Ayet:
37- SÂFFÂT SÛRESİ
37- SÂFFÂT SÛRESİ
(Mekke’de inmiştir. 182 âyettir)
Ayet: 1 - 11 #
صاف {وَالصَّافَّاتِ صَفًّا (1) فَالزَّاجِرَاتِ زَجْرًا (2) فَالتَّالِيَاتِ ذِكْرًا (3) إِنَّ إِلَهَكُمْ لَوَاحِدٌ (4) رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا وَرَبُّ الْمَشَارِقِ (5) إِنَّا زَيَّنَّا السَّمَاءَ الدُّنْيَا بِزِينَةٍ الْكَوَاكِبِ (6) وَحِفْظًا مِنْ كُلِّ شَيْطَانٍ مَارِدٍ (7) لَا يَسَّمَّعُونَ إِلَى الْمَلَإِ الْأَعْلَى وَيُقْذَفُونَ مِنْ كُلِّ جَانِبٍ (8) دُحُورًا وَلَهُمْ عَذَابٌ وَاصِبٌ (9) إِلَّا مَنْ خَطِفَ الْخَطْفَةَ فَأَتْبَعَهُ شِهَابٌ ثَاقِبٌ (10) فَاسْتَفْتِهِمْ أَهُمْ أَشَدُّ خَلْقًا أَمْ مَنْ خَلَقْنَا إِنَّا خَلَقْنَاهُمْ مِنْ طِينٍ لَازِبٍ (11)}.
1- Yemin olsun saf saf duranlara, 2- Sürüp sevkedenlere, 3- Zikir okuyanlara ki, 4- Sizin ilâhınız birdir. 5- O; göklerin, yerin ve iki arasında bulunanların Rabbidir. Doğuların da Rabbidir. 6- Şüphesiz Biz (dünyaya) en yakın göğü bir süsle, yıldızlarla süsledik. 7- Ve onu her azgın şeytandan koruduk. 8- Onlar Mele-i âlâ’yı dinleyemezler ve dört bir taraftan taşlanırlar da; 9- Kovulurlar. Onlar için sürekli bir azap da vardır. 10- Ancak (meleklerden) bir söz kapıp kaçıran olursa derhal parlak ve delici bir alev onun peşine düşer. 11- Şimdi sor onlara: Yaratılış yönünden kendileri mi daha zorludur yoksa bizim (şu) yarattıklarımız mı? Zira Biz onları yapışkan bir çamurdan yarattık.
#
{1 ـ 4} هذا قسمٌ منه تعالى بالملائكة الكرام في حال عباداتها وتدبيرها ما تُدَبِّرُهُ بإذن ربِّها على ألوهيَّتِهِ تعالى وربوبيَّته، فقال: {والصّافاتِ صَفًّا}؛ أي: صفوفاً في خدمة ربِّهم، وهم الملائكة، {فالزاجراتِ زَجْراً}: وهم الملائكة يَزْجُرونَ السحابَ وغيرَه بأمر الله، {فالتَّالِياتِ ذِكْراً}: وهم الملائكة الذين يَتْلون كلامَ الله تعالى، فلمَّا كانوا متألِّهين لربِّهم ومتعبِّدين في خدمتِهِ ولا يعصونَه طرفةَ عين؛ أقسم بهم على ألوهيَّتِهِ، فقال: {إنَّ إلهكم لَواحدٌ}: ليس له شريكٌ في الإلهيَّة؛ فأخلِصوا له الحبَّ والخوفَ والرجاءَ وسائرَ أنواع العبادة.
1-4. Bu buyruklarda Yüce Allah, ulûhiyet ve rubûbiyetine dair, ibadet halinde bulunan ve Rablerinin izniyle işler gören şerefli meleklere yemin etmekte ve şöyle buyurmaktadır: “Yemin olsun saf saf duranlara,” Yani Rablerinin emirlerini yerine getirmek üzere saf saf dizilmiş meleklere; “Sürüp sevkedenlere,” Allah’ın emri ile bulutları ve başka şeyleri süren meleklere; “Zikir okuyanlara,” Allah’ın kelamını okuyan meleklere... Bu melekler, Rablerini ilah edinen, O’nun buyruklarını yerine getirerek O’na ibadet eden, bir göz açıp kapatacak süre kadar dahi O’na isyan etmeyen varlıklar olduklarından ötürü Allah, ilâh olduğuna dair onlara yemin ederek: “Sizin ilâhınız birdir” buyurmaktadır. Ulûhiyetinde O’nun hiçbir ortağı yoktur. O bakımdan ihlâsla yalnız O’nu sevin, yalnız O’ndan korkun. Yalnız O’nun rahmetini umut edin ve tüm ibadet çeşitlerini de yalnız O’na yapın.
#
{5} {ربُّ السمواتِ والأرضِ وما بينَهما وربُّ المشارقِ}؛ أي: هو الخالق لهذه المخلوقات، الرازقُ لها، الْمدبِّرُ لها؛ فكما أنَّه لا شريك له في ربوبيَّتِهِ إيَّاها؛ فكذلك لا شريك له في ألوهيَّتِهِ. وكثيراً ما يقرِّرُ تعالى توحيد الإلهيَّةِ بتوحيد الربوبيَّةِ؛ لأنَّه دالٌّ عليه. وقد أقرَّ به أيضاً المشركون في العبادة، فيلزمُهم بما أقرُّوا به على ما أنكروه. وخصَّ الله المشارقَ بالذِّكْر؛ لدلالتها على المغارب، أو لأنَّها مشارقُ النجوم التي سيذكرها. فلهذا قال:
5. Yani bunca mahlukatı yaratan, onların rızıklarını veren ve emri altına alan O’dur. Allah'ın bunlar üzerindeki rubûbiyetinde hiçbir ortağı olmadığı gibi ulûhiyetinde de hiçbir ortağı yoktur. Yüce Allah, ulûhiyet tevhidini çoğu zaman rubûbiyet tevhidi ile bir arada söz konusu ederek delillendirmektedir. Çünkü rubûbiyet tevhidi, uluhiyet tevhidine delildir. İbadetlerinde Allah’a ortak koşan müşrikler dahi rubûbiyet tevhidini kabul ve itiraf etmişlerdir. O halde bu kabul ettikleri dolayısı ile inkâr ettiklerini de kabul ve itiraf etmeleri gerekir. Yüce Allah’ın özellikle “doğrular”ı söz konusu etmesi “batılar”a da delalet etmesinden yahut da biraz sonra sözü edilecek yıldızların doğdukları yere delalet etmesinden dolayı olabilir. Bu sebeple Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{6 ـ 9} {إنَّا زَيَّنَّا السماءَ الدُّنيا بزينةٍ الكواكبِ. وحفظاً من كلِّ شيطانٍ ماردٍ. لا يَسَّمَّعونَ إلى الملأ الأعلى}: ذكر الله في الكواكب هاتين الفائدتين العظيمتين: إحداهما: كونُها زينةً للسماء؛ إذ لولاها؛ لكانتِ السماء جرماً مظلماً لا ضوء فيه ، ولكن زيَّنها فيها؛ لتستنيرَ أرجاؤها وتَحْسُنَ صورتُها، ويُهْتَدى بها في ظُلُمات البرِّ والبحر، ويحصُلَ فيها من المصالح ما يحصُلُ. والثانية: حراسةُ السماء عن كلِّ شيطانٍ ماردٍ يصل بتمرُّدِهِ إلى استماع الملأ الأعلى، وهم الملائكة؛ إذا استمعت قذفتها بالشهب الثواقب {من كلِّ جانبٍ}: طَرْداً لهم وإبعاداً عن استماع ما يقولُ الملأُ الأعلى. {ولهم عذابٌ واصِبٌ}؛ أي: دائمٌ معدٌّ لهم لتمرُّدهم عن طاعةِ ربِّهم.
6-7. Yüce Allah yıldızlardaki oldukça büyük şu iki faydayı söz konusu etmektedir: 1. Yıldızların sema için bir süs olmaları. Yıldızlar olmasa idi sema ışıksız ve kapkaranlık olurdu. Ancak Yüce Allah, göğün dört bir yanı aydınlansın, güzel bir görünüşü olsun, kara ve denizin karanlıklarında onlarla yol bulunsun ve böylelikle bu yıldızların pek çok menfaati husule gelsin diye göğü bu yıldızlarla süslemiştir. 2. İtaatten çıkan ve azgınlığı sebebiyle mele-i âlâ’yı -ki bunlardan kasıt meleklerdir- dinlemeye kadar ulaşan her bir azgın şeytana karşı semanın korunması. 8-9. Eğer şeytalar meleklere kulak verecek olurlarsa “dört bir taraftan” delip geçen alevli ateşlerle kovulmak ve mele-i âlâ’da söylenenleri dinlemekten uzaklaştırılmak üzere “taşlanırlar.” “Onlar için sürekli bir azap da vardır.” Rablerine itaat etmemeleri ve azgınlıkları dolayısı ile onlar için hazırlanmış ve daimi olan bir azap da vardır.
