(Mekke’de inmiştir. 88 âyettir)
{ص وَالْقُرْآنِ ذِي الذِّكْرِ (1) بَلِ الَّذِينَ كَفَرُوا فِي عِزَّةٍ وَشِقَاقٍ (2) كَمْ أَهْلَكْنَا مِنْ قَبْلِهِمْ مِنْ قَرْنٍ فَنَادَوْا وَلَاتَ حِينَ مَنَاصٍ (3) وَعَجِبُوا أَنْ جَاءَهُمْ مُنْذِرٌ مِنْهُمْ وَقَالَ الْكَافِرُونَ هَذَا سَاحِرٌ كَذَّابٌ (4) أَجَعَلَ الْآلِهَةَ إِلَهًا وَاحِدًا إِنَّ هَذَا لَشَيْءٌ عُجَابٌ (5) وَانْطَلَقَ الْمَلَأُ مِنْهُمْ أَنِ امْشُوا وَاصْبِرُوا عَلَى آلِهَتِكُمْ إِنَّ هَذَا لَشَيْءٌ يُرَادُ (6) مَا سَمِعْنَا بِهَذَا فِي الْمِلَّةِ الْآخِرَةِ إِنْ هَذَا إِلَّا اخْتِلَاقٌ (7) أَأُنْزِلَ عَلَيْهِ الذِّكْرُ مِنْ بَيْنِنَا بَلْ هُمْ فِي شَكٍّ مِنْ ذِكْرِي بَلْ لَمَّا يَذُوقُوا عَذَابِ (8) أَمْ عِنْدَهُمْ خَزَائِنُ رَحْمَةِ رَبِّكَ الْعَزِيزِ الْوَهَّابِ (9) أَمْ لَهُمْ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا فَلْيَرْتَقُوا فِي الْأَسْبَابِ (10) جُنْدٌ مَا هُنَالِكَ مَهْزُومٌ مِنَ الْأَحْزَابِ (11)}.
1- Sâd. Şeref/öğüt sahibi Kur’ân’a andolsun!
2- Aksine kâfirler, bir kibir ve muhalefet içindedirler.
3- Onlardan önce nice nesiller helâk ettik.
(Azap gelince) onlar feryat ettiler; ama kurtulma vakti çoktan geçmişti!
4-
İçlerinden bir uyarıcı geldi diye hayret ettiler ve kâfirler: “Bu, bir sihirbaz, bir yalancıdır” dediler.
5- O, bunca ilâhı tek bir ilâh mı yaptı? Bu, gerçekten çok şaşılacak bir şey!”
6-
Onlardan ileri gelenler harekete geçip şöyle dediler: “Yürüyün ve ilâhlarınıza (bağlılıkta) direnin. Şüphesiz bu, (art) niyetli bir şeydir!”
7-
“Biz son dinde/dönemde de böyle bir şey işitmedik. Bu, ancak bir uydurmadır.”
8-
“Zikir/Kur'ân (biz dururken) aramızdan ona mı indirildi?” Hayır, onlar Benim Zikrimden yana şüphe içindedirler. Hayır, onlar henüz azabımı tatmadılar.
9- Yoksa Aziz ve Vehhab olan Rabbinin rahmet hazineleri onların yanında mıdır?
10- Yahut göklerin, yerin ve onların aralarında olanların hükümranlığı onların mı? O halde sebeplere yapışıp
(göğe) yükselsinler bakalım!
11- Halbuki onlar,
(peygambere karşı birleşen) birliklerden oluşmuş ve işte şurada yenilgiye uğrayacak bir ordudur.
#
{1} هذا بيانٌ من الله تعالى لحال القرآن وحال المكذِّبين به معه ومع من جاء به، فقال: {ص والقرآنِ ذي الذِّكْرِ}؛ أي: ذي القَدْر العظيم والشرف، المذكِّر للعباد كلَّ ما يحتاجون إليه من العلم بأسماء الله وصفاته وأفعاله، ومن العلم بأحكام الله الشرعية، ومن العلم بأحكام المعاد والجزاء؛ فهو مذكِّرٌ لهم في أصول دينهم وفروعه. وهنا لا يُحتاجُ إلى ذِكْرِ المقسَم عليه؛ فإنَّ حقيقة الأمر أنَّ المقسم به وعليه شيءٌ واحدٌ، وهو هذا القرآن الموصوف بهذا الوصف الجليل.
1. Yüce Allah bu buyruklar ile Kur’ân-ı Kerîm’in durumunu,
onu yalanlayanların ona ve onu getirene karşı tutumlarını açıklayarak şöyle buyurmaktadır:
“Sâd. Şeref/öğüt sahibi” çok değerli ve yüce, kullara kendileri için gerekli olan Allah’ın isimleri ve fiillerine dair bilgileri, yine ihtiyaç duydukları Allah’ın şer’î hükümlerine dair bilgileri, öldükten sonra diriliş ve amellerin karşılıklarının verilmesine dair bilgileri anlatıp öğüt veren
“Kur’ân’a andolsun!”
Bu Kur’ân, onlara hem dinlerinin esasını oluşturan akîdeyi, hem de fer’î hükümlerini açıklayıp hatırlatmaktadır.
Burada neyin hakkında yemin edildiğini ayrıca söz konusu etmeye gerek yoktur.
Çünkü işin gerçeği şudur: Kendisi ile yemin edilen şey ile hakkında yemin edilen şey aynıdır. O da üstün ve şerefli niteliğe sahip bu Kur’ânı Kerîm’dir.
#
{2} فإذا كان القرآن بهذا الوصف؛ عُلِمَ ضرورةُ العبادِ إليه فوق كلِّ ضرورةٍ، وكان الواجبُ عليهم تلقِّيه بالإيمان والتَّصديق والإقبال على استخراج ما يُتَذَكَّرُ به منه، فهدى الله مَنْ هدى لهذا، وأبى الكافرون به وبمن أنزلَه، وصار معهم عِزَّةٌ وشقاقٌ، عزَّةٌ وامتناعٌ عن الإيمان به، واستكبارٌ وشقاقٌ له؛ أي: مشاقَّة ومخاصمة في ردِّه وإبطاله وفي القَدْح بمن جاء به.
2. Kur’ân-ı Kerîm, bu niteliğe sahip olduğuna göre kulların ona olan ihtiyaçlarının, her bir zorunlu ihtiyacın üstünde olduğu da anlaşılmış olur. Onlara düşen de bu Kitabı, iman ve tasdikle karşılamaları ve bu Kitaptan kendisi ile öğüt alınabilecek hususları çıkarmak için bu kitaba yönelmeleridir.
Yüce Allah, bu yola dilediği kimseleri hidâyet eylediği halde onu ve onu indireni inkâr edenler, bu kitaptan yüz çevirdiler. Onlar bu Kitaba karşı
“bir kibir ve muhalefet içindedirler.”
Ona iman etmeyi kabul etmemekte, ona karşı büyüklenmekte, onu reddetmek, çürütmek ve onu getireni tenkit etmek noktasında düşmanca ve ayrılıkçı bir tavır takınmaktadırlar.
#
{3} فتوعَّدهم بإهلاك القرون الماضية المكذِّبة بالرسل، وأنَّهم حين جاءهم الهلاكُ؛ نادَوْا واستغاثوا في صرف العذاب عنهم، ولكنْ {لاتَ حينَ مناص}؛ أي: وليس الوقت وقتَ خلاصٍ مما وقعوا فيه ولا فرج لما أصابهم، فليحذَرْ هؤلاء أن يَدوموا على عزَّتِهِم وشقاقِهِم؛ فيصيبُهم ما أصابهم.
3. Bu sebeple Allah, onları peygamberleri yalanlamış olan geçmiş nesilleri helâk ettiğini bildirerek tehdit etmekte, helâk edilecekleri vakit geldiğinde de azabın kendilerinden uzaklaştırılması için feryat edip seslerini yükselttiklerini bildirmektedir. Ancak o vakit
“kurtulma vakti” değildi. İçine düştükleri sıkıntılardan kurtuluş, başlarına gelen musibetin giderilme zamanı geride kalmıştı.
İşte bunlar da büyüklük taslamaları ve ayrılıkçı tavırları dolayısı ile önceki nesillerin başına gelen musibetin bir benzerinin kendi başlarına gelmesinden sakınmalıdırlar.
#
{4} {وعَجِبوا أن جاءهم منذرٌ منهم}؛ أي: عجب هؤلاء المكذِّبون في أمرٍ ليس محلَّ عجبٍ أن جاءهم منذرٌ منهم ليتمكَّنوا من التلقِّي عنه وليعرفوه حقَّ المعرفة، ولأنَّه من قومهم؛ فلا تأخُذُهم النَّخوة القوميَّة عن اتِّباعِهِ؛ فهذا مما يوجبُ الشكر عليهم وتمامَ الانقيادِ له، ولكنَّهم عكسوا القضيَّة، فتعجَّبوا تعجُّب إنكار، وقالوا من كفرهم وظلمهم: {هذا ساحرٌ كذابٌ}!
4. Bu yalanlayıcılar hiç de hayret edilmesi gerekmeyen bir hususa, yani içlerinden bir uyarıcının gelmesine hayret ettiler, şaşırıp kaldılar.
Oysa onun kendi içlerinden gelmesi, onun söylediklerini kavramaları ve gereği gibi anlamaları içindi. Diğer taraftan bu uyarıcı kendi kavimlerinden olduğu için, ırkçı duyguların etkisi altında kalarak ona tâbi olmaktan çekinmesinler diyedir. Bu durum, onların şükretmelerini ve tam anlamı ile ona bağlanıp itaat etmelerini gerektirir.
Halbuki onlar, meseleyi tersyüz ettiler ve inkâra götürecek şekilde hayrete düştüler, küfür ve zulümlerinden ötürü de
“bu bir sihirbaz, bir yalancıdır, dediler.”
Kanaatlerine göre onun suçu da şuydu:
#
{5} وذنبُهُ عندَهم أنَّه {جعل الآلهة إلهاً واحداً}؛ أي: كيف ينهى عن اتِّخاذ الشركاء والأنداد ويأمُرُ بإخلاص العبادة لله وحده؟! {إنَّ هذا}: الذي جاء به {لشيءٌ عُجابٌ}؛ أي: يقضى منه العجب لبطلانِهِ وفسادِهِ عندهم.
5. Yani nasıl olur da Allah’a eş ve ortak koşmayı engeller ve ibadeti yalnızca Allah’a ihlâsla yapmayı emreder?
“Bu” onun getirdiği “gerçekten çok şaşılacak bir şey!” Kendilerince bu, batıl ve tutarsız bir şey olduğundan dolayı hayreti gerektiren bir husustur.
#
{6} {وانطَلَقَ الملأ منهم}: المقبولُ قولُهم، محرِّضينَ قومَهم على التمسُّك بما هم عليه من الشرك. {أنِ امْشوا واصبِروا على آلِهَتِكُم}؛ أي: استمرَّوا عليها وجاهدوا نفوسَكم في الصبر عليها وعلى عبادتها، ولا يردُّكم عنها رادٌّ، ولا يصدَّنَّكم عن عبادتها صادٌّ. {إنَّ هذا}: الذي جاء به محمدٌ من النهي عن عبادتها {لشيءٌ يُرادُ}؛ أي: يُقْصَدُ؛ أي: له قصدٌ ونيةٌ غير صالحة في ذلك، وهذه شبهةٌ لا تَروج إلاَّ على السُّفهاء؛ فإنَّ مَنْ دعا إلى قول حقٍّ أو غير حقٍّ لا يُرَدُّ قولُه بالقدح في نيَّتِهِ؛ فنيَّتُهُ وعملُه له، وإنَّما يُرَدُّ بمقابلتِهِ بما يُبْطِلُهُ ويفسِدُهُ من الحُجج والبراهين، وهم قصدُهم أنَّ محمداً ما دعاكم إلى ما دعاكم إلاَّ ليرأس فيكم ويكونَ معظَّماً عندكم متبوعاً.
6.
“Onlardan ileri gelenler” sözleri kabul edilenler,
kavimlerini izlemekte oldukları şirke sımsıkı yapışmaya teşvik ederek: “şöyle dediler: Yürüyün ve ilâhlarınıza (bağlılıkta) direnin!” Onlardan ayrılmayın, bağlılığınızı sürdürün. Bunlara bağlı kalma ve ibadeti sürdürme konusunda nefsinize karşı mücadele edin. Hiçbir şey size engel olmasın, hiçbir kimse sizleri onlara ibadetten alıkoymasın.
“Şüphesiz bu” Muhammed’in getirdiği ve onlara ibadet etmeyi alıkoyan daveti
“(art) niyetli bir şeydir.” Yani o, bu konuda iyi olmayan bir niyet ve maksat taşımaktadır.
Ancak bu, sadece akılsız kimseler tarafından kabul edilebilecek bir şüphedir. Çünkü hak olsun veya olmasın bir görüşün kabul edilmesine davet eden kimsenin görüşü, onun niyeti ileri sürülerek reddedilemez. Çünkü onun niyeti ve ameli kendisinedir. Böyle birisinin görüşü ancak onun kanaatini çürüten delil ve belgeler ile reddedilir.
Onların maksatları da şuydu: Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in size yaptığı çağrının asıl sebebi, size başkan olmak, sizin tarafınızdan saygı görmek ve kendisine uymanızı sağlamaktır.
#
{7} {ما سمعنا بهذا}: القول الذي قاله والدين الذي دعا إليه {في الملَّةِ الآخرةِ}؛ أي: في الوقت الأخير، فلا أدْرَكْنا عليه آباءنا، ولا آباؤنا أدركوا آباءهم عليه؛ فامضوا على الذي مضى عليه آباؤكم؛ فإنَّه الحقُّ، وما هذا الذي دعا إليه محمدٌ إلاَّ اختلاقٌ اخْتَلَقَهُ وكذبٌ افتراه. وهذه أيضاً شبهةٌ من جنس شبهتهم الأولى؛ حيث ردُّوا الحقَّ بما ليس بحجَّة لردِّ أدنى قول، وهو أنَّه قولٌ مخالف لما عليه آباؤهم الضالُّون؛ فأين في هذا ما يدلُّ على بطلانه؟!
7.
“Biz son dinde/dönemde de” onun söylediği bu sözleri ve kendisine davet ettiği bu dini
“işitmedik.” Yani son dönemlerde biz böyle bir şeyi işitmedik. Atalarımızdan da bunu duymadık. Atalarımız da kendi atalarından böyle bir şey işitmemişlerdi. O halde atalarımızın izlediği yolu izlemeye devam edin. Çünkü gerçek budur. Muhammed’in kendisine davet ettiği şey ise kendisinin uydurduğu bir yalandan başka bir şey değildir.
Bu da aynı şekilde önceki şüpheleri türünden bir şüphedir. Çünkü hakkı, en sıradan bir söze karşı dahi delil gösterilemeyecek bir şekilde reddetmeye kalkışmışlardır. Zira onların gerekçeleri, bunun sapık atalarının izledikleri yola aykırı bir söz olmasıdır. Peki, bu iddiada onun getirdiği sözün batıl olduğuna delil teşkil edecek ne vardır?
#
{8} {أأُنزِلَ عليه الذِّكْرُ من بيننا}؛ أي: ما الذي فضَّله علينا حتى ينزل الذِّكْر عليه من دوننا ويخصَّه الله به؟! وهذه أيضاً شبهةٌ، أين البرهانُ فيها على ردِّ ما قاله؟ وهل جميع الرسل إلاَّ بهذا الوصف؟! يمنُّ الله عليهم برسالته ويأمُرُهم بدعوة الخلق إلى الله. ولهذا؛ لما كانت هذه الأقوالُ الصادرةُ منهم لا يَصْلُحُ شيءٌ منها لردِّ ما جاء به الرسول؛ أخبر تعالى من أين صَدَرَتْ، وأنَّهم {في شكٍّ من ذِكْري}: ليس عندَهم علمٌ ولا بيِّنةٌ، فلما وقعوا في الشكِّ وارتَضَوا به وجاءهم الحقُّ الواضحُ وكانوا جازمين بإقامتهم على شكِّهم؛ قالوا ما قالوا من تلك الأقوال لدفع الحقِّ، لا عن بيِّنة من أمرهم، وإنَّما ذلك من باب الائتفاكِ منهم. ومن المعلوم أنَّ مَنْ هو بهذه الصفة يتكلَّم عن شكٍّ وعنادٍ؛ فإنَّ قولَه غيرُ مقبول ولا قادح أدنى قدحٍ في الحقِّ، وأنَّه يتوجَّه عليه الذمُّ واللوم بمجرَّد كلامه، ولهذا توعَّدهم بالعذاب، فقال: {بل لَمَّا يَذوقوا عذابِ}؛ أي: قالوا هذه الأقوالَ وتجرَّؤوا عليها؛ حيث كانوا ممتَّعين في الدُّنيا، لم يصبْهم من عذاب الله شيءٌ؛ فلو ذاقوا عذابَه؛ لم يتجرَّؤوا.
8.
“Zikir/Kur'ân (biz dururken) aramızdan ona mı indirildi?” Yani onun bize üstünlüğü ne ki biz dururken Zikir onun üzerine indirilsin ve Allah bunu özellikle ona versin?!
Bu da yersiz bir şüphedir. Bu Zikri getirenin sözlerini reddetmeye delil olacak taraf neresidir bu sözlerin? Bütün peygamberlerin vasfı da zaten bu değil midir? Yüce Allah, risaletini onlara lütfeder ve insanları Allah’ın yoluna davet etmeyi emreder.
Onların bu sözleri, hiçbir şekilde peygamberin getirdiğini reddetmeye elverişli sözler olmadığından dolayı Allah,
bu sözlerin hangi kaynaktan beslendiğini söz konusu etmekte ve bunu şöyle açıklamaktadır: “Hayır, onlar Benim Zikrimden yana şüphe içindedirler” yani bu konuda herhangi bir delilleri ve belgeleri yoktur.
