Ayet:
40- ĞÂFİR/MÜ’MİN SÛRESİ
40- ĞÂFİR/MÜ’MİN SÛRESİ
(Mekke’de inmiştir. 85 âyettir)
Ayet: 1 - 3 #
{حم (1) تَنْزِيلُ الْكِتَابِ مِنَ اللَّهِ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ (2) غَافِرِ الذَّنْبِ وَقَابِلِ التَّوْبِ شَدِيدِ الْعِقَابِ ذِي الطَّوْلِ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ إِلَيْهِ الْمَصِيرُ (3)}.
1- Hâ, Mîm. 2- Bu Kitap, Aziz ve Alim olan Allah tarafından indirilmiştir. 3- O, günahları bağışlayan, tevbeleri kabul eden, cezası çetin ve lütfu pek bol olandır. O’ndan başka (hak) ilâh yoktur. Dönüş de yalnız O’nadır.
#
{1 ـ 3} يخبر تعالى عن كتابِهِ العظيم وأنَّه صادرٌ ومنزَّلٌ من الله المألوه المعبود لكمالِهِ وانفرادِهِ بأفعالِهِ. {العزيز}: الذي قَهَرَ بعزَّته كلَّ مخلوق. {العليم}: بكل شيء، {غافرِ الذنبِ}: للمذنبين، {وقابلِ التَّوْبِ}: من التائبين، {شديدِ العقابِ}: على من تجرَّأ على الذُّنوب ولم يَتُبْ منها، {ذي الطَّوْلَ}؛ أي: التفضُّل والإحسان الشامل. فلمَّا قرَّر ما قرَّر من كماله، وكان ذلك موجباً لأن يكون وحدَه المألوهَ الذي تُخْلَصُ له الأعمالُ؛ قال: {لا إله إلاَّ هو إليه المصيرُ}. ووجهُ المناسبة بذِكْر نزول القرآن من الله الموصوفِ بهذه الأوصافِ أنَّ هذه الأوصافَ مستلزمةٌ لجميع ما يشتملُ عليه القرآنُ من المعاني؛ فإنَّ القرآن: إما إخبارٌ عن أسماء اللهِ وصفاتِهِ وأفعالِهِ، وهذه أسماءٌ وأوصافٌ وأفعالٌ. وإمَّا إخبارٌ عن الغيوبِ الماضيةِ والمستقبلةِ؛ فهي من تعليم العليم لعبادِهِ. وإمَّا إخبارٌ عن نعمه العظيمة وآلائِهِ الجسيمة وما يوصِلُ إلى ذلك من الأوامر؛ فذلك يدلُّ عليه قوله: {ذي الطَّوْل}. وإما إخبارٌ عن نقمِهِ الشديدةِ وعمَّا يوجِبُها ويقتضيها من المعاصي؛ فذلك يدلُّ عليه قولُه: {شديد العقاب}. وإما دعوةٌ للمذنبين إلى التوبةِ والإنابةِ والاستغفار؛ فذلك يدلُّ عليه قوله: {غافرِ الذَّنْبِ وقابلِ التَّوْبِ شديدِ العقابِ}. وإما إخبارٌ بأنَّه وحدَه المألوهُ المعبودُ وإقامةُ الأدلةِ العقليةِ والنقليةِ على ذلك والحث عليه والنهي عن عبادة ما سوى الله وإقامةِ الأدلة العقليَّة والنقليَّة على فسادِها والترهيب منها؛ فذلك يدلُّ عليه قولُهُ تعالى: {لا إله إلاَّ هو}. وإمَّا إخبارٌ عن حكمِهِ الجزائيِّ العدل وثواب المحسنين وعقاب العاصينَ؛ فهذا يدلُّ عليه قوله: {إليه المصيرُ}. فهذا جميعُ ما يشتملُ عليه القرآنُ من المطالبِ العالياتِ.
2. Yüce Allah, yüce Kitabından bahsetmekte ve onun, kemali dolayısı ile fiillerinde ortağı bulunmadığı için yegane mabud ve ilâh olan Allah tarafından indirildiğini bildirmektedir. O Allah, hem bütün yaratıkları hükmünün altında bulunduran ve onları hükmünün mahkûmu kılan “Aziz” hem de her şeyi bilen “Alim”dir. 3. “O” günahkârlara “günahları bağışlayan” tevbe edenlerden “tevbeleri kabul eden” günah işleme cesaretini göstererek günahlardan tevbe etmeyen kimselere karşı “cezası çetin ve” her şeyi kapsayan nimet ve ihsanı ile de “lütfu pek bol olandır.” Allah, kemâline dair bazı açıklamalarda bulunduktan sonra ve bu da amellerin yalnızca kendisine ihlâsla yapılması gereken yegane ilâh olmasını gerektirdiğinden dolayı devamla “O’ndan başka (hak) ilâh yoktur, dönüş de yalnız O’nadır” buyurmaktadır. Kur’ân-ı Kerîm’in, bu vasıflara sahip olan Allah tarafından indirilmiş olması arasındaki ilişkiye gelince bu sıfatlar, Kur’ân-ı Kerîm’in kapsadığı bütün manâları gerekli kılmaktadır. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm ya Allah’ın isimleri, sıfatları ve fiilleri hakkında haber vermektedir ki burada sayılanlar da O’nun isim, sıfat ve fiilleridir. Ya da Kur'ân, geçmişteki ve gelecekteki gayblere dair haber vermektedir ki bunların hepsi de her şeyi bilen (Alim) Allah’ın kullarına öğrettikleri cümlesindendir. Ya da Kur’ân-ı Kerîm, Allah’ın pek büyük nimetleri, pek muazzam ihsanları hakkında bilgi verip bunlara ulaştıran emirleri içermektedir ki burada: “Ve lütfu pek bol olandır” buyruğu buna delalet etmektedir. Yahut Kur’ân-ı Kerîm, O’nun oldukça çetin cezalarını ve bu cezaları gerektiren masiyetleri haber vermektedir ki burada O’nun “cezası çetin” buyruğu buna delâlet etmektedir. Yahut Kur’ân-ı Kerîm, günahkârları tevbeye, Allah’a dönmeye, Allah’tan mağfiret dilemeye davet etmektedir ki buna da Yüce Allah’ın: “O, günahları bağışlayan, tevbeleri kabul eden” buyruğu delildir. Ya da Kur’ân-ı Kerîm, Yüce Allah’ın yegane ilâh ve mabud olduğunu haber vermekte, buna dair aklî ve naklî delilleri ortaya koymakta, buna teşvik etmekte, Allah’ın dışındaki varlıklara ibadeti de yasaklamakta, onlara ibadetin yanlışlığına dair aklî ve naklî delilleri ortaya koymakta, bundan dolayı uyarıda bulunmaktadır ki burada Yüce Allah’ın: “O’ndan başka (hak) ilâh yoktur” buyruğu buna delalet etmektedir. Yahut da Kur’ân-ı Kerîm’in buyrukları, O’nun mutlak adaletli olan cezaî hükümlerini, iyilikte bulunanların mükâfatını ve isyankârların cezalarını haber vermektedir ki buna da Yüce Allah’ın: “Dönüş de yalnız O’nadır” buyruğu delalet etmektedir. İşte bunlar, Kur’ân-ı Kerîm’in kapsadığı bu oldukça yüksek manaların tümünün özetidir.
Ayet: 4 - 6 #
{مَا يُجَادِلُ فِي آيَاتِ اللَّهِ إِلَّا الَّذِينَ كَفَرُوا فَلَا يَغْرُرْكَ تَقَلُّبُهُمْ فِي الْبِلَادِ (4) كَذَّبَتْ قَبْلَهُمْ قَوْمُ نُوحٍ وَالْأَحْزَابُ مِنْ بَعْدِهِمْ وَهَمَّتْ كُلُّ أُمَّةٍ بِرَسُولِهِمْ لِيَأْخُذُوهُ وَجَادَلُوا بِالْبَاطِلِ لِيُدْحِضُوا بِهِ الْحَقَّ فَأَخَذْتُهُمْ فَكَيْفَ كَانَ عِقَابِ (5) وَكَذَلِكَ حَقَّتْ كَلِمَتُ رَبِّكَ عَلَى الَّذِينَ كَفَرُوا أَنَّهُمْ أَصْحَابُ النَّارِ (6)}.
4- Allah’ın âyetleri hakkında ancak kâfirler tartışır. O halde onların ülkelerde gezip dolaşması seni aldatmasın. 5- Onlardan önce Nûh’un kavmi, Nûh’un kavminden sonra da (peygamberlere karşı birleşen müşrik) birlikler yalanlamışlardı. Her ümmet peygamberini yakalayıp öldürmeye kastetmiş ve hakkı ortadan kaldırmak için batılla tartışmışlardı. Ben de onları (azapla ansızın) yakaladım. Peki, benim cezalandırmam nasılmış?! 6- Böylece Rabbinin, kâfirlerin cehennemlik olduğu yönündeki (azap) sözü, onlar hakkında gerçekleşmiş oldu.
#
{4} يخبر تبارك وتعالى أنَّه ما يجادِلُ في آياتِه إلاَّ الذينَ كَفَروا، والمرادُ بالمجادلة هنا المجادلةُ لردِّ آيات الله ومقابلَتِها بالباطل؛ فهذا من صنيع الكفارِ، وأمَّا المؤمنونَ؛ فيخضعون للحقِّ لِيُدْحِضوا به الباطلَ ، ولا ينبغي للإنسان أن يغترَّ بحالةِ الإنسان الدنيويَّة ويظنَّ أنَّ إعطاء اللهِ إيَّاه في الدُّنيا دليلٌ على محبَّتِهِ له وأنَّه على الحقِّ، ولهذا قال: {فلا يَغْرُرْكَ تقلُّبُهم في البلادِ}؛ أي: تردُّدهم فيها بأنواع التجاراتِ والمكاسبِ، بل الواجبُ على العبدِ أن يَعْتَبِرَ الناس بالحقِّ وينظُرَ إلى الحقائق الشرعيَّةِ ويزنَ بها الناسَ، ولا يزنُ الحقَّ بالناس كما عليه مَنْ لا علم ولا عقلَ له.
4. Yüce Allah, “Allah’ın âyetleri hakkında ancak kâfirler tartışır” buyurmaktadır. Burada tartışmaktan kasıt, Allah’ın âyetlerini reddetmek, batıl ile onlara karşı çıkmak maksadı ile yapılan tartışmadır. Bu ise kâfirlerin yaptığı bir iştir. Müminlere gelince onlar hakka boyun eğerler. Bundan maksatları da hak ile batılı çürütmektir. Bu yüzden insanın, bir başkasının dünyevî hali dolayısı ile aldanmaması, Allah’ın dünyada ona bir şeyler vermiş olmasını, onu sevdiğine ve o kimsenin hak üzere olduğuna delil saymaması gerekir. Bu bakımdan Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “O halde onların ülkelerde gezip dolaşması seni aldatmasın.” Yani çeşitli ticaret ve kazanç imkânları ile oralarda gidip gelmelerine aldanma! Aksine kula düşen, insanları hak ile değerlendirmek, şer’î hakikatlere bakarak o hakikatler ile insanları tartmaktır. Hakkı, bilgisiz ve akılsız kimselerin yaptığı gibi insanlarla tartmaya kalkışmamaktır. Daha sonra Yüce Allah, önceki ümmetlerden bazılarının yaptığı gibi Allah’ın âyetlerini iptal etmek maksadı ile onlara karşı çıkıp tartışanları tehdit ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{5} ثم هدَّدَ مَنْ جادَلَ بآيات الله لِيُبْطِلَها كما فعل مَنْ قَبْلَه من الأمم من {قوم نوح} وعاد {والأحزاب من بعدِهِم}، الذين تحزَّبوا وتجمَّعوا على الحقِّ ليبطلوه وعلى الباطل لينصُروه، {و} أنَّه بلغت بهم الحالُ وآلَ بهم التحزُّبُ إلى أنَّه {همَّتْ كلُّ أمةٍ}: من الأمم {برسولهم ليأخذوهُ}؛ أي: يقتلوه، وهذا أبلغ ما يكون للرسل، الذين هم قادةُ أهل الخير، الذين معهم الحقُّ الصرفُ، الذي لا شك فيه ولا اشتباه، همُّوا بقتلهم؛ فهل بعد هذا البغي والضلال والشقاء إلاَّ العذاب العظيم الذي لا يخرجون منه؟! ولهذا قال في عقوبتهم الدنيويَّة والأخرويَّة: {فأخذْتُهم}؛ أي: بسبب تكذيبهم وتحزُّبهم {فكيف كان عقاب}: كان أشدَّ العقاب وأفظَعَه، إنْ هو إلا صيحةٌ أو حاصبٌ ينزل عليهم، أو يأمر الأرضَ أن تأخُذَهم أو البحرَ أن يُغْرقَهم؛ فإذا هم خامدونَ.
5. “Onlardan önce Nûh’un kavmi” yine Âd kavmi de “Nûh’un kavminden sonra da birlikler” güruhlar halinde bir araya gelen, hakkı iptal etmek ve batılı zafere kavuşturmak üzere bir araya toplanan “birlikler yalanladılar.” Öyle ki bu gruplaşmaları sonunda “her ümmet peygamberini yakalayıp öldürmeye kastetmiş…” Bir peygambere karşı yapılabilecek en ileri saldırı budur. Oysa o peygamberler, hayır ehlinin önderleridir. Saf hakikat, onlarla beraberdir. Onların getirdikleri hakta hiçbir şüphe ve tereddüt yoktur. Ama bu ümmetler, onları öldürmek istediler. Peki, böyle bir azgınlık, sapıklık ve bedbahtlıktan sonra içinden çıkmaları mümkün olmayacak pek büyük azaptan başkası söz konusu olabilir mi? Bundan dolayı Allah, onların dünyevî ve uhrevî cezaları hususunda şöyle buyurmaktadır: “Ben de” yalanlamaları ve pygamberlere karşı birleşmeleri dolayısı ile “onları (azapla ansızın) yakaladım. Peki, benim cezalandırmam nasılmış?” Elbette o, cezanın en çetini ve en müthişi idi. Bu ceza ya bir çığlıktı, ya üzerlerine yağan bir taş yağmuru idi, ya yere onları yutması için ya da denize onları boğmaları için verdiği bir emirdi. Sonunda onlar, sönmüş bir ateş alevi gibi hareketsiz kalıverdiler.
#
{6} {وكذلك حَقَّتْ كلمةُ ربِّك على الذين كَفَروا}؛ أي: كما حقَّتْ على أولئك حقَّتْ عليهم كلمةُ الضلال التي نشأت عنها كلمةُ العذاب، ولهذا قال: {إنَّهم أصحابُ النارِ}.
6. “Böylece Rabbinin, kâfirlerin cehennemlik olduğu yönündeki (azap) sözü, onlar hakkında gerçekleşmiş oldu” öncekiler hakkında azap sözüne sebep olan sapıklık hükmü hak olduğu gibi bu kafirler hakkında da hak olmuştur.
Ayet: 7 - 9 #
{الَّذِينَ يَحْمِلُونَ الْعَرْشَ وَمَنْ حَوْلَهُ يُسَبِّحُونَ بِحَمْدِ رَبِّهِمْ وَيُؤْمِنُونَ بِهِ وَيَسْتَغْفِرُونَ لِلَّذِينَ آمَنُوا رَبَّنَا وَسِعْتَ كُلَّ شَيْءٍ رَحْمَةً وَعِلْمًا فَاغْفِرْ لِلَّذِينَ تَابُوا وَاتَّبَعُوا سَبِيلَكَ وَقِهِمْ عَذَابَ الْجَحِيمِ (7) رَبَّنَا وَأَدْخِلْهُمْ جَنَّاتِ عَدْنٍ الَّتِي وَعَدْتَهُمْ وَمَنْ صَلَحَ مِنْ آبَائِهِمْ وَأَزْوَاجِهِمْ وَذُرِّيَّاتِهِمْ إِنَّكَ أَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ (8) وَقِهِمُ السَّيِّئَاتِ وَمَنْ تَقِ السَّيِّئَاتِ يَوْمَئِذٍ فَقَدْ رَحِمْتَهُ وَذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ (9)}
7- Arş’ı taşıyanlar ve etrafında bulunanlar, Rablerini hamd ile tesbih ederler, O’na iman ederler ve mü’minler için de mağfiret dilerler. (Derler ki:) “Rabbimiz! Rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır. Tevbe edenlere ve Senin yolunu izleyenlere mağfiret buyur ve onları cehennem azabından koru.” 8- “Ey Rabbimiz, onları da babalarından, eşlerinden ve zürriyetlerinden salih olanları da kendilerine vaat ettiğin Adn cennetlerine koy. Şüphesiz Sen, Azizsin, Hakimsin.” 9- “Onları kötülüklerden de koru. Sen o gün kimi kötülüklerden korursan ona merhamet etmiş olursun. İşte asıl büyük kurtuluş da budur.”
#
{7} يخبرُ تعالى عن كمال لطفِهِ تعالى بعباده المؤمنين، وما قيَّض لأسباب سعادتِهِم من الأسباب الخارجة عن قُدَرِهم من استغفار الملائكةِ المقرَّبين لهم ودعائِهِم لهم بما فيه صلاحُ دينِهم وآخرتِهِم، وفي ضمن ذلك الإخبار عن شرف حملة العرشِ ومَنْ حولَه وقُرْبِهِم من ربِّهم وكثرة عبادتهم ونُصحهم لعبادِ الله لعلمهم أنَّ الله يحبُّ ذلك منهم، فقال: {الذين يحملونَ العرشَ}؛ أي: عرش الرحمن، الذي هو سقف المخلوقات وأعظمها وأوسعها وأحسنها وأقربها من الله تعالى، الذي وسع الأرض والسماوات والكرسيَّ، وهؤلاء الملائكة قد وَكَلَهُمُ الله تعالى بحمل عرشه العظيم؛ فلا شكَّ أنهم من أكبر الملائكة وأعظمهم وأقواهم، واختيار الله لهم لحمل عرشه وتقديمهم في الذكر وقربهم منه يدلُّ على أنهم أفضل أجناس الملائكة عليهم السلام؛ قال تعالى: {ويحملُ عرشَ ربِّك فوقَهم يومئذٍ ثمانيةٌ}، {ومَنْ حولَه}: من الملائكة المقرَّبين في المنزلة والفضيلة، {يسبِّحون بحمد ربِّهم}: هذا مدح لهم بكثرة عبادتهم لله تعالى، وخصوصاً التسبيح والتحميد، وسائر العبادات تدخل في تسبيح الله وتحميده؛ لأنها تنزيهٌ له عن كون العبد يصرفها لغيره وحمدٌ له تعالى، بل الحمدُ هو العبادة لله تعالى، وأما قول العبد: «سبحان الله وبحمده»؛ فهو داخلٌ في ذلك، وهو من جملة العبادات، {ويستغفرون للذين آمنوا}: وهذا من جملة فوائد الإيمان وفضائله الكثيرة جدًّا؛ أن الملائكة الذين لا ذنوب عليهم يستغفرون لأهل الإيمان؛ فالمؤمن بإيمانه تسبَّب لهذا الفضل العظيم. ولمَّا كانت المغفرةُ لها لوازمُ لا تتمُّ إلا بها ـ غير ما يتبادر إلى كثير من الأذهان أنَّ سؤالَها وطلبَها غايتُهُ مجرّد مغفرة الذنوب ـ ذكر تعالى صفةَ دعائهم لهم بالمغفرة بذكر ما لا تتمُّ إلاَّ به، فقال: {ربَّنا وسعتَ كل شيء رحمة وعلماً}: فعلمك قد أحاط بكلِّ شيء، لا يخفى عليك خافيةٌ ولا يعزُبُ عن علمك مثقال ذرةٍ في الأرض ولا في السماء ولا أصغر من ذلك ولا أكبر، ورحمتُك وسعتْ كلَّ شيء؛ فالكون علويُّه وسفليُّه قد امتلأ برحمة الله تعالى، ووسعتهم، ووصل إلى ما وصل إليه خلقه، {فاغْفِرْ للذين تابوا}: من الشرك والمعاصي، {واتَّبعوا سبيلك}: باتِّباع رسلك بتوحيدك وطاعتك، {وقِهِمْ عذابَ الجحيم}؛ أي: قهم العذاب نفسه، وقِهِم أسباب العذاب.
7. Yüce Allah, mü’min kullarına olan kemal derecesindeki lütfunu ve onların mutlulukları için hazırlamış olduğu sebepleri haber vermektedir. Bu sebeplerin bir bölümü, onların kudretleri dışındadır. Mukarreb meleklerin onlar için mağfiret dilemeleri, onlara din ve âhiretlerinin salâh bulması için dua etmeleri, kudretleri dışındaki sebeplerdendir. Bu buyruklarda zımnen Arş’ı taşıyanların ve onun etrafında bulunanların şereflerini, Rablerine olan yakınlıklarını, O’na çokça ibadet etmelerini, Allah'ın kullarının iyiliklerini samimi olarak istediklerini -zira Allah’ın onların bu tutumlarını sevdiğini bilmektedirler- haber verilmekte ve şöyle buyurmaktadır: “Arş’ı” yani Rahman’ın Arşı “taşıyanlar” ki o, bütün mahlukatın tavanı durumundadır, gökleri, yeri ve Kürsi’yi kuşatır, mahlukatın en büyüğü, en genişi, en güzeli ve Yüce Allah’a en yakını olandır. Bu melekleri Yüce Allah, bu yüce Arşını taşımakla görevlendirmiştir. Şüphesiz ki bu melekler, meleklerin en büyükleri, en azametlileri ve en güçlüleridir. Yüce Allah’ın onları Arşını taşımak için seçmiş olması, öncelikle onları zikretmesi ve O’na yakın olmaları, melek türünün en faziletlileri olduklarına delildir. Onlara selam olsun. Yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “O gün üstlerinde bulunan sekiz melek, Rabbinin Arşını taşır.” (el-Hâkka, 69/17) “Ve etrafında bulunanlar” mevki ve fazilet itibari ile oldukça yakınlaştırılmış (mukarreb) melekler “Rablerini hamd ile tesbih ederler.” Bu, onlara bir övgüdür. Yüce Allah’a çokça ibadet ettikleri, özellikle de tesbih (subhânallah) ve tahmîd (el-hamdulillah) dedikleri belirtilmektedir. Diğer ibadetler ise Yüce Allah’ın tesbih ve tahmîd’i kapsamındadır. Çünkü bunlar kulun, ibadeti Allah’tan başkasına yöneltmekten O’nu tenzih ettiğini ve hamdin yalnızca Yüce Allah’a ait olduğunu ifade eder. Hatta hamd Yüce Allah’a ibadetin ta kendisidir. Kulun “سبحان الله وبحمده” demesi de bunun kapsamına girer ve bu da ibadetler arasında yer alır. “O’na iman ederler, ve mü’minler için de mağfiret dilerler.” Bu, imanın faydaları ve pek büyük faziletleri arasında yer alır. Zira hiçbir günahları bulunmayan melekler, iman ehli için mağfiret dilemektedirler. Mümin bir kimse, imanı sebebi ile bu pek büyük fazilete nail olur. Mağfiretin birtakım gerekleri vardır ki bunlar olmaksızın o, tamamlanmaz. Bu gerekler ise pek çok kimsenin ilk anda hatırına geldiği gibi mağfiret dilemenin nihai gayesinin, sadece günahların bağışlanması olduğu şeklinde değildir. İşte Yüce Allah, meleklerin kendisinden mağfiret dileyişlerini kendisi olmaksızın tamamlanması söz konusu olmayan bu vasıflarla birlikte şöyle zikretmektedir: “Rabbimiz, rahmetin ve ilmin her şeyi kuşatmıştır.” Senin ilmin her şeyi kuşatmış bulunuyor. Hiçbir şey Senin için gizli değildir. Yerde olsun, göklerde olsun zerre miktarı kadar -hatta ister bundan küçük, ister bundan büyük olsun- bir şey dahi Senin bilginin dışında değildir. Rahmetin de her şeyi kuşatmış bulunuyor. Ulvi ve süfli âlemi ile bütün kâinat, Yüce Allah’ın rahmeti ile dolup taşmaktadır. Onların hepsini bu rahmet kuşatmış bulunmaktadır. O, neyi yaratmışsa ona mutlaka rahmeti de ulaşmıştır. O halde şirk ve masiyetlerden “tevbe edenlere ve” seni tevhid etme ve Sana itaat etme konusunda peygamberlerine uymak suretiyle “senin yolunu izleyenlere mağfiret buyur ve onları cehennem azabından!” Yani hem bizzat bu azabın kendisinden, hem de bu azabın sebeplerinden “koru!”
#
{8} {ربَّنا وأدْخِلْهم جناتِ عدن التي وَعَدتَهم}: على ألسنة رسلك {ومَن صَلَحَ}؛ أي: صلح بالإيمان والعمل الصالح {من آبائهم وأزواجهم}: زوجاتهم وأزواجهنَّ وأصحابهم ورفقائهم {وذُرِّيَّاتهم إنَّك أنت العزيز}: القاهر لكل شيء؛ فبعزَّتك تغفر ذنوبهم، وتكشف عنهم المحذور، وتوصِلُهم بها إلى كلِّ خير. {الحكيم}: الذي يضع الأشياء مواضعها؛ فلا نسألك يا ربَّنا أمراً تقتضي حكمتك خلافه، بل من حكمتك التي أخبرت بها على ألسنة رسلك واقتضاها فضلُك المغفرة للمؤمنين.
8. “Ey Rabbimiz, onları da babalarından, eşlerinden” yani erkek iseler hanımlarından, hanım iseler kocalarından, ayrıca dost ve arkadaşlarından “ve zürriyetlerinden salih olanları” iman ve salih amel işlemek suretiyle salaha erenleri “kendilerine” peygamberlerin aracılığı ile “vaat ettiğin Adn cennetlerine koy. Şüphesiz sen, Azizsin” her şeyi emrin ve hakimiyetin altında tutansın, “Hakimsin” her şeyi yerli yerince koyansın. Sen izzetinle onların günahlarını bağışlar, sakıncalı şeyleri onlardan uzaklaştırırsın. Yine bu izzetin ile onları her türlü hayra ulaştırırsın. Bu yüzden ey Rabbimiz, biz senden hikmetinin, aksini gerektirdiği bir şey dilemiyoruz. Aksine dileğimiz, senin peygamberlerin vasıtası ile bildirdiğin hikmetinin ve lütfunun bir gereği olarak mü’minlere mağfiret etmen, günahlarını bağışlamandır.
#
{9} {وقِهِمُ السيئاتِ}؛ أي: الأعمال السيئة وجزاءها؛ لأنها تسوء صاحبها، {ومَن تَقِ السيئاتِ يومئذ}؛ أي: يوم القيامةِ {فقد رحمتَه}: لأنَّ رحمتك لم تزل مستمرةً على العباد، لا يمنعها إلاَّ ذنوب العباد وسيئاتُهم؛ فمن وقيته السيئات؛ وفَّقْته للحسنات وجزائها الحسن. {وذلك}؛ أي: زوال المحذور بوقاية السيئات وحصول المحبوب بحصول الرحمة؛ {هو الفوزُ العظيم}: الذي لا فوز مثله، ولا يتنافسُ المتنافسون بأحسن منه. وقد تضمَّن هذا الدعاء من الملائكة: كمال معرفتهم بربِّهم، والتوسُّل إلى الله بأسمائه الحسنى التي يحبُّ من عباده التوسُّل بها إليه، والدُّعاء بما يناسب ما دعوا الله فيه. فلما كان دعاؤهم بحصول الرحمة وإزالة أثر ما اقتضته النفوس البشرية التي علم الله نَقْصَها واقتضاءها لما اقتضته من المعاصي ونحو ذلك من المبادئ والأسباب التي قد أحاط الله بها علماً؛ توسَّلوا بالرحيم العليم. وتضمَّن كمالَ أدبهم مع الله تعالى بإقرارهم بربوبيَّته لهم الربوبيَّة العامَّة والخاصَّة، وأنه ليس لهم من الأمر شيءٌ، وإنَّما دعاؤهم لربِّهم صدر من فقير بالذات من جميع الوجوه لا يُدلي على ربِّه بحالة من الأحوال، إن هو إلاَّ فضلُ الله وكرمه وإحسانه. وتضمَّن موافقتهم لربِّهم تمام الموافقة؛ بمحبَّة ما يحبُّه من الأعمال، التي هي العبادات التي قاموا بها واجتهدوا اجتهاد المحبين، ومن العمال الذين هم المؤمنون، الذين يحبُّهم الله تعالى من بين خلقه؛ فسائر الخلق المكلفين يبغضهم الله إلا المؤمنين منهم؛ فمن محبة الملائكة لهم دعوا الله واجتهدوا في صلاح أحوالهم؛ لأن الدعاء للشخص من أدلِّ الدلائل على محبته؛ لأنَّه لا يدعو إلا لمن يحبه. وتضمن ما شرحه الله، وفصَّله من دعائهم ـ بعد قوله: {يستغفرون للذين آمنوا} ـ التنبيهَ اللطيفَ على كيفيَّة تدبُّر كتابه، وأن لا يكون المتدبِّر مقتصراً على مجرد معنى اللفظ بمفرده، بل ينبغي له أن يتدبَّر معنى اللفظ؛ فإذا فهمه فهماً صحيحاً على وجهه؛ نظر بعقله إلى ذلك الأمر والطرق الموصلة إليه، وما لا يتمُّ إلا به، وما يتوقَّف عليه؛ وجزم بأنَّ الله أراده؛ كما يجزم أنه أراد المعنى الخاصَّ الدالَّ عليه اللفظ، والذي يوجب الجزم له، بأنَّ الله أراده أمران: أحدهما: معرفته وجزمه بأنه من توابع المعنى والمتوقّف عليه. الثاني: علمه بأن الله بكل شيء عليم، وأن الله أمر عباده بالتدبُّر والتفكُّر في كتابه. وقد علم تعالى ما يلزم من تلك المعاني، وهو المخبر بأن كتابه هدىً ونورٌ وتبيانٌ لكل شيء، وأنَّه أفصح الكلام وأجلُّه إيضاحاً؛ فبذلك يحصلُ للعبد من العلم العظيم والخير الكثير بحسب ما وفَّقه الله له. وقد كان في تفسيرنا هذا كثيرٌ من هذا منَّ به الله علينا، وقد يخفى في بعض الآيات مأخذه على غير المتأمِّل صحيح الفكرة، ونسأله تعالى أن يفتح علينا من خزائن رحمته ما يكون سبباً لصلاح أحوالنا وأحوال المسلمين، فليس لنا إلا التعلُّق بكرمه والتوسُّل بإحسانه الذي لا نزال نتقلَّب فيه في كل الآنات وفي جميع اللحظات، ونسأله من فضله أن يقينا شرَّ أنفسنا المانع والمعوق لوصول رحمته؛ إنَّه الكريم الوهاب، الذي تفضل بالأسباب ومسبباتها. وتضمَّن ذلك أن المقارن من زوج وولد وصاحب يَسْعَدُ بقرينه ويكون اتِّصاله به سبباً لخير يحصل له خارج عن عمله، وسبب عمله؛ كما كانت الملائكة تدعو للمؤمنين ولمن صَلَحَ من آبائهم وأزواجهم وذرياتهم، وقد يقال: إنه لا بدَّ من وجود صلاحهم؛ لقوله: {ومَن صَلَحَ}؛ فحينئذ يكون ذلك من نتيجة عملهم. والله أعلم.