#
{10} ولولا أنه تعالى استثنى؛ لكان ذلك دليلاً على أنَّهم لا يستمعون شيئاً أصلاً، ولكن قال: {إلاَّ مَنْ خَطِفَ الخَطْفَةَ}؛ أي: إلاَّ مَنْ تَلَقَّفَ من الشياطين المَرَدَةِ الكلمةَ الواحدةَ على وجه الخفيةِ والسرقةِ، {فأتْبَعَهُ شهابٌ ثاقبٌ}: تارة يدرِكُه قبل أن يوصِلَها إلى أوليائِهِ فينقطع خبرُ السماء، وتارةً يُخْبِرُ بها قبل أن يدرِكَه الشهابُ، فيكذِبون معها مائةَ كذبةٍ، يروِّجونها بسبب الكلمةِ التي سُمِعَتْ من السماء.
10. Yüce Allah, burada böyle bir istisnada bulunmamış olsa idi, bu buyruklar şeytanların semadan kesinlikle hiçbir şey işitmediğine delil olacaktı. Ancak Yüce Allah: “Ancak (meleklerden) bir söz kapıp kaçıran olursa…” buyurmaktadır. Yani bu azgın şeytanlar arasından gizlice ve hırsızlama sureti ile tek bir söz kapanlara gelince “derhal parlak ve delici bir alev onun peşine düşer.” Bu alev, bazen ona hırsızlama kaptığı bu sözü dostlarına ulaştırmadan önce yetişir ve böylelikle semadan çaldığı o haber orada kesilir. Bazen de o delici alev ona kavuşmadan önce o, bu haberi onlara ulaştırabilir. Onların dostları da bu tek bir hak söze yüz tane yalan katar ve semadan işitilen o söz aracılığıyla o yalanları insanlara kabul ettirirler.
#
{11} ولَمَّا بيَّن هذه المخلوقاتِ العظيمةَ؛ قال: {فاسْتَفْتِهم}؛ أي: اسأل منكري خَلْقِهِم بعد موتِهِم: {أهم أشدُّ خَلْقاً}؛ أي: إيجادُهم بعد موتهم أشدُّ خَلْقاً وأشقُّ. {أم مَنْ خَلَقْنا}: من هذه المخلوقات؛ فلا بدَّ أن يُقِرُّوا أنَّ خَلْقَ السماواتِ والأرض أكبرُ من خَلْق الناس، فيلزمهم إذاً الإقرار بالبعثِ، بل لو رَجَعوا إلى أنفسهم وفكَّروا فيها؛ لعلموا أنَّ ابتداء خَلْقِهِم من طينٍ لازبٍ أصعب عند الفكر من إنشائهم بعد موتهم، ولهذا قال: {إنَّا خَلَقنَاهُم من طِينٍ لازِب}؛ أي: قويٍّ شديدٍ؛ كقوله تعالى: {ولقد خَلَقْنا الإنسانَ من صَلْصال من حَمَأٍ مسنونٍ}.
11. Yüce Allah, bu muaazam varlıklara dair açıklamalardan sonra şöyle buyurmaktadır: “Şimdi sor onlara” öldükten sonra tekrar yaratılacaklarını inkâr edenlere: “Yaratılış yönünden kendileri mi daha zorludur” öldükten sonra onların yeniden yaratılmaları daha mı zordur; “Yoksa bizim (şu) yarattıklarımız mı?” Diğer mahlukat mı? Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışının, insanların yaratılışından daha büyük olduğunu kabul edeceklerdir. Onların bunu kabul edişleri, öldükten sonra dirilişi de kabul etmelerini gerektirir. Hatta onlar kendi nefislerine dönüp onlar üzerinde düşünecek olsalar, kendilerinin yapışkan bir çamurdan yaratılmış olmalarının, ölümden sonra tekrar yaratılışlarından daha zor olduğunu anlayacaklardır. İşte bundan dolayı: “Zira Biz onları yapışkan bir çamurdan yarattık.” Yani onlar, birbirine kenetlenmiş, sağlam bir çamurdan yaratıldılar, buyurmaktadır. Yüce Allah’ın şu buyruğu da bunun gibidir: “Andolsun ki Biz insanı kuru bir çamurdan, değişmiş, şekillenmiş bir balçıktan yarattık.” (el-Hicr, 15/26)
Ayet: 12 - 21 #
{بَلْ عَجِبْتَ وَيَسْخَرُونَ (12) وَإِذَا ذُكِّرُوا لَا يَذْكُرُونَ (13) وَإِذَا رَأَوْا آيَةً يَسْتَسْخِرُونَ (14) وَقَالُوا إِنْ هَذَا إِلَّا سِحْرٌ مُبِينٌ (15) أَإِذَا مِتْنَا وَكُنَّا تُرَابًا وَعِظَامًا أَإِنَّا لَمَبْعُوثُونَ (16) أَوَآبَاؤُنَا الْأَوَّلُونَ (17) قُلْ نَعَمْ وَأَنْتُمْ دَاخِرُونَ (18) فَإِنَّمَا هِيَ زَجْرَةٌ وَاحِدَةٌ فَإِذَا هُمْ يَنْظُرُونَ (19) وَقَالُوا يَاوَيْلَنَا هَذَا يَوْمُ الدِّينِ (20) هَذَا يَوْمُ الْفَصْلِ الَّذِي كُنْتُمْ بِهِ تُكَذِّبُونَ (21)}.
12- Ne var ki sen (onlara) şaşıyorsun, onlar ise (seninle) alay ediyorlar. 13- Onlara öğüt verildiğinde öğüt almazlar. 14- Bir mucize görseler alay ederler. 15- Ve derler ki: “Bu, ancak apaçık bir büyüdür.” 16- “Biz ölüp de toprak ve kemik olduğumuz vakit, evet biz (bu hale geldikten sonra) mı diriltileceğiz? 17- “Geçmiş atalarımız da mı (diriltilecek)?” 18- De ki: “Evet, hem de zelil bir halde (diriltileceksiniz).” 19- O (diriliş), sadece bir çığlıktan ibaretir. Bir de bakmışsın ki onlar (kabirlerinden kalkmış) bakınmaktalar! 20- Diyecekler ki: “Vay başımıza gelen! Bu, hesap günü!” 21- “Bu, sizin yalanlamakta olduğunuz hüküm günüdür.”
#
{12} {بل عجبتَ}: أيُّها الرسولُ أو أيُّها الإنسانُ من تكذيب مَنْ كَذَّبَ بالبعث بعد أن أرَيْتَهم من الآيات العظيمةِ والأدلَّة المستقيمةِ، وهو حقيقةً محلُّ عجبٍ واستغرابٍ؛ لأنَّه مما لا يَقْبَلُ الإنكارَ. {و} أعجبُ من إنكارِهِم وأبلغُ منه أنَّهم {يسخَرون}: ممَّنْ جاء بالخبر عن البعثِ، فلم يَكْفِهِم مجردُ الإنكار، حتى زادوا السخريةَ بالقول الحقِّ.
12. “Ne var ki sen” ey peygamber! Yahut ey insan! Bunca büyük belgeleri ve şaşmaz delilleri onlara gösterdikten sonra bile onların hala öldükten sonra dirilişi yalanlamalarından ötürü “şaşıyorsun.” Gerçekten onların bu tutumları hayret edilecek, şaşılacak bir haldir. Çünkü böyle bir şeyin inkâr edilmesi, kabil değildir. Hatta onların inkârlarından daha şaşırtıcı ve daha hayrete düşürücü olan bir husus vardır. Bu da şudur: “onlar ise” öldükten sonra diriliş haberini getirenle “alay ediyorlar.” Onlar sırf inkârla yetinmediler, üstelik bir de hak söz ile alay ettiler.
#
{13} {و} من العجب أيضاً أنَّهم {إذا ذُكِّروا}: ما يعرفون في فِطَرِهِم وعُقولهم وفَطِنوا له ولَفَتَ نَظَرَهم إليه {لا يَذْكرونَ}: ذلك؛ فإنْ كان جهلاً؛ فهو من أدلِّ الدلائل على شِدَّةِ بلادَتِهِم العظيمة؛ حيث ذُكِّروا ما هو مستقرٌّ في الفطر معلومٌ بالعقل لا يقبلُ الإشكالَ، وإن كان تَجاهُلاً وعناداً؛ فهو أعجبُ وأغربُ.
13. Yine hayret edilecek bir husus da şudur ki “onlara öğüt verildiğinde” fıtrat ve akılları ile bildikleri, kavradıkları bir husus hatırlatılıp ona dikkatleri çekilecek olsa dahi ondan “öğüt almazlar.” Eğer cahilliklerinden ötürü bunu yapıyor iseler şüphesiz bu, onların çok ileri derecede ahmak olduklarına dair en büyük delildir. Çünkü onlara fıtratta yer etmiş, akıl ile kesin olarak bilinebilecek ve herhangi bir karışıklığı olmayan bir husus hatırlatılmaktadır. Eğer bilmezlikten gelerek, inat ile bunu yapıyorlarsa bu, daha hayret edilecek ve daha garip bir şeydir.
