Ayet:
48- FETİH SÛRESİ
48- FETİH SÛRESİ
(Medine’de inmiştir. 29 âyettir)
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adı ile.
Ayet: 1 - 3 #
{إِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحًا مُبِينًا (1 ضضض) لِيَغْفِرَ لَكَ اللَّهُ مَا تَقَدَّمَ مِنْ ذَنْبِكَ وَمَا تَأَخَّرَ وَيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَ وَيَهْدِيَكَ صِرَاطًا مُسْتَقِيمًا (ضضض 2) وَيَنْصُرَكَ اللَّهُ نَصْرًا عَزِيزًا (3)}
1- Şüphesiz Biz sana apaçık bir fetih/zafer ihsan ettik. 2- Böylece Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlasın, üzerindeki nimetini tamamlasın, seni dosdoğru bir yola iletsin; 3- Ve Allah, seni şerefli ve üstün bir zafere ulaştırsın.
#
{1} هذا الفتحُ المذكور هو صلحُ الحديبيةِ، حين صدَّ المشركون رسولَ الله - صلى الله عليه وسلم - لمَّا جاء معتمراً في قصة طويلة ، صار آخر أمرها أن صالحهم رسولُ الله - صلى الله عليه وسلم - على وَضْع الحرب بينه وبينهم عشر سنين، وعلى أن يعتمرَ من العام المقبل، وعلى أنَّ مَن أراد أن يَدْخُلَ في عهد قريش وحلفهم؛ دَخَلَ، ومن أحبَّ أن يدخُلَ في عهد رسول الله - صلى الله عليه وسلم - وعقده؛ فعل. وسبب ذلك لما أمَّن الناس بعضهم بعضاً؛ اتَّسعت دائرة الدعوة لدين الله عزَّ وجلَّ، وصار كلُّ مؤمن بأيِّ محلٍّ كان من تلك الأقطار يتمكَّن من ذلك، وأمكن الحريص على الوقوف على حقيقة الإسلام، فدخل الناسُ في تلك المدَّة في دين الله أفواجاً؛ فلذلك سمَّاه الله فتحاً، ووصفه بأنَّه فتحٌ مبينٌ؛ أي: ظاهرٌ جليٌّ، وذلك لأنَّ المقصود في فتح بلدان المشركين إعزازُ دين الله وانتصار المسلمين، وهذا حصل بذلك الفتحُ.
1. Burada sözü geçen fetih/zafer, Hudeybiye Sulhüdür. Siret kitaplarında uzunca anlatıldığı üzere Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, umre yapmak üzere Mekke’ye geldiğinde müşriklerin onu umreden alıkoymuştur.[21] Sonunda Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, onlarla on yıllığına “biribirleri ile savaşmamak ve gelecek yıl umre yapmak üzere, ayrıca isteyenlerin Kureyşliler tarafında isteyenlerin de Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem tarafında bu antlaşmaya katılabileceği” esasları üzerinde onlarla sulh yaptı. Bunun büyük bir fetih/zafer oluş sebebine gelince bu dönemde insanlar birbirlerine güvenince Allah’ın dinine davet alanı genişledi. Her mü’min nerede olursa olsun, buna imkân buldu. Ayrıca İslâm’ın hakikatini bilmek isteyenler de bunu öğrenme fırsatı buldular. Bu süre zarfında insanlar Allah’ın dinine kitleler halinde girdiler. Bundan dolayı Yüce Allah, buna “fetih/zafer” adını vermiş ve bunun “apaçık bir fetih” vasfına sahip olduğunu dile getirmiştir. Çünkü müşriklerin ülkelerini fethetmekten kasıt, Allah’ın dinini güçlendirmek ve müslümanların zafer kazanmalarını sağlamaktır. İşte böyle bir fetih, bu sulh ile gerçekleşmiş oldu.
#
{2} ورتَّب الله على هذا الفتح عدة أمور، فقال: {ليغفر لك اللهُ ما تقدَّم من ذنبِكَ وما تأخَّر}: وذلك ـ والله أعلم ـ بسبب ما حَصَلَ بسببه من الطاعات الكثيرة والدُّخول في الدين بكثرة، وبما تحمل - صلى الله عليه وسلم - من تلك الشروط التي لا يصبِرُ عليها إلاَّ أولو العزم من المرسلين، وهذا من أعظم مناقبه وكراماته - صلى الله عليه وسلم -: أنْ غَفَرَ الله له ما تقدَّم من ذنبه وما تأخَّر، {ويتمَّ نعمته عليك}: بإعزاز دينك ونصرِك على أعدائك واتِّساع كلمتك، {ويهدِيَك صراطاً مستقيماً}: تنال به السعادةَ الأبديَّة والفلاح السرمديَّ.
2. Yüce Allah, bu fethin birtakım sonuçlarını da dile getirmiş ve şöyle buyurmuştur: “Böylece Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlasın.” Bu -Allah en iyi bilir ama- böyle bir fetih sebebi ile husule gelen pek çok itaatler ve dine pek çok girişlerin olması, ayrıca Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in, ancak peygamberlerin “ulu’l-azm” olanlarından birisinin katlanabileceği şartları kabul etmesi dolayısı iledir. Yüce Allah’ın Rasûlünün geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlamış olması, peygamber efendimizin şanının yüceliğini ve değerini ortaya koyan en büyük hususlardandır. “Üzerindeki nimetini” dinini, güçlü ve aziz, seni de düşmanlarına karşı muzaffer kılmak ve dininin hakim olduğu alanı genişletmek sureti ile “tamamlasın, seni” kendisi vasıtası ile ebedi mutluluğa ve sonsuz kurtuluşa nail olacağın “dosdoğru yola iletsin;”
#
{3} {وينصُرَك الله نصراً عزيزاً}؛ أي: قويًّا لا يتضعضعُ فيه الإسلام، بل يحصُلُ الانتصار التامُّ وقمع الكافرين وذُلُّهم ونقصُهم، مع توفُّر قوى المسلمين ونموِّهم ونموِّ أموالهم؛ [ثم] ذكر آثار هذا الفتح على المؤمنين، فقال:
3. “Ve Allah, seni şerefli ve üstün” İslâm’ın sarsılmasına imkân vermeyecek şekilde güçlü bir “zafere ulaştırsın.” Bu sayede tam bir zafer sağlanır, kâfirlerin kökü kazınır, hepsi zelil olurlar, gerilerler. Diğer taraftan müslümanlar çoğalır, sayıları da malları da artar. Daha sonra Yüce Allah, bu fethin mü’minler üzerindeki etkilerini de söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 4 - 6 #
{هُوَ الَّذِي أَنْزَلَ السَّكِينَةَ فِي قُلُوبِ الْمُؤْمِنِينَ لِيَزْدَادُوا إِيمَانًا مَعَ إِيمَانِهِمْ وَلِلَّهِ جُنُودُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَكَانَ اللَّهُ عَلِيمًا حَكِيمًا (4) لِيُدْخِلَ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا وَيُكَفِّرَ عَنْهُمْ سَيِّئَاتِهِمْ وَكَانَ ذَلِكَ عِنْدَ اللَّهِ فَوْزًا عَظِيمًا (5) وَيُعَذِّبَ الْمُنَافِقِينَ وَالْمُنَافِقَاتِ وَالْمُشْرِكِينَ وَالْمُشْرِكَاتِ الظَّانِّينَ بِاللَّهِ ظَنَّ السَّوْءِ عَلَيْهِمْ دَائِرَةُ السَّوْءِ وَغَضِبَ اللَّهُ عَلَيْهِمْ وَلَعَنَهُمْ وَأَعَدَّ لَهُمْ جَهَنَّمَ وَسَاءَتْ مَصِيرًا (6)}
4- İmanlarına iman katmaları için mü’minlerin kalbine sekinet/huzur indiren, O’dur. Göklerin ve yerin orduları yalnız Allah’ındır. Allah Alimdir, Hakîmdir. 5- (Bu) mü’min erkeklerle mü’min kadınları altlarında ırmaklar akan cennetlere -orada ebedi kalmak üzere- koysun ve günahlarını örtsün diyedir. İşte Allah’ın katında bu, büyük bir kurtuluştur. 6- Yine Allah, hakkında kötü zan besleyen münafık erkeklerle münafık kadınları ve müşrik erkeklerle müşrik kadınları da azaba uğratsın diyedir. (Müminler için bekledikleri) belânın kötüsü kendi başlarındadır. Ayrıca Allah onlara karşı gazaplanmış, lanet etmiş ve onlar için cehennemi hazırlamıştır. O, ne kötü bir dönüş yeridir!
#
{4} يخبر تعالى عن منَّته على المؤمنين بإنزال السكينة في قلوبهم، وهي السكونُ والطمأنينةُ والثباتُ عند نزول المحنِ المقلقةِ والأمور الصعبة التي تشوِّشُ القلوبَ وتزعجُ الألباب وتضعِفُ النفوس؛ فمن نعمة الله على عبده في هذه الحال أن يثبِّتَه ويربطَ على قلبه، وينزِلَ عليه السكينةَ، ليتلقَّى هذه المشقَّاتِ بقلبٍ ثابتٍ ونفس مطمئنةٍ، فيستعدَّ بذلك لإقامة أمر الله في هذه الحال، فيزداد بذلك إيمانُه، ويتمَّ إيقانُه. فالصحابةُ رضي الله عنهم لمَّا جرى ما جرى بينَ رسول اللهِ - صلى الله عليه وسلم - والمشركين من تلك الشروطِ التي ظاهرُها أنَّها غضاضةٌ عليهم وحطٌّ من أقدارِهم، وتلك لا تكادُ تصبِرُ عليها النفوس، فلما صبروا عليها ووطَّنوا أنفسَهم لها؛ ازدادوا بذلك إيماناً مع إيمانهم. وقوله: {ولله جنودُ السمواتِ والأرضِ}؛ أي: جميعها في ملكه وتحت تدبيره وقهره؛ فلا يظنُّ المشركون أنَّ الله لا ينصُرُ دينَه ونبيَّه، ولكنَّه تعالى عليمٌ حكيمٌ، فتقتضي حكمته المداولةَ بين الناس في الأيام وتأخيرَ نصر المؤمنين إلى وقتٍ آخر.
4. Yüce Allah, mü’minlerin kalbine sekîneti indirmekle mü’minlere olan lütfunu haber vermektedir. Sekinet; huzur, sükûn ve tedirgin edici, kalpleri dehşete düşüren, akılları şaşırtan ve ruhları zayıflatan sıkıntıların gelmesi esnasında sebat göstermektir. Böyle bir durumda Yüce Allah’ın kuluna sebat ve kalbine metanet vermesi, bu zorlukları sarsılmaz bir yürek, huzurlu bir ruh ile karşılayabilmek için üzerine sekînetini indirmesi, Allah’ın kulu üzerindeki nimetlerinden birisidir. Bunun sayesinde kul, böyle bir durumda Yüce Allah’ın emrini uygulamak için hazırlanır, bununla imanı artar ve yakîni kemal derecesine ulaşır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ve müşrikler arasında cereyan eden görüşmeler sonucu ortaya çıkan ve görünüşte kendileri için bir düşüklük ve aleyhte gibi duran, nefislerin tahammül etmesinin neredeyse imknsız olduğu böyle bir antlaşmayı ashab -Allah tümünden razı olsun- kendilerini zapt ederek sabredip tahammül etmeleri, bunları sakin bir ruh ile kabul etmeye kendilerini alıştırmaları sonucunda imanlarına iman katmış oldular. “Göklerin ve yerin orduları yalnız Allah’ındır” Hepsi, O’nun mülküdür, O’nun idaresi altındadır, O’nun hükmüne itaat etmektedir. Müşrikler Allah’ın, dinine ve peygamberine yardım etmeyeceğini sanmasınlar. Allah Alimdir, her şeyi bilendir; Hakîmdir, hikmeti sonsuz olandır. O’nun hikmeti, zafer günlerinin insanlar arasında döndürülüp dolaştırılmasını, mü’minlerin zaferinin de bir başka zamana ertelenmesini gerektirebilmektedir.
#
{5} {ليدخِلَ المؤمنين والمؤمناتِ جناتٍ تجري من تحتِها الأنهارُ خالدينَ فيها ويكفِّرَ عنهم سيئاتِهِم}: فهذا أعظمُ ما يحصُلُ للمؤمنين؛ أي: يحصُلُ لهم المرغوبُ المطلوبُ بدخول الجنات، ويزيل عنهم المحذور بتكفير السيئات، {وكان ذلك}: الجزاء المذكورُ للمؤمنينَ، {عند الله فوزاً عظيماً}: فهذا ما يفعلُ بالمؤمنين في ذلك الفتح المبين.
5. (Bu) mü’min erkeklerle mü’min kadınları altlarında ırmaklar akan cennetlere -orada ebedi kalmak üzere- koysun ve günahlarını örtsün diyedir.” Bu da mü’minlerin elde edebilecekleri en büyük sonuçtur. Çünkü cennetlere girmeleri ile onların arzu edip istedikleri şey gerçekleşmiş ve günahlarının bağışlanması sureti ile de sakındıkları şeyler kendilerinden uzaklaştırılmış olur. “İşte Allah’ın katında bu” mü’minler için sözü geçen mükâfat “büyük bir kurtuluştur.” Apaçık fetih dolayısı ile mü’minlere vermek istediği ihsanları işte bunlardır.
#
{6} وأمَّا المنافقون والمنافقاتُ والمشركون والمشركاتُ؛ فإنَّ الله يعذِّبُهم بذلك ويريهم ما يسوؤُهم؛ حيث كان مقصودُهم خِذلان المؤمنين، وظنُّوا بالله ظنَّ السَّوْءِ أنَّه لا ينصُرُ دينَه ولا يُعلي كلمته، وأنَّ أهل الباطل ستكونُ لهم الدائرةُ على أهل الحقِّ، فأدار الله عليهم ظَنَّهم، وكانت دائرةُ السوء عليهم في الدنيا، {وغضبَ الله عليهم}: بما اقترفوه من المحادَّة لله ولرسولِهِ، {ولَعَنَهم}؛ أي: أبعدهم وأقصاهم عن رحمتِهِ، {وأعدَّ لهم جهنَّم وساءت مصيراً}.