Onlara şüpheye düşüp bu şüpheye razı olduklarından, apaçık hak kendilerine geldiğinde de yine şüpheleri üzerinde kalmayı ısrarla sürdürdüklerinden dolayı onlar, herhangi bir delile dayalı olmaksızın hakkı çürütmek maksadı ile bu sözleri söylediler ki bu sözleri ancak iftira ve uydurmadan ibaretti. Bilindiği üzere bu vasfa sahip olan kimse, şüphe ve inattan hareketle konuşur. O nedenle de böyle konuşan bir kimsenin sözleri makbul değildir ve hakka karşı onların bu sözleri en ufak bir tenkit ciddiyetine sahip olamaz. Sadece bu sözleri dolayısı ile yerilmeyi ve kınanmayı gerekirhak ederler. Bundan dolayı Allah,
onları azaba uğrayacaklarını belirterek şöyle tehdit etmektedir:
“Hayır, onlar henüz azabımı tatmadılar.” Onların bu sözleri söyleme cesaretini göstermelerinin sebebi henüz dünyada dünya nimetleri ile faydalanıyor olmaları ve Allah’ın azabından onlara herhangi bir şeyin isabet etmemiş olmasıdır. Eğer O’nun azabını tadacak olurlarsa böyle sözler söyleme cesaretini gösteremezler.
#
{9} {أم عِندَهُم خزائنُ رحمةِ ربِّك العزيز الوهَّاب}: فيعطون منها مَنْ شاؤوا ويمنعونَ منها مَن شاؤوا؛ حيث قالوا: {أأنزِلَ عليه الذِّكْرُ مِن بَيْنِنا}؛ أي: هذا فضلُه تعالى ورحمتُه، وليس ذلك بأيديهم حتى يتجرؤوا على الله.
9. O’nun rahmet hazinelerine onlar mı sahiptir ki bu hazinelerden dilediklerini dilediklerine verirler ve dilediklerini de dilediklerine vermezler.
Çünkü onlar: “Zikir/Kur'ân (biz dururken) aramızdan ona mı indirildi?” demişlerdir. Yani bu, Allah’ın lütuf ve rahmetidir. Onların ellerinde olan bir şey değildir ki Allah’a karşı bu tür sözler söyleme cesaretini gösterebilsinler.
#
{10} {أم لهم مُلْكُ السمواتِ والأرض وما بينَهما}: بحيثُ يكونون قادرين على ما يريدون، {فَلْيَرْتَقوا في الأسبابِ}: الموصلة لهم إلى السماء، فيقطعوا الرحمةَ عن رسول الله! فكيف يتكلَّمون وهم أعجزُ خلق الله وأضعفُهم بما تكلَّموا به؟!
10.
“Yahut göklerin, yerin ve onların aralarında olanların hükümranlığı” istediklerini yapmaya güç yetirebilecekleri şekilde
“onların mı? O halde” kendilerini semaya ulaştırabilecek
“sebeplere yapışıp (göğe) yükselsinler” de Allah Rasûlünden rahmeti kesiversinler.
Onlar, Allah’ın yarattıklarının en âcizleri ve en zayıfları oldukları halde nasıl böyle sözler söyleyebiliyorlar?
#
{11} أم قصدُهم التحزُّب والتجنُّد والتعاون على نصر الباطل وخذلان الحقِّ، وهو الواقعُ؛ فإنَّ هذا المقصودَ لا يتمُّ لهم، بل سعيُهم خائبٌ، وجندُهم مهزومٌ، ولهذا قال: {جندٌ ما هنالك مهزومٌ من الأحزابِ}.
11. Yoksa maksatları, batılın zaferi ve hakkın yenilgisi için birleşmek ve bölük bölük ordu haline gelerek birbirleri ile yardımlaşmak mı? Olan da budur; fakat bu maksatları asla gerçekleşmeyecektir. Aksine bu konudaki çabaları hüsran ile sonuçlanacaktır.
Orduları da yenilgiye uğratılacaktır: “Halbuki onlar, (peygambere karşı birleşen) birliklerden oluşmuş ve işte şurada yenilgiye uğrayacak bir ordudur.”
{كَذَّبَتْ قَبْلَهُمْ قَوْمُ نُوحٍ وَعَادٌ وَفِرْعَوْنُ ذُو الْأَوْتَادِ (12) وَثَمُودُ وَقَوْمُ لُوطٍ وَأَصْحَابُ الْأَيْكَةِ أُولَئِكَ الْأَحْزَابُ (13) إِنْ كُلٌّ إِلَّا كَذَّبَ الرُّسُلَ فَحَقَّ عِقَابِ (14) وَمَا يَنْظُرُ هَؤُلَاءِ إِلَّا صَيْحَةً وَاحِدَةً مَا لَهَا مِنْ فَوَاقٍ (15)}.
12- Onlardan önce Nûh’un kavmi, Âd ve kazıklar sahibi Firavun
(peygamberlerini) yalanladılar.
13- Semud, Lût kavmi ve Eyke halkı da. İşte onlar
(peygamberlere karşı birleşen) birliklerdir.
14- Onların her biri rasûlleri yalanladılar. Bu sebeble de azabım
(onlara) hak oldu.
15- Bunların işi ancak geri çevrilmesi mümkün olmayan tek bir bir çığlığa bakar.
#
{12 ـ 15} يحذِّرُهم تعالى أن يَفْعَلَ بهم ما فعل بالأمم من قبلهم، الذين كانوا أعظم قوَّةً منهم وتحزُّباً على الباطل. {قومُ نوح وعادٌ}: قوم هود وفرعونُ ذي الأوتادِ؛ أي: الجنود العظيمة والقوَّة الهائلة، {وثمودُ}: قوم صالح، {وقومُ لوطٍ وأصحابُ الأيْكَةِ}؛ أي: الأشجار والبساتين الملتفَّة، وهم قوم شعيب. {أولئك الأحزابُ}: الذين اجتمعوا بقوَّتهم وعَددِهِم وعُدَدِهِم على ردِّ الحقِّ، فلم تُغْنِ عنهم شيئاً {إن كُلٌّ}: من هؤلاء {إلاَّ كَذَّبَ الرُّسُلَ فحقَّ}: عليهم {عقاب}: الله، وهؤلاء ما الذي يطهِّرهم ويزكِّيهم أن لا يُصيبَهم ما أصاب أولئك؟! فلينتظروا {صيحة واحدة ما لها من فَواقٍ}؛ أي: من رجوع وردٍّ، تهلِكُهم، وتستأصِلُهم إن أقاموا على ما هم عليه.
12. Yüce Allah, onları kendilerinden önceki ümmetlere yaptığını yapmakla karşı karşıya kalmaktan sakındırmaktadır. Kendilerinden önceki ümmetler bunlardan daha güçlü, batıla karşı birleşmeleri daha çetin idi. Bunlar
“Nuh’un kavmi” Hûd aleyhissalam’ın kavmi olan
“Âd ve kazıklar sahibi” yani pek büyük orduların ve dehşet verici gücün sahibi
“Firavun” idi.
13. Salih’in kavmi “Semûd, Lût kavmi ve” Şuayb aleyhisselam’ın kavmi olan birbirine sarmaş dolaş olmuş ağaç ve bahçelerin sahipleri olan
“Eyke halkı da” yalanlamışlardı.
“İşte onlar” güçleri ile, araç ve gereçleri ile hakkı reddetmek üzere bir araya gelmiş
“birliklerdir.” Fakat bütün bunların kendilerine hiçbir faydası olmamıştır.
14.
“Onların” bu kavimlerin “her biri rasûlleri yalanladılar. Bu sebeble de azabım” Allah’ın azabı onlara “hak oldu.”
Peki, bu sözü geçen kavimlere gelen musibetlerin, bunların da başına gelmesini önleyecek ve bu musibetlerden onları kurtaracak ne özellikleri var?
15. Eğer bunlar bu izledikleri yollarını sürdürecek olurlarsa kendilerini helâk edip kökten imha edecek olan bir musibeti beklesinler.
{وَقَالُوا رَبَّنَا عَجِّلْ لَنَا قِطَّنَا قَبْلَ يَوْمِ الْحِسَابِ (16) اصْبِرْ عَلَى مَا يَقُولُونَ}.
16-
Dediler ki: “Rabbimiz! (Azaptan) payımızı bize hesap gününden önce (bu dünyada) hemen ver.”
#
{16} أي: قال هؤلاءِ المكذِّبون من جَهْلِهِم ومعانَدَتِهِم الحقَّ مستعجلين للعذاب: {ربَّنا عَجِّلْ لنا قِطَّنا}؛ أي: قِسْطَنا وما قسم لنا من العذابِ عاجلاً {قبلَ يوم الحسابِ}: ولجُّوا في هذا القول، وزعموا أنَّك يا محمدُ إن كنتَ صادقاً؛ فعلامةُ صدقِكَ أن تأتينا بالعذاب.
16. Bu yalanlayıcılar, cahilliklerinden ve hakka karşı cahilce inatlaşmalarından ötürü azabın çabucak gelmesini isteyerek
“dediler ki: Rabbimiz! (Azaptan) payımızı bize hesap gününden önce” daha dünyada iken derhal
“ver!”
Onlar, bu sözlerinde direttiler. Ve “Eğer sen doğru sözlü isen, doğruluğunun bir alâmeti olarak gelecek olan o azabı çabucak getir”, dediler.
Buna karşılık Yüce Allah da rasûlüne şunu emretmektedir:
#
{17} فقال لرسوله: {اصْبِرْ على ما يَقولونَ}: كما صبر مَنْ قَبْلَكَ من الرُّسل؛ فإنَّ قولَهم لا يضرُّ الحقَّ شيئاً، ولا يضرُّونك في شيءٍ، وإنَّما يضرُّون أنفسَهم.
17. Senden önceki peygamberlerin sabrettiği gibi sen de
“onların söylediklerine sabret.” Çünkü sözlerinin hakka bir zararı yoktur. Sana da bir zarar veremezler. Onlar ancak kendilerine zarar vermektedirler.
{وَاذْكُرْ عَبْدَنَا دَاوُودَ ذَا الْأَيْدِ إِنَّهُ أَوَّابٌ (17) إِنَّا سَخَّرْنَا الْجِبَالَ مَعَهُ يُسَبِّحْنَ بِالْعَشِيِّ وَالْإِشْرَاقِ (18) وَالطَّيْرَ مَحْشُورَةً كُلٌّ لَهُ أَوَّابٌ (19) وَشَدَدْنَا مُلْكَهُ وَآتَيْنَاهُ الْحِكْمَةَ وَفَصْلَ الْخِطَابِ (20)}.
17- Onların söylediklerine sabret ve güçlü kulumuz Davud’u hatırla! Çünkü o,
(Allah'a) çokça yönelen biri idi.
18- Biz dağları amade kıldık da onlar akşam ve kuşluk vakti onunla birlikte tesbih ederlerdi.
19- Toplu haldeki kuşları da… Her birisi yalnız ona yönelirdi.
20- Onun hükümranlığını pekiştirdik. Ona hikmeti ve hakkı batıldan ayıracak şekilde konuşup hükmetme kabiliyetini verdik.
#
{17} لمَّا أمر الله رسولَه بالصبر على قومه؛ أمَرَه أن يستعينَ على الصبر بالعبادةِ لله وحدَه، ويتذكَّرَ حال العابدين؛ كما قال في الآية الأخرى: {فاصْبِرْ على ما يَقولونَ وسَبِّحْ بِحَمْدِ ربِّكَ قبلَ طُلوع الشمسِ وقبلَ غُروبها}. ومن أعظم العابدين نبيُّ الله داود عليه الصلاة والسلام، ذو {الأيْدِ}؛ أي: القوة العظيمة على عبادةِ الله تعالى في بدنِهِ وقلبِهِ. {إنَّه أوَّابٌ}؛ أي: رجاعٌ إلى الله في جميع الأمور بالإنابة إليه بالحبِّ والتألُّه والخوف والرجا وكثرَةِ التضرُّع والدُّعاء، رجاعٌ إليه عندما يقعُ منه بعض الخلل بالإقلاع والتوبة النَّصوح.
17. Allah, Rasûlüne kavminin yaptıklarına karşı sabretmeyi emretmekle birlikte sabredebilmek için yalnızca Yüce Allah’a ibadet etmekten ve gerçek ibadet edenlerin durumunu hatırlamaktan yardım almasını da emretmektedir. Nitekim bir başka âyet-
i kerimede de şöyle buyurmaktadır: “O halde söylediklerine sabret, güneşin doğmasından ve batmasından önce Rabbini hamd ile tesbih et.” (Tâhâ, 20/130)
Allah’a ibadet edenlerin en büyüklerinden birisi de Allah’ın peygamberi Davud aleyhisselam’dır. O
“güçlü” bedeni ve kalbi itibari ile Yüce Allah’a ibadet üzere büyük güç sahibi bir “kulumuz” idi.
“Çünkü o” bütün işlerinde Allah’a “çokça yönelen biri idi.” Allah’ı severek, O’na bağlanarak, O’ndan korkarak, O’ndan umarak, O’na çokça yalvarıp yakararak, dua ederek Allah’a çokça yönelmekte idi.
Aynı zamanda yaptığı bazı hatalardan vazgeçerek ve samimi olarak tevbe ederek de Allah’a çokça dönen birisi idi.
#
{18 ـ 19} ومن شدة إنابته لربِّه وعبادتِهِ أن سَخَّرَ الله الجبال معه تسبِّحُ معه بحمدِ ربِّها {بالعشيِّ والإشراقِ}: أول النهار وآخره، {و} سخَّر {الطيرَ محشورةً}: معه مجموعةً. {كلٌّ}: من الجبال والطير {له} تعالى {أوابٌ}: امتثالاً لقوله تعالى: {يا جبالُ أوِّبي معه والطير}: فهذه منَّةُ الله عليه بالعبادة.
18-19. Onun, Rabbine çokça yönelişinin ve çokça ibadet edişinin bir sonucu olarak Yüce Allah, dağları onunla birlikte Rablerini hamd ile tesbih edecek şekilde amade kılmıştı.
Ayrıca onunla birlikte
“toplu haldeki kuşları da” amade kılmıştık.
“Her birisi” dağlar da kuşlar da
“yalnız ona” Yüce Allah’a
“yönelirdi.” Çünkü bunlar Yüce Allah’ın:
“Ey dağlar, siz de onunla tesbih edin ve ey kuşlar siz de!” (Sebe, 34/10) buyruğuna uyarak bu tesbihi yapıyorlardı.
İşte bu, Yüce Allah’ın ona, kendisine ibadeti hususunda bir lütfu idi.
Daha sonra Yüce Allah,
ona ihsan etmiş olduğu pek büyük hükümdarlık lütfunu da söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{20} ثم ذكر منَّته عليه بالملك العظيم، فقال: {وشَدَدْنا مُلْكَه}؛ أي: قوَّيْناه بما أعطيناه من الأسباب وكثرة العَدَدِ والعُدَدِ التي بها قوَّى اللهُ ملكَه. ثم ذكر مِنَّتَه عليه بالعلم، فقال: {وآتَيْناه الحكمةَ}؛ أي: النبوَّة والعلم العظيم {وفصلَ الخطابِ}؛ أي: الخصومات بين الناس.
20.
“Onun hükümranlığını pekiştirdik.” Bu hususta ona vermiş olduğumuz sebepler ile Yüce Allah’ın kendileri vasıtası ile mülkünü sağlamlaştırdığı araç ve gereçlerin çokluğu ile ona güç verdik.
Daha sonra Yüce Allah, ona ilmi de lütuf ve ihsan etmiş olduğunu belirterek
“ona hikmeti” nübüvveti ve pek büyük bilgiyi
“ve” insanlar arasındaki anlaşmazlıklarda/davalarda “hakkı batıldan ayıracak şekilde konuşup hükmetme kabiliyetini verdik.”
{وَهَلْ أَتَاكَ نَبَأُ الْخَصْمِ إِذْ تَسَوَّرُوا الْمِحْرَابَ (21) إِذْ دَخَلُوا عَلَى دَاوُودَ فَفَزِعَ مِنْهُمْ قَالُوا لَا تَخَفْ خَصْمَانِ بَغَى بَعْضُنَا عَلَى بَعْضٍ فَاحْكُمْ بَيْنَنَا بِالْحَقِّ وَلَا تُشْطِطْ وَاهْدِنَا إِلَى سَوَاءِ الصِّرَاطِ (22) إِنَّ هَذَا أَخِي لَهُ تِسْعٌ وَتِسْعُونَ نَعْجَةً وَلِيَ نَعْجَةٌ وَاحِدَةٌ فَقَالَ أَكْفِلْنِيهَا وَعَزَّنِي فِي الْخِطَابِ (23) قَالَ لَقَدْ ظَلَمَكَ بِسُؤَالِ نَعْجَتِكَ إِلَى نِعَاجِهِ وَإِنَّ كَثِيرًا مِنَ الْخُلَطَاءِ لَيَبْغِي بَعْضُهُمْ عَلَى بَعْضٍ إِلَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَقَلِيلٌ مَا هُمْ وَظَنَّ دَاوُودُ أَنَّمَا فَتَنَّاهُ فَاسْتَغْفَرَ رَبَّهُ وَخَرَّ رَاكِعًا وَأَنَابَ (24) فَغَفَرْنَا لَهُ ذَلِكَ وَإِنَّ لَهُ عِنْدَنَا لَزُلْفَى وَحُسْنَ مَآبٍ (25) يَادَاوُودُ إِنَّا جَعَلْنَاكَ خَلِيفَةً فِي الْأَرْضِ فَاحْكُمْ بَيْنَ النَّاسِ بِالْحَقِّ وَلَا تَتَّبِعِ الْهَوَى فَيُضِلَّكَ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ إِنَّ الَّذِينَ يَضِلُّونَ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ لَهُمْ عَذَابٌ شَدِيدٌ بِمَا نَسُوا يَوْمَ الْحِسَابِ (26)}.
21- Sana o davacıların haberi ulaştı mı? Hani onlar, duvarı tırmanarak
(Davud’un) ibadet yerine inmişlerdi.
22- Onlar Davud’un yanına
(ansızın) girince o onlardan korktu.
