Ayet:
49- HUCURÂT SÛRESİ
49- HUCURÂT SÛRESİ
(Medine’de inmiştir. 18 âyettir)
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adı ile.
Ayet: 1 - 3 #
{يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تُقَدِّمُوا بَيْنَ يَدَيِ اللَّهِ وَرَسُولِهِ وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ (1) يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَرْفَعُوا أَصْوَاتَكُمْ فَوْقَ صَوْتِ النَّبِيِّ وَلَا تَجْهَرُوا لَهُ بِالْقَوْلِ كَجَهْرِ بَعْضِكُمْ لِبَعْضٍ أَنْ تَحْبَطَ أَعْمَالُكُمْ وَأَنْتُمْ لَا تَشْعُرُونَ (2) إِنَّ الَّذِينَ يَغُضُّونَ أَصْوَاتَهُمْ عِنْدَ رَسُولِ اللَّهِ أُولَئِكَ الَّذِينَ امْتَحَنَ اللَّهُ قُلُوبَهُمْ لِلتَّقْوَى لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَأَجْرٌ عَظِيمٌ (3)}
1- Ey iman edenler! (Söz ve işte) Allah’ın ve Rasûlünün önüne geçmeyin ve Allah’a karşı takvalı olun. Şüphesiz Allah Semidir, Alîmdir. 2- Ey iman edenler! Sesinizi Peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin ve onunla birbirinize bağırır gibi bağırarak konuşmayın. Yoksa siz farkında olmadan amelleriniz boşa gider. 3- Rasûlullah’ın yanında seslerini kısanlar var ya; işte onlar, Allah’ın kalplerini takvâ için sınayıp seçtiği kimselerdir. Onlar için mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.
Bu buyruklar, Yüce Allah’a ve Rasulullah’a karşı takınılması gereken edebi, tazimi, saygı ve ikrâmı içermektedir. Yüce Allah, mü’min kullarına Allah ve Rasûlüne imanın bir gereği olarak, Allah’ın emirlerini yerine getirmelerini, yasaklarından kaçınmalarını ve bütün işlerinde Allah’ın emirlerinin ardından yürüyerek Rasûlünün sünnetine uymalarını emretmektedir. Yine Allah ve Rasûlünün önüne geçmemelerini, o buyurmadan bir söz söylememelerini ve o emretmedikçe emir vermemelerini istemektedir. İşte Allah’a ve Rasûlüne karşı takınılması gereken edebin gerçek mahiyeti budur, kulun mutluluğunun ve felahının anahtarı budur. Bunu elde edemeyen ebedi mutluluğu ve sonsuz nimetleri elden kaçırmış olur. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in dışındakilerin sözlerini, Rasûlün sözünün önüne geçirmeye dair bu şiddetli yasak, şunu gerektirmektedir: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sünneti açıkça ortaya çıktı mı, artık ona uymak mutlak bir farzdır. Onun buyruğu, kim olursa olsun başkalarının sözlerinden önce gelir.
#
{1} ثم أمر الله بتقواه عموماً، وهي كما قال طَلْق بن حبيب: أن تعملَ بطاعة الله على نور من الله ترجو ثواب الله، وأن تترك معصية الله على نور من الله تخشى عقاب الله. وقوله: {إنَّ الله سميعٌ}؛ أي: لجميع الأصوات، في جميع الأوقات، في خفيِّ المواضع والجهات، {عليمٌ}: بالظواهر والبواطن، والسوابق واللواحق، والواجبات والمستحيلات والجائزات. وفي ذكر الاسمين الكريمين بعد النهيِ عن التقدّم بين يدي الله ورسوله والأمر بتقواه حثٌّ على امتثال تلك الأوامر الحسنة والآداب المستحسنة وترهيبٌ عن ضدِّه.
1. Daha sonra Yüce Allah, genel olarak takvâyı emretmektedir. Takvâ ise Talk b. Habîb’in dediği gibi “Allah’ın mükâfatını umarak, O’na itaat olan işleri Allah’tan bir nur üzere yapmak ve O’na isyanı gerektiren hususları da Allah’ın cezasından korkarak yine Allah’tan bir nur üzere terk etmek” demektir. “Şüphesiz Allah, Semi’dir” bütün zamanlarda, en gizli yer ve yönlerdeki her bir sesi işitendir. “Alîmdir.” Gizliyi, açığı, geçmişi, geleceği, varlığı zorunlu olanları, varlığı imkânsız olanları ve mümkün olanları hep bilir. Allah’ın ve Rasûlünün önüne geçmeyi yasaklayan ve ondan korkmayı emreden buyruklardan sonra bu iki şerefli ismin zikredilmesi, güzel emirleri ve güzel görülen adabı yerine getirmeye bir teşvik, bunların zıddı olan şeylerden de bir sakındırma anlamı taşımaktadır.
#
{2} ثم قال تعالى: {يا أيُّها الذين آمنوا لا ترفعوا أصواتَكُم فوقَ صوتِ النبيِّ ولا تَجْهَروا له بالقولِ}: وهذا أدب مع الرسول - صلى الله عليه وسلم - في خطابه؛ أي: لا يرفع المخاطِبُ له صوتَهُ معه فوق صوتِهِ، ولا يجهرْ له بالقول، بل يغضُّ الصوتَ ويخاطبُه بأدبٍ ولينٍ وتعظيم وتكريم وإجلال وإعظام، ولا يكون الرسول كأحدهم، بل يميِّزونه في خطابهم كما تميَّز عن غيرِه في وجوبِ حقِّه على الأمَّة، ووجوب الإيمان به، والحبِّ الذي لا يتمُّ الإيمانُ إلا به؛ فإن في عدم القيام بذلك محذوراً وخشية أن يحبط عملُ العبد وهو لا يشعر؛ كما أن الأدب معه من أسباب حصول الثواب وقبول الأعمال.
2. Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Sesinizi Peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin ve onunla birbirinize bağırır gibi bağırarak konuşmayın.” Bu da Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e hitap ederken takınılması gereken edebi göstermektedir. Yani ona hitap eden kimse onunla konuşurken sesini Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in sesinden fazla yükseltmemeli, bağırarak konuşmamalı, aksine sesini kısmalı, edeple, yumuşak ifadelerle, tazim ile ve gereken saygıyı göstererek ona hitap etmelidir. Allah Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem onlardan herhangi biri gibi değildir. Ümmet üzerindeki hakkı, ona iman etmenin farz oluşu, kendisi olmaksızın imanın tamamlanamayacağı sevgi vb. gibi hususlarda ayrıcalıklı olduğu gibi, hitaplarda da ayrıcalıklı olmalıdır. Bu konuda onun hakkına riâyet etmemek, sakınılması gereken bir husustur. Zira kulun amelinin o, farkında bile değilken boşa çıkmasından korkulur. Nitekim ona karşı gereken edebi takınmak da mükâfatın elde edilmesinin ve amellerin kabul edilmesinin sebepleri arasındadır.
#
{3} ثم مدح من غضَّ صوته عند رسول الله - صلى الله عليه وسلم - بأنَّ الله امتحن قلوبَهم للتقوى؛ أي: ابتلاها واختبرها، فظهرت نتيجةُ ذلك بأن صَلَحَت قلوبهم للتقوى. ثم وَعَدَهم المغفرةَ لذنوبهم، المتضمِّنة لزوال الشرِّ والمكروه، وحصول الأجر العظيم، الذي لا يعلم وصفه إلاَّ الله تعالى، وفيه حصولُ كل محبوب. وفي هذا دليلٌ على أن الله يمتحنُ القلوبَ بالأمر والنهي والمحن؛ فمَن لازمَ أمر الله واتَّبع رضاه وسارعَ إلى ذلك وقدَّمه على هواه؛ تمحَّض وتمحَّص للتقوى، وصار قلبُه صالحاً لها، ومَن لم يكن كذلك؛ علم أنه لا يصلح للتقوى.
