 84- O vakit siz bakar durursunuz. 85- Biz ise o (ölmekte olana) sizden daha yakınızdır; ama siz görmezsiniz. 86- Madem ki siz (dirilip) hesaba çekilmeyeceksiniz; 87- Haydi, (bu iddianızda) samimiyseniz, o canı (bedene) geri döndürsenize!
#
{75 ـ 76} أقسم تعالى بالنُّجوم ومواقعها، أي: مساقطها في مغاربها وما يُحْدِثُ الله في تلك الأوقات من الحوادث الدالَّة على عظمته وكبريائه وتوحيده، ثم عظَّم هذا المقسم به، فقال: {وإنَّه لقسمٌ لو تعلمون عظيمٌ}، وإنَّما كان القسم عظيماً؛ لأنَّ في النجوم وجريانها وسقوطها عند مغاربها آياتٍ وعبراً لا يمكن حصرها.
75. Yüce Allah, yıldızlara ve yıldızların batış yerlerine ve Yüce Allah’ın o sırada meydana getirdiği ve O’nun azametine, büyüklüğüne ve tevhîdine delil olan olaylara yemin etmektedir. 76. Daha sonra hakkında yemin ettiği bu hususların büyüklüğüne dikkat çekerek şöyle buyurmaktadır: “Ki eğer bilirseniz bu, gerçekten büyük bir yemindir.” Bu yeminin büyük olması yıldızların, onların akıp gitmesinin ve batış yerlerine kaymalarının, pek çok delil ve ibretleri ihtiva etmesinden dolayıdır ki bunların tümünü sayıp dökmeye imkân yoktur. Kendisi için yemin edilen husus ise Kur’ân-ı Kerîm’dir. Onun hak olduğu, hakkında herhangi bir şüphenin söz konusu olmadığı ve ona herhangi bir şüphenin ulaşamadığı gerçeğidir:
#
{77} وأمَّا المقسَمُ عليه؛ فهو إثبات القرآن، وأنَّه حقٌّ لا ريب فيه ولا شكَّ يعتريه، وأنَّه {كريمٌ}؛ أي: كثير الخير غزير العلم، فكلُّ خيرٍ وعلم؛ فإنَّما يُستفادُ من كتاب الله ويُسْتَنْبَطُ منه.
77. “Şüphesiz o, çok değerli bir Kur’ân’dır.” Yani hayırları pek çoktur. İlmi oldukça fazladır. Her türlü hayır ve ilim ancak Yüce Allah’ın Kitabından çıkartılır ve ondan anlaşılır.
#
{78} {في كتابٍ مكنونٍ}؛ أي: مستورٍ عن أعين الخلق، وهذا الكتاب المكنون هو اللوحُ المحفوظُ؛ أي: أنَّ هذا القرآن مكتوبٌ في اللوح المحفوظ، معظَّم عند الله وعند ملائكته في الملأ الأعلى. ويُحتمل أنَّ المراد بالكتاب المكنون هو الكتاب الذي بأيدي الملائكة الذين يُنْزِلُهُمُ الله لوحيه ورسالته ، وأنَّ المرادَ بذلك أنَّه مستورٌ عن الشياطين، لا قدرةَ لهم على تغييره ولا الزيادة والنقص منه واستراقه.
78. “Saklı” yani insanların gözlerinin göremeyeceği “bir Kitaptadır.” Bu saklı kitap ise Levh-i Mahfûzdur. Yani bu Kur’ân-ı Kerîm, Levh-i Mahfuzda yazılıdır. Allah nezdinde de mele-i a’lâdaki melekler nezdinde de ta’zim gören bir kitaptır. Saklı Kitaptan maksadın Yüce Allah’ın vahiy ve risaleti için indirdiği meleklerin ellerinde bulunan kitap olma ihtimali de vardır. Bundan kasıt da şu olur: Bu Kitap, şeytanların göremeyeceği şekilde saklıdır. Onlar onu değiştiremezler. Ona herhangi bir şey ilave edemez, ondan bir şey eksiltemez ve ona herhangi bir yolla ulaşamazlar.