9. “Onları kötülüklerden de koru.” Hem kötü amellerden hem de bunların cesasından uzak tut onları. Çünkü her ikisi de kötüdür. “Sen o gün” Kıyamet gününde “kimi kötülüklerden korursan ona merhamet etmiş olursun.” Çünkü Senin kullarına rahmetin süreklidir, kesintisizdir. Buna engel ise sadece kulların, büyük ve küçük günahlarıdır. Sen kimi günahlardan koruyacak olursan, şüphesiz ki onu iyilikler işlemeye ve bunların güzel karşılıklarına muvaffak kıldın, demektir. “İşte” kötülüklerden korunmak sureti ile hoşlanılmayan şeylerin yok olması, merhametin gerçekleşmesi ile de sevilen şeylerin elde edilmesi “asıl büyük kurtuluş”tur ki onun gibi bir kurtuluş yoktur. Yarışanlar da bundan daha iyisi için yarışmamışlardır. Meleklerin bu duası, onların Rablerini kemâl derecesinde bildiklerini, Yüce Allah’a güzel isimleri ile tevessül ettiklerini ifade etmektedir. Allah, kullarının bu isimlerle kendisine tevessül etmelerini sever. Yine meleklerin bu duası, Allah’a yaptıkları duanın muhtevâsına uygun isimleri zikrettiklerinide göstermektedir. Onlar, rahmetin gerçekleşmesini istedikleri, ayrıca beşeri nefislerin gerektirdiği ve Yüce Allah’ın da bir taraftan eksikliklerini, diğer taraftan da masiyet işlemelerini gerektirdiğini bildiği beşerî nefislerin gerektirdiği bu hususların ortadan kaldırılması ve buna benzer sebep ve ilkelerin elde edilmesi için niyaz ettikleri, Yüce Allah’ın da ilmi ile tüm bunları kuşatmış olduğu için dualarını Yüce Allah’ın Rahîm ve Alîm ismi ile tevessül ederek yapmışlardır. Bu dua, onların Allah’a karşı kemâl derecesinde edepli olduklarını, bundan dolayı da O’nun kendilerinin Rabbi olduğunu, bu rububiyetin de hem umumi hem de hususi olduğunu ikrar ettiklerini görüyoruz. Yine kendilerinin hiçbir şeye sahip olmadıklarını, Rablerine yönelik bu dualarının bütün yönleri ile fakir ve muhtaç olan bir kimseden sadır olduğunu, Rablerine hangi halleri ile yakınlaşacak olurlarsa olsunlar mutlaka bunun Allah’ın bir lütfu, kerem ve ihsanı olduğunu itiraf ettiklerini de göstermektedir. Rablerine tam anlamı ile muvafık hareket ettiklerini de bu duadan anlıyoruz. Zira onlar O’nun sevdiği amelleri yani ibadetleri severler, onları yerine getirir ve sevenlerin gayreti gibi gayretle onları eda ederler. Yine Yüce Allah’ın yarattıkları arasından sevdiği kimselerden olan amel sahibi mü’minleri de severler. Diğer mükellef yaratıklara gelince mü’minler müstesnâ Allah, onlara buğzeder. O nedenle meleklerin, mü’minlere duydukları sevgi dolayısı ile Allah’a dua ettiklerini, hallerinin düzelmesi için gayret ettiklerini görüyoruz. Çünkü bir kimseye dua etmek, o kimseyi sevmenin en açık delilidir. Zira kişi, ancak sevdiği kimselere dua eder. Yüce Allah’ın: “Müminler için de mağfiret dilerler” buyruğundan sonra onların dualarına dair verdiği ayrıntılar, Yüce Allah’ın Kitabı üzerinde nasıl düşünüleceğine dair ince bir işaret içermekte ve bu hususa dikkatlerimizi çekmektedir. Şöyle ki Allah’ın Kitabı üzerinde düşünen kimsenin tek başına lafzî manayı anlamakla yetinmemesi, aksine lafzın anlamı üzerinde de düşünmesi gerekir. Kişi, lafzı sağlıklı bir şekilde gereği gibi anlayacak olursa, o hususa ve ona ulaştıran yollara aklı ışığında dikkat ederek iyice düşünür. Bu işin tamamlanması için gerekli olan diğer hususları ve bağlı olduğu diğer noktaları da anlamaya çalışır. Yüce Allah’ın lafzın delalet ettiği özel manayı murad ettiğine kesin kanaat getirdiği gibi o noktaları da murad ettiğine kesin karar verir. Yüce Allah’ın onları da murad ettiğine dair kesin kanaat getirmemiz için iki neden vardır: 1. O hususların lafzın manasına tabi olan ve onun kendisine bağlı olduğu hususlar arasında olduğuna kesin kanaat getirirlmiş olması. 2. Yüce Allah'ın her şeyi bilmesi ve kullarına Kitab’ı üzerinde iyiden iyiye düşünmeyi emretmiş olmasıdır. O, Kitabında bulunan manaların gerektirdiği diğer hususları da bilir. Kitabının bir hidâyet, bir nur ve her şeye dair bir açıklama olduğunu, sözlerin en açığı, beyan itibari ile de en üstünü ve en değerlisi olduğunu da haber vermiştir. İşte bu yolla kul -bu konuda Yüce Allah’ın ihsan edeceği başarı oranında- büyük bir ilim ve pek çok hayır elde eder. Bizim bu tefsirimizde de bu kabilden -Allah’ın bize lütfettiği- pek çok husus vardır. Bazı âyetlerde yaptığımız açıklamaların, sağlıklı bir şekilde ve iyice düşünmeyen kimseler için nereden alındığı bu bakımdan gizli kalmış olabilir. Yüce Allah’tan rahmet hazinelerinden bizlere, hem bizim halimizin hem de müslümanların hallerinin düzelmesine sebep teşkil edecek ihsanlar bağışlamasını dileriz. Bizim yapabileceğimiz, O’nun lütf-u keremine yapışmaktan, O’nun ihsanına tevekkül etmekten ibarettir. Biz, zaten her an ve her zaman O’nun ihsan deryası içinde yüzüyoruz. Lütfu ile bizleri, rahmetine ulaşmamızı engelleyen nefislerimizin şerlerine karşı korumasını dileriz. Şüphesiz ki O, pek cömerttir, çokça lütfedendir. Sebepleri de sonuçları da ihsan eden O’dur. Bu dua şunu da ihtiva etmektedir: Eş, evlat ve arkadaş gibi yakınlar ile birlikte olmak, kişiyi saadete ulaştırabilir. Onlarla bir arada bulunması, kendi amelinin dışında ve amelinin vesile olmadığı birtakım hayırların ona ulaşmasına aracı olabilir. Nitekim meleklerin, hem mü’minlere hem de mü’minlerin babalarından, eşlerinden ve zürriyetlerinden salih olanlara beraberce yaptıkları dua bu kabildendir. Ancak Yüce Allah’ın: “Salih olanlar” buyruğu dolayısı ile “Hepsinin de mutlaka salih olmaları gerekir”, diyenlerin görüşüne göre bu, onların kendi amellerinin bir sonucu olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
Ayet: 10 - 12 #
{إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا يُنَادَوْنَ لَمَقْتُ اللَّهِ أَكْبَرُ مِنْ مَقْتِكُمْ أَنْفُسَكُمْ إِذْ تُدْعَوْنَ إِلَى الْإِيمَانِ فَتَكْفُرُونَ (10) قَالُوا رَبَّنَا أَمَتَّنَا اثْنَتَيْنِ وَأَحْيَيْتَنَا اثْنَتَيْنِ فَاعْتَرَفْنَا بِذُنُوبِنَا فَهَلْ إِلَى خُرُوجٍ مِنْ سَبِيلٍ (11) ذَلِكُمْ بِأَنَّهُ إِذَا دُعِيَ اللَّهُ وَحْدَهُ كَفَرْتُمْ وَإِنْ يُشْرَكْ بِهِ تُؤْمِنُوا فَالْحُكْمُ لِلَّهِ الْعَلِيِّ الْكَبِيرِ (12)}.
10- Kâfirlere şöyle seslenilir: “Allah’ın (size olan) öfkesi sizin kendinize olan öfkenizden elbette daha büyüktür. Çünkü siz, imana çağrıldığınız halde küfre sapıyordunuz.” 11- Derler ki: “Rabbimiz! Bizi iki kere öldürdün, iki kere de dirilttin. İşte günahlarımızı da itiraf ettik. Artık (buradan) çıkmanın bir yolu yok mu?” 12- Bu (azabın) sebebi şudur: Sadece Allah’a dua/ibadet edildiği vakit siz inkâr ediyordunuz. O’na ortak koşulduğunda da bunu kabul ediyordunuz. Artık hüküm, yalnızca çok yüce ve pek büyük olan Allah’a aittir.
#
{10} يخبر تعالى عن الفضيحة والخزي الذي يصيب الكافرين وسؤالهم الرجعةَ والخروجَ من النار، وامتناع ذلك عليهم وتوبيخهم، فقال: {إنَّ الذين كفروا}: أطلقه ليشملَ أنواع الكفر كلَّها من الكفر بالله أو بكتبه أو برسله أو باليوم الآخر، حين يدخلون النار، ويُقِرُّون أنهم مستحقُّونها؛ لما فعلوه من الذنوب والأوزار، فيمقتون أنفسهم لذلك أشدَّ المقت، ويغضبون عليها غاية الغضب، فينادَوْن عند ذلك ويقال لهم: {لَمَقْتُ الله}؛ أي: إياكم إذ تُدْعَون إلى الإيمان فتكفرون؛ أي: حين دعتْكُم الرسل وأتباعهم إلى الإيمان، وأقاموا لكم من البيناتِ ما تبين به الحقُّ، فكفرتم وزهدتم في الإيمان الذي خلقكم الله له، وخرجتُم من رحمته الواسعة، فمقتكم وأبغضكم؛ فهذا {أكبر من مقتِكُم أنفسَكم}؛ أي: فلم يزل هذا المقت مستمرًّا عليكم، والسخط من الكريم حالاًّ بكم، حتى آلت بكم الحال إلى ما آلت؛ فاليوم حلَّ عليكم غضبُ الله وعقابه، حين نال المؤمنون رضوانَ الله وثوابه.
10. Yüce Allah, kâfirlerin karşı karşıya kalacağı rezillik ve rüsvaylığı, dünyaya geri dönmeyi ve ateşten çıkmayı isteyeceklerini, buna karşılık bu işin kendileri için imkânsız olduğu belirtilerek azarlanacaklarını haber vermekte ve şöyle buyurmaktadır: “Kâfirlere” buyruğunun lafzının mutlak (kayıtsız-şartsız) olarak kullanılması, Allah’ı yahut kitaplarını yahut peygamberlerini yahut da âhiret gününü inkâr etmek şeklindeki bütün küfür türlerini kapsaması içindir. Onlar, cehenneme girdiklerinde işledikleri günah ve veballer dolayısı ile bu azabı hak ettiklerini itiraf edecekler ve bundan dolayı da kendi kendilerinden nefret edecekler, kendilerine alabildiğine öfkelenip kızacaklar. İşte o vakit onlara şöylece seslenilecektir: “Allah’ın” size olan “öfkesi, sizin kendinize olan öfkenizden elbette daha büyüktür. Çünkü siz, imana çağrıldığınız halde küfre sapıyordunuz.” Yani peygamberler ve onlara uyanlar, sizleri imana davet edip de size karşı hakkı apaçık gösteren delilleri ortaya koyduklarında siz inkâr ettiniz. Allah’ın sizi yaratma sebebi olan imana yanaşmadınız. O’nun geniş ve engin rahmetinin dışına çıktınız. Bu yüzden O da size gazap etti, sizden nefret etti. İşte bu, “sizin kendinize olan öfkenizden elbette daha büyüktür.” Size olan bu öfke ve gazap, üzerinizde süreklidir. O, pek kerim olanın size olan gazabı, artık sizi bulmuş ve siz de nihâyet bu hale varmış bulunuyorsunuz. Bugün mü’minler, Allah’ın rızasına ve mükâfatlarına nail olmuşken, sizler Allah’ın gazabına ve cezasına maruz kaldınız.
#
{11} فتمنَّوا الرجوع و {قالوا ربَّنا أمتَّنا اثنتين}: يريدون الموتةَ الأولى وما بين النفختين على ما قيل، أو العدم المحض قبل إيجادهم ثم أماتهم بعد ما أوجدهم، {وأحْيَيْتنا اثنتين}: الحياة الدنيا والحياة الأخرى، {فاعتَرَفْنا بذُنوبنا فهل إلى خروج من سبيل}؛ أي: تحسَّروا وقالوا ذلك، فلم يفد ولم ينجعْ.
11. Bu sözler üzerine dünyaya geri dönüşü temenni eder ve “derler ki: Rabbimiz, bizi iki kere öldürdün” denildiğine göre iki ölümle, ilk ölümü ve iki nefha (Sûr’a üfürüş) arasındaki hali yahut da var edilmeden önceki mutlak yokluk hali ile var olduktan sonraki ölümü kastetmektedirler. “İki kere de dirilttin” buyruğundan kasıt da dünya hayatındaki yaşam ile âhiret hayatıdır. “İşte günahlarımızı da itiraf ettik. Artık (buradan) çıkmanın bir yolu yok mu?” Yani onlar pişmanlıklarını dile getirerek böyle diyecekler. Ancak bunun hiçbir faydası olmayacaktır.
#
{12} ووبِّخوا على عدم فعل أسباب النجاة، فقيل لهم: {ذلكم بأنَّه إذا دُعِيَ الله وحده}؛ أي: إذا دعي لتوحيده وإخلاص العمل له ونُهي عن الشرك به، {كفرتم}: به، واشمأزَّتْ لذلك قلوبكم ونفرتُم غاية النفور، {وإن يُشْرَكْ به تؤمنوا}؛ أي: هذا الذي أنزلكم هذا المنزل وبوأكم هذا المقيل والمحلَّ أنكم تكفرونَ بالإيمان وتؤمنون بالكفر، ترضَوْن بما هو شرٌّ وفسادٌ في الدنيا والآخرة، وتكرهون ما هو خيرٌ وصلاحٌ في الدنيا والآخرة، تؤثرون سبب الشقاوة والذلِّ والغضب، وتزهدون بما هو سببُ الفوز والفلاح والظفر: {وإن يَرَوْا سبيل الرُّشْدِ لا يتَّخذوه سبيلاً وإن يَرَوْا سبيل الغَيِّ يتَّخذوه سبيلاً}. {فالحكم لله العليِّ الكبير}: العلي: الذي له العلو المطلق من جميع الوجوه: علو الذات، وعلو القدر، وعلو القهر، ومن علو قدره كمالُ عدله تعالى، وأنَّه يضع الأشياء مواضعها، ولا يساوي بين المتقين والفجار. الكبير الذي له الكبرياء والعظمة والمجد في أسمائه وصفاته وأفعاله، المتنزِّه عن كل آفة وعيب ونقص؛ فإذا كان الحكم له تعالى، وقد حكم عليكم بالخلود الدائم؛ فحكمه لا يغيَّر ولا يبدَّل.
12. Kurtuluşun sebeplerini yerine getirmedikleri için azarlanacaklar ve kendilerine şöyle denilecektir: “Bu (azabın) sebebi şudur: Sadece Allah’a dua/ibadet edildiği vakit” yani O’nun tevhidine, amelin yalnızca O’na halis kılınmasına çağrıldığında ve O’na ortak koşmak yasaklandığında siz bunu “inkâr ediyordunuz.” Bundan dolayı kalpleriniz nefret doluyor ve alabildiğine buğzediyordunuz. “O’na ortak koşulduğunda da bunu kabul ediyordunuz.” Yani sizin bu yere gelip yerleşmenizi, bu dinlenme(!) ve konaklama(!) yerine girmenize sebep olan şey, sizin imanı inkâr, küfre de iman etmenizdir. Sizler dünyada da âhirette de kötülük ve fesat olan şeylere razı oluyordunuz, dünya ve âhirette hayır ve salâh olan şeylerden tiksiniyordunuz. Bedbaht oluşun, zilletin, ilâhî gazaba maruz kalmanın sebeplerini tercih ediyor, kurtuluşun yollarını izlemiyor, zafere ulaşmanın sebeplerine iltifat etmiyordunuz: “Hidâyet yolunu görseler onu yol edinmezler, fakat azgınlığın yolunu görseler hemen onu yol edinirler.” (el-A’raf, 7/147) “Artık hüküm, yalnızca çok yüce ve pek büyük olan Allah’a aittir.” el-Aliy (çok yüce); bütün yönleri ve mutlak anlamı ile yücelik sahibi demektir ki bu, hem zatî yüceliği (kainatın üstünde oluşunu), hem makam yüceliğini hem de kahr-u galebe yüceliğini kapsar. O’nun adaletinin kemâl derecesinde olması, her bir şeyi yerli yerine koyması ve takvâ sahipleri ile günahkârları birbirine eşit tutmaması da makamının yüceliğindendir. el-Kebîr; pek büyük olan anlamındadır. Büyüklüğün, azametin, şan ve şerefin hem isimlerinde hem de sıfatlarında ve fiillerinde söz konusu olduğu, her türlü âfetten, kusur ve eksiklikten münezzeh olan zat demektir. Hüküm, yalnız O’nun olduğuna ve O, sizin ebedi kalışınıza dair hüküm verdiğine göre artık O’nun hükmü ne başkası ile değiştirilir, ne de O’nda bir değişiklik yapılır.
Ayet: 13 - 17 #
{هُوَ الَّذِي يُرِيكُمْ آيَاتِهِ وَيُنَزِّلُ لَكُمْ مِنَ السَّمَاءِ رِزْقًا وَمَا يَتَذَكَّرُ إِلَّا مَنْ يُنِيبُ (13) فَادْعُوا اللَّهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ (14) رَفِيعُ الدَّرَجَاتِ ذُو الْعَرْشِ يُلْقِي الرُّوحَ مِنْ أَمْرِهِ عَلَى مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ لِيُنْذِرَ يَوْمَ التَّلَاقِ (15) يَوْمَ هُمْ بَارِزُونَ لَا يَخْفَى عَلَى اللَّهِ مِنْهُمْ شَيْءٌ لِمَنِ الْمُلْكُ الْيَوْمَ لِلَّهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ (16) الْيَوْمَ تُجْزَى كُلُّ نَفْسٍ بِمَا كَسَبَتْ لَا ظُلْمَ الْيَوْمَ إِنَّ اللَّهَ سَرِيعُ الْحِسَابِ (17)}.
13- Ayetlerini size gösteren ve gökten size rızık indiren O’dur. Ama ancak (O’na) yönelenler düşünüp öğüt alır. 14- Öyle ise kâfirler hoşlanmasa da dini yalnız Allah’a hâlis kılarak O’na dua/ibadet edin. 15- O, dereceleri yükseltendir/yüksek olandır, Arş’ın sahibidir. Kavuşma/kıyamet gününe karşı (insanları) uyarması için kullarından dilediği kimseye kendi emrinden olan ruhu/vahyi O gönderir. 16- O gün onlar (kabirlerinden kalkıp Rablerinin huzurunda) apaçık meydana çıkarlar. Onlardan hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz. (Allah:) “Bugün hükümranlık kimindir?” (diye sorar ve yine kendisi cevap verir:) “Tek ve Kahhâr olan Allah’ındır.” 17- Bugün herkese kazandığının karşılığı verilir. Bugün haksızlık yoktur. Şüphesiz Allah, hesabı pek çabuk görendir.
#
{13} يذكر تعالى نعمه العظيمة على عباده بتبيين الحقِّ من الباطل بما يُري عباده من آياته النفسيَّة والآفاقيَّة والقرآنيَّة الدالَّة على كل مطلوب مقصودٍ، الموضِّحة للهدى من الضلال، بحيث لا يبقى عند الناظر فيها والمتأمِّل لها أدنى شكٍّ في معرفة الحقائق، وهذا من أكبر نعمه على عباده حيث لم يبق الحق مشتبهاً ولا الصواب ملتبساً بل نوَّع الدلالات ووضَّح الآيات؛ ليهلك من هلك عن بيِّنة ويحيا من حيَّ عن بيِّنة، وكلما كانت المسائل أجلَّ وأكبر؛ كانت الدلائل عليها أكثر وأيسر؛ فانظر إلى التوحيد، لما كانت مسألتُه من أكبر المسائل، بل أكبرها؛ كثرت الأدلة عليها العقليَّة والنقليَّة وتنوَّعت، وضرب الله لها الأمثال، وأكثر لها من الاستدلال، ولهذا ذكرها في هذا الموضع، ونبَّه على جملة من أدلتها، فقال: {فادْعوا اللهَ مخلصينَ له الدينَ}. ولما ذكر أنَّه يري عباده آياته؛ نبَّه على آية عظيمة، فقال: {وينزِّلُ لكم من السماء رزقاً}؛ أي: مطراً به ترتزقون وتعيشون أنتم وبهائمكم، وذلك يدلُّ على أن النعم كلَّها منه؛ فمنه نعم الدين، وهي المسائل الدينيَّة والأدلة عليها وما يتبع ذلك من العمل بها، والنعم الدنيويَّة كلها كالنعم الناشئة عن الغيث الذي تحيا به البلاد والعباد، وهذا يدلُّ دلالةً قاطعةً أنه وحده هو المعبودُ الذي يتعيَّن إخلاص الدين له؛ كما أنه وحده المنعم. {وما يتذكَّرُ}: بالآيات حين يُذَكَّر بها {إلاَّ مَن ينيبُ}: إلى الله تعالى بالإقبال على محبَّته وخشيته وطاعته والتضرُّع إليه؛ فهذا الذي ينتفع بالآيات، وتصير رحمةً في حقِّه، ويزداد بها بصيرة.
13. Yüce Allah, hakkı batıldan ayırt etmek sureti ile kulları üzerindeki pek büyük nimetlerini hatırlatmaktadır. Bunu kullarına gösterdiği gerek nefsi ve âfâkî (hem iç hem de dış dünyalarındaki) âyetleri ile gerekse de Kur’ânî âyetleri ile gerçekleştirmektedir. Bu âyetler, arzulanan her türlü maksada delalet ettiği gibi hidâyeti sapıklıktan da açıkça ayırt etmektedir. Öyle ki bunlar üzerinde düşünüp tefekkür eden herhangi bir kimsenin içinde hakikatleri bilme hususunda en ufak bir şüphe ve tereddüt kalmaz. Bu, Yüce Allah’ın kulları üzerindeki en büyük nimetlerindendir. Çünkü bunun sonucunda hak ile ilgili herhangi bir şüphe ortada kalmamakta, doğru ile eğri birbirine karışmamaktadır. Aksien Yüce Allah, buna dair delilleri türlü türlü açıklamakta, âyetleri izah etmiş bulunmaktadır. Tâ ki helâk olan apaçık bir delil üzere helak olsun, hayatta kalan da apaçık bir delil üzere hayat sürsün. Açıklanan meseleler ne kadar büyük ve değerli olursa, onlara dair deliller de o kadar çok ve kolay anlaşılır olur. Mesela tevhidi ele alalım; tevhid meselesi en büyük ve en önemli meselelerden biridir. Hatta en büyük meseledir. Bundan dolayı buna dair aklî ve naklî deliller de pek çok ve çeşitlidir. Yüce Allah buna dair çokça misaller vermiş ve pek çok istidlâllerde bulunmuştur. İşte bundan dolayı Yüce Allah, bir sonraki ayette tevhidi söz konusu etmiş ve tevhide dair birtakım delillere dikkat çekerek “dini yalnız Allah’a halis kılarak O’na dua/ibadet edin” buyurmuştur. Yüce Allah, kullarına âyetlerini gösterdiğini söz konusu ettikten sonra da pek büyük bir âyete (işaret ve delile) dikkat çekerek şöyle buyurmaktadır: “Gökten size rızık indiren O’dur.” Yani O, size kendisi vasıtası ile rızık elde edebildiğiniz, hem sizlerin hem de sahip olduğunuz hayvanların kendisi vasıtasıyla yaşama imkânı bulduğu yağmuru indirir. Bu da bütün nimetlerin O’nun tarafından verildiğine delildir. Din nimetleri O’ndandır ki bunlar, dini meseleler, onlara dair deliller ve onlaırn gereğince amel etme nimetleridir. Bütün dünyevi nimetler de O’ndandır. Kendisi ile kulların da toprağın da hayat bulduğu yağmur sayesinde çıkan nimetler gibi. İşte bu, kesin olarak şunu göstermektedir: Nimet veren yalnızca O olduğu gibi, dinin sadece kendisine halis kılınması gereken yegane mabûd da O’dur. “Ama” bu âyetler kendisine hatırlatıldığı vakit “ancak” Yüce Allah’a “yönelenler düşünüp öğüt alır.” Allah’a, O’nu sevmeye, O’na saygı ile boyun eğmeye, itaate, O’na yalvarıp yakarmaya yönelenler düşünür ve öğüt alır. İşte ilâhî âyetlerden gereği gibi yararlananlar bu kimselerdir. İlahî rahmet böyleleri için söz konusu olur ve bu âyetlerle bunların basiretleri artar.
#
{14} ولما كانتِ الآياتُ تثمر التذكُّر، والتذكُّر يوجب الإخلاص لله؛ رتَّب الأمر على ذلك بالفاء الدالة على السببية، فقال: {فادعوا الله مخلصين له الدِّينَ}: وهذا شاملٌ لدعاء العبادة ودعاء المسألة. والإخلاص معناه تخليصُ القصدِ لله تعالى في جميع العبادات الواجبة والمستحبة، حقوق الله وحقوق عباده؛ أي: أخلصوا لله تعالى في كلِّ ما تدينونه به، وتتقرَّبون به إليه، {ولو كره الكافرونَ}: لذلك؛ فلا تبالوا بهم، ولا يثنكم ذلك عن دينِكم، ولا تأخذكم بالله لومةُ لائم؛ فإنَّ الكافرين يكرهون الإخلاصَ لله وحدَه غايةَ الكراهة؛ كما قال تعالى: {وإذا ذُكِرَ الله وحده اشمأزَّتْ قلوبُ الذين لا يؤمنون بالآخرة وإذا ذُكِرَ الذين من دونِهِ إذا هم يَسْتَبْشِرون}.