#
{14} ومن العَجَبِ أيضاً أنَّهم إذا أُقيمتْ عليهم الأدلَّةُ، وذُكِّروا الآياتِ التي يخضعُ لها فحولُ الرجال وألبابُ الألِبَّاء، يَسْخَرون منها ويَعْجَبونَ.
14. Yine hayret edilecek bir husus da şu ki onlara karşı bunca delil ortaya konulmasına ve en ileri akıl sahibi olanların dahi boyun eğerek kabul etmek zorunda kaldıkları mucize ve belgeler kendilerine gösterildiğinde onlarla alay ederler ve bunlardan hayrete düşerler.
#
{15} ومن العجب أيضاً قولُهُم للحقِّ لما جاءهم: {إنْ هذا إلاَّ سحرٌ مبينٌ}: فجعلوا أعلى الأشياء وأجلَّها ـ وهو الحقُّ ـ في رتبة أخسِّ الأشياء وأحقرِها.
15. Hayret edilecek bir diğer husus da şu ki hak kendilerine geldiği vakit ona: “Bu, ancak apaçık bir büyüdür” sözleri ile karşılık vermeleridir. Böylelikle onlar, her şeyin en yücesi ve en üstünü olan hakkı, en değersiz ve en aşağılık bir şey olan büyüyle eşdeğer gördüler.
#
{16 ـ 17} ومن العجب أيضاً قياسُهم قدرةَ ربِّ الأرض والسماواتِ على قدرةِ الآدميِّ الناقص من جميع الوجوه، فقالوا استبعاداً وإنكاراً: {أإذا مِتْنا وكُنَّا تُراباً وعِظاماً أإنَّا لَمَبْعوثونَ. أوَ آباؤنا الأوَّلونَ}.
16-17. Yine hayret edilecek bir başka husus da onların, yerin ve göklerin Rabbi olan Allah’ın kudretini bütün yönleri ile eksik ve aciz bulunan Ademoğlunun kudretine kıyas etmeleri ve öldükten sonra dirilişi çok uzak bir ihtimal görerek ve hatta inkâr ederek şöyle demeleridir: “Biz ölüp de toprak ve kemik olduğumuz vakit, evet biz (bu hale geldikten sonra) mı diriltileceğiz? Geçmiş atalarımız da mı?” Onların ileri sürecekleri en büyük delil ve nihai bilgileri bu sözden ibaret olduğu için Yüce Allah, Rasûlüne onları uyarıp korkutma anlamı içerecek şekilde şöyle cevap vermesini emretmiştir:
#
{18} ولمَّا كانَ هذا منتهى ما عندَهم وغايةَ ما لَدَيْهم؛ أمر الله رسولَه أن يُجيبَهم بجواب مشتمل على ترهيِبِهم ، فقال: {قل نعم}: ستُبْعَثون أنتم وآباؤكم الأولون، {وأنتُم داخِرون}: ذَليلون صاغِرون لا تمتَنعون، ولا تَسْتَعْصون على قدرةِ الله.
18. “De ki: Evet” Sizler de gelip geçmiş atalarınız da öldükten sonra diriltileceksiniz. “Hem de zelil bir halde” Allah’ın kudretine karşı koyma ve itaatsizlik söz konusu olmaksızın, zillet içinde, hor ve hakir olarak diriltileceksiniz.
#
{19} {فإنَّما هي زجرةٌ واحدةٌ}: يَنْفُخُ إسرافيلُ فيها في الصُّورِ، {فإذا هم} مبعوثونَ من قبورهم {يَنظُرونَ}: كما ابْتُدِئ خَلْقُهم، بُعثِوا بجميع أجزائِهِم حفاةً عراةً غُرلاً.
19. “O, sadece” İsrafil’in Sûr’a üfleyeceği “bir çığlıktan ibaretir. Bir de bakmışsın ki onlar” kabirlerinden diriltilmiş “bakınmaktalar!” İlkin yaratıldıkları gibi, bütün azaları tam olarak, yalın ayak, elbisesiz ve sünnetsiz olarak diriltilecekler. Bu halde pişmanlıklarını, rüsvaylıklarını, hüsrana uğradıklarını açıkça ifade edecek ve ölmeyi şiddetle temenni edip “Vay halimize!” diyerek yakınacaklardır:
#
{20} وفي تلك الحال يُظْهِرون الندمَ والخزيَ والخسارَ، ويَدْعونَ بالويل والثُّبور، {وقالوا يا وَيْلَنا هذا يومُ الدينِ}؛ فقد أقرُّوا بما كانوا في الدنيا به يهزؤون!
20. Yani bu, hesabın görüleceği, amellerin karşılığının verileceği gündür. Böylelikle dünyada iken kendisi ile alay ettikleri şeyi, ikrar ve itiraf etmiş olacaklardır.
#
{21} فيُقالُ لهم: {هذا يومُ الفصلِ}: بين العبادِ فيما بينَهم وبين ربِّهم من الحقوق وفيما بينهم وبين غيرِهِم من الخلق.
21. Onlara şöyle denecek: “Bu, sizin yalanlamakta olduğunuz” kulların gerek kendi aralarındaki hususlarda, gerek kendileri ile Rableri arasındaki haklar konusunda, gerekse de kendileri ile diğer mahlukat arasındaki haklar konusunda verilcek olan “hüküm günüdür.”
Ayet: 22 - 26 #
{احْشُرُوا الَّذِينَ ظَلَمُوا وَأَزْوَاجَهُمْ وَمَا كَانُوا يَعْبُدُونَ (22) مِنْ دُونِ اللَّهِ فَاهْدُوهُمْ إِلَى صِرَاطِ الْجَحِيمِ (23) وَقِفُوهُمْ إِنَّهُمْ مَسْئُولُونَ (24) مَا لَكُمْ لَا تَنَاصَرُونَ (25) بَلْ هُمُ الْيَوْمَ مُسْتَسْلِمُونَ (26)}.
22, 23- Zulmedenleri, onlarla aynı yolda olanları ve Allah’ın dışında ibadet ettiklerini bir araya toplayın ve onları cehennemin yoluna sürün. 24- Onları (cehenneme varmadan) durdurun; çünkü onlar sorgulanacaklardır. 25- “Neyiniz var, niye birbirinize yardım etmiyorsunuz?” 26- Elbette (edemezler; çünkü) onlar, bugün teslim olmuşlardır.
#
{22 ـ 23} أي: إذا حضروا يوم القيامةِ وعاينوا ما به يكذبون ورأوا ما به يستسخرون؛ يُؤْمَرُ بهم إلى النارِ التي بها يكذبون، فيقال: {احشُروا الذين ظلموا}: أنفسَهم بالكفرِ والشركِ والمعاصي {وأزواجَهم}: الذين من جنس عملهم، كلٌّ يُضَمُّ إلى مَنْ يُجانِسُه في العمل، {وما كانوا يَعْبُدون من دونِ الله}: من الأصنام والأندادِ التي زعموها، اجمعوهم جميعاً، واهدوهم {إلى صراطِ الجَحيم}؛ أي: سوقوهم سوقاً عنيفاً إلى جهنم.
22-23. Yani Kıyamet günü huzura gelip yalanladıkları şeyleri gözleri ile görecek, önceden yalanlamış oldukları o ateşe atılmaları emrolunacak ve şöyle buyrulacaktır: Küfür, şirk ve masiyetlerle kendilerine “zulmedenleri ve” onların amelleri türünden amel işleyerek “onlarla aynı yolda olanları” Böylelikle onların her birisi amel itibari ile kendisi ile türdeş olanlara katılacaktır. “ve Allah’ın dışında ibadet ettiklerini” ilâh olduğunu iddia ettikleri putları ve ortakları “bir araya toplayın.” Onların hepsini bir araya getirin; sonra da “onları cehennemin yoluna sürün” cehenneme şiddetli bir şekilde sürükleyip götürün.
#
{24} {و} بعدما يتعيَّن أمرُهم إلى النار ويَعْرِفون أنَّهم من أهلِ دار البوار؛ يُقالُ: {قِفوهُم}: قبل أن توصِلوهم إلى جهنَّم، {إنَّهم مسؤولونَ}: عمَّا كانوا يفترونَه في الدُّنيا؛ ليظهرَ على رؤوس الأشهادِ كَذِبُهم وفضيحتُهم.
24. Cehenneme götürülmeleri emrinin verilmesinden ve kendilerinin helâk yurduna gidecek kimseler olduklarını bilmelerinden sonra şöyle buyrulacaktır: “Onları” cehenneme ulaştırmadan önce “durdurun; çünkü onlar” dünya hayatında iftira edip uydurdukları yalanlardan dolayı “sorgulanacaklardır.” Ki yalan söyledikleri, herkesin tanık olacağı bir şekilde ortaya çıksın ve rezil rüsvay olsunlar. Onlara şöyle denilecektir:
#
{25} فيقال لهم: {ما لكم لا تناصرون}: أي: ما الذي جرى عليكم اليوم، وما الذي طرقكم، لا ينصر بعضكم بعضاً، ولا يغيث بعضُكم بعضاً، بعدما كنتُم تزعُمون في الدُّنيا أنَّ آلهتكم ستدفعُ عنكم العذابَ وتُغيثكم أو تشفعُ لكم عند الله؟!