3. Daha sonra Yüce Allah, Rasûlullah’ın huzurunda seslerini alçaltan kimseleri Allah’ın kalplerini takvâ için imtihan etmiş olması ile övmektedir. Bu imtihan sonucunda kalplerinin takvâya elverişli olduğu ortaya çıkmıştır. Daha sonra onlara günahlarının bağışlanmasını da vaat etmektedir. Bu da kötülüklerin ve hoşa gitmeyen şeylerin ortadan kalkmasını, buna karşılık pek büyük mükâfatın elde edilmesini içerir. Bu mükâfatın niteliklerini ise Allah’tan başka kimse bilmez. Böylece arzu edilen her şey elde edilmiş olur. Bu, Yüce Allah’ın emirlerle, yasaklarla ve çeşitli sıkıntılarla kalpleri sınadığına bir delildir. Allah’ın emrine sarılan, razı olacağı işlere uyan ve bu konuda elini çabuk tutan, onu hevâsının önüne geçiren kimseler, takvâyı elde etmiş ve kalpleri de ıslah olmuş olur. Böyle olmayan kimselerin ise takvâya elverişli kimseler olmadığı ortaya çıkar.
Ayet: 4 - 5 #
{إِنَّ الَّذِينَ يُنَادُونَكَ مِنْ وَرَاءِ الْحُجُرَاتِ أَكْثَرُهُمْ لَا يَعْقِلُونَ (4) وَلَوْ أَنَّهُمْ صَبَرُوا حَتَّى تَخْرُجَ إِلَيْهِمْ لَكَانَ خَيْرًا لَهُمْ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ (5)}
4- Odaların arkasından sana seslenenlerin birçoğu aklı ermeyen kimselerdir. 5- Eğer onlar, sen yanlarına çıkana kadar sabretselerdi, elbette kendileri için daha hayırlı olurdu. Allah Ğafûrdur, Rahîmdir.
#
{4} نزلت هذه الآيات الكريمة في ناس من الأعراب، الذين وصفهم الله بالجفاء، وأنهم أجدرُ أن لا يعلموا حدودَ ما أنزل الله على رسوله؛ قدموا وافدين على رسول الله - صلى الله عليه وسلم -، فوجدوه في بيته وحجرات نسائِهِ، فلم يصبروا ويتأدَّبوا حتى يخرج، بل نادوه: يا محمد، يا محمد ؛ أي: اخرج إلينا. فذمَّهم الله بعدم العقل؛ حيث لم يعقلوا عن الله الأدب مع رسوله واحترامه؛ كما أن من العقل استعمال الأدب؛ فأدب العبد عنوان عقله، وأنَّ الله مريدٌ به الخير.
4. Bu âyet-i kerimeler, Yüce Allah’ın kabalıkla ve Allah’ın Rasûlüne indirdiklerinin sınırlarını bilmemeye lâyık olmakla nitelendirdiği birtakım bedevî Araplar hakkında inmiştir. Bunlar Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanına heyet olarak geldiklerinde baktılar ki O, evinde hanımlarının odalarındadır. Dışarı çıkıncaya kadar sabretmek edebini takınmadılar da tuttular bunun yerine -yanımıza çık gel anlamına-: Muhammed! Muhammed! diye bağırdılar. Allah onları akılsız olmakla nitelendirerek bu davranışlarını yermiştir. Çünkü onlar, Allah’ın, Rasûlüne karşı edebli davranmaları ve ona saygı duymaları gerektiğine dair emrini belleyememişlerdi. Edepli hareket etmek ise aklın bir gereğidir. Kulun edebi, onun aklının göstergesidir ve Allah’ın o kimse hakkında hayır dilemiş olduğunu ortaya koyar.
#
{5} ولهذا قال: {ولو أنَّهم صَبَروا حتى تخرُجَ إليهم لكان خيراً لهم والله غفورٌ رحيمٌ}؛ أي: غفورٌ لما صدر عن عباده من الذُّنوب والإخلال بالآداب، رحيمٌ بهم حيث لم يعاجلْهم بذنوبهم بالعقوبات والمَثُلات.
5. Bundan dolayı Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: “Eğer onlar, sen yanlarına çıkana kadar sabretselerdi, elbette kendileri için daha hayırlı olurdu. Allah Ğafûrdur, Rahîmdir.” Yani kullarının işledikleri günahları ve âdâba aykırı davranışları bağışlayandır. İşlemiş oldukları günahları dolayısı ile onları hemen cezalandırmadığından dolayı da onlara çokça merhametlidir.
Ayet: 6 #
{يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِنْ جَاءَكُمْ فَاسِقٌ بِنَبَإٍ فَتَبَيَّنُوا أَنْ تُصِيبُوا قَوْمًا بِجَهَالَةٍ فَتُصْبِحُوا عَلَى مَا فَعَلْتُمْ نَادِمِينَ (6)}.
6- Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onu iyice araştırın. Yoksa bilmeden bir kavme kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.
#
{6} وهذا أيضاً من الآداب التي على أولي الألباب التأدُّبُ بها واستعمالها، وهو أنه إذا أخبرهم فاسقٌ بنبأ؛ أي: خبرٍ: أن يتثبَّتوا في خبره، ولا يأخذوه مجرداً؛ فإن في ذلك خطراً كبيراً ووقوعاً في الإثم؛ فإنَّ خبره إذا جُعل بمنزلة خبر الصادق العدل؛ حكم بموجب ذلك ومقتضاه، فحصل من تلف النفوس والأموال بغير حقٍّ بسبب ذلك الخبر ما يكون سبباً للندامة، بل الواجبُ عند خبر الفاسق التثبُّت والتبيُّن؛ فإن دلَّت الدلائل والقرائن على صدقه؛ عُمِلَ به وصُدِّق، وإن دلت على كذبه؛ كذِّب ولم يعمل به؛ ففيه دليل على أن خبر الصادق مقبول، وخبر الكاذب مردود، وخبر الفاسق متوقَّف فيه ، ولهذا كان السلف يقبلون روايات كثير من الخوارج المعروفين بالصدق، ولو كانوا فساقاً.
6. Bu ayet de diğerleri gibi akıl sahiplerinin takınmaları gereken bir edebi ve uygulamaları gereken bir ilkeyi dile getirmektedir. Söz konusu edilen edep şudur: Bir fâsık onlara herhangi bir haber getirecek olursa, onun getirdiği haberi iyiden iyiye tetkik etmelidirler ve hemen kabule yanaşmamalıdırlar. Çünkü bunda büyük bir tehlike ve günah söz konusudur. Böyle birisinin getirdiği haber, adaletli ve doğru sözlü kimsenin getirdiği haber seviyesinde tutulur, sonra da onun gereği ile hüküm verilirse bu, canların ve malların haksız yere telef olması gibi pişmanlığa sebep olacak türden sonuçlar doğurur. O nedenle fâsık birinin haberi işitildiğinde onun iyice araştırılması ve doğruluğundan emin olunması gerekir. Eğer deliller ve karineler doğruluğuna delalet ediyorsa, gereğince uygulama yapılır ve doğruluğu kabul edilir. Şâyet yalan söylediğine delalet ediyorsa, o haber yalanlanır ve gereğince amel edilmez. Bu buyrukta doğru sözlü kimsenin haberinin makbul olduğuna, yalan söyleyen kimsenin haberinin ise reddolunacağına, fâsık kimsenin haberinin de doğrulanmaksızın ve reddolunmaksızın tetkike muhtaç bir haber olarak ele alınacağına delil vardır. Bundan dolayı selef, Hâricîlerden doğru söylemekle tanınmış bir çok kimsenin rivâyetini -fâsık olsalar dahi- kabul etmişlerdir.
Ayet: 7 - 8 #
{وَاعْلَمُوا أَنَّ فِيكُمْ رَسُولَ اللَّهِ لَوْ يُطِيعُكُمْ فِي كَثِيرٍ مِنَ الْأَمْرِ لَعَنِتُّمْ وَلَكِنَّ اللَّهَ حَبَّبَ إِلَيْكُمُ الْإِيمَانَ وَزَيَّنَهُ فِي قُلُوبِكُمْ وَكَرَّهَ إِلَيْكُمُ الْكُفْرَ وَالْفُسُوقَ وَالْعِصْيَانَ أُولَئِكَ هُمُ الرَّاشِدُونَ (7) فَضْلًا مِنَ اللَّهِ وَنِعْمَةً وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ (8)}
7- Bilin ki aranızda Allah’ın Rasûlü vardır. Eğer o, birçok işte sizi dinleseydi, elbette sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah, size imanı sevdirdi ve onu güzel gösterip kalplerinize yerleştirdi. Küfrü, fasıklığı ve isyanı da size çirkin gösterdi. İşte bunlar, doğru yolda olanlardır. 8- Bu da Allah’tan bir lütuf ve nimettir. Allah Alîmdir, Hakîmdir.
