(Mekke’de inmiştir. 35 âyettir)
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adı ile.
{حم (1) تَنْزِيلُ الْكِتَابِ مِنَ اللَّهِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ (2) مَا خَلَقْنَا السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا إِلَّا بِالْحَقِّ وَأَجَلٍ مُسَمًّى وَالَّذِينَ كَفَرُوا عَمَّا أُنْذِرُوا مُعْرِضُونَ (3)}.
1- Hâ, Mîm.
2- Bu Kitap, Azîz ve Hakîm olan Allah tarafından indirilmiştir.
3- Biz; gökleri, yeri ve ikisinin arasında olanları ancak hak
(bir amaç) ve belli bir süre için yarattık. İnkâr edenler ise uyarıldıkları hususlardan yüz çevirmektedirler.
#
{2} هذا ثناءٌ منه تعالى على كتابه العزيز وتعظيمٌ له، وفي ضمن ذلك إرشادُ العباد إلى الاهتداء بنوره والإقبال على تدبُّر آياته واستخراج كنوزِهِ.
1-2. Bu buyruğunda Yüce Allah, azîz Kitabını övmekte ve onu ta’zim etmektedir.
Bu zımnen kullara, o Kitabın nuruyla hidâyet bulmaya, âyetleri üzerinde iyice düşünmeye ve derinliklerindeki hazineleri çıkarmaya yol gösterilmektedir.
#
{3} ولمَّا بيَّن إنزال كتابه المتضمِّن للأمر والنهي؛ ذكر خلقه السماواتِ والأرض، فجمع بين الخَلْق والأمر، {ألا له الخلقُ والأمر}؛ كما قال تعالى: {الله الذي خَلَقَ سبع سماواتٍ ومن الأرض مِثْلَهُنَّ يتنزَّلُ الأمرُ بينَهُنَّ}، وكما قال تعالى: {ينزِّلُ الملائكة بالرُّوح من أمرِهِ على مَن يشاءُ من عبادِهِ أنْ أنذِروا أنَّه لا إله إلا أنا فاتَّقونِ. خلقَ السمواتِ والأرض بالحقِّ}؛ فالله تعالى هو الذي خَلَقَ المكلَّفين، وخلق مساكِنَهم، وسخَّر لهم ما في السماوات وما في الأرض، ثم أرسل إليهم رسله، وأنزل عليهم كُتُبَه، وأمرهم ونهاهم، وأخبرهم أنَّ هذه الدارَ دارُ أعمال وممرٌّ للعمال، لا دار إقامة لا يرحلُ عنها أهلُها، وهم سينتقلون منها إلى دار الإقامة والقرارة وموطن الخلود والدوام، وإنَّما أعمالُهم التي عملوها في هذه الدار سيجدون ثوابها في تلك الدار كاملاً موفَّراً، وأقام تعالى الأدلَّة الدالَّة على تلك الدار، وأذاق العباد نموذجاً من الثواب والعقاب العاجل؛ ليكون أدعى لهم إلى طلب المحبوب والهرب من المرهوب، ولهذا قال هنا: {ما خَلَقْنا السمواتِ والأرضَ وما بينهما إلاَّ بالحقِّ}؛ أي: لا عبثاً ولا سدىً، بل ليعرف العبادُ عظمة خالقهما، ويستدلُّوا على كماله، ويعلموا أنَّ الذي خلقهما على عظمهما قادرٌ على أن يعيدَ العباد بعد موتِهِم للجزاء، وأنَّ خلقهما وبقاءهما مقدرٌ إلى أجل مسمًّى.
فلما أخبر بذلك، وهو أصدق القائلين، وأقام الدليل، وأنار السبيل؛ أخبر مع ذلك أنَّ طائفةً من الخلق قد أبوا إلا إعراضاً عن الحقِّ وصدوفاً عن دعوة الرسل، فقال: {والذين كفروا عمَّا أُنذروا معرضون}. وأمَّا الذين آمنوا؛ فلمَّا علموا حقيقة الحال؛ قبلوا وصايا ربِّهم، وتلقَّوْها بالقبول والتسليم، وقابلوها بالانقياد والتعظيم، ففازوا بكلِّ خير، واندفع عنهم كلُّ شرٍّ.
3. Yüce Allah, emir ve yasaklarını ihtiva eden Kitab’ını indirdiğini açıkladıktan sonra gökleri ve yeri yarattığından söz etmekte ve böylelikle yaratmak ve emretmek özelliklerinin kendisinde toplanmış olduğunu dile getirmektedir.
Nitekim bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: “Dikkat edin, yaratmak da yalnız O’nun işidir, emretmek de.” (el-A’râf, 7/54) “Allah yedi göğü ve yerden de bir o kadarını yaratandır. Emir(ler)i bunlar arasında iner, durur.” (et-Talâk, 65/12)
Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:
“O, kendi emri ile kullarından dilediği kimseler üzerine vahiy ile melekleri: ‘Benden başka hiçbir (hak) ilâh olmadığını bildirin ve benden korkun’ desinler diye indirir. O, gökleri hak (bir amaç) ile yaratmıştır.” (en-Nahl, 16/2-3)
Mükellefleri, onların barındıkları yerleri yaratan, göklerle yerde bulunan her şeyi onlara amade kılan Yüce Allah’tır. Daha sonra O, insanlara peygamberlerini göndermiş, onlara kitaplarını indirmiş, emir ve yasaklar koymuş, onlara bu dünya yurdunun bir amel yeri, amelde bulunanlar için bir geçiş yurdu olduğunu, kalınacak ve başka bir yere gitmemek üzere barınabilecekleri bir yurt olmadığını bildirmiştir. Onlar bu yurtlarından yakında ebedi kalacakları yurda, sonsuz hayatın vatanına doğru yola koyulacaklardır. Orada bu dünyadaki iyi amellerinin mükâfatlarını mükemmel ve eksiksiz olarak göreceklerdir. Yüce Allah, bu ebedî yurdun varlığına dair delilleri ortaya koymuş, kullara dünyada mükafat ve cezanın bir örneğini -sevilen şeyleri talep etmekte ve korkulan şeylerden kaçmakta daha bir etkili olması için- tattırmıştır.
Bundan dolayı burada: “Biz; gökleri, yeri ve ikisinin arasında olanları ancak hak (bir amaç) ile... yarattık” diye buyurmaktadır. Yani onların yaratılışı abes ve boş yere değildir. Aksine kulların bunları yaratanın azametini bilmeleri, O’nun kemaline bunları delil olarak görmeleri için yaratmıştır. Bunlar, yaratanın, kulları amellerinin karşılığını vermek üzere ölümlerinden sonra tekrar var etmeye gücünün yettiğini ve onların yaratılışlarının
“belirli bir süre”ye kadar söz konusu olduğunu bilmeleri için yaratmıştır.
Sözü mutlak doğru olan Allah, bu gerçeği bildirip buna dair delilleri ortaya koyarak yolu aydınlattıktan sonra insanlardan bir kesimin, -buna rağmen- haktan yüz çevirmekten başka bir şeye yanaşmadıklarını,
peygamberlerinin yollarından yan çizmekten başka bir tavır takınmadıklarını bildirmek üzere: “İnkâr edenler ise uyarıldıkları hususlardan yüz çevirmektedirler” buyurmaktadır.
İman edenler ise işin gerçek mahiyetini bildikleri için Rablerinin tavsiyelerini kabul etmiş; bu tavsiyeleri gönül hoşluğu ve teslimiyetle karşılamışlar, bunlara tazim göstererek bağlılıklarını sürdürmüşlerdir. Bu sebepten her türlü hayra nâil olmuş ve her türlü kötülükten uzak kalabilmişlerdir.
{قُلْ أَرَأَيْتُمْ مَا تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ أَرُونِي مَاذَا خَلَقُوا مِنَ الْأَرْضِ أَمْ لَهُمْ شِرْكٌ فِي السَّمَاوَاتِ ائْتُونِي بِكِتَابٍ مِنْ قَبْلِ هَذَا أَوْ أَثَارَةٍ مِنْ عِلْمٍ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ (4) وَمَنْ أَضَلُّ مِمَّنْ يَدْعُو مِنْ دُونِ اللَّهِ مَنْ لَا يَسْتَجِيبُ لَهُ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ وَهُمْ عَنْ دُعَائِهِمْ غَافِلُونَ (5) وَإِذَا حُشِرَ النَّاسُ كَانُوا لَهُمْ أَعْدَاءً وَكَانُوا بِعِبَادَتِهِمْ كَافِرِينَ (6)}.
4-
De ki: “Söyleyin bakalım, Allah’ın dışında yalvardıklarınız, yeryüzünde ne yaratmışlar, gösterin bana! Yoksa onların gökyüzünün (yaratılışında) mı bir ortaklıkları var? Eğer doğru söylüyorsanız, (iddialarınızı desteklemek üzere) bana bu (Kur'ân’dan) önce (indirilmiş) bir kitap yahut bir bilgi kalıntısı getirin (de görelim)!”
5- Allah’ın dışında kendisine Kıyamete kadar cevap veremeyecek olan ve
(hatta) kendilerine yapılan dualardan habersiz olan kimselere dua edenden daha sapık kim olabilir?
6- İnsanlar haşredilip toplandıklarında onlar, kendilerine
(ibadet edenlere) düşman kesilirler ve onların ibadetlerini inkâr ederler.
#
{4} أي: {قل}: لهؤلاء الذين أشركوا بالله أوثاناً وأنداداً لا تملك نفعاً ولا ضرًّا ولا موتاً ولا حياة ولا نشوراً، قل لهم مبيناً عجز أوثانهم، وأنَّها لا تستحقُّ شيئاً من العبادة: {أروني ماذا خَلَقوا من الأرض أمْ لهم شِرْكٌ في السمواتِ}: هل خلقوا من أجرام السماوات والأرض شيئاً؟ هل خلقوا جبالاً؟ هل أجْرَوْا أنهاراً؟ هل نشروا حيواناً؟ هل أنبتوا أشجاراً؟ هل كان منهم معاونةٌ على خلق شيءٍ من ذلك؟ لا شيء من ذلك بإقرارهم على أنفسهم فضلاً عن غيرهم. فهذا دليلٌ عقليٌّ قاطعٌ على أنَّ كلَّ من سوى الله؛ فعبادتُه باطلةٌ.
ثم ذكر انتفاء الدليل النقليِّ، فقال: {ائتوني بكتابٍ من قبل هذا}: الكتاب، يدعو إلى الشرك، {أو أثارةٍ من علم}: موروث عن الرسل يأمر بذلك. من المعلوم أنَّهم عاجزون أن يأتوا عن أحدٍ من الرسل بدليل يدلُّ على ذلك، بل نجزم ونتيقَّن أنَّ جميع الرسل دَعَوْا إلى توحيد ربِّهم ونَهَوْا عن الشرك به، وهي أعظم ما يؤثَر عنهم من العلم؛ قال تعالى: {ولقد بَعَثْنا في كلِّ أمةٍ رسولاً أنِ اعبدوا الله واجتنبوا الطاغوتَ}، وكلُّ رسول قال لقومه: {اعبُدوا الله ما لكم من إلهٍ غيرُه}، فعُلِمَ أنَّ جدال المشركين في شركهم غير مستندين على برهانٍ ولا دليل، وإنَّما اعتمدوا على ظنونٍ كاذبةٍ وآراءٍ كاسدةٍ وعقولٍ فاسدةٍ، يدلك على فسادها استقراء أحوالهم وتتبُّع علومهم وأعمالهم والنظرُ في حال من أفْنَوْا أعمارهم بعبادته؛ هل أفادهم شيئاً في الدُّنيا أو في الآخرة.
4. Yani Allah'a herhangi bir fayda sağlayamayan, zarar veremeyen, öldüremeyen, hayat veremeyen, ölümden sonra diriltemeyen birtakım put ve heykelleri Allah’a ortak koşan şu müşriklere; putlarının âcizliklerini ve ibadet namına hiçbir şeyi hak etmediklerini onlara açıkça anlatmak üzere
“de ki: Söyleyin bakalım, Allah’ın dışında yalvardıklarınız, yeryüzünde ne yaratmışlar, gösterin bana! Yoksa onların gökyüzünün (yaratılışında) mı bir ortaklıkları var?”