25. Bugün başınıza nasıl bir iş geldi? Sizleri birbirinize yardım etmeyecek ve birbirinizin imdadına koşmayacak hale düşüren nedir? Halbuki sizler, dünyada iken edindiğiniz bu uydurma ilâhların sizden azabı uzaklaştıracağını, sizi azaptan kurtaracağını yahut Allah nezdinde size şefaat edeceklerini iddia ediyordunuz.
#
{26} فكأنهم لا يجيبون هذا السؤال؛ لأنَّهم قد علاهم الذُّلُّ والصَّغارُ، واستسلموا لعذابِ النارِ وخَشَعوا وخَضَعوا وأُبْلِسوا، فلم يَنْطِقوا، ولهذا قال: {بل هُمُ اليومَ مُسْتَسْلِمونَ}.
26. Anlaşılan onlar, bu soruya cevap veremeyeceklerdir. Çünkü zillete ve aşağılığa mahkûm olmuşlar, cehennem azabına teslim olup zilletle boyun eğmişler ve ümitleri tamamen tükenmiştir. O nedenle de konuşamayacaklardır. Bundan dolayı şöyle buyrulmaktadır: “Elbette (edemezler; çünkü) onlar, bugün teslim olmuşlardır.”
Ayet: 27 - 39 #
{وَأَقْبَلَ بَعْضُهُمْ عَلَى بَعْضٍ يَتَسَاءَلُونَ (27) قَالُوا إِنَّكُمْ كُنْتُمْ تَأْتُونَنَا عَنِ الْيَمِينِ (28) قَالُوا بَلْ لَمْ تَكُونُوا مُؤْمِنِينَ (29) وَمَا كَانَ لَنَا عَلَيْكُمْ مِنْ سُلْطَانٍ بَلْ كُنْتُمْ قَوْمًا طَاغِينَ (30) فَحَقَّ عَلَيْنَا قَوْلُ رَبِّنَا إِنَّا لَذَائِقُونَ (31) فَأَغْوَيْنَاكُمْ إِنَّا كُنَّا غَاوِينَ (32) فَإِنَّهُمْ يَوْمَئِذٍ فِي الْعَذَابِ مُشْتَرِكُونَ (33) إِنَّا كَذَلِكَ نَفْعَلُ بِالْمُجْرِمِينَ (34) إِنَّهُمْ كَانُوا إِذَا قِيلَ لَهُمْ لَا إِلَهَ إِلَّا اللَّهُ يَسْتَكْبِرُونَ (35) وَيَقُولُونَ أَئِنَّا لَتَارِكُو آلِهَتِنَا لِشَاعِرٍ مَجْنُونٍ (36) بَلْ جَاءَ بِالْحَقِّ وَصَدَّقَ الْمُرْسَلِينَ (37) إِنَّكُمْ لَذَائِقُو الْعَذَابِ الْأَلِيمِ (38) وَمَا تُجْزَوْنَ إِلَّا مَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ (39)}.
27- Onlardan bir kısmı diğerlerine yönelip birbirlerine soru sorarlar. 28- Derler ki: “Siz, bize sağdan gelirdiniz.” 29- Onlar da derler ki: “Hayır; siz mümin değildiniz (ki biz sizi saptırmış olalım)!” 30- “Hem bizim sizin üzerinizde bir nüfuzumuz da yoktu. Aksine siz azgın bir topluluktunuz.” 31- “Artık Rabbimizin (azap) sözü üzerimize hak olmuştur. Hepimiz (azabı) kesinlikle tadacağız.” 32- “Biz sizi azdırdık, zira biz de azgın kimselerdik.” 33- Şüphesiz onlar, o gün azapta ortaktırlar. 34- İşte Biz günahkârlara böyle yaparız. 35- Çünkü onlara: “Allah’tan başka (hak) ilâh yoktur” denildiğinde büyüklük taslarlardı. 36- Ve derlerdi ki: “Şimdi biz deli bir şairin sözüyle ilâhlarımızı terk mi edeceğiz?” 37- Hayır; o, hakkı getirmiş ve (geçmiş) peygamberleri de tasdik etmiştir. 38- Siz elbette o can yakıcı azabı tadacakasınız. 39- Ve sizler ancak işlediklerinizin karşılığını/cezasını göreceksiniz.
#
{27 ـ 28} لما جُمِعوا هم وأزواجهم وآلهتُهم وهُدوا إلى صراط الجحيم ووُقِفوا فسُئِلوا فلم يُجيبوا؛ أقبلوا فيما بينَهم يلومُ بعضُهم بعضاً على إضلالِهِم وضلالِهِم، فقال الأتباعُ للمتبوعينَ الرؤساء: {إنَّكُم كنتُم تأتونَنا عن اليمينِ}؛ أي: بالقوَّة والغلبة فتُضِلُّونا، ولولا أنتُم؛ لكُنَّا مؤمنينَ.
27. Onlar, kendileri ile aynı türden amel işleyenler ve ilâh diye iddia ettikleri varlıklar bir araya getirilerek cehennem yoluna iletildikten, daha sonra durdurulup sorgulanmalarından ve bu sorulara cevap vermeyişlerinden sonra kendi aralarında birbirlerine yönelerek, birilerinin ötekilerini saptırmaları, ötekilerinin de sapmaları dolayısı ile birbirlerini kınamaya yöneleceklerdir. 28. Tabiler, arkalarından gittikleri önderlerine şöyle diyeceklerdir: “Siz bize sağdan gelirdiniz.” Yani siz gücünüzü ve bizi yenik düşüren imkânlarınızı bize karşı kullanır ve bizi saptırırdınız. Eğer sizler olmasaydınız hiç şüphesiz bizler iman edenlerden olurduk.
#
{29 ـ 32} {قالوا} لهم: {بل لمْ تكونوا مؤمنينَ}؛ أي: ما زلتُم مشرِكين كما نحنُ مشركونَ؛ فأيُّ شيءٍ فضَّلَكم علينا؟! وأيُّ شيء يوجِبُ لومَنا؟! {و} الحالُ أنَّه {ما كان لنا عليكُم من سلطانٍ}؛ أي: قهرٍ لكم على اختيار الكفر، {بل كنتُم قوماً طاغينَ}: متجاوِزين للحدِّ ، {فحقَّ علينا}: نحنُ وإيَّاكُم {قولُ ربِّنا إنَّا لَذائقونَ}: العذاب؛ أي: حقَّ علينا قَدَرُ ربِّنا وقضاؤه أنَّا وإيِّاكم سنذوقُ العذابَ ونشترِكُ في العقاب. {فـ} لذلك {أغْوَيْناكم إنَّا كُنَّا غاوينَ}؛ أي: دَعَوْناكم إلى طريقتِنا التي نحنُ عليها، وهي الغوايةُ، فاستَجَبْتُم لنا؛ فلا تلومونا ولوموا أنفسكم.
29. “Onlar da” kendilerine böyle diyenlere “derler ki: Hayır; siz mümin değildiniz.” Biz müşrik olduğumuz gibi siz de müşrik idiniz. Sizi bize üstün kılan ve kınanmamızı gerektiren nedir ki? Üstelik “bizim sizin üzerinizde bir nüfuzumuz da yoktu.” Küfrü seçmeniz için sizi zorlamamız söz konusu değildi. “Aksine siz azgın bir topluluktunuz.” Haddi aşan kimselerdiniz. 31. “Artık Rabbimizin (azap) sözü üzerimize” bize de size de, hepimize “hak olmuştur. Hepimiz” azabı “kesinlikle tadacağız.” Yani Rabbimizin bizim hakkımızdaki takdiri ve hükmünün gelip bizi bulması, bir haktır. Bizler de sizler de azabı tadacağız. Göreceğimiz cezayı hep birlikte göreceğiz. 32. “Biz sizi azdırdık, zira biz de azgın kimselerdik.” Bizler, sizleri izlediğimiz yola davet ettik. Bu da azgınlık yolu idi. Siz de bizim bu davetimizi kabul ettiniz. O bakımdan siz bizi kınamayın, kendinizi kınayın.
#
{33 ـ 34} قال تعالى: {فإنَّهم يومئذٍ}؛ أي: يوم القيامةِ {في العذاب مشترِكونَ}: وإن تفاوتتْ مقاديرُ عذابِهِم بحسب جُرمهم؛ كما اشتركوا في الدُّنيا على الكفر اشتركوا في الآخرة بجزائِهِ، ولهذا قال: {إنَّا كذلك نفعلُ بالمجرِمين}.