6. Münafık erkeklerle münafık kadınlara ve müşrik erkeklerle müşrik kadınlara gelince; Allah bu fetihle onları azaba uğratır ve hoşlarına gitmeyecek şeyleri onlara gösterir. Çünkü onların amaçları, mü’minlerin ilâhi yardıma mazhar olmamaları idi. Allah hakkında kötü zan beslemişler, O’nun, dinine yardım etmeyeceğini, dininin şanını yüceltmeyeceğini ve batıl taraftarlarının hak ehline karşı zafer kazanacaklarını sanmışlardı. Allah da onların zanlarının aksi ile onları karşı karşıya bıraktı. En kötü musibet, dünya hayatında onların başlarına gelip çattı. Allah’a ve Rasûlüne karşı gelmek suçunu işlediklerinden dolayı da “Allah onlara gazaplanmış, lanet etmiş” rahmetinden alabildiğine uzaklaştırmış “ve onlar için cehennemi hazırlamıştır. O, ne kötü bir dönüş yeridir!”
Ayet: 7 #
{وَلِلَّهِ جُنُودُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَكَانَ اللَّهُ عَزِيزًا حَكِيمًا (7)}.
7- Göklerin ve yerin orduları yalnız Allah’ındır. Allah Azizdir, Hakîmdir.
#
{7} كرَّر الإخبار بأنَّ له ملك السماواتِ والأرض وما فيهما من الجنود؛ ليعلم العبادُ أنَّه تعالى هو المعزُّ المذلُّ، وأنَّه سينصر جنودَه المنسوبة إليه؛ كما قال تعالى: {وإنَّ جندَنا لهم الغالبونَ}، {وكان الله عزيزاً}؛ أي: قويًّا غالباً قاهراً لكلِّ شيءٍ، ومع عزَّته وقوَّته؛ فهو حكيمٌ في خلقه. وتدبيرُه يَجري على ما تقتضيه حكمتُه وإتْقانُه.
7. Yüce Allah, göklerin ve yerin mülk ve egemenliğinin, onlarda bulunan bütün orduların kendisinin olduğunu tekrar haber vererek kulların; aziz edenin de zelil edenin de Allah olduğunu bellemelerini ve kendi ordularına pek yakında yardım edip onları zafere kavuşturacağını bilmelerini istemiştir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ve bizim ordumuz elbette galip gelecektir.” (es-Sâffât, 37/173) “Allah Azîzdir” güçlüdür, galip gelendir, her şeye boyun eğdirendir. Aziz ve güçlü olmakla birlikte “Hakîmdir.” Yaratmasında, işleri çekip çevirmesinde hikmeti sonsuzdur. Her şey hikmetinin gereğine göre cereyan eder ve her şeyi de sapasağlam yapar.
Ayet: 8 - 9 #
{إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ شَاهِدًا وَمُبَشِّرًا وَنَذِيرًا (8) لِتُؤْمِنُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ وَتُعَزِّرُوهُ وَتُوَقِّرُوهُ وَتُسَبِّحُوهُ بُكْرَةً وَأَصِيلًا (9)}
8- Şüphesiz Biz seni bir şâhit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik. 9- (Bu), Allah’a ve Rasûlüne iman edesiniz, Rasûlüne destek olup saygı gösteresiniz ve sabah akşam da Allah'ı tesbih edesiniz diyedir.
#
{8} أي: {إنَّا أرسلناكَ}: أيها الرسولُ الكريمُ، {شاهداً}: لأمتك بما فعلوه من خير وشرٍّ، وشاهداً على المقالات والمسائل حقِّها وباطِلِها، وشاهداً لله تعالى بالوحدانيَّة والانفراد بالكمال من كلِّ وجه، {ومبشراً}: من أطاعك وأطاع الله بالثواب الدنيويِّ والدينيِّ والأخرويِّ، ومنذراً من عصى الله بالعقاب العاجل والآجل، ومن تمام البشارةِ والنِّذارة بيان الأعمال والأخلاق التي يبشر بها وينذر؛ فهو المبيِّن للخير والشرِّ والسعادة والشقاوة والحقِّ من الباطل.
8. Ey Rasûl-i Ekrem! “Şüphesiz Biz seni” ümmetine, hayır ve şer türünden yaptıklarına; çeşitli görüş ve meseleler hakkında kimin hak, kimin batıl üzere olduğuna; Yüce Allah’ın vahdâniyetine, her bakımdan tek başına bütün kemal sıfatlarına sahip olduğuna dair “bir şahit”; Sana ve Allah’a itaat edenlere dinî, dünyevî ve uhrevî sevap ve mükâfatları bildiren “bir müjdeleyici ve” Allah’a isyan edenleri de dünya ve âhirette cezaya çarptırılacaklarını bildiren “bir uyarıcı olarak gönderdik.” Müjde ve uyarının kendileri sebebi ile gerçekleştiği amellerin ve ahlâkın gereği gibi açıklanması da müjde ve uyarmanın kapsamına dahildir. O halde o; hayrı, şerri, bahtiyarlığı, bedbahtlığı, hakkı ve batılı açıkça bildirendir. O nedenle Yüce Allah buna bağlı olarak şöyle buyurmaktadır:
#
{9} ولهذا رتَّب على ذلك قوله: {لتؤمِنوا باللهِ ورسولِهِ}؛ أي: بسبب دعوة الرسول لكم وتعليمه لكم ما ينفعكم أرسلناه؛ لتقوموا بالإيمان بالله ورسولِهِ، المستلزم ذلك لطاعتهما في جميع الأمور، {وتعزِّروهُ وتوقِّروهُ}؛ أي: تعزِّروا الرسول - صلى الله عليه وسلم - وتوقِّروه؛ أي: تعظِّموه، وتجلُّوه، وتقوموا بحقوقِهِ، كما كانت له المنَّة العظيمةُ برقابكم، {وتسبِّحوه}؛ أي: تسبِّحوا لله {بكرةً وأصيلاً}: أول النهار وآخره. فذكر الله في هذه الآية الحقَّ المشترك بين الله وبين رسوله، وهو الإيمان بهما، والمختصُّ بالرسول، وهو التعزير والتوقير، والمختصُّ بالله، وهو التسبيح له والتقديس بصلاةٍ أو غيرها.
9. “Allah’a ve Rasûlüne iman edesiniz.” Yani Allah Rasûlü sizi imana davet edip size faydalı olacak şeyleri öğrettiği için bütün hususlarda Allah’a ve Rasûlüne itaat etmenizi gerçekleştirecek şekilde onlara iman edesiniz; “Rasûlüne destek olup saygı gösteresiniz.” Sizin üzerinizde pek büyük lütuf ve ihsanları olduğundan dolayı O’nu tazim edesiniz ve haklarını yerine getiresiniz; “ve sabah akşam da Allah'ı tesbih edesiniz diyedir.” Bu âyet-i kerimede Yüce Allah, Allah ile Rasûlü arasında ortak hakkın her ikisine iman etmek olduğunu, O’nun rasûlüne has olan hakkın, ona destek olmak ve onu tazim edip gerekli saygıyı göstermek olduğunu, Allah’a has olan hakkın ise namaz ve başka yollarla Allah’ı tesbih ve takdis etmek olduğunu belirtmektedir.
Ayet: 10 #
{إِنَّ الَّذِينَ يُبَايِعُونَكَ إِنَّمَا يُبَايِعُونَ اللَّهَ يَدُ اللَّهِ فَوْقَ أَيْدِيهِمْ فَمَنْ نَكَثَ فَإِنَّمَا يَنْكُثُ عَلَى نَفْسِهِ وَمَنْ أَوْفَى بِمَا عَاهَدَ عَلَيْهُ اللَّهَ فَسَيُؤْتِيهِ أَجْرًا عَظِيمًا (10)}
10- Şüphe yok ki sana biat edenler, ancak Allah’a biat etmiş olurlar. Allah’ın eli, onların elleri üstündedir. Artık kim (biatını) bozarsa ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah'a verdiği söze vefa gösterirse O, ona çok büyük bir mükafat verecektir.
#
{10} هذه المبايعةُ التي أشار الله إليها هي بيعة الرضوان، التي بايع الصحابةُ رضي الله عنهم فيها رسولَ الله - صلى الله عليه وسلم - على أن لا يفرُّوا عنه؛ فهي عقدٌ خاصٌّ، من لوازمه أن لا يفرُّوا، ولو لم يبقَ منهم إلاَّ القليلُ، ولو كانوا في حال يجوزُ الفرارُ فيها. فأخبر تعالى: {إنَّ الذين يبايِعونَك}: حقيقةُ الأمرِ أنَّهم {يبايِعونَ الله}: ويعقِدونَ العقد معه، حتى إنه من شدَّة تأكُّده أنَّه قال: {يدُ الله فوق أيديهم}؛ أي: كأنهم بايعوا الله وصافحوه بتلك المبايعة، وكلُّ هذا لزيادة التأكيد والتقوية، وحملهم على الوفاء بها، ولهذا قال: {فمن نكث}: فلم يفِ بما عاهد الله عليه، {فإنَّما ينكُثُ على نفسه}؛ أي: لأنَّ وَبال ذلك راجعٌ إليه وعقوبتَه واصلةٌ له، {ومن أوفى بما عاهَدَ عليهُ اللهَ}؛ أي: أتى به كاملاً موفراً، {فسيؤتيه أجراً عظيماً}: لا يعلم عِظَمَه وقَدْرَه إلاَّ الذي آتاه إيَّاه.
10. Yüce Allah’ın burada işaret ettiği biat, ashab-ı kiramın Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e, yanından kaçıp onu terk etmemek üzere söz verdikleri Rıdvân Biatidir. Bu özel bir anlaşma olup onun bir şartı şöyle idi: Sayıca az kalsalar da kaçmanın caiz olduğu bir halde bulunsanlar da yine de kaçmayacaklar. “Şüphe yok ki sana biat edenler” gerçekte “ancak Allah’a biat etmiş olurlar.” Anlaşmayı O’nunla yapmış olurlar. Öyle ki bu, o kadar ağır bir anlaşmadır ki bundan dolayı “Allah’ın eli onların elleri üstündedir.” Sanki onlar, Allah’a biat etmiş, bu biat esnasında O’nunla el ele vererek anlaşmış gibidirler. Bütün bunlar, bu anlaşmayı daha çok pekiştirmek ve onları bu anlaşmaya bağlı kalmaya teşvik etmek içindir. Bundan dolayı devamla şöyle buyurmaktadır: “Artık kim (biatını) bozarsa” Allah’a verdiği sözün gereğini yerine getirmez ise “ancak kendi aleyhine bozmuş olur.” Çünkü bunun vebali ona aittir. Bunun cezasını o çekecektir. “Kim de Allah'a verdiği söze vefâ gösterirse” ahdin gereğini tam ve eksiksiz olarak yerine getirirse “O, ona çok büyük bir mükafat verecektir.” Bu mükafatın büyüklüğünü ve miktarını onu o kimseye verenden başkası bilmez.
Ayet: 11 - 13 #
{سَيَقُولُ لَكَ الْمُخَلَّفُونَ مِنَ الْأَعْرَابِ شَغَلَتْنَا أَمْوَالُنَا وَأَهْلُونَا فَاسْتَغْفِرْ لَنَا يَقُولُونَ بِأَلْسِنَتِهِمْ مَا لَيْسَ فِي قُلُوبِهِمْ قُلْ فَمَنْ يَمْلِكُ لَكُمْ مِنَ اللَّهِ شَيْئًا إِنْ أَرَادَ بِكُمْ ضَرًّا أَوْ أَرَادَ بِكُمْ نَفْعًا بَلْ كَانَ اللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا (11) بَلْ ظَنَنْتُمْ أَنْ لَنْ يَنْقَلِبَ الرَّسُولُ وَالْمُؤْمِنُونَ إِلَى أَهْلِيهِمْ أَبَدًا وَزُيِّنَ ذَلِكَ فِي قُلُوبِكُمْ وَظَنَنْتُمْ ظَنَّ السَّوْءِ وَكُنْتُمْ قَوْمًا بُورًا (12) وَمَنْ لَمْ يُؤْمِنْ بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ فَإِنَّا أَعْتَدْنَا لِلْكَافِرِينَ سَعِيرًا (13)}.
11- Bedevîlerden (Hudeybiye’ye çıkmayıp) geri kalanlar, sana: “Mallarımız ve ailelerimiz bizi meşgul etti. Onun için bize mağfiret dile!” diyecekler. Onlar, dilleriyle kalplerinde olmayan şeyleri söylerler. De ki: “Eğer Allah size bir zarar vermeyi dilerse yahut da size bir fayda ulaştırmayı isterse O’na karşı sizin için kim ne yapabilir? Bilakis, Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” 12- Aslında siz, Rasûlün ve mü’minlerin asla ailelerine dönemeyeceklerini düşündünüz ve bu düşünce, kalplerinize cazip geldi. Böylece kötü bir zanda bulundunuz ve helâki hak etmiş bir topluluk oldunuz. 13- Kim Allah’a ve Rasûlüne iman etmezse (bilsin ki) Biz, kâfirler için alevli bir ateş hazırlamışızdır.
#
{11 ـ 13} يذمُّ تعالى المتخلِّفين عن رسول الله في الجهاد في سبيله من الأعراب، الذين ضَعُفَ إيمانُهم وكان في قلوبهم مرضٌ وسوء ظنٍّ بالله تعالى، وأنهم سيعتذرون؛ بأنَّ أموالهم وأهليهم شغلتهم عن الخروج في سبيله، وأنَّهم طلبوا من رسول اللهِ - صلى الله عليه وسلم - أن يستغفرَ لهم؛ قال الله تعالى: {يقولون بألسنَتِهِم ما ليس في قُلوبِهِم}: فإنَّ طلَبَهم الاستغفارَ من رسول الله - صلى الله عليه وسلم - يدلُّ على ندمهم وإقرارهم على أنفسهم بالذَّنب، وأنَّهم تخلَّفوا تخلُّفاً يحتاجُ إلى توبة واستغفار؛ فلو كان هذا الذي في قلوبهم؛ لكان استغفارُ الرسول نافعاً لهم؛ لأنَّهم قد تابوا وأنابوا، ولكنَّ الذي في قلوبهم أنَّهم إنَّما تخلَّفوا لأنَّهم ظنُّوا بالله ظنَّ السَّوْء، فظنُّوا {أن لن يَنقَلِبَ الرسولُ والمؤمنون إلى أهليهم أبداً}؛ أي: أنَّهم سيُقتلون ويُستأصلون، ولم يزلْ هذا الظنُّ يُزَيَّن في قلوبهم، ويطمئنُّون إليه حتى استحكَمَ، وسببُ ذلك أمران: أحدُهما: أنَّهم كانوا {قوماً بوراً}؛ أي: هلكى لا خير فيهم؛ فلو كان فيهم خيرٌ؛ لم يكن هذا في قلوبهم. الثاني: ضَعْفُ إيمانهم ويقينهم بوعد الله ونصرِ دينِهِ وإعلاءِ كلمتِهِ، ولهذا قال: {ومن لم يؤمن بالله ورسولِهِ}؛ أي: فإنَّه كافرٌ مستحقٌّ للعقاب، {فإنَّا أعْتَدْنا للكافرين سعيراً}.