Onlar, gökteki ve yerdeki varlıklardan herhangi birini yaratmışlar mıdır? Dağları yaratmış, nehirleri akıtmış, bir canlıya hayat vermiş, ağaçları bitirmişler midir? Bunlardan herhangi bir varlığın yaratılmasında
(Allah’a) herhangi bir yardımları olmuş mudur?
Başkalarının söyleyecekleri bir tarafa, bizzat kendi ikrarlarıyla dahi böyle bir şeyin olmadığı ortadadır.
İşte bu, Allah’tan başka bütün varlıklara ibadetin batıl olduğuna kesin ve aklî bir delildir.
Daha sonra Allah,
bu batıl iddiaya naklî bir delilin de bulunamayacığını söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Eğer doğru söylüyorsanız, (iddialarınızı desteklemek üzere) bana bu (Kur'ân’dan) önce (indirilmiş)” şirke çağıran
“bir kitap yahut bir bilgi kalıntısı” peygamberlerden miras alınmış ve şirki emreden bir bilgi
“getirin.” Onların herhangi bir peygamberden buna dair bir delil getirmekten yana aciz oldukları ise bilinen bir husustur.
Zira bizler, kesinlikle biliyor ve inanıyoruz ki bütün peygamberler, Rablerini tevhid etmeye davet etmiş ve O’na ortak koşmayı yasaklamışlardır. Bu ise onlardan nakledilegelen en büyük ilimdir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Andolsun Biz her ümmet arasında: Allah’a ibadet edin ve tâğûttan kaçının, diyen bir peygamber göndermişizdir.” (en-Nahl, 16/36)
Her bir peygamber kavmine
“Allah’a ibadet edin, sizin O’ndan başka hiçbir (hak) ilâhınız yoktur” (el-Mü’minûn, 23/32) diye tebliğde bulunmuştur.
Böylelikle müşriklerin şirkleri adına mücadele verip tartışmalarında, herhangi bir belge ya da delile dayalı olmadıkları, yalnızca zanlardan hareket ettikleri ve görüşlerinin dayanaksız olduğu ortaya çıkmaktadır.
Onların bu kanaatlerinin çürüklüğünü anlayabilmek için bir yandan onların hallerini gözden geçirmemiz, ilim ve amellerini incelememiz,
diğer yandan da kendilerine ibadet uğrunda ömürlerini harcadıkları varlıklarının durumuna bir göz atmamız yeterli olacaktır: Acaba bu varlıkların kendilerine dünyada ya da âhirette herhangi bir faydaları var mıdır? İşte bundan dolayı Yüce Allah devamla şöyle buyurmaktadır:
#
{5 ـ 6} ولهذا قال تعالى: {ومن أضلُّ ممَّن يدعو من دونِ الله من لا يستجيبُ له إلى يوم القيامةِ}؛ أي: مدة مقامه في الدنيا لا ينتفع به مثقال ذرَّة، {وهم عن دعائهم غافلون}: لا يسمعون منهم دعاءً ولا يجيبون لهم نداءً. هذا حالهم في الدُّنيا، ويوم القيامة يكفرون بشرككم، وإذا حُشِرَ الناس كانوا لهم أعداء يلعن بعضُهم بعضاً، ويتبرأ بعضُهم من بعض وكانوا بعبادتهم كافرين.
5-6.
“Allah’ın dışında kendisine Kıyamete kadar cevap veremeyecek” yani dünyada kaldığı sürece bundan kendisine zerre ağırlığı dahi bir fayda sağlayamayacak
“olan ve (hatta) kendilerine yapılan dualardan habersiz olan” onların hiçbir dualarını işitemeyen, hiçbir seslenişlerine karşılık veremeyen
“kimselere dua edenden daha sapık kim olabilir?” Üstelik bu onların dünyadaki halleridir. Kıyamet gününde ise onların ibadet ettikleri bu varlıklar, onların ortak koşmalarını ret ve inkâr edeceklerdir. İnsanlar mahşer meydanına toplandıklarında onlara düşman kesileceklerdir. O sıra biri diğerine lanet okur, biri diğerinden uzak olduğunu ileri sürer.
{وَإِذَا تُتْلَى عَلَيْهِمْ آيَاتُنَا بَيِّنَاتٍ قَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لِلْحَقِّ لَمَّا جَاءَهُمْ هَذَا سِحْرٌ مُبِينٌ (7) أَمْ يَقُولُونَ افْتَرَاهُ قُلْ إِنِ افْتَرَيْتُهُ فَلَا تَمْلِكُونَ لِي مِنَ اللَّهِ شَيْئًا هُوَ أَعْلَمُ بِمَا تُفِيضُونَ فِيهِ كَفَى بِهِ شَهِيدًا بَيْنِي وَبَيْنَكُمْ وَهُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ (8) قُلْ مَا كُنْتُ بِدْعًا مِنَ الرُّسُلِ وَمَا أَدْرِي مَا يُفْعَلُ بِي وَلَا بِكُمْ إِنْ أَتَّبِعُ إِلَّا مَا يُوحَى إِلَيَّ وَمَا أَنَا إِلَّا نَذِيرٌ مُبِينٌ (9) قُلْ أَرَأَيْتُمْ إِنْ كَانَ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ وَكَفَرْتُمْ بِهِ وَشَهِدَ شَاهِدٌ مِنْ بَنِي إِسْرَائِيلَ عَلَى مِثْلِهِ فَآمَنَ وَاسْتَكْبَرْتُمْ إِنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ (10)}
7- Âyetlerimiz onlara apaçık deliller halinde okunduğunda kâfir olanlar,
kendilerine gelmiş olan hakka: “Bu, apaçık bir büyüdür” dediler.
8-
Yoksa onlar: “Onu kendisi uydurdu” mu diyorlar? De ki:
“Eğer onu ben uydurmuş isem siz, Allah(ın azabın)a karşı bana hiçbir fayda sağlayamazsınız. O, sizin (Kur'ân hakkında) daldığınız (iftiraları) pek iyi bilir. Benimle sizin aranızda şahit olarak O yeter. O, çok bağışlayıcıdır, pek merhametlidir.”
9-
De ki: “Ben, peygamberlerin ilki değilim. Ne bana ne de size ne yapılacağını bilemem. Ben, ancak bana vahyolunana uyarım. Zira ben, sadece apaçık bir uyarıcıyım.”
10-
De ki: “Söyleyin bana! Eğer o (Kur'ân), Allah tarafından gelmiş de siz onu inkâr etmişseniz ve İsrailoğullarından bir şahit onun bir benzerine şahitlik ve iman etmiş de siz büyüklük taslamışsanız (o zaman sizden daha sapık kim olabilir)? Gerçek şu ki Allah, zalim toplumu hidâyete erdirmez.”
#
{7} أي: {وإذا تُتْلى}: على المكذِّبين {آياتُنا بيناتٍ}: بحيث تكون على وجهٍ لا يُمترى بها، ولا يشكُّ في وقوعها وحقِّها؛ لم تفِدْهم خيراً، بل قامت عليهم بذلك الحجة، ويقولون من إفكهم وإفترائهم {للحقِّ لمَّا جاءهم هذا سحرٌ مبينٌ}؛ أي: ظاهرٌ لا شكَّ فيه. وهذا من باب قلب الحقائق، الذي لا يروجُ إلاَّ على ضعفاء العقول، وإلاَّ؛ فبين الحقِّ الذي جاء به الرسولُ - صلى الله عليه وسلم - وبين السحر من المنافاة والمخالفة أعظم ممَّا بين السماء والأرض، وكيف يقاسُ الحقُّ ـ الذي علا وارتفع ارتفاعاً علا على الأفلاك، وفاق بضوئه ونوره نور الشمس، وقامت الأدلَّة الأفقيَّة والنفسيَّة عليه، وأقرَّت به، وأذعنت أولو البصائر والعقول الرزينة بالباطل الذي هو السحرُ الذي لا يصدُرُ إلاَّ من ضالٍّ ظالمٍ خبيث النفس خبيث العمل؛ فهو مناسبٌ له وموافقٌ لحاله؟! وهل هذا إلاَّ من البهرجة؟!
7.
“Âyetlerimiz onlara” inkarcılara hiçbir kimsenin şüphe etmesi söz konusu olmayacak, gerçekliklerinde ve hakikati dile getirişlerinde en ufak bir tereddüt bulunmayacak şekilde
“apaçık deliller halinde okunduğunda kâfir olanlar” onlardan istifade etmezler. Ancak alyhlerinde delil sabit olmuş olur. Onlar, iftira ve yalancılıklarından ötürü
“kendilerine gelmiş olan hakka: “Bu, apaçık bir büyüdür” dediler.” Yani ‘Bunun büyü olduğu şüphesizdir’, dediler. Bu ise gerçekleri tersyüz etmektir. Buna ancak kıt akıllı kimseler kanar. Yoksa Allah Rasûlü’nün getirdiği hak ile büyü arasında gök ile yer arasındakinden daha fazla bir fark olduğu ortadadır. En yüce gök cisimlerinden daha yüksek, ışığı ve nuruyla güneşten daha aydınlık olan, iç ve dış dünyadaki delillerin desteklediği, basiret ve sağlam akıl sahiplerinin ikrar ve kabul ettiği hak, ancak sapık, zalim, nefsi ve ameli murdar kişilerin ortaya koydukları batılın ta kendisi olan sihir ile nasıl kıyaslanabilir? Sihir, ancak böylelerine yakışır. Kur’ân hakkında böyle bir iddia ise gerçeğin tersyüz edilmesinden başka bir şey değildir?
#
{8} {أم يقولون افتراه}؛ أي: افترى محمدٌ هذا القرآن من عند نفسه؛ فليس من عند الله، {قل} لهم: {إن افتريتُهُ}؛ فالله عليَّ قادرٌ وبما تفيضون فيه عالمٌ؛ فكيف لم يعاقبني على افترائي الذي زعمتم؛ فهل {تملِكون لي من الله شيئاً}: إنْ أرادني الله بضرٍّ أو أرادني برحمةٍ؟ {كفى به شهيداً بيني وبينَكم}: فلو كنت متقولاً عليه؛ لأخذ مني باليمين، ولعاقبني عقاباً يراه كلُّ أحدٍ؛ لأنَّ هذا أعظم أنواع الافتراء لو كنت متقوِّلاً. ثم دعاهم إلى التوبة مع ما صدر منهم من معاندة الحقِّ ومخاصمته، فقال: {وهو الغفورُ الرحيم}؛ أي: فتوبوا إليه، وأقلعوا عما أنتم فيه يغفر لكم ذنوبكم، ويرحمكم فيوفقكم للخير، ويثيبكم جزيل الأجر.
8.
“Yoksa onlar: “Onu kendisi uydurdu” mu diyorlar?” Yani Muhammed, bu Kur’ân’ı kendiliğinden uydurdu. Bu Kur’ân Allah’tan gelmemiştir.
Sen de onlara
“de ki: Eğer onu ben uydurmuş isem...” Allah’ın bana gücü yeter ve sizin bu konuda neler söylediğinizi bilmektedir. O halde sizin iddia ettiğiniz gibi ben O’na iftira ediyor isem ne diye bundan dolayı beni cezalandırmıyor?
“siz, Allah(ın azabın)a karşı bana hiçbir fayda sağlayamazsınız.” Allah, bana bir kötülük ya da bir iyilik yapmak istese siz buna engel olamazsınız.
“Benimle sizin aranızda şahit olarak O yeter.” Eğer ben, O’na iftira eden birisi olsaydım, beni azabıyla yakalar, herkesin göreceği bir cezaya çarptırırdı. Çünkü böylesi bir iftirada bulunsaydım, iftiraların en büyüğünü yapmış olurdum.
Daha sonra hakka karşı inatla direnmelerine ve ona düşmanlık etmelerine rağmen onları tevbe etmeye çağırarak şöyle buyurmaktadır:
“O, çok bağışlayıcıdır, pek merhametlidir.” Yani O’na tevbe edin ve bu yaptıklarınıza bir son verin ki günahlarınızı bağışlasın, size merhamet etsin, hayra erişme başarısını ihsan etsin ve sizi pek büyük çapta mükâfatlandırsın.