33-34. Yüce Allah, onların durumunu şöyle bildirmektedir: “Şüphesiz onlar, o gün” Kıyamet gününde “azapta” işledikleri günahlarına göre azap miktarları farklı olsa da “ortaktırlar.” Onlar, dünyada iken küfür üzere birleştikleri gibi âhirette de küfrün cezasını çekmekte ortak olacaklardır. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “İşte Biz günahkârlara böyle yaparız.” Daha sonra Yüce Allah, onların işledikleri günahların azgınlık derecesine ulaştığını ve nihaî sınırları da aşıp geçtiğini de belirterek şöyle buyurmaktadır:
#
{35 ـ 36} ثم ذكر أنَّ إجرامَهم قد بَلَغَ الغايةَ وجاوز النهايةَ، فقال: {إنَّهم كانوا إذا قيل لهم لا إله إلاَّ اللهُ}: فدعوا إليها وأمروا بترك إلهيَّة ما سواه {يَسْتَكْبِرونَ}: عنها وعلى مَنْ جاء بها، {ويقولون} معارضةً لها: {أإنَّا لَتارِكو آلهتِنا}: التي لم نزل نعبدُها نحنُ وآباؤنا، لقول {شاعرٍ مجنونٍ}؛ يعنون: محمداً - صلى الله عليه وسلم -، فلم يكفهم قبَّحَهُمُ اللهُ الإعراضُ عنه ولا مجردُ تكذيبِهِ، حتى حكموا عليه بأظلم الأحكام، وجعلوه شاعراً مجنوناً، وهم يعلمون أنَّه لا يعرفُ الشعر والشعراء، ولا وصفُهُ وصفُهم، وأنَّه أعقلُ خَلْقِ اللَّه وأعظمُهم رأياً.
35-36. “Çünkü onlara: Allah’tan başka (hak) ilâh yoktur, denildiğinde” ve bu sözü kabule davet edilip onun dışındaki varlıkları ilâh edinmeyi terk etmeleri söylendiğinde, hem bu söze hem de bu sözü tebliğ edene karşı “büyüklük taslarlardı” ve tevhide karşı çıkarak “derlerdi ki: Şimdi biz deli bir şairin” sözü dolayısıyla bizim de atalarımızın da ibadet edegeldiği “ilâhlarımızı terk mi edeceğiz?” Bununla Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i kastediyorlardı. Kahrolasıcalar! Ondan yüz çevirmekle, onu sadece yalanlamakla yetinmediler. Sonunda onun hakkında en zalimce hükmü verdiler, onu şair ve deli diye nitelendirdiler. Halbuki onlar, onun şiir söylemesini bilmediğini, şairleri tanımadığını, şairlerin vasıflarının onda bulunmadığını, Allah’ın yarattıklarının en akıllısı ve görüş bakımından en sağlam olanı olduğunu biliyorlardı. Bundan dolayı Yüce Allah onların bu söylediklerini çürüterek şöyle buyurmaktadır:
#
{37} ولهذا قال تعالى ناقضاً لقولهم: {بل جاء}: محمدٌ {بالحقِّ}؛ أي: مجيئه حقًّا، وما جاء به من الشرع والكتاب حقٌّ، {وصدَّقَ المرسلينَ}؛ أي: ومجيئُهُ صَدَّقَ المرسلين؛ فلولا مجيئُهُ وإرسالُهُ؛ لم يكن الرسل صادقين؛ فهو آيةٌ ومعجزةٌ لكلِّ رسول قبله؛ لأنَّهم أخبروا به وبشَّروا، وأخذ الله عليهم العهدَ والميثاق لئن جاءهم ليؤمنُنَّ به ولَيَنْصُرُنَّه، وأخذوا ذلك على أممهم، فلما جاء؛ ظهر صِدْقُ الرسل الذين قبله، وتبيَّن كَذِبُ مَنْ خالفهم، فلو قدر عدم مجيئه، وهم قد أَخْبَروا به؛ لكان ذلك قادحاً في صدقهم. وصَدَّقَ أيضاً المرسلين؛ بأنْ جاء بما جاؤوا به، ودعا إلى ما دَعَوْا إليه، وآمن بهم، وأخبر بصحة رسالتهم ونبوَّتهم وشرعهم.
37. “Hayır; o” Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem “hakkı getirmiş” Onun gelişi de haktır getirdiği şeriat ve kitap da haktır. “Ve (geçmiş) peygamberleri de tasdik etmiştir.” Onun gelişi, peygamberleri tasdik etmektedir. Eğer o gelmese, peygamber olarak gönderilmese idi önceki peygamberler doğru söylemiş olmayacaktı. Zira o, kendisinden önceki bütün peygamberlerin bir delili, belgesi ve mucizesidir. Çünkü onlar, onun geleceğini haber vermiş ve onu müjdelemişlerdir. Allah da onlardan, o peygamber kendilerine gelecek olursa mutlaka ona iman edip destek olacaklarına dair söz almıştı. Peygamberler de kendi ümmetlerinden bu sözü almışlardı. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem gelince kendisinden önceki peygamberlerin doğru söyledikleri, onlara muhalefet edenlerin de yalan söyledikleri ortaya çıktı. Önceki peygamberler onun geleceğini haber verdikleri halde -faraza- o gelmemiş olsaydı hiç şüphesiz bu, onların doğruluklarına gölge düşürürdü. Yine son peygamber, önceki peygamberlerin getirdiklerinin benzerini getirmekle, onların davet ettiklerine davet etmekle, onlara iman edip onların risalet, nübüvvet ve şeriatlerinin doğruluğunu haber vermekle de önceki peygamberleri tasdik etmiş olmaktadır.
#
{38 ـ 39} ولما كان قولُهُم السابقُ: {إنَّا لَذائقونَ} قولاً صادراً منهم يحتملُ أنْ يكونَ صدقاً أو غيره؛ أخبر تعالى بالقول الفصل الذي لا يَحْتَمِلُ غيرَ الصدق واليقين، وهو الخبر الصادر منه تعالى، فقال: {إنَّكم لَذائقو العذابِ الأليم}؛ أي: المؤلم الموجع، {وما تُجْزَوْنَ}: في إذاقة العذاب الأليم {إلاَّ ما كُنتُم تعملونَ}: فلم نَظْلِمْكم، وإنَّما عَدَلْنا فيكم.
38. Az önce kâfirlerin kıyamette söyleyecekleri bir söz olarak bildirilen: “Hepimiz (azabı) kesinlikle tadacağız” sözünün, doğru ya da yanlış olma ihtimali bulunduğundan dolayı Yüce Allah, burada kendi tarafından doğru ve kesin gerçek olmaktan başka bir ihtimali bulunmayan ve hakkı batıldan ayırt eden şu sözünü haber vermektedir: “Siz elbette o can yakıcı” ve acı verici “azabı tadacakasınız.” 39. Ama size tattırılan bu azap, ancak işlediğinizin karşılığıdır. Biz size zulmetmiyoruz. Size sadece adaletin gereğini uyguluyoruz.
Bu buyruğun lafzı umumi olmasına rağmen ondan maksat müşrikler olduğundan dolayı Yüce Allah, mü’minleri istisnâ ederek şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 40 - 49 #
{إِلَّا عِبَادَ اللَّهِ الْمُخْلَصِينَ (40) أُولَئِكَ لَهُمْ رِزْقٌ مَعْلُومٌ (41) فَوَاكِهُ وَهُمْ مُكْرَمُونَ (42) فِي جَنَّاتِ النَّعِيمِ (43) عَلَى سُرُرٍ مُتَقَابِلِينَ (44) يُطَافُ عَلَيْهِمْ بِكَأْسٍ مِنْ مَعِينٍ (45) بَيْضَاءَ لَذَّةٍ لِلشَّارِبِينَ (46) لَا فِيهَا غَوْلٌ وَلَا هُمْ عَنْهَا يُنْزَفُونَ (47) وَعِنْدَهُمْ قَاصِرَاتُ الطَّرْفِ عِينٌ (48) كَأَنَّهُنَّ بَيْضٌ مَكْنُونٌ (49)}.
40- Ancak Allah’ın ihlâsa erdirilmiş kulları hariç. 41- Onlar için bilinen bir rızık vardır. 42- (Türlü türlü) meyveler de. Onlar ikrama mazhar olurlar; 43- Naîm cennetlerinde; 44- Tahtlar üzerinde karşılıklı oturdukları halde. 45, 46- Kaynağından doldurulmuş, bembeyaz ve içenlere lezzet veren (şarap) kadehleri, etraflarında dolaştırılır. 47- O (şarapta) aklı karıştıracak bir zarar olmadığı gibi onlar ondan dolayı sarhoş da olmazlar. 48- Yanlarında bakışlarını yalnızca eşlerine çevirmiş/eşlerinin bakışlarını üzerlerinde toplamış güzel gözlü (huriler) vardır. 49- Sanki onlar, (el değmemiş ve gün yüzü görmemiş) saklı yumurta gibidirler.