Onlar da şöyle dediler: “Korkma! Biz, iki davacıyız. Birimiz diğerine haksızlık etti. O nedenle aramızda hak ile hükmet, zulme sapma ve bize doğru yolu göster.”
23-
“Bu, benim kardeşimdir. Onun doksan dokuz koyunu var. Benim ise bir koyunum var. O: ‘O koyunu da bana ver’, dedi ve konuşmada beni bastırdı.”
24-
Dedi ki: “Andolsun o, senin koyununu koyunlarına katmayı istemekle sana zulmetmiş. Ortakların birçoğu, hiç şüphesiz birbirlerine haksızlık ederler. Ancak iman eden ve salih ameller işleyenler hariç; ama böyleleri de ne kadar azdır!” Bunun üzerine Davud, bizim kendisini imtihan ettiğimizi anladı. Hemen Rabbinden mağfiret diledi, secdeye kapandı ve
(tevbe ederek Allah'a) yöneldi.
25- Biz de onun bu mağfiret dileğini kabul ettik. Şüphesiz onun nezdimizde bir yakınlığı ve güzel bir dönüş yeri vardır.
26- Ey Davud! Biz, seni yeryüzünde bir halife kıldık. O halde insanlar arasında hak ile hükmet ve hevâya uyma! Yoksa o, seni Allah’ın yolundan saptırır. Allah’ın yolundan sapanlara ise hesap gününü unuttuklarından dolayı şiddetli bir azap vardır.”
#
{21} لما ذكر تعالى أنَّه آتى نبيَّه داود الفصل في الخطاب بين الناس، وكان معروفاً بذلك مقصوداً؛ ذَكَرَ تعالى نبأ خصمينِ اختصما عنده في قضيَّةٍ جعلهما الله فتنةً لداود وموعظةً لخلل ارتَكَبَهُ، فتاب الله عليه وغَفَرَ له وقيَّضَ له هذه القضيَّة، فقال لنبيِّه محمدٍ - صلى الله عليه وسلم -: {وهل أتاك نبأُ الخصم}: فإنَّه نبأ عجيبٌ، {إذ تَسَوَّروا}: على داود {المحرابَ}؛ أي: محلَّ عبادتِهِ من غير إذنٍ ولا استئذانٍ، ولم يدخُلوا عليه مع باب.
21. Yüce Allah, peygamberi Davud aleyhisselam’a insanlar arasında hakkı batıldan ayırt edici şekilde konuşup hükmetmeyi ihsan etmiş olduğunu, onun bu özelliği ile tanınıp bu sebepten ona başvurulduğunu söz konusu ettikten sonra Davud aleyhisselam’a bir sınama ve işlemiş olduğu bir hata dolayısı ile bir öğüt kıldığı husus hakkında, huzurunda davalaşan iki davacının haberini söz konusu etmektedir.
Bu hatası dolayısı ile de Yüce Allah, onun tevbesini kabul etmiş ve günahını bağışlamıştır. İşte bu maksatla böyle bir dava ile ona başvurulması imkânını hazırlamıştır.
Peygamberi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e hitaben şöyle buyurmaktadır:
“Sana o hasımların haberi ulaştı mı?” Çünkü o, gerçekten hayret edilecek bir haberdir.
“Hani onlar duvarı tırmanarak” Davud’un
“ibdet yerine inmişlerdi.” İbadet ettiği yere izin istemeksizin girmişlerdi.
#
{22} فلذلك لما دَخَلوا عليه بهذه الصورةِ؛ فَزِعَ منهم وخاف، فقالوا له: نحن خصمانِ؛ فلا تخفْ، {بغى بعضُنا على بعضٍ}: بالظلم، {فاحْكُم بينَنا بالحقِّ}؛ أي: بالعدل ولا تَمِلْ مع أحدِنا، {ولا تُشْطِطْ واهْدِنا إلى سواءِ الصِّراطِ}.
22. Bu iki davacı, onun yanına kapıdan girmemişlerdi. Davud aleyhisselam onun yanına izinsiz girmiş olduklarını görünce onlardan korktu.
Onlar da kendisine: “Korkma” biz “iki davacıyız. Birimiz diğerine haksızlık” zulüm
“etti. O nedenle aramızda hak ile” adaletle
“hükmet.” Ve birimizin hakkını alıp ötekine vererek “zulme sapma ve bize doğru yolu göster, dediler.”
Yani bu iki davacının amacı, sadece hakkın açıkça ortaya çıkması idi. Durum bundan ibaret olunca onlar da kendi durumlarını dosdoğru anlatacaklardı. O nedenle de Allah’ın peygamberi Davud aleyhisselam kendisine verdikleri korkudan dolayı rahatsız olmadı ve onları azarlamadı.
Onlardan biri şöyle dedi:
#
{23} والمقصود من هذا أن الخصمين قد عُرِفَ أنَّ قصدَهما الحقُّ الواضحُ الصرفُ، وإذا كان ذلك؛ فسيقصُّون عليه نبأهم بالحقِّ، فلم يشمئزَّ نبيُّ الله داود من وعِظِهما له ولم يؤنِّبْهما، فقال أحدُهما: {إنَّ هذا أخي}: نصَّ على الأخوَّة في الدين أو النسب أو الصداقة؛ لاقتضائِها عدم البغي، وأن بغيَه الصادرَ منه أعظمُ من غيره، {له تسعٌ وتسعون نعجةً}؛ أي: زوجة، وذلك خير كثيرٌ يوجِبُ عليه القناعة بما آتاه الله، {ولي نعجةٌ واحدةٌ}، فطمع فيها، {فقال أكْفِلْنيها}؛ أي: دعها لي وخَلِّها في كفالتي، {وعَزَّني في الخطاب}؛ أي: غلبني في القول، فلم يزلْ بي حتى أدركها أو كادَ.
23.
“Bu benim kardeşimdir” sözü ya din ya nesep itibari ile yahut da samimi arkadaşlıkları dolayısı ile kardeş olduklarını ortaya koyan bir ifadedir. Bu kardeşlik, birbirlerine haksızlık etmemelerini gerektirmektedir ve böyle bir kardeşten görülecek bir haksızlık ise başkasının haksızlığından daha büyüktür.
“Onun doksan dokuz koyunu vardır.” Burada koyundan kasıt hanımdır. Bu ise büyük bir hayırdır ve böyle bir kimsenin Allah’ın kendisine verdikleri ile kanaat etmesi gerekir.
“Benim ise bir koyunum var” o, ona da göz dikerek
“O koyunu da bana ver” onu da bana bırak ve o da benim himayeme girsin
“dedi ve konuşmada beni bastırdı.” Yani bu maksadını gerçekleştirinceye yahut gerçekleştirecek noktaya gelinceye kadar bu ısrarlı sözlerini sürdürdü ve lafta beni yendi.
Davud aleyhisselam onun bu sözlerini işitince aralarında hükmünü verdi. Onların biraz önce nakledilen sözlerinden de anlaşıldığı üzere bu olay, o şahsın anlattığı gibi cereyan etmiştir. Bundan dolayı diğeri konuşma gereğini dahi duymamıştır.
O halde herhangi bir kimsenin itiraz ederek: Davud aleyhisselam diğer davacının sözünü dinlemeden niye hüküm vermiştir?, demesinin bir anlamı yoktur.
Onun verdiği hükme gelince o,
şöyleydi:
#
{24} فقال داود لما سمع كلامَه، ومن المعلوم من السياق السابق من كلامِهِما أنَّ هذا هو الواقع؛ فلهذا لم يحتج أن يتكلَّم الآخرُ؛ فلا وجهَ للاعتراض بقول القائل: لِمَ حَكَمَ داودُ قبل أن يسمعَ كلام الخصم الآخر؟ {لقد ظَلَمَكَ بسؤال نعجتِكَ إلى نعاجِهِ}: وهذه عادةُ الخُلَطاء والقرناءِ الكثير منهم، فقال: {وإنَّ كثيراً من الخُلَطاءِ لَيَبْغي بعضُهم على بعضٍ}: لأنَّ الظُّلم من صفة النفوس {إلاَّ الذين آمنوا وعملوا الصالحاتِ}: فإنَّ ما مَعَهم من الإيمان والعمل الصالح يمنعُهم من الظُّلم، {وقليلٌ ما هم}؛ كما قال تعالى: {وقليلٌ من عِبادي الشَّكُورُ}. {وظنَّ داودُ}: حين حَكَمَ بينَهما {أنَّما فَتَنَّاهُ}؛ أي: اختبرناه ودبَّرْنا عليه هذه القضيةَ ليتنبَّهَ، {فاسْتَغْفَرَ ربَّه}: لما صدر منه، {وخَرَّ راكعاً}؛ أي: ساجداً، {وأناب}: لله تعالى بالتوبة النصوح والعبادة.
24. İşte ortakların, birlikte bulunanların pek çoğunun âdeti ve durumu budur.
Bundan dolayı sözlerini şöyle sürdürmüştür:
“Ortakların birçoğu, hiç şüphesiz birbirlerine haksızlık ederler.” Çünkü zulüm, nefislerin bir vasfıdır.
“Ancak iman eden ve salih ameller işleyenler hariç.” Çünkü onların sahip oldukları iman ve salih amel kendilerini zulmetmekten alıkoyar.
“Ama böyleleri de ne kadar azdır!” Nitekim Yüce Allah ,
bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Kullarımdan şükredenler pek azdır.” (Sebe, 34/13)
“Bunun üzerine” aralarında hüküm verdikten sonra
“Davud bizim kendisini imtihan ettiğimizi” onu sınadığımızı ve uyanıp kendisine gelmesi için böyle bir dava ile karşı karşıya kalmasını sağladığımızı
“anladı. Hemen” kendisinden sadır olanlar sebebi ile
“mağfiret diledi, secdeye kapandı ve” samimi tevbe ve ibadet ile Allah’a “yöneldi.”
#
{25} {فغفرنا له ذلك}: الذي صَدَرَ منه، وأكرمه الله بأنواع الكراماتِ، فقال: {وإنَّ له عندَنا لَزُلْفى}؛ أي: منزلة عالية وقربة منَّا، {وحسنَ مآبٍ}؛ أي: مرجع. وهذا الذنبُ الذي صَدَرَ من داود عليه السلام لم يَذْكُرْهُ الله لعدم الحاجةِ إلى ذكرِهِ؛ فالتعرُّضُ له من باب التكلُّف، وإنَّما الفائدةُ ما قصَّه الله علينا من لطفِهِ به وتوبتِهِ وإنابتِهِ وأنَّه ارتفع محلُّه فكان بعد التوبةِ أحسنَ منه قبلَها.
25.
“Biz de onun bu” ondan sadır olana dair
“mağfiret dileğini kabul ettik.” Yüce Allah, ayrıca ona çeşit çeşit lütuflar da ihsan etti.
Bu yüzden şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz onun nezdimizde bir yakınlığı” ve yüksek bir mevkii
“ve güzel bir dönüş yeri vardır.”
Davud aleyhisselam’dan sadır olan bu günahın ayrıca söz konusu edilmesine gerek olmadığından dolayı Yüce Allah onu zikretmemiştir. Bunun ne olduğunu anlamaya kalkışmak, gereksiz bir iştir. Burada anlatılmak istenen Yüce Allah’ın bize belirttiği üzere Allah’ın ona lütufta bulunduğu, onun da Yüce Allah’a tevbe edip döndüğü, mekânının yükseltildiği ve tevbeden sonra çok daha iyi ve mükemmel bir konuma yükseldiğidir.
#
{26} {يا داود إنَّا جَعَلْناكَ خليفةً في الأرض}: تنفِّذُ فيها القضايا الدينيَّةَ والدنيويَّةَ، {فاحْكُم بين الناسِ بالحقِّ}؛ أي: العدل، وهذا لا يتمكَّن منه إلا بعلم بالواجب وعلم بالواقع وقدرةٍ على تنفيذ الحقِّ، {ولا تَتَّبِع الهوى}: فتميل مع أحدٍ لقرابةٍ أو صداقةٍ أو محبةٍ أو بغضٍ للآخر، {فيضلَّك}: الهوى {عن سبيل الله}: ويخرِجَك عن الصراط المستقيم. {إنَّ الذين يَضِلُّون عن سبيل الله}: خصوصاً المتعمِّدين منهم {لهم عذابٌ شديدٌ بما نسوا يومَ الحسابِ}؛ فلو ذَكَروه ووقع خوفُهُ في قلوبِهِم؛ لم يَميلوا مع الهوى الفاتن.
26.
“Ey Davud! Biz seni yeryüzünde” dinî ve dünyevî hükümleri yürürlüğe koyan
“bir halife kıldık.”
“O halde insanlar arasında hak ile” adalet ile
“hükmet” Bu ise ancak olması gerekeni bilmekle, vakıayı bilmekle ve bir de hakkı uygulayabilecek güce sahip olmakla mümkün olur.
“ve hevâya uyma!” Yakınlık, arkadaşlık, birine duyulan muhabbet veya diğerine olan öfken ve kinin dolayısı ile kimseyi kayırmaya kalkışma!
“Yoksa o” hevâ “seni Allah’ın yolundan saptırır” ve dosdoğru yolun dışına çıkartır.
“Allah’ın yolundan sapanlara ise” özellikle de bunu kasten yapanlara
“hesap gününü unuttuklarından” hesap gününden gaflete düştüklerinden
“dolayı şiddetli bir azap vardır.”
Eğer o kimseler, bu günü akıllarından çıkarmaz ve kalplerine de o günün korkusu yerleşecek olursa hiçbir zaman fitneye düşüren hevalarının arkasına takılarak haktan sapmazlar.
{وَمَا خَلَقْنَا السَّمَاءَ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا بَاطِلًا ذَلِكَ ظَنُّ الَّذِينَ كَفَرُوا فَوَيْلٌ لِلَّذِينَ كَفَرُوا مِنَ النَّارِ (27) أَمْ نَجْعَلُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ كَالْمُفْسِدِينَ فِي الْأَرْضِ أَمْ نَجْعَلُ الْمُتَّقِينَ كَالْفُجَّارِ (28) كِتَابٌ أَنْزَلْنَاهُ إِلَيْكَ مُبَارَكٌ لِيَدَّبَّرُوا آيَاتِهِ وَلِيَتَذَكَّرَ أُولُو الْأَلْبَابِ (29)}
27- Biz; göğü, yeri ve ikisi arasındekileri boşuna yaratmadık. Bu, kâfirlerin zannıdır.
(Girecekleri cehennem) ateşinden dolayı vay o kâfirlerin haline!
28- Yoksa biz, iman eden ve salih ameller işleyenlerle yeryüzünde fesat çıkaranları yahut takvâ sahipleri ile günahkârları bir mi tutacağız
(sanıyorlar)?
29-
(Bu,) âyetlerini iyice düşünsünler ve olgun akıl sahipleri de öğüt alsın diye sana indirdiğimiz mübarek bir Kitaptır.
#
{27} يخبر تعالى عن تمام حكمتِهِ في خلقه السماواتِ والأرضَ، وأنَّه لم يخلُقْهما {باطلاً}؛ أي: عبثاً ولعباً من غير فائدةٍ ولا مصلحةٍ. {ذلك ظنُّ الذين كفروا}: بربِّهم حيث ظنُّوا ما لا يَليقُ بجلالِهِ. {فويلٌ للذين كَفَروا من النارِ}: فإنَّها التي تأخُذُ الحقَّ منهم وتَبْلُغُ منهم كلَّ مبلغ. وإنَّما خلق الله السماواتِ والأرض بالحقِّ وللحقِّ، فخلقهما لِيَعْلَمَ العبادُ كمالَ علمِهِ وقدرتِهِ وسعةَ سلطانه، وأنه تعالى وحدَه المعبودُ دون من لم يَخْلُقْ مثقال ذَرَّةٍ من السماواتِ والأرض، وأنَّ البعث حقٌّ، وسيفصِلُ الله بين أهل الخير والشرِّ، ولا يظنُّ الجاهل بحكمة الله أن يُسَوِّيَ الله بينهما في حكمه.
27. Yüce Allah, gökleri ve yeri yaratmaktaki eksiksiz hikmetini haber vermekte, onları boş yere yani faydasız, amaçsız, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadığını bildirmektedir.
“Bu, kâfirlerin” Rableri hakkındaki
“zannıdır.” Çünkü onlar, O’nun hakkında celal ve azametine yakışmayan zanlarda bulunurlar.
“(Girecekleri cehennem) ateşinden dolayı vay o kâfirlerin haline!” İşte onların haksızlıklarına karşı verilecek ceza ateş olacaktır. Ve bu azap onların her yanlarını kuşatacaktır.
Allah, gökleri ve yeri hak ile ve hak için yaratmıştır. Bu sayede kulları O’nun bilgisinin ve kudretinin kemalini, egemenliğinin genişliğini bilsinler diye var etmiştir.
Yegane mabudun yalnızca O olduğunu, göklerde ve yerde zerre ağırlığınca hiçbir şey yaratamamış varlıkların ibadete layık olmadıklarını anlasınlar, öldükten sonra dirilişin hak olduğunu, Allah’ın hayır ehli ile şer ehli arasında adil hükmünü vereceğini bilsinler, Allah’ın hikmetini bilmeyen cahiller de O’nun, vereceği hükümde bu iki tarafa eşit davranacağını sanmasınlar diye yaratmıştır.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{28} ولهذا قال: {أم نجعلُ الذين آمنوا وعَمِلوا الصالحاتِ كالمفسدينَ في الأرض أم نَجْعَلُ المتَّقينَ كالفجَّارِ}: هذا غيرُ لائقٍ بحكمتِنا وحكمِنا.