11. Yüce Allah, imanları zayıf, kalplerinde hastalık bulunan ve Allah hakkında kötü zan besleyen bedevîlerden; Allah yolunda cihada çıkmayarak Rasûlünden geri kalanları yermekte, onların, mallarının ve evlatlarının Allah yolunda cihada çıkmaktan kendilerini alıkoyduklarını belirterek özür dileyeceklerini ve Allah Rasûlünden kendileri için mağfiret dilemesini isteyeceklerini bildirmektedir. Bu hususta Yüce Allah, onlar hakkında şöyle buyurmaktadır: “Onlar, dilleriyle kalplerinde olmayan şeyleri söylerler.” Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den günahlarının bağışlanmasını dilemesini istemeleri, zahiren pişman olduklarına ve içten içe günah işlediklerini itiraf ettiklerine, tevbe ve istiğfarı gerektirici bir şekilde geri kaldıklarını anladıklarına delildir. Şâyet kalplerindeki kanaat de gerçekten bu olsa idi, Rasûlün onlar için mağfiret dilemesinin kendilerine bir faydası olurdu. Çünkü onlar, bu durumda tevbe edip Allah’a yönelmiş olacaklardı. Ancak kalplerindeki asıl kanaat, onların Allah hakkında kötü zan beslediklerinden dolayı geri kalmış oldukları yönündedir: 12. Onlar “Rasûlün ve mü’minlerin asla ailelerine dönemeyeceklerini” sanmışlardı. Öldürüleceklerini ve toptan imha edileceklerini düşünüyorlardı. Bu zanları onlara cazip görünüp kalplerine iyice yerleşti ve sonunda sapasağlam bir kanaat haline geldi. Bunun ise iki sebebi vardı: 1. Evvela onlar “helâki hak etmiş” büsbütün hayırsız “bir topluluk” idiler. Zira onlarda hayır namına bir şey bulunsaydı, kalplerinde böyle bir kanaat olmazdı. 2. Onların imanlarının zayıf olması, Allah’ın vaadine ve dinine yardım edip kelimesini yücelteceğine besledikleri yakînin az olmasıdır. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: 13. “Kim Allah’a ve Rasûlüne iman etmezse” şüphesiz o cezalandırılmayı hak etmiş bir kâfirdir; ki “Biz, kâfirler için alevli bir ateş hazırlamışızdır.”
Ayet: 14 #
{وَلِلَّهِ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ يَغْفِرُ لِمَنْ يَشَاءُ وَيُعَذِّبُ مَنْ يَشَاءُ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا (14)}
14- Göklerin ve yerin hükümranlığı yalnız Allah’ındır. O, dilediğini bağışlar, dilediğine de azap eder. Allah Ğafûrdur, Rahîmdir.
#
{14} أي: هو تعالى المنفردُ بملك السماواتِ والأرضِ، يتصرَّف فيهما بما يشاء من الأحكام القدريَّة والأحكام الشرعيَّة والأحكام الجزائيَّة، ولهذا ذكر حكم الجزاء المرتَّب على الأحكام الشرعيَّة، فقال: {يَغْفِرُ لِمَن يشاءُ}: وهو مَنْ قام بما أمره الله به، {ويعذِّبُ مَن يشاءُ}: ممَّن تهاونَ بأمرِ الله، {وكان الله غفوراً رحيماً}؛ أي: وصفه اللازم الذي لا ينفكُّ عنه المغفرةُ والرحمةُ، فلا يزال في جميع الأوقات يغفِرُ للمذنبين، ويتجاوزُ عن الخطَّائين، ويتقبَّل توبة التائبين، ويُنزِلُ خيرَه المدرار آناء الليل والنهار.
14. Göklerin ve yerin yegane ve mutlak hakimi O’dur. Onlarda gerek kaderî gerek şer’î gerekse de (amellerin karşılığını verme şeklindeki) cezaî hükümleri ile dilediği gibi tasarruf eden O’dur. Bundan dolayı Yüce Allah, şer’î hükümlerin sonucu olan cezaî hükümleri söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “O, dilediğini bağışlar.” Yani Allah’ın vermiş olduğu emirleri yerine getirenleri bağışlar, “dilediğine” Allah’ın emirlerini önemsemeyenlere “de azap eder.” “Allah Gafûrdur, Rahîmdir.” O’ndan ayrılmayan vasfı ise mağfiret ve rahmettir. O, her zaman için günahkârların günahlarını bağışlar. Hata edenlerin hatalarını affeder. Tevbe edenlerin tevbesini kabul eder. Gece ve gündüz O’nun hayırları bol bol iner.
Ayet: 15 #
{سَيَقُولُ الْمُخَلَّفُونَ إِذَا انْطَلَقْتُمْ إِلَى مَغَانِمَ لِتَأْخُذُوهَا ذَرُونَا نَتَّبِعْكُمْ يُرِيدُونَ أَنْ يُبَدِّلُوا كَلَامَ اللَّهِ قُلْ لَنْ تَتَّبِعُونَا كَذَلِكُمْ قَالَ اللَّهُ مِنْ قَبْلُ فَسَيَقُولُونَ بَلْ تَحْسُدُونَنَا بَلْ كَانُوا لَا يَفْقَهُونَ إِلَّا قَلِيلًا (15)}
15- (Savaşa çıkmayıp) geri kalanlar, siz ganimet almak üzere (Hayber’e doğru) yola koyulduğunuzda: “Bırakın da biz de peşinizden gelelim” diyecekler. Böylece onlar, Allah’ın sözünü değiştirmek isterler. De ki: “Siz, asla peşimizden gelmeyeceksiniz. Zira Allah daha önceden böyle buyurmuştur.” Bunun üzerine onlar da: “Hayır (öyle değil) aksine, siz bizi kıskanıyorsunuz” diyecekler. Bilakis onlar, pek az anlayan kimselerdir.
#
{15} لما ذكر تعالى المخلَّفين وذمَّهم؛ ذكر أنَّ من عقوبتهم الدنيويَّة أنَّ الرسول - صلى الله عليه وسلم - وأصحابه إذا انطلقوا إلى غنائم لا قتال فيها ليأخذوها؛ طلبوا منهم الصحبةَ والمشاركةَ، ويقولون: {ذَرونا نَتَّبِعْكم يريدونَ}: بذلك {أن يبدِّلوا كلامَ الله}؛ حيث حَكَمَ بعقوبتهم واختصاصِ الصحابةِ المؤمنين بتلك الغنائم شرعاً وقدراً، {قل}: لهم: {لن تَتَّبِعونا كذلِكُم قال اللهُ مِن قبلُ}: إنَّكم محرومون منها بما جنيتم على أنفسكم وبما تركتم القتال أول مرة؛ {فسيقولون}: مجيبين لهذا الكلام الذي مُنِعوا به عن الخروج: {بل تحسُدوننا}: على الغنائم! هذا منتهى علمهم في هذا الموضع، ولو فَهموا رُشدَهم؛ لعلموا أنَّ حرمانهم بسبب عصيانهم، وأنَّ المعاصي لها عقوباتٌ دنيويَّةٌ ودينيَّةٌ، ولهذا قال: {بل كانوا لا يفقهونَ إلاَّ قليلاً}.
15. Yüce Allah, (Hudeybiye’den) geri kalanları söz konusu edip onları yerici ifadeler zikrettikten sonra, dünyevî cezalarının bir parçasının da Allah Rasûlü ve ashabı, savaş söz konusu olmaksızın birtakım ganimetler almak üzere yola koyulacakları vakit bu geri kalanların onlarla birlikte bulunmayı ve bu ganimetlerde onlara ortak olmayı istediklerini ve şu sözleri ile bunu dile getirdiklerini haber vermektedir: “Bırakın da biz de peşinizden gelelim.” Bununla da “Allah’ın sözünü değiştirmek isterler.” Halbuki Yüce Allah, onların cezalandırılmasını hükme bağlamış ve bu ganimetlerin de hem dinen hem de ilâhi takdir gereği olarak sadece mü’min ashab-ı kirama has olduğuna hükmetmiştir. Sen onlara “de ki: Siz, asla peşimizden gelmeyeceksiniz. Zira Allah daha önceden böyle buyurmuştur.” Siz bu ganimetlerden mahrum kalacaksınız. Buna sebep ise kendi aleyhinize işlediğiniz suçlar ve baştan beri savaşı terk etmiş olmanızdır. Mü’minlerle birlikte çıkmaktan engellendiklerini ifade eden bu sözlere cevap olmak üzere “onlar da: Hayır (öyle değil) aksine siz bizi” ganimet alacağız diye “kıskanıyorsunuz, diyecekler.” Bu hususta bilgilerinin son noktası işte bu kadardır. Onlar akılları başlarında olduğu halde bu hususu gereği gibi kavramış olsalar, onların ganimetlerden mahrum oluşlarının sebebinin, isyan etmeleri olduğunu da bilirler, masiyetlerin dünyevî ve dinî birtakım cezaları olduğunu kavrarlardı. Bundan dolayı Yüce Allah: “Bilakis onlar, pek az anlayan kimselerdir” buyurmaktadır.
Ayet: 16 - 17 #
{قُلْ لِلْمُخَلَّفِينَ مِنَ الْأَعْرَابِ سَتُدْعَوْنَ إِلَى قَوْمٍ أُولِي بَأْسٍ شَدِيدٍ تُقَاتِلُونَهُمْ أَوْ يُسْلِمُونَ فَإِنْ تُطِيعُوا يُؤْتِكُمُ اللَّهُ أَجْرًا حَسَنًا وَإِنْ تَتَوَلَّوْا كَمَا تَوَلَّيْتُمْ مِنْ قَبْلُ يُعَذِّبْكُمْ عَذَابًا أَلِيمًا (16) لَيْسَ عَلَى الْأَعْمَى حَرَجٌ وَلَا عَلَى الْأَعْرَجِ حَرَجٌ وَلَا عَلَى الْمَرِيضِ حَرَجٌ وَمَنْ يُطِعِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ يُدْخِلْهُ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ وَمَنْ يَتَوَلَّ يُعَذِّبْهُ عَذَابًا أَلِيمًا (17)}.
16- (Savaşa çıkmayıp) geri kalan bedevîlere de ki: “Yakında çok güçlü bir kavme karşı (savaşa) çağrılacaksınız ve onlarla savaşacaksınız yahut da onlar teslim/Müslüman olacaklardır. Eğer itaat ederseniz, Allah size güzel bir mükafat verir. Şâyet daha önce yüz çevirdiğiniz gibi yine yüz çevirirseniz o zaman da size can yakıcı bir azapla azap eder. 17- (Savaşa katılmama hususunda) gözleri görmeyene günah yoktur, topala günah yoktur, hastaya günah yoktur. Kim Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ederse Allah, onu altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar. Kim de yüz çevirirse ona da can yakıcı bir azapla azap eder.
#
{16} لما ذكر تعالى أنَّ المخلَّفين من الأعراب يتخلَّفون عن الجهاد في سبيله، ويعتذِرون بغير عذرٍ، وأنَّهم يطلبون الخروج معهم إذا لم يكن شوكةٌ ولا قتالٌ، بل لمجرَّد الغنيمة؛ قال تعالى ممتحناً لهم: {قل للمخلَّفين من الأعراب سَتُدْعَوْنَ إلى قوم أولي بأس شديدٍ}؛ أي: سيدعوكم الرسولُ ومَنْ ناب منابَه من الخلفاء الراشدين والأئمة، وهؤلاء القوم فارسٌ والرومُ ومَنْ نحا نحوَهم وأشبههم، {تقاتِلونَهم أو يُسْلِمونَ}؛ أي: إمَّا هذا وإمَّا هذا، وهذا هو الأمر الواقع؛ فإنَّهم في حال قتالهم ومقاتلتهم لأولئك الأقوام إذا كانت شدتُهم وبأسُهم معهم؛ فإنَّهم في تلك الحال لا يقبلون أن يبذُلوا الجزيةَ، بل إمَّا أنْ يدخُلوا في الإسلام، وإمَّا أن يُقاتِلوا على ما هم عليه، فلما أثخنهم المسلمونَ وضَعُفوا وذلُّوا؛ ذهب بأسُهم، فصاروا إمَّا أنْ يسلِموا وإمَّا أن يبذُلوا الجزية، {فإن تُطيعوا}: الداعي لكم إلى قتال هؤلاء، {يؤتِكُمُ الله أجراً حسناً}: وهو الأجر الذي رتَّبه الله ورسولُهُ على الجهادِ في سبيل الله، {وإن تَتَوَلَّوْا كما تولَّيْتُم من قبلُ}: عن قتال مَنْ دعاكم الرسولُ إلى قتالِهِ، {يعذِّبْكم عذاباً أليماً}. ودلَّت هذه الآية على فضيلة الخلفاء الرَّاشدين الداعين لجهادِ أهل البأس من الناس، وأنَّه تجب طاعتُهم في ذلك.