#
{40} يقول تعالى: {إلاَّ عبادَ الله المُخْلَصينَ}: فإنَّهم غير ذائقي العذاب الأليم؛ لأنهم أخلصوا لله الأعمال، فأخلصهم واختصَّهم برحمتِهِ وجادَ عليهم بلطفِهِ.
40. Bunlar, can yakıcı azabı tatmayacaklardır. Çünkü onlar, amellerini Allah’a halis kılmışlar, Allah da onları ihlâsa erdirerek kurtarmış, onlara has olan rahmetini ihsan etmiş ve onları lütfuna cömertçe mazhar kılmıştır.
#
{41 ـ 42} {أولئك لهم رزقٌ معلومٌ}؛ أي: غير مجهول، وإنَّما هو رزقٌ عظيمٌ جليلٌ لا يُجهلُ أمرُهُ ولا يُبْلَغُ كُنْهُهُ، فسَّره بقوله: {فواكِهُ}: من جميع أنواع الفواكه التي تَتَفَكَّه بها النفس للذَّتِها في لونها وطعمها. {وهم مُكْرَمونَ}: لا مهانون محتَقَرون، بل معظَّمون مبجَّلون موقَّرون، قد أكرم بعضُهم بعضاً، وأكرمَتْهُمُ الملائكةُ الكرامُ، وصاروا يدخُلون عليهم من كلِّ باب، ويهنِّئونهم ببلوغ أهنأ الثواب، وأكرمَهَم أكرمُ الأكرمين وجادَ عليهم بأنواع الكرامات من نعيم القلوب والأرواح والأبدان.
41. “Onlar için bilinen” yani meçhul olmayan, aksine oldukça büyük ve son derece üstün, durumu meçhul olmamakla birlikte özü de tam anlamıyla kavranılamayan “bir rızık vardır.” Yüce Allah, bu rızkı şu buyrukları ile açıklamaktadır: 42. Lezzetleri, rengi ve tadı dolayısı ile nefsin hoşuna giden, çeşitli türleri ile “meyveler” vardır. “Onlar ikrama mazhar olurlar.” Orada hiçbir zaman küçük düşürülmezler, hakir görülmezler. Aksine orada tazim edilir, saygı ile karşılanırlar. Onların biri diğerine ikramda bulunduğu gibi, melâike-i kiram da onlara ikramda bulunur. Her bir kapıdan yanlarına girerler. En hoş ve rahat mükâfata eriştikleri için onları tebrik ederler. Kerîmler Kerimi Yüce Allah da onlara ikramda bulunur. Kalp ve bedenler için nimetlerden türlü çeşitli lütufları cömertçe onlara ihsan eder.
#
{43} {في جنات النعيم}؛ أي: الجنات التي النعيم وَصْفُها والسرورُ نعمتُها، وذلك لما جَمَعَتْهُ ممَّا لا عينٌ رأتْ، ولا أذنٌ سمعتْ، ولا خَطَرَ على قلب بشر، وسلمتْ من كلِّ مخلٍّ بنعيمها من جميع المكدِّرات والمنغِّصات.
43. “Naîm cennetlerinde” nimet vasfına sahip, sevinç özelliği olan, nimetler diyarı cennetlerde bu ikramlara mazhar olacaklardır. Çünkü o cennetlerde hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın hatırından geçirmediği nimetler vardır. Ayrıca bu nimetler, lezzetlerine gölge düşürecek ve hevesi kursakta bırakacak her bir husustan da uzak olacaktır.
#
{44} ومن كرامتهم عند ربِّهم وإكرام بعضهم بعضاً أنَّهم على {سُرُرٍ}: وهي المجالس المرتفعةُ المزينة بأنواع الأكسيةِ الفاخرةِ المزخرفة المجملة؛ فهم مُتَّكئونَ عليها على وجهِ الراحةِ والطُّمأنينة والفرح، {متقابلينَ}: فيما بينَهم، قد صَفَتْ قلوبُهم ومحبتُهم فيما بينَهم، ونَعِموا باجتماع بعضهم مع بعض؛ فإنَّ مقابلة وجوههم تدلُّ على تقابل قلوبهم وتأدُّب بعضهم مع بعض، فلم يستدبِرْه أو يجعَلْه إلى جانبه، بل من كمال السرور والأدب ما دلَّ عليه ذلك التقابل.
44. Cennetliklerin Rableri nezdinde mazhar olacakları lütuf ve ikram ile birbirlerine yönelik olan ikramlarının bir parçası olmak üzere onlar “tahtlar üzerinde karşılıklı” oturacaklardır. Tahtlar, oldukça değerli, süslenmiş ve güzel görünümlü çeşitli örtülere bezenmiş, yüksekçe oturma yerleridir. Orada rahat, huzur ve sevinç içinde oturup arkalarına yaslanacaklardır. Kendi aralarında da “karşılıklı” oturacaklardır. Kalpleri birbirlerine karşı saf, aralarındaki sevgi de arı duru olacaktır. Bir arada olmanın mutluluğunu yaşayacaklardır. Karşılıklı oturmaları, aynı zamanda kalplerinin karşılıklı olduğunun, birbirlerine karşı edepli olacaklarının, birinin diğerine sırtını dönmeyeceğinin yahut da onu yan tarafında bırakmayacağının delilidir. Aksine bu karşılıklı oturuşun da gösterdiği gibi onların sevinçleri de edepleri de kemal derecesinde olacaktır.
#
{45 ـ 47} {يُطافُ عليهم بكأسٍ من مَعين}؛ أي: يتردَّدُ الولدان المستعدِّون لخدمتهم عليهم بالأشربةِ اللذَّيذةِ بالكاسات الجميلةِ المنظر المُتْرَعَةِ من الرحيق المختوم بالمسك، وهي كاساتُ الخمر، وتلك الخمرُ تخالِفُ خَمْرَ الدُّنيا من كل وجه؛ فإنَّها في لونها {بيضاء} من أحسن الألوان، وفي طعمها {لَذَّةٍ للشارِبينَ}: يلتذُّ شاربُها بها وقتَ شُربها وبعدَه، وأنَّها سالمةٌ من غول العقل وذهابِهِ ونزفِهِ ونزفِ مال صاحبها، وليس فيها صداعٌ ولا كدرٌ.
45-47. “Kaynağından doldurulmuş, bembeyaz ve içenlere lezzet veren” içen kimsenin onu içtiği vakit ve daha sonrasında lezzet aldığı (içki) kadehleri, etraflarında dolaştırılır.” Yani onlara hizmet etmek üzere yaratılmış olan Vildân, onlara lezzetli içkiler sunmak için huzurlarına gider gelirler. Bu içkiler ağızları misk ile mühürlü son derece güzel görünüşü içki kadehlerde olacaktır. Ancak bu içki, her yönü ile dünya içkilerinden farklıdır. Onun rengi renklerin en güzeli yani “bembeyaz” olacaktır. Tadı da içildiği vakit de sonra da lezzet verecektir. Diğer taraftan bu şarap sağlıklı olacaktır. Onda “aklı karıştıracak bir zarar” olmayacaktır. Dünya şarabında olduğu gibi ne aklı giderecek ne de sahibinin malını ziyan edecek bir özelliği yoktur. Ondan dolayı baş ağrısı, herhangi bir keder ve sıkıntı da olmaz. Cennetliklerin yiyecekleri, içecekleri, meclisleri, geneli ile özeli ile tüm nimetleri, Yüce Allah’ın: “Naîm cennetlerinde” buyruğunun kapsamına girmekle birlikte O, bu hususları etraflı bir şekilde açıklamıştır. Ta ki nefisler, onları öğrenip bu nimetlere şevk duysunlar. Arkasından da onlara verilecek olan eşleri söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{48 ـ 49} فلمَّا ذَكَرَ طعامهم وشرابَهم ومجالِسَهم. وعمومُ النعيم وتفاصيلُه داخلٌ في قوله: {جنات النعيم}، لكن فصَّلَ هذه الأشياءَ لِتُعْلَمَ فتشتاقَ النفوس إليها؛ ذَكَرَ أزواجَهم، فقال: {وعندهم قاصراتُ الطَّرْفِ عِينٌ}؛ أي: وعند أهل دار النعيم في محلاَّتهم القريبة حورٌ حسانٌ كاملاتُ الأوصافِ قاصراتُ الطرفِ: إمَّا أنَّها قَصَرَتْ طَرْفَها على زوجِها لعفَّتِها، وعدم مجاوزتِهِ لغيرِهِ، ولجمال زوجِها وكماله؛ بحيث لا تطلبُ في الجنة سواه، ولا ترغبُ إلاَّ به. وإمَّا لأنَّها قَصَرَتْ طَرْفَ زوجها عليها، وذلك يدلُّ على كمالها وجمالها الفائق، الذي أوجب لزوجِها أن يَقْصُرَ طرفَه عليها. وقَصْرُ الطرفِ أيضاً يدلُّ على قَصْرِ النفس والمحبَّة عليها، وكلا المعنيينِ محتملٌ، وكلاهما صحيحٌ. وكلُّ هذا يدلُّ على جمال الرجال والنساء في الجنَّة ومحبَّة بعضهم بعضاً محبةً لا يَطْمَحُ إلى غيره وشدة عفَّتهم كلِّهم وأنَّه لا حَسَدَ فيها ولا تباغُضَ ولا تشاحُنَ، وذلك لانتفاء أسبابه. {عِيْنٌ}؛ أي: حسانُ الأعين جميلاتُها ملاحُ الحدق. {كأنهنَّ}؛ أي: الحور {بَيْضٌ مكنونٌ}؛ أي: مستورٌ، وذلك من حسنهنَّ وصفائهنَّ، وكون ألوانهنَّ أحسن الألوان وأبهاها، ليس فيه كدرٌ ولا شينٌ.