14. İlâhî âyetler, düşünüp öğüt alma sonucunu verdiğine, düşünüp öğüt almak da Yüce Allah’a ihlâsı gerektirdiğine göre burada sebep bildiren bir ifade kullanılarak şu şekilde emir verildiğini görüyoruz: “Öyle ise... dini yalnız Allah’a halis kılarak O’na dua/ibadet edin.” Buradaki dua, hem ibadet anlamındaki duayı, hem de Allah’tan dilekte bulunmak anlamındaki duayı kapsamaktadır. Dini Allah'a halis kılmak ise gerek farz, gerek müstehap, gerek Allah’ın hakları, gerek kullarının hakları ile ilgili bütün ibadetlerde, sadece ve sadece Allah’ın rızasını kasdetmektir. Yani sizler, din gereği yapıp ettiklerinizi ve kendisiyle Allah'a yakınlaşmaya çalıştığınız her ameli yalnızca Allah için, sadece O’nun rızası için yapın. “Kâfirler” bundan “hoşlanmasa da” aldırmayın; bu, sizi dininizden saptırmasın. Allah yolunda herhangi bir kınayanın kınamasından çekinmeyin. Kâfirler dinin, yalnızca O’na halis kılınmasından son derece rahatsız olurlar ve bundan hiç hoşlanmazlar. Nitekim Yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Allah tek başına anıldığında âhirete inanmayanların kalpleri nefretle dolar. O’nun dışındakiler anıldığında ise hemen yüzleri güler.” (ez-Zümer, 39/45) Daha sonra Allah, ibadetin yalnızca kendisine halis kılınmasını gerektirecek şekilde celal ve kemalinden söz ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{15} ثم ذَكَرَ من جلاله وكماله ما يقتضي إخلاص العبادة له، فقال: {رفيع الدرجات ذو العرش}؛ أي: العلي الأعلى، الذي استوى على العرش واختصَّ به وارتفعتْ درجاتُه ارتفاعاً بايَنَ به مخلوقاتِهِ وارتفع به قدرُهُ وجلَّت أوصافُهُ وتعالت ذاتُه أن يتقرَّب إليه إلا بالعمل الزكي الطاهر المطهَّر، وهو الإخلاص الذي يرفع درجات أصحابه ويقرِّبهم إليه ويجعلهم فوق خلقِهِ. ثم ذكر نعمته على عباده بالرسالة والوحي، فقال: {يُلقي الرُّوحَ}؛ أي: الوحي الذي للأرواح والقلوب بمنزلة الأرواح للأجساد؛ فكما أنَّ الجسد بدون الروح لا يحيا ولا يعيش؛ فالروح والقلب بدون روح الوحي لا يَصْلُحُ ولا يفلحُ؛ فهو تعالى {يُلْقي الرُّوحَ من أمرِهِ}: الذي فيه نفع العباد ومصلحتهم {على مَن يشاءُ من عبادِهِ}: وهم الرسل الذين فضَّلهم، واختصَّهم لوحيه ودعوة عباده. والفائدة في إرسال الرسل هو تحصيل سعادة العبادِ في دينهم ودنياهم وآخرتهم، وإزالة الشقاوة عنهم في دينهم ودنياهم وآخرتهم، ولهذا قال: {لِيُنذِرَ}: من ألقى الله إليه الوحي {يَوْمَ التَّلاقِ}؛ أي: يخوِّف العباد بذلك ويحثهم على الاستعداد له بالأسباب المنجية مما يكون فيه؛ وسمَّاه يوم التلاق لأنَّه يلتقي فيه الخالق والمخلوق، والمخلوقون بعضُهم مع بعض، والعاملون وأعمالُهم وجزاؤهم.
15. “O, dereceleri yükseltendir/yüksek olandır. Arşın sahibidir.” O, yüceler yücesidir. Yalnız kendisine ait olan Arşa istiva etmiştir. Dereceleri alabildiğine yüksektir. Bu yükseklik ile mahlukatından ayrıdır, şanı şerefi oldukça yüksek, vasıfları üstün, zatı pek yücedir. Öyle ki O’na ancak temiz, arınmış ve pak olan amel ile yaklaşılabilir. Bu amel ise sahiplerinin derecelerini yükselten, kendilerini Allah’a yakınlaştıran ve diğer yaratıklarının üstüne çıkartan ihlâstır. Daha sonra Yüce Allah, kullarına olan risalet ve vahiy nimetini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Kavuşma/kıyamet gününe karşı (insanları) uyarması için kullarından dilediği kimseye kendi emrinden olan ruhu/vahyi O gönderir.” Vahyin, ruhlar ve kalpler için konumu, tıpkı ruhun bedenler için konumu gibidir. Nasıl ki ruhsuz bir bedenin hayat bulması, yaşaması mümkün değilse, ruh ve kalbin de vahiy ruhu olmaksızın düzen bulması ve kurtuluşa ermesi mümkün değildir. Bu yüzden Allah, kullarının fayda ve maslahatlarının kaynağı olan ruhu/vahyi dilediği kimseye gönderir ki bunlar da peygamberlerdir. Yüce Allah, onları üstün kılmış ve vahyi ile kullarına davet için onları seçmiştir. Peygamberlerin gönderilmesinin faydası, kulların dinlerinde, dünyalarında ve âhiretlerinde mutluluklarını gerçekleştirmek, yine din, dünya ve âhiretlerinde bedbahtlığı onlardan uzaklaştırmaktır. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Kendisine vahiy verilen kişinin “kavuşma/kıyamet gününe karşı (insanları) uyarması için” yani kulları onunla uyarmak ve o günde gerçekleşecek hallerden kurtarıcı sebeplere sarılarak o gün için gerekli hazırlıkları yapmaya teşvik etmek üzere göndermiştir. Bu güne “kavuşma günü” adının verilmesinin sebebi, o günde yaratanın yaratılmışlar ile, yaratılmışların birbirleri ile, amelde bulunanların da amelleri ve amellerinin karşılığı ile kavuşması, bir araya gelmesi sebebiyledir.
#
{16} {يومَ هم بارزونَ}؛ أي: ظاهرون على الأرض، وقد اجتمعوا في صعيدٍ واحدٍ لا عوجَ ولا أمتَ فيه، يسمعهم الداعي وينفذهم البصر. {لا يخفى على الله منهم شيءٌ}: لا من ذواتهم ولا من أعمالهم ولا من جزاء تلك الأعمال {لِمَنِ الملكُ اليومَ}؛ أي: من هو المالك لذلك اليوم العظيم الجامع للأوَّلين والآخرين، أهل السماواتِ وأهل الأرض، الذي انقطعت فيه الشركة في الملك وتقطَّعت الأسباب، ولم يبقَ إلا الأعمال الصالحة أو السيئة، الملك {لله الواحدِ القهارِ}؛ أي: المنفرد في ذاته وأسمائه وصفاته وأفعاله؛ فلا شريك له في شيءٍ منها بوجه من الوجوه. القهارُ لجميع المخلوقات، الذي دانتْ له المخلوقات وذلَّت وخضعتْ، خصوصاً في ذلك اليوم الذي عَنَتْ فيه الوجوهُ للحيِّ القيُّوم، يومئذٍ لا تَكَلَّم نفسٌ إلا بإذنه.
16. “O gün onlar (kabirlerinden kalkıp Rablerinin huzurunda) apaçık meydana çıkarlar.” Yerin üzerinde aşikar olacaklar, hiçbir yokuşu ve inişi bulunmayan düz bir alanda bir araya toplanmış olacaklardır. Seslenen kişi sesini hepsine duyuracak ve bakan göz hepsini görebilecektir. “Onlardan hiçbir şey” ne kendileri, ne amelleri ne de bu amellerine verilecek herhangi bir karşılık “Allah’a gizli kalmaz.” “Bugün hükümranlık kimindir?” Yani öncekileri, sonrakileri, göklerde ve yerde bulunanları bir araya getirip toplayan, mülkünde hiçbir kimsenin ortaklığının bulunmadığı, her türlü ilişki ve bağlantının koparıldığı, geriye salih ya da kötü amellerden başka hiçbir şeyin kalmadığı o büyük günün mutlak mâliki, hükümranı kimdir? O gün hükümranlık “tek ve Kahhâr olan Allah’ındır.” Yani O, zatında, isimlerinde, sıfatlarında, fiillerinde eşsiz, bunların hiçbirisinde hiçbir şekilde ortağı bulunmayandır. Kahhardır; bütün mahlukatı emrine boyun eğdirmiştir. Bütün mahlukat, O’na itaat etmiş, zillet ve saygı ile O’na boyun eğmiştir. Özellikle yüzlerin Hayy ve Kayyûm’un önünde zilletle eğileceği o günde bu böyledir. O gün hiç kimse, O’nun izni olmaksızın konuşmayacaktır.
#
{17} {اليومَ تُجزى كلُّ نفس بما كَسَبَتْ}: في الدنيا من خيرٍ وشرٍّ قليل وكثير. {لا ظُلْمَ اليوم}: على أحد بزيادة في سيئاته أو نقص من حسناته. {إنَّ الله سريعُ الحساب}؛ أي: لا تستبطئوا ذلك اليوم؛ فإنَّه آتٍ، وكلُّ آتٍ قريب، وهو أيضاً سريع المحاسبة لعباده يوم القيامةِ لإحاطة علمِهِ وكمال قدرتِهِ.
17. “Bugün herkese” az ya da çok, hayır ya da şer dünyada “kazandığının karşılığı verilir. Bugün haksızlık yoktur” kötülüklerini artırmak yahut iyiliklerini azaltmak sureti ile kimseye zulmedilmez. “Şüphesiz Allah hesabı pek çabuk görendir.” O halde o günü uzak görmeyin. Çünkü kesinlikle gelecek olan bir şey, pek yakın demektir. Aynı şekilde o Kıyamet gününde Yüce Allah, kullarının hesabını da çok çabuk görecektir. Çünkü O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır, kudreti kemâl derecesindedir.
Ayet: 18 - 20 #
{وَأَنْذِرْهُمْ يَوْمَ الْآزِفَةِ إِذِ الْقُلُوبُ لَدَى الْحَنَاجِرِ كَاظِمِينَ مَا لِلظَّالِمِينَ مِنْ حَمِيمٍ وَلَا شَفِيعٍ يُطَاعُ (18) يَعْلَمُ خَائِنَةَ الْأَعْيُنِ وَمَا تُخْفِي الصُّدُورُ (19) وَاللَّهُ يَقْضِي بِالْحَقِّ وَالَّذِينَ يَدْعُونَ مِن دُونِهِ لَا يَقْضُونَ بِشَيْءٍ إِنَّ اللَّهَ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ (20)}.
18- Onları yaklaşan güne karşı uyar. Zira (o günün dehşetinden) yürekler ağza gelecek, gam ve kederle dolup yutkundukça yutkunacaklardır. Zalimlerin ne candan bir dostu, ne de şefaati kabul edilecek bir şefaatçisi olacaktır. 19- O, gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediklerini bilir. 20- Allah hak ile hükmeder. Onların O’nun dışında yalvardıkları ise hiçbir şeye hükmedemez. Şüphesiz Allah her şeyi işitendir, görendir.
#
{18} يقول تعالى لنبيِّه محمد - صلى الله عليه وسلم -: {وأنذِرْهم يومَ الآزفةِ}؛ أي: يوم القيامةِ التي قد، أزفت وقرُبت، وآن الوصول إلى أهوالها وقلاقلها وزلازلها. {إذِ القلوبُ لدى الحناجر}؛ أي: قد ارتفعت وبقيت أفئدتُهم هواءً ووصلت القلوبُ من الروع والكرب إلى الحناجر شاخصةً أبصارهم {كاظمين}: لا يتكلَّمون إلاَّ مَنْ أذن له الرحمن وقال صواباً، وكاظمين على ما في قلوبهم من الروع الشديد والمزعجات الهائلة. {ما للظالمينَ من حميم}؛ أي: قريب ولا صاحب {ولا شفيع يُطاع}: لأنَّ الشُّفعاء لا يشفعون في الظالم نفسه بالشرك، ولو قُدِّرَتْ شفاعتُهم؛ فالله تعالى لا يرضى شفاعتَهم فلا يقبلُها.
18. Yüce Allah, peygamberi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e hitaben şöyle buyurmaktadır: “Onları yaklaşan güne karşı uyar.” Yani onları dehşetli hallerine, sıkıntılarına, sarsıntılarına kavuşma vaktinin oldukça yaklaştığı o Kıyamet günü ile korkut. “Zira (o günün dehşetinden) yürekler ağza gelecek, gam ve kederle dolup yutkundukça yutkunacaklardır.” Yani kalpler ta gırtlaklara dayanmış olacak, içleri her türlü düşünceden boşalmış olacaktır. Kalpler dehşet ve sıkıntılardan gırtlaklara kadar ulaşırken gözler de yuvalarından dışarı fırlamış olacaktır. “Rahman olan Allah’ın kendisine izin verdiklerinden başkası konuşmayacak ve onlar da doğruyu söyleyeceklerdir.” (en-Nebe’, 78/38) Kalplerinin içindeki büyük dehşetlerden, korkunç, rahatsız ve tedirgin edici hallerden dolayı yutkunacaklardır. “Zalimlerin ne candan bir dostu” yakını, arkadaşı “ne de şefaati kabul edilecek bir şefaatçisi olacaktır.” Çünkü şefaatçiler, şirk işleyerek nefsine zulmetmiş kimse için şefaat etmeyeceklerdir. Onların şefaat edeceklerini farz etsek dahi Yüce Allah, onların şefaatlerine razı olmayacak ve onu kabul etmeyecektir.
#
{19} {يعلم خائنةَ الأعين}: وهو النظرُ الذي يُخفيه العبد من جليسِهِ ومقارنِهِ، وهو نظر المسارقة، {وما تُخفي الصدورُ}: مما لم يبيِّنه العبد لغيره؛ فالله تعالى يعلم ذلك الخفيَّ؛ فغيره من الأمور الظاهرة من باب أولى وأحرى.
19. “O, gözlerin hain bakışını” kulun yanı başında oturandan, yakınında bulunandan gizlediği ve fark ettirmeden baktığı bakışı “ve kalplerin gizlediklerini” kulun başkasına açıklamadığı şeyleri “bilir.” Yüce Allah, bu kadar gizli ve saklı olanı bilir ki bunun dışında kalan açıktaki işleri bilmesi öncelikle söz konusudur.
#
{20} {والله يقضي بالحقِّ}: لأنَّ قوله حقٌّ وحكمَه الشرعيَّ حقٌّ وحكمَه الجزائيَّ حقٌّ، وهو المحيط علماً وكتابةً وحفظاً بجميع الأشياء، وهو المنزَّه عن الظلم والنقص وسائر العيوب، وهو الذي يقضي قضاءه القدريَّ، الذي إذا شاء شيئاً كان، وما لم يشأ لم يكنْ، وهو الذي يقضي بين عبادِهِ المؤمنين والكافرين في الدنيا ويفصِلُ بينهم بفتح ينصُرُ به أولياءه وأحبابه. {والذين يدعون من دونِهِ}: وهذا شاملٌ لكلِّ ما عُبد من دون الله، {لا يقضون بشيء}: لعجزِهم وعدم إرادتهم للخير واستطاعتهم لفعله. {إنَّ الله هو السميع}: لجميع الأصوات باختلاف اللغات على تفنُّن الحاجات. {البصير}: بما كان، وما يكون، وما يُبْصَرُ، وما لا يُبْصَرُ، وما يعلم العبادُ وما لا يعلمونَ. قال في أول هاتين الآيتين: {وأنذِرْهم يومَ الآزفة}، ثم وصفها بهذه الأوصاف المقتضيةِ للاستعداد لذلك اليوم العظيم؛ لاشتمالها على الترغيب والترهيب.
20. “Allah hak ile hükmeder.” Çünkü O’nun sözü de haktır, şeriatındaki hükümleri de haktır. Amellere karşılık olarak vereceği cezaî hükmü de haktır. O, her şeyi ilmi ile kuşatmış, Levh-i Mahfuz’da yazmış ve tespit edip kayda geçirmiştir. O, zulümden, eksiklikten ve tüm kusurlardan münezzehtir. O, kaderî hükmü ile hükmedendir ki O’nun dilediği olur, dilemediği de olmaz. Dünyada mü’min ve kâfir kulları arasında hüküm veren, onlar arasından dostlarına ve sevdiklerine yardım ve zafer ihsan etmekle ayırt edici hükmünü veren de O’dur. “Onların O’nun dışında yalvardıkları ise” bu ifade, Allah’tan başka kendisine ibadet edilen her bir varlığı kapsar ki onlar, acizliklerinden, hayrı isteyecek iradeleri olmadığından ve esasen bunu yapmaya da güçleri yetmediğinden dolayı “hiçbir şeye hükmedemez. Şüphesiz Allah” değişik dillerle ifade edilen her türlü ihtiyacı ifadelendiren bütün sesleri “işitendir,” olmuşu, olanı ve olacağı “görendir.” Görüleni de görülmeyeni de kulların bildiklerini de bilmediklerini de görendir. Bu iki âyetin başında Yüce Allah: “Onları yaklaşan güne karşı uyar” buyurmakta, sonra da bu yaklaşan günü bu vasıfları ile nitelendirmektedir ki tüm bunlar, bu pek dehşetli güne hazırlanmayı gerektirmektedir. Çünkü bu açıklamalar, bu gündeki mükâfatları elde etmek için teşvik etmekte ve onun dehşetli hallerinden de sakındırmaktadır.
Ayet: 21 - 22 #
{أَوَلَمْ يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَيَنْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذِينَ كَانُوا مِنْ قَبْلِهِمْ كَانُوا هُمْ أَشَدَّ مِنْهُمْ قُوَّةً وَآثَارًا فِي الْأَرْضِ فَأَخَذَهُمُ اللَّهُ بِذُنُوبِهِمْ وَمَا كَانَ لَهُمْ مِنَ اللَّهِ مِنْ وَاقٍ (21) ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ كَانَتْ تَأْتِيهِمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ فَكَفَرُوا فَأَخَذَهُمُ اللَّهُ إِنَّهُ قَوِيٌّ شَدِيدُ الْعِقَابِ (22)}.
21- Yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin âkıbetinin nasıl olduğuna bakmazlar mı? Onlar güç ve yeryüzündeki eserleri itibari ile bunlardan daha üstün idiler. Yine de Allah onları günahları sebebiyle (ansızın) yakaladı. Allah’a karşı onları koruyan kimse de olmadı. 22- Bunun sebebi, peygamberlerin onlara apaçık deliller getirmesine rağmen onların küfre sapmış olmalarıydı. Bunun üzerine Allah da onları (ansızın) yakaladı. Şüphesiz O, çok güçlüdür, cezası pek çetindir.
#
{21 ـ 22} يقول تعالى: {أوَلَم يسيروا في الأرض}؛ أي: بقلوبهم وأبدانهم سَيْرَ نظرٍ واعتبار وتفكُّر في الآثار، فينظروا كيف كان عاقبة الذين من قبلهم من المكذِّبين، فسيجدونها شرَّ العواقب، عاقبة الهلاك والدمار والخزي والفضيحة، وقد كانوا أشدَّ قوَّةً من هؤلاء في العدد والعُدد وكبر الأجسام، {و} أشدَّ {آثاراً في الأرضِ}: من البناء والغرس، وقوةُ الآثار تدلُّ على قوة المؤثِّر فيها وعلى تمنُّعه بها، {فأخَذَهم الله}: بعقوبته {بذنوبهم}: حين أصرُّوا واستمرُّوا عليها. {إنَّه قويٌّ شديد العقاب}: فلم تغنِ قوتهم عند قوةِ الله شيئاً، بل من أعظم الأمم قوة قومُ عاد الذين قالوا مَنْ أشدُّ منا قوَّةً؟! أرسل الله إليهم ريحاً أضعفت قواهم ودمَّرتهم كلَّ تدمير.
21. “Yeryüzünde” kalpleri ve bedenleri ile ibret alıp düşünmek, geride kalan eserler üzerinde tefekkür etmek sureti ile “gezip de kendilerinden öncekilerin” yalanlayan kimselerin “âkıbetinin nasıl olduğuna bakmazlar mı?” Bunların âkıbetlerinin en kötü sonuç olan helâk, yıkım, rezil ve rüsvay olmaktan ibaret olduğunu göreceklerdir. Üstelik “onlar güç” sayı, araç-gereç ve beden iriliği itibariyle “ve yeryüzündeki” yapı, ekim-dikim gibi “eserleri itibari ile bunlardan daha üstün idiler.” Eserlerin güçlü oluşu, o eserleri meydana getirenlerin güçlerine ve bunlar ile kendilerini koruma altına almaya çalıştıklarına delildir. “Yine de Allah onları günahları” üzerinde ısrar edip onları sürdürmeleri “sebebiyle” cezalandırmak sureti ile “yakaladı. Allah’a karşı onları koruyan kimse de olmadı.” 22. Onların güçlerinin Allah’ın gücü karşısında kendilerine hiçbir faydası olmadı. Hatta ümmetler arasındaki en güçlü kavimlerden olan ve: “Bizden daha güçlü kim var?” (Fussilet, 41/15) diyen Âd kavmine bile gücünün bir faydası olmadı. Yüce Allah’ın onların üzerlerine gönderdiği rüzgar, güçlerini zayıflatmış ve onları darmadağın ederek yok etmişti.
Daha sonra Yüce Allah, peygamberleri yalanlayanların hallerine bir örnek söz konusu etmektedir ki bu da Firavun ve onun askerleridir. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 23 - 46 #
{وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا مُوسَى بِآيَاتِنَا وَسُلْطَانٍ مُبِينٍ (23) إِلَى فِرْعَوْنَ وَهَامَانَ وَقَارُونَ فَقَالُوا سَاحِرٌ كَذَّابٌ (24) فَلَمَّا جَاءَهُمْ بِالْحَقِّ مِنْ عِنْدِنَا قَالُوا اقْتُلُوا أَبْنَاءَ الَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ وَاسْتَحْيُوا نِسَاءَهُمْ وَمَا كَيْدُ الْكَافِرِينَ إِلَّا فِي ضَلَالٍ (25) وَقَالَ فِرْعَوْنُ ذَرُونِي أَقْتُلْ مُوسَى وَلْيَدْعُ رَبَّهُ إِنِّي أَخَافُ أَنْ يُبَدِّلَ دِينَكُمْ أَوْ أَنْ يُظْهِرَ فِي الْأَرْضِ الْفَسَادَ (26) وَقَالَ مُوسَى إِنِّي عُذْتُ بِرَبِّي وَرَبِّكُمْ مِنْ كُلِّ مُتَكَبِّرٍ لَا يُؤْمِنُ بِيَوْمِ الْحِسَابِ (27) وَقَالَ رَجُلٌ مُؤْمِنٌ مِنْ آلِ فِرْعَوْنَ يَكْتُمُ إِيمَانَهُ أَتَقْتُلُونَ رَجُلًا أَنْ يَقُولَ رَبِّيَ اللَّهُ وَقَدْ جَاءَكُمْ بِالْبَيِّنَاتِ مِنْ رَبِّكُمْ وَإِنْ يَكُ كَاذِبًا فَعَلَيْهِ كَذِبُهُ وَإِنْ يَكُ صَادِقًا يُصِبْكُمْ بَعْضُ الَّذِي يَعِدُكُمْ إِنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي مَنْ هُوَ مُسْرِفٌ كَذَّابٌ (28) يَاقَوْمِ لَكُمُ الْمُلْكُ الْيَوْمَ ظَاهِرِينَ فِي الْأَرْضِ فَمَنْ يَنْصُرُنَا مِنْ بَأْسِ اللَّهِ إِنْ جَاءَنَا قَالَ فِرْعَوْنُ مَا أُرِيكُمْ إِلَّا مَا أَرَى وَمَا أَهْدِيكُمْ إِلَّا سَبِيلَ الرَّشَادِ (29) وَقَالَ الَّذِي آمَنَ يَاقَوْمِ إِنِّي أَخَافُ عَلَيْكُمْ مِثْلَ يَوْمِ الْأَحْزَابِ (30) مِثْلَ دَأْبِ قَوْمِ نُوحٍ وَعَادٍ وَثَمُودَ وَالَّذِينَ مِنْ بَعْدِهِمْ وَمَا اللَّهُ يُرِيدُ ظُلْمًا لِلْعِبَادِ (31) وَيَاقَوْمِ إِنِّي أَخَافُ عَلَيْكُمْ يَوْمَ التَّنَادِ (32) يَوْمَ تُوَلُّونَ مُدْبِرِينَ مَا لَكُمْ مِنَ اللَّهِ مِنْ عَاصِمٍ وَمَنْ يُضْلِلِ اللَّهُ فَمَا لَهُ مِنْ هَادٍ (33) وَلَقَدْ جَاءَكُمْ يُوسُفُ مِنْ قَبْلُ بِالْبَيِّنَاتِ فَمَا زِلْتُمْ فِي شَكٍّ مِمَّا جَاءَكُمْ بِهِ حَتَّى إِذَا هَلَكَ قُلْتُمْ لَنْ يَبْعَثَ اللَّهُ مِنْ بَعْدِهِ رَسُولًا كَذَلِكَ يُضِلُّ اللَّهُ مَنْ هُوَ مُسْرِفٌ مُرْتَابٌ (34) الَّذِينَ يُجَادِلُونَ فِي آيَاتِ اللَّهِ بِغَيْرِ سُلْطَانٍ أَتَاهُمْ كَبُرَ مَقْتًا عِنْدَ اللَّهِ وَعِنْدَ الَّذِينَ آمَنُوا كَذَلِكَ يَطْبَعُ اللَّهُ عَلَى كُلِّ قَلْبِ مُتَكَبِّرٍ جَبَّارٍ (35) وَقَالَ فِرْعَوْنُ يَاهَامَانُ ابْنِ لِي صَرْحًا لَعَلِّي أَبْلُغُ الْأَسْبَابَ (36) أَسْبَابَ السَّمَاوَاتِ فَأَطَّلِعَ إِلَى إِلَهِ مُوسَى وَإِنِّي لَأَظُنُّهُ كَاذِبًا وَكَذَلِكَ زُيِّنَ لِفِرْعَوْنَ سُوءُ عَمَلِهِ وَصُدَّ عَنِ السَّبِيلِ وَمَا كَيْدُ فِرْعَوْنَ إِلَّا فِي تَبَابٍ (37) وَقَالَ الَّذِي آمَنَ يَاقَوْمِ اتَّبِعُونِ أَهْدِكُمْ سَبِيلَ الرَّشَادِ (38) يَاقَوْمِ إِنَّمَا هَذِهِ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا مَتَاعٌ وَإِنَّ الْآخِرَةَ هِيَ دَارُ الْقَرَارِ (39) مَنْ عَمِلَ سَيِّئَةً فَلَا يُجْزَى إِلَّا مِثْلَهَا وَمَنْ عَمِلَ صَالِحًا مِنْ ذَكَرٍ أَوْ أُنْثَى وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَأُولَئِكَ يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ يُرْزَقُونَ فِيهَا بِغَيْرِ حِسَابٍ (40) وَيَاقَوْمِ مَا لِي أَدْعُوكُمْ إِلَى النَّجَاةِ وَتَدْعُونَنِي إِلَى النَّارِ (41) تَدْعُونَنِي لِأَكْفُرَ بِاللَّهِ وَأُشْرِكَ بِهِ مَا لَيْسَ لِي بِهِ عِلْمٌ وَأَنَا أَدْعُوكُمْ إِلَى الْعَزِيزِ الْغَفَّارِ (42) لَا جَرَمَ أَنَّمَا تَدْعُونَنِي إِلَيْهِ لَيْسَ لَهُ دَعْوَةٌ فِي الدُّنْيَا وَلَا فِي الْآخِرَةِ وَأَنَّ مَرَدَّنَا إِلَى اللَّهِ وَأَنَّ الْمُسْرِفِينَ هُمْ أَصْحَابُ النَّارِ (43) فَسَتَذْكُرُونَ مَا أَقُولُ لَكُمْ وَأُفَوِّضُ أَمْرِي إِلَى اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ بَصِيرٌ بِالْعِبَادِ (44) فَوَقَاهُ اللَّهُ سَيِّئَاتِ مَا مَكَرُوا وَحَاقَ بِآلِ فِرْعَوْنَ سُوءُ الْعَذَابِ (45) النَّارُ يُعْرَضُونَ عَلَيْهَا غُدُوًّا وَعَشِيًّا وَيَوْمَ تَقُومُ السَّاعَةُ أَدْخِلُوا آلَ فِرْعَوْنَ أَشَدَّ الْعَذَابِ (46)}.