#
{9} {قلْ ما كنتُ بدعاً من الرُّسل}؛ أي: لست بأول رسول جاءكم حتى تستغربوا رسالتي وتستنكروا دعوتي؛ فقد تقدَّم من الرسل والأنبياء من وافقت دعوتي دعوتهم؛ فلأيِّ شيء تنكرون رسالتي؟! {وما أدري ما يُفْعَلُ بي ولا بكم}؛ أي: لست إلاَّ بشراً، ليس بيدي من الأمر شيء، والله تعالى [هو] المتصرِّفُ بي وبكم، الحاكم عليَّ وعليكم، ولست آتي بالشيء من عندي. {وما أنا إلاَّ نذيرٌ مبينٌ}: فإنْ قبلتُم رسالتي وأجبتُم دعوتي؛ فهو حظُّكم ونصيبُكم في الدُّنيا والآخرة، وإن رددتُم ذلك عليَّ؛ فحسابُكم على الله، وقد أنذرْتكم، ومن أنذر فقد أعذر.
9.
“De ki: Ben peygamberlerin ilki değilim.” İnsanlara gelmiş ilk rasûl ben değilim ki! Ne diye benim risaletimi garip karşılıyor ve davetimi inkâr ediyorsunuz? Benden önce benim çağrıma uygun davette bulunmuş pek çok nebi ve rasûller gelmiş bulunuyor. O halde benim peygamber oluşumu niye yadırgıyorsunuz?
“Ne bana ne de size ne yapılacağını bilemem.” Ben ancak bir insanım, elimden hiçbir şey gelmez. Benim de sizinde üzerinizde tasarruf sahibi olan, benim de mutlak hakimim, sizin de mutlak hakiminiz olan Yüce Allah’tır.
“Ben, ancak bana vahyolunana uyarım.” Kendiliğimden hiçbir şey getirmem, uydurmam.
“Zira ben, sadece apaçık bir uyarıcıyım.” Eğer benim risaletimi tasdik eder, davetimi kabul edersiniz, işte bu, sizin dünya ve âhirette en büyük payınız olur. Eğer reddederseniz, hesabınızı görecek olan Allah’tır. Ben sizi uyarmış bulunuyorum. Uyaran kimse de mazeret kapısını kapatmış olur.
#
{10} {قل أرأيتُم إن كان من عندِ الله وكفرتُم به وشَهِدَ شاهدٌ من بني إسرائيل على مثلِهِ فآمن واستكبرتُم}؛ أي: أخبروني لو كان هذا القرآن من عند الله، وشهد على صحَّته الموفَّقون من أهل الكتاب، الذين عندهم من الحقِّ ما يعرفون أنَّه الحقُّ، فآمنوا به واهتدَوْا، فتطابقتْ أنباء الأنبياء وأتباعهم النبلاء واستكبرتُم أيُّها الجهلاء الأغبياء؛ فهل هذا إلا أعظم الظلم وأشدُّ الكفر؟! {إنَّ الله لا يهدي القوم الظالمين}: ومن الظُّلم الاستكبار عن الحقِّ بعد التمكُّن منه.
10.
Yani bana söyleyin: Şâyet bu Kur’ân, Allah tarafından gönderilmişse, Kitap ehlinden olup sahip oldukları hak bilgi sayesinde bu Kitab’ın hak olduğunu bilen ve ilâhi tevfike mazhar olan kimseler de doğruluğuna tanıklık ederek ona iman etmiş ve onunla hidâyet bulmuşsalar, bunun bir sonucu olarak peygamberlerin haberleri ile onların şerefli izleyicileri arasında bu hususta tam bir mutabakat ortaya çıkmışsa; siz de -ey ahmaklar ve cahiller!- buna rağmen büyüklük taslamışsanız bu yaptığınız, en büyük zulüm ve en ileri küfür olmaz mı?
“Gerçek şu ki Allah, zalim toplumu hidâyete erdirmez.” Hakkı iyice görme imkânını bulduktan sonra, hakka karşı büyüklenmek de zulmün bir çeşididir.
{وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لِلَّذِينَ آمَنُوا لَوْ كَانَ خَيْرًا مَا سَبَقُونَا إِلَيْهِ وَإِذْ لَمْ يَهْتَدُوا بِهِ فَسَيَقُولُونَ هَذَا إِفْكٌ قَدِيمٌ (11) وَمِنْ قَبْلِهِ كِتَابُ مُوسَى إِمَامًا وَرَحْمَةً وَهَذَا كِتَابٌ مُصَدِّقٌ لِسَانًا عَرَبِيًّا لِيُنْذِرَ الَّذِينَ ظَلَمُوا وَبُشْرَى لِلْمُحْسِنِينَ (12)}.
11- Kafir olanlar,
iman edenler hakkında şöyle dediler: “Eğer o (İslam) hayırlı bir şey olsaydı, onlar onu kabulde bizi geçemezlerdi.” Onunla hidâyet bulamadıkları için de:
“Bu (Kur'ân), eskiden kalma bir yalandır” diyeceklerdir.
12- Onun öncesinde ise Musâ’nın bir rehber ve rahmet olan Kitabı vardır. Bu
(Kur'ân) ise zulmedenleri uyarmak ve ihsan sahiplerine de müjde olmak üzere Arap dili ile indirilmiş,
(geçmiş kitapları) tasdik eden bir kitaptır.
#
{11 ـ 12} أي: قال الكفار بالحقِّ معاندين له ورادِّين لدعوته: {لو كان خيراً ما سبقونا إليه}؛ أي: ما سَبَقَنا إليه المؤمنون، أي: لكنّا أول مبادرٍ به وسابق إليه! وهذا من البهرجة في مكان؛ فأيُّ دليل يدلُّ على أنَّ علامة الحقِّ سبق المكذبين به للمؤمنين؟! هل هم أزكى نفوساً؟! أم أكمل عقولاً؟! أم الهدى بأيديهم؟! ولكن هذا الكلام الذي صدر منهم يعزُّون به أنفسهم، بمنزلة من لم يقدرْ على الشيء ثم طَفِقَ يذمُّه، ولهذا قال: {وإذْ لم يَهْتَدوا به فسيقولونَ هذا إفكٌ قَديمٌ}؛ أي: هذا السبب الذي دعاهم إليه أنهم لما لم يهتدوا بهذا القرآن، وفاتهم أعظمُ المواهب وأجلُّ الرغائب؛ قدحوا فيه بأنَّه كذبٌ، وهو الحقُّ الذي لا شكَّ فيه ولا امتراء يعتريه، {الذي} قد وافق الكتب السماويَّة، خصوصاً أكملها وأفضلها بعد القرآن، وهي التوراة التي أنزلها الله على {موسى إماماً ورحمة}؛ أي: يقتدي بها بنو إسرائيل ويهتدون بها، ويحصُلُ لهم خير الدنيا والآخرة.
{وهذا}: القرآن {كتابٌ مصدقٌ}: للكتب السابقة، شهد بصدِقها وصدَّقها بموافقته لها، وجَعَلَه الله {لساناً عربيًّا}: ليسهل تناوله ويتيسر تذكُّره؛ {لينذر الذين ظلموا}: أنفسهم بالكفر والفسوق والعصيان إن استمرُّوا على ظلمهم بالعذاب الوبيل، ويبشر المحسنين في عبادة الخالق وفي نفع المخلوقين بالثواب الجزيل في الدُّنيا والآخرة، ويذكِّر الأعمال التي ينذر عنها والأعمال التي يبشر بها.
11. Yani, hakkı inkâr edenler, ona karşı inatlaşanlar ve hak daveti reddedenler
“şöyle dediler: “Eğer o (İslam) hayırlı bir şey olsaydı, onlar onu kabulde bizi geçemezlerdi.” Yani mü’minler bizden önce ona ulaşamazlardı. Ona ilk ulaşanlar, ilk kavuşanlar bizler olurduk. Bu ise sadece bir aldatmacadır; bir kelime oyunudur.
İnkarcıların hakka iman edenlerden önce erişmelerinin hakkın doğruluğuna alâmet olduğunu gösteren delil nerde? Yalanlayıcılar ruhen daha temiz, aklen daha mükemmel midirler? Yoksa hidâyet onların ellerinde midir?
Fakat onlar, söyledikleri bu sözlerle -güya- kendilerini teselli etmektedirler. Tıpkı bir şeyi ele geçiremediği için o şeyi yermeye koyulan gibi
(Kedi ulaşamadığı ete murdar dermiş misali).
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Onunla hidâyet bulamadıkları için de: “Bu (Kur'ân), eskiden kalma bir yalandır” diyeceklerdir.” Yani onlar, Kur’ân ile hidâyet bulamayınca, en büyük bağıştan ve ilâhî armağandan mahrum kalınca bu sefer
“O, yalandır” diyerek ona dil uzattılar. Halbuki o, kendisinde şüphe bulunmayan, en ufak bir tereddüdün dahi söz konusu olamayacağı mutlak haktır.
12. O, semâvi kitaplara özellikle de bunlar arasında Kur’ân-ı Kerîm’den sonra en mükemmelleri ve faziletlileri olan Tevrat’a mutabık bir kitaptır. Allah onu Mûsâ’ya
“bir rehber ve rahmet” olarak indirmiştir. Yani İsrailoğulları bu Kitab’a uyuyor, onunla hidâyet buluyor ve onun sayesinde dünya ve âhiret hayırlarına nail oluyorlardı.
“Bu” Kur’ân “ise” küfür, fasıklık ve isyan ile -zulümlerini sürdürdürmeleri halinde- kendilerini pek ağır azaba uğratacak olan
“zulmedenleri uyarmak” yaratıcılarına ibadetlerinde ve yaratılmışlara faydalı olma konusunda
“ihsan sahiplerine” dünya ve âhirette pek büyük mükâfatları haber veren, sakındırdığı amelleri de ecirlerini müjdelediği amelleri de bildiren bir
“müjde olmak üzere” öğrenilmesi ve düşünüp öğüt alınması kolay olsun diye Allah tarafından
“Arap dili ile indirilmiş” önceki kitapları
“tasdik eden” doğruluklarına tanıklık eden ve onlara uygunluğu ile onları doğrulayan
“bir kitaptır.”
{إِنَّ الَّذِينَ قَالُوا رَبُّنَا اللَّهُ ثُمَّ اسْتَقَامُوا فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ (13) أُولَئِكَ أَصْحَابُ الْجَنَّةِ خَالِدِينَ فِيهَا جَزَاءً بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ (14)}.
13- Şüphesiz
“Rabbimiz Allah’tır” diyen sonra da dosdoğru olanlar için hiçbri korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de.
14- Onlar cennetliktirler ve yaptıklarına karşılık bir mükâfat olmak üzere orada ebediyen kalacaklardır.
#
{13} أي: إنَّ الذين أقرُّوا بربِّهم، وشهدوا له بالوحدانيَّة، والتزموا طاعته، وداموا على ذلك، و {استقاموا} مدَّة حياتهم؛ {فلا خوفٌ عليهم}: من كل شرٍّ أمامهم، {ولا هم يحزنونَ}: على ما خلَّفوا وراءهم.
13. Yani, Rablerini bilip tanıyan, vahdaniyetine tanıklık eden, O’na itaatten ayrılmayan ve bunu sürdürerek hayatları boyunca
“dosdoğru olanlar için” ilerde gelebilecek her türlü kötülükten yana
“hiçbir korku yoktur ve onlar” geride bıraktıkları için de
“üzülmeyeceklerdir.”
#
{14} {أولئك أصحابُ الجنَّة}؛ أي: أهلها الملازمون لها، الذين لا يبغون عنها حِوَلاً ولا يريدونَ بها بدلاً، {خالدين فيها جزاءً بما كانوا يعملونَ}: من الإيمان بالله، المقتضي للأعمال الصالحة، التي استقاموا عليها.
14.
“Onlar cennetliktirler.” Oradan ayrılmamak üzere oranın ehlidirler. Oradan ayrılıp başka bir yere gitmeyi arzu etmezler. Ona karşılık başka bir şey de istemezler
“Yaptıklarına” Allah’a iman etmelerine ve imanın gereği olan salih amellerini dosdoğru sürdürmelerine karşılık bir
“mükâfat olmak üzere orada ebediyen kalacaklardır.”