48. Yani bu nimetler yurdunda bulunanların yanında, onların yanıbaşlarında bütün güzel ve kamil sıfatlara sahip, gözlerini yalnızca eşlerine dikmiş pek güzel huriler bulunacaktır. Bu hurilerin bakışları kocalarına çevirlmiştir. Çünkü her biri iffetlidir, gözü kocasından başkasını görmez, ondan başkasına dönüp bakmaz. Zira kocaları da çok mükemmel ve olağanüstü güzelliktedir. O nedenle onlar, cennette kocalarından başka bir şey istemezler. Onlara çok düşkündürler. Burada “bakışlarını yalnızca eşlerine çevirmiş” ifadesinin bakışları kendinde toplayan anlamına gelmesi de muhtemeldir. Yani bu huriler, mükemmel ve son derece güzel oldukları için kocalarının bakışlarını üzerlerinde toplayacaklardır, o nedele kocaları bakışlarını onlardan ayıramayacaktır. Ayrıca kocaların, bakışlarını onlardan ayıramaması, kendilerini ve sevgilerini onlara hasretmiş olmalarını da ifade eder. Her iki mana da muhtemeldir ve her iki mana da doğrudur. Bütün bunlar, cennette erkeklerin de kadınların da çok güzel olacaklarına, birbirlerini herhangi biri başka birine göz dikmeyecek şekilde çok seveceklerine delildir. Aynı şekilde hepsinin son derece iffetli olduklarına, cennette herhangi bir şekilde kıskançlık, nefret ve kin duyma olmayacağına da delildir. Çünkü bunların sebepleri de orada mevcut olmayacaktır. 49. “Sanki onlar” huriler (el değmemiş ve gün yüzü görmemiş) saklı yumurta gibidirler.” Bu ifade, güzelliklerini, temizliklerini, renklerinin en güzel ve en göz alıcı renk olduğunu, herhangi bir bulanıklık ve rahatsız edici bir husus içermediğini anlatmaktadır.
Ayet: 50 - 61 #
{فَأَقْبَلَ بَعْضُهُمْ عَلَى بَعْضٍ يَتَسَاءَلُونَ (50) قَالَ قَائِلٌ مِنْهُمْ إِنِّي كَانَ لِي قَرِينٌ (51) يَقُولُ أَإِنَّكَ لَمِنَ الْمُصَدِّقِينَ (52) أَإِذَا مِتْنَا وَكُنَّا تُرَابًا وَعِظَامًا أَإِنَّا لَمَدِينُونَ (53) قَالَ هَلْ أَنْتُمْ مُطَّلِعُونَ (54) فَاطَّلَعَ فَرَآهُ فِي سَوَاءِ الْجَحِيمِ (55) قَالَ تَاللَّهِ إِنْ كِدْتَ لَتُرْدِينِ (56) وَلَوْلَا نِعْمَةُ رَبِّي لَكُنْتُ مِنَ الْمُحْضَرِينَ (57) أَفَمَا نَحْنُ بِمَيِّتِينَ (58) إِلَّا مَوْتَتَنَا الْأُولَى وَمَا نَحْنُ بِمُعَذَّبِينَ (59) إِنَّ هَذَا لَهُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ (60) لِمِثْلِ هَذَا فَلْيَعْمَلِ الْعَامِلُونَ (61)}.
50- Onlardan bir kısmı diğerlerine yönelip birbirlerine soru sorarlar. 51- İçlerinden birisi der ki: “Benim bir arkadaşım vardı.” 52- “Diyordu ki: ‘Sen de mi (dirilişe) inananlardansın?’ 53- ‘Biz ölüp de toprak ve kemik olduğumuz vakit, evet biz (bu hale geldikten sonra) mı diriltilip hesaba çekileceğiz?’ 54- (Devamla): “Ona bakmak ister misiniz?” der. 55- Sonra da bakar ve onu cehennemin ortasında görür. 56- (Ona) der ki: “Vallahi, az kalsın beni de helâk edecektin.” 57- “Eğer Rabbimin (üzerimdeki) nimeti olmasaydı, ben de (cehenneme) konanlardan olurdum.” 58- (Cennetteki arkadaşlarına dönerek:) “Artık biz, hiç ölmeyeceğiz, değil mi?” 59- “İlk ölümümüzden başka… Hem bize azap da edilmeyecek!” 60- “Gerçekten bu, en büyük kurtuluştur.” 61- İşte çalışanlar böylesi için çalışsınlar.
#
{50 ـ 59} لمَّا ذَكَرَ تعالى نعيمَهم وتمام سُرورهم بالمآكل والمشارب والأزواج الحسانِ والمجالس الحسنةِ؛ ذَكَرَ تذاكُرَهم فيما بينَهم ومطَارَحَتَهم للأحاديث عن الأمور الماضيةِ وأنَّهم ما زالوا في المحادثة والتساؤل حتى أفضى ذلك بهم إلى أن قال قائلٌ منهم: {إنِّي كان لي قرينٌ}: في الدنيا ينكِرُ البعث ويلومُني على تصديقي به، ويقولُ لي: {أإنَّك لَمِنَ المصدِّقينَ. أإذا مِتْنا وكُنَّا تراباً وعِظاماً أإنَّا لَمَدينونَ}؛ أي: مجازَوْن بأعمالنا؟! أي: كيف تصدِّقُ بهذا الأمر البعيد، الذي في غاية الاستغراب، وهو أنَّنا إذا تَمَزَّقْنا فَصِرْنا تراباً وعظاماً أنَّنا نُبعث ونعادُ ثم نحاسبُ ونُجازى بأعمالنا؛ أي: يقول صاحب الجنة لإخوانه: هذه قصَّتي وهذا خبري أنا وقريني، ما زلتُ أنا مؤمناً مصدِّقاً، وهو ما زال مكذِّباً منكراً للبعث، حتى متنا، ثم بُعِثْنا، فوصلتُ أنا إلى ما تَرَوْن من النعيم الذي أخْبَرَتْنا به الرسل، وهو لا شكَّ أنَّه قد وَصَلَ إلى العذاب. فهل {أنتُم مُطَّلِعونَ}: لننظرَ إليه فنزدادَ غِبْطَةً وسروراً بما نحن فيه، ويكونَ ذلك رأي عين؟! والظاهرُ من حال أهل الجنة وسرورِ بعضِهِم ببعضٍ وموافقة بعضِهِم بعضاً أنَّهم أجابوه لما قال، وذهبوا تبعاً له للاطِّلاع على قرينه. {فاطَّلَع} فرأى قرينَه {في سواء الجحيم}؛ أي: في وسط العذاب وغمراتِهِ. والعذابُ قد أحاطَ به، فقال له لائماً على حالِهِ وشاكراً لله على نعمتِهِ أنْ نجَّاه من كيدِهِ: {تاللهِ إنْ كِدْتَ لَتُرْدينِ}؛ أي: تهلكني بسبب ما أدخلتَ عليَّ من الشُّبه بزعمك، {ولولا نعمةُ ربِّي}: على أن ثبتني على الإسلام {لكنتُ من المُحْضَرينَ}: في العذاب معك. {أفَما نحنُ بِمَيِّتينَ. إلاَّ مَوْتَتَنا الأولى وما نحنُ بِمُعَذَّبينَ}؟ أي: يقوله المؤمن مبتهجاً بنعمة الله على أهل الجنة بالخلودِ الدائم والسلامة من العذاب. استفهامٌ بمعنى الإثبات والتقرير. وقوله: {فأقبل بعضُهُم على بعضٍ يتساءلون}، وحَذَفَ المعمولَ، والمقامُ مقامُ لذَّةٍ وسرور، فدلَّ ذلك على أنهم يتساءلون بكلِّ ما يتلذَّذون بالتحدُّث به والمسائل التي وقع فيها النزاعُ والإشكالُ، ومن المعلوم أنَّ لَذَّةَ أهل العلم بالتساؤل عن العلم والبحث عنه فوق اللَّذَّاتِ الجاريةِ في أحاديث الدُّنيا؛ فلهم من هذا النوع النصيبُ الوافر، ويحصُلُ لهم من انكشافِ الحقائق العلميَّةِ في الجنة ما لا يمكنُ التعبيرُ عنه.