28. Böylesi, bizim hikmetimize de hükmümüz de yakışmaz.
#
{29} {كتابٌ أنزلناه إليك مبارَكٌ}: فيه خيرٌ كثيرٌ وعلمٌ غزيرٌ، فيه كلُّ هدى من ضلالة وشفاء من داء ونور يُسْتَضاء به في الظُّلمات، وكلُّ حكم يحتاج إليه المكلَّفون، وفيه من الأدلَّة القطعيَّة على كلِّ مطلوب ما كان به أجَلَّ كتاب طَرَقَ العالَمَ منذ أنشأه الله، {لِيَدَّبَّروا آياتِهِ}؛ أي: هذه الحكمة من إنزاله؛ ليتدبَّر الناسُ آياتِهِ، فيستخرِجوا علمَها، ويتأمَّلوا أسرارها وحِكَمَها؛ فإنَّه بالتدبُّر فيه والتأمُّل لمعانيه وإعادة الفكر فيها مرةً بعد مرةٍ تُدْرَكُ بركتُهُ وخيرُهُ، وهذا يدلُّ على الحثِّ على تدبُّرِ القرآن، وأنَّه من أفضل الأعمال، وأنَّ القراءة المشتملة على التدبُّرِ أفضل من سرعةِ التلاوةِ التي لا يحصُلُ بها هذا المقصودُ، {ولِيَتَذَكَّرَ أولو الألبابِ}؛ أي: أولو العقول الصحيحة، يتذكَّرون بتدبُّرهم لها كلَّ علم ومطلوب. فدَّل هذا على أنه بحسب لُبِّ الإنسان وعقله يحصُلُ له التذكُّر والانتفاعُ بهذا الكتاب.
29.
“(Bu)... sana indirdiğimiz mübarek” pek çok hayırlar ve pek büyük ilim ihtiva eden
“bir Kitaptır.” Her türlü sapıklıktan uzaklaştırıp hidâyete iletir ve her türlü hastalığa şifa ihtiva eder. O, karanlıklarda kendisinin aydınlığında yol alınan bir nurdur. Bu kitapta mükelleflerin gerek duyabileceği her türlü hüküm vardır. O, her bir maksada dair kati delilleri içerir. Sahip olduğu bu özellikler dolayısı ile o, Allah'ın dünyayı yarattığı günden beri gönderilmiş en üstün kitaptır.
“Âyetlerimi iyice düşünsünler…” yani bu Kitabın, indiriliş hikmeti budur. İnsanlar, onun âyetleri üzerinde iyice düşünsünler, o âyetlerdeki ilimleri çıkarsınlar, sırlarını ve hikmetlerini iyiden iyiye incelesinler. Bu Kitap üzerinde iyice düşünmek, anlamlarını tefekkür etmek, tekrar tekrar onun üzerinde fikir yürütmek sayesinde onun bereket ve hayırları elde edilir.
Bu buyruk, Kur’ân-ı Kerîm üzerinde düşünmeyi teşvik ettiği gibi bunun, amellerin en faziletlisi olduğuna, tefekkür içerisinde Kur’ân okumanın, bu maksadı gerçekleştirmeyen hızlıca okumadan daha faziletli olduğuna delildir.
“Olgun akıl sahipleri de öğüt alsın diye” yani sağlam akıl sahipleri, bu Kur’ân-ı Kerîm’in âyetleri üzerinde iyiden iyiye düşünerek her bir ilmi öğrenirler ve her bir maksada erişirler.
Bu buyruk da kişinin aklının mükemmelliği ve doğruluğu oranında bu Kitaptan öğüt alıp yararlanabileceğine delildir.
{وَوَهَبْنَا لِدَاوُودَ سُلَيْمَانَ نِعْمَ الْعَبْدُ إِنَّهُ أَوَّابٌ (30) إِذْ عُرِضَ عَلَيْهِ بِالْعَشِيِّ الصَّافِنَاتُ الْجِيَادُ (31) فَقَالَ إِنِّي أَحْبَبْتُ حُبَّ الْخَيْرِ عَنْ ذِكْرِ رَبِّي حَتَّى تَوَارَتْ بِالْحِجَابِ (32) رُدُّوهَا عَلَيَّ فَطَفِقَ مَسْحًا بِالسُّوقِ وَالْأَعْنَاقِ (33) وَلَقَدْ فَتَنَّا سُلَيْمَانَ وَأَلْقَيْنَا عَلَى كُرْسِيِّهِ جَسَدًا ثُمَّ أَنَابَ (34) قَالَ رَبِّ اغْفِرْ لِي وَهَبْ لِي مُلْكًا لَا يَنْبَغِي لِأَحَدٍ مِنْ بَعْدِي إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ (35) فَسَخَّرْنَا لَهُ الرِّيحَ تَجْرِي بِأَمْرِهِ رُخَاءً حَيْثُ أَصَابَ (36) وَالشَّيَاطِينَ كُلَّ بَنَّاءٍ وَغَوَّاصٍ (37) وَآخَرِينَ مُقَرَّنِينَ فِي الْأَصْفَادِ (38) هَذَا عَطَاؤُنَا فَامْنُنْ أَوْ أَمْسِكْ بِغَيْرِ حِسَابٍ (39) وَإِنَّ لَهُ عِنْدَنَا لَزُلْفَى وَحُسْنَ مَآبٍ (40)}.
30- Biz, Davud’a Süleyman’ı bahşettik. O, ne güzel kuldu! Çünkü o,
(Allah’a) çokça yönelen biri idi.
31- Hani ona akşam üzeri bir ayağını toynağı üzerinde dikerek duran safkan koşu atları sunulmuştu.
32-
O demişti ki: “Ben mal sevgisi yüzünden Rabbimi anmaktan geri kaldım.” Derken güneş gözden kayboldu.
33-
(O:) “Onları bana geri getirin.” (dedi). Sonra da boyunlarına ve ayaklarına vurmaya başladı.
34- Andolsun biz Süleyman’ı imtihandan geçirdik ve tahtı üzerine bir ceset bıraktık. Sonra o,
(tevbe ederek Allah'a) yöneldi.
35-
Dedi ki: “Rabbim! Beni bağışla ve bana benden sonra hiç kimseye nasip olmayacak bir hükümranlık ver! Çünkü Sen, bol bol ihsan edensin.”
36- Biz de emri ile istediği yere yumuşak bir şekilde esip giden rüzgarı onun emrine verdik.
37- Ve şeytanları,
(onlardan) her bir bina ustasını, dalgıçları ve;
38- Zincirlerle bağlı olan diğerlerini de
(onun emrine verdik).
39-
“İşte bu, Bizim bağışımızdır. Artık ister ver, ister (vermeyip) yanında tut; hesapsızdır.”
40- Şüphesiz onun, nezdimizde yakınlığı ve güzel bir dönüş yeri vardır.
#
{30} لما أثنى الله تعالى على داودَ وذَكَرَ ما جرى له ومنه؛ أثنى على ابنِهِ سليمانَ عليهما السلام، فقال: {ووَهَبْنا لداودَ سليمانَ}؛ أي: أنْعَمْنا به عليه وأقررْنا به عينَه. {نعم العبدُ}: سليمانُ عليه السلام، فإنَّه اتَّصف بما يوجب المدح، وهو {إنَّه أوابٌ}؛ أي: رجاعٌ إلى الله في جميع أحوالِهِ بالتألُّه والإنابة والمحبَّة والذِّكر والدُّعاء والتضرُّع والاجتهاد في مرضاة الله وتقديمها على كل شيءٍ.
30. Yüce Allah,
Davud aleyhisselam’dan övgü ile söz edip onun başından geçen olayları ve mazhar olduğu lütufları zikrettikten sonra oğlu Süleyman aleyhisselam’dan da övgü ile söz ederek şöyle buyurmaktadır:
“Biz Davud’a Süleyman’ı bahşettik.” Ona Süleyman’ı lütfederek ihsanda bulunduk ve onunla gözünü aydın ettik.
“O” Süleyman aleyhisselam “ne güzel kuldu!” Yani o, övülmeyi gerektiren sıfatlara sahipti.
“Çünkü o” bütün hallerinde Allah’a “çokça yönelen biri idi.” Gönülden O’na bağlı idi, hep O’na yöneliyordu. O’nu candan seviyor, O’nu anıyor, O’na dua ediyor, yalvarıp yakarıyordu.
O’nu razı edecek hususlarda bütün gayretini ortaya koyuyor, O’nun rızasını her şeyin önünde tutuyordu.
İşte bunun bir göstergesi de şu olaydır:
#
{31 ـ 33} ولهذا؛ لما عُرِضَتِ [عليه] الخيل الجياد السبق {الصافناتُ}؛ أي: التي من وصفها الصُّفونُ، وهو رفع إحدى قوائِمِها عند الوقوف، وكان لها منظرٌ رائقٌ وجمالٌ معجبٌ، خصوصاً للمحتاج إليها؛ كالملوك؛ فما زالتْ تُعْرَضُ عليه حتى غابتِ الشمس في الحجاب، فألهتْه عن صلاة المساءِ وذِكْرِهِ، فقال ندماً على ما مضى منه، وتقرُّباً إلى الله بما ألهاه عن ذكرِهِ، وتقديماً لحبِّ الله على حبِّ غيره: {إنِّي أحببتُ حُبَّ الخيرِ}: وضمَّنَ أحببتُ معنى آثرتُ؛ أي: آثرتُ حبَّ الخير الذي هو المالُ عموماً وفي الموضع المرادُ الخيل {عن ذِكْرِ ربِّي حتى تَوارَتْ بالحجابِ. ردُّوها عليَّ}: فردُّوها، {فطَفِقَ}: فيها {مسحاً بالسُّوقِ والأعناقِ}؛ أي: جعل يعقِرُها بسيفِهِ في سوقِها وأعناقها.
31. Süleyman’a, durdukları vakit tek ayağını tırnağı üzere dikip öbür ayakları üzerinde duran göz alıcı ve hoşa giden bir görünüşe sahip olan -özellikle de hükümdarlar gibi- bunlara ihtiyacı olan kimseler için önemli olan bu atlar, ona sunuldu. Derken güneş battı. Böylelikle bu atlar, onu akşam namazından ve akşam üzeri Allah’ı anmaktan oyalamış oldu.
32.
O da yaptığına pişman olarak ve kendisini Allah’ı anmaktan oyalayan şeyleri Allah’a feda etme niyeti ile Allah’ın sevgisini ve Allah’ı sevmeyi onlardan öne geçirerek dedi ki: “Ben mal sevgisi yüzünden Rabbimi anmaktan geri kaldım.”
Burada sevmek, tercih etmek manasınadır. Yani ben mal sevgisini -özellikle de at sevgisini- tercih ederek
“Rabbimi anmaktan geri kaldım. Derken güneş gözden kayboldu”
33.
“Onları bana getirin” dedi. Sonra da
“boyunlarına ve ayaklarına vurmaya başladı.” Yani boyunlarına ve ayaklarına kılıç darbeleri indirerek onları kesmeye başladı.
#
{34} {ولقد فتنَّا سليمانَ}؛ أي: ابتليْناه واختبرْناه بذَهابِ ملكِهِ وانفصالِهِ عنه بسبب خلل اقتضتْه الطبيعةُ البشريةُ، {وألقَيْنا على كرسيِّه جسداً}؛ أي: شيطاناً قضى الله وقَدَّر أن يجلسَ على كرسيِّ ملكِهِ ويتصرَّفَ في الملك في مدَّةِ فتنة سليمان، {ثم أنابَ}: سليمانُ إلى الله تعالى، وتابَ.
34.
“Andolsun Biz Süleyman’ı imtihandan geçirdik.” Hükümdarlığının elinden gitmesi ve ondan ayrı kalması ile onu sınadık. Bunun sebebi, beşer tabiatının gerektirdiği bir yanılma olmuştu.
“Ve tahtı üzerine bir ceset” bir şeytan
“bıraktık.” Yüce Allah, bu şeytanın onun hükümdarlık tahtına oturmasını hüküm ve takdir etmişti. Bu da Süleyman aleyhisselam’ın sınanması döneminde onun mülkünde tasarruf etmişti.
“Sonra o” Süleyman aleyhisselam tevbe ederek Yüce Allah’a “yöneldi.”
#
{35 ـ 39} فَـ {قَالَ ربِّ اغْفِرْ لي وَهَبْ لي مُلْكاً لا ينبغي لأحدٍ من بعدي إنَّك أنت الوهابُ}: فاستجاب الله له، وغفر له، وردَّ عليه مُلْكَه، وزادَه ملكاً لم يحصُلْ لأحدٍ من بعده، وهو تسخيرُ الشياطين له يبنونَ ما يريدُ ويغوصون له في البحر يستخرِجون الدُّرَّ والحُلِيَّ، ومَنْ عصاه منهم؛ قَرَّنَه في الأصفاد وأوثقه، وقلنا له: {هذا عطاؤنا}: فَقُرَّ به عيناً، {فامنُنْ}: على من شئتَ، {أو أمْسِكْ}: مَنْ شئتَ {بغير حسابٍ}؛ أي: لا حرج عليك في ذلك ولا حسابَ؛ لعلمه تعالى بكمال عدلِهِ وحسن أحكامِهِ.
35-38. Yüce Allah, onun duasını kabul buyurdu, onu mağfiret etti ve hükümdarlığını ona geri verdi. Ayrıca kendisinden sonra hiçbir kimsenin sahip olamayacağı bir mülkü de fazladan ihsan etti. Bu ise şeytanların onun emrine verilmiş olması idi. Onlar, ona istediği binayı yapıyor, onun için denizlere dalıyor, oradan inciler ve süs eşyaları çıkartıyorlardı. Aralarından isyan edenler olursa onları da zincire vurup bağlıyordu.
39.
Ona dedik ki: “İşte bu Bizim bağışımızdır.” Onunla gözün aydın olsun. Bundan dilediğin kimseye
“ister ver ister” dilediğin kimseye de
“(vermeyip) yanında tut; hesapsızdır.” Bu hususta senin için herhangi bir sıkıntı yoktur ve hesaba çekilmen de söz konusu olmayacaktır. Çünkü Yüce Allah, onun adaletinin mükemmel, verdiği hükümlerin çok güzel olduğunu biliyordu. Bu bağışların Süleyman aleyhisselam’a dünyada verilmiş olmasından, âhirette de benzeri lütufların ona verilmeyeceği sanılmasın. Aksine âhirette de onun için pek büyük bir hayır olacaktır.
Bundan dolayı şöyle buyurulmaktadır:
#
{40} ولا تحسبنَّ هذا لسليمانَ في الدُّنيا دون الآخرة، بل له في الآخرة خيرٌ عظيمٌ، ولهذا قال: {وإنَّ له عندَنا لَزُلْفى وحسنَ مآبٍ}؛ أي: هو من المقرَّبين عند اللهِ المكرَمين بأنواع الكراماتِ لله.
40. Yani o, Allah’a yakınlaştırılmış ve Yüce Allah’ın çeşitli lütuflarına mazhar olmuş, kendilerine lütufta ve ihsanda bulunulmuş kullardandır.
Davud ve Süleyman -ikisine de selâm olsun-
Kıssalarından Çıkan Bazı Dersler ve Hükümler:
1. Yüce Allah, peygamberi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e kendisinden öncekilerin haberlerini, ibadetlerini, ileri derecedeki sabırlarını ve Allah’a yönelişlerini onun kalbine sebat vermek, nefsini huzura kavuşturmak için anlatmakta, bu hususta onlar ile yarışma şevkini artırmak ve onların yaklaşmaya çalıştıkları Yüce Allah’a yakınlaşma arzusunu harekete getirmek ve kavminin eziyetlerine karşı daha bir sabretmesini sağlamak için hatırlatmaktadır.
Bundan dolayı Yüce Allah, kavminin eziyetlerinden ve hem onun hakkında hem de onun getirdiği Kitap hakkında söylediklerini söz konusu ettikten sonra sabretmesini emretmiş ardından da kulu Davud’u hatırlayarak, ona uymasını istemiştir.
2. Yüce Allah, kendisine itaat uğrunda gerek kalben, gerekse de bedenen güçlü olmayı sever ve bundan övgüyle bahseder. Çünkü bunun sonucunda itaatin güzelliği ve çokluğu konusunda, zayıflık ve gevşeklikte hasıl olmayan pek çok sonuçlar husule gelir. Ayrıca kul, güçlü olmanın sebeplerini elde etmeye çalışmalı, gücü sarsan ve nefsin azmini kıran tembelliğe ve gevşekliğe de meyletmemelidir.
3. Bütün işlerde Allah’a yönelme, Allah’ın peygamberlerinin vasıflarından ve seçkin kullarının özelliklerindendir. Nitekim Yüce Allah, Davud ve Süleyman’dan -ikisine de selâm olsun- bundan dolayı övgü ile söz etmektedir. Bu yüzden onlara uyulmalı ve doğru yolu izlemeye kalkışanlar, onların hidâyetleri ile hidâyet bulmalıdır: “İşte bunlar, Allah’ın hidâyet ettiği kimselerdir. O halde sen de onların hidâyetlerine uy.” (el-En’am, 6/90)
4. Yüce Allah, peygamberi Davud aleyhisselam’a oldukça güzel bir ses lütfetmişti. Bu ses sayesinde Yüce Allah, tesbih ile sesini yükselttiği vakit dağların ve dilsiz kuşların ona karşılık vermelerini, sabah ve akşam vaktinde onunla birlikte tesbih etmelerini sağlamıştı.
5. Allah’ın kulu üzerindeki en büyük nimetlerinden birisi de ona faydalı bir ilim nasip etmesi, insanlar arasında hüküm vermeyi, hakkı batıldan ayırt etmeyi bilmesidir. Nitekim Yüce Allah kulu Davud aleyhisselam’a böyle bir lütufta bulunmuştu.
6. Yüce Allah’ın peygamberlerini ve seçkin kullarını bazı yanlışlıkları olduğu zaman, onları sınayarak o sakıncalı hususun ortadan kalkmasını sağlayacak şekilde imtihan etmesi, onlara olan inâyetinin bir tecellisidir. Bunun sonucunda onlar, önceki hallerinden daha mükemmel bir hale ulaşırlar. Nitekim Davud ve Süleyman’ın -ikisine de selâm olsun- başından geçenler de böyledir.