{وَوَصَّيْنَا الْإِنْسَانَ بِوَالِدَيْهِ إِحْسَانًا حَمَلَتْهُ أُمُّهُ كُرْهًا وَوَضَعَتْهُ كُرْهًا وَحَمْلُهُ وَفِصَالُهُ ثَلَاثُونَ شَهْرًا حَتَّى إِذَا بَلَغَ أَشُدَّهُ وَبَلَغَ أَرْبَعِينَ سَنَةً قَالَ رَبِّ أَوْزِعْنِي أَنْ أَشْكُرَ نِعْمَتَكَ الَّتِي أَنْعَمْتَ عَلَيَّ وَعَلَى وَالِدَيَّ وَأَنْ أَعْمَلَ صَالِحًا تَرْضَاهُ وَأَصْلِحْ لِي فِي ذُرِّيَّتِي إِنِّي تُبْتُ إِلَيْكَ وَإِنِّي مِنَ الْمُسْلِمِينَ (15) أُولَئِكَ الَّذِينَ نَتَقَبَّلُ عَنْهُمْ أَحْسَنَ مَا عَمِلُوا وَنَتَجَاوَزُ عَنْ سَيِّئَاتِهِمْ فِي أَصْحَابِ الْجَنَّةِ وَعْدَ الصِّدْقِ الَّذِي كَانُوا يُوعَدُونَ (16)}.
15- Biz insana ana-babasına iyi davranmasını emrettik. Annesi onu zahmet çekerek taşımış ve yine zahmet çekerek doğurmuştur. Onun
(ana karnında) taşınması ve sütten kesilmesi de otuz aydır. Nihâyet o, rüşt çağına ulaşınca ve
(ardından) kırk yaşına varınca der ki:
“Rabbim! Beni hem bana hem ana-babama verdiğin nimete şükretmeye ve Senin razı olacağın salih ameller işlemeye muvaffak kıl ve soyumdan gelenleri de benim için salih eyle. Şüphesiz ben tevbe edip Sana döndüm ve gerçekten ben teslim/müslüman olanlardanım.”
16- İşte bunlar, yaptıklarının en güzelini kabul ettiğimiz ve kötülüklerini affedip cennetlikler arasında kıldığımız kimselerdir. Bu, kendilerine vaat edilmiş gerçek bir sözdür.
#
{15} هذا من لطفه تعالى بعباده وشكره للوالدين أن وصَّى الأولاد وعهد إليهم أن يحسنوا إلى والديهم بالقول اللطيف والكلام الليِّن وبَذْل المال والنفقة وغير ذلك من وجوه الإحسان، ثم نبَّه على ذكر السبب الموجب لذلك، فذكر ما تحمَّلته الأمُّ من ولدها، وما قاستْه من المكاره وقت حَمْلِها، ثم مشقَّة ولادتها المشقَّة الكبيرة، ثم مشقَّة الرضاع وخدمة الحضانة، وليست المذكوراتُ مدة يسيرة ساعة أو ساعتين، وإنما ذلك مدة طويلة قدرها {ثلاثون شهراً}: للحمل تسعة أشهر ونحوها، والباقي للرضاع، هذا الغالب. ويستدلُّ بهذه الآية مع قوله: {والوالداتُ يرضِعْن أولادهنَّ حولينِ كاملينِ}: أنَّ أقلَّ مدَّة الحمل ستة أشهر؛ لأنَّ مدَّة الرضاع وهي سنتان إذا سقطت منها السنتان؛ بقي ستة أشهر مدة للحمل، {حتى إذا بلغ أشُدَّه}؛ أي: نهاية قوَّته وشبابه وكمال عقله، {وبَلَغَ أربعين سنةً قال ربِّ أوْزِعْني}؛ أي: ألهمني ووفقني، {أنْ أشكر نعمتَك التي أنعمتَ عليَّ وعلى والديَّ}؛ أي: نعم الدين ونعم الدنيا، وشكره بصرف النعم في طاعة مسديها وموليها ومقابلة منَّته بالاعتراف والعجز عن الشكر والاجتهاد في الثناء بها على الله، والنعم على الوالدين نعم على أولادهم وذُرِّيَّتهم لأنَّهم لا بدَّ أن ينالهم منها ومن أسبابها وآثارها، خصوصاً نعم الدين؛ فإنَّ صلاح الوالدين بالعلم والعمل من أعظم الأسباب لصلاح أولادهم، {وأنْ أعمل صالحاً ترضاه}: بأنْ يكونَ جامعاً لما يصلِحُه سالماً مما يفسِدُه؛ فهذا العمل الذي يرضاه الله ويقبله ويثيبُ عليه، {وأصلحْ لي في ذُرِّيَّتي}: لما دعا لنفسه بالصلاح؛ دعا لذرِّيَّته أن يصلح الله أحوالهم، وذكر أنَّ صلاحهم يعود نفعه على والديهم؛ لقوله: {وأصلِحْ لي}. {إني تبتُ إليك}: من الذَّنوب والمعاصي ورجعت إلى طاعتك، {وإنِّي من المسلمين}.
15. Yüce Allah’ın, anne ve babanın yaptıklarının teşekküre değer işler olduğunu belirtmesi, kullarına bir lütfudur. Çünkü çocuklarına anne ve babalarına güzel ve yumuşak sözlerle hitap etmek, onlar için gereken harcamaları yapmak ve başka iyiliklerde bulunmak suretiyle iyi davranmalarını
(ihsan) emretmiş bulunmaktadır.
Daha sonra bu şekilde davranmayı gerektiren sebebe dikkati çekerek annenin çocuğu sebebiyle katlandığı sıkıntıları, ona hamileliği sırasında karşı karşıya kaldığı zorlukları, arkasından pek büyük bir zorluk olan doğum sıkıntılarını, arkasından süt emzirme ve bakım zorluklarını dile getirmektedir. Sözü edilen haller, bir iki saatten ibaret kısacık bir zamanda olmamaktadır. Aksine o, uzunca bir süreyi kapsar ki bu da
“otuz aydır.” Hamilelik dokuz ay civarında bir süredir, geri kalan süre ise süt emzirmek içindir. Normalde görülen budur.
Bu âyet,
Yüce Allah’ın: “Anneler çocuklarını iki tam yıl emzirirler” (el-Bakara, 2/233) buyruğu ile bir arada değerlendirilerek hamileliğin asgari süresinin altı ay olduğuna delil gösterilmiştir. Çünkü iki yıl olan süt emzirme süresi, otuz aydan çıkarılacak olursa geriye hamilelik süresi olarak altı ay kalır.
“Nihâyet o, rüşt çağına” yani gücünün ve gençliğinin doruğuna, aklının en kâmil seviyesine
“ulaşınca ve kırk yaşına varınca der ki: Rabbim! Beni hem bana hem ana-babama verdiğin nimete şükretmeye... muvaffak kıl!” Beni bu hususta başarılı kıl. Yani dinî ve dünyevî nimetlerine şükretmemi sağla!
Nimete şükür, onları, ihsan edip bağışlayana itaat uğrunda harcamak, onun lütuf ve minnetlerine karşı şükür etmekten aciz olduğunu itiraf etmek ve Yüce Allah’a hamd-u senâ etmekte olanca gayretini harcamakla olur.
Anne-babaya ihsan edilen nimetler, aynı zamanda onların çocukları ve soyundan gelenler için de bir nimettir. Çünkü çocuklarının da bu nimetlerden yararlanmaları kaçınılmaz bir şeydir. Özellikle dinî nimetler böyledir. Anne-babanın ilim ve amel dolayısı ile salih olmaları, çocuklarının salih olmalarının en önemli sebeplerindendir.
“...ve Senin razı olacağın salih ameller işlemeye (muvaffak kıl)” Bu da ameli ıslâh edecek vasıflara sahip olmak, onu bozup ifsad edecek niteliklerden de uzak olmakla mümkün olur. İşte Yüce Allah’ın razı olup kabul edeceği ve karşılığında mükâfat ihsan edeceği amel türü de budur.
“...soyumdan gelenleri de benim için salih eyle!” Bu, kendi adına salâh ile dua ettikten sonra Yüce Allah’a soyundan gelenlerin hallerini ıslâh etmesi için yapılmış bir duadır. Ayrıca onların salih olmalarının, anne-babalarının da faydasına olduğuna dikkat çekilmiştir. Çünkü burada
“benim için salih eyle” buyrulmaktadır.
“Şüphesiz ben” günahlardan, masiyetlerden
“tevbe edip Sana döndüm.” Sana itaate yöneldim.
“ve gerçekten ben teslim/müslüman olanlardanım.”
#
{16} {أولئك}: الذين ذكرت أوصافهم {الذين نتقبَّلُ عنهم أحسنَ ما عملوا}: وهو الطاعاتُ؛ لأنَّهم يعملون أيضاً غيرها، {ونتجاوزُ عن سيِّئاتِهم في}: جملة {أصحاب الجنة}: فحصل لهم الخيرُ والمحبوبُ، وزال عنهم الشرُّ والمكروه. {وعدَ الصِّدْقِ الذي كانوا يوعدونَ}؛ أي: هذا الوعدُ الذي وعَدْناهم هو وعدٌ صادقٌ من أصدق القائلين الذي لا يُخلف الميعادَ.
16.
“İşte bunlar” yani nitelikleri anılan bu kimseler,
“yaptıklarının en güzelini” yani itaatlerini, zira onlar itaat olmayan başka ameller de işlerler
“kabul ettiğimiz ve kötülüklerini affedip cennetlikler arasında kıldığımız kimselerdir.” Böylelikle onlar, hayra ve sevdikleri şeylere nail olmuş, kötülüklerden ve hoşlanmadıkları şeylerden de uzak kalmış kimseler olacaklardır.
“Bu, kendilerine vaat edilmiş gerçek bir sözdür.” Yani bizim onlara vermiş olduğumuz bu söz, asla sözünden caymayan ve söz verenlerin en doğru sözlüsü olanın sözüdür.
{وَالَّذِي قَالَ لِوَالِدَيْهِ أُفٍّ لَكُمَا أَتَعِدَانِنِي أَنْ أُخْرَجَ وَقَدْ خَلَتِ الْقُرُونُ مِنْ قَبْلِي وَهُمَا يَسْتَغِيثَانِ اللَّهَ وَيْلَكَ آمِنْ إِنَّ وَعْدَ اللَّهِ حَقٌّ فَيَقُولُ مَا هَذَا إِلَّا أَسَاطِيرُ الْأَوَّلِينَ (17) أُولَئِكَ الَّذِينَ حَقَّ عَلَيْهِمُ الْقَوْلُ فِي أُمَمٍ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِمْ مِنَ الْجِنِّ وَالْإِنْسِ إِنَّهُمْ كَانُوا خَاسِرِينَ (18) وَلِكُلٍّ دَرَجَاتٌ مِمَّا عَمِلُوا وَلِيُوَفِّيَهُمْ أَعْمَالَهُمْ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ (19)}.
17-
(Bazıları da var ki) ana-
babasına: “Öf be (bıktım) sizden! Benden önce nice nesiller gelip geçmiş (ve biri bile dirilmemiş) iken siz beni (dirilip kabirden) çıkarılmakla mı tehdit ediyorsunuz?” der. Ana-babası da
(bir yandan hidayete ermesi için) Allah’a yalvararak ona:
“Yazık sana! Gel iman et! Şüphesiz ki Allah’ın vaadi haktır” (derler).
O ise: “Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir.” der.
18- İşte bunlar, kendilerinden önce gelip geçen cinlerden ve insanlardan oluşan
(kafir) ümmetler arasına dahil olarak aleyhlerinde
(azap) sözü hak olmuş kimselerdir. Şüphesiz onlar, hüsrana uğramış olanlardır.
19- Herkesin, işlediklerine göre dereceleri vardır. Böylece Allah, kendilerine amellerinin karşılığını tastamam verir ve onlar zulme uğratılmazlar.
#
{17} لما ذكر تعالى حالَ الصالح البارِّ لوالديه؛ ذكر حالة العاقِّ، وأنَّها شرُّ الحالات، فقال: {والذي قال لوالديه}: إذ دعياه إلى الإيمان بالله واليوم الآخر، وخوَّفاه الجزاء، وهذا أعظم إحسان يصدُرُ من الوالدين لولدهما أن يَدْعُواه إلى ما فيه سعادتُه الأبديَّة وفلاحه السرمديُّ، فقابلهما بأقبح مقابلة، فقال: {أفٍّ لكُما}؛ أي: تبًّا لكما، ولما جئتما به.