23- Andolsun Biz Mûsâ’yı âyetlerimizle/mucizelerimizle ve apaçık bir delille gönderdik… 24- Firavun’a, Hâmân’a ve Kârûn’a. Ama onlar: “Bu, bir sihirbaz, bir yalancı!” dediler. 25- O, katımızdan onlara hakkı getirdiğinde: “Onunla birlikte iman edenlerin oğullarını öldürün, kadınlarını da sağ bırakın” dediler. Halbuki kâfirlerin tuzağı, mutlaka boşa çıkar. 26- Firavun dedi ki: “Bırakın beni Mûsâ’yı öldüreyim. O da Rabbine yalvarsın (bakalım onu kurtaracak mı?) Çünkü ben, onun dininizi değiştirmesinden veya ülkede bozgunculuk çıkarmasından korkuyorum.” 27- Mûsâ: “Ben hesap gününe iman etmeyen her bir kibirliden benim de sizin de Rabbiniz (olan Allah’a) sığınırım” dedi. 28- Firavun ailesinden olup imanını gizleyen mü’min bir adam şöyle dedi: “Siz ‘Rabbim Allah’tır’, dedi diye bir adamı öldürecek misiniz? Üstelik o, size Rabbinizden apaçık deliller getirmiştir. Eğer o, yalancı ise yalanı kendi aleyhinedir. Eğer doğru söylüyor ise onun sizi tehdit ettiklerinin bir bölümü gelir sizi bulur. Şüphesiz Allah, haddi aşan ve yalan söyleyen kimseleri doğru yola iletmez.” 29- “Ey kavmim! Bugün ülkede üstünlük sağlayan hükümranlık sahipleri sizlersiniz. Ama eğer Allah’ın azabı bize gelirse ona karşı bize kim yardım eder?” Firavun dedi ki: “Ben size ancak uygun bulduğum görüşü söylüyorum ve size ancak doğru yolu gösteriyorum.” 30- İman eden o kişi dedi ki: “Ey kavmim! Şüphesiz ben sizin için o (peygamberlere karşı birleşen) birliklerin (başına gelen azap) günü gibi bir günün gelmesinden korkuyorum; 31- “Nûh kavmi, Âd, Semûd ve onlardan sonrakilerin başına gelenlerin benzerinden. Allah, kullarına zulüm olacak hiçbir şey dilemez.” 32- “Ey kavmim! Şüphesiz ben sizin için seslenme/kıyamet gününden korkuyorum.” 33- “O gün arkanızı dönüp gidersiniz de sizi Allah’a karşı koruyacak kimseniz olmaz. Zira Allah kimi saptırırsa onu doğru yola iletecek hiç kimse yoktur.” 34- “Andolsun daha önce Yusuf da size apaçık deliller getirmişti de size getirdiklerinden şüphe edip durmuştunuz. Nihâyet o ölünce de: ‘Allah, ondan sonra bir daha asla peygamber göndermez’ demiştiniz. İşte Allah haddi aşan şüpheci kimseleri böyle saptırır.” 35- “Onlar, kendilerine gelmiş bir delil olmaksızın Allah’ın âyetleri hakkında tartışırlar. Bu ise hem Allah katında hem de mü’minler nezdinde büyük bir öfkeye neden olur. Allah, büyüklük taslayan her zorbanın kalbini işte böyle mühürler.” 36- Firavun dedi ki: “Ey Hâmân! Benim için yüksek bir kule yap! Belki (ona çıkıp) yollara ulaşırım; 37- “Göklerin yollarına da Mûsâ’nın ilâhını görürüm. Zira ben, onun kesinlikle yalancılardan olduğunu düşünüyorum.” İşte böylece Firavun’un kötü ameli ona süslü göründü ve doğru yoldan alıkonuldu. Halbuki Firavun’un tuzağı boşa çıkmaya mahkum idi. 38- İman eden kişi dedi ki: “Ey kavmim! Bana uyun ki size doğru yolu göstereyim.” 39- “Ey kavmim! Bu dünya hayatı ancak (geçici) bir menfaatten ibarettir. Âhiret ise, işte asıl kalınacak yurt orasıdır.” 40- “Kim bir kötülük işlerse ancak onun misli ile cezalandırılır. Erkek veya kadın kim de mü’min olarak salih bir amel işlerse işte onlar, cennete girerler ve orada hesapsız rızıklara kavuşurlar.” 41- “Ey kavmim! Ne oluyor böyle ki ben sizi kurtuluşa çağırıyorum. Siz ise beni ateşe çağırıyorsunuz?” 42- “Siz, beni Allah’ı inkar etmeye ve (ibadete layık olduğuna dair) hiçbir bilgim olmayan şeyleri O’na ortak koşmaya çağırıyorsunuz. Ben ise sizi Aziz ve Ğaffar (olan Allah'a) davet ediyorum.” 43- “Hiç kuşkusuz beni davet ettiğiniz şeylerin, dünyada da âhirette de davete değer bir yanları yoktur. Gerçek şu ki dönüşümüz Allah’adır ve şüphesiz haddi aşanlar da cehennemliktir.” 44- “Yakında benim size söylediklerimi hatırlayacaksınız. Ben işimi Allah’a havale ediyorum. Şüphesiz Allah kullarını çok iyi görendir.” 45- Sonunda Allah, onların kurdukları tuzakların kötülüklerinden onu korudu. Firavun hanedanını ise feci azap kuşattı. 46- Onlar sabah akşam ateşe sokulurlar. Kıyametin kopacağı gün ise: “Firavun hanedanını azabın en şiddetlisine sokun” denilecek.
#
{23} أي: {ولقد أرسلنا}: إلى جنس هؤلاء المكذِّبين {موسى}: ابن عمران {بآياتِنا}: العظيمة الدالَّة دلالة قطعيةً على حقيقة ما أُرْسِل به وبطلان ما عليه مَنْ أرسل إليهم من الشرك وما يتبعه {وسلطانٍ مبين}؛ أي: حجة بيِّنة تتسلَّط على القلوب فتذعِنُ لها كالحيَّة والعصا ونحوهما من الآيات البيِّنات التي أيَّد الله بها موسى، ومكَّنه من ما دعا إليه من الحقِّ.
23. “Andolsun Biz” İmran oğlu “Mûsâ’yı” onunla gönderdiklerimizin gerçek olduğuna, kendilerine gönderildiği kimselerin izledikleri şirk ve ona bağlı hususların da batıl olduğuna kat’i olarak delil teşkil eden pek büyük “âyetlerimizle ve apaçık bir delille” yılana dönüşen asa ve benzeri gibi Yüce Allah’ın kendileri ile Mûsâ’yı desteklediği ve davet ettiği hakka güç ve imkân verdiği diğer apaçık mucizeler gibi kalplere hakimiyet kuran ve kalpleri kendisine boyun eğdiren açık deliller ile bu inkarcıların benzeri kimselere “gönderdik.”
#
{24} والمبعوث إليهم {فرعون وهامان}: وزيره {وقارون}: الذي كان من قوم موسى فبغى عليهم بمالِهِ، فكلُّهم ردُّوا عليه أشدَّ الردِّ، وقالوا: {ساحرٌ كذابٌ}.
24. Bu şekilde onu, “Firavun’a”, onun veziri olan “Hâmân’a ve” Mûsâ’nın kavminden olmakla birlikte elindeki malı sebebi ile kavmine karşı azgınlaşan “Kârûn’a” gönderdik. Hepsi de onu kesin ve ağır bir şekilde reddederek; “Bu, bir sihirbaz, bir yalancı!, dediler.”
#
{25} {فلمَّا جاءَهم بالحقِّ من عندِنا}: وأيَده الله بالمعجزات الباهرةِ الموجبة لتمام الإذعانِ؛ لم يقابلوها بذلك، ولم يكفِهِم مجرَّدُ الترك والإعراض، بل ولا إنكارها ومعارضتها بباطلهم، بل وصلتْ بهم الحالُ الشنيعة إلى أن {قالوا اقْتُلوا أبناءَ الذين آمنوا معه واسْتَحْيوا نساءَهم وما كَيْدُ الكافرينَ}: حيث كادوا هذه المكيدَة وزعموا أنَّهم إذا قَتَلوا أبناءَهم لم يَقْوَوْا، وبَقُوا في رقِّهم وتحت عبوديَّتهم. فما كيدهم {إلاَّ في ضلال}: حيث لم يتمَّ لهم ما قصدوا، بل أصابهم ضدُّ ما قصدوا، أهلكهم اللهُ، وأبادَهم عن آخرِهم. قاعدة: وتدبَّر هذه النكتة التي يكثر مرورُها بكتاب الله تعالى إذا كان السياقُ في قصَّة معيَّنة أو على شيء معيَّن، وأراد الله أن يحكُمَ على ذلك المعيَّن بحكم لا يختصُّ به؛ ذَكَرَ الحُكْمَ وعلَّقه على الوصف العامِّ؛ ليكون أعمَّ، وتندرج فيه الصورةُ التي سيق الكلام لأجلها، وليندفع الإيهام باختصاص الحكم بذلك المعيَّن؛ فلهذا لم يقلْ: وما كيدُهم إلاَّ في ضلال، بل قال: {وَما كَيْدُ الكافرين إلاَّ في ضلال}.
25. “O, katımızdan onlara hakkı getirdiğinde” Yüce Allah da tam anlamı ile boyun eğmelerini gerektiren, göz kamaştırıcı mucizeler ile onu desteklemiş olduğu halde onlar, gereğini yapıp bu mucizeler karşısında boyun eğmediler. Yalnızca bunları terk edip yüz çevirmekle kalmadılar, hatta onları inkâr etmek ve sahip oldukları batıllar ile onlara karşı çıkmakla da yetinmediler. Aksine izledikleri çirkin yol sonunda onları: “Onunla birlikte iman edenlerin oğullarını öldürün, kadınlarını da sağ bırakın” demek noktasına kadar gittiler. Onlar, bu tuzak ve planlarını uygulayıp da onların oğullarını öldürdüklerinde onların güçlenemeyeceklerini, kölelikleri altında kalmaya ve kendilerine kulluk yapmaya devam edeceklerini zannettiler. “Halbuki kâfirlerin tuzağı, mutlaka boşa çıkar.” Nitekim onların maksatları da istedikleri gibi gerçekleşmedi. Aksine maksatlarının zıddı olan bir musibetle karşı karşıya kaldılar. Allah, kendilerini helâke uğrattı da onlardan tek bir fert kalmamak üzere hepsini yok etti. Burada Kur’ân üslubundaki bir kaideye dikkat çekelim: Yüce Allah’ın Kitabında muayyen bir kıssa veya muayyen bir konudan söz edildiği vakit bu türden bir incelik çokça geçer. Bu gibi durumlarda eğer Yüce Allah o muayyen kıssa veya konu hakkında yalnızca ona has olmayan bir hükümden bahsedecek olursa, o hükmü, sebebini teşkil eden genel bir vasfa bağlı olarak zikreder ki o hüküm, daha kapsamlı olsun. Böylece onun kapsamına hem o ifadelerde anlatılan husus girsin, hem de o hükmün, anlatılan o muayyen kıssa veya konuya has olduğu vehmi ortadan kalksın. Bundan dolayı burada da: “Onların tuzağı boşa çıktı” denmeyerek: “Halbuki kâfirlerin tuzağı, mutlaka boşa çıkar” buyurmuştur.
#
{26} و {قال فرعونُ}: متكبِّراً متجبِّراً مغرِّراً لقومه السفهاء: {ذَروني أقْتُلْ موسى ولْيَدْع ربَّه}؛ أي: زعم قبَّحه الله أنه لولا مراعاةُ خواطر قومه؛ لقتله، وأنه لا يمنعُه منه دعاءُ ربِّه. ثم ذكر الحاملَ له على إرادةِ قتلِهِ، وأنه نصحٌ لقومه وإزالةٌ للشرِّ في الأرض، فقال: {إني أخافُ أن يُبَدِّلَ دينَكُم}: الذي أنتم عليه {أو أن يُظْهِرَ في الأرض الفساد}: وهذا من أعجب ما يكون! أن يكون شرُّ الخلق ينصحُ الناسَ عن اتِّباع خير الخلق. هذا من التمويه والترويج الذي لا يدخُلُ إلاَّ عقل مَنْ قال الله فيهم: {فاستخفَّ قومَه فأطاعوه إنَّهم كانوا قوماً فاسقينَ}.
26. “Firavun” büyüklenerek, zorbalık taslayarak ve kıt akıllı kavmini kandırmak maksadı ile “dedi ki: Bırakın beni Mûsâ’yı öldüreyim, o da varsın Rabbini çağırsın.” Yani o -kahrolasıca- kavminin hatırını göz önünde bulundurmasaymış, Mûsâ’yı öldürecekmiş! Onun Rabbine yalvarması dahi kendisine engel teşkil etmiyormuş! Daha sonra onu niçin öldürmek istediğini, kavminin iyiliğini isteyip yeryüzünde kötülüğü ortadan kaldırmak maksadını güttüğünü belirterek şöyle dedi: “Çünkü ben onun” izlemekte olduğunuz “dininizi değiştirmesinden veya ülkede bozguculuk çıkarmasından korkuyorum.” Bu da çok hayret edilecek bir husustur. İnsanların, hatta yaratılmışların en kötüsü, insanlara insanların en hayırlısına tâbi olmamayı öğütlüyor. Bu ise gerçekleri tersyüz etmek ve aleyhte propaganda yapmak kabilindendir ki ondan, Yüce Allah’ın kendileri hakkında: “Kavmini böylece hafife aldı, onlar da ona itaat ettiler. Çünkü onlar, fâsıklar topluluğu idi.” (ez-Zuhruf, 43/54) buyurduğu akılsız kimselerden başkası etkilenmez.
#
{27} {وقال موسى}: حين قال فرعونُ تلك المقالَة الشنيعةَ التي أوجَبَها له طغيانُه واستعان فيها بقوَّته واقتدارِهِ مستعيناً بربِّه: {إنِّي عذتُ بربِّي وربِّكم}؛ أي: امتنعتُ بربوبيَّته التي دبَّر بها جميع الأمور {من كل متكبِّرٍ لا يؤمنُ بيوم الحساب}؛ أي: يحمله تكبُّره وعدمُ إيمانه بيوم الحساب على الشرِّ والفسادِ، يدخُلُ فيه فرعونُ وغيره كما تقدَّم قريباً في القاعدة، فمنعه الله تعالى بلطفه من كلِّ متكبِّرٍ لا يؤمن بيوم الحساب، وقيَّض له من الأسباب ما اندفع به عنه شرُّ فرعونَ وملئه.
27. Firavun, azgınlaşmasını ve bu doğrultuda güç ve iktidarını kullanmasını gerektiren bu çirkin sözlerini söyleyince “Mûsâ” aleyhisselam da: “Ben hesap gününe iman etmeyen her bir kibirliden benim de sizin de Rabbiniz (olan Allah’a) sığınırım, dedi.” Yani ben, bütün işleri çekip çeviren Yüce Allah’ın rubûbiyetine sığınırım ve O’nun beni korumasını isterim. Kibri ve âhiret gününe iman etmemesi, kendisini kötülükler işlemeye ve fesad çıkarmaya iten herkesten O’na sığınırım. Bunun kapsamına -az önce açıkladığımız kuraldan da anlaşıldığı gibi- hem Firavun hem de başkaları girmektedir. Yüce Allah Mûsâ aleyhisselam’ı lütfu ile hesap gününe iman etmeyen, büyüklük taslayan herkesten korudu ve ona Firavun ve yakın adamlarının kötülüklerini kendisinden uzaklaştıracak sebepleri müyesser kıldı. Bu sebeplerden birisi de krallık hanedanına mensup Firavun ailesinden aşağıda sözü edilecek olan şu mü’min şahıstır:
#
{28} ومن جملة الأسباب هذا الرجل المؤمن الذي من آل فرعون من بيت المملكةِ، لا بدَّ أن يكونَ له كلمةٌ مسموعةٌ، وخصوصاً إذا كان يظهِرُ موافقتَهم ويكتُمُ إيمانه؛ فإنهم يراعونَه في الغالب ما لا يراعونَه لو خالفهم في الظاهر؛ كما منع الله رسولَه محمداً - صلى الله عليه وسلم - بعمه أبي طالب من قريش؛ حيث كان أبو طالب كبيراً عندهم موافقاً لهم على دينهم، ولو كان مسلماً؛ لم يحصلْ منه ذلك المنع، فقال ذلك الرجل المؤمن الموفَّق العاقل الحازم مقبِّحاً فعل قومه وشناعة ما عزموا عليه: {أتَقْتُلونَ رجلاً أن يقولَ ربِّيَ اللهُ}؛ أي: كيف تستحلُّون قتلَه وهذا ذنبُه وجرمُه أَنَّه يقولَ ربِّيَ الله، ولم يكن أيضاً قولاً مجرَّداً عن البيناتِ، ولهذا قال: {وقد جاءكم بالبيِّناتِ من ربِّكم}: لأنَّ بيِّنته اشتهرت عندهم اشتهاراً علم به الصغيرُ والكبيرُ؛ أي: فهذا لا يوجب قتله؛ فهلاَّ أبطلتم قبل ذلك ما جاء به من الحقِّ، وقابلتم البرهان ببرهان يردُّه ثم بعد ذلك نظرتُم هل يحلُّ قتلُه إذا ظهرتم عليه بالحجة أم لا؟! فأما وقد ظهرت حجَّته واستعلى برهانه؛ فبينكم وبين حِلِّ قتله مفاوزُ تنقطع بها أعناق المطيِّ. ثم قال لهم مقالةً عقليةً تقنِعُ كلَّ عاقل بأيِّ حالة قُدِّرت، فقال: {وإنْ يكُ كاذباً فعليه كذِبُه وإن يكُ صادقاً يصِبْكُم بعض الذي يعدكم}: أي: موسى بين أمرين إما كاذب في دعواه أو صادق فيها، فإن كان كاذباً فكذبه عليه وضرره مختصٌّ به، وليس عليكم في ذلك ضررٌ؛ حيث امتنعتُم من إجابته وتصديقه، وإن كان صادقاً، وقد جاءكم بالبينات وأخبركم أنَّكم إنْ لم تجيبوه عذَّبَكم الله عذاباً في الدُّنيا وعذاباً في الآخرة؛ فإنَّه لا بدَّ أن يصيبَكم بعضُ الذي يعِدُكم، وهو عذاب الدنيا. وهذا من حسن عقلِهِ ولطف دفعِهِ عن موسى؛ حيث أتى بهذا الجواب الذي لا تشويش فيه عليهم، وجعلَ الأمر دائراً بين تلك الحالتين، وعلى كلِّ تقدير؛ فقتله سفهٌ وجهلٌ منكم. ثم انتقل ـ رضي الله عنه وأرضاه وغفر له ورحمه ـ إلى أمرٍ أعلى من ذلك وبيان قرب موسى من الحقِّ فقال: {إن الله لا يهدي من هو مسرف}؛ أي؛ متجاوز الحد بترك الحق والإقبال على الباطل، {كذابٌ}: بنسبته ما أسرف فيه إلى الله؛ فهذا لا يهديه الله إلى طريق الصواب؛ لا في مدلوله، ولا في دليله، ولا يوفَّق للصراط المستقيم؛ أي: وقد رأيتُم ما دعا موسى إليه من الحقِّ وما هداه الله إلى بيانِهِ من البراهين العقليَّة والخوارق السماويَّة؛ فالذي اهتدى هذا الهدى لا يمكنُ أن يكون مسرفاً ولا كاذباً. وهذا دليلٌ على كمال علمِهِ وعقلِهِ ومعرفتِهِ بربِّه.
28. Burada sözü edilen kimsenin, sözünün dinlenilir bir kimse olması kaçınılmaz görülmektedir. Özellikle de imanını gizlediği ve zahiren onlara uygun hareket ettiği düşünülecek olursa bu böyledir. Zira eğer zahiren onlara muhalefet ediyor olsaydı onun sözlerine bu kadar kulak asmazlardı. Bu durum tıpkı Yüce Allah’ın Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’i Muhammed’in amcası Ebu Talib vasıtası ile Kureyş’ten korumasına benzemektedir. Çünkü Ebu Talib, Kureyş nezdinde ulu ve dinleri hususunda da kendilerine uyan bir kimse idi. Eğer müslüman olmuş olsa idi onun peygamberi koruması söz konusu olmazdı. İşte ilâhî tevfike mazhar olmuş, aklı başında ve kararlı bir kimse olan bu mü’min kişi, kavminin yaptıkları işin çirkinliğini ve kararlarının ne kadar olumsuz olduğunu belirterek “şöyle dedi: Siz ‘Rabbim Allah’tır’, dedi diye bir adamı öldürecek misiniz?” Yani böyle bir adamı öldürmeyi nasıl caiz görebilirsiniz? Onun günahı ve suçu, Rabbim Allah’tır, demekten ibarettir. Halbuki onun bu sözleri delilsiz de değildir. Bundan dolayı sözlerini şöyle sürdürdüğünü görüyoruz: “Üstelik o, size Rabbinizden apaçık deliller getirmiştir.” Çünkü onun getirdiği apaçık deliller, onlar yanında oldukça ün salmıştı. Küçükleri de büyükleri de bunları biliyordu. Yani bu durum, onun öldürülmesini gerektirmez. Siz niçin bundan önce onun getirdiği hakkı çürütmeye kalkışmıyor ve onun delillerine, onları reddedecek delillerle karşılık vermiyorsunuz? Bundan sonra şayet delilinizle ona galip gelecek olursanız onu öldürmeniz helâl olur mu, olmaz mı diye o zaman düşünürsünüz? Ama onun delili üstünlük sağlamış ve belgeleri galip gelmiş olursa o halde onu öldürmenizi engelleyecek pek çok mani vardır. Hatta buna imkânınız yoktur. Daha sonra durum ne olursa olsun, aklı başında herkesin ikna olacağı son derece mantıklı bir söz söyleyerek şöyle dedi: “Eğer o yalancı ise yalanı kendi aleyhinedir, eğer doğru söylüyor ise onun sizi tehdit ettiklerinin bir bölümü gelir sizi bulur.” Yani Mûsâ aleyhisselam ya iddiasında yalancıdır yahut doğru söylemektedir. Şâyet yalan söylüyorsa bu yalan, onun aleyhinedir, zararı da sadece ona dokunacaktır. Bu konuda size herhangi bir zarar gelmez. Çünkü siz onun çağrısını kabul etmediğiniz gibi onu tasdik de etmiyorsunuz. Eğer doğru sözlü ise size apaçık deliller getirmiş ve sizlere çağrısını kabul etmediğiniz takdirde Allah’ın sizleri dünyada da âhirette de cazalandıracağını bildirmiş olduğuna göre o vakit size tehdit ettiklerinin bir bölümü -ki bu da dünya azabıdır- gelip elbette sizi bulacaktır. Bu söz, onun oldukça akıllı olduğunu ve Mûsâ aleyhisselam’ı incelikli bir şekilde savunduğunu göstermektedir. Çünkü bu sözleri ile herkesin açıkça anlayacağı bir cevap vermiş ve durum ne olursa olsun bu iki halden birisinin söz konusu olacağını belirtmiş ve her halükarda onu öldürmenin bir cahillik ve akılsızlık olduğunu ifade etmiştir. Daha sonra o, -Allah ondan razı olsun, onu razı etsin, ona mağfiret ve merhamet buyursun- bundan daha ileri bir noktaya geçerek Mûsâ aleyhisselam’ın hakka ne kadar yakın olduğunu açıklama gayreti ile: “Şüphesiz Allah” hakkı terk etmek ve batıla yönelmek sureti ile “haddi aşan ve” aşırılığa kaçtığı hususları Yüce Allah’a nispet etmek sureti ile “yalan söyleyen kimseleri doğru yola iletmez.” Allah, böylelerini ne anlatmak istediklerinde, ne de bunun için ortaya koydukları delili açıklamakta doğru yola iletmez, sırat-i müstakimi izleme başarısını vermez. Yani siz, Mûsâ’nın hakka davet ettiğini ve Yüce Allah’ın ona aklî delilleri ve semavî olağanüstü halleri (mucizeleri) açıklayıp gösterme hidâyetini bahşetmiş olduğunu gördünüz. Bu şekilde hidâyet bulan bir kimsenin haddi aşan ve de yalancı bir kimse olması ise mümkün değildir. Bu açıklamalar onun gerçekten ilminin de aklının da Rabbini bilip tanımasının da mükemmel olduğuna delildir. Daha sonra o, kavmini sakındırarak, onlara öğüt vererek, âhiret azabı ile onları korkutarak ve de yeryüzünde sahip olunan mülke aldanmamaları gerektiğini belirterek şunları söyledi:
#
{29} ثم حذَّر قومه ونَصَحهم وخوَّفهم عذابَ الآخرة ونهاهم عن الاغترار بالمُلْك الظاهر، فقال: {يا قوم لكم الملكُ اليومَ}؛ أي: في الدنيا {ظاهرين في الأرض}: على رعيَّتِكم تنفِّذون فيهم ما شئتم من التدبير؛ فهَبْكم حصل لكم ذلك وتمَّ ولن يتمَّ؛ {فَمن ينصرُنا من بأس الله}؛ أي: عذابه {إن جاءنا}. وهذا من حسن دعوتِهِ؛ حيث جعلَ الأمرَ مشتركاً بينه وبينهم بقوله: {فمن ينصُرُنا}، وقوله: {إن جاءنا}؛ ليفهِمَهم أنَّه ينصحُ لهم كما ينصحُ لنفسه ويرضى لهم ما يرضى لنفسه، فَـ {قَالَ فرعونُ}: معارضاً له في ذلك ومغرِّراً لقومه أن يتَّبعوا موسى: {ما أريكم إلاَّ ما أرى وما أهديكم إلاَّ سبيل الرشادِ}: وصدق في قوله: {ما أريكم إلاَّ ما أرى}، ولكن ما الذي رأى؟! رأى أن يستخفَّ قومَه فيتابعوه ليقيمَ بهم رياسته، ولم يَرَ الحقَّ معه، بل رأى الحقَّ مع موسى وجحد به مستيقناً له، وكذب في قوله: {ما أهديكم إلاَّ سبيل الرشادِ}؛ فإنَّ هذا قلبٌ للحقِّ؛ فلو أمرهم باتِّباعه اتِّباعاً مجرداً على كفره وضلاله؛ لكان الشرُّ أهونَ، ولكنه أمرهم باتِّباعه، وزعم أنَّ في اتِّباعه اتِّباعَ الحقِّ، وفي اتِّباع الحقِّ اتباعَ الضلال.
29. “Ey kavmim, bugün” dünyada, yönettiğiniz kimseler üzerinde “üstünlük sağlayan hükümranlık sahipleri sizlersiniz.” Onlara istediğiniz uygulamayı yapıyor ve onları istediğiniz gibi yönetiyorsunuz. Gerçi bunun sürekli böyle olacağı söylenemez ama farzedelim ki bu hep böylece sürüp gitti. “Ama eğer Allah’ın azabı bize gelirse ona karşı bize kim yardım eder?” Bu ifadeler, onun güzel davetinin bir parçasıdır. Çünkü o, işin kendisi ile onlar araında ortak olduğunu belirtmiş ve: “bize gelirse”, “Bize kim yardım eder?” tabirlerini kullanarak kendi iyiliğini istediği kadar onların da iyiliğini istediğini ve kendisi için tercih ettiğini onlar için de tercih ettiğini anlamalarını istemişti. “Firavun” bu hususta ona karşı çıkarak ve kavminin Mûsâ aleyhisselam’a tâbi olmasını önlemek kastı ile onları aldatarak “dedi ki: Ben size ancak uygun bulduğum görüşü söylüyorum ve size ancak doğru yolu gösteriyorum.” Firavun’un: “Ben size ancak uygun bulduğum görüşü söylüyorum” sözü doğrudur. Ancak onun uygun bulduğu ne idi? O, kavmini hafife almayı ve kendisine tâbi olmalarını uygun görmüştü. Böylelikle başkanlığını onlar sayesinde sürdürebilecekti. Ancak o, kendinsin haklı olduğu görüşünde değildi. Zira Mûsâ aleyhisselam’ın haklı olduğunu görmekle ve kesin doğru olduğunu kabul etmekle birlikte bile bile onu inkâr etmişti. Firavun: “ve size ancak doğru yolu gösteriyorum” sözünde ise yalancıdır. Çünkü bu, hakkı tersyüz etmek demektir. Eğer kendilerine küfrü ve sapıklığı üzere olduğu gibi tâbi olmalarını emretmiş olsa idi kötülüğün çapı nispeten daha küçük olurdu. Ancak o, kavmine kendisine uymalarını emretmekle birlikte hakkın kendisine tabi olmakta olduğunu, buna karşılık hakka tâbi olmanın ise sapıklığa tâbi olmak demek olacağını iddia etmişti.
#
{30} {وقال الذي آمنَ}: مكرِّراً دعوة قومه، غير آيس من هدايتهم؛ كما هي حالةُ الدُّعاة إلى الله تعالى؛ لا يزالون يدعون إلى ربِّهم، ولا يردُّهم عن ذلك رادٌّ، ولا يثنيهم عتوُّ مَنْ دَعَوْه عن تكرار الدعوة، فقال لهم: {يا قوم إنِّي أخاف عليكم مثلَ يوم الأحزاب}؛ يعني: الأمم المكذِّبين الذين تحزَّبوا على أنبيائهم واجتمعوا على معارضتهم.
30. “İman eden o kişi” Yüce Allah’ın yoluna davet edenlerde görüldüğü gibi, kavminin hidâyetlerinden ümit kesmeksizin tekrar tekrar kavmini hidâyete davet etti. Rablerine davet edenler, bu davetlerini aralıksız yaparlar ve hiçbir şekilde bundan geri durmazlar. Davet ettikleri kimselerin batılda direnişleri, davetlerini tekrarlamaktan onları engellemez. Bu yüzden onlara şunları söyledi: “Ey kavmim, Şüphesiz ben sizin için o (peygamberlere karşı birleşen) birliklerin (başına gelen azap) günü gibi bir günün gelmesinden korkuyorum.” Bununla Allah’ın peygamberlerine karşı gruplar halinde bir araya gelerek onlara karşı çıkmak için toplanan inkarcı ümmetleri kastetmişti. Daha sonra bunların kim olduklarını açıklayarak şunları söyledi:
#
{31} ثم بيَّنهم فقال: {مثل دأب قوم نوح وعادٍ وثمودَ والذين من بعدِهم}؛ أي: مثل عادتهم في الكفر والتكذيب، وعادة الله فيهم بالعقوبة العاجلة في الدنيا قبل الآخرة، {وما الله يريدُ ظلماً للعبادِ}: فيعذِّبُهم بغير ذنب أذنبوه ولا جرم أسْلَفوه.