7. Peygamberler -Allah’ın salat ve selamları üzerlerine olsun- Yüce Allah’tan tebliğ ettikleri hususlarda hatadan masumdurlar. Çünkü risaletin maksadı, ancak bu yolla gerçekleşir. Bununla birlikte insan tabiatının gereği olan birtakım hata ve kusurları olabilir. Ancak Yüce Allah, lütfu ile bu hallerini hemen telafi etmelerini sağlar.
8. Davud aleyhisselam çoğu zamanlarda Rabbine hizmet etmek için ibadete tahsis ettiği bir yerde bulunurdu. Bu yüzden iki davacı ibadet ettiği yerin duvarını aşarak yanına varmışlardı. Çünkü o, tek başına ibadetgahına çekildi mi kimse onun yanına girmezdi. Hakkında hüküm vermesi gereken olaylar pek çok olmakla birlikte vaktinin tamamını insanlara ayırmazdı. Aksine vaktinin bir bölümünde Rabbi ile başbaşa kalır, O’na ibadet ile saadet bulurdu. Bu ibadet de bütün işlerinde ihlâslı olmasına yardımcı olurdu.
9. Yöneticilerin ve başkaların huzuruna girerken edep kurallarına dikkat etmek gerekir. Bu iki davalı alışılmadık bir halde ve kapının dışında başka bir yerden Davud aleyhisselam’ın huzuruna girdikleri vakit, o onlardan korkmuş ve bunu pek uygun bir durum olarak görmemişti.
10. Dava taraflarının edebe aykırı davranışları ve yapmamaları gereken bir işi yapmaları, hakimin ve yöneticinin adaletle hükmetmesine engel olmamalıdır.
11. Davud aleyhisselam kemal derecesinde, kusurları affeden, bağışlayan, ilim sahibi birisi idi. Kendisinden izin almaksızın dava tarafları onun yanına girdikleri halde onlara kızmadı. Halbuki o, bir hükümdardı. Ama onları ne azarladı, ne de onlara ağır bir söz söyledi.
12. Mazlum bir kimsenin kendisine zulmeden kimse hakkında: “Sen bana zulmettin”, yahut “Ey zalim” veya “Ey bana haksızlık eden!” vb. sözler söylemesi caizdir. Çünkü bu iki hasım da: “Biz iki davacıyız, birimiz diğerine haksızlık etti” demişlerdir.
13. Bir kişi, oldukça değerli ve pek büyük ilim sahibi bir kimse olsa dahi herhangi bir kimse kendisine öğüt verecek yahut nasihatta bulunacak olursa kızmamalı ve bundan rahatsız olmamalıdır. Aksine bu öğüdü hemen kabul etmeli ve teşekkürle karşılamalıdır. Çünkü iki davacı, Davud aleyhisselam’a öğüt verdikleri halde o, onların bu öğütlerine kızmadı, rahatsız da olmadı. Onların bu tutumları kendisini haktan da uzaklaştırmadı. Aksine aralarında adaletle hüküm verdi.
14. Akrabalar ve arkadaşlar arasında cereyan eden ortaklıklar, malî ve dünyevî ilişkilerin çokluğu, aralarında haksızlıklara ve birinin diğerine düşmanlık beslemesine sebep teşkil eder. Bunu önleyecek tek husus ise Allah’tan korkup takvaya sarılmak, karşı karşıya kalınan işlere iman ve salih amelin yardımı ile sabretmektir. Bu ise insanlar arasında çok az görülen bir husustur.
15. İstiğfar, ibadet ve özellikle namaz, günahlara keffârettir. Allah, Davud aleyhisselam’ın günahının bağışlanmasını, onun Allah’tan mağfiret dilemesine ve secdeye kapanmasına bağlamıştır.
16. Allah, kulları Davud ve Süleyman aleyhimesselam’a O’na yakın olmak ve güzel bir şekilde mükâfat ile ikramda bulunmuştur. O nedenle onların başlarından geçen bu olayların, Allah nezdindeki derecelerini eksilttiğini kimse zannetmemelidir. Bu, Yüce Allah’ın, ihlâsa erdirmiş olduğu kullarına olan lütfunu eksiksiz ihsan etmesinin bir neticesidir. O, onları mağfiret edip günahlarının izlerini üzerlerinden giderdiği takdirde bütün bunların doğurduğu sonuçları da kendilerinden uzaklaştırır. Bu yüzden insanlar, onların birtakım günahlarını öğrenecek olurlarsa kalplerine onların, ilk derecelerinden daha aşağıya düştükleri kanaati doğmamalıdır. Yüce Allah, bütün bu olumsuz sonuçları ortadan kaldırmıştır. Kerîm ve Ğaffâr olan Allah için ise bu, zor bir şey değildir.
17. İnsanlar arasında hükmetmek, dini bir mertebedir. Allah’ın peygamberleri ve O’nun seçkin kulları bu görevi üstlenmişlerdir. Bu görevi yerine getirenin vazifesi ise hak ile hükmetmek ve hevâdan uzak durmaktır. Hak ile hükmetmek ise şer’î hükümleri ve halleri bilmeyi gerektirir. Aynı şekilde hakkında hüküm verilecek olan meselenin türünü ve bu meselenin şer’î hükmün kapsamına sokulma keyfiyetini de bilmelidir. Bunlardan herhangi birisini bilmeyen bir kimse, hüküm veremez, onun böyle bir işe kalkışması da helâl değildir.
18. Hakimin hevâdan sakınması ve daima hevâsının etkisi altında kalabileceğini hatırında tutması gerekir. Çünkü hiçbir nefis, hevâsının hükmüne girmekten uzak kalamaz.
Bunun yerine o, hakkı maksat olarak gözetmek ve hasımlardan herhangi birisine duyduğu sevgi veya nefreti, hüküm vereceği vakit bir kenara bırakmak için nefsi ile gerektiği gibi cihad etmeli ve ona karşı mücadele vermelidir.
19. Süleyman aleyhisselam, Davud aleyhisselam’ın faziletlerinden ve Allah’ın ona ihsan ettiği lütuflarından birisidir. Çünkü O, Süleyman’ı ona bağışlamıştır. Allah’ın kuluna en büyük nimetlerinden birisi de ona salih bir evlat ihsan etmesidir. Hele bu evlat bir de âlim olursa, nur üstüne nur olur.
20. Yüce Allah: “O ne güzel kuldu! Çünkü o çokça (Allah'a) yönelen biri idi” buyruğunda Süleyman aleyhisselam’dan övgü ile söz etmektedir.
21. Yüce Allah’ın, kullarına salih ameller ve üstün ahlâki değerler lütfetmesi O’nun, kuluna pek çok hayırlar ve iyilikler ihsan etmesi demektir. Lütfedip bağışlayan O olduğu halde bu nimetler dolayısıyla o kullarından övgü ile söz etmesi de apayrı bir lütuftur.
22. Süleyman aleyhisselam Yüce Allah’ın sevgisini bütün sevgilerden önde tutmuştur.
23. Kulu Allah’tan alıkoyup meşgul eden her bir şey, yerilmiştir ve uğursuzdur. Öyleyse kul, böyle bir şeyden uzak durmalı ve kendisi için daha faydalı olan şeylere yönelmelidir.
24. Meşhur bir kaide vardır: “Bir şeyi Allah için terk edene Allah, ondan hayırlısını verir.” Süleyman aleyhisselam da nefislerce sevilen asil atları boğazlayarak Allah’ın sevgisini öne geçirdiğinde Allah, ona bunların yerine bunlardan daha hayırlısını ihsan etti.
Zira yumuşakça esen rüzgarı ona amade kılmıştı ki
{وَاذْكُرْ عَبْدَنَا أَيُّوبَ إِذْ نَادَى رَبَّهُ أَنِّي مَسَّنِيَ الشَّيْطَانُ بِنُصْبٍ وَعَذَابٍ (41) ارْكُضْ بِرِجْلِكَ هَذَا مُغْتَسَلٌ بَارِدٌ وَشَرَابٌ (42) وَوَهَبْنَا لَهُ أَهْلَهُ وَمِثْلَهُمْ مَعَهُمْ رَحْمَةً مِنَّا وَذِكْرَى لِأُولِي الْأَلْبَابِ (43) وَخُذْ بِيَدِكَ ضِغْثًا فَاضْرِبْ بِهِ وَلَا تَحْنَثْ إِنَّا وَجَدْنَاهُ صَابِرًا نِعْمَ الْعَبْدُ إِنَّهُ أَوَّابٌ (44)}.
41- Kulumuz Eyyûb’u da hatırla! Hani o,
Rabbine: “Şeytan, bana bitkinlik ve eziyet verdi” diye seslenmişti.
42-
“Ayağını yere vur! İşte hem yıkanacak, hem de içilecek soğuk bir su!”
43- Biz, ona tarafımızdan bir rahmet ve olgun akıl sahipleri için de bir öğüt olmak üzere aile halkını ve onlarla birlikte bir o kadarını daha bağışladık.
44-
(Ona dedik ki:) “Eline bir demet sap al da onunla (hanımına) vur ve yeminini bozma!” Gerçekten Biz, onu sabırlı bulduk. O, ne güzel kuldu! Çünkü o,
(Allah'a) çokça yönelen biri idi.
#
{41} أي: {واذكر}: في هذا الكتاب ذي الذكر {عبدَنا أيُّوبَ}: بأحسن الذِّكْر، وأثْنِ عليه بأحسن الثناء؛ حين أصابه الضُّرُّ فصبر على ضُرِّه، فلم يشتكِ لغير ربِّه، ولا لجأ إلاَّ إليه. فـ {نادى ربَّه}: داعياً، وإليه لا إلى غيره شاكياً، فقال: ربِّ {إنِّي مَسَّنِيَ الشيطانُ بِنُصْبٍ وعذابٍ}؛ أي: بأمر مُشِقٍّ متعبٍ معذبٍ، وكان سُلِّطَ على جسدِهِ فنفخ فيه حتى تقرَّحَ ثم تقيَّحَ بعد ذلك، واشتدَّ به الأمر، وكذلك هلك أهلُه ومالُه.
41. Yani öğüt ve şeref sahibi bu Kitapta
“kulumuz Eyyûb’u da” en güzel şekli ile
“hatırla” ve en güzel şekilde onu öv! Ona hastalık isabet etmiş ve o, bu sıkıntılara sabretmişti. Rabbinden başkasına şikâyet etmediği gibi O’ndan başkasına da sığınmamıştı.
“Hani o, Rabbine” başkasına değil de yalnızca O’na şikâyet ederek demişti ki: Rabbim
“şeytan bana bitkinlik ve eziyet verdi” yani bana yorgunluk, meşakkat ve sıkıntı verdi. Şeytan, bedenine musallat olmuş ve ona üflemişti. Bunun neticesinde de vücudunda yaralar açılmış, arkasından da bu yaralar irin tutmuştu. Alabildiğine sıkıntıya düşmüştü, aynı şekilde aile halkı ve malı da telef olup gitmişti.
#
{42} فقيل له: {اركُضْ برِجْلِكَ}؛ أي: اضربِ الأرض بها؛ لينبعَ لك منها عينٌ تغتسلُ منها وتشربُ، فيذهب عنك الضرُّ والأذى، ففعل ذلك، فذهب عنه الضرُّ وشفاه الله تعالى.
42.
Ona: “Ayağını yere vur” denildi. Yani oradan kendisi ile yıkanacağın, içeceğin bir su kaynasın ve böylelikle hastalığın ve seni rahatsız eden hususlar senden uzaklaşıp gitsin diye ayağını yere vur!
O da denileni yapınca yorgunluğu ve sıkıntıları gitti, Yüce Allah ona şifa verdi.
#
{43} {ووهَبْنا له أهلَه}: قيل: إنَّ الله تعالى أحياهم له {ومثلَهُم معهم}: في الدنيا، وأغناه الله وأعطاه مالاً عظيماً، {رحمةً منَّا}: بعبدنا أيوبَ حيث صَبَرَ فأثبناه من رحمتنا ثواباً عاجلاً وآجلاً. {وذِكرى لأولي الألبابِ}؛ أي: وليتذكَّر أولو العقول بحالةِ أيُّوب ويعتبِروا فيعلموا أنَّ مَنْ صَبَرَ على الضُّرِّ؛ فإنَّ الله تعالى يُثيبه ثواباً عاجلاً وآجلاً ويستجيبُ دعاءه إذا دعاه.
43.
“Biz ona tarafımızdan” kulumuz Eyyub’a sabrettiği için
“bir rahmet” verdik; tarafımızdan dünyevî ve uhrevî bir mükâfat ile rahmetimizden onu mükâfatlandırdık
“ve olgun akıl sahipleri için de bir öğüt olmak üzere” akıl sahipleri Eyyub’un durumunu hatırlayıp ibret alsınlar ve böylelikle sıkıntılara sabredildiğinde Yüce Allah’ın, dünya ve âhirette bunun mükâfatını verdiğini ve bu durumdaki kimsenin dua etmesi halinde duasını kabul ettiğini bilsinler diye
“aile halkını” bir görüşe göre Yüce Allah aile halkını diriltmiştir
“ve onlarla birlikte bir o kadarını daha” dünyada
“bağışladık.” Yüce Allah, böylelikle onu zenginleştirdi ve ona çok büyük miktarda mal verdi.
#
{44} {وخُذْ بيدِكَ ضِغْثاً}؛ أي: حزمة شماريخ، {فاضْرِبْ به ولا تَحْنَثْ}: قال المفسِّرون: وكان في مرضه وضُرِّه قد غضب على زوجتِهِ في بعض الأمور، فحلف لئن شفاهُ الله ليضرِبَنَّها مائةَ جلدةٍ، فلمَّا شفاه الله، وكانت امرأتُه صالحةً محسنةً إليه؛ رحمها الله ورحمه، فأفْتاه أن يضرِبَها بِضِغْثٍ فيه مائةُ شمراخ ضربةً واحدةً فيبَرَّ في يمينه. {إنا وجَدْناه}؛ أي: أيوب {صابراً}؛ أي: ابتليناه بالضُّرِّ العظيم فصبر لوجه الله تعالى. {نعم العبدُ}: الذي كَمَّلَ مراتبَ العبوديَّة في حال السرَّاءِ والضرَّاءِ والشدَّة والرَّخاء، {إنَّه أوابٌ}؛ أي: كثير الرجوع إلى الله في مطالبه الدينيَّة والدنيويَّة، كثير الذِّكْرِ لربِّه والدعاء والمحبة والتألُّه.
44.
“(Ona dedik ki:) “Eline bir demet sap al da onunla vur ve yeminini bozma.” Müfessirlerin dediğine göre o, hastalığı ve sıkıntısı esnasında bir sebepten ötürü hanımına öfkelenmiş ve eğer Allah, kendisine şifa verecek olursa hanımına yüz sopa vuracağına dair yemin etmişti. Yüce Allah da ona şifa vermişti. Ancak hanımı salih ve gerçekten ona iyilikte bulunan birisi idi. O nedenle Yüce Allah, hem hanımına, hem de kendisine merhamet buyurdu ve ona içinde yüz tane sap bulunan bir demet ile bir defa vurarak yemininin gereğini yerine getirmesi yönünde fetva vermiş oldu.
“Gerçekten Biz onu” yani Eyyûb’u
“sabırlı bulduk.” Onu pek büyük zorluklarla ve sıkıntılarla sınadık da o, Allah rızası için bunlara sabretti.
“O ne güzel kuldu!” Rahatlık zamanında da zorluk zamanında da sıkıntılı zamanlarında da bolluk zamanlarında da ubûdiyetin bütün mertebelerinde kemâle ermişti.
“Çünkü o, (Allah'a) çokça yönelen biri idi.” Dinî ve dünyevî hususlarda Yüce Allah’a çokça yönelir, Rabbini çokça anar, O’na çokça dua eder, O’nu çok severdi ve O’na yürekten bağlı idi.
{وَاذْكُرْ عِبَادَنَا إِبْرَاهِيمَ وَإِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ أُولِي الْأَيْدِي وَالْأَبْصَارِ (45) إِنَّا أَخْلَصْنَاهُمْ بِخَالِصَةٍ ذِكْرَى الدَّارِ (46) وَإِنَّهُمْ عِنْدَنَا لَمِنَ الْمُصْطَفَيْنَ الْأَخْيَارِ (47)}.
45- Güç ve basiret sahibi kullarımız olan İbrahim, İshak ve Yakub’u da an!
46- Biz, onları hususi bir özellikle seçip ihlâsa erdirmiştik ki bu özellik daima ahiret yurdunu hatırlamaktır.
47- Şüphesiz onlar katımızda seçkin ve hayırlı kimselerdendirler.
#
{45} يقول تعالى: {واذْكُرْ عِبَادَنا}: الذين أخلصوا لنا العبادةَ ذكراً حسناً {إبراهيم}: الخليل {و} ابنه {إسحاقَ} وابن ابنه {يعقوب أولي الأيدي}؛ أي: القوَّة على عبادة اللَّه تعالى، {والأبصار}؛ أي: البصيرة في دين اللَّه. فوصَفَهم بالعلم النافع والعمل الصالح الكثير.
45. Yüce Allah,
buyuruyor ki: “Güç” yani Yüce Allah’a ibadet hususunda güç sahibi, Allah’ın dini hususunda da “basiret sahibi kullarımız olan İbrahim” Halilullah ile oğlu
“İshak ve” onun oğlu “Yakub’u da” güzel bir şekilde “an!”
Böylece Yüce Allah, onları hem faydalı ilme sahip olmak, hem de çokça salih amel işlemekle nitelendirmektedir.
#
{46} {إنَّا أخْلَصْنَاهم بخالصةٍ}: عظيمة وخصيصةٍ جسيمةٍ، وهي: {ذِكْرى الدارِ}: جعلنا ذكرى الدارِ الآخرةِ في قلوبهم والعملَ لها صفوةَ وقتِهِم. والإخلاصُ والمراقبةُ لله وَصْفُهُمُ الدائمُ، وجَعَلْناهم ذكرى الدار، يتذكَّر بأحوالِهِم المتذكِّرُ ويعتبرُ بهم المعتبِرُ، ويُذْكَرونَ بأحسن الذِّكر.