ثم ذكر وجه استبعادِه وإنكاره لذلك، فقال: {أتعدانِني أنْ أُخْرَجَ}: من قبري إلى يوم القيامة {وقد خلتِ القرونُ من قبلي}: على التكذيب، وسلفوا على الكفر، وهم الأئمَّة المقتدى بهم لكلِّ كفورٍ وجهول ومعاندٍ. {وهما}؛ أي: والداه {يستغيثان الله}: عليه ويقولان له: {ويلكَ آمِنْ}؛ أي: يبذلان غاية جهدهما ويسعيان في هدايته أشدَّ السعي، حتى إنَّهما من حرصهما عليه إنهما يستغيثان الله له استغاثةَ الغريق، ويسألانه سؤال الشريق، ويعذلان ولدهما، ويتوجَّعان له، ويبيِّنان له الحقَّ، فيقولان: {إنَّ وعد الله حقٌّ}، ثم يقيمان عليه من الأدلَّة ما أمكنهما، وولدُهما لا يزداد إلا عتوًّا ونفوراً واستكباراً عن الحقِّ وقدحاً فيه، {فيقول ما هذا إلاَّ أساطير الأولينَ}؛ أي: إلا منقولٌ من كتب المتقدِّمين، ليس من عند الله، ولا أوحاه الله إلى رسوله، وكل أحدٍ يعلم أنَّ محمداً - صلى الله عليه وسلم - أميٌّ لا يكتب ولا يقرأ، ولا يتعلَّم من أحد؛ فمن أين يتعلَّمه، وأنَّى للخلق أن يأتوا بمثل هذا القرآن ولو كان بعضُهم لبعضٍ ظهيراً؟!
17. Yüce Allah, salih, anne-babasına karşı iyi ve itaatkâr davranan kimseyi söz konusu ettikten sonra, onlara kötü davranan kişinin halini -ki bu en kötü haldir-
söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Ana-babasına” kendisini Allah’a ve âhiret gününe imana davet edip inkârın cezasından korkuttukları vakit -ki anne-babanın çocuklarına yapabilecekleri en büyük iyilik, onu ebedi saadetine ve nihai kurtuluşuna vesile olacak şeylere davet etmeleridir- bu kimse,
onlara en kötü şekliyle karşılık vererek: “Öf be (bıktım) sizden” Siz de sizin söyledikleriniz de kahrolsun!, der.
Daha sonra da dirilişi çok uzak görüp inkâr ettiğini anlatmak üzere de şöyle der:
“Benden önce nice nesiller gelip geçmiş iken” ki onlar yalanlayıp küfre sapmışlardı; hem onlar, inkârcı, cahil ve inatçı her bir kimsenin uyulan önderleri durumundadırlar;
“siz beni” Kıyamet günü dolayısıyla kabrimden “çıkarılmakla mı tehdit ediyorsunuz?”
“Ana-babası da” böyle dediği için evlâtları için
“Allah’a yalvararak ona: Yazık sana! Gel iman et” derler ve onun hidâyet bulması için olanca gayretlerini ortaya koyarlar. Hatta çocuklarının iyiliğini o kadar çok isterler ki onun için, suda boğulmak üzere olanın yardım istediği gibi Allah’tan yardım isterler, onun için yalvarırlar,
ona acırlar ve ona hakkı açıklayıp şöyle derler:
“Şüphesiz ki Allah’ın vaadi haktır.” Sonra buna dair delilleri mümkün olduğunca göstermeye çalışırlar. Çocuklarının ise ancak azgınlığı, nefreti, hakka karşı büyüklenmesi ve ona dil uzatması artar.
“O ise: Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir, der” Bu, ancak öncekilerin kitaplarından aktarılmıştır. Allah nezdinden gelmemiştir. Allah tarafından rasûlüne vahyedilmiş değildir.
Herkes bilir ki, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ümmi idi. Okuma-yazma bilmezdi, kimseden ilim öğrenmiş de değildi. Peki, bu Kitabı nereden öğrendi? Bütün insanlar bir araya gelseler ve birbirlerine yardımcı olsalar dahi bu Kur’ân’ın benzerini getirebilirler mi?!
#
{18} {أولئك الذين}: بهذه الحالة الذَّميمة {حقَّ عليهم القولُ}؛ أي: حقَّت عليهم كلمة العذاب {في} جملة {أمم قد خَلَتْ من قبلهم من الجنِّ والإنس}: على الكفر والتكذيب، فسيدخل هؤلاء في غمارهم، ويغرقون في تيَّارهم. {إنَّهم كانوا خاسرينَ}: والخسران فواتُ رأس مال الإنسان، وإذا فقد رأسَ مالِهِ؛ فالأرباح من باب أولى وأحرى؛ فهم قد فاتهم الإيمان، ولم يحصِّلوا شيئاً من النعيم، ولا سلموا من عذاب الجحيم.
18.
“İşte bunlar” bu çirkin hale sahip olanlar
“kendilerinden önce gelip geçen cinlerden ve insanlardan oluşan (kafir) ümmetler arasına dahil olarak” bunlar, onların sellerine kapılacak, onların tufanlarında boğulacaklardır
“aleyhlerinde” küfür ve yalanlamalarının cezası olarak azap edilmelerine dair
“söz hak olmuş kimselerdir.”
“Şüphesiz onlar, hüsrana uğramış olanlardır.” Hüsran, insanın sermayesini kaybetmesidir. Sermayenin kaybedilmesi halinde kârın kaybedilmesi öncelikle söz konusudur.
İşte bunlar da iman etme fırsatını kaybettikleri gibi hiçbir nimete nail olamayacaklar, cehennem azabından da kurtulamayacaklardır.
#
{19} {ولكلٍّ}: من أهل الخير وأهل الشرِّ {درجاتٌ مما عملوا}؛ أي: كلٌّ على حسب مرتبته من الخير والشرِّ، ومنازلهم في الدار الآخرة على قدر أعمالهم، ولهذا قال: {ولِيُوَفِّيهم أعمالَهم وهم لا يُظْلَمونَ}: بأن لا يزاد في سيِّئاتهم ولا ينقصَ من حسناتِهِم.
19. İster hayır ehlinden, ister şer ehlinden olsun
“Herkesin, işlediklerine göre dereceleri vardır.” Herkes, hayır ve şerden işlediklerine uygun bir mertebede olacaktır. Âhiretteki konumları, amellerine göre olacaktır.
Bundan dolayı devamla şöyle buyurmaktadır: “Böylece Allah, kendilerine amellerinin karşılığını tastamam verir ve onlar zulme uğratılmazlar.” Yani kötülüklerine herhangi bir ekleme yapılmaksızın, iyilikleri de eksiltilmeksizin amellerinin karşılığını verir.
{وَيَوْمَ يُعْرَضُ الَّذِينَ كَفَرُوا عَلَى النَّارِ أَذْهَبْتُمْ طَيِّبَاتِكُمْ فِي حَيَاتِكُمُ الدُّنْيَا وَاسْتَمْتَعْتُمْ بِهَا فَالْيَوْمَ تُجْزَوْنَ عَذَابَ الْهُونِ بِمَا كُنْتُمْ تَسْتَكْبِرُونَ فِي الْأَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَبِمَا كُنْتُمْ تَفْسُقُونَ (20)}.
20- Kâfir olanların ateşe sokulacakları gün
(onlara şöyle denir):
“Siz, dünya hayatınızda hoşlandığınız her şeyi bitirdiniz ve onlardan faydalandınız. O nedenle bugün yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz ve fâsıklık etmeniz sebebiyle zillet azabı ile cezalandırılacaksınız.”
#
{20} يذكر تعالى حال الكفار عند عرضهم على النار حين يُوَبَّخون ويُقَرَّعون، فيقال لهم: {أذهبتم طيباتِكُم في حياتكم الدُّنيا}؛ حيث اطمأننتم إلى الدُّنيا، واغتررتم بلذَّاتها، ورضيتم بشهواتها، وألهتكم طيِّباتُها عن السعي لآخرتكم، وتمتَّعتم تمتُّع الأنعام السارحة؛ فهي حظُّكم من آخرتكم. {فاليوم تُجْزَوْنَ عذاب الهون}؛ أي: العذاب الشديد الذي يهينكم، ويفضحكم [بما كنتُم تقولون على الله غير الحقِّ] ؛ أي: تنسبون الطريق الضالَّة التي أنتم عليها إلى الله وإلى حكمِهِ وأنتم كَذَبة في ذلك، {وبما كنتُم تفسُقونَ}؛ أي: تتكبَّرون عن طاعته، فجمعوا بين قول الباطل والعمل بالباطل والكذب على الله بنسبته إلى رضاه والقدح في الحقِّ والاستكبار عنه، فعوقبوا أشدَّ العقوبة.
20. Yüce Allah,
kâfirlerin ateşe sokulacakları vakit azarlanacakları sıradaki hallerini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
“Siz, dünya hayatınızda hoşlandığınız her şeyi bitirdiniz.” Çünkü sizler dünyaya kandınız, lezzetlerine aldandınız, dünyevi arzularla yetindiniz vre dünyanın hoşlanılan yanlarıyla oyalanarak âhiretinizi unuttunuz.
“Ve onlardan faydalandınız.” Tıpkı hayvanların merada yayılması gibi siz de dünyanızdan yararlandınız. İşte âhiretteki payınız da buna göre olacaktır.
“O nedenle bugün yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz” ve Allah hakkında hakszi iddialarda bulunmanız, izlemekte olduğunuz batıl yolu yalan yere Allah’a ve O’nun hükmüne nispet etmeniz
“ve fâsıklık etmeniz” yani büyüklük taslayarak O’na itaatin dışına çıkmanız
“sebebiyle zillet azabı” yani sizi aşağılık kılacak ve rezil edecek azap
“ile cezalandırılacaksınız.”
Çünkü onlar, hem batıl sözler söylemiş, hem batıl amel işlemiş, hem Allah’a iftira etmiş, hem hakka dil uzatmış, hem de O’na karşı büyüklenmiş oluyorlardı. O bakımdan en ağır ceza ile cezalandırılacaklardır.
{وَاذْكُرْ أَخَا عَادٍ إِذْ أَنْذَرَ قَوْمَهُ بِالْأَحْقَافِ وَقَدْ خَلَتِ النُّذُرُ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِهِ أَلَّا تَعْبُدُوا إِلَّا اللَّهَ إِنِّي أَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ عَظِيمٍ (21) قَالُوا أَجِئْتَنَا لِتَأْفِكَنَا عَنْ آلِهَتِنَا فَأْتِنَا بِمَا تَعِدُنَا إِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِقِينَ (22) قَالَ إِنَّمَا الْعِلْمُ عِنْدَ اللَّهِ وَأُبَلِّغُكُمْ مَا أُرْسِلْتُ بِهِ وَلَكِنِّي أَرَاكُمْ قَوْمًا تَجْهَلُونَ (23) فَلَمَّا رَأَوْهُ عَارِضًا مُسْتَقْبِلَ أَوْدِيَتِهِمْ قَالُوا هَذَا عَارِضٌ مُمْطِرُنَا بَلْ هُوَ مَا اسْتَعْجَلْتُمْ بِهِ رِيحٌ فِيهَا عَذَابٌ أَلِيمٌ (24) تُدَمِّرُ كُلَّ شَيْءٍ بِأَمْرِ رَبِّهَا فَأَصْبَحُوا لَا يُرَى إِلَّا مَسَاكِنُهُمْ كَذَلِكَ نَجْزِي الْقَوْمَ الْمُجْرِمِينَ (25) وَلَقَدْ مَكَّنَّاهُمْ فِيمَا إِنْ مَكَّنَّاكُمْ فِيهِ وَجَعَلْنَا لَهُمْ سَمْعًا وَأَبْصَارًا وَأَفْئِدَةً فَمَا أَغْنَى عَنْهُمْ سَمْعُهُمْ وَلَا أَبْصَارُهُمْ وَلَا أَفْئِدَتُهُمْ مِنْ شَيْءٍ إِذْ كَانُوا يَجْحَدُونَ بِآيَاتِ اللَّهِ وَحَاقَ بِهِمْ مَا كَانُوا بِهِ يَسْتَهْزِئُونَ (26)}.