#
{79} {لا يَمَسُّهُ إلاَّ المُطَهَّرونَ}؛ أي: لا يَمَسُّ القرآن إلاَّ الملائكةُ الكرام، الذينَ طهَّرهم الله تعالى من الآفات والذنوب والعيوب، وإذا كان لا يمسُّه إلاَّ المطهَّرون، وأنَّ أهل الخبث والشياطين لا استطاعة لهم ولا يدان إلى مسِّه؛ دلَّت الآية تنبيهاً على أنَّه لا يجوز أن يَمَسَّ القرآن إلاَّ طاهرٌ [كما ورد بذلك الحديثُ، ولهذا قيل: إنّ الآية خبرٌ بمعنى النهي؛ أي: لا يمسَّ القرآن إلاَّ طاهر].
79. “Ona tertemiz olanlardan başkası el süremez.” Yani Kur’ân-ı Kerîm’e ancak Yüce Allah’ın türlü afetlerden, günahlardan ve kusurlardan tertemiz kıldığı melâike-i kiram dokunabilir. Ona ancak iyiden iyiye temizlenmiş kimseler el sürebildiğine, pis ve murdarlar ile şeytanlar ona el sürmeye güç yetiremeyeceklerine ve ona yaklaşamayacaklarına göre âyet-i kerime -dikkat çekme yolu ile- Kur’ân-ı Kerim’e temizlenmiş/abdestli kimseden başkasının el sürmesinin caiz olmayacağına da delildir. Nitekim bu konuda hadisler de gelmiştir. Bu sebeple bu ayetin emir manasında bir haber olduğu söylenmiştir. Yani “Kur'ân’a temiz olanlardan başkası el sürmesin.” demektir.
#
{80} {تنزيلٌ من ربِّ العالمين}؛ أي: إنَّ هذا القرآن الموصوف بتلك الصفات الجليلة هو تنزيلُ ربِّ العالمين، الذي يربِّي عباده بنعمه الدينيَّة والدنيويَّة، وأجلُّ تربيةٍ ربَّى بها عباده إنزالُه هذا القرآن، الذي قد اشتمل على مصالح الدَّارين، ورحم الله به العباد رحمةً لا يقدرون لها شكوراً، ومما يجب عليهم أن يقوموا به، ويعلنوه، ويدعوا إليه، ويصدعوا به.
80. “O, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.” Yani bu üstün sıfatlara sahip Kur’ân-ı Kerîm, kullarını dinî ve dünyevî nimetleri ile görüp gözeten âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir. Kullarını kendisi ile görüp gözettiği en üstün ve en değerli şey ise Kur’ân’dır. Bu Kur’ân, dünya ve âhiret maslahatlarını kapsayan bir kitaptır. Allah, bununla kullarına şükrünün altından kalkamayacakları şekilde merhamet etmiş bulunmaktadır. Onların görevlerinden birisi de bu Kur’ân’ın gereklerini yerine getirmek, onu açıklayıp ilan etmek, ona davet edip onu açıktan açığa bildirmektir. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{81} ولهذا قال: {أفبهذا الحديث أنتم مُدْهِنونَ}؛ أي: أفبهذا الكتاب العظيم والذِّكْرِ الحكيم {أنتم مُدْهِنون }؛ أي: تختفون وتدلِّسون خوفاً من الخلق وعارهم وألسنتهم! هذا لا ينبغي ولا يَليقُ! إنَّما يليق أن يُداهَنَ بالحديث الذي لا يثقُ صاحبه منه، وأمَّا القرآن الكريم؛ فهو الحقُّ الذي لا يغالِبُ به مغالِبٌ إلاَّ غَلَبَ، ولا يصول به صائلٌ إلاَّ كان العالي على غيره، وهو الذي لا يُداهَنُ به ويُختفى ، بل يُصْدَعُ به ويُعْلَن.