31. “Nûh kavmi, Âd, Semûd ve onlardan sonrakilerin başına gelenlerin benzerinden.” Onların küfür ve yalanlama âdetlerine karşılık Yüce Allah’ın âhiretten önce dünyada iken onları âcilen cezalandırmak şeklindeki adetinin/kanununun bir benzerinin size gelmesinden korkuyorum. “Allah, kullarına zulüm olacak hiçbir şey dilemez.” İşledikleri bir günah olmaksızın, yaptıkları herhangi bir suç bulunmaksızın onlara azap etmez. Dünyevî cezalarla onları uyardıktan sonra âhiretteki cezalarla da onları korkutarak şunları söyledi:
#
{32} ولمَّا خوَّفهم العقوباتِ الدنيويةَ؛ خوَّفهم العقوباتِ الأخرويةَ، فقال: {ويا قوم إنِّي أخاف عليكم يومَ التَّناد}؛ أي: يوم القيامة؛ حين ينادي أهلُ الجنة أهل النار: {أن قد وجَدْنا ما وعَدَنا ربُّنا حقًّا ... } إلى آخر الآيات، {ونادى أصحابُ النارِ أصحابَ الجنَّة أن أفيضوا علينا من الماءِ أو ممَّا رزَقَكُم الله قالوا إنَّ الله حرَّمَهما على الكافرين}، وحين ينادي أهلُ النار مالكاً: {ليقضِ علينا ربُّك}، فيقول: {إنَّكم ماكثون}، وحين ينادون ربَّهم: {ربَّنا أخْرِجْنا منها فإنْ عُدْنا فإنَّا ظالمون}، فيجيبهم: {اخسؤوا فيها ولا تكلِّمونِ}، وحين يُقالُ للمشركين: {ادْعوا شركاءَكم فَدَعَوْهم فلم يستجيبوا لهم}.
32. “Ey kavmim! Şüphesiz ben sizin için seslenme/kıyamet gününden” yani Kıyamet günü cennetliklerin cehennemliklere şöylece seslenecekleri günden “korkuyorum”: “Cennetlikler cehennemliklere: Rabbimizin bize vaat ettiğini hak bulduk... diye seslenirler.” (el-Araf, 7/44 v.d.) “Cehennemlikler cennetliklere: Biraz su veya Allah’ın size ihsan ettiği rızıktan bize gönderin, diye seslenirler. Onlar ise: Doğrusu Allah bunları kâfirlere haram kılmıştır, derler” (el-Araf, 7/50) Cehennemlikler orada görevli olan Mâlik’e: “Ey Mâlik, Rabbin hakkımızda ölüm hükmünü versin, diye seslenecekler. (O da): Sizler (burada böyle) kalacaksınız, diyecek.” (ez-Zuhruf, 43/77) Yine cehennemlikler Rablerine: “Rabbimiz, bizi buradan çıkar. Eğer bundan sonra bir daha dönersek şüphesiz biz zalim kimseleriz” diye seslenecekler. O da onlara şöyle cevap buyuracak: Yıkılın içerisine! Bana da bir söz söylemeyin.” (el-Müminun, 23/107-108) Müşriklere: “Ortak koştuklarınızı çağırın, denilecek. Bunun üzerine onları çağırırlar ama onlar kendilerine cevap vermezler.” (el-Kasas, 28/64)
#
{33} فخوَّفهم رضي الله عنه هذا اليوم المهول، وتوجَّع لهم إن أقاموا على شركِهِم بذلك، ولهذا قال: {يوم تولُّون مدبرينَ}؛ أي: قد ذهب بكم إلى النار. {ما لكم من الله من عاصم}: لا من أنفسكم قوَّة تدفعون بها عذابَ الله ولا ينصرُكم من دونِهِ من أحدٍ، {يوم تُبْلى السرائرُ. فما له من قوَّةٍ ولا ناصرٍ}. {ومن يُضْلِلِ الله فما له من هادٍ}: لأن الهدى بيد الله تعالى. فإذا منع عبدَه الهدى لعلمِهِ أنه غير لائق به لخبثه؛ فلا سبيل إلى هدايته.
33. O -Allah kendisinden razı olsun- onları bu dehşetli günü hatırlatarak uyardı ve eğer şirkleri üzere devam edecek olurlarsa bu gündeki hallerini hatırlatarak ızdırabını belirtti. İşte bundan dolayı: “O gün arkanızı dönüp gidersiniz” Yani siz ateşe götürülürsünüz “de sizi Allah’a karşı koruyacak kimseniz olmaz.” Allah’ın azabını kendisi ile önleyeceğiniz bir gücünüz bulunmaz, O’na karşı hiç kimse de size yardımcı olamaz: “O günde gizlilikler açığa çıkartılır, artık onun ne bir gücü vardır, ne de bir yardımcısı.” (et-Târık, 86/9-10) “Allah kimi saptırırsa onu doğru yola iletecek hiç kimse yoktur.” Çünkü hidâyet, Yüce Allah’ın elindedir. O, kötülüğü ve murdarlığı dolayısı ile hidâyete layık olmadığını bildiği bir kulunun hidâyet bulmasını engelleyecek olursa artık o kimsenin hidâyet bulmasına imkân yoktur.
#
{34} {ولقد جاءكم يوسفُ}: بنُ يعقوب عليهما السلام {من قبل}: إتيان موسى بالبينات الدَّالَّة على صدقه، وأمركم بعبادة ربِّكم وحده لا شريك له، {فما زلتُم في شكٍّ مما جاءكم به}: في حياته، {حتى إذا هَلَكَ}: ازداد شكُّكم وشرككم، {وقلتم لن يبعثَ الله من بعده رسولاً}؛ أي: هذا ظنكم الباطل وحسبانكم الذي لا يليق بالله تعالى؛ فإنَّه تعالى لا يترك خلقه سدى لا يأمرهم وينهاهم، بل يرسل إليهم رسله؛ وظنٌّ أنَّ الله لا يرسل رسولاً ظنُّ ضلال، ولهذا قال: {كذلك يضلُّ الله من هو مسرفٌ [مرتابٌ] }: وهذا هو وصفهم الحقيقيُّ الذي وصفوا به موسى ظلماً وعلوًّا؛ فهم المسرفون بتجاوزهم الحقَّ وعدولهم عنه إلى الضلال، وهم الكذبةُ حيث نسبوا ذلك إلى الله وكذَّبوا رسوله؛ فالذي وصفُه السرفُ والكذبُ لا ينفكُّ عنهما لا يهديه الله ولا يوفِّقه للخير؛ لأنه ردَّ الحقَّ بعد أن وصل إليه وعرفه؛ فجزاؤه أن يعاقِبَه الله بأن يَمْنَعَه الهدى؛ كما قال تعالى: {فلما زاغوا أزاغَ الله قلوبَهم}، {ونقلِّبُ أفئدتَهم وأبصارَهم كما لم يؤمِنوا به أولَ مرَّةٍ ونَذَرُهم في طغيانهم يَعْمَهون}، {واللهُ لا يهدي القوم الظالمينَ}.
34. “Andolsun daha önce” yani Mûsâ’nın doğruluğuna delil olan apaçık delillerle gelmesinden ve sizlere O’na hiçbir şeyi ortak koşmaksızın yalnızca Rabbinize ibadet etmenizi emretmesinden önce, Yakub oğlu “Yusuf” -ikisine de selâm olsun- “da size apaçık deliller getirmişti de size getirdiklerinden” o hayatta iken “şüphe edip durmuştunuz. Nihâyet o ölünce de” şüpheniz ve şirkiniz daha da artmış ve: “Allah ondan sonra bir daha asla peygamber göndermez, demiştiniz.” Bu, sizin batıl zannınız ve Yüce Allah hakkında yakışmayan kanaatiniz idi. Oysa Yüce Allah, kullarını başıboş bırakmaz. Onlara emir vermeksizin, yasaklar indirmeksizin kendi hallerine terk etmez. Aksine onlara peygamberlerini gönderir. Yüce Allah’ın bir peygamber göndermeyeceğini zannetmek, sapıkça bir kanaattir. Bundan dolayı devamla şöyle demiştir: “İşte Allah haddi aşan şüpheci kimseleri böyle saptırır.” Onların gerçek sıfatları budur. Onlar ise zalimlik ederek ve büyüklenerek Mûsâ’yı bu şekilde nitelendirmeye kalkışmışlardır. Asıl hakkı çiğneyip geçtikleri, onu bırakıp sapıklıklara yöneldikleri için haddi aşanlar onlardı. Asıl yalancılar da onlardı. Çünkü onlar, Yüce Allah’a yalan isnat ettiler ve peygamberlerini de yalanladılar. Asıl haddi aşan şüpheciler, Allah’ın kendilerine hidâyet vermediği ve hayra muvaffak kılmadığı kimselerdir. Çünkü böyleleri hak kendilerine ulaştığı ve onu öğrendikleri halde bile bile onu reddetmişlerdir. Böylelerinin cezası ise hidâyet bulmalarının engellenmesidir. Nitekim Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: “Onlar sapıp eğrilince Allah da kalplerini saptırdı.” (es-Saf, 61/5); “İlk defa O’na iman etmedikleri gibi Biz de onların kalplerini ve gözlerini çeviririz de azgınlıkları içerisinde onları kör ve şaşkın bir halde bırakırız.” (el-En’âm, 6/110); “Allah zalimler topluluğuna hidâyet vermez.” (el-Bakara, 2/258)
#
{35} ثم ذكر وصفَ المسرف الكذاب، فقال: {الذين يجادلونَ في آياتِ الله}: التي بينت الحقَّ من الباطل وصارت من ظهورها بمنزلة الشمس للبصر؛ فهم يجادلون فيها على وضوحها لِيَدْفَعوها ويُبْطِلوها {بغير سلطانٍ أتاهم}؛ أي: بغير حجَّة وبرهان، وهذا وصفٌ لازمٌ لكلِّ من جادل في آيات الله؛ فإنَّه من المحال أن يجادلَ بسلطان؛ لأن الحقَّ لا يعارضه معارضٌ؛ فلا يمكن أن يعارضَ بدليل شرعيِّ أو عقليٍّ أصلاً. {كَبُرَ}: ذلك القول المتضمِّن لردِّ الحقِّ بالباطل {مقتاً عند الله وعند الذين آمنوا}: فالله أشدُّ بغضاً لصاحبه؛ لأنَّه تضمَّن التكذيب بالحقِّ والتصديق بالباطل ونسبته إليه، وهذه أمورٌ يشتدُّ بغض الله لها ولمن اتَّصف بها، وكذلك عباده المؤمنون يمقتون على ذلك أشدَّ المقت موافقةً لربهم، وهؤلاء خواصُّ خلق الله تعالى؛ فمقتُهم دليلٌ على شناعة مَن مقتوه. {كذلك}؛ أي: كما طبع على قلوب آل فرعون، {يطبعُ الله على كلِّ قلبِ متكبرٍ جبارٍ}: متكبر في نفسه على الحقِّ بردِّه وعلى الخلق باحتقارِهِم، جبارٍ بكثرة ظلمه وعدوانه.
35. Daha sonra şüpheci ve haddi aşan kimselerin niteliklerini söz konusu ederek şunları söylemektedir: “Onlar, kendilerine gelmiş bir delil olmaksızın” herhangi bir belge, herhangi bir dayanakları bulunmaksızın “Allah’ın âyetleri hakkında tartışırlar.” Hakkı batıldan ayırt eden ve açıklıkları itibari ile gözle görülen güneş durumunda olan âyetler hakkında, bunca açıklıklarına rağmen onları çürütmek ve iptal etmek kastı ile tartışıp dururlar. Herhangi bir delile dayalı olmaksızın bu âyetler hakkında tartışmak, Allah’ın âyetleri hakkında tartışan herkesin ayrılmaz vasfıdır. Çünkü herhangi bir delile dayalı olarak onlara karşı tartışmaya imkân yoktur. Çünkü hiçbir şey, hakka karşı çıkamaz. Dolayısı ile ne şer’î ne de aklî herhangi bir delil ile Allah’ın âyetlerine karşı çıkmaya asla imkân bulunmaz. İşte hakkı batıl ile reddetme muhtevasında bulunan böyle bir söze “Bu ise hem Allah katında hem de mü’minler nezdinde büyük bir öfkeye neden olur.” Yüce Allah’ın böyle birisine olan öfkesi ise çok daha şiddetlidir. Çünkü böyle bir kimse, hem hakkı yalanlamış ve batılı doğrulamış hem de batılı Allah'a nispet etmiştir. Bu gibi işlere ve bu vasıflara sahip olan kimselere Allah’ın öfkesi pek şiddetlidir. Allah’ın mü’min kulları da bundan dolayı Rablerine uygun olarak böyle bir şeye en ileri derecede öfke duyarlar. İşte onlar Yüce Allah’ın seçkin kullarıdır ve onların bu öfkeleri, öfke duydukları kimselerin ne kadar çirkin bir iş yaptıklarına delildir. “Allah” hakkı reddetmek sureti ile kendi kendine, insanları küçümsemek sureti ile de onlara karşı “büyüklük taslayan” ve çokça zulüm ve haksızlık etmesi dolayısı ile “her zorbanın kalbini işte böyle” Firavun ve hanedanının kalplerini mühürlediği gibi “mühürler.”
#
{36 ـ 37} {وقال فرعونُ}: معارضاً لموسى ومكذِّباً له في دعوته إلى الإقرار بربِّ العالمين الذي على العرش استوى وعلى الخلق اعتلى: {يا هامانُ ابنِ لي صرحاً}؛ أي: بناءً عظيماً مرتفعاً، والقصد منه: لعلي أطلع {إلى إله موسى وإنِّي لأظنُّه كاذباً}: في دعواه أن لنا ربًّا، وأنه فوق السماواتِ، ولكنه يريد أن يحتاط فرعون ويختبر الأمر بنفسه، قال الله تعالى في بيان الذي حمله على هذا القول: {وكذلك زُيِّنَ لفرعونَ سوءُ عملِهِ}: فزُيِّن له العمل السيئ، فلم يزل الشيطان يزيِّنه وهو يدعو إليه ويحسِّنه حتى رآه حسناً ودعا إليه وناظر مناظرة المحقِّين وهو من أعظم المفسدين. {وصُدَّ عن السبيل}: الحق بسبب الباطل الذي زُيِّن له. {وما كيدُ فرعونَ}: الذي أراد أن يكيد به الحقَّ ويوهم به الناس أنه محقٌّ وأن موسى مبطلٌ {إلاَّ في تبابٍ}؛ أي: خسارٍ وبوارٍ، لا يفيده إلا الشقاء في الدنيا والآخرة.
36. “Firavun” Mûsâ’ya karşı çıkarak ve onun, Arş’a istivâ eden ve bütün mahlukatın üstünde olan âlemlerin Rabbini kabul etme çağrısının yalan olduğunu ileri sürerek “dedi ki: Ey Hâmân, benim için yüksek” ve oldukça büyük “bir kule yap!” Bundan maksadı şuydu: “Belki (ona çıkıp) yollara ulaşırım.” 37. “Göklerin yollarına da Mûsâ’nın ilâhını görürüm. Zira ben, onun” Musa’nın, bizim bir Rabbimizin olduğuna ve bu Rabbin de semâvâtın üstünde bulunduğuna dair iddiasında “kesinlikle yalancılardan olduğunu düşünüyorum.” Firavun ihtiyatlı davranmak ve işi bizzat kendisi denemek istiyordu. Ancak Yüce Allah, onu bu sözleri söylemeye iten sebebin ne olduğunu açıklamak üzere şöyle buyurmaktadır: “İşte böylece Firavun’un kötü ameli ona süslü göründü.” Şeytan, onun kötü amelini ona süsleyip durdu, o işi yapmaya çağırdı ve ona gözünde güzel gösterdi. Sonunda o da yaptığını güzel görmeye başladı. Ona çağırmaya ve bu konuda haklı imiş gibi tartışmaya koyuldu. Halbuki o, bozguncuların en büyüğü idi. “Ve doğru yoldan alıkonuldu.” Bunun sebebi kendisine süslü gösterilen batıl idi. “Halbuki Firavun’un” hakka karşı kurmak istediği ve insanlara kendisinin haklı, Mûsâ aleyhisselam’ın ise batıl üzere olduğu izlenmini verme niyeti taşıyan “tuzağı boşa çıkmaya mahkum idi.” Bunun dünya ve âhirette Firavun’a, bedbahtlıktan, hüsran ve yok oluştan başka bir faydası yoktu.
#
{38} {وقال الذي آمنَ}: معيداً نصيحته لقومه: {يا قوم اتَّبعونِ أهْدِكُم سبيل الرشادِ}: لا كما يقولُ لكم فرعونُ؛ فإنه لا يهديكم إلا طريق الغيِّ والفساد.
38. “İman eden kişi” kavmine öğüdünü tekrarlayarak “dedi ki: Ey kavmim, bana uyun ki size doğru yolu göstereyim.” Durum Firavun’un size söylediği gibi değildir. O, sizleri ancak azgınlık ve fesat yoluna götürür.
#
{39} {يا قوم إنَّما هذه الحياةُ الدنيا متاعٌ}: يُتَمَتَّع بها ويُتَنَعَّم قليلاً، ثم تنقطع وتضمحلُّ؛ فلا تغرَّنَّكم وتخدعنَّكم عما خلقتم له. {وإن الآخرةَ هي دارُ القرارِ}: التي هي محلُّ الإقامة ومنزل السكون والاستقرار؛ فينبغي لكم أن تؤثروها وتعملوا لها عملاً يسعِدُكم فيها.
39. “Ey kavmim, bu dünya hayatı ancak (geçici) bir menfaatten ibarettir.” Kısa bir süre ondan faydalanılır, onun nimetlerinden yararlanılır. Sonra bunların sonu gelir ve yok olup giderler. O halde sakın bu, size asıl yaratılış maksadınızı unutturmasın ve sizi aldatmasın. “Âhiret ise, işte asıl kalınacak yurt orasıdır.” Ebedi kalınacak yer orasıdır. Orada konaklanılacak ve yerleşilecektir. Öyleyse sizin orayı tercih etmeniz ve orada sizi mutlu ve bahtiyar kılacak şekilde amelde bulunmanız gerekir.
#
{40} {من عمل سيئةً}: من شرك أو فسوق أو عصيان {فلا يُجْزى إلا مثلَها}؛ أي: لا يجازَى إلا بما يسؤوه ويحزنه؛ لأن جزاء السيئة السوء. {ومن عمل صالحاً من ذكرٍ أو أنثى}: من أعمال القلوب والجوارح وأقوال اللسان؛ {فأولئك يدخُلون الجنةَ يُرزقون فيها بغير حسابٍ}؛ أي: يعطَوْن أجرهم بلا حدٍّ ولا عدٍّ، بل يعطيهم الله ما لا تبلغه أعمالهم.
40. “Kim” şirk, fasıklık yahut isyan kabilinden “bir kötülük işlerse ancak onun misli ile cezalandırılır.” Ona işlediği kötülük ve hak ettiği kadarı ile ama onun hoşuna gitmeyecek ve kendisini üzecek bir ceza verilir. Çünkü kötülüğün cezası kötülüktür. “Erkek veya kadın kim de mü’min olarak” ister kalp, ister azalar ile işlenen, isterse de dil ile söylenen söz kabilinden olan “salih bir amel işlerse işte onlar, cennete girerler ve orada hesapsız rızıklara kavuşurlar.” Onlara mükâfatları sınırsız, hesapsız, kitapsız verilir. Hatta Yüce Allah, onlara amellerinin kendilerini ulaştıramayacağı mükâfatlar bile verir.
#
{41} {ويا قوم مالي أدعوكُم إلى النجاةِ}: بما قلت لكم، {وتدعونَني إلى النار}: بترك اتِّباع نبيِّ الله موسى عليه السلام.
41. “Ey kavmim, ne oluyor böyle ki ben sizi” size söylediklerimle “kurtuluşa çağırıyorum. Siz ise beni” Allah’ın peygamberi Mûsâ aleyhisselam’a uymayı terk etmek sureti ile “ateşe çağırıyorsunuz.” Daha sonra bunu açıklayarak sözlerini şöyle sürdürdü:
#
{42} ثم فسر ذلك فقال: {تدعونني لأكفرَ بالله وأشركَ به ما ليس لي به علمٌ}: أنَّه يستحقُّ أن يُعْبَدَ من دون الله، والقول على الله بلا علم من أكبرِ الذُّنوب وأقبحها. {وأنا أدعوكُم إلى العزيز}: الذي له القوةُ كلُّها، وغيره ليس بيدِهِ من الأمر شيء: {الغفَّار}: الذي يسرف العباد على أنفسهم ويتجرؤون على مساخطه، ثم إذا تابوا وأنابوا إليه؛ كفَّر عنهم السيئاتِ والذنوبَ ودفع موجباتها من العقوبات الدنيويَّة والأخرويَّة.
42. “Siz beni Allah’ı inkar etmeye ve” Allah’ın yanı sıra ibadete layık olduğuna dair “hiçbir bilgim olmayan şeyleri O’na ortak koşmaya çağırıyorsunuz.” Allah hakkında bilgisizce söz söylemek ise en büyük ve en çirkin günahlardandır. “Ben ise sizi” bütün güç kendisinin olan ve O’ndan başka hiçbir kimsenin en ufak bir güç ve yetki sahibi bulunmadığı “Aziz ve” Kullar kendi aleyhlerine aşırı gitmekle ve O’nu gazaplandırma cüretini göstermekle birlikte onları bağışlayan “Ğaffar (olan Allah'a) davet ediyorum.” Kullar günah işledikten sonra tevbe edip O’na yönelecek olurlarsa O, onların kötülüklerini ve günahlarını örter. Bu günahların gerektirdiği dünyevî ve uhrevî cezaları onlardan uzaklaştırır.
#
{43} {لا جَرَمَ}؛ أي: حقاً يقيناً {أنَّ ما تدعونني إليه ليس له دعوةٌ في الدنيا ولا في الآخرة}؛ أي: لا يستحقُّ [مِن] الدعوة إليه والحثِّ على اللجأ إليه في الدُّنيا ولا في الآخرة لعجزه ونقصه، وأنَّه لا يملك نفعاً ولا ضرًّا ولا موتاً ولا حياةً ولا نشوراً، {وأنَّ مردَّنا إلى الله}: تعالى فسيجازي كلَّ عامل بعمله، {وأنَّ المسرفين هم أصحابُ النار}: وهم الذين أسرفوا على أنفسِهم بالتجرِّي على ربِّهم بمعاصيه والكفر به دون غيرهم.
43. “Hiç kuşkusuz” gerçek ve kesin olan şu ki “beni davet ettiğiniz şeylerin dünyada ve âhirette de davete değer bir yanları yoktur.” Kendilerine davet edilmeye de dünyada olsun, âhirette olsun kendilerine sığınılmaya teşvik edilmeye de layık değildirler. Çünkü hepsi de acizdirler, eksiktirler. En ufak bir fayda sağlayamadıkları gibi zarar da veremezler. Öldüremezler, diriltemezler ve öldükten sonra hayat da veremezler. “Gerçek şu ki dönüşümüz Allah’adır.” O da herkese amelinin karşılığını verecektir. “Şüphesiz haddi aşanlar da” Rablerine karşı masiyetler işlemek, O’nu inkâr etme küstahlığını göstermek sureti ile kendi aleyhlerine haddi aşanlar da “cehennemliktir.” Bu mü’min kişi, onlara samimiyetle öğüt verdikten, onları uyarıp korkuttuktan sonra onlar, ona itaat etmeyip isteğine uygun tavırlar takınmayınca onlara şunları söyledi:
#
{44} فلما نصحهم وحذَّرهم وأنذرهم ولم يطيعوه ولا وافقوه؛ قال لهم: {فستذكرونَ ما أقول لكم}: من هذه النصيحة، وسترون مغبَّة عدم قبولها حين يحلُّ بكم العقاب وتحرمون جزيل الثواب، {وأفوِّضُ أمري إلى الله}؛ أي: ألجأ إليه وأعتصمُ وألقي أموري كلَّها لديه وأتوكَّل عليه في مصالحي ودفع الضرر الذي يصيبني منكم أو من غيركم. {إنَّ الله بصيرٌ بالعباد}: يعلمُ أحوالكم وما يستحقُّون: يعلم حالي وضَعْفي فيمنعني منكم ويكفيني شرَّكم، ويعلم أحوالَكم فلا تتصرَّفون إلاَّ بإرادتِهِ ومشيئتِهِ؛ فإنْ سلَّطكم عليَّ؛ فبحكمة منه تعالى وعن إرادتِهِ ومشيئتِهِ صَدَرَ ذلك.
44. “Yakında benim size söylediklerimi” bu öğütlerimi “hatırlayacaksınız.” Bu öğüdümü kabul etmemenin ne kadar büyük bir aldanış olduğunu, azap başınıza geleceği vakit ve pek büyük mükâfattan mahrum kalacağınızda “hatırlayacaksınız” anlayacaksınız. “Ben işimi Allah’a havale ediyorum.” O’na sığınıyor, O’na güveniyorum. Bütün işlerimi O’na havale ediyorum. Menfaatime olan bütün hususlarda sizden ya da başkasından bana gelebilecek zararları önleme hususunda da O’na tevekkül ediyorum. “Şüphesiz Allah kullarını çok iyi görendir.” Onların halini ve neye layık olduklarını bilir. Benim halimi ve güçsüzlüğümü bilir. Size karşı beni korur, sizin kötülüklerinize karşı beni himaye eder. Sizin halinizi de bilir. Sizler yaptıklarınızı ancak O’nun iradesi ve meşîeti dahilinde yapıyorsunuz. Allah sizleri bana musallat edecek olursa, şüphesiz O’nun bunda bir hikmeti vardır ve bu, dahi O’nun iradesi ve meşîeti dahilinde olacaktır.
#
{45 ـ 46} {فوقاه الله سيئاتِ ما مَكَروا}؛ أي: وقى الله القويُّ الرحيم ذلك الرجلَ المؤمن الموفَّق عقوباتِ ما مكر فرعونُ وآله له من إرادة إهلاكه وإتلافه لأنه بادأهم بما يكرهون وأظهر لهم الموافقةَ التامَّة لموسى عليه السلام، ودعاهم إلى ما دعاهم إليه موسى، وهذا أمرٌ لا يحتملونه، وهم الذين لهم القدرةُ إذ ذاك، وقد أغضبهم واشتدَّ حَنَقُهم عليه، فأرادوا به كيداً، فحفظه الله من كيدهم ومكرهم، وانقلب كيدُهم ومكرُهم على أنفسهم. {وحاق بآل فرعونَ سوءُ العذاب}: أغرقهم الله تعالى في صبيحة واحدةٍ عن آخرهم، وفي البرزخ: {النار يُعْرَضون عليها غدُوًّا وعشيًّا ويوم تقومُ الساعة أدخِلوا آلَ فرعونَ أشدَّ العذاب}: فهذه العقوبات الشنيعة التي تحل بالمكذِّبين لرسل الله المعاندين لأمره.
45. O gücü sonsuz Yüce Allah, o ilâhî tevfike mazhar olan mü’min adamı, Firavun ve onun hanedanının planladıkları cezalara, onu öldürüp yok etme isteklerine karşı korudu. Zira o, onların hoşlarına gitmeyecek şeyler yapmış, Mûsâ aleyhisselam’a tam anlamı ile muvafakat ettiğini açığa vurmuştu. Mûsâ’nın kendilerini davet ettiği aynı şeylere onları davet etmişti. Onlar ise böyle bir işe tahammül edemediler. Halbuki o vakit güç ve kudret sahibi idiler. Bu mü’min kişi ise onları kızdırıp öfkelendirmiş, bu yüzden ona karşı kin duymuşlardır. Ona bir tuzak kurmak istediler, Allah da onların hile ve tuzaklarına karşı onu korudu, onların hile ve tuzakları bizzat kendi başlarına geçti. “Firavun hanedanını ise feci azap kuşattı.” Yüce Allah, bir günün sabahında arkalarında tek bir kişi kalmamak üzere hepsini suda boğuverdi. 46. Berzah âleminde ise: “Onlar sabah akşam ateşe sokulurlar. Kıyametin kopacağı gün ise: “Firavun hanedanını azabın en şiddetlisine sokun” denilecek.” Allah’ın peygamberlerini yalanlayanların, O’nun emrine inatla direnenlerin başına gelecek korkunç cezalar işte bunlardır.