21- Âd kavminin kardeşi
(Hûd’u) an. Ondan önce de sonra da nice uyarıcılar gelip geçmiştir. Hani o, kavmini
(yaşadıkları yer olan) Ahkaf’ta:
“Allah’tan başkasına ibadet etmeyin. Şüphesiz ben sizin için büyük bir günün azabından korkuyorum” diyerek uyarmıştı.
22-
Dediler ki: “Sen bizi ilâhlarımızdan vazgeçirmek için mi geldin? O halde (iddialarında) doğru söyliyorsan bizi kendisi ile tehdit ettiğin (azabı) getir (de görelim)!”
23-
Dedi ki: “(Azaba dair) bilgi, ancak Allah’ın katındadır. Ben, size bana gönderilenleri tebliğ ediyorum. Fakat görüyorum ki siz, cahillik eden bir toplumsunuz.”
24- Onlar o
(azabı) vadilerine yönelmiş gelmekte olan yayılmış bir bulut halinde gördüklerinde:
“Bu, bize yağmur yağdıracak bir buluttur” dediler. Hayır; aksine o, sizin acele gelmesini istediğiniz şeydir. İçinde can yakıcı azap bulunan bir rüzgardır.
25- O, Rabbinin emri ile her şeyi yerle bir eder. Sonunda onların meskenlerinden başka bir şey görünmez oldu. Biz, günahkâr toplumları işte böyle cezalandırırız.
26-
(Ey Mekkeliler!) Andolsun onlara size vermediğimiz imkânları vermiştik. Onlara kulaklar, gözler ve kalpler de vermiştik; fakat ne kulakları, ne gözleri ne de kalpleri onlara hiçbir fayda sağlamadı. Çünkü onlar, Allah’ın âyetlerini bile bile inkâr ediyorlardı. Sonunda alay etmekte oldukları
(azap), onları çepeçevre kuşattı.
#
{21} أي: {واذكر}: بالثناء الجميل {أخا عادٍ}: وهو هودٌ عليه السلام، حيث كان من الرسل الكرام، الذين فضَّلهم الله تعالى بالدَّعوة إلى دينه وإرشاد الخلق إليه، {إذْ أنذر قومَه}: وهم عادٌ {بالأحقافِ}؛ أي: في منازلهم المعروفة بالأحقاف، وهي الرمال الكثيرة في أرض اليمن، {وقد خَلَتِ النُّذُر من بين يديه ومن خلفِهِ}: فلم يكن بدعاً منهم ولا مخالفاً لهم، قائلاً لهم: {أن لا تعبُدوا إلاَّ الله إنِّي أخافُ عليكم عذابَ يوم عظيم}: فأمرهم بعبادة الله الجامعة لكلِّ قول سديدٍ وعمل حميدٍ، ونهاهم عن الشِّرْكِ والتَّنديد، وخوفهم إنْ لم يطيعوه العذابَ الشَّديد، فلم تُفِدْ فيهم تلك الدعوة.
21.
“Âd kavminin kardeşi” Hûd aleyhisselam’ı güzel övgülerle
“an.” Çünkü o da Yüce Allah’ın, dinine davet etmekle ve insanlara Allah’a giden yolu göstermekle görevlendirdiği, böylelikle üstün kıldığı şerefli rasûllerdendi.
“Ondan önce de sonra da nice uyarıcılar gelip geçmiştir.” Yani o, benzeri görülmedik biri, ilk peygamber değildi ve diğer peygamberlere aykırı bir iddiası da yoktu.
“Hani o, kavmini” Âd’ı, onların bulundukları ve
“Ahkaf” denilen, Yemen topraklarında kumlukları çok olan (onun için de bu isimle anılan) yerde: “Allah’tan başkasına ibadet etmeyin. Şüphesiz ben sizin için büyük bir günün azabından korkuyorum” diyerek uyarmıştı.”
Bu sözleriyle o, her türlü doğru sözü ve öğülmeye değer ameli içine alan Allah’a ibadeti onlara emretmiş, Allah’a ortak koşmalarını da yasaklamış, kendisine itaat etmemeleri halinde de azap ile korkutmuştu. Ancak bu davetin onlara hiçbir faydası olmadı.
#
{22} فَـ {قَالوا أجئتنا لِتأفِكَنا عن آلهتنا}؛ أي: ليس لك من القصد ولا معك من الحقِّ إلاَّ أنك حِدتنا على آلهتنا، فأردتَ أن تصرِفَنا عنها، {فأتِنا بما تَعِدُنا إن كنتَ من الصادقين}: وهذا غاية الجهل والعناد.
22.
“Dediler ki: Sen bizi ilâhlarımızdan vazgeçirmek için mi geldin?” Yani senin tek maksadın, kendileri sebebiyle bizi kıskandığın ilâhlarımızdan yüz çevirmemizi sağlamaktır. Yoksa senin hak diye getirdiğin bir şey yoktur.
“O halde (iddialarında) doğru söyliyorsan bizi kendisi ile tehdit ettiğin” azabı
“getir (de görelim)!” Bu ise cehalet ve inadın en ileri derecesidir.
#
{23} {قال إنَّما العلمُ عند اللهِ}: فهو الذي بيده أزمَّةُ الأمور ومقاليدُها، وهو الذي يأتيكم بالعذاب إن شاء، {وأبَلِّغُكُم ما أرسلتُ به}؛ أي: ليس عليَّ إلاَّ البلاغُ المبين، {ولكني أراكم قوماً تجهلونَ}: فلذلك صدر منكم ما صدر من هذه الجرأة الشديدة.
23.
“Dedi ki: (Azaba dair) bilgi, ancak Allah’ın katındadır.” Bütün işlerin dizginleri ve anahtarları O’nun elindedir. Dolayısıyla dilerse azabınızı verecek olan da O’dur.
“Ben, size bana gönderilenleri tebliğ ediyorum.” Yani benim görevim, apaçık tebliğden ibarettir.
“Fakat görüyorum ki siz, cahillik eden bir toplumsunuz.” Zaten şu son derece küstahça işleri yapmanızın sebebi de budur.
#
{24 ـ 25} فأرسل اللهُ عليهم العذاب العظيم، وهو الريحُ التي دمَّرتهم وأهلكتهم، ولهذا قال: {فلما رأوْه}؛ أي: العذاب، {عارضاً مستقبلَ أودِيَتِهِم}؛ أي: معترضاً كالسَّحاب، قد أقبل على أوديتهم التي تسيلُ فتسقي نوابتهم ويشربون من آبارها وغدرانها، {قالوا}: مستبشرين: {هذا عارضٌ ممطِرنُا}؛ أي: هذا السحاب سيمطرنا. قال تعالى: {بل هو ما استعجَلْتُم به}؛ أي: هذا الذي جنيتُم به على أنفسِكم حيث قلتُم: {فأتِنا بما تَعِدُنا إن كنتَ من الصادقين}. {ريحٌ فيها عذابٌ أليمٌ. تدمِّرُ كلَّ شيءٍ}: تمرُّ عليه من شدَّتها ونحسها، فسلَّطها الله {عليهم سبع ليالٍ وثمانية أيام حسوماً، فترى القوم فيها صَرْعى كأنَّهم أعجازُ نخل خاويةٍ}، {بأمر ربِّها}؛ أي: بإذنه ومشيئته، {فأصبحوا لا يرى إلاَّ مساكِنُهُم}: قد تلفتْ مواشيهم وأموالُهم وأنفسهم. {كذلك نجزي القوم المجرمين}: بسبب جرمِهِم وظُلمهم.
24. Yüce Allah, üzerlerine büyük bir azap gönderdi. Bu azap, onları helak ve perişan eden bir rüzgar idi.
“Onlar” bu azabı sel suları ile akıp taşan, tarlalarını sulayan, kuyularından ve göllerinden su içtikleri “vadilerine yönelmiş gelmekte olan yayılmış bir bulut halinde” bir bulut gibi kendilerine doğru geldiğini
“gördüklerinde” sevinç içerisinde:
“Bu, bize yağmur yağdıracak bir buluttur, dediler.”
Yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır:
“Hayır; aksine o, sizin acele gelmesini istediğiniz şeydir.” Yani kendi aleyhinize yaptıklarınızın cezasıdır.
Çünkü siz: “O halde (iddialarında) doğru söyliyorsan bizi kendisi ile tehdit ettiğin (azabı) getir (de görelim)” demiştiniz. O,
“içinde can yakıcı azap bulunan bir rüzgardır.”
25.
“O, Rabbinin emri ile” O’nun dilemesi ile üzerinden geçtiği
“her şeyi” şiddetinden ve helâk edici oluşundan dolayı “helâk eder.”
Yüce Allah, bu rüzgarı onlara aralıksız olarak yedi gece ve sekiz gündüz musallat etti. Onlar sonunda içi boşalmış hurma ağacı kütükleri gibi yere serildiler.
“Sonunda onların meskenlerinden başka bir şey görünmez oldu.” Davarları, malları telef olmuş, kendileri de yok olup gitmişlerdi.
“Biz, günahkâr toplumları” günahları ve zulümleri sebebiyle
“işte böyle cezalandırırız.” Çünkü Yüce Allah, onlara pek büyük nimetler ihsan etmiş olmakla birlikte O’na şükretmediler, O’nu anmadılar.
Bundan dolayı Yüce Allah devamla şöyle buyurmaktadır:
#
{26} هذا مع أنَّ الله قد أدرَّ عليهم النِّعم العظيمة فلم يشكُروه ولا ذكَروه، ولهذا قال: {ولقد مكَّنَّاهم فيما إن مَكَّنَّاكم فيه}؛ أي: مكنَّاهم في الأرض يتناولون طيباتها، ويتمتَّعون بشهواتها، وعمَّرناهم عمراً يتذكَّر فيه من تذكَّر ويتَّعظ فيه المهتدي؛ أي: ولقد مكَّنَّا عاداً كما مكَّنَّاكم يا هؤلاء المخاطبون؛ أي: فلا تحسبوا أنَّ ما مَكَّنَّاكم فيه مختصٌّ بكم، وأنَّه سيدفع عنكم من عذاب الله شيئاً، بل غيرُكم أعظمُ منكم تمكيناً، فلم تُغْنِ عنهم أموالُهم ولا أولادُهم ولا جنودُهم من الله شيئاً، {وجَعَلْنا لهم سمعاً وأبصاراً وأفئدةً}؛ أي: لا قصور في أسماعهم ولا أبصارهم ولا أذهانهم حتى يقال: إنَّهم تركوا الحقَّ جهلاً منهم وعدم تمكُّن من العلم به ولا خلل في عقولهم، ولكنَّ التوفيقَ بيدِ الله، {فما أغنى عنهم سمعُهم ولا أبصارُهم ولا أفئدتُهم من شيءٍ}: لا قليل ولا كثير، وذلك بسبب أنهم يجحدون آيات الله الدَّالَّة على توحيدِهِ وإفرادِهِ بالعبادة، {وحاق بهم ما كانوا به يستهزِئون}؛ أي: نزل بهم العذاب الذي يكذِّبون بوقوعه، ويستهزِئون بالرسل الذين حذَّروهم منه.
26.
“(Ey Mekkeliler!) Andolsun onlara size vermediğimiz imkânları vermiştik.” Yani biz, onlara yeryüzünde güç ve imkân vermiş idik. Oranın hoş ve güzel mahsullerinden yararlanır, arzu edip istedikleri şeyleri elde ederlerdi. Onlara öğüt alacak kimselerin öğüt, hidâyet bulmak isteyenlerin ibret alabileceği bir süre yaşatmıştık.
Yani ey muhataplar! Biz size verdiğimiz imkânları Ad kavmine de fazlasıyla vermiştik. O bakımdan size vermiş olduğumuz bu imkânların sizden başkasına verilmemiş olduğunu zannetmeyin. Bu imkânlarınızın, size gelecek Allah’ın azabını kısmen dahi olsa sizden uzaklaştırabileceğini zannetmeyin. Aksine sizden başkalarına verilmiş bulunan güç ve imkânlar, sizinkilerden çok daha fazla idi. Ama mallarının da çocuklarının da ordularının da Allah’a karşı kendilerine hiçbir faydası olmadı.
“Onlara kulaklar, gözler ve kalpler de vermiştik.” Duyu organlarında, gözlerinde ve kavrayışlarında herhangi bir kusur yoktu ki bilgisizlikleri ve hakkı bilme imkânını bulamayışları dolayısıyla hakkı terk ettikleri söylenebilsin. Akıllarında da bir dengesizlik yoktu. Fakat başarı Allah’ın elindedir.