16. Yüce Allah, seferden geri kalan bedevî Arapların Allah yolunda cihaddan geri kalmakla birlikte mazeret olmayacak şeyleri mazeret gösterdiklerini ve eğer herhangi bir savaş ve güçlü bir kavimle karşılaşmak söz konusu olmayacak ise mü’minlerle birlikte savaşa çıkmayı istediklerini, hatta sadece ganimet maksadı ile böyle bir talepte bulunduklarını zikrettikten sonra onları sınamak üzere şöyle buyurmaktadır: “Geri bırakılan Bedevî Araplara de ki: Yakında çok güçlü bir kavme karşı” Allah Rasûlü yahut onun yerine geçen râşid halifeler veya imamlar (İslâm devlet başkanları) tarafından savaşmak üzere “çağrılacaksınız ve onlarla savaşacaksınız yahut da onlar teslim/Müslüman olacaklardır.” Sözü geçen bu kavim, İranlılar, Bizanslılar, onların yolunda gidenler ve onlara benzeyen kimselerdir. Bunlarla ya savaşılacak veya onlar kendiliklerinden teslim olacaklardır. Vakıa da bu olmuştur. Müslümanlar bu kavimlerle savaşmaları ve çarpışmaları esnasında eğer onların güç ve kuvvetleri yerinde bulunuyor idiyse onlar cizye vermeyi kabullenmediler; aksine ya İslâm’a girdiler yahut da sahip bulundukları inancı sürdürmek üzere çarpışma yoluna gittiler. Müslümanlar onlara ağır yaralar verdirdikten sonra ise silahı bıraktılar ve güçsüz düştüler. Baş eğmek zorunda kalıp sonunda ya İslâm’a girmek yahut da cizye vermekle karşı karşıya kaldılar. “Eğer” bu gibi kimselerle savaşmak üzere sizi çağıranlara “itaat ederseniz, Allah size güzel bir mükafat verir.” Bu da Allah ve Rasûlünün, Allah yolunda cihada karşı verileceğini belirttiği mükâfattır. “Şâyet daha önce” Allah Rasûlünün sizleri kendisi ile savaşmaya çağırdığı kimselerle savaşmaktan “yüz çevirdiğiniz gibi yüz çevirirseniz, size can yakıcı bir azapla azap eder.” Bu âyet-i kerime, güçlü kimselere karşı cihada davet eden Râşid Halifelerin faziletlerine ve bu hususta onlara itaat etmenin gerekliliğine delildir.
#
{17} ثم ذكر الأعذار التي يُعْذَرُ بها العبد عن الخروج إلى الجهاد، فقال: {ليس على الأعمى حَرَجٌ ولا على الأعرج حَرَجٌ ولا على المريض حَرَجٌ}؛ أي: في التخلُّف عن الجهاد لعذرِهم المانع، {ومن يطع اللهَ ورسولَه}: في امتثال أمرهما واجتناب نهيهما، {يُدْخِلْه جناتٍ تجري من تحتها الأنهار}: فيها ما تشتهيه الأنفس، وتلذُّ الأعينُ، {ومن يَتَوَلَّ}: عن طاعة الله ورسوله، {يعذِّبْه عذاباً أليماً}: فالسعادةُ كلُّها في طاعة الله، والشقاوة في معصيته ومخالفته.
17. Daha sonra Yüce Allah, kulun cihada çıkmayışına mazeret teşkil eden ve kul için mazeret kabul edilecek özürleri söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Gözleri görmeyene günah yoktur, topala günah yoktur, hastaya günah yoktur.” Cihada çıkmalarını engelleyen bu gibi mazeretleri dolayısı ile cihaddan geri kalmalarından ötürü günahkâr olmaları söz konusu değildir. “Kim Allah’a ve Rasûlüne” emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınmak hususunda “itaat ederse Allah, onu altlarından ırmaklar akan” içinde canların çektiği ve gözlerin görmekten zevk alacağı türlü nimetler bulunan “cennetlere koyar.” “Kim de” Allah’a ve Rasûlüne itaat etmekten “yüz çevirirse ona da can yakıcı bir azapla azap eder.” Mutluluk, tamamı ile Allah’a itaat etmeye bağlıdır. Bedbahtlık ise O’na isyan etmek ve emirlerine aykırı hareket etmektedir.
Ayet: 18 - 21 #
{لَقَدْ رَضِيَ اللَّهُ عَنِ الْمُؤْمِنِينَ إِذْ يُبَايِعُونَكَ تَحْتَ الشَّجَرَةِ فَعَلِمَ مَا فِي قُلُوبِهِمْ فَأَنْزَلَ السَّكِينَةَ عَلَيْهِمْ وَأَثَابَهُمْ فَتْحًا قَرِيبًا (18) وَمَغَانِمَ كَثِيرَةً يَأْخُذُونَهَا وَكَانَ اللَّهُ عَزِيزًا حَكِيمًا (19) وَعَدَكُمُ اللَّهُ مَغَانِمَ كَثِيرَةً تَأْخُذُونَهَا فَعَجَّلَ لَكُمْ هَذِهِ وَكَفَّ أَيْدِيَ النَّاسِ عَنْكُمْ وَلِتَكُونَ آيَةً لِلْمُؤْمِنِينَ وَيَهْدِيَكُمْ صِرَاطًا مُسْتَقِيمًا (20) وَأُخْرَى لَمْ تَقْدِرُوا عَلَيْهَا قَدْ أَحَاطَ اللَّهُ بِهَا وَكَانَ اللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرًا (21)}
18- Andolsun ki Allah, ağacın altında sana biat ettikleri zaman mü’minlerden razı olmuş, kalplerinde olanı bildiği için de üzerlerine sekinet/huzur indirmiş ve onları yakın bir fetih ile mükâfatlandırmıştır. 19- Bir de alacakları birçok ganimetlerle. Allah Azîzdir, Hakîmdir. 20- Allah size alacağınız pek çok ganimetler vaat etmiştir. Allah size bu (Hayber ganimetlerini) hemen vermiş ve insanların ellerini sizden çekmiştir. (Bu ganimet) mü’minlere bir delil olsun ve Allah sizi dosdoğru bir yola iletsin diyedir. 21- Yine Allah, sizin henüz güç yetiremediğiniz ama kendisinin (ilmi ile) kuşattığı başka (ganimetler de vaat etmiştir.) Allah her şeye gücü yetendir.
#
{18 ـ 19} يخبر تعالى بفضله ورحمته برضاه عن المؤمنين إذ يبايعون الرسول - صلى الله عليه وسلم - تلك المبايعة التي بيَّضت وجوههم واكتسبوا بها سعادة الدُّنيا والآخرة. وكان سبب هذه البيعة ـ التي يقال لها: بيعةُ الرضوان؛ لرضا الله عن المؤمنين فيها. ويقال لها: بيعةُ أهل الشجرة ـ أنَّ رسول الله - صلى الله عليه وسلم - لما دارَ الكلامُ بينه وبين المشركين يوم الحديبيةِ في شأن مجيئه، وأنَّه لم يجئ لقتال أحدٍ، وإنَّما جاء زائراً هذا البيت معظِّماً له، فبعث رسولُ الله - صلى الله عليه وسلم - عثمان بن عفان لمكَّة في ذلك، فجاء خبر غير صادق أنَّ عثمان قتله المشركون، فجمع رسولُ الله - صلى الله عليه وسلم - مَنْ معه مِنَ المؤمنين، وكانوا نحواً من ألف وخمسمائة، فبايعوه تحت شجرةٍ على قتال المشركين وأنْ لا يفرُّوا حتى يموتوا، فأخبر تعالى أنَّه رضيَ عن المؤمنين في تلك الحال التي هي من أكبر الطاعات وأجلِّ القُرُبات. {فعلم ما في قُلوبِهم}: من الإيمان، {فأنزلَ السكينةَ عليهم}: شكراً لهم على ما في قلوبهم، زادهم هدىً، وعلم ما في قلوبهم من الجزع من تلك الشروط التي شَرَطَها المشركون على رسولِهِ، فأنزل عليهم السكينة تثبِّتُهم، وتطمئنُّ بها قلوبهم، {وأثابهم فتحاً قريباً}: وهو فتح خيبر، لم يحضُرْه سوى أهل الحديبية، فاختصُّوا بخيبر وغنائمها جزاءً لهم وشكراً على ما فعلوه من طاعة الله تعالى والقيام بمرضاته، {ومغانم كثيرةً يأخُذونها وكانَ الله عزيزاً حكيماً}؛ أي: له العزَّة والقدرة، التي قهر بها الأشياء؛ فلو شاء؛ لانتصر من الكفَّار في كلِّ وقعة تكون بينهم وبين المؤمنين، ولكنَّه حكيمٌ يَبْتلي بعضَهم ببعض ويمتحنُ المؤمنَ بالكافر.
18. Yüce Allah, Rasûlüne biatte bulunan mü’minlerden razı olduğunu ve onlara olan lütuf ve merhametini bize haber vermektedir. Söz konusu bu biat, onların yüzlerini ağartmış ve onun sayesinde dünya ve âhiret mutluluğunu elde etmişlerdir. Allah’ın mü’minlerden razı oluşundan dolayı “Rıdvan/rıza biati” diye anılan aynı şekilde ağacın altında gerçekleştiği için de “ağaç altındakilerin biat” diye de bilinen bu biatin sebebi şu idi: Hudeybiye günü Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile müşrikler arasında gelişinin herhangi bir kimse ile savaşmak için değil de sadece Beytullahı ziyaret etmek kastıyla olduğu ile ilgili karşılıklı konuşmalar cereyan etmişti. Bu maksatla Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Osman b. Affan radıyallahu anh’ı bu hususta Mekke’ye elçi olarak göndermişti. Bir süre sonra onun müşrikler tarafından öldürüldüğüne dair gerçekle ilgisi olmayan bir haber gelmişti. Bunun üzerine Allah Rasûlü, beraberindeki mü’minleri bir araya topladı. Onlar, o vakit 1500 kişi dolaylarında idiler. Ağaç altında ölünceye kadar müşriklerle savaşacaklarına ve kaçmayacaklarına dair Peygambere biat edip söz verdiler. İşte Yüce Allah da en büyük itaat ve Allah’a yakınlaştırıcı en değerli amellerden birisi olan bu hale sahip mü’minlerden razı olduğunu haber vermektedir. O, “kalplerinde olanı” imanı “bildiği için de üzerlerine” kalplerinde bulunanlara karşı bir mükâfat olmak üzere “sekinet/huzur indirmiş” hidâyetlerini artırmıştır. Allah, müşriklerin Allah Rasûlüne koştukları malum şartlar dolayısı ile onlaırn kalplerindeki tahammülsüzlüğü bildiğinden üzerlerine huzur ve sükûn demek olan sekînetini indirerek onlara sebat ve metanet vermiş, bu sayede kalplerini huzura kavuşturmuştu. Ayrıca “onları yakın bir fetih ile mükâfatlandırmıştır.” Bu yakın fetihten kasıt, Hayber’in fethidir. Buna Hudeybiye’ye katılanlardan başkaları katılmamıştı. O bakımdan kendilerine bir mükâfat, Yüce Allah’a itaatleri ve O’nu razı edecek işleri yapmaları dolayısı ile de bir şükran belgesi olmak üzere Hayber ganimetleri sadece onlara ait oldu. 19. “Bir de alacakları birçok ganimetlerle. Allah Azîzdir.” Yani her şeye boyun eğdirici güç ve kuvvet sahibidir. O, dilerse mü’minler ile kâfirler arasındaki bütün olaylarda kâfirlerden intikam alır ve mü’minleri onlara karşı muzaffer kılar. Fakat O, aynı zamanda “Hakîmdir.” Hikmeti gereği onları biribirleri ile sınar, mü’mini kâfir ile imtihan eder.
#
{20} {وعدكم اللهُ مغانمَ كثيرةً تأخُذونها}: وهذا يشمل كلَّ غنيمة غَنَّمها المسلمين إلى يوم القيامة، {فعجَّلَ لكم هذهِ}؛ أي: غنيمة خيبر؛ أي: فلا تحسَبوها وحدَها، بل ثمَّ شيءٌ كثيرٌ من الغنائم سيتبعها، {و} احمدوا الله إذْ {كفَّ أيدِيَ الناسِ}: القادرين على قتالكم الحريصين عليه {عنكم}: فهي نعمةٌ وتخفيفٌ عنكم، {ولتكونَ}: هذه الغنيمة {آيةً للمؤمنينَ}: يستدلُّون بها على خبر الله الصادق ووعده الحقِّ وثوابه للمؤمنين، وأنَّ الذي قدَّرها سيقدِّر غيرها، {ويهدِيَكم}: يما يُقَيِّضُ لكم من الأسباب {صراطاً مستقيماً}: من العلم والإيمان والعمل.
20. “Allah size alacağınız pek çok ganimetler vaat etmiştir.” Bu, müslümanların aldıkları ve kıyamete kadar alacakları bütün ganimetleri kapsar. “Allah size bu” Hayber ganimetlerini “hemen vermiş” alacağınız tek ganimetin yalnız bu olduğunu sanmayın. Daha bunun arkasından gelecek pek çok ganimetler vardır. “Ve” sizinle savaşabilecek durumda olan ve bunu çokça isteyen “insanların ellerini sizden çekmiştir.” Bundan dolayı da Allah’a hamdetmelisiniz. Zira bu bir nimet ve kolaylaştırmadır. Bu ganimet “mü’minlere” Allah’ın haberinin doğruluğuna, vaadinin hak olduğuna, mü’minleri mükâfatlandıracağına, bunu takdir edenin başkasını da takdir ve kısmet edeceğine “bir delil olsun ve Allah sizi” sizin için hazırlayacağı sebepler vasıtası ile ilim, iman ve amel bakımından “dosdoğru yola iletsin diyedir.”
#
{21} {وأخرى}؛ أي: وعدكم أيضاً غنيمة أخرى، {لم تقدِروا عليها}: وقت هذا الخطاب، {قد أحاطَ اللهُ بها}؛ أي: هو قادر عليها وتحت تدبيره وملكه، وقد وعَدَكُموها؛ فلا بدَّ من وقوع ما وَعَدَ به؛ لكمال اقتدار الله تعالى، ولهذا قال: {وكان الله على كلِّ شيءٍ قديراً}.
21. Size aynı şekilde bu hitabın gerçekleştiği zamanda “henüz güç yetiremediğiniz ama kendisinin (ilmi ile) kuşattığı başka” ganimetleri de vaat etmiştir. Allah onlara kadirdir ve onlar, O’nun idare ve mülkü altındadırlar. Size bu ganimetleri vaat etmiş bulunmaktadır. Yüce Allah’ın kudreti kemal derecesinde olduğundan dolayı size yaptığı bu vaadinin gerçekleşmesi kaçınılmazdır. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah, her şeye gücü yetendir.”