Ayet: 47 - 50 #
{وَإِذْ يَتَحَاجُّونَ فِي النَّارِ فَيَقُولُ الضُّعَفَاءُ لِلَّذِينَ اسْتَكْبَرُوا إِنَّا كُنَّا لَكُمْ تَبَعًا فَهَلْ أَنْتُمْ مُغْنُونَ عَنَّا نَصِيبًا مِنَ النَّارِ (47) قَالَ الَّذِينَ اسْتَكْبَرُوا إِنَّا كُلٌّ فِيهَا إِنَّ اللَّهَ قَدْ حَكَمَ بَيْنَ الْعِبَادِ (48) وَقَالَ الَّذِينَ فِي النَّارِ لِخَزَنَةِ جَهَنَّمَ ادْعُوا رَبَّكُمْ يُخَفِّفْ عَنَّا يَوْمًا مِنَ الْعَذَابِ (49) قَالُوا أَوَلَمْ تَكُ تَأْتِيكُمْ رُسُلُكُمْ بِالْبَيِّنَاتِ قَالُوا بَلَى قَالُوا فَادْعُوا وَمَا دُعَاءُ الْكَافِرِينَ إِلَّا فِي ضَلَالٍ (50)}.
47- Ateşin içinde birbirleriyle tartışacakları vakit zayıflar, büyüklük taslayanlara şöyle diyecekler: “Biz size uyan kimseler idik. Şimdi şu ateşin bir kısmını olsun bizden kaldırabilir misiniz?” 48- Büyüklük taslayanlar da diyecekler ki: “Biz, hepimiz o ateşin içindeyiz. Allah da kullar arasında hükmünü verdi.” 49- Ateşte olanlar cehennem bekçilerine diyecekler ki: “Rabbinize dua edin de bir gün olsun üzerimizdeki azabı hafifletsin.” 50- Bekçiler de diyecekler ki: “Peygamberleriniz size apaçık deliller getirmediler mi?” Onlar: “Evet” diyecekler. Bunun üzerine bekçiler: “O halde siz kendiniz dua edin.” diyecekler. Ne var ki kâfirlerin duası boşunadır.
#
{47} يخبر تعالى عن تخاصم أهل النار وعتاب بعضهم بعضاً واستغاثتهم بخَزَنَةِ النار وعدم الفائدة في ذلك، فقال: {وإذْ يتحاجُّون في النار}: يحتجُّ التابعون بإغواء المتبوعين، ويتبرّأ المتبوعون من التابعين، {فيقولُ الضعفاءُ}؛ أي: الأتباع للقادة الذين استكبروا على الحق ودَعَوْهم إلى ما استكبروا لأجله: {إنَّا كنَّا لكم تبَعاً}: أنتم أغويتُمونا وأضللتُمونا، وزيَّنتم لنا الشرك والشرَّ، {فهل أنتم مُغنونَ عنَّا نصيباً من النارِ}؛ أي: ولو قليلاً.
47. Yüce Allah, cehennemliklerin kendi aralarındaki tartışmalarını, birbirlerini kınamalarını ve cehennemin bekçilerinden yardım istemelerini, ancak bunun hiçbir faydasının olmayacağını haber vermekte ve şöyle buyurmaktadır: “Ateşin içinde birbirleriyle tartışacakları vakit” tabiler, tabi oldukları kimselerin kendilerini aldattıklarını ileri sürecek, buna karşılık kendilerine uyulanlar da uyanlardan uzak olduklarını bildirecektir. “Zayıflar” tâbiler “büyüklük taslayanlara” hakka karşı büyüklenen ve kendisi sebebi ile büyüklük tasladıkları şeye davet eden önderlere “şöyle diyecekler: Biz size uyan kimseler idik.” Bizi siz azdırdınız, bizi saptıran sizlersiniz! Şirki ve kötülüğü siz bize güzel gösterdiniz. “Şimdi şu ateşin bir kısmını olsun” azıcık dahi olsa “bizden kaldırabilir misiniz?”
#
{48} {قال الذين استكْبروا}: مبيِّنين لعجزهم ونفوذِ الحكم الإلهيِّ في الجميع: {إنَّا كلٌّ فيها إنَّ الله قد حكم بين العباد}: وجعل لكلٍّ قسطَه من العذاب؛ فلا يزاد في ذلك ولا ينقص منه ولا يغيَّر ما حكم به الحكيم.
48. “Büyüklük taslayanlar” bu hususta âcizliklerini ve herkes hakkında ilâhî hükmün geçerliliğini açıklayarak “diyecekler ki: Biz, hepimiz o ateşin içindeyiz. Allah da kullar arasında hükmünü verdi” ve herkese azaptan payını ayırdı. Artık bu payda bir artış olmaz, ondan bir şey de eksiltilmez. Mutlak hakim olan Allah’ın verdiği hüküm asla değiştirilemez.
#
{49} {وقال الذين في النار}: من المستكبرين والضعفاء {لخزنةِ جهنَّم ادْعوا ربَّكم يخفِّفْ عنَّا يوماً من العذاب}: لعله تحصُلُ بعض الراحة.
49. “Ateşte olanlar” hem büyüklük taslayan müstekbirler, hem de güçsüz olan zayıflar “cehennem bekçilerine diyecekler ki: Rabbinize dua edin de bir gün olsun üzerimizdeki azabı hafifletsin.” Belki böylelikle kısmen de olsa rahatlayabiliriz.
#
{50} فَـ {قالُوا} لهم موبِّخين ومبيِّنين أن شفاعتهم لا تنفعهم ودعاؤهم لا يفيدهم شيئاً: {أولم تَكُ تأتيكم رسلُكُم بالبيناتِ}: التي تبيَّنتم بها الحقَّ والصراط المستقيم وما يقرِّب من الله وما يُبعِدُ منه، {قالوا بلى}: قد جاؤونا بالبينات، وقامت علينا حجَّةُ الله البالغة، فظلمنا وعاندنا الحقَّ بعدما تبيَّن، {قالوا}؛ أي: الخزنة لأهل النار متبرِّئين من الدعاء لهم والشفاعة: {فادعوا}: أنتم، ولكن هذا الدعاء هل يغني شيئاً أم لا؟ قال تعالى: {وما دعاءُ الكافرين إلاَّ في ضلال}؛ أي: باطل لاغٍ؛ لأنَّ الكفر محبطٌ لجميع الأعمال صادٌّ لإجابة الدعاء.
50. “Bekçiler de” onları azarlayarak ve kendilerinin şefaatçiliklerinin cehennemliklere hiçbir fayda sağlamayacağını, dua edecek olsalar dahi bu dualarının onlara hiçbir faydasının olmayacağını açıklayarak “diyecekler ki: Peygamberleriniz size apaçık deliller getirmediler mi?” Bunlarla siz hakkı, dosdoğru yolu, Allah’a neyin yakınlaştırdığını, O’ndan neyin uzaklaştırdığını açıkça öğrenmediniz mi? “Onlar: Evet diyecekler” bize apaçık deliller getirdiler. Allah’ın bize karşı en ileri derecedeki delilleri ortaya konuldu. Biz ise kendimize zulmettik. Apaçık ortaya çıkmasından sonra bile hakka karşı inatla direndik. Bunun üzerine cehennemdeki bekçiler, cehennemliklere dua etmekten, onlar için şefaat dilemekten uzak olduklarını belirterek “O halde siz kendiniz dua edin, diyecekler.” Peki, bu duanın herhangi bir faydası olacak mı, olmayacak mı? Yüce Allah, buna dair de şöyle buyurmaktadır: “Ne var ki kâfirlerin duası boşunadır.” Batıldır, hiçbir hükmü yoktur. Çünkü küfür, bütün amelleri boşa çıkartır ve duanın kabul edilmesine de engeldir.
Ayet: 51 - 52 #
{إِنَّا لَنَنْصُرُ رُسُلَنَا وَالَّذِينَ آمَنُوا فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَيَوْمَ يَقُومُ الْأَشْهَادُ (51) يَوْمَ لَا يَنْفَعُ الظَّالِمِينَ مَعْذِرَتُهُمْ وَلَهُمُ اللَّعْنَةُ وَلَهُمْ سُوءُ الدَّارِ (52)}.
51- Gerçek şu ki biz, peygamberlerimize ve iman edenlere hem dünya hayatında hem de şahitlerin şahitlik edecekleri günde mutlaka yardım ederiz. 52- O gün özür dilemeleri zalimlere fayda vermez. Onlara lanet vardır, hem kötü yurt da onlarındır.
#
{51} لما ذَكَرَ عقوبةَ آل فرعون في الدنيا والبرزخ ويوم القيامة، وذَكَرَ حالةَ أهل النار الفظيعة الذين نابذوا رسله وحاربوهم؛ قال: {إنَّا لننصرُ رُسُلَنا والذين آمنوا في الحياة الدُّنيا}؛ أي: بالحجة والبرهان والنصر، وفي الآخرة بالحكم ولأتباعهم بالثواب ولمن حاربهم بشدَّة العذاب.
51. Firavun hanedanının cehennemdeki, berzah âlemindeki ve Kıyamet günündeki cezaları söz konusu edildikten, yine Allah’ın peygamberlerine karşı çıkan ve onlarla savaşan cehennemliklerin korkunç hali dile getirildikten sonra Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: “Gerçek şu ki biz, peygamberlerimize ve iman edenlere hem dünya hayatında” deliller, belgeler ve ilâhî yardım ile “hem de şahitlerin şahitlik edecekleri günde” âhirette vereceğimiz hükümler ile “mutlaka yardım ederiz.” Onlara tâbi olanları mükâfatlandıracağız, onlara karşı savaşanları da şiddetle cezalandıracağız. Bu da onlara yapacağımız yardımın bir parçasıdır.
#
{52} {يوم لا ينفعُ الظالمين معذِرَتُهم}: حين يعتذرون، {ولهم اللعنةُ ولهم سوءُ الدار}؛ أي: الدار السيئة التي تَسوء نازليها.
52. “O gün özür dilemeleri” dileyecekleri vakit “kâfirlere fayda vermez. Onlara lanet vardır, hem” kendisine varıp konaklayacakların hiç hoşlanmayacakları o “kötü yurt da onlarındır.”
Ayet: 53 - 55 #
{وَلَقَدْ آتَيْنَا مُوسَى الْهُدَى وَأَوْرَثْنَا بَنِي إِسْرَائِيلَ الْكِتَابَ (53) هُدًى وَذِكْرَى لِأُولِي الْأَلْبَابِ (54) فَاصْبِرْ إِنَّ وَعْدَ اللَّهِ حَقٌّ وَاسْتَغْفِرْ لِذَنْبِكَ وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ بِالْعَشِيِّ وَالْإِبْكَارِ (55)}.
53- Andolsun biz Mûsâ’ya bir hidâyet rehberi verdik ve İsrailoğullarını da kitaba mirasçı kıldık; 54- Olgun akıl sahiplerine hidâyet ve öğüt olmak üzere. 55- O halde sen sabret! Çünkü Allah’ın vaadi haktır. Günahın için mağfiret dile ve sabah akşam Rabbini hamd ile tesbih et!
#
{53 ـ 54} لما ذكر ما جرى لموسى وفرعون وما آل إليه أمرُ فرعون وجنودِهِ، ثم ذكر الحكم العامَّ الشامل له ولأهل النار؛ ذكر أنه أعطى موسى {الهدى}؛ أي: الآيات والعلم الذي يهتدي به المهتدون، {وأوْرَثْنا بني إسرائيل الكتابَ}؛ أي: جعلناه متوارثاً بينهم من قرن إلى آخر، وهو التوراة، وذلك الكتاب مشتملٌ على الهدى، الذي هو العلم بالأحكام الشرعيَّة وغيرها، وعلى التذكُّر للخير بالترغيب فيه وعن الشرِّ بالترهيب عنه، وليس ذلك لكلِّ أحدٍ، وإنما هو {لأولي الألباب}.
53. Yüce Allah Mûsâ aleyhisselam ile Firavun arasında geçenleri, Firavun’un ve ordularının akıbetlerini söz konusu edip de daha sonra hem onu, hem de cehennemlikleri kapsayan genel hükmünü zikrettikten sonra Mûsâ aleyhisselam’a neler verdiğini şöylece dile getirmektedir: “Andolsun Biz Mûsâ’ya bir hidâyet rehberi” hidâyet bulacakların kendisi ile doğru yolu bulacakları âyetleri ve ilmi “verdik ve İsrailoğullarını da kitaba mirasçı kıldık.” Tevrat’ı nesilden nesile aralarında miras olarak devralmalarını sağladık. 54. Herkese değil de ancak “olgun akıl sahiplerine” şer’î hükümleri ve diğerlerini bilmek demek olan “hidâyet ve” hayrı teşvik etmek sureti ile hayra çağıran, kötülükten korkutmak sureti ile de kötülükten uzak durmaya davet eden “öğüt olmak üzere.” İşte o kitap bu özelliklere sahip idi.
#
{55} {فاصبرْ}: يا أيها الرسولُ كما صبر مَنْ قبلك من أولي العزم المرسلين، {إنَّ وعدَ الله حقٌّ}؛ أي: ليس مشكوكاً فيه أو فيه ريبٌ أو كذبٌ حتى يعسر عليك الصبر، وإنما هو الحقُّ المحض والهدى الصِّرف الذي يصبر عليه الصابرون ويجتهد في التمسُّك به أهل البصائر؛ فقوله: {إنَّ وعد الله حقٌّ}: من الأسباب التي تحثُّ على الصبر على طاعة الله وعن ما يكره الله، {واستغفرْ لذنِبكَ}: المانع لك من تحصيل فوزِك وسعادتِك، فأمره بالصبر الذي فيه يحصُلُ المحبوب، وبالاستغفار الذي فيه دفع المحذور، وبالتسبيح بحمد الله تعالى، خصوصاً {بالعشيِّ والإبكارِ}: اللذين هما أفضل الأوقات، وفيهما من الأوراد والوظائف الواجبة والمستحبَّة ما فيهما؛ لأنَّ في ذلك عوناً على جميع الأمور.
55. “O halde” ey Peygamber! Senden önceki ulu’l-azm peygamberlerin sabrettiği gibi “sen” de “Sabret! Çünkü Allah’ın vaadi haktır.” Onda şüphe yahut herhangi bir tereddüt yoktur, yalan da değildir ki senin için sabretmekte bir zorluk olsun. Allah’ın vaadi katıksız hakkın kendisidir. Sırf bir hidâyettir. Sabredenler onun üzerinde direnir ve basiret sahipleri ona sımsıkı yapışmak için olanca gayretlerini ortaya koyar. Yüce Allah’ın: “Çünkü Allah’ın vaadi haktır” buyruğu, Yüce Allah’a itaat ve O’nun hoşlanmadığı şeylerden uzak durmak sureti ile sabretmeye teşvik eden sebeplerdendir. Senin kurtuluşa ulaşmanı ve mutluluğu elde etmeni engelleyen türden (ve sana nispetle günah olan) “günahın için mağfiret dile” Yüce Allah, ona sevilen şeyleri elde etmeyi sağlayan sabrı ve sakınılan şeyleri bertaraf etmeyi sağlayan istiğfarı emretmektedir. Bir de özellikle “sabah akşam Rabbini hamd ile tesbih” etmesini emretmektedir. Çünkü sabah ve akşam en faziletli vakitlerdir. Bu vakitlerde yerine getirilmesi gereken farz ve müstehab birtakım vazifeler ve zikirler vardır. Çünkü bunları yapmak bütün işler için bir yardımcıdır.
Ayet: 56 #
{إِنَّ الَّذِينَ يُجَادِلُونَ فِي آيَاتِ اللَّهِ بِغَيْرِ سُلْطَانٍ أَتَاهُمْ إِنْ فِي صُدُورِهِمْ إِلَّا كِبْرٌ مَا هُمْ بِبَالِغِيهِ فَاسْتَعِذْ بِاللَّهِ إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ (56)}.
56- Kendilerine gelmiş herhangi bir delil olmaksızın Allah’ın âyetleri hakkında tartışanlar var ya; işte onların kalplerinde (hakka karşı) kibirden başka bir şey yoktur. Ama onlar maksatlarına asla ulaşamayacaklardır. O halde sen Allah’a sığın. Çünkü O, her şeyi işitendir, görendir.
#
{56} يخبر تعالى أنَّ من جادل في آياته لِيُبْطِلَها بالباطل بغير بيِّنةٍ من أمره ولا حجَّةٍ أنَّ هذا صادرٌ من كبرٍ في صدورهم على الحقِّ وعلى مَنْ جاء به؛ يريدون الاستعلاء عليه بما معهم من الباطل؛ فهذا قصدهم ومرادُهم، ولكنَّ هذا لا يتمُّ لهم، وليسوا ببالغيه؛ فهذا نصٌّ صريح وبشارةٌ بأن كل من جادل الحقَّ أنه مغلوبٌ، وكل من تكبر عليه فهو في نهايته ذليلٌ، {فاستعذْ}؛ أي: اعتصم والجأ {بالله}: ولم يذكرْ ما يستعيذ منه إرادةً للعموم؛ أي: استعذْ بالله من الكبر الذي يوجب التكبُّر على الحقِّ، واستعذ بالله من شياطين الإنس والجنِّ، واستعذ بالله من جميع الشرور. {إنَّه هو السميع}: لجميع الأصوات على اختلافها. {البصيرُ}: بجميع المرئياتِ بأيِّ محلٍّ وموضع وزمان كانت.
56. Yüce Allah, herhangi bir delil ve belgeye dayanmaksızın Allah’ın âyetleri hakkında batılı ileri sürerek onları çürütmek maksadı ile tartışanlardan söz etmekte, onların bu tutumlarının, aslında kalplerinde hakka ve o hakkı getirenlere karşı duydukları kibirden kaynaklandığını, bu yolla onların beraberlerindeki batıl ile hakka karşı üstünlük sağlamak istediklerini haber vermektedir. İşte onların maksatları budur. Bunu istiyorlar. Ancak bu maksatlarına ulaşamazlar. Bunu gerçekleştiremezler. İşte bu, hakka karşı mücadele verip tartışan herkesin yenik düşeceğine, hakka karşı büyüklenen herkesin sonunda zelil düşeceğine dair açık bir nas ve bir müjdedir. “O halde sen Allah’a sığın” ve O’na sımsıkı sarıl. Burada neye karşı Allah’a sığınması gerektiği söz konusu edilmediği için bu ifade, sığınılması gereken her şey, içine almaktadır. Yani sen hakka karşı büyüklenmeyi gerektiren kibirden de ins ve cin şeytanlarından da diğer tüm kötülüklerden de Allah’a sığın, demektir. “Çünkü O” türlü çeşitli olmalarına rağmen bütün sesleri “işitendir” nerede hangi yerde ve hangi zamanda olursa olsun, görünmeye konu olan her şeyi de “görendir.”
Ayet: 57 - 59 #
{لَخَلْقُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ أَكْبَرُ مِنْ خَلْقِ النَّاسِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ (57) وَمَا يَسْتَوِي الْأَعْمَى وَالْبَصِيرُ وَالَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَلَا الْمُسِيءُ قَلِيلًا مَا تَتَذَكَّرُونَ (58) إِنَّ السَّاعَةَ لَآتِيَةٌ لَا رَيْبَ فِيهَا وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يُؤْمِنُونَ (59)}.
57- Göklerin ve yerin yaratılması andolsun insanların yaratılmasından daha büyük bir iştir. Fakat insanların çoğu bilmezler. 58- Kör ile gören bir olmaz, iman edip salih ameller işleyenlerle kötülük işleyenler de bir olmaz. Ne kadar az düşünüyorsunuz! 59- Kıyamet mutlaka gelecektir, bunda hiç şüphe yoktur. Ama insanların çoğu iman etmezler.
#
{57} يخبر تعالى بما تقرَّر في العقول أنَّ {خلق السماواتِ والأرض} على عظمهما وسعتهما أعظمُ و {أكبرُ من خلق الناس}؛ فإنَّ الناس بالنسبة إلى خلقِ السماوات والأرض من أصغر ما يكون؛ فالذي خَلَقَ الأجرام العظيمة وأتقنها قادرٌ على إعادة الناس بعد موتهم من باب أولى وأحرى، وهذا أحد الأدلَّة العقليَّة الدالَّة على البعث دلالة قاطعةً بمجرَّد نظر العاقل إليها، يستدلُّ بها استدلالاً لا يقبل الشكَّ والشُّبهة بوقوع ما أخبرت به الرسل من البعث؛ وليس كلُّ أحد يجعل فكره لذلك، ويقبل بتدبُّرِه، ولهذا قال: {ولكنَّ أكثر الناس لا يعلمونَ}: ولذلك لا يعتبرون بذلك، ولا يجعلونه منهم على بالٍ.
57. Yüce Allah, akıllarda yer etmiş bir gerçeği haber vererek şöyle buyurmaktadır: Genişlik ve büyüklükleri göz önünde bulundurulduğunda göklerle yerin yaratılması, elbette ki insanların yaratılmasından daha büyük, daha muazzam bir iştir. İnsanlar göklerle yerin yaratılmasına nispetle çok küçük kalırlar. Bunca büyük cisimleri yaratan ve onları son derece sağlam yapan, elbette ki ölümlerinden sonra insanları diriltmeye öncelikle kadirdir. İşte bu, öldükten sonra dirilişe kat’i olarak delil teşkil eden aklî delillerden birisidir. Aklı başında bir kimse, bunun üzerine sadece düşünmekle bile onun en ufak bir şüphe ve tereddüdü kabil olmayacak şekilde peygamberlerin bildirdikleri öldükten sonra dirilişin muhakkak gerçekleşeceğine delil olduğunu görür. Ancak herkes bu hususta düşünmez ve bu konu üzerinde aklını kullanmaya yönelmez. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Fakat insanların çoğu bilmezler.” Bundan dolayı gerçekten ibret almazlar, bunu hatırlarına dahi getirmezler.
#
{58} ثم قال تعالى: {وما يستوي الأعمى والبصيرُ والذين آمنوا وعَمِلوا الصالحات ولا المسيءُ}؛ أي: كما لا يستوي الأعمى والبصير؛ كذلك لا يستوي مَن آمنَ بالله وعمل الصالحات ومَن كان مستكبراً على عبادة ربِّه، مقدِماً على معاصيه، ساعياً في مساخطه، {قليلاً ما تتذكَّرونَ}؛ أي: تذكُّركم قليلٌ، وإلاَّ؛ فلو تذكَّرتم مراتبَ الأمور ومنازل الخير والشرِّ والفرق بين الأبرار والفجار، وكانت لكم هِمَّةٌ عليَّةٌ؛ لآثرتم النافع على الضارِّ، والهدى على الضلال، والسعادة الدائمة على الدنيا الفانية.
58. Daha sonra şöyle buyurmaktadır: “Kör ile gören bir olmaz, iman edip salih ameller işleyenlerle kötülük işleyenler de bir olmaz.” Yani kör ile gören bir olmadığı gibi Allah’a iman edip salih amel işleyenle Rabbine ibadeti kibrine yediremeyerek, O’na isyana yönelip O’nu gazaplandıran hususlarda koşturan kimse de bir olmazlar. “Ne kadar az düşünüyorsunuz!” Sizin düşünmeniz ne azdır! Aksi takdirde işlerin mertebelerini, hayrın ve şerrin yerlerini, iyilerle kötüler arasındaki farkı düşünecek olursanız ve himmetiniz de yüksek kimseler olsanız, hiç şüphesiz faydalıyı zararlıya, hidâyeti sapıklığa ve ebedi mutluluğu da geçici dünyaya tercih ederdiniz.
#
{59} {إنَّ الساعة لآتيةٌ لا ريبَ فيها}: قد أخبرت بها الرسل الذين هم أصدق الخلق، ونطقت بها الكتب السماويَّة التي جميع أخبارها أعلى مراتب الصدق، وقامت عليها الشواهدُ المرئيَّة والآيات الأفقيَّة. {ولكنَّ أكثر الناس لا يؤمنونَ} مع هذه الأمور التي توجب كمال التصديق والإذعان.
59. “Kıyamet mutlaka gelecektir” Çünkü bunu insanların en doğru sözlüleri olan peygamberler haber vermiştir. Bütün haberleri doğruluğun en üst mertebesinde bulunan semavî kitaplar da bunu böyle söylemiştir. Buna dair görülen deliller ile dış alemdeki belgeler de apaçık ortadadır. “Ama” tam anlamı ile bir tasdik ve itaatle boyun eğmeyi gerektiren bunca gerçeğe rağmen “insanların çoğu iman etmezler.”
Ayet: 60 #
{وَقَالَ رَبُّكُمُ ادْعُونِي أَسْتَجِبْ لَكُمْ إِنَّ الَّذِينَ يَسْتَكْبِرُونَ عَنْ عِبَادَتِي سَيَدْخُلُونَ جَهَنَّمَ دَاخِرِينَ (60)}.
60- Rabbiniz şöyle buyurdu: “Bana dua edin, ben de duanıza karşılık vereyim. Şüphesiz kibirlenip bana ibadetten yüz çevirenler, hor ve hakir olarak cehenneme gireceklerdir.”
#
{60} هذا من لطفه بعباده ونعمته العظيمة؛ حيث دعاهم إلى ما فيه صلاح دينهم ودنياهم وأمرهم بدعائه دعاء العبادة ودعاء المسألة ووعدهم أن يستجيبَ لهم، وتوعَّد من استكبر عنها، فقال: {إنَّ الذين يستكْبِرونَ عن عبادتي سَيَدْخُلونَ جهنَّمَ داخِرين}؛ أي: ذليلين حقيرين، يجتمعُ عليهم العذابُ والإهانة جزاءً على استكبارهم.
60. Bu, Yüce Allah’ın kullarına bir lütfu ve onlara pek büyük bir nimetidir. Çünkü onları dinlerinin ve dünyalarının menfaatine olan şeye çağırmakta, kendisine hem ibadet anlamı ile hem de dilekte bulunma anlamı ile dua etmelerini emretmekte ve bu dualarını da kabul edeceğini onlara vaat etmektedir. Diğer taraftan ise dua ve ibadete karşı büyüklenenleri de tehdit ederek şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz kibirlenip bana ibadetten yüz çevirenler, hor ve hakir olarak cehenneme gireceklerdir.” Zelil ve alçalmışlar olarak cehenneme girecekler, büyüklük taslamalarının bir cezası olarak hem küçük düşürülecekler, hem de onlara azaba uğrayacaklardır.
Ayet: 61 - 65 #
{اللَّهُ الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ اللَّيْلَ لِتَسْكُنُوا فِيهِ وَالنَّهَارَ مُبْصِرًا إِنَّ اللَّهَ لَذُو فَضْلٍ عَلَى النَّاسِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَشْكُرُونَ (61) ذَلِكُمُ اللَّهُ رَبُّكُمْ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ فَأَنَّى تُؤْفَكُونَ (62) كَذَلِكَ يُؤْفَكُ الَّذِينَ كَانُوا بِآيَاتِ اللَّهِ يَجْحَدُونَ (63) اللَّهُ الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ الْأَرْضَ قَرَارًا وَالسَّمَاءَ بِنَاءً وَصَوَّرَكُمْ فَأَحْسَنَ صُوَرَكُمْ وَرَزَقَكُمْ مِنَ الطَّيِّبَاتِ ذَلِكُمُ اللَّهُ رَبُّكُمْ فَتَبَارَكَ اللَّهُ رَبُّ الْعَالَمِينَ (64) هُوَ الْحَيُّ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ فَادْعُوهُ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ (65)}.
61- Allah, içinde dinlenesiniz diye geceyi yaratan ve gündüzü de aydınlık kılandır. Şüphesiz Allah'ın insanlar üzerinde pek büyük lütufları vardır. Fakat insanların çoğu şükretmezler. 62- İşte (bunları yapan) Rabbiniz Allah'tır. O, her şeyin yaratıcısıdır. O’ndan başka (hak) ilâh yoktur. O halde nasıl döndürülüyorsunuz? 63- İşte Allah’ın âyetlerini inkâr edegelenler böyle döndürülürler. 64- Allah, yeryüzünü sizin için yerleşmeye elverişli kılan, göğü bir bina yapan, size suret veren ve suretlerinizi de güzel kılan, temiz ve hoş şeylerden sizi rızıklandırandır. İşte (bunları yapan) Rabbiniz Allah'tır! Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şanı ne yücedir! 65- O, (sonsuz) hayat sahibidir. O’ndan başka (hak) ilâh yoktur. O halde dini O’na halis kılarak yalnızca O’na dua/ibadet edin. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun.