“Fakat ne kulakları, ne gözleri ne de kalpleri onlara” az ya da çok
“hiçbir fayda sağlamadı. Çünkü onlar Allah’ın” tevhidine ve yalnızca O’na ibadet edilmesi gerektiğine dair kesin belgeler teşkil eden
“âyetlerini bile bile inkâr ediyorlardı. Sonunda alay etmekte oldukları (azap), onları çepeçevre kuşattı.” Yani gerçekleşeceğini yalanladıkları ve kendilerini ona karşı uyaran peygamberler ile de alay ettikleri azap, tepelerine indi.
{وَلَقَدْ أَهْلَكْنَا مَا حَوْلَكُمْ مِنَ الْقُرَى وَصَرَّفْنَا الْآيَاتِ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ (27) فَلَوْلَا نَصَرَهُمُ الَّذِينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِ اللَّهِ قُرْبَانًا آلِهَةً بَلْ ضَلُّوا عَنْهُمْ وَذَلِكَ إِفْكُهُمْ وَمَا كَانُوا يَفْتَرُونَ (28)}
27- Andolsun ki
(ey Mekkeliler) etrafınızda bulunan ülkeleri helâk ettik. Onlara belki dönerler diye âyetleri çeşitli şekillerde açıklamıştık.
28- Allah’ın yanı sıra
(kendilerini O’na) yaklaştırsınlar diye edindikleri ilâhlar, onlara yardım etseydi ya? Aksine o ilâhları onları
(yüz üstü) bırakıp kayboldular. Zaten bu, onların yalanları ve kendi uydurdukları bir şeydir.
#
{27 ـ 28} يحذِّر تعالى مشركي العرب وغيرهم بإهلاك الأمم المكذِّبين الذين هم حول ديارهم، بل كثيرٌ منهم في جزيرة العرب؛ كعادٍ وثمودَ ونحوهم، وأنَّ الله تعالى صَرَّفَ لهم {الآياتِ}؛ أي: نوَّعها من كل وجه، {لعلهم يرجِعونَ}: عمَّا هم عليه من الكفر والتكذيب، فلمَّا لم يؤمنوا؛ أخذهم اللهُ أخذَ عزيزٍ مقتدرٍ، ولم تنفعْهم آلهتُهم التي يَدْعون من دون الله من شيءٍ، ولهذا قال هنا: {فلولا نَصَرَهُم الذين اتَّخذوا من دون الله قُرباناً آلهةً}؛ أي: يتقرَّبون إليهم ويتألَّهونهم لرجاء نفعهم. {بل ضلُّوا عنهم}: فلم يُجيبوهم ولا دَفَعوا عنهم، {وذلك إفْكُهُمْ وما كانوا يفترونَ}: من الكذب الذي يُمَنُّون به أنفسَهم؛ حيث يزعُمون أنَّهم على الحقِّ، وأنَّ أعمالهم ستنفعُهم، فضلَّت وبطلت.
27. Yüce Allah, Arap müşriklerinin ve diğerlerinin yaşadıkları yerlere yakın bölgelerde yaşamış yalanlayıcı ümmetleri helâk etmiş olduğunu bildirerek onları tehdit etmektedir. Hatta Âd, Semûd ve benzeri pek çok kavim, Arap Yarımadası’nda yaşamışlardı. Allah da bunlara âyetlerini bütün yönleriyle ve çeşitli şekillerde açıklamıştı ki
“belki dönerler” sürdürdükleri küfür ve yalanlamadan vazgeçerler
“diye.”
İman etmemeleri üzerine Yüce Allah, onları aziz ve muktedir olanın azapla yakalaması gibi yakaladı. Allah’tan başka tapındıkları uydurma ilâhlarının da onlara hiçbir faydası da olmadı:
28. “Allah’ın yanı sıra (kendilerini O’na) yaklaştırsınlar diye” yani faydalarını görmek umuduyla tapındıkları ve yakınlaşmak amacıyla amellerde bulundukları
“ilâhlar, onlara yardım etseydi ya?”
“Aksine o ilâhları onları (yüz üstü) bırakıp kayboldular.” Onların dualarına cevap veremediler, onların azaplarını da geri çeviremediler.
“Zaten bu, onların yalanları ve kendi uydurdukları bir şeydir.” Çünkü onlar, hak üzere olduklarına ve amellerinin kendilerine fayda sağlayacağına dair boş yere ümitlerde bulunuyorlardı. Bunların hepsi yok olup gitmiş, batıl olduğu ortaya çıkmıştır.
{وَإِذْ صَرَفْنَا إِلَيْكَ نَفَرًا مِنَ الْجِنِّ يَسْتَمِعُونَ الْقُرْآنَ فَلَمَّا حَضَرُوهُ قَالُوا أَنْصِتُوا فَلَمَّا قُضِيَ وَلَّوْا إِلَى قَوْمِهِمْ مُنْذِرِينَ (29) قَالُوا يَاقَوْمَنَا إِنَّا سَمِعْنَا كِتَابًا أُنْزِلَ مِنْ بَعْدِ مُوسَى مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ يَهْدِي إِلَى الْحَقِّ وَإِلَى طَرِيقٍ مُسْتَقِيمٍ (30) يَاقَوْمَنَا أَجِيبُوا دَاعِيَ اللَّهِ وَآمِنُوا بِهِ يَغْفِرْ لَكُمْ مِنْ ذُنُوبِكُمْ وَيُجِرْكُمْ مِنْ عَذَابٍ أَلِيمٍ (31) وَمَنْ لَا يُجِبْ دَاعِيَ اللَّهِ فَلَيْسَ بِمُعْجِزٍ فِي الْأَرْضِ وَلَيْسَ لَهُ مِنْ دُونِهِ أَوْلِيَاءُ أُولَئِكَ فِي ضَلَالٍ مُبِينٍ (32)}.
29- Hani cinlerden bir grubu Kur’ân’ı dinlesinler diye sana yöneltmiş idik. Onu
(dinlemek için yanına) geldiklerinde:
“Susup dinleyin” dediler.
(Okunması) bitince de birer uyarıcı olarak kavimlerinin yanına döndüler.
30-
Dediler ki: “Ey kavmimiz! Biz, Mûsâ’dan sonra indirilmiş olup kendinden önceki (kitapları) doğrulayan, hakka ve dosdoğru yola ileten bir Kitap dinledik.”
31-
“Ey kavmimiz! Allah’ın davetçisinin çağrısını kabul edin ve ona iman edin ki Allah, günahlarınızı bağışlasın ve sizi can yakıcı bir azaptan kurtarsın.”
32-
“Kim Allah’ın davetçisinin çağrısını kabul etmezse o, yeryüzünde (Allah’ı) âciz bırakacak değildir. Onun O’ndan başka hiçbir dost ve yardımcısı da olmaz. İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.”
#
{29} كان الله تعالى قد أرسل رسولَه محمداً - صلى الله عليه وسلم - إلى الخلق إنسهم وجنهم، وكان لا بدَّ من إبلاغ الجميع لدعوة النبوَّة والرسالة؛ فالإنس يمكنه عليه الصلاة والسلام دعوتُهم وإنذارُهم، وأمَّا الجنُّ؛ فصَرَفَهم الله إليه بقدرته وأرسل إليه {نفراً من الجنِّ يستمعونَ القرآن فلمَّا حَضَروه قالوا أنصِتوا}؛ أي: وصَّى بعضُهم بعضاً بذلك، {فلما قُضِيَ}: وقد وَعَوْه وأثَّر ذلك فيهم، {ولَّوْا إلى قومِهِم منذِرين}: نصحاً منهم لهم، وإقامة لحجَّة الله عليهم، وقيَّضهم الله معونةً لرسوله - صلى الله عليه وسلم - في نشر دعوتِهِ في الجنِّ.
29. Yüce Allah, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i insanlarıyla, cinleriyle bütün mükelleflere peygamber olarak göndermişti. Nübüvvet ve risâlet davasının, bunların hepsine tebliğ edilmesi gerekiyordu.
Peygamber’in insanlara davette bulunması, onları korkutup uyarması mümkün bir şeydi.
Cinlere gelince Yüce Allah,
kudretiyle onları kendisine doğru yönlendirmiş ve cinlerden bir kesimin ona gitmesini sağlamıştı: “Hani cinlerden bir grubu Kur’ân’ı dinlesinler diye sana yöneltmiş idik. Onu (dinlemek için yanına) geldiklerinde: “Susup dinleyin” dediler.” Birbirlerine bunu tavsiye ettiler.
(Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem tarafından Kur’ân’ın) “(okunması) bitince de” onlar, Kur’ân’ı bellemiş ve ondan etkilenmişler bir halde
“birer uyarıcı olarak” onlara samimiyetle öğüt veren, onlara karşı delil ortaya koyan kimseler olarak
“kavimlerinin yanına döndüler.”
Allah, onları Rasûlünün davetinin cinler arasında yayılması için adeta yardımcı kılmıştı.
#
{30} {قالوا يا قومَنا إنَّا سَمِعْنا كتاباً أنزِلَ من بعدِ موسى}: لأنَّ كتاب موسى أصلٌ للإنجيل وعمدةٌ لبني إسرائيل في أحكام الشرع، وإنَّما الإنجيل متمِّم ومكمِّل ومغيِّر لبعض الأحكام، {مصدِّقاً لما بين يديه يَهْدي}: هذا الكتاب الذي سَمِعْناه، {إلى الحقِّ}: وهو الصوابُ في كلِّ مطلوبٍ وخبرٍ، {وإلى طريقٍ مستقيمٍ}: موصل إلى الله وإلى جنَّته من العلم بالله وبأحكامه الدينيَّة وأحكام الجزاء.
30.
“Dediler ki: Ey kavmimiz, biz Mûsâ’dan sonra indirilmiş…” Zira Mûsâ’ya indirilen Kitap, İncil’in temeli ve şer’i hükümler hususunda İsrailoğullarının asıl kaynağıdır. İncil ise onu tamamlamak ve bazı hükümleri değiştirmek üzere indirilmiştir.
Bizim işittiğimiz bu kitap,
“kendinden önceki (kitapları) doğrulayan, hakka” her hususta gerçeğe, hayra
“ve dosdoğru yola ileten” Allah’a ve O’nun cennetine ulaştıran, Allah’ı bilmeyi sağlayan, dinî hükümleri ve öldükten sonra diriliş halinde amellere verilecek karşılıkları bildiren
“bir kitap dinledik.”
#
{31} فلمَّا مَدَحوا القرآن وبيَّنوا محلَّه ومرتبته؛ دَعَوْهم إلى الإيمان به، فقالوا: {يا قومَنا أجيبوا داعيَ اللهِ}؛ أي: الذي لا يدعو إلاَّ إلى ربِّه، لا يدعوكم إلى غرض من أغراضِهِ ولا هوى، وإنَّما يدعوكم إلى ربِّكم لِيُثيبَكم، ويزيلَ عنكم كلَّ شرٍّ ومكروه، ولهذا قالوا: {يغفرْ لكم من ذُنوبِكُم ويُجِرْكُم من عذابٍ أليم}: وإذا أجارهم من العذاب الأليم؛ فما ثمَّ بعد ذلك إلاَّ النعيم؛ فهذا جزاءُ من أجاب داعي الله.
31. Cinler, Kur’ân-ı Kerîm’den övgü ile söz ettikten,
onun konum ve mevkiini açıkladıktan sonra kavimlerini bu Kitaba iman etmeye davet ederek şöyle dediler:
“Ey kavmimiz, Allah’ın davetçisinin” yani sizi ancak Rabbine davet eden, kendi özel maksadına, heva ve hevesine değil de ancak Rabbinizin yoluna çağıran bu kimsenin
“çağrısını kabul edin.” Zira o, sadece sizi mükâfatlandırması, sizden her bir kötülüğü ve hoş olmayan her bir şeyi izale etmesi için Rabbinize çağırıyor.
Bundan dolayı sözlerini şöyle sürdürdüler: “Ona iman edin ki Allah, günahlarınızı bağışlasın ve sizi can yakıcı bir azaptan kurtarsın.” Onları bu azaptan kurtardı mı artık geriye cennet nimetlerine kavuşmaktan başka bir şık kalmamaktadır. İşte Allah’ın davetçisinin çağrısını kabul edenlerin mükâfatı budur.