Ayet: 22 - 23 #
{وَلَوْ قَاتَلَكُمُ الَّذِينَ كَفَرُوا لَوَلَّوُا الْأَدْبَارَ ثُمَّ لَا يَجِدُونَ وَلِيًّا وَلَا نَصِيرًا (22) سُنَّةَ اللَّهِ الَّتِي قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلُ وَلَنْ تَجِدَ لِسُنَّةِ اللَّهِ تَبْدِيلًا (23)}.
22- Eğer kafirler, sizinle savaşmış olsalardı elbette arkalarını dönüp kaçarlardı. Sonra da ne bir dost ne de bir yardımcı bulamazlardı. 23- Allah’ın öteden beri süregelen sünneti/kanunu budur. Sen, Allah’ın sünnetinde/kanununda hiçbir değişiklik bulamazsın.
#
{22} هذه بشارةٌ من الله لعباده المؤمنين بنصرهم على أعدائهم الكافرين، وأنَّهم لو قابَلوهم وقاتلوهم؛ {لَوَلَّوا الأدبار ثمَّ لا يجدونَ وليًّا}: يتولَّى أمرَهم، {ولا نصيراً}: ينصُرُهم ويعينُهم على قتالكم، بل هم مخذولونَ مغلوبونَ.
22. “Eğer kafirler, sizinle savaşmış olsalardı elbette arkalarını dönüp kaçarlardı.” Bu buyruk ile Yüce Allah, düşmanları olan kâfirlere karşı mü’minlere yardım ve zafer vereceğine, eğer onlarla karşılaşıp savaşacak olurlarsa kâfirlerin, arkalarını dönüp kaçacaklarına “sonra da” işlerini üstlenmek üzere “ne bir dost ne de” kendilerine yardımcı olacak ve savaşta onlara destek verecek “bir yardımcı” bulamayacaklarına dair mü’minlere müjde vermektedir. Onlar, dost ve yardımcı bulmak bir yana yardımsız bırakılacaklar ve yenik düşürüleceklerdir.
#
{23} وهذه سنةُ اللهِ في الأمم السابقة أنَّ جندَ الله هم الغالبونَ، {ولن تَجِدَ لِسُنَّة الله تبديلاً}.
23. İşte bu, Yüce Allah’ın geçmiş ümmetler hakkında da uygulayageldiği bir sünnetidir/kanunudur. Galip gelecek olanlar Allah’ın ordusudur. “Sen Allah’ın sünnetinde/kanununda hiçbir değişiklik bulamazsın.”
Ayet: 24 - 25 #
{وَهُوَ الَّذِي كَفَّ أَيْدِيَهُمْ عَنْكُمْ وَأَيْدِيَكُمْ عَنْهُمْ بِبَطْنِ مَكَّةَ مِنْ بَعْدِ أَنْ أَظْفَرَكُمْ عَلَيْهِمْ وَكَانَ اللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرًا (24) هُمُ الَّذِينَ كَفَرُوا وَصَدُّوكُمْ عَنِ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَالْهَدْيَ مَعْكُوفًا أَنْ يَبْلُغَ مَحِلَّهُ وَلَوْلَا رِجَالٌ مُؤْمِنُونَ وَنِسَاءٌ مُؤْمِنَاتٌ لَمْ تَعْلَمُوهُمْ أَنْ تَطَئُوهُمْ فَتُصِيبَكُمْ مِنْهُمْ مَعَرَّةٌ بِغَيْرِ عِلْمٍ لِيُدْخِلَ اللَّهُ فِي رَحْمَتِهِ مَنْ يَشَاءُ لَوْ تَزَيَّلُوا لَعَذَّبْنَا الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْهُمْ عَذَابًا أَلِيمًا (25)}
24- Sizi onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra Mekke’nin içinde (Hudeybiye’de) onların ellerini sizden, sizin ellerinizi de onlardan çeken O’dur. Allah, yaptıklarınızı çok iyi görendir. 25- Onlar, küfre sapan, sizleri Mescid-i Haram’dan ve bekletilen kurbanlıkları da yerlerine varmaktan alıkoyan kimselerdir. Eğer (Mekke’de kafirlerin arasında) tanımadığınız mü’min erkeklerle mü’min kadınlar bulunmasaydı ve onları öldürüp de onlardan dolayı bir vebale girecek olmasaydınız (Allah savaşmanıza engel olmazdı). Allah, dilediği kimseyi rahmetine almak için (böyle takdir etmiştir). Eğer o (müminler kafirlerden) ayrılmış olsalardı içlerinden kâfir olanlara elbette can yakıcı bir azap ile azap ederdik.
#
{24} يقول تعالى ممتنًّا على عباده بالعافية من شرِّ الكفار ومن قتالهم، فقال: {وهو الذي كَفَّ أيْدِيَهم}؛ أي: أهل مكة {عنكم وأيدِيَكُم عنهم ببطنِ مكَّة من بعدِ أن أظْفَرَكُم عليهم}؛ أي: من بعد ما قدرتُم عليهم وصاروا تحت ولايتكم بلا عقدٍ ولا عهدٍ، وهم نحو ثمانين رجلاً، انحدروا على المسلمين ليصيبوا منهم غِرَّةً، فوجدوا المسلمين منتبهين، فأمسكوهم، فتركوهم ولم يقتُلوهم؛ رحمةً من الله بالمؤمنين إذْ لم يقتُلوهم، {وكان الله بما تعملون بصيراً}: فيجازي كلَّ عامل بعملِهِ، ويدبِّركم أيها المؤمنون بتدبيره الحسن.
24. Yüce Allah, mümin kullarını kâfirlerin şerlerinden ve onlarla savaşmaktan yana esenliğe kavuşturduğunu belirterek lütuf ve nimetini hatırlatmak üzere şöyle buyurmaktadır: “Sizi onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra” onlara güç yetirdiğiniz ve onlar herhangi bir akit ve antlaşma söz konusu olmaksızın elinize esir düştükten sonra “Mekke’nin içinde onların” Mekkelilerin “ellerini sizden, sizin ellerinizi de onlardan çeken O’dur.” Burada sözü edilenler yaklaşık seksen kişi idiler. Müslümanların arka tarafından dolaşarak onlara ani bir baskın yapmak istemişlerdi. Ancak müslümanların tedbirli olduklarını görmüşlerdi. Müslümanlar onları yakaladıktan sonra onları serbest bıraktılar. Onları öldürmemeleri, Allah’ın mü’minlere olan rahmetinin bir tecellisi idi. “Allah yaptıklarınızı çok iyi görendir.” Herkese amelinin karşılığını verir. Ey mü’minler, O en güzel şekilde sizin işlerinizi çekip çevirir.
#
{25} ثم ذكر تعالى الأمور المهيِّجة على قتال المشركين، وهي كفرُهم بالله ورسولِهِ، وصدُّهم رسولَ الله ومَنْ معه من المؤمنين أنْ يأتوا للبيت الحرام زائرين معظِّمين له بالحجِّ والعمرة، وهم الذين أيضاً صدُّوا {الهديَ معكوفاً}؛ أي: محبوساً، {أن يبلغَ مَحِلَّه}: وهو مَحِلُّ ذبحِهِ في مكة ، حيث تذبح هدايا العمرة، فمنعوه من الوصول إليه ظلماً وعدواناً. وكلُّ هذه أمورٌ موجبةٌ وداعيةٌ إلى قتالهم، ولكن ثمَّ مانعٌ، وهو وجودُ رجال ونساء من أهل الإيمان بين أظهر المشركين، وليسوا بمتميِّزين بمحلةٍ أو مكانٍ يمكن أن لا ينالَهم أذى؛ فلولا هؤلاء الرجال المؤمنون والنساء المؤمنات الذين لا يعلمهم المسلمون {أن تطؤوهم}؛ أي: خشية أن تطؤوهم، {فتصيبَكم منهم مَعَرَّةٌ بغير علم}: والمعرَّةُ ما يدخل تحت قتالهم من نيلِهِم بالأذى والمكروه، وفائدةٌ أخريَّةٌ، وهو أنه لِيُدْخِلَ {في رحمته مَن يشاءُ}: فَيَمُنَّ عليهم بالإيمان بعد الكفر، وبالهدى بعد الضلال، فيمنعكم من قتالهم لهذا السبب، {لو تَزَيَّلوا}؛ أي: لو زالوا من بين أظهرهم، {لعذَّبْنا الذين كَفَروا منهم عذاباً أليماً}: بأن نبيحَ لكم قتالَهم، ونأذنَ فيه، وننصرَكم عليهم.
25. Daha sonra Yüce Allah, müminlerin müşriklerle savaşma gayretlerini uyandıran hususları söz konusu etmektedir. Şöyle ki müşrikler Allah’ı ve Rasûlünü inkâr etmiş, Allah Rasûlünü ve onunla birlikte olan mü’minleri hac ve umre yapmak sureti ile Kabe’yi tazim ziyaretinden alıkoymuşlardı. Onlar aynı şekilde “bekletilen kurbanlıkları da yerlerine varmaktan alıkoyan kimselerdir.” Kurbanların varmaları gereken yer ise umre esnasında götürülen hediye kurbanlıkların Mekke’de kesildikleri muayyen yerdir. İşte müşrikler, haksızlık ve zalimlik ederek bu kurbanların yerlerine varmalarını engellediler. Bütün bunlar ise onlarla savaşmayı gerektiren hususlardır. Fakat ortada bir engel vardı. O da müşrikler arasında bulunan iman etmiş erkek ve kadınların varlığı idi. Mü’minler, ayrı bir mahallede yahut onlara herhangi bir eziyetin gelmesini önleyecek ayrı bir yerde bulunmuyorlardı. İşte bu, mü’minlerin, bilmediği ve yanlışlıkla öldürmelerinden korkulan mü’min erkek ve kadınların olmasaydı, yine “onları öldürüp de onlardan dolayı bir vebale girecek olmasaydınız” onlarla savaşmanız dolayısı ile onlara eziyet vermeyecek, hoşa gitmeyecek işler yapmayacak olsa idiniz; kafirlerle savaşmanız söz konusu olurdu. Yine onlarla savaşmamanızın uhrevî bir faydası daha vardır. O da şudur: “Allah dilediği kimseyi rahmetine alsın.” Küfürden sonra iman, sapıklıktan sonra da hidâyet lütfetsin. İşte bu sebeple sizin onlarla savaşmanızı engellemiştir. “Eğer onlar ayrılmış olsalardı” yani mü’minler kâfirlerin arasından ayrı bir yere çekilmiş olsalardı, “içlerinden kâfir olanlara” onlarla savaşmanıza imkân ve izin vermek ayrıca sizi onlara karşı muzaffer kılmak sureti ile “elbette can yakıcı bir azap ile azap ederdik.”
Ayet: 26 #
{إِذْ جَعَلَ الَّذِينَ كَفَرُوا فِي قُلُوبِهِمُ الْحَمِيَّةَ حَمِيَّةَ الْجَاهِلِيَّةِ فَأَنْزَلَ اللَّهُ سَكِينَتَهُ عَلَى رَسُولِهِ وَعَلَى الْمُؤْمِنِينَ وَأَلْزَمَهُمْ كَلِمَةَ التَّقْوَى وَكَانُوا أَحَقَّ بِهَا وَأَهْلَهَا وَكَانَ اللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمًا (26)}
26- Hani kâfirler kalplerine taassup ve kibri yani cahiliye taassup ve kibrini koymuşlardı da Allah sekinetini/huzurunu Rasûlünün ve mü’minlerin üzerine indirmişti. Ayrıca onların takvâ sözü üzerinde sebat etmelerini sağlamıştı. Zaten onlar o söze daha layık ve ona ehil idiler. Allah her şeyi çok iyi bilendir.
#
{26} يقول تعالى: {إذْ جعلَ الذين كفروا في قلوبِهِمْ الحميَّةَ حميَّةَ الجاهليَّةِ}: حيث أنفوا من كتابة «بسم الله الرحمن الرحيم»، وأنفوا من دخول رسول الله - صلى الله عليه وسلم - والمؤمنين إليهم في تلك السنة ؛ لئلاَّ يقولَ الناس: دَخَلوا مكَّة قاهرين لقريش! وهذه الأمور ونحوها من أمور الجاهلية لم تزلْ في قلوبِهِم حتَّى أوجبتْ لهم ما أوجبتْ من كثيرٍ من المعاصي، {فأنزل الله سكينَتَه على رسوله وعلى المؤمنين}: فلم يحمِلْهم الغضب على مقابلة المشركين بما قابلوهم به بل صبروا لحكم الله والتزموا الشروط التي فيها تعظيم حرمات الله، ولو كانت ما كانت، ولم يبالوا بقول القائلين ولا لوم اللائمين، {وألزَمَهم كلمةَ التَّقوى}، وهي لا إله إلاَّ الله وحقوقها، ألزمهم القيام بها، فالتزموها وقاموا بها، {وكانوا أحقَّ بها}: من غيرهم، {و} كانوا {أهلَها}: الذين استأهلوها؛ لما يعلمُ الله عندَهم وفي قلوبهم من الخير، ولهذا قال: {وكان الله بكلِّ شيءٍ عليماً}.
26. “Hani kâfirler kalplerinde taassup ve kibri yani cahiliye taassup ve kibrini koymuşlardı.” Çünkü (antlaşma metninin başına): “Bismillahirrahmanirrahîm” yazılmasını kabul etmedikleri gibi insanlar: “Mekke’ye Kureyşlileri kahrederek ve onlara rağmen girdiler” dedirtmesinler diye Allah Rasûlünün ve mü’minlerin o sene, Mekke’ye girmelerini de kabul etmemişlerdi. Bu ve benzeri işler ise hep cahiliye işlerindendir ve pek çok masiyetleri işlemelerine sebep teşkil eden bu tür işler kalplerinde yer etmeye devam etmiştir. “Allah sekinetini/huzurunu Rasûlünün ve mü’minlerin üzerine indirmişti.” Gazap ve öfkeleri, müşriklere benzer şekilde karşılık vermeye onları itmemiş, aksine Allah’ın hükmünü sabır ile karşılamışlar ve Allah’ın yasaklayıp saygı gösterilmesini istediği hususlara tazimde bulunmayı içeren o şartlara bağlı kalmışlardı. Ne olursa olsun onlar, bu şekilde hareket etmiş ve ileri geri konuşanlarla onları kınayanların sözlerine aldırmamışlardı. “Ayrıca onların takvâ sözü üzerinde sebat etmelerini sağlamıştı.” Takvâ sözü, Lâ ilâhe illallah ve onun haklarıdır. Onlara bunun gereğini yerine getirmelerini emretmişti ve onlar da buna bağlı kalarak gereklerini yerine getirmişlerdi. “Zaten onlar o söze” başkalarından “daha layık ve ona ehil idiler.” Allah onların durumlarını ve kalplerindeki hayrı bildiğinden dolayı kendilerini buna ehil kılmıştı. Bundan dolayı Yüce Allah: “Allah her şeyi çok iyi bilendir” buyurmaktadır.