#
{7} أي: وليكن لديكم معلومًا أنَّ {رسول الله} - صلى الله عليه وسلم - بين أظهُرِكم، وهو الرسولُ الكريم البارُّ الراشدُ، الذي يريد بكم الخير، وينصح لكم، وتريدون لأنفسكم من الشرِّ والمضرَّة ما لا يوافقكم الرسولُ عليه، و {لو يطيعكم في كثيرٍ من الأمر} لشقَّ عليكم وأعنتكم، ولكن الرسول يرشدكُم، والله تعالى يحبِّب إليكم {الإيمان} ويزيِّنه {في قلوبكم} بما أودع في قلوبكم من محبة الحقِّ وإيثاره، وبما نصب على الحقِّ من الشواهد والأدلَّة الدالَّة على صحَّته وقبول القلوب والفِطَر له، وبما يفعله تعالى بكم من توفيقه للإنابة إليه، ويكرِّه {إليكم الكفر والفسوق}؛ أي: الذنوبَ الكبار. {والعصيان}؛ أي: الذنوبَ الصغار؛ بما أودع في قلوبكم من كراهة الشرِّ وعدم إرادة فعله، وبما نَصَبَه من الأدلَّة والشواهد على فسادِه ومضرَّته وعدم قبول الفطر له، وبما يجعل الله في القلوب من الكراهة له. {أولئك}؛ أي: الذين زيَّن الله الإيمان في قلوبهم وحبَّبه إليهم، وكرَّه إليهم الكفر والفسوق والعصيان {هم الراشدونَ}؛ أي: الذين صلحت علومُهم وأعمالُهم، واستقاموا على الدين القويم والصراط المستقيم، وضدُّهم الغاوون الذين حُبِّب إليهم الكفر والفسوق والعصيان، وكُرِّه إليهم الإيمان، والذنب ذنبُهم؛ فإنهم لما فسقوا؛ طبعَ اللهُ على قلوبهم، ولما زاغوا؛ أزاغ اللهُ قلوبهم، ولما لم يؤمنوا بالحق لمَّا جاءهم أولَ مرة؛ قلب الله أفئدتهم.
7. Yani şunu bilin ki Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem aranızda bulunuyor. O, sizin iyiliğinizi isteyen, size doğruyu gösteren, hakkınızda hayır dileyen, size samimiyetle öğüt veren şerefli bir peygamberdir. Siz ise kendiniz için Peygamberin size asla muvafakat etmeyeceği birtakım kötülükleri ve zararlı şeyleri istemektesiniz. Eğer o, çoğu işte sizi dinleyecek olursa, bu sizin için zorluk çıkmasına sebep olur. Fakat Peygamber size doğruyu gösterir. Allah, kalplerinize yerleştirdiği hakkı sevme ve tercih etme duygusu sayesinde, hak için belirlediği ve hakkın sıhhatine delalet eden deliller ve şahitler aracılığıyla, kalplerin ve fıtratların onları kabulü ile ve yine yüce zâtına yönelmenizi sağlayan tevfiki sayesinde imanı size sevdirmiş ve kalplerinizde onu süslemiştir. Diğer taraftan kalplerinize yerleştirdiği kötülükten tiksinme, onu yapmayı istememe duygusu sayesinde, yine kötülüğün fesadına şahit ve delil olarak belirlediği belgelerle ve fıtratın da onu kabul etmeyişi sayesinde O, küfürden ve fâsıklıktan yani büyük günahlardan ve isyandan yani küçük günahlardan nefret etmenizi sağlamıştır. “İşte bunlar” Allah’ın kalplerinde imanı süsleyip kendilerine imanı sevdirdiği; küfrü, fâsıklığı ve isyanı da çirkin gösterip tiksindirdiği kimseler “doğru yolda olanlardır.” Yani bilgileri de amelleri de salih olan, dosdoğru din ve dosdoğru yolda istikamet üzere yürüyenlerdir. Bunların zıddı ise kâfirliğin, fâsıklığın ve isyanın kendilerine sevdirildiği, imanın ise kendilerine hoş gösterilmediği azgın kimselerdir. Bu da bütünü ile kendilerinin günahıdır. Çünkü onlar, fâsıklığa yönelince Allah da onların kalplerini mühürlemiştir: “Onlar sapıp eğrilince, Allah da kalplerini saptırdı.” (es-Saf, 61/5) Bunlar hak kendilerine ilk geldiğinde ona iman etmedikleri için Allah da onların kalplerini tersyüz etmiştir.
#
{8} وقوله: {فضلاً من اللهِ ونعمةً}؛ أي: ذلك الخير الذي حصل لهم هو بفضل الله عليهم وإحسانِهِ، لا بحولهم وقوَّتهم. {واللهُ عليمٌ حكيمٌ}؛ أي: عليمٌ بمن يشكر النعمة فيوفِّقه لها ممَّن لا يشكرها ولا تليقُ به، فيضع فضلَه حيث تقتضيه حكمتُه.
8. “Bu da Allah’tan bir lütuf ve nimettir.” Yani onların elde ettikleri bu hayır, Allah’ın üzerlerindeki lütuf ve ihsanı sayesindedir. Onların bizzat kendi güç ve imkânları ile elde edilmiş değildir. “Allah Alîmdir.” Kimin nimete şükrettiğini bilir ve ona nimete karşı şükretme muvaffakiyetini de nimete nail olma başarısını da ihsan eder. Kimin şükretmediğini ve bu nimete layık olmadığını da bilir. “Hakîmdir.” O, lütfunu hikmetinin gerektirdiği yerlere yönlendirir.
Ayet: 9 - 10 #
{وَإِنْ طَائِفَتَانِ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ اقْتَتَلُوا فَأَصْلِحُوا بَيْنَهُمَا فَإِنْ بَغَتْ إِحْدَاهُمَا عَلَى الْأُخْرَى فَقَاتِلُوا الَّتِي تَبْغِي حَتَّى تَفِيءَ إِلَى أَمْرِ اللَّهِ فَإِنْ فَاءَتْ فَأَصْلِحُوا بَيْنَهُمَا بِالْعَدْلِ وَأَقْسِطُوا إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُقْسِطِينَ (9) إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ إِخْوَةٌ فَأَصْلِحُوا بَيْنَ أَخَوَيْكُمْ وَاتَّقُوا اللَّهَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ (10)}
9- Eğer mü’minlerden iki kesim çarpışırlarsa, aralarını düzeltin. Şayet biri, haddi aşıp diğerine saldırırsa, o zaman saldıran tarafla Allah’ın emrine dönünceye kadar savaşın. Eğer dönerse aralarını adaletle düzeltin. Adil davranın; çünkü Allah adil olanları sever. 10- Mü’minler ancak kardeştirler. O halde iki kardeşinizin arasını düzeltin ve Allah’a karşı takvalı olun ki rahmete nail olasınız.
#
{9} هذا متضمِّنٌ لنهي المؤمنين عن أن يبغيَ بعضُهم على بعض ويقتلَ بعضُهم بعضاً، وأنه إذا اقتتلتْ طائفتان من المؤمنين؛ فإن على غيرهم من المؤمنين أن يتلافَوْا هذا الشرَّ الكبير بالإصلاح بينهم والتوسُّط على أكمل وجه يقع به الصلحُ ويسلكوا الطرق الموصلة إلى ذلك؛ فإن صلحتا؛ فبها ونعمت. {فإن بغتْ إحداهُما على الأخْرى فقاتِلوا التى تبغي حتى تفيءَ إلى أمرِ اللهِ}؛ أي: ترجع إلى ما حدَّ الله ورسولُه من فعل الخير وترك الشرِّ الذي من أعظمه الاقتتال. وقولُه: {فإن فاءتْ فأصْلِحوا بينَهما بالعَدْلِ}: هذا أمرٌ بالصُّلح وبالعدل في الصلح؛ فإنَّ الصُّلح قد يوجد، ولكن لا يكون بالعدل، بل بالظُّلم والحيف على أحد الخصمين؛ فهذا ليس هو الصُّلح المأمورُ به، فيجب أن لا يراعَى أحدهما لقرابةٍ أو وطنٍ أو غير ذلك من المقاصد والأغراض، التي توجب العدول عن العدل. {إنَّ اللهَ يحبُّ المُقْسِطينَ}؛ أي: العادلين في حكمهم بين الناس، وفي جميع الولايات التي تولوها، حتى إنه قد يدخل في ذلك عدلُ الرجل في أهله وعيالِه في أداء حقوقهم، وفي الحديث الصحيح: «المقسِطون عند الله على منابرَ من نورٍ؛ الذين يعدِلون في حكمِهم وأهليهم وما ولوا».