#
{32} {ومَن لا يُجِبْ داعيَ الله فليس بمعجزٍ في الأرضِ}: فإنَّ الله على كلِّ شيءٍ قديرٌ، فلا يفوته هاربٌ ولا يغالِبُه مغالبٌ، {وليس له من دونِهِ أولياءُ أولئك في ضلالٍ مبينٍ}، وأيُّ ضلال أبلغُ من ضلال مَنْ نادَتْه الرسل، ووصلتْ إليه النُّذُر بالآيات البيِّنات والحجج المتواتراتِ فأعرض واستكبر؟!
32.
“Kim Allah’ın davetçisinin çağrısını kabul etmezse o, yeryüzünde (Allah’ı) âciz bırakacak değildir.” Çünkü Yüce Allah, her şeye güç yetirendir. Kaçan O’ndan kurtulamaz, kimse O’nu yenik düşürmeye kalkışamaz.
“Onun O’ndan başka hiçbir dost ve yardımcısı da olmaz. İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.” Peygamberlerin kendilerini çağırdığı, apaçık âyetlerin/belgelerin ve tartışılmaz kesin delillerin kendilerine ulaştığı, buna rağmen onlardan yüz çevirip büyüklenenlerin sapıklığından daha büyük sapıklık olabilir mi?
{أَوَلَمْ يَرَوْا أَنَّ اللَّهَ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَلَمْ يَعْيَ بِخَلْقِهِنَّ بِقَادِرٍ عَلَى أَنْ يُحْيِيَ الْمَوْتَى بَلَى إِنَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (33)}.
33- Onlar, göklerle yeri yaratan ve bunları yaratmakta acze düşmeyen Allah’ın, ölüleri diriltmeye
(haydi haydi) kâdir olduğunu görmezler mi? Elbette ki
(kadirdir); çünkü O, her şeye güç yetirendir.
#
{33} هذا استدلالٌ منه تعالى على الإعادة بعد الموت بما هو أبلغُ منها، وهو {أنَّه الذي خلقَ السماواتِ والأرضَ} على عظمهما وسعتهما وإتقان خلقهما من دون أن يَكْتَرِثَ بذلك، ولم يَعْيَ بِخَلْقِهِنَّ؛ فكيف تعجِزُه إعادتُكم بعد موتكم وهو {على كل شيءٍ قديرٌ}؟!
33. Bu buyruğuyla Yüce Allah, ölümden sonra dirilişe, bundan çok daha üstün ve ileri olan bir gerçeği delil olarak göstermektedir. Şöyle ki; büyüklüklerine, genişliklerine, mükemmel ve sağlam yaratılışlarına rağmen gökleri ve yeri hiç zorlanmadan yaratan, bunları yaratmaktan dolayı bir yorgunluk ve acizlik göstermeyen Allah, ölümünüzden sonra sizleri tekrar yaratmaktan -hem de her şeye güç yetiren olmakla birlikte- nasıl acze düşebilir?
{وَيَوْمَ يُعْرَضُ الَّذِينَ كَفَرُوا عَلَى النَّارِ أَلَيْسَ هَذَا بِالْحَقِّ قَالُوا بَلَى وَرَبِّنَا قَالَ فَذُوقُوا الْعَذَابَ بِمَا كُنْتُمْ تَكْفُرُونَ (34) فَاصْبِرْ كَمَا صَبَرَ أُولُو الْعَزْمِ مِنَ الرُّسُلِ وَلَا تَسْتَعْجِلْ لَهُمْ كَأَنَّهُمْ يَوْمَ يَرَوْنَ مَا يُوعَدُونَ لَمْ يَلْبَثُوا إِلَّا سَاعَةً مِنْ نَهَارٍ بَلَاغٌ فَهَلْ يُهْلَكُ إِلَّا الْقَوْمُ الْفَاسِقُونَ (35)}
34- Kâfirlerin ateşe sokulacakları gün
(onlara):
“Hani, bu (azap) hak değil miymiş?” (denir).
Onlar da: “Evet, Rabbimize yemin olsun ki (hak imiş)” derler.
O da: “O halde inkâr etmenizden dolayı tadın azabı!” buyurur.
35- Peygamberlerden üstün azim sahiplerinin sabrettiği gibi sen de sabret ve bunlar hakkında
(azap için) acele etme. Zira onlar, tehdit edildikleri o
(azabı) gördükleri gün sanki
(dünyada) ancak gündüzün bir bölümü kadar kaldıklarını sanacaklardır. Bu
(Kur'ân, insanlara) bir tebliğdir. Artık fasık toplumlardan başkası helâk edilir mi hiç?
#
{34} يخبر تعالى عن حال الكفار الفظيعة عند عرضِهِم على النار التي كانوا يكذِّبون بها، وأنَّهم يوبَّخون ويُقال لهم: {أليس هذا بالحقِّ}؛ فقد حضرتُموه وشاهدتُموه عياناً، {قالوا بلى وربِّنا}: فاعترفوا بذنوبهم وتبين كذبهم، {قال فَذُوقُوا العَذابَ بما كنتُم تكفُرون}؛ أي: عذاباً لازماً دائماً كما كان كفرُكم صفةً لازمةً.
34. Yüce Allah, kâfirlerin dünyada iken yalanladıkları cehennem ateşine sunulacakları vakit karşı karşıya bulunacakları korkunç hallerini haber vermekte,
azarlanacaklarını ve onlara: “Hani, bu (azap) hak değil miymiş?” denileceğini bildirmektedir. İşte şimdi bu azapla karşı karşıya bulunuyorsunuz ve onu gözlerinizle görmektesiniz.
“Onlar da: “Evet, Rabbimize yemin olsun ki (hak imiş)” derler” ve böylelikle günahlarını itiraf etmiş olurlar, yalan söyledikleri de açıkça ortaya çıkmış olur.
“O halde inkâr etmenizden dolayı tadın azabı!” buyurur.” Sizin küfrünüz nasıl sizden ayrılmaz bir nitelik idiyse, sizin çekeceğiniz bu azap da yakanızı bırakmayacaktır.
#
{35} ثم أمر تعالى رسوله أن يصبِرَ على أذيَّة المكذِّبين المعادين له، وأن لا يزال داعياً لهم إلى الله، وأن يقتديَ بصبرِ أولي العزم من المرسَلين سادات الخَلْق أولي العزائم والهِمَم العالية، الذين عَظُم صَبْرُهم وتمَّ يقينُهم؛ فهم أحقُّ الخلق بالأسوة بهم والقفو لآثارهم والاهتداء بمنارِهِم، فامتثل - صلى الله عليه وسلم - لأمر ربِّه، فصبر صبراً لم يصبِرْه نبيٌّ قبله، حتى رماه المعادون له عن قوسٍ واحدةٍ، وقاموا جميعاً بصدِّه عن الدَّعوة إلى الله، وفعلوا ما يمكنهم من المعاداة والمحاربة، وهو - صلى الله عليه وسلم - لم يزل صادعاً بأمر الله، مقيماً على جهاد أعداء الله، صابراً على ما ينالُه من الأذى، حتى مكَّن الله له في الأرض، وأظهر دينَه على سائر الأديان وأمَّته على الأمم، فصلى الله عليه وسلم تسليماً.
وقوله: {ولا تستعجل لهم}؛ أي: لهؤلاء المكذِّبين المستعجلين للعذاب؛ فإنَّ هذا من جهلهم وحمقهم؛ فلا يستخفنَّكَ بجهلهم ولا يَحْمِلْك ما ترى من استعجالهم على أنْ تدعُوَ الله عليهم بذلك؛ فإنَّ كلَّ ما هو آتٍ قريبٌ، و {كأنَّهم} حين {يَرَوْنَ ما يوعدونَ لم يَلْبَثوا} في الدُّنيا {إلاَّ ساعةً من نهارٍ}؛ فلا يحزُنْك تمتُّعهم القليل وهم صائرون إلى العذاب الوبيل، {بلاغٌ}؛ أي: هذه الدنيا متاعها وشهواتها ولذَّاتها بلغةٌ منغصةٌ ودفعُ وقتٍ حاضر قليل، أو هذا القرآن العظيم ـ الذي بيَّنَّا لكم فيه البيانَ التامَّ ـ بلاغٌ لكم وزادٌ إلى الدار الآخرة، ونِعْم الزادُ والبلغةُ، زادٌ يوصل إلى دار النعيم، ويعصِمُ من العذابِ الأليم؛ فهو أفضل زاد يتزوَّده الخلائقُ، وأجلُّ نعمة أنعم الله بها عليهم، {فهل يُهْلَكُ}: بالعقوبات {إلاَّ القومُ الفاسقون}؛ أي: الذين لا خير فيهم، وقد خرجوا عن طاعة ربِّهم، ولم يَقْبَلوا الحقَّ الذي جاءتهم به الرسل، وأعذر الله لهم وأنذرهم، فبعد ذلك إذ يستمرُّون على تكذيبهم وكفرهم، نسأل الله العصمة.
35. Daha sonra Yüce Allah, Rasûlüne kendisini yalanlayanların ve ona karşı çıkanların eziyetlerine sabretmesini, onları Allah’ın yoluna daveti sürdürmesini, bu konuda insanları efendileri, sabırları pek büyük, yakînleri eksiksiz, kararları tam olan
“azim sahibi” peygamberlere uyarak sabretmesini emretmektedir. Çünkü insanlar arasında kendilerine uyulmaya, açıklanan aydınlık yolda hidâyet bulmaya en layık olanlar onlardır.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de Rabbinin emrine uydu, kendinden önce hiçbir peygamberin sabretmediği şekilde sabretti. Onun düşmanları hep birlikte ona karşı çıktılar. Hepsi de onu Allah’ın yoluna davet etmekten engellediler. Ellerinden geldiğince ona düşmanlık ettiler ve ona karşı savaştılar. O ise Allah’ın emrini açıklamaya devam etti, Allah’ın düşmanlarına karşı cihadı sürdürdü. Karşı karşıya kaldığı her türlü eziyete sabredip direndi. Nihâyet Yüce Allah, ona yeryüzünde güç ve imkân verdi. Dinini diğer dinlere, ümmetini de diğer ümmetlere üstün kıldı. Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun.
“Ve bunlar” yani azabı çabucak isteyen yalanlayıcılar “hakkında acele etme!” Çünkü bunlar, cahilliklerinden ve ahmaklıklarından bu tutumu sergiliyorlar. Onların bilgisizlikleri seni aceleciliğe sürüklemesin, onların acele ettiklerini görmen, seni azabın gelişi için onlara beddua etmeye sevk etmesin. Çünkü gelecek olan her şey, yakın demektir.
“Zira onlar, tehdit edildikleri o (azabı) gördükleri gün sanki” dünyada
“ancak gündüzün bir bölümü kadar kaldıklarını sanacaklardır.” Dolayısıyla o korkunç azaba doğru yol alırlarken onların azıcık bir süre faydalanmaları seni sakın üzmesin.
“Bu, tebliğdir.” Yani bu dünya, onun zevkleri, arzuları ve lezzetleri, hevesi kursakta bırakan ve halihazırdaki azıcık bir vaktin ihtiyaçlarının karşılandığı geçici bir şeydir.
Size yeterli açıklamayı yapmış olduğumuz bu Kur’ân-ı Azim de sizin için bir tebliğdir ve âhiret yurdu için de bir azıktır. O, çok bir güzel azıktır ve maksada da ulaştırıcıdır. Nimetler yurdu cennete ulaştıran, can yakıcı azaptan da koruyan bir azıktır. O, bütün insanların edinecekleri en üstün azık, Allah’ın kendilerine ihsan ettiği en değerli nimettir.
“Artık” büsbütün hayırsız, Rablerinin itaatinin dışına çıkmış, peygamberlerinin kendilerine getirmiş olduğu hakkı kabul etmeyen “fasık toplumlardan başkası” îlâhî cezalarla
“helâk edilir mi hiç?”
Zira Allah, onlara gereken uyarıcıları göndermiş, onlara ileri sürebilecekleri bir mazeret bırakmamıştır. Onlar ise buna rağmen yalanlamalarını ve küfürlerini sürdürmüşlerdir. Yüce Allah bizleri korusun.
Ahkaf Sûresi’nin tefsiri burada sona ermektedir. Alemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun.
***