Ayet: 27 - 28 #
{لَقَدْ صَدَقَ اللَّهُ رَسُولَهُ الرُّؤْيَا بِالْحَقِّ لَتَدْخُلُنَّ الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ إِنْ شَاءَ اللَّهُ آمِنِينَ مُحَلِّقِينَ رُءُوسَكُمْ وَمُقَصِّرِينَ لَا تَخَافُونَ فَعَلِمَ مَا لَمْ تَعْلَمُوا فَجَعَلَ مِنْ دُونِ ذَلِكَ فَتْحًا قَرِيبًا (27) هُوَ الَّذِي أَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَكَفَى بِاللَّهِ شَهِيدًا (28)}
27- Andolsun Allah, Rasûlüne (gösterdiği) rüyayı gerçekleştirecektir. Elbette siz, Mescid-i Haram’a güven içinde, başlarınızı tıraş ettirmiş ve (saçlarınızı) kısaltmış olarak, hiçbir şeyden korkmaksızın -inşaallah- gireceksiniz. Allah, sizin bilmediklerinizi bilmektedir. O, bundan (Mekke’ye girişinizden) önce de yakın bir fetih nasip etmiştir. 28- O, Rasûlünü hidâyetle ve onu bütün dinlere üstün kılmak üzere hak dinle gönderendir. Şahit olarak Allah yeter.
#
{27} يقول تعالى: {لقد صدق اللهُ رسولَه الرُّؤيا بالحقِّ}: وذلك أنَّ رسول الله - صلى الله عليه وسلم - رأى في المدينة رؤيا أخبر بها أصحابه؛ أنَّهم سيدخلون مكَّة ويطوفون بالبيت، فلما جرى يوم الحديبية ما جرى، ورجعوا من غير دخول لمكَّة؛ كَثُرَ في ذلك الكلام منهم، حتى إنهم قالوا ذلك لرسول الله - صلى الله عليه وسلم -: ألم تُخْبِرْنا أنَّا سنأتي البيت ونطوف به؟! فقال: «أخبرتكم أنَّه العام؟!»، قالوا: لا، قال: «فإنَّكم ستأتونَه وتطوفونَ به». قال الله تعالى هنا: {لقد صَدَقَ الله رسولَه الرؤيا بالحقِّ}؛ أي: لا بدَّ من وقوعها وصِدْقها، ولا يقدُح في ذلك تأخُّر تأويلها، {لَتَدْخُلُنَّ المسجدَ الحرام إن شاء اللهُ آمنينَ محلِّقينَ رؤوسَكم ومقصِّرين}؛ أي: في هذه الحال المقتضية لتعظيم هذا البيت الحرام وأدائكم للنُّسك وتكميلِهِ بالحلق والتَّقصير وعدم الخوفِ. {فعلم}: من المصلحة والمنافع {ما لم تَعْلَموا فجَعَلَ من دونِ ذلك}: الدخول بتلك الصفة {فتحاً قريباً}.
27. “Andolsun Allah, Rasûlüne (gösterdiği) rüyayı gerçekleştirecektir.” Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Medine’de bir rüya görmüş ve bunu ashaba bildirmişti. Buna göre Mekke’ye giriyorlar ve Beyt’i tavaf ediyorlardı. Hudeybiye gününde bilinen olaylar meydana gelip de Mekke’ye girmeksizin geri döndüklerinde,bu konuda onlardan ileri geri konuşanlar oldu. Hatta bunu Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e dahi söylediler ve: Sen bize Beyt’e varıp da onu tavaf edeceğimizi haber vermemiş miydin? diye sordular. Peygamber de: Ben bu sene diye bir şey söyledim mi? deyince onlar: Hayır, dediler. Bunun üzerine: O halde siz Beyt’e varacaksınız ve orayı tavaf edeceksiniz, diye buyurdu. İşte burada da Yüce Allah: “Andolsun Allah, Rasûlüne (gösterdiği) rüyayı gerçekleştirecektir” buyurmaktadır. Yani bu rüyanın gerçekleşmesi ve doğru olarak çıkması kaçınılmazdır. Bu rüyanın gerçekleşmesinin gecikmesi, onun hak oluşuna gölge düşürmez. “Elbette siz, Mescid-i Haram’a güven içinde, başlarınızı tıraş ettirmiş ve (saçlarınızı) kısaltmış olarak, hiçbir şeyden korkmaksızın -inşaallah- gireceksiniz.” Beyt-i Haram-ı tazimin gereği olan bu hal içinde gireceksiniz, ibadetlerinizi tamamlayacaksınız. Ayrıca başlarınızı traş ettirerek ve kısaltarak herhangi bir korku da söz konusu olmadan ibadetlerinizi eksiksiz yerine getireceksiniz. “Allah, sizin bilmediklerinizi” bu husustaki bir çok maslahat ve faydaları “bilmektedir. O, bundan” bu şekilde Mekke’ye girmeden “önce de yakın bir fetih nasip etmiştir.” Bazı mü’minlerin aklı karıştıran ve hikmetini anlayamayacakları böyle bir vakıa meydana geldikten sonra Yüce Allah, bu olayın hikmet ve menfaatini beyan etmiştir. İşte onun diğer şer’i hükümleri de hep böyledir. Hepsi hidâyettir, rahmettir.
#
{28} ولما كانت هذه الواقعة مما تشوَّشت بها قلوبُ بعض المؤمنين، وخفيتْ عليهم حكمتُها، فبيَّن تعالى حكمتَها ومنفعتَها، وهكذا سائر أحكامه الشرعيَّة؛ فإنَّها كلَّها هدى ورحمةٌ، أخبر بحكم عام، فقال: {هو الذي أرسل رسولَه بالهُدى}: الذي هو العلمُ النافعُ، الذي يهدي من الضلالة، ويبيِّن طرقَ الخير والشرِّ، {ودين الحقِّ}؛ أي: الدين الموصوف بالحقِّ، وهو العدل والإحسان والرحمة، وهو كلُّ عمل صالح مزكٍّ للقلوب مطهِّرٍ للنفوس مربٍّ للأخلاق معلٍ للأقدار، {ليظهِرَه}: بما بعثَه الله به {على الدِّين كلِّه}: بالحجَّة والبرهان، ويكون داعياً لإخضاعهم بالسيف والسنان.
28. Yüce Allah genel ve kapsamlı bir hükmü şöylece haber vermektedir: “O, Rasûlünü” sapıklıktan kurtarıp doğruluğa ileten ve hayır ile şer yollarını birbirinden ayırt eden faydalı bilgi demek olan “hidâyetle ve… hak dinle” yani adalet, ihsan ve rahmet demek olan “hak” vasfına sahip dinle “gönderendir.” Bu hak, kalpleri temizleyen, ruhları arındıran, güzel ahlâkı geliştiren ve değerleri yücelten her bir ameldir. “Onu” Allah’ın onunla birlikte gönderdiği apaçık delil ve belgelerle “bütün dinlere üstün kılmak üzere” göndermiştir. Bu özelliği ile de gerektiğinde onlara kılıç ve mızrak ile boyun eğdirmeye davet eder.
Ayet: 29 #
{مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللَّهِ وَالَّذِينَ مَعَهُ أَشِدَّاءُ عَلَى الْكُفَّارِ رُحَمَاءُ بَيْنَهُمْ تَرَاهُمْ رُكَّعًا سُجَّدًا يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِنَ اللَّهِ وَرِضْوَانًا سِيمَاهُمْ فِي وُجُوهِهِمْ مِنْ أَثَرِ السُّجُودِ ذَلِكَ مَثَلُهُمْ فِي التَّوْرَاةِ وَمَثَلُهُمْ فِي الْإِنْجِيلِ كَزَرْعٍ أَخْرَجَ شَطْأَهُ فَآزَرَهُ فَاسْتَغْلَظَ فَاسْتَوَى عَلَى سُوقِهِ يُعْجِبُ الزُّرَّاعَ لِيَغِيظَ بِهِمُ الْكُفَّارَ وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ مِنْهُمْ مَغْفِرَةً وَأَجْرًا عَظِيمًا (29)}
29- Muhammed, Allah’ın Rasûlüdür. Onunla birlikte olanlar, kâfirlere karşı sert, kendi aralarında ise merhametlidirler. Sen onların çokça rükû ve secde ettiklerini, Allah’tan bir lütuf ve rıza istediklerini görürsün. Onların alameti, yüzlerindeki secde izidir/nurudur. Onların Tevrat’taki vasıfları işte budur. İncil’deki vasıfları ise şöyledir: Onlar, filizini çıkarmış, sonra onu kuvvetlendirmiş, sonra kalınlaşıp gövdesi üzerine doğrulmuş, çiftçilerin hoşuna giden bir ekin gibidirler. Allah, (onların bu haliyle) kâfirleri öfkelendirir. Allah iman edip salih ameller işleyen böyle kimselere mağfiret ve büyük bir mükâfat vaat etmiştir.
#
{29} يخبر تعالى عن رسوله محمد - صلى الله عليه وسلم - وأصحابه من المهاجرين والأنصار؛ أنَّهم بأكمل الصفات وأجلِّ الأحوال، وأنَّهم {أشداءُ على الكفَّارِ}؛ أي: جادِّين ومجتهدين في عداوتهم، وساعين في ذلك بغاية جهدهم، فلم يروا منهم إلاَّ الغلظةَ والشدَّةَ؛ فلذلك ذلَّ أعداؤُهم لهم وانكسروا وقهرهم المسلمون، {رحماءُ بينَهم}؛ أي: متحابُّون متراحمون متعاطفون كالجسد الواحد، يحبُّ أحدُهم لأخيه ما يحبُّ لنفسه، هذه معاملتُهم مع الخلق، وأمَّا معاملتُهم مع الخالق؛ فتراهم {رُكَّعاً سجداً}؛ أي: وصفهم كثرة الصلاة التي أجلُّ أركانها الركوع والسجود، {يبتغونَ}: بتلك العبادة {فضلاً من الله ورضواناً}؛ أي: هذا مقصودهم، بلوغُ رضا ربِّهم والوصول إلى ثوابِهِ {سيماهم في وجوهِهِم من أثرِ السُّجودِ}؛ أي: قد أثَّرت العبادة مِنْ كثرتِها وحسنِها في وجوههم حتى استنارتْ، لمَّا استنارت بالصلاة بواطنهم؛ استنارتْ ظواهِرُهم. {ذلك}: المذكور {مَثَلُهُم في التَّوراةِ}؛ أي: هذا وصفُهم الذي وصَفَهم الله به مذكورٌ بالتوراة هكذا. وأما {مثلهم في الإنجيل}؛ فإنَّهم موصوفون بوصف آخر، وأنَّهم في كمالهم وتعاونهم {كزرع أخْرَجَ شطأه فآزره}؛ أي: أخرج فراخه فوازرتْه فراخُهُ في الشباب والاستواء، {فاستغلظَ}: ذلك الزرع؛ أي: قوي وغلظ، {فاستوى على سوقِهِ}: جمع ساق، {يعجِبُ الزُّرَّاعَ}: من كماله واستوائه وحسنه واعتداله، كذلك الصحابة رضي الله عنهم هم كالزرع في نفعهم للخلق واحتياج الناس إليهم، فقوَّة إيمانهم وأعمالهم بمنزلة قوَّة عروق الزرع وسوقِهِ، وكون الصغير والمتأخِّر إسلامه قد لَحِقَ الكبير السابق، ووازره وعاونه على ما هو عليه من إقامة دينِ الله والدعوةِ إليه، كالزرع الذي أخْرَجَ شَطأه فآزره فاستغلظ، ولهذا قال: {لِيَغيظَ بهم الكفارَ}: حين يَرَوْنَ اجتماعهم وشدَّتهم على دينهم، وحين يتصادمون هم وهم في معارك النِّزال ومعامع القتال، {وَعَدَ الله الذين آمنوا وعَمِلوا الصالحات منهم مغفرةً وأجراً عظيماً}: فالصحابة رضي الله عنهم، الذين جمعوا بين الإيمان والعمل الصالح، قد جمع الله لهم بين المغفرةِ التي من لوازمها وقايةُ شرور الدُّنيا والآخرة والأجر العظيم في الدنيا والآخرة.