9. Bu buyruk, zımnen mü’minlerin biribirlerine karşı saldırmalarını ve birbirleri ile savaşmalarını yasaklamakta ve şunu öğütlemektedir: Mü’minlerden iki topluluk çarpışacak olurlarsa, onların dışındaki diğer mü’minler, aralarını ıslah ederek, kendisi ile barışın sağlanacağı en mükemmel şekilde aracılık ederek ve barışa ulaştıran yolları izleyerek bu büyük şerri defetmekle sorumludurlar. Eğer barışırlarsa mesele yok, demektir. “Şayet biri, haddi aşıp diğerine saldırırsa, o zaman saldıran tarafla Allah’ın emrine dönünceye kadar savaşın.” Allah ve Rasûlünün çizdiği sınıra dönmelerini sağlayın ki bu sınır, hayırları işlemek ve en büyüğü mü’minlerle çarpışmak olan kötülükleri terk etmektir. “Eğer dönerse aralarını adaletle düzeltin” Bu buyruk, barış yapmayı ve barışta da âdil olmayı emretmektedir. Çünkü bazen barış gerçekleşmekle birlikte adaletli olmayabilir, aksine hasımlardan biri haksızlığa uğratılabilir. İşte emrolunan barış bu değildir. Taraflardan birisinin yakınlığı, vatanı veya buna benzer adaletten sapmaya sebep olabilecek birtakım gaye ve maksatlar göz önünde bulundurularak diğerine karşı kayırılmaması gerekir. “Adil davranın; çünkü Allah adil olanları sever.” İnsanlar arasında verdikleri hükümlerde olsun, üstlendikleri bütün görevlerde olsun adaletli olanları sever. Bunun kapsamına kişinin, çoluk çocuğunun ve hanımlarının haklarını adaletle gözetmesi de girmektedir. Sahih bir hadiste Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu nakledilmektedir: “Âdil davrananlar Allah nezdinde nurdan minberler üzerindedirler. Bunlar verdikleri hükümlerde, aile fertleri arasında ve yönetimleri altında bulunanlar hakkında adaletle davranan kimselerdir.”[23]
#
{10} {إنَّما المؤمنونَ إخوةٌ}: هذا عقدٌ عقدَه الله بين المؤمنين؛ أنَّه إذا وجد من أيِّ شخصٍ كان في مشرق الأرض ومغربها الإيمانُ بالله وملائكته وكتبه ورسله واليوم الآخر؛ فإنَّه أخٌ للمؤمنين أخوَّةً توجبُ أن يحبَّ له المؤمنون ما يحبُّون لأنفسهم، ويكرهوا له ما يكرهون لأنفسهم، ولهذا قال النبيُّ - صلى الله عليه وسلم - آمراً بالأخوَّة الإيمانيَّة: «لا تَحاسدوا ولا تَناجشوا ولا تَباغضوا ولا تَدابروا، وكونوا عبادَ اللهِ إخواناً. المسلمُ أخو المسلم؛ لا يظلمُه ولا يخذُلُه ولا يكذبه». متفقٌ عليه. وفيهما عن النبيِّ - صلى الله عليه وسلم -: «المؤمنُ للمؤمن كالبنيان يشدُّ بعضُه بعضاً، وشبك - صلى الله عليه وسلم - بين أصابعه». ولقد أمر اللهُ ورسولُه بالقيام بحقوق المؤمنين بعضهم لبعض وبما يحصُلُ به التآلفُ والتوادُدُ والتواصُلُ بينهم، كل هذا تأييدٌ لحقوق بعضهم على بعض؛ فمن ذلك إذا وقع الاقتتال بينهم الموجب لتفرُّق القلوب وتباغُضها وتدابُرها؛ فَلْيُصْلِح المؤمنون بين إخوانهم، ولْيَسْعَوا فيما به يزول شَنَآنهم. ثم أمر بالتقوى عموماً، ورتب على القيام بالتقوى وبحقوق المؤمنين الرحمةَ، فقال: {لعلَّكم تُرْحَمونَ}، وإذا حصلت الرحمةُ؛ حصل خيرُ الدنيا والآخرة. ودلَّ ذلك على أنَّ عدم القيام بحقوق المؤمنين من أعظم حواجب الرحمة. وفي هاتين الآيتين من الفوائد غير ما تقدم: أنَّ الاقتتال بين المؤمنين منافٍ للأخوَّة الإيمانيَّة، ولهذا كان من أكبر الكبائر. وأنَّ الإيمان والأخوَّة الإيمانيَّة لا يزولان مع وجود الاقتتال؛ كغيره من الذنوب الكبائر، التي دون الشرك، وعلى ذلك مذهب أهل السنة والجماعة. وعلى وجوب الإصلاح بين المؤمنين بالعدل. وعلى وجوب قتال البُغاة حتى يرجِعوا إلى أمر الله، وعلى أنهم لو رجعوا لغير أمرِ الله؛ بأن رجعوا على وجهٍ لا يجوز الإقرار عليه والتزامه؛ أنَّه لايجوز ذلك. وأنَّ أموالهم معصومةٌ؛ لأنَّ الله أباح دماءهم وقت استمرارهم على بَغْيِهم خاصةً دون أموالهم.
10. “Mü’minler ancak kardeştirler.” Bu, Allah’ın mü’minler arasında gerçekleştirdiği bir akittir. Yeryüzünün doğusunda olsun batısında olsun herhangi bir kimse Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve âhiret gününe iman ediyorsa o, tüm mü’minlerin kardeşidir. Bu kardeşlik de mü’minlerin kendileri için istediği şeyleri onun için de istemelerini, kendileri için hoşlanmadıkları şeylerden onun için de hoşlanmamalarını gerektirir. Bundan dolayı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem iman kardeşliğini emrederek şöyle buyurmaktadır: “Birbirinizi kıskanmayın, fiyat kızıştırmayın, birbirinize kin duymayın, birbirinize sırt çevirmeyin, ey Allah’ın kulları kardeş olun. Müslüman müslümanın kardeşidir, ona zulmetmez, onu yardımsız bırakmaz, ona yalan söylemez.” Hadisi Buhârî ve Müslim rivâyet etmiştir.[24] Yine Buhârî ve Müslim’de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in: “Mü’minin mü’mine karşı durumu biri diğerini destekleyen yapı taşları gibidir” deyip parmaklarını birbirine kenetlediği rivayet edilmektedir.[25] Allah ve Rasûlü, mü’minlerin birbirlerinin hukukuna riayet etmelerini ve kalpleri kaynaştıracak, sevgiyi artıracak ve aralarındaki ilişkileri sağlamlaştıracak işler yapmalarını emretmiştir. Bütün bunlar, birinin diğeri üzerindeki haklarını pekiştirmektedir. Bu haklardan birisi de bir savaşın vukuunda -ki savaş, kalplerin ayrılığa düşmesini, birbirlerine kin duyup birinin diğerine arka çevirmesini gerektirir-, kardeşlerinin arasını düzeltmeleri ve kalplerindeki kin ve olumsuz duyguları ortadan kaldıracak işler yapmaya gayret etmeleridir. Daha sonra Yüce Allah, genel olarak takvâlı hareket etmeyi emrederek takvanın ve mü’minlerin haklarını yerine getirmenin rahmete vesile olacağını şöyle dile getirmektedir: “Allah’a karşı takvalı olun ki rahmete nail olasınız.” İlahi rahmeti elde eden dünya ve âhiretin bütün hayırlarını elde etmiş olur. Bu, ayrıca mü’minlerin haklarını yerine getirmemenin rahmete en büyük engellerden birisi olduğunu da göstermektedir. Bu iki âyeti kerimede öncekilerden farklı ve önemli birtakım hususlar dile getirilmektedir: Mü’minler arasındaki çarpışmalar iman kardeşliğine aykırıdır. O bakımdan bu, en büyük günahlardan birisidir. Ancak iman ve iman kardeşliği, şirkin dışındaki diğer büyük günahlarda olduğu gibi Müslümanlar arasında karşılıklı çarpışma gerçekleşse bile ortadan kalkmaz. Ehl-i sünnet ve’l-cemaat’in kabul ettiği görüş budur. Yine bu buyruklar, mü’minlerin arasını adaletle bulup düzeltmenin farz olduğunu ifade etmektedir. Aynı şekilde haksız saldırıda bulunanlarla Allah’ın emrine tekrar dönünceye kadar çarpışmanın farz olduğunu göstermektedir. Eğer Allah’ın emrine dönmeyecek olurlarsa -meselâ kabul edilmesi ve bağlı kalınması caiz olmayan bir şeye dönerlerse- bu caiz olmaz. Bu durumda haksız saldırıda bulunanların malları ise koruma altındadır. Çünkü Yüce Allah, onların bu hallerini sürdürmeleri halinde mallarını değil sadece kanlarını mubah kılmıştır.