Yüce Allah’ın rahmetinin genişliğine, lütfunun çokluğuna, O’na şükretmenin gerekliliğine, kudretinin kemaline, egemenliğinin azametine, ihsanının genişliğine, bütün her şeyin yaratıcısı olduğuna, hayatının kemâl derecesinde olduğuna, sahip olduğu bütün kemal sıfatları ile bütün güzel fiilleri dolayısı ile O’na hamdedilmesi gerektiğine, rubûbiyetinin mükemmelliğine, ulvi ve süfli âlemde geçmiş zamanlarda, hali hazırda ve gelecekte bütün kâinatı tek başına idare edişine, emrin bütünü ile yalnızca O’nun elinde bulunup hiçbir kimsenin en ufak bir emir yetkisinin, en ufak bir kudretinin bulunmadığına, bunun bir sonucu olarak da yenge ilâh ve ma’bûdun O olduğuna, O’ndan başka hiçbir kimsenin rububiyet namına hiçbir şeyi hak etmediği gibi ubudiyet namına da hiçbir şeyi hak etmediğine, diğer bir sonuç olarak da kalplerin, Allah’ın marifeti, muhabbeti, korkusu ve O’ndan yana ümit ile dolu olması gerektiğine delil teşkil eden bu âyet-i kerimeler üzerinde iyice düşünmeliyiz. Bu iki husus -yani Yüce Allah’ı tanımak ve O’na ibadet etmek- Allah’ın bütün mahlukatı yaratma sebebidir. Yüce Allah’ın kullarını var ediş maksadı budur. Her türlü hayra, felâha ve kurtuluşa ulaştıran, dünyevî ve uhrevî mutluluğa eriştiren şey, bunlardır. Bunlar, Kerim olan Allah’ın kullarına en değerli bağışlarıdır. Kayıtsız, şartsız olarak en üstün lezzetler de bunlardır. Kişi eğer bunları kaybedecek olursa, her türlü hayrı elinden kaçırmış, buna karşılık her türlü kötülüğe de maruz kalmış demektir. Yüce Allah’tan niyazımız, kalplerimizi marifet ve muhabbeti ile doldurması, gizli ve açık bütün hareketlerimizi emrine tâbi ve O’nun rızasına uygun, ihlâslı kılmasıdır. Hiçbir dilek, O’nun için büyük değildir ve hiçbir maksat da O’na gizli kalmaz.
#
{61} فقوله تعالى: {الله الذي جعل لكم الليل}؛ أي: لأجلكم جعل الله الليل مظلماً، {لتسكنوا فيه}: من حركاتكم التي لو استمرَّت لضرَّت؛ فتأوون إلى فرشكم، ويلقي الله عليكم النوم الذي يستريحُ به القلبُ والبدنُ، وهو من ضروريات الآدميِّ، لا يعيش بدونه، ويسكن فيه أيضاً كلُّ حبيب إلى حبيبه، ويجتمع الفكر، وتقلُّ الشواغل. {و} جعل تعالى {النهار مبصراً}: منيراً بالشمس المستمرَّة في الفلك، فتقومون من فرشكم إلى أشغالِكم الدينيَّة والدنيويَّة؛ هذا لذكرِهِ وقراءته، وهذا لصلاته، وهذا لطلبه العلم ودراستِهِ، وهذا لبيعه وشرائه، وهذا لبنائه أو حدادته أو نحوها من الصناعات، وهذا لسفرِهِ برًّا وبحراً، وهذا لفلاحته، وهذا لتصليح حيواناته. {إنَّ الله لَذو فضل}؛ أي: عظيم كما يدلُّ عليه التنكيرُ {على الناس}: حيث أنعم عليهم بهذه النعم وغيرها، وصرف عنهم النقم، وهذا يوجبُ عليهم تمام شكره وذكره. {ولكنَّ أكثر الناس لا يشكرونَ}: بسبب جهلهم وظلمهم. {وقليلٌ من عبادي الشكورُ}، الذين يقرُّون بنعمة ربِّهم ويخضعون لله ويحبُّونه، ويصرفونها في طاعة مولاهم ورضاه.
61. “Allah, içinde dinlenesiniz diye geceyi yaratan” buyruğu şu demektir: O, geceyi hareketlerinizin verdiği yorgunluktan sükûn bulasınız, dinlenesiniz diye sizin için karanlık kılmıştır. Çünkü bu hareketliliğiniz devam edecek olursa size zarar verir. Geceleyin yataklarınıza bundan dolayı sığınırsınız. Allah size uyku verir. Bu uyku ile kalp ve bedeniniz dinlenir. Uyku, insan için zaruri bir şeydir. Onsuz yaşayamaz. Yine geceleyin sevenler birbirleri ile başbaşa kalır, huzur bulur. İnsanın düşüncesi derlenip toplanır, meşguliyetler de azdır. Yüce Allah “gündüzü de aydınlık kılamndır.” Yörüngesinde sürekli akıp giden güneş ile gündüzü aydınlatır. Bunun üzerine sizler yataklarınızdan kalkar, dini ve dünyevi işleri görmeye gidersiniz. Kiminiz zikre ve Kur’ân’a, kiminiz namaza yönelir, kiminiz ilim öğrenmeye, kiminiz alışverişe gider, kiminiz inşaat, kiminiz demir işlerine yahut da buna benzer sanatları ve meslekleri icraya yönelir. Kiminiz kara ve denizde yolculuk yapmaya, kimisi tarlasına, kimisi de hayvanlarının ihtiyaçlarını görmeye gider. “Şüphesiz Allah'ın insanlar üzerinde pek büyük lütufları vardır.” Çünkü onlara bunları ve diğer nimetleri ihsan etmiş, onlara sıkıntı verecek şeyleri de uzaklaştırmıştır. Bu ise O’na tam anlamı ile şükretmelerini ve gereği gibi O’nu anmalarını gerektirir. “Fakat insanların çoğu” cahillikleri ve zulümleri sebebi ile “şükretmezler.” Rablerinin nimetini itiraf ederek Yüce Allah’a boyun eğen, O’nu seven, bu nimetleri mevlalarının itaatı ve rızası uğrunda harcayan “şükredenler kullarım içinde pek azdır” (Sebe, 34/13)
#
{62} {ذلكم}: الذي فعلَ ما فعلَ {الله ربُّكم}؛ أي: المنفرد بالإلهية والمنفرد بالرُّبوبية؛ لأنَّ انفراده بهذه النعم من ربوبيَّته، وإيجابها للشكر من ألوهيَّته. {خالقُ كلِّ شيءٍ}: تقريرُ لربوبيته ، {لا إله إلا هو}: تقريرٌ أنَّه المستحقُّ للعبادة وحده لا شريكَ له. ثم صرح بالأمر بعبادتِهِ، فقال: {فأنَّى تُؤفَكونَ}؛ أي: كيف تُصرفون عن عبادتِهِ وحدَه لا شريك له بعدما أبانَ لكم الدليلَ، وأنار لكم السبيل.
62. “İşte” bütün bunları yapan “Rabbiniz Allah'tır.” yegane ilâh ve Rab O’dur. Çünkü bunca nimetleri yalnızca O’nun vermesi, O’nun rubûbiyetinin bir tecellisidir. Bunların şükretmenizi gerektirmesi ise O’nun ulûhiyetinin bir gereğidir. “O, her şeyin yaratıcısıdır.” Bu da rubûbiyetini vurgulamaktadır. “O’ndan başka (hak) ilâh yoktur” Bu da ibadete yalnızca O’nun layık olduğunu, bu hususta O’nun hiçbir ortağının bulunmadığını ifade eder. Daha sonra Yüce Allah, açıkça kendisine ibadet edilmesini emrederek şöyle buyurmaktadır: “O halde nasıl döndürülüyorsunuz?” Size bu kadar deliller açıkladıktan, yolunuzu aydınlattıktan sonra hiçbir şeyi ortak koşmaksızın, yalnızca O’na ibadet etmekten nasıl döndürülüyor, başka tarafa çevriliyorsunuz?
#
{63} {كذلك يُؤْفَكُ الذين كانوا بآيات الله يَجْحَدونَ}؛ أي: عقوبةً على جحدهم لأيات الله وتعدِّيهم على رسله؛ صُرِفوا عن التوحيد والإخلاص؛ كما قال تعالى: {وإذا ما أنزلت سورةٌ نَظَرَ بعضهم إلى بعض هل يراكم من أحدٍ ثم انصرفوا صَرَفَ الله قلوبَهم بأنَّهم قومٌ لا يفقهون}.
63. “İşte Allah’ın âyetlerini inkâr edegelenler böyle döndürülürler.” Yani bu, onların Allah’ın âyetlerini inkâr etmelerinin ve peygamberlerine düşmanlık etmelerinin cezasıdır. Bundan dolayı onlar Allah’ı tevhidden ve ihlâsla O’na ibadet etmekten döndürülmüş, alıkonmuşlardır. Nitekim bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Bir sûre indirilince birbirlerine bakarlar ve: Sizi bir kimse görüyor mu? (derler) ve sonra sıvışıp giderler. Allah onların kalplerini ters çevirmiştir. Çünkü onlar anlamayan bir topluluktur.” (et-Tevbe, 9/127)
#
{64} {الله الذي جَعَلَ لكم الأرضَ قراراً}؛ أي: قارَّةً ساكنةً مهيأةً لكلِّ مصالحكم، تتمكَّنون من حرثها وغرسها والبناء عليها والسفر والإقامة فيها، {والسماء بناء}: سقفاً للأرض الذي أنتم فيها، قد جعل الله فيها ما تنتفعون به من الأنوار والعلامات، التي يُهتدى بها في ظلمات البرِّ والبحر، {وصوَّركم فأحسن صُوَرَكم}: فليس في جنس الحيوانات أحسنُ صورةً من بني آدم؛ كما قال تعالى: {لقد خَلَقْنا الإنسان في أحسن تقويم}، وإذا أردت أن تعرفَ حسنَ الآدميِّ وكمال حكمةِ الله تعالى فيه؛ فانْظُرْ إليه عضواً عضواً؛ هل تجدُ عضواً من أعضائه يليقُ به ويصلحُ أن يكون في غير محلِّه، وانظر أيضاً إلى الميل الذي في القلوب بعضهم لبعض؛ هل تجدُ ذلك في غير الآدميِّين، وانظر إلى ما خصَّه الله به من العقل والإيمان والمحبَّة والمعرفة التي هي أحسن الأخلاق المناسبة لأجمل الصور. {ورزَقَكُم من الطيباتِ}: وهذا شاملٌ لكلِّ طيِّب من مأكل ومشربٍ ومنكح وملبسٍ ومنظرٍ ومسمع وغير ذلك من الطيِّبات التي يسَّرها الله لعبادِهِ ويسَّر لهم أسبابها ومنعهم من الخبائث التي تضادُّها وتضرُّ أبدانهم وقلوبَهم وأديانَهم. {ذلكم}: الذي دبَّر الأمور وأنعم عليكم بهذه النعم، {اللهُ ربُّكم فتبارَكَ الله ربُّ العالمين}؛ أي: تعاظم وكَثُر خيرُه وإحسانُه، المربِّي جميع العالمين بنعمه.
64. “Allah, yeryüzünü sizin için yerleşmeye elverişli kılan” yani maslahatınıza ve menfaatinize olan şeyler için hazır hale getirilmiştir. Onu ekebilir, oraya ağaç dikebilirsiniz, üzerinde bina yapabilirsiniz, yolculuk edebilir ve yerleşip ikamet edebilirsiniz; “göğü bir bina” üzerinde yaşadığınız yere âdeta bir tavan “yapan” ve orada kendisi ile yararlandığınız ışıklar ve alâmetler koyandır ki denizin ve karanın karanlıklarında onlar vasıtası ile yolunuzu bulursunuz. “Size suret veren ve suretlerinizi de güzel kılan” da O’dur. Canlı varlıklar arasında sureti Âdemoğlundan daha güzel hiçbir varlık yoktur. Nitekim Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: “Andolsun Biz insanı en güzel suret ve ölçüde yarattık.” (et-Tin, 95/4) Âdemoğlunun güzelliğini, Yüce Allah’ın ondaki hikmetinin kemalini görmek isteyen, onun azalarına tek tek baksın. Onun azalarından herhangi birisinin bulunduğu yerden bir başka yerde bulunması uygun düşer mi? Aynı şekilde kalplerinde birbirlerine karşı duydukları eğilime, sevgiye de baksın. Bunu Ademoğlunun dışındaki varlıklarda görebilir mi? Yine Yüce Allah’ın ona özel olarak ihsan ettiği akıl, iman, muhabbet ve marifet gibi en güzel surete gayet uygun düşen güzel ahlâka da bakıp bir düşünsün. “temiz ve hoş şeylerden sizi rızıklandırandır.” Bu her türlü yiyecek, içecek, evlenme, giyim, görülen ve işitilen hoş şeyler ve bunların dışında kalan Allah’ın kulları için elde etmeyi kolaylaştırdığı bütün güzel ve temiz şeyleri kapsamına alır. Yüce Allah bunların zıddı olan bedenlerine, kalplerine ve dinlerine zararlı olan kötü ve zararlı şeyleri de onlara yasaklamıştır. “İşte” bütün işleri çekip çeviren ve size bunca nimetleri ihsan eden “Rabbiniz Allah'tır! Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın şanı ne yücedir!” Bütün âlemleri nimetleri ile besleyen, görüp gözeten Rabbin hayır ve ihsanı ne kadar çok, ne kadar büyüktür!
#
{65} {هو الحيُّ}: الذي له الحياة الكاملة التامةُ المستلزمةُ لما تستلزمه من صفاتِهِ الذاتيَّة التي لا تتمُّ حياته إلاَّ بها؛ كالسمع والبصر والقدرة والعلم والكلام وغير ذلك من صفات كمالِهِ ونعوتِ جلالِهِ. {لا إله إلاَّ هو}؛ أي: لا معبود بحقٍّ إلاَّ وجهه الكريم، {فادْعوه}: وهذا شاملٌ لدعاء العبادة ودعاء المسألة {مخلصينَ له الدينَ}؛ أي: اقصدوا بكلِّ عبادة ودعاءٍ وعمل وجهَ الله تعالى؛ فإنَّ الإخلاص هو المأمور به؛ كما قال تعالى: {وما أمِروا إلاَّ لِيَعْبُدوا الله مخلصينَ له الدينَ حنفاء}. {الحمدُ لله ربِّ العالمينَ}؛ أي: جميع المحامد والمدائح والثناء؛ بالقول كنطق الخلق بذكره، والفعل كعبادتِهم له؛ كل ذلك لله تعالى وحده لا شريك له؛ لكماله في أوصافه وأفعاله وتمام نعمِهِ.
65. “O, (sonsuz) hayat sahibidir.” Tam ve kâmil hayat sahibidir. Bu, O’nun semi’, basar, kudret, ilim, kelâm ve buna benzer kemâl ve celâl sıfatları kabilinden olup kendileri olmaksızın hayatın tam anlamı ile varlığından söz edilemeyecek olan bütün zatî sıfatlarını gerek kılan, tam ve kâmil bir hayattır. “O’ndan başka (hak) ilâh yoktur.” Yani O’nun zatından başka hakiki bir ilah yoktur, yegane mabud yalnız O’dur. “O halde dini O’na halis kılarak yalnız O’na dua/ibadet edin.” Buradaki dua, hem ibadet şeklindeki duayı, hem de Allah’tan dilekte bulunma anlamındaki duayı kapsar. Yani bütün ibadet, dua ve amellerinizde yalnızca Yüce Allah’ın rızasını gözetin. Çünkü -Yüce Allah’ın şu buyruğunda da olduğu gibi- ihlâs emredilmiş bir husustur: “Halbuki onlara ancak dini O’na has kılan (ihlâs sahipleri) ve hanîfler olarak Allah'a ibadet etmeleri emrolunmuştu.” (el-Beyyine, 98/5) “Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun.” İnsanların O’nu dilleri ile zikretmeleri halinde olduğu gibi sözlü bütün hamdler, övgüler ve senâlar O’nundur. İbadette olduğu gibi fiili bütün hamdler, övgüler ve senâlar da O’nundur. Bütün bunlar, yalnızca O’na hastır, O’nun bu konuda hiçbir ortağı yoktur. Çünkü O’nun bütün sıfatları, fiilleri ve kulları üzerindeki nimeti kemâl derecesindedir.
Ayet: 66 - 68 #
{قُلْ إِنِّي نُهِيتُ أَنْ أَعْبُدَ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ لَمَّا جَاءَنِيَ الْبَيِّنَاتُ مِنْ رَبِّي وَأُمِرْتُ أَنْ أُسْلِمَ لِرَبِّ الْعَالَمِينَ (66) هُوَ الَّذِي خَلَقَكُمْ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ مِنْ نُطْفَةٍ ثُمَّ مِنْ عَلَقَةٍ ثُمَّ يُخْرِجُكُمْ طِفْلًا ثُمَّ لِتَبْلُغُوا أَشُدَّكُمْ ثُمَّ لِتَكُونُوا شُيُوخًا وَمِنْكُمْ مَنْ يُتَوَفَّى مِنْ قَبْلُ وَلِتَبْلُغُوا أَجَلًا مُسَمًّى وَلَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ (67) هُوَ الَّذِي يُحْيِي وَيُمِيتُ فَإِذَا قَضَى أَمْرًا فَإِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ (68)}.
66- De ki: “Rabbimden bana apaçık deliller gelince artık sizin, Allah’tan başka dua ettiklerinize ibadet etmem yasaklandı ve âlemlerin Rabbine teslim olmam emredildi.” 67- Sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra da alakadan yaratan, sonra sizi bebek olarak çıkaran, sonra rüşt çağınıza ermeniz, daha sonra da ihtiyar olmanız için (sizi yaşatan) O’dur. Kiminiz ise bundan önce ölür. (Bütün bunlar) belirli bir ecele ulaşmanız ve aklınızı kullanıp düşünmeniz içindir. 68- Yaşatan ve öldüren O’dur. O, bir işin olmasını hükmettiği zaman ona yalnız: “Ol” der, o da hemen oluverir.
#
{66} لما ذَكَرَ الأمر بإخلاص العبادة لله وحده، وذَكَرَ الأدلَّة على ذلك والبينات؛ صرَّح بالنهي عن عبادة ما سواه، فقال: {قل} يا أيُّها النبيُّ، {إنِّي نهيتُ أن أعبدَ الذين تدعونَ من دونِ الله}: من الأوثان والأصنام، وكلُّ ما عُبِدَ من دون الله، ولستُ على شكٍّ من أمري، بل على يقينٍ وبصيرةٍ، ولهذا قال: {لَمَّا جاءنِيَ البيناتُ من ربِّي وأمرتُ أن أسلم لربِّ العالمين}: بقلبي ولساني وجوارحي؛ بحيث تكون منقادةً لطاعتِهِ مستسلمةً لأمره، وهذا أعظم مأمورٍ به على الإطلاق؛ كما أن النهي عن عبادة ما سواه أعظمُ منهيٍّ عنه على الإطلاق.
66. Yüce Allah, ibadeti yalnızca Allah’a halis kılma emrini, buna dair delilleri söz konusu ettikten sonra O’nun dışındaki varlıklara yapılan ibadeti de açıkça yasaklayarak şöyle buyurmaktadır: Ey Peygamber “de ki: Rabbimden bana apaçık deliller gelince artık sizin, Allah’tan başka dua ettiklerinize ibadet etmem yasaklandı.” O’ndan başka tapındığınız putlara, heykellere ve Allah’tan başka ibadet olunan bütün varlıklara ibadet etmem yasaklandı. Üstelik benim bu tutumumda şüphe yoktur. Aksine ben kesin kanaat ve basiret sahibiyim. Bundan dolayı: “Rabbimden bana apaçık deliller gelince” buyurmuştur. “ve” kalbimle, dilimle ve azalarımla O’na itaat etmek ve emrine teslimiyet gösterip bağlanmak suretiyle “âlemlerin Rabbine teslim olmam emredildi.” Bu, kayıtsız ve şartsız olarak en büyük emirdir. Nitekim O’ndan başkasına ibadet etmek de kayıtsız ve şartsız olarak en büyük yasaktır.
#
{67} ثم قرَّر هذا التوحيدَ بأنه الخالق لكم والمطوِّر لخلقتِكم؛ فكما خلقكم وحدَه؛ فاعبدوه وحدَه، فقال: {هو الذي خَلَقَكم من ترابٍ}: وذلك بخلقة أصلكم وأبيكم آدم عليه السلام، {ثم من نطفةٍ}: وهذا ابتداءُ خلق سائر النوع الإنسانيِّ ما دام في بطن أمِّه، فنبَّه بالابتداء على بقيَّة الأطوار من العلقة فالمضغة فالعظام فنفخ الروح، {ثم يخرِجُكم طفلاً ثم}: هكذا تنتقلون في الخلقة الإلهية حتى {تبلغوا أشدَّكم}: من قوة العقل والبدن وجميع قواه الظاهرة والباطنة، {ثم لِتكونوا شيوخاً ومنكم مَنْ يُتَوَفَّى من قبلُ}: بلوغ الأشدِّ، {ولِتَبْلُغوا}: بهذه الأطوار المقدَّرة [إلى] أجَلٍ {مسمًّى}: تنتهي عنده أعمارُكم. {ولعلَّكم تعقلونَ}: أحوالكم فتعلمونَ أنَّ المطورَ لكم في هذه الأطوار كامل الاقتدار، وأنَّه الذي لا تنبغي العبادةُ إلاَّ له، وأنَّكم ناقصون من كلِّ وجه.
67. Daha sonra Allah, yegane yaratıcı olduğunu, insanların yaratılışını tekâmül ettirenin kendisi olduğunu belirterek uluhiyet tevhidini özellikle vurgulamakta: Sizi tek başına yaratan O olduğu için yalnızca O’na ibadet etmelisiniz, demektedir: “Sizi topraktan” bu sizin aslınız ve atanız olan Adem aleyhisselam’ı yaratması ile olmuştur. “sonra nutfeden” bu da diğer tüm insanların annesinin karnındaki yaratılışının başlangıcını anlatmaktadır. Yüce Allah, yaratılışın başına dikkat çekmekle geri kalan aşamalar olan alaka, bir çiğnemlik et, kemikler, ondan sonra da ruhun üfürülmesine dikkat çekmektedir. “Sonra sizi bebek olarak çıkaran.” İşte sizler, bu şekilde ilâhî yaratma dahilinde aşamadan aşamaya geçip durursunuz. “Sonra rüşt” akıl, beden, gizli ve açık bütün kuvvetler itibari ile güçlü “çağınıza ermeniz, daha sonra da ihtiyar olmanız için (sizi yaşatan) O’dur. Kiminiz ise bundan” güçlü çağa erişmeden “önce ölür.” Bu takdir edilen aşamalardan geçmeniz, ömürlerinizin sona ereceği “belirli bir ecele ulaşmanız ve aklınızı kullanıp” şu hallerinizi “düşünmeniz” ve sizi bu aşamalardan geçirenin mutlak kudret sahibi olduğunu ve yalnızca Ona ibadet edilmesi gerektiğini bilmeniz, sizin ise her açıdan eksik ve kusurlu olduğunuzu anlamanız “içindir.”
#
{68} {هو الذي يُحيي ويميتُ}؛ أي: هو المنفرد بالإحياء والإماتة؛ فلا تموت نفسٌ بسبب أو بغير سبب إلاَّ بإذنِهِ {وما يُعَمَّرُ من مُعَمَّرٍ ولا يَنْقُصُ من عمرِهِ إلاَّ في كتاب إنَّ ذلك على الله يسيرٌ}. {فإذا قضى أمراً}: جليلاً أو حقيراً {فإنَّما يقول له كن فيكونُ}: لا ردَّ في ذلك ولا مثنويَّة ولا تمنُّع.
68. “Yaşatan ve öldüren O’dur.” Yani hayat veren ve öldüren sadece O’dur. İster bir sebebe bağlı olarak, ister sebepsiz olarak ölen her bir can, ancak O’nun izni dahilinde ölür: “Uzun ömürlü kimsenin ömrünün uzatılması da ömrünün eksiltilmesi de mutlaka bir kitaptadır. Şüphesiz ki bu, Allah’a göre pek kolaydır.” (Fâtır, 35/11) “O,” küçük ya da büyük “bir işin olmasına hükmettiği zaman ona yalnız: “Ol” der, o da hemen oluverir.” Bu konuda herhangi bir karşı koyma, reddediş veya emrin tekrarlanmasını gerektiren hiçbir husus olmaz.
Ayet: 69 - 76 #
{أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ يُجَادِلُونَ فِي آيَاتِ اللَّهِ أَنَّى يُصْرَفُونَ (69) الَّذِينَ كَذَّبُوا بِالْكِتَابِ وَبِمَا أَرْسَلْنَا بِهِ رُسُلَنَا فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ (70) إِذِ الْأَغْلَالُ فِي أَعْنَاقِهِمْ وَالسَّلَاسِلُ يُسْحَبُونَ (71) فِي الْحَمِيمِ ثُمَّ فِي النَّارِ يُسْجَرُونَ (72) ثُمَّ قِيلَ لَهُمْ أَيْنَ مَا كُنْتُمْ تُشْرِكُونَ (73) مِنْ دُونِ اللَّهِ قَالُوا ضَلُّوا عَنَّا بَلْ لَمْ نَكُنْ نَدْعُو مِنْ قَبْلُ شَيْئًا كَذَلِكَ يُضِلُّ اللَّهُ الْكَافِرِينَ (74) ذَلِكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَفْرَحُونَ فِي الْأَرْضِ بِغَيْرِ الْحَقِّ وَبِمَا كُنْتُمْ تَمْرَحُونَ (75) ادْخُلُوا أَبْوَابَ جَهَنَّمَ خَالِدِينَ فِيهَا فَبِئْسَ مَثْوَى الْمُتَكَبِّرِينَ (76)}.
69- Allah’ın âyetleri hakkında tartışanları görmez misin nasıl da döndürülüyorlar? 70- Kitabı ve peygamberlerimizle birlikte gönderdiklerimizi yalanlayanlar, yakında bilecekler. 71,72- O vakit onlar, boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde kaynar suya sürüklenecekler; sonra da ateşte yakılacaklardır. 73,74- Sonra onlara şöyle denilecek: “Hani, nerede Allah’ın yanı sıra ortak koştuklarınız?” Onlar da: “Kaybolup gittiler. Bilakis, biz önceden hiçbir şeye dua/ibadet etmiyorduk/etmiyormuşuz” diyecekler. İşte Allah kâfirleri böyle şaşırtır. 75- “Bu (azap) yeryüzünde haksız yere şımarmanız ve böbürlenmeniz sebebiyledir. 76- Cehennem kapılarından orada ebedi kalmak üzere girin. Büyüklük taslayanların yeri ne kötüdür!
#
{69} {ألم تر إلى الذين يجادِلون في آيات الله}: الواضحة البيِّنة متعجباً من حالهم الشنيعة، {أنَّى يُصْرَفونَ}؛ أي: كيف ينعدِلون عنها؟! وإلى أيِّ شيء يذهبونَ بعد البيانِ التامِّ؟! هل يجدون آياتٍ بيِّنات تعارض آيات الله؟! لا والله. أم يجدون شُبهاً توافقُ أهواءهم ويصولون بها لأجل باطِلِهم؟!
69. “Allah’ın” apaçık “âyetleri hakkında tartışanları görmez misin?” Onların bu çirkin hallerine hayret etmez misin? “Nasıl da döndürülüyorlar?” Nasıl olup da bu âyetlerden başka tarafa sapıyorlar? Bu eksiksiz ve mükemmel açıklamalardan sonra nereye gidiyorlar? Allah’ın âyetleri ile çelişen apaçık başka âyetler bulabiliyorlar mı? Allah’a andolsun ki hayır! O halde onlar hevâlarına uygun birtakım şüpheler bulup batılları için bunları kullanarak hücuma kalkışıyorlar!
#
{70 ـ 72} فبئس ما استبدلوا واختاروا لأنفسهم بتكذيبهم بالكتاب الذي جاءهم من الله وبما أرسل الله به رسله الذين هم خيرُ الخلق وأصدقُهم وأعظمُهم عقولاً؛ فهؤلاء لا جزاء لهم سوى النار الحامية، ولهذا توعَّدهم الله بعذابها، فقال: {فسوف يعلمونَ إذِ الأغلالُ في أعناقِهِم}: التي لا يستطيعون معها حركةً، {والسلاسلُ}: التي يقرنون بها هم وشياطينهم {يُسْحَبونَ. في الحميم}؛ أي: الماء الذي اشتدَّ غليانُه وحرُّه، {ثم في النار يُسْجَرونَ}: يوقدُ عليهم اللهبُ العظيم، فيُصْلَون بها، ثم يوبَّخون على شركهم وكذبهم.