29. Yüce Allah, peygamberi ile ensar ve muhacirlerden oluşan ashab-ı kiramın, en mükemmel vasıflara ve en üstün hallere sahip olduklarını bildirmektedir: Onlar, “kâfirlere karşı sert”dirler. Onları düşman bilirler ve onlara karşı zafer kazanmak için bütün gayretlerini ortaya koyarlar. Bu uğurda yapabilecekleri her şeyi yapmaya çalışırlar. Kâfirler, onlardan sertlikten başka bir şey görmezler. İşte bundan dolayı düşmanları, önlerinde zilletle boyun eğmiştir, güçleri kırılmıştır ve müslümanlar da onlara hakim olmuştur. “Kendi aralarında ise merhametlidirler.” Birbirlerini severler. Birbirlerine merhamet ederler, birbirlerine şefkatlidirler. Tek bir vücut gibidirler. Onların her biri, kendisi için istediğini kardeşi için de ister. İnsanlara karşı davranışları işte böyledir. Yaratıcıyla olan durumlarına gelince “Sen onların çokça rükû ve secde ettiklerini... görürsün.” Yüce Allah onları en değerli rükünleri rükû ve secde olan çokça namaz kılmakla nitelendirmektedir. Onlar bu ibadetleri ile “Allah’tan bir lütuf ve rıza” isterler. Bundan maksatları Rablerinin rızasını elde etmek ve O’nun mükâfatına ulaşmaktır. “Onların alameti, yüzlerindeki secde izidir/nurudur.” İbadeti çokça yapmaları ve güzel ibadet etmeleri, yüzlerini nurlandıracak kadar onları etkilemiştir. Onların içleri namaz ile aydınlandığı gibi, dışları da aydınlanmıştır. “Onların Tevrat’taki vasıfları işte budur.” Yüce Allah’ın burada sözünü ettiği bu vasıfları, aynı şekilde Tevrat’ta zikredilmiştir. “İncil’deki vasıfları ise…” Orada başka bir şekilde nitelendirilmişlerdir. Buna göre onlar, mükemmellikleri ve birbirleri ile dayanışmalarında şuna benzer: “filizini çıkarmış, sonra onu kuvvetlendirmiş” sonra bu ekin “kalınlaşıp” dimdik bir hal alarak “gövdesi üzerine doğrulmuş, ekincilerin hoşuna giden bir ekin gibidir.” Mükemmelliği, olgunluğu, dik duruşu ve güzelliği dolayısı ile çiftçiler ondan hoşlanırlar. İşte ashab radıyallahu anhum da böyledir. Onlar insanlara faydalı olmaları, insanların da onlara ihtiyaç duymaları bakımından ekine benzerler. İman ve amellerinin gücü, ekinin kök ve gövdelerinin gücü gibidir. Küçük yaştakilerin ve sonradan İslâm’a girenlerin durumu da daha önceki büyüklere katılmış, onları güçlendirmiş, mevcut hali üzere -Allah’ın dinini hakim kılmak ve ona davet etmek gibi hususlarda- onlara yardım etmiş olmaları yönünden, filizini çıkartan ve böylelikle onu güçlendirip kalınlaştıran ekine benzerler. Bundan dolayı Yüce Allah: “Allah, (onların bu haliyle) kâfirleri öfkelendirir” buyurmuştur. Kâfirler onların bir arada olduklarını, dinlerine düşman olanlara karşı güçlü ve çetin olduklarını, savaşlarda ve çarpışma alanlarında onlarla çarpıştıklarını gördükleri vakit öfkelenirler. “Allah iman edip salih ameller işleyen böyle kimselere mağfiret ve büyük bir mükâfat vaat etmiştir.” İman ve salih ameli bir arada gerçekleştiren ashabın -Allah hepsinden razı olsun- günahlarını bağışlamıştır. Bu bağışlama ise onların dünya ve âhirette kötülüklerden korunmalarını, dünya ve âhirette pek büyük mükâfatlara nail olmalarını ifade eder.
Burada yeri gelmişken Hudeybiye kıssasını, İmam Şemsuddin İbnu’l-Kayyım’ın Zâdu’l-Mead adlı eserinde anlattığı şekilde nakledeceğiz. Çünkü bu kıssa, bu sureyi anlamaya katkıda bulunacaktır. Nitekim İbnu’l-Kayyım ayrıca Hudeybiye kıssasındaki anlam ve sırları da söz konusu etmektedir: Hudeybiye Kıssası: Nâfi’ dedi ki: Hudeybiye, Hicri 6. yılı Zilkade ayında olmuştur. Doğru olan da budur. Bu, ez-Zühri, Katade, Mûsâ b. Ukbe, Muhammed b. İshak ve diğerlerinin görüşüdür. Hişam b. Urve ise babasından naklen şöyle demiştir: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Hudeybiye’ye gitmek üzere Ramazan ayında yola çıktı ve Hudeybiye vak’ası, Şevval ayında cereyan etti.” Ancak bu, bir yanılmadır. Zira Ramazan’da olan, Mekke’nin fethi için yapılan gazadır. Ebu’l-Esved de Urve’den -doğru kabul edilen görüşe uygun olarak- Hudeybiye’nin, Zilkade ayında gerçekleştiğini nakletmiştir. Buhari ile Müslim’de Enes’ten gelen bir rivâyete göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem dört umre yapmıştır ve bunların hepsi de Zilkade ayındadır. Bunlardan birisinin de Hudeybiye umresi olduğunu zikretmiştir. (O sırada) Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte bin beş yüz kişi vardı ki Buhari ile Müslim’de yer alan ve Câbir’den gelen rivâyette böyle geçmektedir. Yine Buhari ve Müslim’de yer alıp Câbir’den gelen bir başka rivâyete göre de bin dört yüz kişi idiler. Buhari ile Müslim’de Abdullah b. Ebî Evfâ’dan gelen rivâyete göre o: Biz, bin üç yüz kişi idik, demiştir. Katade der ki: Said b. el-Müseyyeb’e sordum: “Rıdvan biatında hazır bulunanlar kaç kişi idiler?” O: “Bin beş yüz kişi idiler” dedi. Ben: “Ama Cabir b. Abdullah: Bin dört yüz kişi idiler, demektedir.” deyince şöyle dedi: “Allah’ın rahmeti onun üzerine olsun. O yanılmıştır. Bana onların bin beş yüz kişi olduklarını nakletmişti.” Ben (İbnu’l-Kayyım) derim ki: Bu iki görüş de Cabir’den sahih olarak nakledilmiştir. Yine ondan sahih olarak gelen rivâyete göre Hudeybiye günü her yedi kişi için bir deve olmak üzere yetmiş deve kesmişlerdir. Ona: Kaç kişi idiniz?, diye sorulunca da o: Atlımızla, piyademizle bin dört yüz kişi idik. demiştir. Ben de bu görüşün daha doğru olduğu kanaatindeyim. Aynı zamanda bu, el-Berâ b. Âzib, Ma’kil b. Yesar, iki rivâyetten daha sahih olanına göre Seleme b. el-Ekvâ ile el-Müseyyeb b. Hazn’in de görüşüdür. Şu’be, Katade’den, o Said b. el-Müseyyeb’den, o da babasından naklen şöyle demiştir: Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte ağacın altında bin dört yüz kişi idik. Onların yedi yüz kişi olduklarını söyleyenler, açıkça hata etmiştir. Bu kanaatte olanların dayanağı şudur: O gün ashab yetmiş deve kesmişlerdi. Bir devenin yedi yahut on kişi için yeterli olduğuna dair rivâyetler gelmiştir. Ancak bunun böyle olması, bu kanaati ileri sürenlerin görüşlerinin doğruluğuna delil değildir. Çünkü bu gazvede bir devenin yedi kişi için yeterli olduğu açıkça ifade edilmiştir. Eğer yetmiş deve hepsi adına kesilmiş olsa idi, onların dört yüz doksan kişi olmaları gerekirdi. Halbuki aynı hadisin devamında bin dört yüz kişi oldukları zikredilmektedir. Zülhuleyfe denilen yere vardığında Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hediye kurbanlarına gerdanlık takıp onları alâmetlendirmiş, umre yapmak üzere de ihrama girmişti. Önden Huzaalılardan birisini de Kureyş’in durumunu haber almak üzere gözcü olarak göndermişti. Usfan’a yakın bir yere geldiklerinde gönderdiği gözcü yanına gelerek şöyle demişti: “Ben buraya gelirken Ka’b b. Luey oğulları sana karşı farklı kabilelerden bir grup toplamış ve senin için büyük kalabalıkları bir araya getirmiş idi. Seninle savaşmak istiyorlar ve seni Kâbe’ye ulaşmaktan alıkoyacaklar.” Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, ashabı ile istişare edip şöyle demişti: “Ne dersiniz? Bunlara yardım edenlerin geride bıraktıkları çoluk çocukları üzerine baskın yaparak onları esir alalım mı? Eğer savaşmayacak olurlarsa çoluk çocuklarını kaybetmiş ve esir alınmış olarak otururlar. Eğer kurtulacak olurlarsa o takdirde bu, Allah’ın kopardığı bir boyun olur. (Böyle mi yapalım) yoksa Beyt’e doğru gidelim ve bizi ona girmekten alıkoyanlarla mı savaşalım?” Ebu Bekir radıyallahu anh: “Allah ve Rasûlü daha iyi bilir. Bizler umre için geldik. Kimse ile savaşmak için gelmedik. Ancak bizi Beyt’e ulaşmaktan engelleyenlerle savaşırız.”, dedi. Bunun üzerine Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem: “O halde yola devam edin”, dedi. Yollarına koyuldular. Yolun bir bölümünde Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Halid b. Velid Kureyşli birtakım atlılar ile birlikte el-Ğamîm denilen yerde bulunmaktadır. O bakımdan siz sağ taraftan yol alın.” Allah’a andolsun ki Halid, onların farkına bile varmadı. Nihâyet ordunun toz-dumanı içinde kalınca hemen hızlıca geri dönüp Kureyşlileri uyarmak üzere at koşturmaya başladı. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem üzerlerine doğru ineceği tepeye varıncaya kadar yoluna devam etti. Bu tepeye varınca bineği çöktü. İnsanlar onu kaldırmak istedilerse de o yerinden kalkmamakta direndi. “Kasvâ çöktü de kalkmıyor” dediler. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Hayır, Kasva kendisi çökmedi. Onun öyle (çöküp kalkmamak diye) bir huyu yoktur. Fakat fili (yoluna koyulmaktan) alıkoyan, onu da alıkoydu.” Daha sonra şöyle buyurdu: “Canım elinde olana yemin ederim ki bugün Allah’ın saygı duyulmasını istediği bir hususu tazim edecekleri şekilde benden ne isterlerse onlara onu vereceğim (kabul edeceğim) dedikten sonra devesini harekete geçirdi, o da (Peygamber sırtında olduğu halde) hemen ayağa kalktı. Hudeybiye’nin en ucunda suyu az bir yerde konaklayıncaya kadar da yoluna devam etti. Bu su az olduğundan dolayı azar azar su alınabiliyordu. Kısa bir süre sonra insanlar oranın suyunu da tükettiler. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e susuz kaldıklarından dolayı şikâyette bulununca Peygamber de torbasından bir ok alıp bu oku suyun bulunduğu yere bırakmalarını istedi. Allah’a yemin olsun, su hemen kaynamaya başladı ve oradan ayrılıncaya kadar su ihtiyaçlarını karşıladılar. Peygamber yakınlarına gelip konakladığından dolayı Kureyş korkuya kapıldı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem onlara ashabından birisini göndermek istedi. Onlara göndermek üzere Ömer b. el-Hattab’ı çağırdı, o: “Ey Allah’ın Rasûlü, dedi. Bana herhangi bir zarar verilecek olursa, Mekke’de Ka’b oğullarından beni koruyacak bir kimse yoktur. Benim yerime Osman b. Affân’ı gönder, onun aşireti ve akrabaları oradadır. O, senin istediğini onlara bildirir.” Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, Osman b. Affân’ı çağırdı, onu Kureyşlilere elçi olarak göndererek dedi ki: “Onlara biz savaş için gelmedik, biz umre yapmak üzere geldik diye bildir ve onları İslâm’a davet et.” Ona Mekke’de bulunan mü’min birtakım erkek ve kadınların yanına giderek Mekke’nin fethedileceği müjdesini vermesini, Yüce Allah’ın dinini Mekke’de artık orada imanın saklanmasına gerek kalmayacak şekilde hakim kılacağını onlara haber vermesini de emretti. Osman radıyallahu anh yola koyuldu. Beldah denilen yerde Kureyşlilere rastgeldi. Ona: “Nereye gidiyorsun?” dediler. Şu cevabı verdi: “Rasûlullah beni sizi Allah’ın yoluna ve İslâm’a davet etmek, bizim savaşmak için değil, sadece umre yapmak üzere geldiğimizi haber vermek üzere gönderdi.” Ona: “Senin söylediğini dinledik. Sen işine gidebilirsin”, dediler. Ebân b. Sa’d, kalkıp geldi ve onu güzel bir şekilde karşılayarak atını eğerledi ve Osman radıyallahu anh’ı ata bindirerek, onu himayesi altına aldığını bildirdikten sonra Mekke’ye varıncaya kadar terkisinde götürdü. Osman radıyallahu anh dönmeden önce müslümanlar: “Osman bizden önce Kabe’ye vardı ve Kabe’yi tavaf etti”, dediler. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Bizler oraya girmekten engellenmiş iken onun Beyt’i tavaf edeceğini zannetmiyorum” dedi. Ashab: “Ey Allah’ın Rasûlü! Oraya kadar varmışken niye onu tavaf etmesin ki?, dediler. Peygamber: “Benim onun hakkındaki kanaatim budur. Biz onunla birlikte tavaf etmedikçe o, Kâ’be’yi tavaf etmez.” Sulh konusunda müslümanlarla müşrikler birbirlerine karıştılar. İki taraftan birisinden olan bir kişi, diğerine bir ok attı ve arada bir çarpışma oldu. Karşılıklı olarak ok ve taş attılar. Her iki kesim de kendilerinden olanları yardıma çağırdı. Nihâyet her iki kesim eline geçirdiklerini rehin aldı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e Osman’ın öldürüldüğü haberi ulaşınca o da (ashabı) biate çağırdı. Müslümanlar Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yanına koşuştular. O sırada o, ağaç altında bulunuyordu ve kaçmamak üzere ona biat ettiler. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bir elini diğerinin üzerine koydu ve: “Bu da Osman’ın yerine” buyurdu. Biat tamamlandıktan sonra Osman radıyallahu anh geri döndü. Müslümanlar ona: “Ey Abdullah’ın babası! Beyt’i tavaf edip de gönlün rahatladı mı?” dediler. Şu cevabı verdi: “Benim hakkımda kötü zanda bulunmuşsunuz. Nefsim elinde olana yemin olsun, Rasûlullah Hudeybiye’de olduğu halde orada bir sene dahi kalacak olsaydım, Rasûlullah Beyt’i tavaf etmedikçe ben de tavaf etmezdim. Kureyş bana Beyt’i tavaf etme teklifini yaptı, fakat ben kabul etmedim.” Bunun üzerine müslümanlar şöyle dediler: “Rasûlullah aramızda Allah’ı en iyi bilendir ve en güzel zan besleyenimiz de odur.” Ömer radıyallahu anh ağacın altında biat için Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in elini tutmuştu. el-Ced b. Kays müstesna, bütün müslümanlar ona biat etmişti. Ma’kil b. Yesar da Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in üzerine gelen ağacın dallarını çekiyordu. Ona ilk bey’at eden kişi ise Esed’li Ebu Sinan idi. Seleme b. el-Ekva ise herkesle beraber başta, ortada ve sonda olmak üzere üç defa biatta bulundu. Onlar bu halde iken Huzaalı Budeyl b. Verka, bir grup Huzaalı ile birlikte onların yanına geldi. Huzaalılar Tihâme ahalisinden Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile samimi birliktelikleri olan bir kabile idi. Budeyl: “Ben gelirken Ka’b b. Luey ile Amir b. Luey oğulları Hudeybiye’deki suların başında konaklamış idiler. Beraberlerinde (sütlerini azık etmek için kullandıkları) dişi develeri de var. Seninle savaşacaklar ve seni Beyt’e ulaşmaktan alıkoyacaklar.” Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Biz kimse ile savaşmak için gelmedik. Biz umre yapmak üzere geldik. Savaş Kureyşlileri zaten yeyip bitirdi ve onlara epey zararı oldu. Eğer arzu ederlerse biz onlara bir müddet tayin ederiz ve onlar da bizi insanlarla (diğer müşriklere davetle) başbaşa bırakırlar. Şâyet (Araplara galip gelirsem ve) onlar da insanların girdikleri (bu dine) girmek isterlerse, bunu yapabilirler. Eğer ben galip gelemezsem onlar da (savaştan yana) rahatlamış olurlar. Eğer savaştan başka bir şey kabul etmezlerse nefsim elinde olana yemin ederim ki ben de ölünceye kadar bu din uğrunda onlarla savaşırım yahut da Allah emrini gerçekleştirir.” Budeyl: Senin bu söylediklerini onlara bildireceğim, dedi. Oradan ayrılıp Kureyşlilerin yanına gitti ve şöyle dedi: “Ben şu adamın yanından size geliyorum. Onun bir söz söylediğini duydum. İsterseniz onu size arzedebilirim.” Ayak takımları: “Ondan bize söz etmeni istemiyoruz”, dediler. Aralarından görüş sahibi kimseler de: “Ne duyduysan bize söyle”, dediler. O da: “Onun, şunları şunları söylediğini duydum”, deyince Urve b. Mesud es-Sakafî şöyle dedi: “Bu adam size iyi bir teklifte bulunuyor. Onu kabul edin. Bırakın da ben onun yanına gideyim.” Bunun üzerine: “Haydi onun yanına git”, dediler. Urve, Peygamber’in yanına gitti. Onunla konuşmaya koyuldu. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Budeyl’e söylediklerinin benzerini ona da söyledi. O vakit Urve ona şunları söyledi: “Ya Muhammed! Sen kavminin kökünü kuruttun diyelim. Senden önce Araplardan herhangi bir kimsenin yakınlarını bu şekilde imha ettiğini duydun mu? Eğer başka türlü olacak olursa Allah’a yemin ederim, ben çevrende öyle birtakım yüzler ve öyle sıradan insanlar görüyorum ki, seni bırakıp kaçarlar.” Ebû Bekir radıyallahu anh ona şunları söyledi: “Sen git Lat putunun bilmem neresini em. Biz mi kaçıp onu bırakacakmışız?” Urve: “Bu kim?” diye sorunca, Ebû Bekir’dir, dediler. Urve dedi ki: “Nefsim elinde olana yemin ederim, eğer senin vakti ile bana yaptığın ve henüz daha sana karşılığını veremediğim bir iyiliğin bulunmasaydı, hiç şüphesiz sana karşılık verirdim.” Urve Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile konuşmaya koyuldu. Onunla konuştuğu her seferinde sakalını tutmak için uzanıyordu. Muğîre b. Şu’be de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in yanı başında elinde kılıç, başında da miğferi olduğu halde duruyordu. Urve, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in sakalından tutmak istediği her seferinde Muğire elindeki kılıcın kabzası ile Urve’nin eline vuruyor ve: “Elini Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in sakalından çek”, diyordu. Urve başını kaldırarak: “Bu da kim?” deyince; Bu, Muğire b. Şube’dir, dediler. Urve dedi ki: “Ey hain! Ben senin yaptığın hainliğin (borcunu ödemek) için çalışıp durmamış mıydım?” Muğire, bir topluluk ile birlikte arkadaşlık etmiş, onları öldürmüş, mallarını almış daha sonra da İslâm’â girmişti. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ise ona şöyle buyurmuştu: “Müslüman olmanı kabul ediyorum, ödemen gereken mala gelince benim onunla hiçbir ilgim yok.” Daha sonra Urve, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabının durumunu gözetlemeye koyuldu. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in ağzından bir şey (tükürük) çıksa mutlaka onlardan birisi onu kapıyor ve yüzüne ve vücuduna sürüyordu. Onlara bir emir verdi mi alelacele emrini yerine getirmek için koşuşuyorlardı. Abdest aldı mı abdest suyunu almak için adeta birbirleri ile vuruşuyorlardı. Konuştu mu huzurunda seslerini kısıyorlardı. Onu tazimlerinden yüzüne uzunca bakamıyorlardı. Urve arkadaşlarının yanına döndü ve şöyle dedi: “Ey kavmim! Allah’a yemin ederim ki ben Kisra, Kayser ve Necaşi gibi hükümdarların yanına vardım. Allah’a yemin ederim, Muhammed’in ashabının, Muhammed’i tazim ettikleri gibi hiçbir hükümdarın yanındakiler tarafından o şekilde tazim edildiğini görmedim. Allah’a yemin ederim ki o tükürse mutlaka onlardan birisi onu kapıyor ve yüzüne ve vücuduna sürüyor. Onlara bir emir verdi mi alelacele emrini yerine getirmek için koşuşuyorlar. Abdest aldı mı abdest suyunu almak için adeta birbirleri ile vuruşuyor. Konuştu mu huzurunda seslerini kısıyorlar. Onu tazimlerinden yüzüne uzunca bakamıyorlar. O size iyi bir teklifte bulunmuştur. Onu kabul ediniz.” Bunun üzerine Kinane oğullarından bir adam kalkıp: “Bırakın da onun yanına ben gideyim”, dedi. Kureyş: “Haydi onun yanına git”, dediler. Kinane oğullarından olan bu kişi, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in bulunduğu yere yaklaştığında Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Bu filandır ve kurbanlık develeri tazim eden bir kavme mensuptur. Bu develeri onun önüne salıverin.” Ashab da telbiye getirip develeri onun önünden geçirerek onu karşıladılar. O da bu durumu görünce: “Subhanallah! Böylelerinin Beyt’e ulaşmalarının engellenmemesi gerekir.” dedi. Arkadaşlarının yanına dönüp şunları söyledi: “Develere gerdanlıklar takılmış ve işaretlenmiş olduklarını gördüm. Görüşüme göre bunlar Beyt’e ulaşmaktan alıkonulmamalıdır.” Bunun üzerine Mikraz b. Hafs ayağa kalktı ve: “Bırakın onun yanına ben gideyim” deyince, Kureyş: “Haydi git” dediler. Mikraz görününce Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Bu Mikraz b. Hafs’dır. Bu, facir birisidir.” Mikr”z, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ile konuşmaya koyuldu. Onunla konuşmakta iken Süheyl b. Amr çıkageldi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem: “Artık işimiz kolaylaştı”, diye buyurdu. Süheyl: “Haydi bizimle senin aranda bir antlaşma yazalım”, dedi. Bunun üzerine Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem katibi çağırdı ve şöyle buyurdu: “Bismillahirrahmanirrahîm, diye yaz.” Süheyl dedi ki: “Rahmân’ı bilmiyoruz, fakat Allah’ın ne olduğunu biliyoruz. O bakımdan daha önceden yazılan şekilde “Bismikellahumme” diye yaz.” Müslümanlar: “Allah’a yemin olsun bunu yazmayız. Bismillahirrahmanirrahîm’den başkasını kabul etmeyiz”, dediler. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem: “Bismikellahumme diye yaz” diye buyurdu. Sonra: “Bu, Rasûlullah Muhammed’in... ittifak ettiği hususlardır” diye yaz, buyurdu. Bunun üzerine Süheyl, şöyle dedi: “Allah’a yemin ederim senin Allah’ın Rasûlü olduğunu bilmiş olsaydık, biz seni Beytullah’tan alıkoymaz ve seninle savaşmazdık. Ama bunun yerine Abdullah oğlu Muhammed yaz.” Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Beni yalanlasanız dahi ben Allah’ın Rasûlüyüm. Muhammed’in oğlu Abdullah diye yaz.” Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Beyt’i tavaf etmemize izin vereceksiniz.” Süheyl dedi ki: “Allah’a yemin olsun, Araplar bizim hakkımızda zor ve baskı ile isteneni kabul ettiler, diye konuşmalarına fırsat vermek istemiyoruz. Ancak sen gelecek yıl tavaf edebilirsin.” Bu şekilde yazıldı. Bunun üzerine Süheyl şunları söyledi: “Bizden sana bir adam gelecek olursa o senin dinin üzere olsa dahi mutlaka onu bize geri vereceksin.” Müslümanlar dediler ki: “Subhanallah! O müslüman olarak gelmişse müşriklere nasıl geri verilebilir?” Tam bu esnada Süheyl’in oğlu Ebu Cendel, zincire vurulmuş ve zincirlerini sürükler bir halde geldi. Mekke’nin aşağı taraflarından çıkıp gelmiş ve kendisini müslümanların arasına atmıştı. Süheyl dedi ki: “Ey Muhammed! İşte bu, seninle yaptığımız anlaşma gereği bize vermen gereken ilk kişidir.” Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem: “Henüz antlaşmanın yazımı bitmedi” diye buyurduğu halde Süheyl şöyle dedi: “Allah’a yemin ederim, o takdirde seninle hiçbir hususta anlaşıp barış yapmam.” Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem: “Onu benim için bırak” dediyse de babası: “Onu asla bırakmam”, dedi. Peygamber tekrar: “Bırak onu” dediyse de babası: “Yapmayacağım”, dedi. Bu sefer Mikraz: “Biz bu antlaşmayı yapıp bitirmiştik” diye itiraz etti. Ebu Cendel: “Ey müslümanlar! Ben müslüman olarak gelmişken müşriklere geri mi verileceğim? Çektiklerimi görmüyor musunuz?” dedi. Ebu Cendel, Allah yolunda ağır işkencelere maruz kalmıştı. Ömer el-Hattab der ki: “Allah’a yemin ederim ki İslâm’a girdiğim günden itibaren yalnız o gün içime şüphe düşmüştü. Bunun üzerine Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e gittim ve: Ey Allah’ın Rasûlü, dedim. Sen Allah’ın peygamberi değil misin? O: “Evet” buyurdu. Peki biz hak üzere değil miyiz? Düşmanlarımız da batıl üzere değiller mi? dedim. “Evet”, buyurdu. Peki, Allah bizimle düşmanlarımız arasında hüküm vermeden, ne diye dinimiz konusunda aşağılanmayı kabul ediyor ve bu halde geri dönüyoruz?” Şöyle buyurdu: “Ben Allah’ın Rasûlüyüm. O bana yardım edecektir. Ben O’na asla isyan etmem.” Bu sefer şöyle dedim: Sen bizlere Beyt’e gideceğiz ve Beyt’i tavaf edeceğiz, diye söylemiyor muydun? O da: “Evet; ama ben bu sene Beyt’e gideceğiz diye bir şey söyledim mi sana?” Ben de: Hayır, dedim. Bunun üzerine: “Hiç şüphesiz sen Beyt’e gideceksin ve orayı tavaf edeceksin”, dedi. Bu sefer Ebu Bekir’in yanına gittim. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e söylediklerimi ona da söyledim. Ebu Bekir radıyallahu anh, aynen Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem gibi cevap verdi ve şunları ekledi: “Sen ölünceye kadar onun emrinin dışına çıkma! Allah’a andolsun ki o, hak üzeredir.” Bu tavrımdan dolayı (kefaret olsun diye) pek çok ameller işledim.” Antlaşmanın yazılması bitince Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Haydi kalkın ve kurbanlıklarınızı kesin. Sonra da tıraş olun.” Allah’a andolsun ki bu sözlerini üç defa tekrarlamasına rağmen onlardan bir kişi dahi yerinden kalkmadı. Kimse ayağa kalkmayınca Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, Ümmü Seleme radıyallahu anha’nın yanına girdi. İnsanların bu tutumlarını ona anlatınca: “Ey Allah’ın Rasûlü, bu işi yapmalarını istiyor musun? Dışarı çık, kimseye tek bir kelime söylemeksizin git develerini kes. Sonra da berberini çağır, senin saçlarını tıraş etsin”, dedi. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de kalktı dışarı çıktı, kimse ile konuşmaksızın develerini kesti ve daha sonra berberini çağırdı ve berberi saçlarını tıraş etti. Peygamber’in bu davranışını görenler de kalktılar, develerini kestiler ve biri diğerini tıraş etmeye başladı. Öyle ki kederden dolayı nerede ise birbirlerini keseceklerdi. Daha sonra iman etmiş birtakım kadınlar geldiler. Bunun üzerine Yüce Allah: “Ey iman edenler! Mü’min kadınlar hicret etmiş olarak size geldiklerinde onları imtihan edin... Kâfir kadınları da nikâhınız altında tutmayın” (el-Mümtehine, 60/10) ayetini indirdi. O gün Ömer radıyallahu anh nikahı altında bulunan müşrik iki kadını boşadı. Bunlardan birisi ile Muaviye, diğeri ile Savfan bin Umeyye evlendi. Daha sonra Peygamber (ashabı ile birlikte) Medine’ye geri döndü. Dönüşünde Yüce Allah: “Gerçekten biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik” buyruğunu surenin sonuna kadar indirdi. Ömer radıyallahu anh: Ey Allah’ın Rasûlü, bu bir fetih midir?, diye sorunca o: “Evet”, dedi. Sahabe: “Ne mutlu sana ya Rasûlullah! Peki, bizim için ne var?” deyince Yüce Allah da: “İmanlarına iman katmaları için mü’minlerin kalbine sekinetini/huzurunu indiren O’dur...” âyetini indirdi.[1]
Fetih Sûresi’nin tefsiri burada sona ermektedir. Yüce Allah’a hamd-u senâlar olsun. Peygamberimiz Muhammed’e, onun aile halkına ve ashabına da salât ve selâm olsun.
***