Ayet: 11 #
{يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا يَسْخَرْ قَوْمٌ مِنْ قَوْمٍ عَسَى أَنْ يَكُونُوا خَيْرًا مِنْهُمْ وَلَا نِسَاءٌ مِنْ نِسَاءٍ عَسَى أَنْ يَكُنَّ خَيْرًا مِنْهُنَّ وَلَا تَلْمِزُوا أَنْفُسَكُمْ وَلَا تَنَابَزُوا بِالْأَلْقَابِ بِئْسَ الِاسْمُ الْفُسُوقُ بَعْدَ الْإِيمَانِ وَمَنْ لَمْ يَتُبْ فَأُولَئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ (11)}
11- Ey iman edenler! Bir topluluk başka bir topluluk ile alay etmesin. Belki alay ettikleri kendilerinden daha hayırlıdır. Kadınlar da kadınlarla alay etmesin; belki alay ettikleri kendilerinden daha hayırlıdır. Kendinizi/birbirinizi ayıplamayın ve birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın. İmandan sonra fâsıklık (edip bu) adı almak ne çirkindir! Kim tevbe etmezse işte onlar, zalimlerin ta kendileridir.
#
{11} وهذا أيضاً من حقوق المؤمنين بعضهم على بعض؛ أن: {لا يَسْخَرْ قومٌ من قومٍ}: بكلِّ كلامٍ وقولٍ وفعلٍ دالٍّ على تحقير الأخ المسلم؛ فإنَّ ذلك حرامٌ لا يجوز، وهو دالٌّ على إعجاب الساخر بنفسه، وعسى أن يكون المسخورُ به خيراً من الساخر، وهو الغالبُ والواقعُ؛ فإنَّ السخرية لا تقع إلاَّ من قلب ممتلئٍ من مساوئ الأخلاق، متحلٍّ بكل خلقٍ ذميمٍ، متخلٍّ من كلِّ خلقٍ كريم، ولهذا قال النبي - صلى الله عليه وسلم -: «بحسب امرئٍ من الشرِّ أن يحقر أخاه المسلمَ». ثم قال: {ولا تَلْمِزوا أنفُسَكُم}؛ أي: لا يعب بعضكم على بعض، واللَّمزُ بالقول، والهمز بالفعل، وكلاهما منهيٌّ عنه حرامٌ متوعَّدٌ عليه بالنار؛ كما قال تعالى: {ويلٌ لكلِّ هُمَزَةٍ لُمَزَةٍ ... } الآية، وسمَّى الأخ المسلم نفساً لأخيهِ؛ لأن المؤمنين ينبغي أن يكون هكذا حالُهم؛ كالجسد الواحد، ولأنَّه إذا همزَ غيرَه؛ أوجبَ للغير أن يهمزه، فيكون هو المتسبِّب لذلك، {ولا تنابَزوا بِالألقابِ}؛ أي: لا يعيِّر أحدُكم أخاه ويلقِّبه بلقبٍ يكره أن يقالَ فيه، وهذا هو التنابز، وأما الألقاب غير المذمومة؛ فلا تدخل في هذا. {بئسَ الاسمُ الفُسوقُ بعدَ الإيمانِ}؛ أي: بئسما تبدَّلتم عن الإيمان والعمل بشرائعِهِ وما يقتضيه بالإعراضِ عن أوامرِهِ ونواهيه باسم الفسوق والعصيان الذي هو التنابُزُ بالألقاب، {ومَن لم يَتُبْ فأولئك هم الظَّالمونَ}: وهذا هو الواجب على العبد: أن يتوبَ إلى الله تعالى، ويخرجَ من حقِّ أخيه المسلم باستحلالِهِ والاستغفار والمدح له مقابلةً على ذمِّه. {ومَن لمْ يَتُبْ فأولئكَ هم الظالمونَ}؛ فالناس قسمان: ظالمٌ لنفسه غيرُ تائبٍ، وتائبٌ مفلحٌ، ولا ثَمَّ غيرهما.
11. Bu sayılanlar da mü’minlerin birbirleri üzerindeki haklarındandır. Onlardan “Bir topluluk başka bir topluluk ile” müslüman kardeşini küçük gördüğüne delalet eden herhangi bir söz veya davranışla “alay etmesin.” Böyle bir iş haramdır. Caiz değildir. Bu, alay edenin kendisini beğendiğine delildir. Üstelik kendisi ile alay edilen, alay edenden daha hayırlı olabilir ki çoğunlukla görülen de budur. Çünkü alay, ancak kötü huylarla dolu ve değerli bütün ahlâkî değerleri ihlal eden bir kalbin ürünüdür. Bundan dolayı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Müslüman bir kimseyi hakir görmesi kişiye kötülük olarak yeter.”[26] Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Kendinizi/birbirinizi ayıplamayın.” Yani biri diğerini ayıplamasın. Ayıplamak (anlamındaki لمز) söz ile yapılan, همز ise fiil ile yapılan ayıplama ve kötülemedir. Her iki şekli de yasaktır, haramdır ve bu fiilleri işleyenler ateş ile tehdit edilmiştir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Hemz ve lemz yapan her kişinin vay haline! (el-Hümeze, 104/1) Yüce Allah’ın burada (birbirinizi demeyip de) “kendinizi” buyurmuştur ki bu, mü’minlerin aynı vücudun azaları gibi olmaları gerektiğinden dolayıdır. Diğer taraftan da mü’min başka birisini ayıplayacak olursa, başkasının da kendisini ayıplamasını gerektiren bir davranışta bulunmuş olur. Bu durumda kendi kendisinin ayıplanmasına imkan vermiş (ve kendi kendisini ayıplamış) olur. “Ve birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın.” Biri, diğer kardeşini kötüleyerek hakkında söylenmesinden hoşlanmadığı bir lakabı ona takmasın. İşte âyetin yasakladığı lakap takma budur. Yoksa yergi ifade etmeyen lakaplar, bu yasak kapsamına girmez. “İmandan sonra fâsıklık (edip bu) adı almak ne çirkindir!” İmanı, onun hükümleri ve gereği ile amel etmeyi, Allah’ın emir ve yasaklarından yüz çevirmek ile değişmeniz, lakaplar takarak fâsıklık ve isyankarlık adını benimsemeniz ne kadar kötü bir iştir! “Kim tevbe etmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir.” İşte bu, kula farzdır: Yüce Allah’a tevbe etmek, müslüman kardeşinden helâllik almak, onun için mağfiret dilemek ve onu yermesine karşılık olarak övmek suretiyle müslümanın üzerindeki hakkından kurtulmaya bakmalıdır. “Kim tevbe etmezse işte onlar, zalimlerin ta kendileridir.” İnsanlar iki kısımdır: Birisi tevbe etmeyen, böylece kendi nefsine zulmeden kişi; diğeri ise tevbe edip kurtulan kişi. Bunların dışında üçüncü bir kısım yoktur.
Ayet: 12 #
{يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اجْتَنِبُوا كَثِيرًا مِنَ الظَّنِّ إِنَّ بَعْضَ الظَّنِّ إِثْمٌ وَلَا تَجَسَّسُوا وَلَا يَغْتَبْ بَعْضُكُمْ بَعْضًا أَيُحِبُّ أَحَدُكُمْ أَنْ يَأْكُلَ لَحْمَ أَخِيهِ مَيْتًا فَكَرِهْتُمُوهُ وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ تَوَّابٌ رَحِيمٌ (12)}.
12- Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan kaçının, çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Kimse kimsenin gıybetini yapmasın. Sizden biri ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz. Allah’tan korkup sakının. Çünkü Allah, Tevvâbdır, Rahîmdir.