70. Onların, Allah’tan kendilerine gelen Kitab’ı ve insanların en hayırlıları, en doğru sözlüleri ve en akıllıları olan peygamberleri ve Allah’ın onlarla gönderdiklerini yalanlamak sureti ile seçtikleri ve tercih ettikleri yol ne kadar da kötüdür! “yakında bilecekler” Böylelerinin kızgın ateşten başka bir cezaları olmaz. Bundan dolayı Yüce Allah onları ateş azabı ile tehdit ederek şöyle buyurmaktadır: 71-72. “O vakit onlar, boyunlarında” hareket etmelerine imkân vermeyen “demir halkalar ve” şeytanları ile birlikte kendilerine vurulacak “zincirler olduğu halde kaynar suya sürüklenecekler.” Bu kaynar su; kaynaması ve harareti nihai dereceye varmış kızgın sudur. “Sonra da ateşte yakılacaklardır.” O kızgın alevli ateş, üzerlerine tutuşturularak daha da alevlenecek ve onlar orada yanacaklardır. Sonra da şirk koşmaları ve yalan söylemelerinden ötürü azarlanacaklardır:
#
{73 ـ 74} ويقال {لهم أين ما كنتُم تشركونَ. من دونِ الله}: هل نفعوكم أو دفعوا عنكم بعضَ العذاب؟! {قالوا ضلُّوا عنَّا}؛ أي: غابوا ولم يحضُروا، ولو حَضَروا؛ لم ينفعوا. ثم إنَّهم أنكروا فقالوا: {بل لم نكنْ ندعو من قبلُ شيئاً}: يُحتمل أنَّ مرادهم بذلك الإنكار، وظنُّوا أنه ينفعهم ويفيدهم، ويُحتمل ـ وهو الأظهر ـ أنَّ مرادهم بذلك الإقرار على بطلان إلهيَّة ما كانوا يعبدون، وأنَّه ليس لله شريكٌ في الحقيقة، وإنَّما هم ضالُّون مخطئون بعبادة معدوم الإلهية، ويدلُّ على هذا قوله تعالى: {كذلك يُضِلُّ الله الكافرين}؛ أي: كذلك الضلال الذي كانوا عليه في الدنيا الضلال الواضح لكلِّ أحدٍ، حتى إنهم بأنفسهم يقرُّون ببطلانه يوم القيامة، ويتبيَّن لهم معنى قوله تعالى: {وما يَتَّبِعُ الذين يدعونَ من دون الله شركاءَ إن يَتَّبِعونَ إلاَّ الظنَّ}، ويدلُّ عليه قوله تعالى: {ويوم القيامةِ يكفُرون بشِرْكِكُم}، {ومن أضلُّ ممَّن يدعو من دون الله مَنْ لا يستجيبُ له إلى يوم القيامةِ ... } الآيات.
73. “Sonra onlara şöyle denilecek: “Hani, nerede Allah’ın yanı sıra ortak koştuklarınız?” Size bir fayda sağladılar mı? Sizin üzerinizden azabın bir kısmını olsun hafifletebildiler mi? “Onlar da: Kaybolup gittiler” yoklar, burada değiller; hem olsalar bile bizlere bir faydaları olmaz. Sonra da ibadetlerini inkâr ederek: “Bilakis, biz önceden hiçbir şeye dua/ibadet etmiyorduk/etmiyormuşuz.” diyecekler. Bu sözleri ile başka varlıklara taptıklarını inkâr edecekleri ve bunun kendilerine fayda sağlayacağını zannederek böyle diyecekleri ihtimal dahilindedir. Diğer bir ihtimal ise -ki bu daha kuvvetlidir- şudur: Onlar, bu sözleri, daha önce tapındıkları varlıkların ilâhlıklarının batıl/boş olduğunu ve gerçekte Allah’ın hiçbir ortağı bulunmadığını, ilâh olma özelliği bulunmayan varlıklara ibadet etmekle sapmış ve hata etmiş olduklarını itiraf etmek için söyleyeceklerdir. (Taptıklarımız bir hiçmiş! diyeceklerdir.) Yüce Allah’ın: “İşte Allah kâfirleri böyle şaşırtır” buyruğu da bu son manaya delildir. Yani onların dünya hayatındaki bu sapıklıkları herkes tarafından açıkça görülen bir sapıklıktır. Hatta bizzat kendileri bile Kıyamet gününde bu yaptıklarının batıl olduğunu itiraf ve kabul edeceklerdir. O vakit Yüce Allah’ın: “Allah’tan başkasına dua/ibadet edenler aslında hiçbir şerike/ortağa uymuyorlar. Onlar ancak zanna uyuyorlar.” (Yunus, 10/66) buyruğunun ne anlama geldiği onlar tarafından açıkça anlaşılacaktır. Yüce Allah’ın şu buyrukları da buna delildir: “Kıyamet gününde onlar sizin ortak koşmanızı inkâr edeceklerdir.” (Fâtır, 35/14); “Allah’tan başka kendisine kıyamete kadar cevap veremeyecek olan, üstelik kendilerine yaptıkları duadan da habersiz olan kimselere dua/ibadet eden kişiden daha sapık kim olabilir?” (el-Ahkaf, 46/5)
#
{75} ويقال لأهل النار: {ذلكم}: العذابُ الذي نُوِّعَ عليكم {بما كنتُم تفرحون في الأرض بغير الحقِّ وبما كنتُم تمرحونَ}؛ أي: تفرحون بالباطل الذي أنتم عليه وبالعلوم الذي خالفتم بها علوم الرسل، وتمرحون على عبادِ الله بغياً وعدواناً وظلماً وعصياناً؛ كما قال تعالى في آخر هذه السورة: {فلمَّا جاءَتْهم رسلُهُم بالبيناتِ فَرِحوا بما عندَهم من العلم}، وكما قال قومُ قارون له: {لا تَفْرَحْ إنَّ الله لا يحبُّ الفرحين}، وهذا هو الفرح المذمومُ الموجبُ للعقاب؛ بخلاف الفرح الممدوح، الذي قال الله فيه: {قل بفضل اللهِ وبرحمتِهِ فبذلك فَلْيَفْرَحوا}، وهو الفرح بالعلم النافع والعمل الصالح.
75. Cehennem ehline şöyle denilecektir: “Bu” üzerinizdeki çeşit çeşit azap “yeryüzünde haksız yere şımarmanız ve böbürlenmeniz sebebiyledir.” Yani hem tutunduğunuz batıl sebebiyle hem de peygamberlerin getirdiği ilimlere muhalefet ettiğiniz ilimler sebebiyle şımarıyordunuz. Haksızlık, saldırganlık, zulüm ve isyan içinde Allah’ın kullarına karşı böbürleniyordunuz. Nitekim Yüce Allah, bu surenin sonlarında şöyle buyurmaktadır: “Peygamberleri onlara apaçık deliller getirdiklerinde onlar yanlarındaki ilim ile şımardılar.” (el-Mümin, 40/83) Yine Karun’un kavmi de ona şöyle demişti: “Şımarma; çünkü Allah şımaranları sevmez.” (el-Kasas, 28/76) Bu (şımarma), cezalandırılmayı gerektiren ve yerilen bir sevinmedir. Övülen ve Yüce Allah’ın hakkında şöyle buyurduğu sevinme ise böyle değildir: “De ki: Allah’ın lütfu ve rahmeti ile işte yalnız bunlar ile sevinsinler.” (Yunus, 10/58) Zira bu, faydalı ilim ve salih amel dolayısı ile sevinmektir.
#
{76} {ادْخُلوا أبوابَ جهنَّمَ}: كلٌّ بطبقةٍ من طبقاتها على قدرِ عمله {خالدين فيها}: لا يخرجون منها أبداً. {فبئس مثوى المتكبِّرينَ}: مثوىً يُخْزَوْن فيه ويهانون ويُحبسون ويُعذَّبون، ويتردَّدون بين حرِّها وزمهريرها.
76. “Cehennem kapılarından” herkes ameline uygun olarak onun bir tabakasına “orada ebedi kalmak üzere” ebediyen oradan çıkarılmamak üzere “girin. Büyüklük taslayanların yeri ne kötüdür!” Onlar orada horlanacak, rezil edilecek, hapsedilecek ve azaba uğrayacaklardır. Onun aşırı sıcağı ile zemherir soğuğu arasında gidip geleceklerdir.
Ayet: 77 #
{فَاصْبِرْ إِنَّ وَعْدَ اللَّهِ حَقٌّ فَإِمَّا نُرِيَنَّكَ بَعْضَ الَّذِي نَعِدُهُمْ أَوْ نَتَوَفَّيَنَّكَ فَإِلَيْنَا يُرْجَعُونَ (77)}.
77- O halde sen sabret! Çünkü Allah’ın vaadi haktır. Onları tehdit ettiğimiz şeylerin bir kısmını sana göstersek de yahut (bundan önce) senin ruhunu alsak da elbet onlar, bize döndürüleceklerdir.
#
{77} أي: {فاصبِرْ}: يا أيها الرسولُ على دعوة قومِك وما ينالُك منهم من أذىً، واستَعِنْ على صبرك بإيمانك. {إنَّ وعد الله حقٌّ}: سينصر دينَه ويُعلي كلمتَه وينصرُ رسلَه في الدُّنيا والآخرة، واستعِنْ على ذلك أيضاً بتوقُّع العقوبة بأعدائك في الدُّنيا والآخرة، ولهذا قال: {فإمَّا نُرِيَنَّكَ بعضَ الذي نَعِدُهم}: في الدُّنيا؛ فذاك، {أو نتوفَّيَنَّك}: قبل عقوبتهم، {فإلينا يُرجَعون}: فنجازيهم بأعمالهم؛ فلا تحسبنَّ اللهَ غافلاً عما يعملُ الظالمون.
77. Yani ey peygamber! Kavmini davette ve onlardan gördüğün eziyetlere katlanma konusunda “sabret!” Daha çok sabretmek için imanından güç al. “Çünkü Allah’ın vaadi haktır.” O, dinine yardım edecek, onu yüceltecek, dünya ve âhirette peygamberlerini de zafere kavuşturacaktır. Aynı şekilde bu hususta sabır için dünya ve âhirette düşmanlarının cezalandırılacağı bilgisinden de güç al! Zira “Onları tehdit ettiğimiz şeylerin bir kısmını” dünyada “sana göstersek” bunu görmüş olacaksın. “yahut (bundan önce) onları cezalandırmadan önce “senin ruhunu alsak da elbet onlar, bize döndürüleceklerdir.” Biz de onlara amellerinin karşılığını verecek ve onları cezalandıracağız: “Sakın Allah’ı o zalimlerin işlediklerinden habersiz sanma!” (İbrahim, 14/42)
Daha sonra Yüce Allah, diğer peygamber kardeşlerini söz konusu ederek onu teselli etmekte ve onun sabrını artırmak üzere şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 78 #
{وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا رُسُلًا مِنْ قَبْلِكَ مِنْهُمْ مَنْ قَصَصْنَا عَلَيْكَ وَمِنْهُمْ مَنْ لَمْ نَقْصُصْ عَلَيْكَ وَمَا كَانَ لِرَسُولٍ أَنْ يَأْتِيَ بِآيَةٍ إِلَّا بِإِذْنِ اللَّهِ فَإِذَا جَاءَ أَمْرُ اللَّهِ قُضِيَ بِالْحَقِّ وَخَسِرَ هُنَالِكَ الْمُبْطِلُونَ (78)}.
78- Andolsun biz senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan kiminin kıssalarını sana anlattık, kiminin kıssalarını da anlatmadık. Allah’ın izni olmadıkça hiçbir peygamberin (kendiliğinden) bir âyet/mucize getirmesi mümkün değildir. Allah’ın emri geldiğinde hak ile hükmedilir ve batıla sapanlar da oracıkta hüsrana uğrarlar.
#
{78} أي: {ولقد أرسَلْنا من قبلِكَ رسلاً}: كثيرين إلى قومهم يَدْعونَهم ويصبرونَ على أذاهم. {منهم مَن قَصَصْنا عليك}: خبرهم، {ومنهم مَن لم نَقْصُصْ عليك}: وكل الرسل مدبَّرُون ليس بيدهم شيء من الأمر. {وما كان} لأحدٍ {منهم أن يأتي بآيةٍ}: من الآيات السمعيَّة والعقليَّة {إلاَّ بإذن الله}؛ أي: بمشيئته وأمره؛ فاقتراح المقترح على الرسل الإتيان بالآيات ظلمٌ منهم وتعنُّتٌ وتكذيبٌ بعد أن أيَّدهم الله بالآيات الدالَّة على صدقهم وصحَّة ما جاؤوا به. {فإذا جاء أمر الله}: بالفصل بين الرسل وأعدائِهِم والفتح، {قُضِيَ}: بينهم {بالحقِّ}: الذي يقع الموقع ويوافق الصواب بإنجاء الرسل وأتباعهم وإهلاك المكذِّبين، ولهذا قال: {وخسر هنالك}؛ أي: وقت القضاء المذكور {المبطلونَ}: الذين وصفُهم الباطلُ وما جاؤوا به من العلم والعمل باطلٌ، وغايتهم المقصودة لهم باطلةٌ، فليحذر هؤلاء المخاطبون أن يستمروا على باطلهم، فيخسروا كما خسر أولئك؛ فإنَّ هؤلاء لا خير منهم ولا لهم براءة في الكتب بالنجاة.
78. “Andolsun Biz senden önce de” kavimlerini davet eden, onların eziyetlerine sabreden pek çok “peygamberler gönderdik. Onlardan kiminin kıssalarını” onlara dair haberleri “sana anlattık. Kiminin kıssalarını da anlatmadık.” Bütün bu peygamberler Bizim tarafımızdan yönlendirilirdi. Onların elinde hiçbir yetki yoktu. “Allah’ın izni” yani O’nun meşîeti ve emri ile “olmadıkça” onların içinden “hiçbir peygamberin (kendiliğinden) ister nakli ister aklî olsun “bir âyet/mucize getirmesi mümkün değildir.” Bu yüzden peygamberlere birtakım ayet ve mucizeler getirmelerini teklif edenlerin bu yaptıkları, bir zulümdür, işi yokuşa sürmektir. Yüce Allah, o peygamberleri doğruluklarına ve getirdiklerinin sıhhatine delil teşkil eden pek çok âyet (belge ve mucize) ile desteklemesine rağmen onları yalanlamaya kalkışmaktır. “Allah’ın” peygamberler ile onların düşmanlarının arasını ayırmak, peygamberlere zafer verme şeklindeki “emri geldiğinde” onların arasında “hak ile” yerli yerince, olması gereken şekilde “hükmedilir.” Peygamberler ve onlara uyanlar kurtarılır ve inkarcılar da helâk edilir. Bundan dolayı Allah: “ve batıla sapanlar da oracıkta hüsrana uğrarlar” buyurmaktadır. Yani hem kendileri batıl, hem getirdikleri ilim ve amel batıl, hem de gaye ve maksatları batıl olan kimseler, sözü geçen ilâhî hükmün gerçekleşmesi sırasında hüsrana uğrarlar. O yüzden bu muhataplar da batıllarını sürdürmekten sakınmalıdır. Aksi takdirde öncekilerin hüsrana uğradığı gibi bunlar da hüsrana uğrarlar. Zira bunlar onlardan hayırlı değildirler ve ilâhî kitaplarda kendilerine kurtulacaklarına dair bir beraat da verilmemiştir.
Ayet: 79 - 81 #
{اللَّهُ الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ الْأَنْعَامَ لِتَرْكَبُوا مِنْهَا وَمِنْهَا تَأْكُلُونَ (79) وَلَكُمْ فِيهَا مَنَافِعُ وَلِتَبْلُغُوا عَلَيْهَا حَاجَةً فِي صُدُورِكُمْ وَعَلَيْهَا وَعَلَى الْفُلْكِ تُحْمَلُونَ (80) وَيُرِيكُمْ آيَاتِهِ فَأَيَّ آيَاتِ اللَّهِ تُنْكِرُونَ (81)}.
79- Ehli hayvanları sizin için yaratan Allah’tır. Onlardan bazısına binersiniz, bazısını da yersiniz. 80- Onlarda sizin için (daha pek çok) faydalar vardır. Gönüllerinizdeki arzuya da onların üzerine (binerek) ulaşırsınız. Hem onların üzerinde, hem de gemilerin üzerinde taşınırsınız. 81- O, size delillerini gösteriyor. Şimdi Allah’ın delillerinden hangisini inkâr edebilirsiniz ki?
#
{79 ـ 80} يمتنُّ تعالى على عبادِهِ بما جعل لهم من الأنعام التي بها جملةٌ من الإنعام: منها منافعُ الركوب عليها والحمل، ومنها منافعُ الأكل من لحومها والشربِ من ألبانها، ومنها [منافع] الدفءُ واتِّخاذ الآلات والأمتعة من أصوافها وأوبارها وأشعارها ... إلى غير ذلك من المنافع. {ولتبلغوا عليها حاجةً في صدوركم}: من الوصول إلى الأقطار البعيدة، وحصول السرور بها والفرح عند أهلها. {وعليها وعلى الفُلْكِ تُحْمَلون}؛ أي: على الرواحل البريَّة والفلك البحريَّة يحملكم الله، الذي سخَّرها، وهيَّأ لها ما هيَّأ من الأسباب، التي لا تتمُّ إلاَّ بها.
79-80. Yüce Allah, kulları için pek çok menfaatler bulunan ehli hayvanları yaratmış olduğunu bildirerek onlara lütufta bulunduğunu hatırlatıyor. Bu faydalardan bazıları: Sırtlarına binmek ve yük taşımak; Etlerinden yemek, sütlerinden içmek; Yünlerinden, kıllarından ve tüylerinden yapılan eşyalar vasıtası ile ısınmak, bunlardan çeşitli alet ve eşya yapımında yararlanmak; ve benzeri daha birçok menfaatler… “Gönüllerinizdeki” uzak yerlere ulaşma, bunun sonucunda ve oradaki ahali ile bir araya gelme sureti ile sevinme şeklindeki “arzuya da onların üzerine (binerek) ulaşırsınız. Hem onların üzerinde, hem de gemilerin üzerinde taşınırsınız.” Yani Allah, hem karadaki yük taşıyıcı binekler, hem de denizdeki gemiler üzerinde taşınmanızı sağlamıştır. Bunları size amade kılan ve bunlardan tam anlamı ile yararlanmak için gerekli sebepleri hazırlayan Allah’tır.
#
{81} {ويريكم آياتِهِ}: الدالَّة على وحدانيَّته وأسمائه وصفاته، وهذا من أكبر نعمه؛ حيث أشهد عباده آياتِهِ النفسيَّة وآياته الأفقيَّة ونعمَه الباهرة وعدَّدها عليهم ليعرِفوه ويشكُروه ويذكُروه. {فأيَّ آيات الله تُنْكِرونَ}؛ أي: أيُّ آية من آياته لا تعترفون بها؟! فإنَّكم قد تقرَّر عندكم أن جميع الآيات والنعم منه تعالى، فلم يبقَ للإنكار محلٌّ، ولا للإعراض عنها موضعٌ، بل أوجبت لذوي الألباب بَذْلَ الجهد واستفراغَ الوسع للاجتهاد في طاعته والتبتُّل في خدمته والانقطاع إليه.
81. “O, size delillerini” vahdaniyetine, isim ve sıfatlarına delâlet eden belgeleri “gösteriyor.” Bu da O’nun en büyük nimetlerindendir. Çünkü O, kullarını onların kendi nefislerindeki delillerine de dış dünyadaki delilerine de göz kamaştırıcı nimetlerine de tanık etmiş, kendisini bilip tanımaları, O’ma şükretmeleri ve O’nu anmaları için bu nimetlerini onlara tek tek saymıştır. “Şimdi Allah’ın delillerinden hangisini inkâr edebilirsiniz ki?” Allah’ın bu delillerinden hangisini itiraf etmezsiniz? Sizler de kesinlikle biliyorsunuz ki bütün bu deliller ve nimetler O’ndandır. O halde bunları inkâr etmeye, bunlara itiraz etmeye imkan yoktur. Aksine bu, akıllı kimselerin O’na itaat uğrunda, O’na hizmet yolunda ve yalnız O’na bağlanmak üzere bütün gayret ve çaba harcamalarını gerektirmektedir.
Ayet: 82 - 85 #
{أَفَلَمْ يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَيَنْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ كَانُوا أَكْثَرَ مِنْهُمْ وَأَشَدَّ قُوَّةً وَآثَارًا فِي الْأَرْضِ فَمَا أَغْنَى عَنْهُمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ (82) فَلَمَّا جَاءَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ فَرِحُوا بِمَا عِنْدَهُمْ مِنَ الْعِلْمِ وَحَاقَ بِهِمْ مَا كَانُوا بِهِ يَسْتَهْزِئُونَ (83) فَلَمَّا رَأَوْا بَأْسَنَا قَالُوا آمَنَّا بِاللَّهِ وَحْدَهُ وَكَفَرْنَا بِمَا كُنَّا بِهِ مُشْرِكِينَ (84) فَلَمْ يَكُ يَنْفَعُهُمْ إِيمَانُهُمْ لَمَّا رَأَوْا بَأْسَنَا سُنَّتَ اللَّهِ الَّتِي قَدْ خَلَتْ فِي عِبَادِهِ وَخَسِرَ هُنَالِكَ الْكَافِرُونَ (85)}.
82- Yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin âkıbetinin nasıl olduğuna bakmazlar mı? Onlar, bunlardan daha çok, güç ve yeryüzündeki eserleri itibari ile de daha üstün idiler. Ama kazandıkları şeyler onlara bir fayda sağlamadı. 83- Peygamberleri onlara apaçık deliller getirdiklerinde onlar, yanlarındaki ilim ile şımardılar ve sonunda alay etmekte oldukları (azap) onları kuşatıverdi. 84- Onlar azabımızı gördüklerinde: (İlah olarak) yalnızca Allah’a iman ettik ve O’na ortak koşmakta olduğumuz şeyleri de inkâr ettik” dediler. 85- Ama azabımızı gördüklerinde imanlarının onlara bir faydası olmadı. Zira Allah’ın kulları hakkında geçerli olan sünneti/kanunu budur. Böylece kâfirler oracıkta hüsrana uğradılar.
#
{82} يحثُّ تعالى المكذِّبين لرسولهم على السَّير في الأرض بأبدانهم وقلوبهم وسؤال العالمين، {فينظروا}: نظرَ فكرٍ واستدلال لا نظر غفلةٍ وإهمال {كيف كان عاقبةُ الذين من قبلِهِم}: من الأمم السالفة؛ كعاد وثمود وغيرهم ممن كانوا أعظم منهم قوَّة وأكثر أموالاً وأشدَّ آثاراً في الأرض من الأبنية الحصينة والغراس الأنيقة والزروع الكثيرة. {فما أغنى عنهم ما كانوا يكسِبونَ}: حين جاءهم أمرُ الله، فلم تغن عنهم قوَّتُهم، ولا افْتَدَوا بأموالهم، ولا تحصَّنوا بحصونهم.
82. Yüce Allah, peygamberlerini yalanlayanları, yeryüzünde hem bedenleri hem de kalpleri ile dolaşmaya ve ilim adamlarına soru sormaya teşvik etmektedir: “Yeryüzünde gezip de” gaflet ve ihmal bakışı ile değil de düşünerek ve ibret alarak “kendilerinden öncekilerin” Âd, Semûd ve benzeri geçmiş ümmetlerin “âkıbetinin nasıl olduğuna bakmazlar mı?” “Onlar” önceki ümmetler, “bunlardan” malca “daha çok, güç ve yeryüzündeki” sağlam binalar, gâyet güzel bahçeler ve pek çok ekinler kabilinden “eserleri itibari ile daha üstün idiler. Ama” Allah’ın azap emri onlara geldiğinde “kazandıkları şeyler onlara bir fayda sağlamadı.” Güçlerinin kendilerine faydası olmadığı gibi, mallarını da fidye vererek kurtulamadılar. Kalelerine de sığınıp korunamadılar. Daha sonra Yüce Allah onların pek büyük olan suçlarını söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{83} ثم ذَكَرَ جرمَهم الكبير، فقال: {فلمَّا جاءتْهم رسلُهم بالبيناتِ}: من الكتب الإلهيَّة والخوارق العظيمة، والعلم النافع المبيِّن للهدى من الضلال والحق من الباطل، {فرحوا بما عندَهم من العلم}: المناقض لدين الرسل، ومن المعلوم أنَّ فرحهم به يدلُّ على شدَّة رضاهم به وتمسُّكهم ومعاداة الحقِّ الذي جاءت به الرسل وجعل باطلهم حقًّا، وهذا عامٌّ لجميع العلوم التي نوقِضَ بها ما جاءتْ به الرسل، ومن أحقِّها بالدُّخول في هذا، علوم الفلسفة والمنطق اليوناني الذي رُدَّت به كثيرٌ من آيات القرآن، ونَقَّصَتْ قدرَه في القلوب، وجَعَلَتْ أدلَّته اليقينيَّة القاطعة أدلَّة لفظيَّةً لا تفيدُ شيئاً من اليقين، ويقدَّم عليها عقولُ أهل السَّفه والباطل، وهذا من أعظم الإلحاد في آيات الله والمعارضة لها والمناقضة؛ فالله المستعانُ، {وحاق بهم}؛ أي: نزل ما كانوا يستهزئون به من العذاب.
83. “Peygamberleri onlara apaçık deliller” ilâhî kitaplar, muazzam ve olağanüstü mucizeler, sapıklıktan hidâyete, batıldan hakka ileten apaçık ve faydalı bilgiler “getirdiklerinde onlar, yanlarındaki” peygamberlerin dini ile çelişen “ilim ile şımardılar.” Onların bu ilimler dolayısı ile şımarmaları, bu ilimleri ileri derecede beğendiklerine, bunlara güvenip sımsıkı sarıldıklarına, peygamberlerin getirdikleri hakka ise düşmanlık ederek kendi batıllarını hak olarak ileri sürdüklerine delildir. Bu, kendileri ile peygamberlerin getirdiklerine karşı çıkılan bütün ilimler hakkında geçerlidir. Bu tür ilimler arasında bu kapsama girmeye en layık olanlar ise kendisi vasıtası ile pek çok Kur’ânî âyetlerin reddedildiği, Kur’ân’ın kalplerdeki kıymetinin azaltıldığı, kat’î ve yakinî delillerinin, yakîn diye bir şey ifade etmeyen lafzî delillere dönüştürüldüğü, akılsızların ve batıl ehlinin akıllarının âyetlerin önüne geçirildiği Yunan kaynaklı felsefe ve mantık ilimleridir. Bu ise Allah’ın âyetleri hakkında batıla meyletmenin, onlara karşı çıkmanın ve onlarla zıtlaşmanın en açık şekillerindendir. Allah yardımcımız olsun. “sonunda alay etmekte oldukları” azap “onları kuşatıverdi.” Üzerlerine indi ve onları çepeçevre sardı.
#
{84} {فلمَّا رأوا بأسَنا}؛ أي: عذابنا؛ أقرُّوا حيث لا ينفعهم الإقرار، و {قالوا آمنَّا بالله وحدَه وكَفَرْنا بما كُنَّا به مشركين}: من الأصنام والأوثان، وتبرَّأنا من كلِّ ما خالف الرسل من علم أو عمل.
84. “Onlar azabımızı gördüklerinde” itiraf ve kabulün kendilerine fayda vermeyeceği bir vakitte itirafta bulunarak: (İlah olarak) yalnızca Allah’a iman ettik ve O’na ortak koşmakta olduğumuz şeyleri” putları ve heykelleri “de inkâr ettik” ve peygamberlerin getirdiklerine aykırı olan ilim ya da amel kabilinden her bir şeyden uzaklaştık “dediler.”
#
{85} {فلم يكُ ينفعُهم إيمانُهم لما رأوا بأسَنا}؛ أي: في تلك الحال، وهذه {سنة الله} وعادتُه {التي خَلَتْ في عبادِهِ}: أنَّ المكذِّبين حين ينزل بهم بأسُ الله وعقابُه إذا آمنوا؛ كان إيمانُهم غيرَ صحيح ولا منجياً لهم من العذاب، وذلك لأنَّه إيمانُ ضرورةٍ؛ قد اضطرُّوا إليه، وإيمانُ مشاهدة، وإنَّما الإيمان [النافع] الذي ينجي صاحبه هو الإيمان الاختياريُّ الذي يكون إيماناً بالغيب، وذلك قبل وجودِ قرائن العذاب، {وخَسِرَ هنالك}؛ أي: وقت الإهلاك وإذاقة البأس {الكافرون}: دينَهم ودُنياهم وأخراهم، ولا يكفي مجرَّد الخسارة في تلك الدار، بل لا بدَّ من خسران يشقي في العذاب الشديد والخلود فيه دائماً أبداً.
85. “Ama azabımızı gördüklerinde” o hal içinde “imanlarının onlara bir faydası olmadı. Zira Allah’ın kulları hakkında geçerli olan sünneti/kanunu budur” Yani inkarcılar, üzerlerine Allah’ın azabı ve cezası indiği takdirde iman edecek olurlarsa onların bu imanları, geçerli bir iman değildir ve onları azabtan kurtarmaz. Çünkü böyle bir iman, mecburiyet halindeki bir imandır. Yan, onlar çaresizlikten iman etmişlerdir. Ayrıca bu, gözle gördükten sora yapılmış bir imandır. Kişiyi kurtaracak olan iman ise ihtiyarî/isteyerek ve görmeden yapılan imandır ki bu da azabın belirtilerinin görülmesinden önce olur. “Böylece kâfirler oracıkta hüsrana uğradılar.” Helâk oldukları ve azabı tattıkları vakit, dinlerini, dünyalarını ve âhiretlerini kaybettiler. Yalnızca bu dünyadaki hüsranla kalmayacaklar; aksine çetin azap içinde onları bedbaht kılacak ve orada ebedi kalmalaraına yol açacak bir hüsran da onlar için kaçınılmazdır.
Ğâfir/Mü’min Sûresi’nin tefsiri burada sona ermektedir. Bu, kendi güç ve imkânımızla Allah’ın lütfu ve yardımı iledir. Bundan dolayı Allah’a hamdolsun, şükür ve övgüler yalnız O’nadır.
***