81. “Şimdi siz bu sözü” bu pek büyük Kitab’ı ve hikmet dolu öğüdü “mü hafife alıyorsunuz?” Bundan dolayı mı gizlenip saklanıyorsunuz? İnsanlardan, onların kınamalarından ve dillerine düşmekten mi korkuyorsunuz? Buna gerek yok. Bu yakışmaz da. Çünkü bu gibi tutumlar sözüne güvenmeyen kimsenin yapacağı işlerdir. Kur’ân-ı Kerîm ise haktır. Öyle ki kim onu yenik düşürmek isterse mutlaka karşısında yenilgiye uğrar, kim kendisine karşı hücuma geçmeye kalkışırsa mutlaka Kur’ân ona üstün gelir. O hiçbir şekilde gizlenip örtülecek bir Kitap değildir. Aksine o, açıkça ortaya konmalı ve ilan edilmelidir.
#
{82} وقوله: {وتجعلون رِزْقَكم أنَّكم تكذِّبون}؛ أي: تجعلون مقابلة منَّة الله عليكم بالرزق التكذيبَ والكفرَ لنعمة الله، فتقولون: مُطِرْنا بِنَوْء كذا وكذا! وتضيفون النعمة لغير مُسديها ومُوليها؛ فهلاَّ شكرتُم الله على إحسانه إذْ أنزله إليكم ليزيدَكم من فضله؛ فإنَّ التكذيب والكفر داعٍ لرفع النِّعم وحلول النِّقم.
82. “Size verilen rızka yalanlayarak mı şükrediyorsunuz?” Allah’ın size lütfettiği rızka siz, yalanlama ve Allah’ın nimetini inkâr/nankörlükle mi karşılık veriyorsunuz? “Falan yıldız sebebiyle yağmura kavuştuk”, diyor ve nimeti gerçek ihsan edicisinden ve gerçek sahibinden başkasına mı izafe ediyorsunuz? Yağmur yağdırdığında O’nun bu lütuf ve ihsanından ötürü Allah’a şükretmeniz gerekmez mi? Ki O da size lütfunu daha çok ihsan etsin. Çünkü yalanlamak, küfür ve nankörlük, nimetlerin kaldırılmasına, azap ve musibetlerin gelip çatmasına sebep olur.
#
{83 ـ 85} {فلولا إذا بلغتِ الحلقوم. وأنتُم حينئذٍ تنظرونَ. ونحنُ أقربُ إليه منكُم ولكن لا تُبْصِرونَ}؛ أي: فهلاَّ إذا بلغت الروحُ الحلقومَ، وأنتم تنظُرون المحتضر في هذه الحالة، والحال أنَّا نحن أقربُ إليه منكم بعلمنا وملائكتنا، ولكن لا تبصرون.
83-85. Yani can gelip boğaza dayandığında ve sizler ölüm döşeğinde bu halde can çekişen kimseye bakıp durduğunuzda, biz ilmimizle ve meleklerimiz ile sizden ona daha yakınızdır. Ama siz bunu göremezsiniz.
#
{86 ـ 87} {فلولا إن كنتُم غير مَدينينَ}؛ أي: فهلاَّ إذ كنتُم تزعمون أنكم غير مبعوثين ولا محاسبين ومجازين، ترجعون الروح إلى بدنها {إن كنتُم صادقين}: وأنتم تقرُّون أنكم عاجزون عن ردِّها إلى موضعها؛ فحينئذٍ إمَّا أن تقرُّوا بالحقِّ الذي جاء به محمدٌ - صلى الله عليه وسلم -، وإمَّا أن تعانِدوا فتعلم حالكم وسوء مآلكم.