#
{12} نهى تعالى عن كثيرٍ من الظَّنِّ السيِّئِ بالمؤمنين، {إنَّ بعضَ الظَّنِّ إثمٌ}: وذلك كالظَّنِّ الخالي من الحقيقة والقرينة، وكظنِّ السَّوْءِ الذي يقترن به كثيرٌ من الأقوال والأفعال المحرَّمة؛ فإنَّ بقاءَ ظنِّ السَّوْءِ بالقلب لا يقتصر صاحبه على مجرَّد ذلك، بل لا يزال به حتى يقول ما لا ينبغي ويفعل ما لا ينبغي، وفي ذلك أيضاً إساءةُ الظنِّ بالمسلم وبغضُهُ وعداوتُهُ المأمور بخلافها منه، {ولا تَجَسَّسوا}؛ أي: لا تفتِّشوا عن عورات المسلمين، ولا تَتَّبعوها، ودَعُوا المسلم على حاله، واستعملوا التغافُل عن زلاَّته، التي إذا فُتِّشَتْ؛ ظهرَ منها ما لا ينبغي، {ولا يَغْتَب بعضُكُم بعضاً}: والغيبة كما قال النبي - صلى الله عليه وسلم -: «ذِكْرُكَ أخاك بما يكرَهُ، ولو كان فيه». ثم ذَكَرَ مثلاً منفراً عن الغيبة، فقال: {أيحبُّ أحدُكُم أن يأكُلَ لحمَ أخيه مَيْتاً فكَرِهْتُموه}: شبَّه أكلَ لحمِهِ ميتاً المكروه للنفوس غايةَ الكراهةِ باغتيابه؛ فكما أنَّكم تكرهون أكل لحمه، خصوصاً إذا كان ميتاً فاقد الروح؛ فكذلك فَلْتَكْرهوا غيبته وأكل لحمه حيًّا، {واتَّقوا اللهَ إنَّ اللهَ توابٌ رحيمٌ}: والتوَّابُ: الذي يأذن بتوبة عبده، فيوفِّقه لها، ثم يتوبُ عليه بقبول توبته، رحيمٌ بعباده؛ حيث دعاهم إلى ما ينفعهم، وقبل منهم التوبة. وفي هذه الآية دليلٌ على التَّحذير الشديد من الغِيبة، وأنَّها من الكبائر؛ لأنَّ الله شبَّهها بأكل لحم الميت، وذلك من الكبائر.
12. Yüce Allah, mü’minler hakkında kötü zannın bir çoğunu yasaklamaktadır. Çünkü: “zannın bir kısmı günahtır.” Hakikatle ilgisi bulunmayan, doğruluğuna dair herhangi bir delil ve emare taşımayan, beraberinde pek çok haram fiil ve sözün de bulunduğu kötü zan buna örnektir. Kötü zannın kalpte yerleşmesi halinde bu zan sahibi kimse, bu kadarla kalmaz, aksine söylememesi gereken sözleri söyler, yapmaması gereken şeyleri yapar. Yine buna mü’min hakkında kötü zan beslemek, ona kin duymak ve düşmanlık beslemek de dahil olur. Oysa ona emredilen bunların zıddıdır. “Birbirinizin kusurunu araştırmayın.” Müslümanların kusurlarını araştırarak onların arkasına düşmeyin. Müslümanı kendi haline bırakın. Ortaya çıkmaması gereken şeylerini araştırma ile ortaya çıkarmayın, yanılgılarını ve hatalarını görmezlikten gelin. “Kimse kimsenin gıybetini yapmasın.” Gıybet; Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in de buyurduğu gibi: “Kardeşini hoşlanmayacağı şeylerle anmandır. İsterse o şeyler onda bulunmuş olsun.”[27] Arkasından Yüce Allah, gıybetten nefret etmeyi gerektiren bir örneği söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Sizden biri ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?” Allah kişiyi alabildiğine tiksindiren bir iş olan ölü kardeşin etini yemeyi, gıybete benzetmektedir. Sizler, özellikle ruhu çıkmış, ölü bir halde iken onun etini yemekten tiksindiğiniz gibi aynı şekilde onun gıybetinden de yani hayatta iken etini yemekten de tiksinmelisiniz. “Allah’tan korkup sakının. Çünkü Allah Tevvâbdır, Rahîmdir.” Tevvâb; kulunun tevbe etmesine izin vererek bu konuda ona başarı ihsan eden, sonra da tevbesini kabul eden, demektir. “Rahîmdir.” Kullarına çok merhametlidir. Onları kendilerine faydalı olacak şeylere çağırır, tevbelerini kabul eder. Bu âyet-i kerimede gıybetten şiddetle sakındırılmakta ve gıybetin büyük günahlardan olduğu belirtilmektedir. Çünkü Yüce Allah, gıybet etmeyi ölü birisinin etini yemeye benzetmektedir ki bu da büyük günahlardan birisidir.
Ayet: 13 #
{يَاأَيُّهَا النَّاسُ إِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ ذَكَرٍ وَأُنْثَى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَائِلَ لِتَعَارَفُوا إِنَّ أَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللَّهِ أَتْقَاكُمْ إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ خَبِيرٌ (13)}
13- Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık ve birbirinizle tanışanız diye sizi uluslara ve kabilelere ayırdık. Allah katında sizin en değerliniz, en takvâlı olanınızdır. Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır.
#
{13} يخبرُ تعالى أنَّه خلقَ بني آدم من أصل واحدٍ وجنسٍ واحدٍ، وكلُّهم من ذكر وأنثى، ويرجعون جميعُهم إلى آدم وحواء، ولكنَّ الله تعالى بثَّ منهما رجالاً كثيراً ونساءً، وفرَّقهم، وجعلهم {شعوباً وقبائلَ}؛ أي: قبائل صغاراً وكباراً، وذلك لأجل أن يتعارَفوا؛ فإنَّه لو استقلَّ كلُّ واحد منهم بنفسه؛ لم يحصُلْ بذلك التعارف الذي يترتَّب عليه التَّناصر والتَّعاون والتَّوارث والقيام بحقوق الأقارب، ولكنَّ الله جعلهم شعوباً وقبائل؛ لأجل أن تحصُلَ هذه الأمور وغيرها ممَّا يتوقَّف على التعارف ولحوق الأنساب، ولكن الكرمَ بالتَّقوى؛ فأكرمُهم عند الله أتقاهم، وهو أكثرُهم طاعةً وانكفافاً عن المعاصي، لا أكثرُهم قرابةً وقوماً، ولا أشرفُهم نسباً، ولكن اللهَ تعالى {عليمٌ خبيرٌ}، يعلمُ منهم مَن يقوم بتقوى الله ظاهراً وباطناً ممَّن لا يقوم بذلك ظاهراً ولا باطناً، فيجازي كلًّا بما يستحقُّ. وفي هذه الآية دليلٌ على أنَّ معرفة الأنساب مطلوبةٌ مشروعةٌ؛ لأنَّ الله جعلهم شعوباً وقبائلَ لأجل ذلك.
13. Yüce Allah, Âdemoğullarını tek bir asıldan, tek bir türden yarattığını, hepsinin bir erkek ve bir dişiden türediklerini haber vermektedir. Hepsi Adem ile Havva’dandırlar. Yüce Allah, o ikisinden pek çok erkek ve dişi yaratıp dünyaya yaymış ve onları küçük büyük kabileler ve topluluklar halinde var etmiştir. Bu ise birbirlerini tanımaları içindir. Her birisi tek başına kalacak olsa bu tanışma gerçekleşmez. Tanışma da karşılıklı yardımlaşmayı, dayanışmayı, miras almayı ve akrabanın haklarını yerine getirmeyi içerir. İşte Allah onları büyük topluluklar ve kabileler halinde yaratmıştır ki bu sayılanlar ve ayrıca tanışmaya ve nesep bağlarına bağlı olan diğer işler gerçekleşsin. Ancak üstünlük takvâ iledir. Allah nezdinde en değerlileri de en takvâlılarıdır. En takvâlı ise en çok itaat edenleri, masiyetlerinden de en çok uzak duranlarıdır. Akrabası ve kavmi sayıca daha çok, nesebi daha şerefli olanlar değildir. Yüce Allah, her şeyi bilendir. Her şeyden haberdar olandır. Onlardan kimin gizli ve açık Allah’tan korkup takvâlı hareket ettiğini, kimin de gizli ve açık bunu yerine getirmediğini bilir. Herkese hak ettiği şekilde amelinin karşılığını verecektir. Bu âyet-i kerimede nesep bilgisinin istenen ve meşrû bir şey olduğuna delil vardır. Çünkü Yüce Allah, onları bunun için kabileler ve büyük topluluklar halinde yaratmıştır.