46.
“Biz onları hususi” pek büyük ve oldukça muazzam
“bir özellikle seçip ihlâsa erdirmiştik ki bu özellik daima ahiret yurdunu hatırlamaktır.” Âhiret yurdunu hatırlamayı onların kalplerine yerleştirdik ve en seçkin vakitlerde onun için amelde bulunmalarını sağladık. İhlâs ve Allah’ın gözetimi altında olma bilinci, onların daimi vasfı idi.
Ayrıca kendileri de âhiret yurdunu hatırlamanın bir sebebidirler. Öğüt alan kimseler, onların hallerini düşünerek öğüt alır ve ibret almak isteyenler de onlar vasıtası ile ibret alırlar. Ayroca onlar, en güzel şekilde anılan kimselerdir.
#
{47} {وإنَّهم عندنا لَمِنَ المُصْطَفَيْنَ}: الذين اصطفاهم الله من صفوة خلقه {الأخيار}: الذين لهم كلُّ خُلُق كريم وعمل مستقيم.
47.
“Şüphesiz onlar katımızda” Allah’ın en seçkin kulları arasından seçmiş olduğu
“seçkin ve” güzel ahlâk sahibi, dosdoğru ameller işleyen “hayırlı kimselerdendirler.”
{وَاذْكُرْ إِسْمَاعِيلَ وَالْيَسَعَ وَذَا الْكِفْلِ وَكُلٌّ مِنَ الْأَخْيَارِ (48) هَذَا ذِكْرٌ}.
48- İsmail’i, Elyesa’ı ve Zülkifl’i de an! Hepsi de hayırlı kimselerdendi.
#
{48} أي: واذكر هؤلاء الأنبياء بأحسن الذِّكْر، وأثنِ عليهم أحسن الثناء؛ فإنَّ كلاًّ منهم من الأخيار، الذين اختارهم الله من الخلق، واختار لهم أكمل الأحوال من الأعمال والأخلاق والصفاتِ الحميدةِ والخصال السديدةِ.
48. Yani bu peygamberleri de en güzel şekilde an, en güzel övgülerle öv! Çünkü onların her biri, Yüce Allah’ın insanlar arasından seçtiği hayırlı kimselerdi. Allah, onları amel, ahlâk, övülmeye değer sıfatlar ve dosdoğru hasletlerin en mükemmeli ile seçkin kılmıştı.
#
{49} هذا؛ أي: ذِكْرُ هؤلاء الأنبياء الصفوة، وذِكْر أوصافهم {ذِكْرٌ}: في هذا القرآن ذي الذكر، يَتَذَكَّرُ بأحوالهم المتذكِّرون، ويشتاقُ إلى الاقتداء بأوصافهم الحميدةِ المقتدونَ، ويُعَرفُ ما منَّ الله عليهم به من الأوصاف الزكيَّة، وما نَشَرَ لهم من الثناء بين البريَّة. فهذا نوعٌ من أنواع الذكر، وهو ذكر أهل الخير.
49.
“Bu” Yani bu seçkin peygamberlere ve onların güzel vasıflarına dair anlatılanlar “bir hatırlatmadır.” Onlar, şanı yüce, üstün ve şerefli bu Kur’ân-ı Kerîm’de anılmış, hatırlanmışlardır. Öğüt alanlar onların durumları ile öğüt alır. Güzel örneklere uymak isteyen kimseler, onların övülmeye değer vasıflarına uyarlar. Bu anma sayesinde Yüce Allah’ın onlara lütfetmiş olduğu tertemiz vasıfları ve insanlar arasında yaydığı namları bilinmiş olur.
İşte bu, anma/hatırlama çeşitlerinden biridir. Yani hayırlı kimselerin hatırlanmasıdır. Bu anma/hatırlama çeşitlerinden birisi de iyi kimselerle kötü kimselerin görecekleri karşılıkların hatırlanmasıdır. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
{وَإِنَّ لِلْمُتَّقِينَ لَحُسْنَ مَآبٍ (49) جَنَّاتِ عَدْنٍ مُفَتَّحَةً لَهُمُ الْأَبْوَابُ (50) مُتَّكِئِينَ فِيهَا يَدْعُونَ فِيهَا بِفَاكِهَةٍ كَثِيرَةٍ وَشَرَابٍ (51) وَعِنْدَهُمْ قَاصِرَاتُ الطَّرْفِ أَتْرَابٌ (52) هَذَا مَا تُوعَدُونَ لِيَوْمِ الْحِسَابِ (53) إِنَّ هَذَا لَرِزْقُنَا مَا لَهُ مِنْ نَفَادٍ (54)}
49- Bu, bir hatırlatmadır. Şüphe yok ki takvâ sahipleri için güzel bir dönüş yeri vardır.
50-
(O da) kapıları kendileri için açılmış olan Adn cennetleridir.
51- Onlar orada
(tahtlarına) yaslanırlar ve
(hizmetçilerinden) pek çok meyve ve içecek isterler.
52- Yanlarında bakışlarını yalnızca eşlerine çevirmiş/eşlerinin bakışlarını üzerlerinde toplamış yaşıt
(huriler) vardır.
53- İşte bu
(nimetler), hesap günü için size vaat edilenlerdir.
54- İşte bu, bizim bitmez tükenmez rızkımızdır.
#
{49} أي: {وإنَّ للمتقين}: ربَّهم؛ بامتثال الأوامر واجتناب النواهي من كلِّ مؤمن ومؤمنة {لَحُسْنَ مآبٍ}؛ أي: لمآباً حسناً ومرجعاً مستحسناً.
49.
“Şüphe yok ki takvâ sahipleri için” erkek olsun kadın olsun emirlerine uymak ve yasaklarından sakınmak sureti ile Rablerinden korkup sakınan kimseler için
“güzel bir dönüş yeri vardır.”
Daha sonra bu dönüş yerini etraflı bir şekilde açıklamak üzere Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{50} ثم فسَّره وفصَّله فقال: {جناتِ عدنٍ}؛ أي: جنات إقامةٍ لا يبغي صاحبها بدلاً منها من كمالها وتمام نعيمها، وليسوا بخارجين منها ولا بمُخْرَجينَ، {مفتَّحةً لهم الأبوابُ}؛ أي: مفتحة لأجلهم أبوابُ منازِلِها ومساكِنِها، لا يحتاجونَ أن يَفْتَحوها هم، بل هم مخدومونَ، وهذا دليلٌ أيضاً على الأمان التامِّ، وأنَّه ليس في جناتِ عدنٍ ما يوجِبُ أن تُغَلَّقَ لأجلِهِ أبوابُها.
50. Bu cennetin konaklarının ve meskenlerinin kapıları kendileri için açılmış olacaktır. Kendileri, açma ihtiyacını bile duymayacaklardır. Aksine orada kendilerine hizmet edilecek.
Adn cennetleri, sürekli kalınacak cennetler demektir. O cennetlerde bulunanlar, başka bir yere gitmek istemeyeceklerdir. Çünkü o cennetlerin mükemmelliği ve nimetlerinin kemali hatırlarına böyle bir şey getirmeyeceği gibi kendileri de oradan çıkmayacaklar ve çıkarılmayacaklardır.
İşte bu da onların tam bir güven ve huzur içerisinde olacaklarına, Adn cennetlerinde kapılarının kapanmasını gerektirecek hiçbir şey bulunmayacağına delildir.
#
{51} {متكئين فيها}: على الأرائك المزيَّنات والمجالس المزخرفات. {يَدْعون فيها}؛ أي: يأمرون خدَّامهم أن يأتوا {بفاكهةٍ كثيرةٍ وشرابٍ}: من كلِّ ما تشتهيه نفوسُهم وتلذُّه أعينُهم، وهذا يدلُّ على كمال النعيم وكمال الراحة والطُّمأنينة وتمام اللَّذَّة.
51.
“Onlar orada” süslü tahtlara ve dayalı döşeli mekanlara
“yaslanırlar ve (hizmetçilerinden) pek çok meyve ve içecek isterler.” Hizmetçilerine canlarının çektiği, gözlerinin zevk alacağı meyve ve içecek türünden her bir şeyi getirmelerini emrederler. Bu da oradaki nimetlerin, rahat ve huzurun kemaline, zevklerin en mükemmel şekilde olacağına delildir.
#
{52} {وعندَهم}: من أزواجهم الحور العين {قاصراتُ} طرفهن على أزواجهنَّ، وطَرْفِ أزواجهنَّ عليهنَّ لجمالهم كلِّهم ومحبَّة كلٍّ منهما للآخر وعدم طموحِهِ لغيره، وأنَّه لا يبغي بصاحبه بدلاً ولا عنه عِوَضاً، {أترابٌ}؛ أي: على سنٍّ واحدٍ، أعدل سنِّ الشباب وأحسنُه وألذُّه.
52.
“Yanlarında” onlara eş olarak verilecek olan hûrilerden
“bakışlarını yalnızca eşlerine çevirmiş/eşlerinin bakışlarını üzerlerinde toplamış.” Hem kendileri sadece eşlerine bakar, hem de eşleri yalnız kendilerine bakar. Çünkü hepsi de çok güzeldir. Her biri diğerini sever, ondan başkasına göz dikmez. Kimse eşinin yerine bir başkasını istemez. Onun yerinde bir başkasının olmasını arzu etmez. Bunlar “yaşıt” ve gençlik yaşının en mutedili, en güzeli ve en tatlısı olan bir yaştadırlar
#
{53} {هذا ما توعَدونَ}: أيُّها المتَّقونَ {ليوم الحسابِ}: جزاء على أعمالِكُم الصالحة.
53.
“İşte bu” ey takvâ sahipleri! Salih amellerinizin karşılığı olmak üzere “hesap günü için size vaat edilenlerdir.”
#
{54} {إنَّ هذا لرِزْقُنا}: الذين أوردناه على أهل دار النعيم {ما له من نفادٍ}؛ أي: انقطاع، بل هو دائمٌ مستقرٌّ في جميع الأوقات، متزايدٌ في جميع الآنات، وليس هذا بعظيم على الربِّ الكريم، الرءوف الرحيم، البَرِّ الجواد، الواسع الغني، الحميد اللطيف، الرحمن، الملك الديان، الجليل الجميل المنان، ذي الفضل الباهر والكرم المتواتر، الذي لا تُحصى نعمُه ولا يُحاط ببعض بِرِّه.
54.
“İşte bu” nimet yurdunun sakinlerine ihsan ettiğimiz “bizim bitmez tükenmez rızkımızdır.” Ardı arkası kesilmez. Aksine o, bütün vakitlerde var olacak ve her an artıp duracaktır. Keremi sonsuz, çok şefkatli, pek merhametli son derece cömert, lütfu geniş, hiçbir kimseye muhtaç olmayan, her türlü hamde layık, Latif, Rahman, mutlak egemen, Celil, Cemil, pek lütufkar, göz kamaştırıcı ihsanların sahibi, nimetleri sayılamayacak, iyiliğinin bir kısmı dahi kuşatılamayacak kadar kesintisiz ve kapsamlı lütufların sahibi olan yüce Rab için bunlar, pek büyük şeyler değildir.
{هَذَا وَإِنَّ لِلطَّاغِينَ لَشَرَّ مَآبٍ (55) جَهَنَّمَ يَصْلَوْنَهَا فَبِئْسَ الْمِهَادُ (56) هَذَا فَلْيَذُوقُوهُ حَمِيمٌ وَغَسَّاقٌ (57) وَآخَرُ مِنْ شَكْلِهِ أَزْوَاجٌ (58) هَذَا فَوْجٌ مُقْتَحِمٌ مَعَكُمْ لَا مَرْحَبًا بِهِمْ إِنَّهُمْ صَالُو النَّارِ (59) قَالُوا بَلْ أَنْتُمْ لَا مَرْحَبًا بِكُمْ أَنْتُمْ قَدَّمْتُمُوهُ لَنَا فَبِئْسَ الْقَرَارُ (60) قَالُوا رَبَّنَا مَنْ قَدَّمَ لَنَا هَذَا فَزِدْهُ عَذَابًا ضِعْفًا فِي النَّارِ (61) وَقَالُوا مَا لَنَا لَا نَرَى رِجَالًا كُنَّا نَعُدُّهُمْ مِنَ الْأَشْرَارِ (62) أَتَّخَذْنَاهُمْ سِخْرِيًّا أَمْ زَاغَتْ عَنْهُمُ الْأَبْصَارُ (63) إِنَّ ذَلِكَ لَحَقٌّ تَخَاصُمُ أَهْلِ النَّارِ (64)}.
55- Bu
(muttakilerin mükafatı) böyledir. Azgınlar için ise gerçekten kötü bir dönüş yeri vardır.
56-
(O da) cehennemdir. Onlar oraya gireceklerdir. O, ne kötü döşektir!
57- İşte
(cezaları) bu! Tatsınlar onu! Kaynar su ve irindir o.
58- Onun türünden daha başka çeşit çeşit
(azaplar da) vardır.
59-
(Önderler diyecek ki:) “İşte bu, sizinle birlikte (ateşe) zorla girecek bir gruptur. Rahat yüzü görmesin onlar! Zira ateşi boylayacaklardır.”
60-
(Tabiler de:) “Hayır! Asıl siz rahat yüzü görmeyin! Zira bunu başımıza siz getirdiniz. Ne kötü bir yerdir burası!” diyecekler.
61-
Diyecekler ki: “Rabbimiz! Bunu başımıza kim getirdi ise onun ateşteki azabını kat kat artır.”
62-
Diyecekler ki: “Ne oluyor; kendilerini kötülerden saydığımız adamları niye (aramızda) göremiyoruz?”
63-
“Alaya aldığımız o kimseler (burada yok mu); yoksa (buradalar da) onları gözden mi kaçırdık?”
64- Cehennem ehlinin
(bu şekilde) çekişmeleri, hiç şüphesiz bir gerçektir.
#
{55} {هذا} الجزاء للمتَّقين ما وصفناه، {وإنَّ للطَّاغين}؛ أي: للمتجاوزين للحدِّ في الكفر والمعاصي {لَشَرَّ مآبٍ}؛ أي: لشرَّ مرجع ومُنْقَلَبٍ.
55.
“Bu böyledir.” Takvâ sahipleri için açıkladığımız şekilde mükâfaatlar vardır.
“Azgınlar” küfür ve isyanlarında haddi aşanlar “için ise gerçekten kötü bir dönüş yeri vardır.” Onların varacakları, dönüp girecekleri yer çok kötüdür.
Daha sonra Allah,
bu yerin mahiyeti ile ilgili geniş açıklamalarda bulunmak üzere şöyle buyurmaktadır:
#
{56} ثم فَصَّلَه فقال: {جَهَنَّم}: التي جمع فيها كلَّ عذاب واشتدَّ حرُّها وانتهى قرُّها {يَصْلَوْنها}؛ أي: يعذَّبون فيها عذاباً يحيطُ بهم من كل وجهٍ، لهم من فوقهم ظلل من النار ومن تحتهم ظلل. {فبئس المِهادُ}: المعدُّ لهم مسكناً ومستقرًّا.
56. Her türlü azabı kendisinde toplamış, harareti çok çetin, soğuğu da en ileri derecede bulunan
“cehennemdir. Onlar oraya gireceklerdir.” Orada kendilerini her yönden kuşatacak olan bir azaba maruz kalacaklardır. Onların üstlerinde de altlarında da ateş katmanları bulunacaktır.
“O, ne kötü döşektir!” Onlara hazırlanmış olan bu mesken ve bu karar yeri ne kadar da kötüdür!
#
{57} {هذا}: المهاد، هذا العذاب الشديد والخزي والفضيحة والنَّكالُ. {فَلْيَذوقوهُ حميمٌ}: ماءٌ حارٌّ قد اشتدَّ حرُّه، يشربونه فيقطِّع أمعاءهم، {وغَسَّاقٌ}: وهو أكرهُ ما يكون من الشرابِ من قيح وصديدٍ، مرِّ المذاق، كريه الرائحة.
57.
“İşte” varacakları yer “bu!” Bu şiddetli azap, bu horluk, bu rezillik ve bu ibretli cezalara çarptırılacaklardır.
“Tatsınlar onu! Kaynar su” Alabildiğine sıcak bir sudur. Onu içecekler ve bu kaynar su bağırsaklarını paramparça edecektir.
“ve irindir o.” içecekler arasında en tiksinti verici olan, tadı son derece acı, kokusu son derece iğrenç bir irindir.
#
{58} {وآخرُ من شكلِهِ}؛ أي: من نوعه {أزواجٌ}؛ أي: عدَّة أصناف من أصناف العذاب، يعذَّبون بها ويُخْزَوْنَ بها.
58.
“Onun türünden” o kabilden
“daha başka çeşit çeşit (azaplar da) vardır.” Azabın türlüsü, çeşitlisi olacaktır. Bunlarla azap edilecek ve perişan olacaklardır.
#
{59 ـ 60} وعند توارُدِهِم على النار يشتُمُ بعضُهم بعضاً ويقول بعضُهم لبعضٍ: {هذا فوجٌ مقتحمٌ معكم}: النار {لا مرحباً بهم إنَّهم صالوا النار. قالوا}؛ أي: الفوج المقبِلُ المقتحم: {بل أنتُم لا مرحباً بكم أنتم قدَّمْتُموه}؛ أي: العذاب {لنا}: بدعوتِكُم لنا وفِتْنَتِكم وإضْلالِكُم وتسبُّبكم. {فبئس القرارُ}: قرار الجميع قرار السَّوْء والشرِّ.
59-60.
Cehennem ateşine gelip bir araya toplanacakları vakit birbirlerine sövüp sayacak ve aralarında şöyle konuşacaklardır: “(Önderler diyecek ki:) “İşte bu, sizinle birlikte (ateşe) zorla girecek bir gruptur. Rahat yüzü görmesin onlar! Zira ateşi boylayacaklardır.” Cehenneme atılmak üzere sonradan getirilen grup da onlara:
“Hayır, asıl siz rahat yüzü görmeyin! Zira bunu” bu azabı, ona davet etmeniz, bizi fitneye düşürüp saptırmanız ve bu azaba sebep olmanızdan ötürü
“başımıza siz getirdiniz. Ne kötü bir yerdir” Hepimiz için çok kötü ve çok şerli bir kalma yeridir
“burası!, diyecekler.”