86-87. Eğer iddia ettiğiniz gibi gerçekten sizler öldükten sonra diriltilmeyecek, hesap görmeyecek ve amellerinizin karşılığını almayacaksanız ruhu bedene “geri döndürsenize!” Halbuki sizler de onu geri çevirmekten aciz olduğunuzu itiraf etmektesiniz. O halde sizler ya Muhammed aallalahu aleyhi ve sellem’in getirdiği hakkı ikrar ve kabul edeceksiniz ya da inatlaşmaya devam edeceksiniz, böylelikle de sizin durumunuz ve kötü âkıbetiniz açıkça bilinmiş olacaktır.
Ayet: 88 - 96 #
{فَأَمَّا إِنْ كَانَ مِنَ الْمُقَرَّبِينَ (88) فَرَوْحٌ وَرَيْحَانٌ وَجَنَّتُ نَعِيمٍ (89) وَأَمَّا إِنْ كَانَ مِنْ أَصْحَابِ الْيَمِينِ (90) فَسَلَامٌ لَكَ مِنْ أَصْحَابِ الْيَمِينِ (91) وَأَمَّا إِنْ كَانَ مِنَ الْمُكَذِّبِينَ الضَّالِّينَ (92) فَنُزُلٌ مِنْ حَمِيمٍ (93) وَتَصْلِيَةُ جَحِيمٍ (94) إِنَّ هَذَا لَهُوَ حَقُّ الْيَقِينِ (95) فَسَبِّحْ بِاسْمِ رَبِّكَ الْعَظِيمِ (96)}
88- Eğer o (ölü) Allah'a yakın kullardan ise; 89- Artık (onun için) bir rahatlık, hoş nimetler ve Naim cenneti vardır. 90- Eğer amel defterleri sağdan verilenlerden ise, 91- “Amel defterleri sağdan verilenlerden sana selam olsun!” (denir ona). 92- Ama eğer sapık yalanlayıcılardan ise; 93- Artık (onun için) kaynar sudan bir ziyafet, 94- Ve cehenneme girip yanmak (vardır). 95- Şüphesiz ki bu, kesin hakikatin ta kendisidir. 96- O halde yüce Rabbinin adını tesbih et!
#
{88 ـ 89} ذكر الله تعالى أحوال الطوائف الثلاث: المقرَّبين، وأصحاب اليمين، والمكذِّبين الضالِّين في أول السورةِ في دارِ القرارِ، ثم ذكر أحوالَهم في آخرها عند الاحتضارِ والموتِ، فقال: {فأمَّا إن كان من المقرَّبين}؛ أي: إن كان الميِّت من المقرَّبين إلى الله، المتقرِّبين إليه بأداء الواجبات والمستحبَّات وترك المحرَّمات والمكروهات وفضول المباحات، {فـ} لهم {روحٌ}؛ أي: راحةٌ وطمأنينةٌ وسرورٌ وبهجةٌ ونعيمُ القلب والروح، {ورَيْحانٌ}: وهو اسم جامعٌ لكل لذَّةٍ بدنيَّةٍ من أنواع المآكل والمشارب وغيرها، وقيل: الريحانُ هو الطيبُ المعروف، فيكون من باب التعبير بنوع الشيء عن جنسه العام، {وجنَّةُ نعيم}: جامعةٌ للأمرين كليهما، فيها ما لا عينٌ رأت ولا أذنٌ سمعت ولا خطر على قلب بشر، فيبشَّر المقرَّبون عند الاحتضار بهذه البشارة، التي تكاد تطير منها الأرواح فرحاً وسروراً ؛ كما قال تعالى: {إنَّ الذين قالوا ربُّنا الله ثم استقَاموا تَتَنَزَّلُ عليهم الملائكةُ أن لا تخافوا ولا تحزنوا وأبْشِروا بالجنَّةِ التي كُنتُمْ توعَدونَ. نحنُ أولياؤكم في الحياةِ الدُّنيا وفي الآخرةِ ولكم فيها ما تَشْتَهي أنفسُكم ولكم فيها ما تدَّعونَ. نُزُلاً من غفورٍ رحيم}، وقد فُسِّرَ قولُه [تبارك و] تعالى: {لهم البُشرى في الحياة الدُّنيا وفي الآخرة}: أنَّ هذه البشارة المذكورة هي البُشرى في الحياة الدنيا.