Ayet: 14 - 18 #
{قَالَتِ الْأَعْرَابُ آمَنَّا قُلْ لَمْ تُؤْمِنُوا وَلَكِنْ قُولُوا أَسْلَمْنَا وَلَمَّا يَدْخُلِ الْإِيمَانُ فِي قُلُوبِكُمْ وَإِنْ تُطِيعُوا اللَّهَ وَرَسُولَهُ لَا يَلِتْكُمْ مِنْ أَعْمَالِكُمْ شَيْئًا إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ (14) إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ الَّذِينَ آمَنُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ ثُمَّ لَمْ يَرْتَابُوا وَجَاهَدُوا بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنْفُسِهِمْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ أُولَئِكَ هُمُ الصَّادِقُونَ (15) قُلْ أَتُعَلِّمُونَ اللَّهَ بِدِينِكُمْ وَاللَّهُ يَعْلَمُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ (16) يَمُنُّونَ عَلَيْكَ أَنْ أَسْلَمُوا قُلْ لَا تَمُنُّوا عَلَيَّ إِسْلَامَكُمْ بَلِ اللَّهُ يَمُنُّ عَلَيْكُمْ أَنْ هَدَاكُمْ لِلْإِيمَانِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ (17) إِنَّ اللَّهَ يَعْلَمُ غَيْبَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَاللَّهُ بَصِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ (18)}
14- Bedevîler: “İman ettik” dediler. De ki: “Siz iman etmediniz. Aksine ‘İslam/teslim olduk’, deyin. Zira iman henüz kalplerinize girmedi. Eğer Allah’a ve Rasûlüne itaat ederseniz Allah, amellerinizden hiçbir şey eksiltmez. Şüphesiz Allah Ğafûrdur, Rahîmdir.” 15- Müminler ancak Allah’a ve Rasûlüne iman eden sonra şüpheye düşmeyen ve hem malları hem de canları ile Allah yolunda cihad edenlerdir. İşte doğru ve samimi olanlar bunlardır. 16- De ki: “Allah göklerde ve yerde olan ne varsa hepsini bildiği halde siz, dininizi Allah’a öğretmeye mi kalkışıyorsunuz? Allah her şeyi bilendir.” 17- İslâm’a girdiler diye (bunu bir lütuf olarak görüp) senin başına kakıyorlar. De ki: “Müslüman oldunuz diye bunu başıma kakmayın. Esas sizi imana hidayet buyurmakla Allah size lütfta bulunmuştur. Eğer doğru ve samimi kimselerseniz.” 18- Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin gaybını bilir. Allah yaptıklarınızı çok iyi görendir.
#
{14} يخبرُ تعالى عن مقالةِ الأعراب، الذين دخلوا في الإسلام على عهد رسول الله - صلى الله عليه وسلم - دخولاً من غير بصيرةٍ ولا قيامٍ بما يجبُ ويقتضيه الإيمان؛ أنَّهم مع هذا ادَّعوا وقالوا {آمنَّا}؛ أي: إيماناً كاملاً مستوفياً لجميع أموره. هذا موجب هذا الكلام، فأمر الله رسوله أن يردَّ عليهم، فقال: {قل لمْ تؤمِنوا}؛ أي: لا تدَّعوا لأنفسِكُم مقامَ الإيمان ظاهراً وباطناً كاملاً، {ولكن قولوا أسْلَمْنا}؛ أي: دخلْنا في الإسلام، واقْتَصِروا على ذلك، {و} السبب في ذلك أنه {لَمَّا يدخلِ الإيمانُ في قلوبِكُم}: وإنَّما أسلمتم خوفاً أو رجاءً أو نحو ذلك مما هو السبب في إيمانكم؛ فلذلك لم تدخل بشاشة الإيمان في قلوبكم. وفي قوله: {ولمَّا يدخلِ الإيمانُ في قلوبِكُم}؛ أي: وقتَ هذا الكلام الذي صدر منكم، فكان فيه إشارةٌ إلى أحوالهم بعد ذلك؛ فإنَّ كثيراً منهم منَّ الله عليهم بالإيمان الحقيقيِّ والجهاد في سبيل الله، {وإن تُطيعوا اللهَ ورسولَه}: بفعل خير أو ترك شرٍّ {لا يَلِتْكُم من أعمالِكُمْ شيئاً}؛ أي: لا يَنْقُصْكم منها مثقال ذرَّةٍ، بل يوفيكم إيَّاها أكمل ما تكون، لا تفقدون منها صغيراً ولا كبيراً. {إنَّ الله غفورٌ رحيمٌ}؛ أي: غفورٌ لمَن تابَ إليه وأناب، رحيمٌ به؛ حيث قبل توبته.
14. Yüce Allah, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in döneminde İslâm’a girmiş bulunan kimi bedevî Arapların söyledikleri sözleri haber vermektedir. Bunlar, İslâm’a tam bir basiret üzere girmedikleri gibi, imanın gereklerini yerine getirenler kimseler de değildiler. Bununla birlikte “İman ettik” diyerek bütün hususiyetlerini eksiksiz yerine getirdikleri kâmil bir imana sahip oldukları iddiasında bulundular. Zira bu sözün anlamı budur. Yüce Allah da Rasûlü’ne onlara cevap vermesini emrederek şöyle buyurdu: “De ki: Siz iman etmediniz.” Yani kendiniz lehine iddiada bulunup da zahiren ve batınen kamil manada iman makamında olduğunuzu söylemeyin. “Aksine ‘İslam/teslim olduk’, deyin” yani biz İslâm’a girdik, deyin ve bu kadarla yetinin. Çünkü “iman henüz kalplerinize girmedi.” Siz korkudan yahut bir şeyler umarak veya buna benzer sebeplerle İslâm’a girdiniz. İman etmenizin esas sebebi budur. Bundan dolayı henüz imanın o sevimli hali kalplerinize girmemiştir. Yüce Allah’ın: “İman henüz kalplerinize girmedi” buyruğu “Siz bu sözü söylediğiniz vakit, henüz iman kalplerinize girmemişti” demektir. Bu ifade, onların ilerdeki hallerine de işaret etmektedir. Nitekim onların pek çoğuna Yüce Allah gerçek imanı ve Allah yolunda cihad etmeyi lütfetmiştir. “Eğer Allah’a ve Rasûlüne” hayırları işleyerek ve kötülükleri terk ederek “itaat ederseniz, Allah amellerinizden hiçbir şey eksiltmez.” Zerre kadarını dahi eksiltmez. Bilakis karşılıklarını size en mükemmel şekli ile verir. Karşılığını alamayacağınız küçük büyük hiçbir şey kalmaz. “Çünkü Allah Ğafûrdur” kendisine tevbe edip yönelenlerin günahlarını bağışlayıcıdır, “Rahîmdir.” Çünkü tevbe edenin tevbesini kabul etmekle o kimseye merhamet etmiş olur.
#
{15} {إنَّما المؤمنون}؛ أي: على الحقيقة، {الذين آمنوا بالله ورسولِهِ وجاهدوا في سبيلِ اللهِ}؛ أي: من جمعوا بينَ الإيمان بالله ورسولِهِ والجهادِ في سبيله؛ فإنَّ مَن جاهدَ الكفارَ؛ دلَّ ذلك على الإيمان التامِّ في قلبِهِ؛ لأنَّ من جاهد غيره على الإسلام والإيمان والقيام بشرائعه؛ فجهاده لنفسه على ذلك من باب أولى وأحرى، ولأنَّ من لم يقوَ على الجهاد؛ فإنَّ ذلك دليلٌ على ضعف إيمانه. وشرط تعالى في الإيمان عدم الريب؛ أي: الشكِّ؛ لأنَّ الإيمان النافع هو الجزم اليقينيُّ بما أمر الله بالإيمان به، الذي لا يعتريه شكٌّ بوجه من الوجوه. وقوله: {أولئك هم الصادقون}؛ أي: الذين صدَّقوا إيمانهم بأعمالهم الجميلة؛ فإنَّ الصدقَ دعوى عظيمةٌ في كل شيء يُدَّعى، يحتاج صاحبه إلى حجة وبرهانٍ، وأعظم ذلك دعوى الإيمان، الذي هو مدار السعادة والفوز الأبديِّ والفلاح السرمديِّ؛ فمن ادَّعاه وقام بواجباته ولوازمه؛ فهو الصادق المؤمن حقًّا، ومن لم يكن كذلك؛ عُلِم أنه ليس بصادق في دعواه، وليس لدعواه فائدة؛ فإنَّ الإيمان في القلب، لا يطلع عليه إلا الله تعالى؛ فإثباتُه ونفيُه من باب تعليم الله بما في القلب وهو سوء أدبٍ وظنٍّ بالله.