Sonra da kendilerini azdırıp saptıranlara şöyle beddua ederler:
#
{61} ثم دعوا على المغوين لهم: {قالوا ربَّنا مَن قَدَّمَ لنا هذا فَزِدْهُ عذاباً ضِعْفاً في النارِ}. وقال في الآية الأخرى: {قال لِكُلٍّ ضعفٌ ولكن لا تعلمون}.
61. Başka bir âyet-
i kerimede de şöyle buyurulmaktadır: “Herkese (azap) iki kattır. Fakat siz bilmiyorsunuz.” (el-A’raf, 7/38)
#
{62} {وقالوا}: وهم في النار: {ما لَنا لا نرى رِجالاً كُنَّا نعدُّهم من الأشرارِ}؛ أي: كنَّا نزعُمُ أنَّهم من الأشرارِ المستحقِّين لعذاب النار، وهم المؤمنون، تَفَقَّدَهُم أهلُ النار قبَّحَهم الله؛ هل يَرَوْنَهم في النار؟
62. Ateşe girdikten sonra
“Diyecekler ki: “Ne oluyor; kendilerini kötülerden saydığımız adamları niye (aramızda) göremiyoruz?” Yani kötülerden olduklarını, cehennem azabını hak ettiklerini iddia ettiğimiz kimseleri niye göremiyoruz? Bunlar, mü’minlerdir. Kahrolasıca cehennem ehli, onları ateşte görebilecekler mi diye onları orada arayacaklardır.
#
{63} {أتَّخَذْناهُم سِخْرِيًّا أم زاغَتْ عنهُمُ الأبصارُ}؛ أي: عدم رؤيتنا لهم دائرٌ بين أمرينِ: إمَّا أنَّنا غالِطونَ في عدِّنا إيَّاهم من الأشرارِ، بل هم من الأخيارِ، وإنَّما كلامُنا لهم من باب السُّخرية والاستهزاء بهم، وهذا هو الواقع؛ كما قال تعالى لأهل النار: {إنَّه كان فريقٌ من عِبادي يقولون رَبَّنا آمَنَّا فاغْفِرْ لنا، وارْحَمْنا وأنت خيرُ الراحمين. فاتَّخَذْتُموهم سِخْريًّا حتى أنْسَوْكُم ذِكْري وكنتُم منهم تضحكونَ}.
والأمرُ الثاني: أنَّهم لعلَّهم زاغتْ أبصارُنا عن رؤيتهم معنا في العذاب، وإلاَّ؛ فهم معنا معذَّبون، ولكن تجاوزَتْهُم أبصارُنا! فيُحتمل أنَّ هذا الذي في قلوبهم، فتكون العقائدُ التي اعتقدوها في الدُّنيا وكثرة ما حكموا لأهل الإيمان بالنار تمكَّنتْ من قلوبِهم وصارتْ صبغةً لها، فدخلوا النار وهم بهذه الحالة، فقالوا ما قالوا.
ويُحتمل أنَّ كلامَهم هذا كلامُ تمويهٍ؛ كما موَّهوا في الدُّنيا موَّهوا حتى في النار، ولهذا يقول أهلُ الأعراف لأهل النار: {أهؤلاء الذين أقْسَمْتُم لا ينالُهُمُ الله برحمةٍ، ادْخُلوا الجنةَ لا خوفٌ عليكم ولا أنتم تحزنونَ}.
63.
“Alaya aldığımız o kimseler (burada yok mu); yoksa (buradalar da) onları gözden mi kaçırdık?” Onları burada görmeyişimizin iki sebebi olabilir: Ya bizler, onları kötülerden saymakla hata ettik. Aksine onlar iyi ve hayırlı kimselerdir. Bizim onlara söylediğimiz sözler ise sadece onlarla alay etmek kabilinden idi.
Nitekim işin aslı da budur.
Zira Yüce Allah cehennemliklere şöyle buyuracaktır: “Gerçek şu ki kullarımdan: Rabbimiz iman ettik, bize mağfiret ve rahmet buyur. Sen rahmet edenlerin hayırlısısın, diyen bir topluluk vardı. Siz ise onları alaya aldınız. Öyle ki onlar(la alayınız) size Beni anmayı unutturdu. Siz onlara gülüp geçiyordunuz.” (el-Müminûn, 109/110)
Onları göremeyişimizin ikinci sebebi ise şu olabilir: Belki de onlar bizimle birlikte azaptadırlar, fakat gözümüzden kaçmış bulunuyorlar. Aslında onlar da bizimle birlikte azap görmektedirler, ama biz onları göremiyoruz.
Bu düşüncenin, dünya hayatında iken kalplerinde besledikleri bir inanç olması ihtimali vardır. Böylece onların dünyada besledikleri bu inanç ve iman ehli kimselerin ateşte azap göreceklerine çokça hüküm vermeleri kalplerinde iyice yer etmiştir, öyle ki onların ayrılmaz bir sıfatı haline gelmiştir. O bakımdan onlar cehennem ateşine de bu halleri ile girecekler ve bu sözleri söyleyeceklerdir.
Yine bu sözleri, dünyada hakikatleri tersyüz ettikleri gibi cehennem ateşinde de aynı şekilde hakikatleri sulandırmak maksadı ile söyleyecekleri bir söz de olabilir.
Ondan dolayı A’raftakiler cehennemdekilere şöyle diyeceklerdir: “Kendilerini Allah’ın rahmetine erdirmeyeceğine yemin ettiğimiz kimseler bunlar mı idi? İşte onlara: Girin cennete, size hiçbir korku yoktur ve siz üzülecek de değilsiniz (denilmiştir).” (el-Araf, 7/49)
Yüce Allah,
söz söyleyenlerin en doğrusu olduğu halde verdiği bu haberi tekid etmek üzere şöyle buyurmaktadır:
#
{64} قال تعالى مؤكِّداً ما أخبر به، وهو أصدقُ القائلين: {إنَّ ذلك}: الذي ذكرتُ لكم {لَحَقٌّ}: ما فيه شكٌّ ولا مِرْيةٌ {تخاصُمُ أهل النارِ}.
64.
“Cehennem ehlinin (bu şekilde) çekişmeleri” sözünü ettiğim bu karşılıklı atışmaları
“hiç şüphesiz bir gerçektir” bunda en ufak bir tereddüt yoktur.
{قُلْ إِنَّمَا أَنَا مُنْذِرٌ وَمَا مِنْ إِلَهٍ إِلَّا اللَّهُ الْوَاحِدُ الْقَهَّارُ (65) رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا الْعَزِيزُ الْغَفَّارُ (66) قُلْ هُوَ نَبَأٌ عَظِيمٌ (67) أَنْتُمْ عَنْهُ مُعْرِضُونَ (68) مَا كَانَ لِيَ مِنْ عِلْمٍ بِالْمَلَإِ الْأَعْلَى إِذْ يَخْتَصِمُونَ (69) إِنْ يُوحَى إِلَيَّ إِلَّا أَنَّمَا أَنَا نَذِيرٌ مُبِينٌ (70) إِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلَائِكَةِ إِنِّي خَالِقٌ بَشَرًا مِنْ طِينٍ (71) فَإِذَا سَوَّيْتُهُ وَنَفَخْتُ فِيهِ مِنْ رُوحِي فَقَعُوا لَهُ سَاجِدِينَ (72) فَسَجَدَ الْمَلَائِكَةُ كُلُّهُمْ أَجْمَعُونَ (73) إِلَّا إِبْلِيسَ اسْتَكْبَرَ وَكَانَ مِنَ الْكَافِرِينَ (74) قَالَ يَاإِبْلِيسُ مَا مَنَعَكَ أَنْ تَسْجُدَ لِمَا خَلَقْتُ بِيَدَيَّ أَسْتَكْبَرْتَ أَمْ كُنْتَ مِنَ الْعَالِينَ (75) قَالَ أَنَا خَيْرٌ مِنْهُ خَلَقْتَنِي مِنْ نَارٍ وَخَلَقْتَهُ مِنْ طِينٍ (76) قَالَ فَاخْرُجْ مِنْهَا فَإِنَّكَ رَجِيمٌ (77) وَإِنَّ عَلَيْكَ لَعْنَتِي إِلَى يَوْمِ الدِّينِ (78) قَالَ رَبِّ فَأَنْظِرْنِي إِلَى يَوْمِ يُبْعَثُونَ (79) قَالَ فَإِنَّكَ مِنَ الْمُنْظَرِينَ (80) إِلَى يَوْمِ الْوَقْتِ الْمَعْلُومِ (81) قَالَ فَبِعِزَّتِكَ لَأُغْوِيَنَّهُمْ أَجْمَعِينَ (82) إِلَّا عِبَادَكَ مِنْهُمُ الْمُخْلَصِينَ (83) قَالَ فَالْحَقُّ وَالْحَقَّ أَقُولُ (84) لَأَمْلَأَنَّ جَهَنَّمَ مِنْكَ وَمِمَّنْ تَبِعَكَ مِنْهُمْ أَجْمَعِينَ (85) قُلْ مَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ وَمَا أَنَا مِنَ الْمُتَكَلِّفِينَ (86) إِنْ هُوَ إِلَّا ذِكْرٌ لِلْعَالَمِينَ (87) وَلَتَعْلَمُنَّ نَبَأَهُ بَعْدَ حِينٍ (88)}.
65-
De ki: “Ben ancak bir uyarıcıyım. Bir tek ve Kahhâr olan Allah’tan başka hiçbir (hak) ilâh yoktur.”
66-
“O; göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir; Azizdir, Ğaffardır.”
67-
De ki: “O, büyük bir haberdir.
68- “Siz ise ondan yüz çevirmektesiniz.”
69-
“Mele-i A’lâ, birbirleri ile tartışırlarken benim onlara dair hiçbir bilgim yoktu.”
70-
“Bana ancak apaçık bir uyarıcı olduğum için vahyediliyor.”
71-
Hani Rabbin meleklere şöyle demişti: “Ben, çamurdan bir beşer yaratacağım.”
72-
“Ona tam bir şekil verip de içine ruhumdan üflediğim vakit derhal onun için secdeye kapanın.”
73- Bunun üzerine meleklerin hepsi toptan secde ettiler.
74- Ancak İblis hariç. O, büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu.
75-
Buyurdu ki: “Ey İblis, iki elimle yarattığım (Âdem’e) secde etmekten seni alıkoyan nedir? (Adem’e secde etmeyi) gururuna mı yediremedin yoksa (Rabbine karşı) kibirlenenlerden mi oldun?”
76-
Dedi ki: “Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.”
77-
Buyurdu ki: “O halde çık oradan. Çünkü sen artık kovulmuş birisin.”
78-
“Hesap gününe kadar da lanetim şüphesiz senin üzerindedir.”
79-
Dedi ki: “Rabbim, o halde diriltilecekleri güne kadar bana mühlet ver!”
80-
Buyurdu ki: “Sen mühlet verilenlerdensin.”
81-
“Bilinen vaktin (geleceği) güne kadar.”
82-
Dedi ki: “İzzetine yemin ederim ki onların hepsini mutlaka azdıracağım.”
83-
“Ancak içlerinden ihlâsa erdirilmiş kulların hariç.”
84-
Buyurdu ki: “Hakikat şudur -ki Ben sadece hakikati söylerim-:
85- “Cehennemi andolsun sen ve onlar arasından sana uyanların hepsi ile dolduracağım.”
86-
De ki: “Bu (davetime) karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum ve ben haddim olmayan iddialarda buluna biri de değilim.”
87-
“O (Kur'ân) da ancak cin ve insanlar için bir öğüttür.”
88-
“Onun haberini(n doğruluğunu) bir süre sonra kesinlikle bileceksiniz!”
#
{65} {قل}: يا أيُّها الرسولُ لهؤلاء المكذِّبين إنْ طَلَبوا منك ما ليس لك ولا بيدِكَ: {إنَّما أنا منذرٌ}: هذا نهايةُ ما عندي، وأمَّا الأمرُ؛ فلله تعالى، ولكني آمرُكُم وأنهاكُم وأحثُّكم على الخير وأزجُرُكم عن الشرِّ؛ فمنِ اهتدى فلنفسِهِ، ومن ضلَّ فعليها. {وما مِنْ إلهٍ إلاَّ الله}؛ أي: ما أحدٌ يؤلَّه ويُعبدُ بحقِّ إلاَّ الله، {الواحدُ القهارُ}: هذا تقريرٌ لألوهيَّته بهذا البرهان القاطع، وهو وحدتُه تعالى وقهرُه لكلِّ شيء؛ فإنَّ القهر ملازمٌ للوحدة؛ فلا يكون قهّارَيْنِ متساوِيَيْنِ في قهرهما أبداً، فالذي يقهر جميع الأشياءِ هو الواحدُ الذي لا نظير له، وهو الذي يستحقُّ أن يُعْبَدَ وحدَه كما كان قاهراً وحدَه.
65. Ey bu yalanlayıcılara gönderilen Peygamber! Senden, senin elinde olmayan ve senin yetkin olmayan şeyler isteyecek olurlarsa onlara
“de ki: Ben ancak bir uyarıcıyım.” Benim bütün yapabileceğim bundan ibarettir. Yetki Allah’ın elindedir. Ben size emir ve yasakları bildiririm, sizi hayra teşvik eder, kötülükten uzak durmaya çağırırım.
“Artık kim hidâyet bulursa o ancak kendi faydasına olmak üzere hidâyete ermiş olur. Kim saparsa yalnız kendi zararına sapmış olur.” (Yunus, 10/108)
“Bir tek ve Kahhâr olan Allah’tan başka hiçbir (hak) ilâh yoktur.” İlâh olarak bilinecek ve gerçekten ibadeti hak edecek O’ndan başka hiç kimse yoktur.
Bu buyruktaki kati delil, Yüce Allah’ın uluhiyetini vurgulamaktadır. Bu delil, O’nun tek ve kahhar oluşudur. Yani her bir şeyi kahrı/idaresi altına alması, her şeyin gücünün mahkumu olmasıdır. Çünkü kahir olmak, vahdaniyeti/tek oluşu gerektirir. İki kişinin kahir olması söz konusu değildir. Kahredici güce sahip olmakta da iki kişinin eşit olabilecekleri asla düşünülemez.
O halde kahhâr olup her şeyi gücü ile idare eden, tek ve eşsiz olandır ve tek başına kahhâr olduğu gibi ibadete de tek başına O layıktır.
#
{66} وقرَّر ذلك أيضاً بتوحيد الربوبيَّة، فقال: {ربُّ السمواتِ والأرضِ وما بينَهما}؛ أي: خالقُهما ومربِّيهما ومدبِّرُهما بجميع أنواع التدابير، {العزيزُ}: الذي له القوة التي بها خَلَقَ المخلوقاتِ العظيمة. {الغفَّارُ}: لجميع الذنوب؛ صغيرها وكبيرها، لمن تاب إليه وأقلع منها. فهذا الذي يحبُّ، ويستحقُّ أن يُعْبَدَ دونَ مَنْ لا يخلُق، ولا يرزُق ولا يضرُّ، ولا ينفعُ، ولا يملِكُ من الأمر شيئاً، وليس له قوَّةُ الاقتدار، ولا بيدِهِ مغفرةُ الذُّنوب والأوزار.
66. Yüce Allah,
uluhiyetini rububiyet tevhidini ifade ederek de vurgulamaktadır: “O; göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir.” Onları yaratan, görüp gözeten, idarenin bütün çeşitleri ile işlerini idare edip yürütendir.
“Azizdir” bunca büyük mahlukatı, kendisi ile yaratmış olduğu mutlak güce ve izzete sahip olandır.
Tevbe ederek kendisine dönüp günahlarına son verenlerin küçüğü ile büyüğü ile bütün günahlarını çokça bağışlayan “Ğaffardır.”
İşte kendisine ibadet olunması gereken ve ibadete layık olan budur. Hiçbir şey yaratamayan, rızık veremeyen, zarar veremeyen, fayda sağlayamayan, hiçbir yetki ve emre sahip olamayan, güç ve iktidarı bulunmayan, günahları ve hataları bağışlama imkânına sahip olamayanlar ise ibadete layık değildirler.
#
{67 ـ 68} {قل}: لهم مخوفاً ومحذِّراً ومنهضاً لهم ومنذراً: {هو نبأٌ عظيمٌ}؛ أي: ما أنبأتُكم به من البعث والنشور والجزاء على الأعمال خبرٌ عظيم ينبغي الاهتمام الشديد بشأنه، ولا ينبغي إغفالُه. ولكنْ {أنتُم عنه معرِضونَ}: كأنَّه ليس أمامكم حسابٌ ولا عقابٌ ولا ثوابٌ.
67. Sakındırarak, korkutarak, teşvik ederek ve uyararak
“de ki: O, büyük bir haberdir.” Yani benim size haber verdiğim öldükten sonra diriliş, kabirlerden kalkış, amellerin karşılığının görülmesi, çokça önemsenmesi gereken, gözden uzak tutulmaması gereken büyük bir haberdir.
68. Fakat
“siz ise ondan yüz çevirmektesiniz.” Sanki siz, hesapla, ceza ya da mükâfatla hiç karşılaşmayacakmışsınız gibi davranıyorsunuz. Eğer benim bu sözlerimden herhangi bir şüpheniz var ise benim verdiğim bu haberde tereddütte iseniz, şunu bilin ki ben, sizlere daha önce hakkında hiçbir bilgim bulunmayan şeyleri bildiriyorum, hiçbir kitapta okumadığım şeyleri söylüyorum. Benim sizlere verdiğim bu haberler gerçektir. Herhangi bir ilave yapmadığım gibi, bir şey de eksiltmiyorum. Bunlar benim doğru söylediğimin en büyük delilidir. Size getirdiğimin hak oluşunun en açık belgesidir.