88-89. Yüce Allah, yakın (mukarreb) kulların, amelleri sağ taraflarındna verilenlerin ve yalanlayıcı sapıkların ebedilik yurdundaki durumlarını, sûrenin baş taraflarında söz konusu etmişti. Şimdi de ölüm esnasındaki hallerini sûrenin bu son kısımlarında zikrederek şöyle buyurmaktadır: "Eğer o (ölü) Allah'a yakın kullardan ise” yani ölen kişi Allah’a yakın, farz ve müstehabları edâ etmek, haramları, mekruhları ve gereksiz mubahları terk etmek sureti ile O’na yakınlaşmaya çalışan kimselerden ise “artık” onun için “bir rahatlık” huzur, sevinç, kalp ve ruh nimetleri ve “hoş nimetler” vardır. Bu da yiyecek, içecek ve başka türlerden olan her türlü bedenî nimeti kapsamına alan bir ifadedir. Bunun bilinen anlamda hoş koku olduğu da söylenmiştir. O vakit bu, bir şeyi zikredip onun genel türünü kasdetmek kabilinden olur. “Ve Naîm cenneti vardır.” İçinde hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir insan kalbinin hatırından geçirmediği ve daha önceki iki hususu (rahatı ve hoş nimetleri) kendisinde toplayan nimet dolu cennetler vardır. İşte Allah'a yakın (mukarreb) kullar, ölümleri esnasında sevinç ve mutluluktan adeta ruhları uçuracak olan bu bu müjde ile müjdelenirler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Muhakkak, Rabbimiz Allah’tır, deyip sonra dosdoğru olanların üzerine melekler: Korkmayın, üzülmeyin ve size vaadolunan cennetle sevinin, diyerek inerler. Dünya hayatında da âhirette de sizin en yakın dostlarınız biziz. Orada canlarınız neyi arzu ediyorsa, orada neyi istiyorsanız sizin için vardır. Çok bağışlayıcı ve pek merhametli (Allah'tan) bir ikram ve ihsan olmak üzere.” (Fussilet, 41/30-32) Yüce Allah’ın: “Onlar için dünya hayatında da âhirette de müjde vardır.” (Yunus, 10/64) buyruğundaki müjde de burada sözü edilen müjde diye açıklanmıştır ki o da dünya hayatındaki müjdedir.
#
{90 ـ 91} وقوله: {وأمَّا إن كان من أصحابِ اليمين}؛ وهم الذين أدَّوا الواجبات وتركوا المحرَّمات، وإن حَصَلَ منهم بعضُ التقصير في بعض الحقوق التي لا تُخِلُّ بإيمانهم وتوحيدهم، فيقالُ لأحدهم: {سلامٌ لك من أصحابِ اليمين}؛ أي: سلامٌ حاصلٌ لك من إخوانك أصحاب اليمين؛ أي: يسلِّمون عليه، ويحيُّونه عند وصوله إليهم ولقائهم له، أو يقال له: سلامٌ لك من الآفات والبليَّات والعذاب؛ لأنَّك من أصحاب اليمين، الذين سَلِموا من الموبقات.
90. “Eğer amel defterleri sağdan verilenlerden ise...” Bunlar, farzları edâ eden ve haramları terk eden, bununla birlikte iman ve tevhîdlerine halel getirmeyecek bazı hakları yerine getirmekte kısmen kusur işleyen kimselerdir. 91. İşte bunlardan olan kimseye: “Amel defterleri sağdan verilenlerden sana selam olsun” denir. Yani kardeşlerin olan bu kimselerden sana selâm vardır, denilir. Bu da şu demektir: O, onlara ulaştığında ve onlar da onu karşıladığında onu selâmlayacaklardır. Yahut da ona şöyle denilecektir: Her türlü afet, belâ ve azaptan yana sana esenlik vardır. Çünkü sen amel defterleri sağdan verilenlerden yani helâk edici günahlardan uzak bir kimsesin.