15. Gerçek “mü’minler ancak Allah’a ve Rasûlüne iman eden sonra şüpheye düşmeyen ve hem malları hem de canları ile Allah yolunda cihad edenlerdir.” Yani Allah’a ve Rasûlüne iman etmekle birlikte Allah yolunda cihad eden kimselerdir. Şüphesiz ki kâfirlerle cihad etmek, kişinin kalbinde tam ve eksiksiz bir imanın bulunduğuna delildir. Çünkü İslâm ve ilkeleri için başkasına karşı cihad eden bir kimsenin, bu hususlarda kendi nefsine karşı cihad etmesi öncelikle söz konusudur. Ayrıca cihad edecek gücü bulamayan kimsenin bu durumu ise imanının zayıf olduğuna delildir. Yüce Allah, imanda şüphe etmemeyi şart koşmuştur. Çünkü fayda sağlayacak olan iman, Allah’ın iman edilmesini emrettiği hususlara kesin olarak inanmaktır. Hiçbir şekilde bu kat’î inancın şüpheye maruz kalmaması gerekir. “İşte doğru ve samimi olanlar bunlardır.” Yani imanlarını, güzel amelleri ile tasdik etmiş, doğrulamışlardır. Doğruluk/samimiyet her hususta büyük bir iddiadır ve kişinin bir delil ve belgeye ihtiyacı vardır. En büyük iddia ise iman iddiasıdır. Çünkü bu mutluluğun, ebedi kurtuluşun ve sonsuz felahın kaynağıdır. İman iddiasında bulunup da gereklerini yerine getiren kimse samimi ve gerçek mü’min demektir. Böyle olmayan kişinin ise iddiasında doğru olmadığı anlaşılır. Böylesinin iddiasının bir faydası da yoktur. Çünkü iman kalptedir, ona da Allah’tan başka kimse muttali olamaz. İman edip etmeme iddiası, kalpte bulunanı Allah’a öğretmeye kalkışmaktır. Bu ise Allah’a karşı takınılması gereken edebe aykırıdır ve O’nun hakkında yersiz bir zandır. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{16} ولهذا قال: {قل أتُعَلِّمون اللهَ بِدينِكم واللهُ يعلمُ ما في السمواتِ وما في الأرضِ واللهُ بكلِّ شيءٍ عليمٌ}: وهذا شاملٌ للأشياء كلِّها، التي من جملتِها ما في القلوب من الإيمان والكفران والبرِّ والفجور؛ فإنَّه تعالى يعلمُ ذلك كلَّه، ويجازي عليه، إن خيراً فخيرٌ، وإن شرًّا فشرٌّ.
16. “De ki: Allah göklerde ve yerde olan ne varsa hepsini bildiği halde siz, dininizi Allah’a öğretmeye mi kalkışıyorsunuz? Allah her şeyi bilendir.” Bu, her şeyi kuşatır; kalplerde bulunan imanı, küfrü, iyiliği ve kötülüğü kapsar. Yüce Allah, bunların hepsini bilir ve karşılıklarını verir: hayırsa hayır, şer ise şer. Bu, öyle olmamakla birlikte iman sahibi olduğu iddiasında bulunanların içine düştükleri bir haldir. Bu kimse bu iddiası ile dinini Allah’a öğretmeye kalkışmaktadır. Halbuki Allah’ın her şeyi bildiğini bilmektedir.
#
{17} هذه حالةٌ من أحوال من ادَّعى لنفسه الإيمان وليس به؛ فإنَّه إمَّا أن يكون ذلك تعليماً لله، وقد علم أنه عالمٌ بكلِّ شيء، وإمَّا أن يكون قصدُهم بهذا الكلام المنة على رسولِه، وأنَّهم قد بذلوا وتبرَّعوا بما ليس من مصالحهم بل هو من حظوظه الدنيويَّة، وهذا تجمُّلٌ بما لا يجمل، وفخرٌ بما لا ينبغي لهم الفخر به على رسوله؛ فإنَّ المنَّة لله تعالى عليهم؛ فكما أنه تعالى هو المانُّ عليهم بالخلق والرزق والنعم الظاهرة والباطنة؛ فمنَّتُه عليهم بهدايتهم إلى الإسلام ومنَّتُه عليهم بالإيمان أفضلُ من كلِّ شيء، ولهذا قال: {يَمُنُّونَ عليك أنْ أسلَموا قل لا تَمُنُّوا عليَّ إسلامكم بلِ اللهُ يمنُّ عليكم أنْ هداكُم للإيمانِ إن كنتُم صادقينَ}.
17. Yahut da bu sözleri ile onlar, Allah’ın Rasûlünü minnet altında bırakmayı kastetmektedirler. Sanki onlar, kendi iyiliklerine olmayan bir şey yapmış ve böyle bir bağışta bulunmuş gibi davranmaktadırlar. Halbuki iman etmek, onların dünyevî faydalarından biridir. Bu tavır, güzelleştirmeyecek bir şey ile güzelleşmeye kalkışmak, övünmemeleri gereken bir şey ile Rasûlullah’a karşı övünmek manasına gelir. İmana girdikleri için asıl Yüce Allah, onlara iyilikte bulunmuştur. Yaratmak, rızık vermek, gizli ve açık nimetleri ihsan etmekle onlara lütufta bulunan Yüce Allah olduğu gibi, onları İslâm’a iletmesi ve imanı ihsan etmesi Allah'ın onlar üzerindeki her şeyden daha değerli olan en büyük lütfudur. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “İslâm’a girdiler diye (bunu bir lütuf olarak görüp) senin başına kakıyorlar. De ki: “Müslüman oldunuz diye bunu başıma kakmayın. Esas sizi imana hidayet buyurmakla Allah size lütfta bulunmuştur. Eğer doğru ve samimi kimselerseniz.”
#
{18} {إنَّ اللهَ يعلمُ غَيْبَ السَّمواتِ والأرضِ}؛ أي: الأمور الخفية فيهما، التي تخفى على الخلق؛ كالذي في لُجَج البحار، ومَهامِهِ القِفار، وما جنَّهُ الليلُ أو واراهُ النهارُ؛ يعلمُ قطرات الأمطار، وحبات الرمال، ومكنونات الصدور، وخبايا الأمور، {وما تَسْقُطُ مِن ورقةٍ إلاَّ يَعْلَمُها ولا حبَّةٍ في ظُلُماتِ الأرضِ ولا رَطْبٍ ولا يابس إلاَّ في كتابٍ مبينٍ}. {واللهُ بصيرٌ بما تعملون}: يُحصي عليكم أعمالَكم ويُوَفيكُم إيَّاها، ويجازيكم عليها بما تقتضيه رحمته الواسعة وحكمته البالغة.
18. “Şüphesiz Allah, göklerin ve yerin gaybını bilir..” Deniz dalgaları arasındaki şeyler, uçsuz bucaksız kurak çöllerdeki şeyler vb. gibi mahlukata gizli saklı kalan her türlü gizlilikleri O bilir. Gecenin saklayıp örttüğü yahut gündüzün gizlediği şeyleri, yağmur tanelerini, kum tanelerini, kalplerin içlerinde saklı olanları ve gizli bütün işleri bilir. “Bir yaprak düşmeyegörsün mutlaka onu bilir. Yeryüzünün karanlıklarında tek bir tane (bile olsa) yaş ve kuru müstesnâ olmamak üzere hepsi apaçık bir kitaptadır.” (el-En’am, 6/59) “Allah yaptıklarınızı çok iyi görendir.” Amellerinizi tek tek kaydetmektedir ve size karşılıklarını eksiksiz olarak verecektir. Engin rahmetinin ve sonsuz hikmetinin gerektirdiği şekilde amellerinize karşılıklarını tastamam göreceksiniz.
Hucurât Sûresi’nin tefsiri -Yüce Allah’ın yardımı, lütfu, ihsanı ve bağışları sayesinde- burada sona ermektedir. Hamd, Allah’a mahsustur.
***