İşte bundan dolayı şöyle buyurmaktadır:
#
{69 ـ 70} فإنْ شَكَكْتُم في قولي وامْتَرَيْتُم في خبري؛ فإني أخبركم بأخبارٍ لا علم لي بها ولا دَرَسْتُها في كتاب؛ فإخباري بها على وجهها من غير زيادةٍ ولا نقصٍ أكبرُ شاهدٍ لصدقي وأدلُّ دليل على حقِّ ما جئتُكم به، ولهذا قال: {ما كان لي من علم بالملأ الأعلى}؛ أي: الملائكة؛ {إذْ يَخْتَصِمونَ}؛ لولا تعليم الله إيَّاي وإيحاؤه إليَّ، ولهذا قال: {إن يوحى إليَّ إلاَّ أنَّما أنا نذيرٌ مبينٌ}؛ أي: ظاهر النذارة جليُّها؛ فلا نذير أبلغ من نذارتِهِ - صلى الله عليه وسلم -.
69.
“Mele-i A’lâ” yani melekler
“birbirleri ile tartışırlarken benim onlara dair hiçbir bilgim yoktu.” Allah, bana öğretmese, bana vahyetmese, benim bunları bilmem mümkün değildir.
Bundan dolayı şöyle buyrulmaktadır:
70.
“Bana ancak apaçık” yani uyarıcılık vasfı çok net ortada bulunan
“bir uyarıcı olduğum için vahyediliyor.” Gerçekten de ondan daha açık bir uyarıcı yoktur.
Daha sonra mele-
i âlâda geçen tartışmayı söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{71 ـ 72} ثم ذَكَرَ اختصام الملأ الأعلى، فقال: {إذ قال ربُّك للملائكة}: على وجه الإخبارِ، {إنِّي خالقٌ بشراً من طينٍ}؛ أي: مادَّتُه من طين، {فإذا سَوَّيْتُهُ}؛ أي: سويت جسمه وتمَّ، {ونفختُ فيه من روحي فَقَعوا له ساجدينَ}.
71-72.
“Hani Rabbin meleklere” haber vermek üzere
“Ben çamurdan” maddesi çamur olan
“bir beşer yaratacağım. Ona tam bir şekil verip” cismini düzenleyip tamamlandığımda
“içine ruhumdan üflediğim vakit derhal onun için secdeye kapanın.”
#
{73 ـ 74} فوطَّن الملائكةُ الكرامُ أنفسَهم على ذلك حين يتمُّ خلقُهُ ونفخُ الروح فيه امتثالاً لربِّهم وإكراماً لآدم عليه السلام، فلما تمَّ خلقُه في بدنِهِ وروحِهِ، وامتحنَ الله آدمَ والملائكةَ في العلم، وظهر فضلُه عليهم؛ أمرهم الله بالسجودِ، فسجدوا {كلُّهم أجمعون، إلاَّ إبليسَ}: لم يسجد، {استَكْبَرَ}: عن أمر ربِّه، واستكبر على آدم، {وكان من الكافرينَ}: في علم الله تعالى.
73-74. Melâike-i kiram, onun yaratılışı tamamlanıp kendisine ruh üfleneceği vakit Rablerinin emrini yerine getirmek ve Adem aleyhisselam’a da saygı olmak üzere secde etmeye kendilerini hazırladılar. Adem aleyhisselam’ın yaratılışı, bedeni ve ruhu ile tamamlandığı vakit Yüce Allah, ilim hususunda Adem ile melekleri imtihan etti. Adem’in onlara üstünlüğü ortaya çıktı ve Allah da onlara secde emrini verdi.
“Bunun üzerine meleklerin hepsi toptan secde ettiler. Ancak İblis hariç.” O secde etmedi. Hem Rabbinin emrine hem de Âdem’e karşı
“büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu.” Yüce Allah’ın ilminde de zaten kafir idi.
#
{75} فقال اللهُ له موبِّخاً ومعاتباً: {ما مَنَعَكَ أن تسجدَ لما خلقتُ بيديَّ}؛ أي: شرَّفْتُه وكرَّمْتُه واختصصتُه بهذه الخصيصة التي اختصَّ بها عن سائر الخلق، وذلك يقتضي عدم التكبُّر عليه. {أستكبرتَ}: في امتناعِك {أم كنتَ من العالينَ}.
75. Yüce Allah, onu azarlayarak
“buyurdu ki: Ey İblis, iki elimle yarattığım” iki elimle yaratarak diğer yaratıklar arasında kendisine böyle bir özellik verip şerefli kıldığım, lütufta bulunduğum böyle bir varlığa
“secde etmekten seni alıkoyan nedir?” Oysa bu, ona karşı büyüklenmemeyi gerektirir. Sen secde etmeyi
“gururuna mı yediremedin yoksa kibirlenenlerden mi oldun?”
#
{76} {قال} إبليسُ معارضاً لربِّه مناقضاً: {أنا خيرٌ منه خَلَقْتَني من نارٍ وخَلَقْتَهُ من طين}: وبزعمِهِ أنَّ عنصر النار خيرٌ من عنصر الطين، وهذا من القياس الفاسدِ؛ فإنَّ عنصرَ النار مادَّةُ الشرِّ والفساد والعلوِّ والطيش والخفَّة، وعنصرُ الطِّين مادَّةُ الرزانة والتواضُع وإخراج أنواع الأشجارِ والنباتات، وهو يغلِبُ النار ويطفِئُها، والنارُ تحتاج إلى مادَّةٍ تقومُ بها والطينُ قائمٌ بنفسِهِ. فهذا قياسُ شيخ القوم، الذي عارض به الأمر الشفاهيَّ من الله، قد تبيَّن غايةُ بطلانِهِ وفسادِهِ؛ فما بالُك بأقيسةِ التلاميذ الذين عارضوا الحقَّ بأقْيِسَتِهِم؛ فإنَّها كلَّها أعظمُ بطلاناً وفساداً من هذا القياس.
76. İblis, Rabbine karşı çıkarak
“dedi ki: Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.” Onun kanaatine göre ateş, çamurdan hayırlıdır. Bu kıyas ise tutarsızdır. Çünkü ateş; şerrin, fesadın, kibrin, gelişigüzelliğin ve hafifliğin kaynağıdır. Çamur ise ağırlığın, alçakgönüllülüğün sembolü, çeşitli ağaç ve bitkilerin bitirildiği kaynaktır. Çamur ateşe galip gelir ve onu söndürür. Ayrıca ateş, var olmak için başka bir maddeye ihtiyaç duyar, çamur ise kendi başına vardır.
İşte bu, şeytanların elebaşısının yaptığı bir kıyastır. O, bu kıyasla Yüce Allah’ın sözlü emrine karşı gelmiştir. Bu kıyasın ne kadar batıl ve tutarsız olduğu ise açıkça ortadadır. Ya onun öğrencileri içinden kendi kıyasları ile hakka karşı çıkanların kıyasları hakkında ne demeli? Şüphesiz ki bütün bu kıyaslar, onun yaptığı bu kıyastan daha çok batıl ve tutarsızdır.
#
{77 ـ 78} فقال الله له: اخرج {منها}؛ أي: من السماء والمحلِّ الكريم، {فإنَّك رجيمٌ}؛ أي: مبعد مدحور، {وإنَّ عليك لعنتي} أي: طردي وإبعادي {إلى يوم الدين}: دائماً أبداً.
77. Yüce Allah ona
“buyurdu ki: O halde çık oradan” semadan ve o şerefli yerden!
“Çünkü sen artık kovulmuş birisin.” Uzaklaştırılmış ve
(rahmetten) kovulmuş birisisin.
78.
“Hesap gününe kadar da” ebediyen ve daima
“lanetim” seni rahmetimden kovup uzaklaştırışım “şüphesiz senin üzerinedir.”
#
{79} {قال ربِّ فأنظِرْني إلى يوم يبعثون}: لشدَّة عداوتِهِ لآدمَ وذرَّيَّته؛ ليتمكَّن من إغواء مَنْ قَدَّرَ الله أن يُغْوِيَه.
79. Bu talebi Âdem aleyhisselam’a ve onun zürriyetine duyduğu aşırı düşmanlıktandır. Böylelikle Yüce Allah’ın, azdırmasını takdir ettiği kimseleri azdırma imkânını bulmak istemiştir.
#
{80 ـ 81} فـ {قال} الله مجيباً لدعوتِهِ حيث اقتضتْ حكمتُهُ ذلك: {إنَّكَ من المُنْظَرين. إلى يوم الوقتِ المعلوم}: حين تُسْتَكْمَلُ الذريَّةُ، ويتمُّ الامتحان.
80-81. Yüce Allah, hikmeti böyle gerektirdiği için onun duasını kabul ederek
“buyurdu ki: Sen mühlet verilenlerdensin. Bilinen vaktin (geleceği) güne kadar.” Âdem’in zürriyeti tamamlanıp imtihanın da sona ereceği vakte kadar.
İblis, kendine mühlet verileceğini öğrenince murdarlığından ötürü hem Rabbine,
hem Âdem aleyhisselam’a hem de onun soyundan gelecek olanlara karşı duyduğu düşmanlığını açıkça ortaya koydu:
#
{82 ـ 83} فلما علم أنه مُنْظَرٌ؛ بادى ربَّه من خبثه بشدَّة العداوةِ لربِّه ولآدم وذُرِّيَّتِهِ، فقال: {فبعزَّتِك لأغْوِيَنَّهُم أجمعينَ}:
يُحتمل أنَّ الباء للقسم، وأنَّه أقسم بعزَّةِ الله ليغوينَّهم كلَّهم أجمعين {إلاَّ عبادك منهم المخلَصين}: علم أنَّ الله سيحفظُهم من كيدِهِ. ويُحتمل أنَّ الباء للاستعانة، وأنَّه لما علم أنه عاجزٌ من كل وجهٍ، وأنه لا يضلُّ أحداً إلاَّ بمشيئة الله تعالى، فاستعانَ بعزَّةِ الله على إغواءِ ذُرِّيَّةِ آدمَ. هذا وهو عدوُّ الله حقًّا، ونحن يا ربَّنا العاجزونَ المقصرونَ، المقرُّونَ لك بكل نعمةٍ، ذُرِّيَّةُ من شَرَّفْتَه وكرَّمْتَه؛ فنستعين بعزَّتك العظيمة، وقدرتك، ورحمتك الواسعة لكلِّ مخلوق، ورحمتك التي أوصلتَ إلينا بها ما أوصلتَ من النعم الدينيَّة والدنيويَّة، وصرفتَ بها ما عنَّا صرفتَ من النِّقم، أن تعينَنا على محاربتِهِ وعداوتِهِ والسلامة من شرِّه وشركِهِ، ونحسنُ الظَّنَّ بك أن تجيبَ دعاءنا، ونؤمنُ بوعدِك الذي قلت لنا: {وقال ربُّكم ادْعوني أسْتَجِبْ لكُم}؛ فقد دَعَوْناك كما أمَرْتَنا، فاستجِبْ لنا كما وَعَدْتَنا. {إنَّك لا تُخْلِفُ الميعاد}.
82-83.
“Dedi ki: İzzetine yemin ederim ki onların hepsini mutlaka azdıracağım.” Buradaki ifadenin yemin olma ihtimali vardır. Buna göre o, Yüce Allah’ın izzeti hakkı için onların hepsini azdırmaya çalışacağına yemin etmiş omaktadır.
“Ancak içlerinden ihlâsa erdirilmiş kulların hariç.” İblis, Yüce Allah’ın, bu kulları kendi hile ve tuzaklarına karşı koruyacağını biliyordu.
Baştaki ifadenin, yemin değil de Allah’ın izzetinden yardım dilemek anlamına gelme ihtimali de vardır. Çünkü o, her bakımdan aciz olduğunu ve Allah’ın dilemesi olmaksızın hiç kimseyi saptıramayacağını bildiğinden dolayı Âdem aleyhisselam’ın soyundan gelenleri azdırmak için Allah’ın izzetini anarak yardım istemiştir.
O, gerçekten Allah’ın düşmanıdır. Biz de ey Rabbimiz, acizler, kusurlular olarak kendisine şeref verdiğin, mükerrem kıldığın Âdem’in zürriyetinden gelenler olarak, sahip olduğumuz her nimeti Senden diliyoruz, bunu itiraf ediyoruz. Senin o büyük izzetin, kudretin, her mahluku kuşatan rahmetin ile üzerimizdeki her türlü musibeti kendisi ile bizlerden uzaklaştırdığın merhametin ile ona karşı savaşmakta, ona düşmanlık beslemekte, kötülüklerinden korumakta, onun tuzaklarına düşmemek için senin yardımını istiyoruz.
Bizim bu duamızı kabul edeceğine dair hüsnü zan besliyoruz ve bize bildirdiğin şu vaadine iman ediyoruz: “Rabbiniz buyurdu ki: Bana dua edin ben de duanızı kabul edeyim.” (el-Mümin, 40/60) Biz de bize emrettiğin üzere Sana dua ediyoruz. Bize vaadettiğin üzere dualarımızı kabul buyur. Şüphesiz Sen vaadinden caymazsın.
#
{84 ـ 85} {قال} الله تعالى: {فالحقُّ والحقَّ أقولُ}؛ أي: الحقُّ وصفي والحقُّ قولي، {لأملأنَّ جهنَّم منك ومِمَّن تَبِعَكَ منهم أجمعينَ}.
84. Yüce Allah
“buyurdu ki: Hakikat şudur -ki Ben sadece hakikati söylerim.” Yani hak,
Benim sıfatımdır ve Benim sözüm de haktır:
85.
“Cehennemi andolsun sen ve onlar arasından” yani Âdem’in zürriyetinden geleceklerden
“sana uyanların hepsi ile dolduracağım.”
#
{86} فلما بيَّنَ الرسول للناس الدليلَ، ووضَّح لهم السبيلَ؛ قال الله له: {قل ما أسألُكُم عليه}؛ أي: على دعائي إياكم {من أجرٍ وما أنا من المتكلِّفين}: أدَّعي أمراً ليس لي، وأقفو ما ليس لي به علمٌ، لا أتَّبِعُ إلاَّ ما يُوحى إليَّ.
86. Peygamber,
insanlara delili açıklayıp doğru yolu beyan edince Allah ona hitaben şöyle buyurmuştur: “De ki: “Buna” benim sizi davet etmeme
“karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum ve ben haddim olmayan iddialarda buluna biri de” hakkım olmayan bir iddiada bulunan ve bilgim olmayan şeylerin peşinden giden kimselerden “değilim.” Ben ancak bana vahyolunana uyarım.
#
{87} {إنْ هو}؛ أي: هذا الوحي والقرآن {إلاَّ ذِكْرٌ للعالَمين}: يتذكَّرون به كلَّ ما ينفعُهم من مصالح دينهم ودُنياهم، فيكون شرفاً ورفعةً للعالمين به وإقامةَ حجَّة على المعاندين.
فهذه السورة العظيمة مشتملةٌ على الذِّكْر الحكيم، والنبأ العظيم، وإقامةِ الحُجَج والبراهين على مَنْ كذَّب بالقرآن، وعارَضَه، وكذَّب مَنْ جاء به، والإخبار عن عباد الله المخلَصين، وجزاء المتَّقين والطاغين؛ فلهذا أقسم في أولها بأنَّه ذو الذِّكْر، ووصفه في آخرها بأنَّه ذِكْرٌ للعالمين، وأكثَرَ التَّذْكيرَ بها فيما بين ذلك؛ كقوله: {واذْكُرْ عَبْدَنا}، {واذْكُرْ عِبَادَنا}، {رحمةً منّا وذِكْرى}، {هذا ذكرٌ}. اللهمَّ علِّمْنا منه ما جهلنا، وذكِّرْنا منه ما نَسينا نِسيانَ غفلةٍ ونسيان تركٍ.
87.
“O” bu vahiy ve bu Kur’ân “ancak cin ve insanlar için bir öğüttür.” Gerek dinî, gerek dünyevî maslahatlarından kendilerine faydalı olacak her hususta onunla öğüt alırlar. Böylelikle bu Kitap, onlar için bir şeref ve bir yükselme sebebi olur. Onu bilenler için bu böyledir. İnat edenlere karşı ise o, aleyhte bir delildir.
Bu büyük sûre gerçekten hikmetli öğütleri, pek büyük haberi içermekte, Kur’ân’ı yalanlayıp ona karşı çıkan, yine Kur’ân’ı getireni de yalanlayanlara karşı kesin ve açık deliller ortaya koyan bir sûredir. O, Allah’ın ihlâsa erdirilmiş kulları ile takvâ sahiplerinin ve azgınların görecekleri karşılıkları haber vermektedir. Bundan dolayı bu sûrenin baş tarafında bu Kur’ân-ı Kerîm’in çok şerefli ve öğüt sahibi oluşuna yemin edilmekte, sûrenin sonunda da onun bütün cin ve insanlar için bir öğüt olduğu dile getirilmektedir.
Bu iki ifade arasında da çokça hatırlatmalarda ve öğütlerde bulunulmaktadır.
Mesela: “Kulumuz Davud’u hatırla” (17. âyet);
“Güç ve basiret sahibi kullarımızı... da an.” (45. âyet);
“Tarafımızdan bir rahmet ve... bir öğüt olmak üzere.” (43. âyet);
“Bu bir hatırlatmadır.” (49. âyet) vb. gibi.
Allah’ım! Bu Kitaptan bilmediklerimizi bize öğret, gerek gafletten gerekse terk etmekten kaynaklanan unuttuklarımızı da bize hatırlat!
#
{88} {ولَتَعْلَمُنَّ نبأه}؛ أي: خبره {بعد حينٍ}: وذلك حين يقع عليهم العذابُ، وتتقطَّع عنهم الأسبابُ.
88.
“Onun haberini(n doğruluğunu) bir süre sonra” azap başınıza ineceği ve artık kurtuluş yolları tamamı ile kapanacağı vakit
“kesinlikle bileceksiniz.”
Sa’d Sûresi’nin tefsiri -Yüce Allah’ın lütuf ve yardımı ile- burada sona ermektedir.
***