#
{92 ـ 94} {وأمَّا إن كان من المكذِّبين الضَّالِّين} أي: الذين كذَّبوا بالحقِّ وضلُّوا عن الهدى، {فنُزُلٌ من حميمٍ. وتصليةُ جَحيم}؛ أي: ضيافتهم يومَ قدومهم على ربِّهم تصليةُ الجحيم التي تحيط بهم وتصِلُ إلى أفئدتهم، وإذا استغاثوا من شدَّة العطش والظمأ؛ {يغاثوا بماءٍ كالمهل يَشْوي الوجوهَ بئس الشرابُ وساءتْ مُرْتَفَقاً}.
92-94. “Ama eğer sapık yalanlayıcılardan ise” hakkı yalanlayıp hidâyetten sapan kimselerden ise “artık (onun için) kaynar sudan bir ziyafet ve cehenneme girip yanmak vardır.” Rablerinin huzuruna varacakları gündeki ziyafetleri, onları çepeçevre kuşatacak ve acısı kalplerine kadar varacak olan cehennem ateşine girip yanmak olacaktır. Aşırı derecedeki susuzluktan dolayı yardım isteyecekleri vakit de “erimiş maden gibi yüzleri kavuran bir su ile yardımlarına varılacaktır. O, ne fena içecektir ve orası ne kötü bir konaktır!” (el-Kehf, 18/29)
#
{95} {إنَّ هذا}: الذي ذكره الله تعالى من جزاء العباد بأعمالهم خيرها وشرِّها وتفاصيل ذلك {لَهُوَ حقُّ اليقينِ}؛ أي: الذي لا شكَّ فيه ولا مريةَ، بل هو الحقُّ الثابتُ الذي لا بدَّ من وقوعه، وقد أشهد اللهُ عبادَه الأدلَّة القواطع على ذلك، حتى صار عند أولي الألباب كأنَّهم ذائقون له مشاهدونَ لحقيقتِهِ ، فحمدوا الله تعالى على ما خصَّهم من هذه النعمة العظيمة والمنحة الجسيمة.
95. “Şüphesiz ki bu” Yüce Allah’ın sözünü ettiği hayrı ile şerri ile kulların amellerinin karşılığı ve buna dair etraflı bilgiler; “kesin hakikatin ta kendisidir.” Bunda şüphe ve tereddüdü gerektirecek bir taraf yoktur. Aksine bunlar gerçekleşmesi muhakkak ve kaçınılmaz olan değişmez haktır. Yüce Allah kullarına, buna dair kat’î delilleri göstermiştir. O kadar ki olgun akıl sahiplerine göre onlar, bunu adeta tatmış, hakikatine şahitlik etmiş gibidirler. Bundan dolayı da Yüce Allah’a özellikle kendilerine ihsan etmiş olduğu bu pek büyük nimet ve muazzam bağışından dolayı hamd-u senâ ederler. Bundan dolayı Yüce Allah devamla şöyle buyurmaktadır:
#
{96} ولهذا قال تعالى: {فسبِّحْ باسم ربِّك العظيم}؛ فسبحان ربِّنا العظيم، وتعالى وتنزَّه عما يقول الظالمون والجاحدون علوًّا كبيراً، والحمدُ لله ربِّ العالمين حمداً كثيراً طيباً مباركاً فيه.
96. Pek büyük ve yüce olan Rabbimizi tesbih ederiz! O, zalimlerin ve inkârcıların söylediklerinden münezzehtir ve yücedir. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mübarek, tertemiz ve pek çok hamd-u senâlar olsun.
Vakıâ Sûresi’nin tefsiri burada sona ermektedir.
***