50-53. Yüce Allah, cennetliklerin yiyecekleri, içecekleri, güzel eşleri, güzel meclisleri ile doruk noktasına ulaşmış nimetlerini, sevinçlerinin mükemmelliğini söz konusu ettikten sonra kendi aralarındaki konuşmalarını, geçmişe dair konular açmalarını da nakletmekte ve onların bu sohbetlerinin ve karşılıklı soru sormalarının, içlerinden birisinin şu sözleri söyleyecek noktaya kadar ulaşacağını bildirmektedir: “Gerçekten benim” dünyada iken “bir arkadaşım vardı.” Ve o, öldükten sonra dirilişi inkâr ediyor, beni de öldükten sonra dirilişi tasdik edişim dolayısı ile kınıyor ve: “diyordu ki: Sen de mi (dirilişe) inananlardansın? Biz ölüp de toprak ve kemik olduğumuz vakit, evet biz (bu hale geldikten sonra) mı diriltilip hesaba çekileceğiz?” ve amellerimizin karşılıklarını göreceğiz? Yani sen, bu son derece garip ve gerçekleşme ihtimali oldukça uzak olan böyle bir şeyi nasıl tasdik edersin? Bizler parçalanıp dağıldıktan, toprak ve kemik kırıntıları haline geldikten sonra tekrar diriltilecek ve yeniden hayata döndürülecek, sonra da amellerimiz dolayısı ile hesaba çekilip amellerimizin karşılığını göreceğiz öyle mi?! Böylece cennetteki kişi, kardeşlerine şunları söyleyecek: İşte benim size anlattığım olay budur. Benimle arkadaşımın başından bunlar geçti. Ancak ben, iman ve tasdikimi muhafaza ettim. O ise öldükten sonra dirilişi yalanlamaya devam etti. Nihâyet öldük ve ölümden sonra diriltildik. İşte ben, sizin gördüğünüz ve peygamberlerin bize haber verdiği bu nimetlere ulaştım. O ise hiç şüphesiz azaba uğramış bulunuyor. 54. (Devamla): “Ona” durumunu görmek için “bakmak ister misiniz?” der.” Böylelikle içinde bulunduğumuz halle daha bir sevinelim ve daha bir memnun olalım. Ve bunu gözlerimizle görmüş olalım. Cennet ehlinin durumundan, onların birinin diğeri ile sevinmesinden ve birbirlerine muvafakat edeceklerinden açıkça anlaşıldığına göre onlar da onun bu isteğini kabul edecekler ve arkadaşının durumunu görmek için onunla birlikte gidecekler. 55. “Sonra da bakar ve onu” yani arkadaşanı “cehennemin ortasında görür.” Azabın ortasında, azap her tarafını kuşatmış, dört bir yanından çevresini sarmış halde onu görür. 56. Arkadaşı, hali dolayısı ile onu kınayarak, Yüce Allah’a da onun hile ve tuzaklarından kendisini koruduğu için şükrederek ona “der ki: Vallahi, az kalsın beni de helâk edecektin.” Beni karşı karşıya bırakmak istediğin şüpheler dolayısıyla ve kendi asılsız iddialarınla nerede ise beni de helâk edecektin. 57. “Eğer Rabbimin” İslâm üzere bana sebat vermek şeklindeki “nimeti olmasaydı ben de” seninle birlikte azap içine “konanlardan olurdum.” 58-59. “Artık biz, hiç ölmeyeceğiz, değil mi? İlk ölümümüzden başka… Hem bize azap da edilmeyecek.” Bu mü’min, bu sözleri cennet ehline hitaben, orada ebediyen kalacakları ve azaptan kurtuldukları için Allah’ın nimeti ile sevinç duyma ve bunu itiraf etme anlamında soru üslubunda dile getirecektir. (Ellinci âyet-i kerimede geçen): “Onlardan bir kısmı diğerlerine yönelip birbirlerine soru sorarlar” buyruğunda neyi sordukları belirtilmemiştir. Onlardan bahsedilen husus ise lezzet ve sevinçleridir. Bu da onların, söz konusu edilmesi lezzet verecek türden olan her bir şeyi birbirlerine soracaklarına, dünyada iken anlaşmazlık konusu olan ve içinden çıkılamayan meseleleri dile getireceklerine delildir. Bilindiği gibi ilim ehlinin zevki, ilme dair sorular sormak ve onun hakkında araştırmalar yapmaktır. Bu ise dünya hayatındaki konuşmalarda görülegelen zevkin çok üstünde olacaktır. Cennetlikler, bu kabilden en yüksek ve üstün noktaya sahip olacaklardır. Cennette ilmi hakikatler onlar için ifade edilmesi mümkün olmayacak şekilde açıklık kazanmış olacaktır.
#
{60} فلما ذكر تعالى نعيمَ الجنَّة ووَصَفَه بهذه الأوصاف الجميلة؛ مَدَحَه وشوَّقَ العاملين وحثَّهم على العمل له، فقال: {إنَّ هذا لهو الفوزُ العظيمُ}: الذي حصلَ لهم به كلُّ خيرٍ وكلُّ ما تهوى النفوس وتشتهي، واندفَعَ عنهم به كلُّ محذورٍ ومكروهٍ؛ فهل فوزٌ يُطْلَبُ فوقَه، أم هو غايةُ الغاياتِ ونهايةُ النهايات؛ حيث حلَّ عليهم رضا ربِّ الأرض والسماواتِ، وفرحوا بقربه، وتنعَّموا بمعرفتِهِ، واسترّوا برؤيتِهِ، وطربوا لكلامه؟!
60. Yüce Allah, cennetliklerin nimetlerini ve bu güzel vasıflar ile nitelendirilişini söz konusu ettikten sonra onu övüp amelde bulunan kimseleri bu nimetler için amelde bulunmaya teşvik etmek üzere şöyle buyurmaktadır: “Gerçekten bu, en büyük kurtuluştur.” Kendisi vasıtası ile her türlü hayra nail oldukları, nefislerin arzuladığı her şeyi elde edip her türlü sıkıntı ve hoşlanılmayan husustan da uzak oldukları bir kurtuluştur. Acaba bunun üstünde bir kurtuluş olabilir mi? Gayelerin zirvesi ve güzel sonuçların en ilerisi bundan başkası olabilir mi? Çünkü orada yerin ve göklerin Rabbinin rızasına mazhar olmuş, O’na yakın olmaktan dolayı sevince gark olmuş, O’nun marifeti ile nimete ermiş, O’nu görmek ile sürur bulmuş, O’nun sözünü işitmekten dolayı da neşe dolmuş olacaklardır.
#
{61} {لمثل هذا فليعمل العاملون}: فهو أحقُّ ما أُنْفِقَتْ فيه نفائسُ الأنفاس، وأولى ما شَمَّرَ إليه العارفون الأكياس، والحسرةُ كلُّ الحسرة أن يمضي على الحازم وقتٌ من أوقاته وهو غير مشتغل بالعمل الذي يقرِّبُ لهذه الدار؛ فكيف إذا كان يسير بخطاياه إلى دار البوار؟!
61. Çünkü o, en değerli şeylerin, uğrunda harcanmasına en layık olan şeydir. Arif ve akıllı kimselerin, kendisi için kollarını sıvamalarını en fazla o hak etmektedir. Aklı başında ve kararlı bir kimsenin, ufacık bir anını dahi bu değerli yurda yakınlaştıracak herhangi bir amelle uğraşmaksızın geçirmesi, çok pişmanlıklar duymayı gerektiren büyük bir ziyandır. Ya işlediği günahlar ile helâk yurdu olan cehenneme doğru giden kişinin hali ne olacaktır?!
Ayet: 62 - 74 #
{أَذَلِكَ خَيْرٌ نُزُلًا أَمْ شَجَرَةُ الزَّقُّومِ (62) إِنَّا جَعَلْنَاهَا فِتْنَةً لِلظَّالِمِينَ (63) إِنَّهَا شَجَرَةٌ تَخْرُجُ فِي أَصْلِ الْجَحِيمِ (64) طَلْعُهَا كَأَنَّهُ رُءُوسُ الشَّيَاطِينِ (65) فَإِنَّهُمْ لَآكِلُونَ مِنْهَا فَمَالِئُونَ مِنْهَا الْبُطُونَ (66) ثُمَّ إِنَّ لَهُمْ عَلَيْهَا لَشَوْبًا مِنْ حَمِيمٍ (67) ثُمَّ إِنَّ مَرْجِعَهُمْ لَإِلَى الْجَحِيمِ (68) إِنَّهُمْ أَلْفَوْا آبَاءَهُمْ ضَالِّينَ (69) فَهُمْ عَلَى آثَارِهِمْ يُهْرَعُونَ (70) وَلَقَدْ ضَلَّ قَبْلَهُمْ أَكْثَرُ الْأَوَّلِينَ (71) وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا فِيهِمْ مُنْذِرِينَ (72) فَانْظُرْ كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُنْذَرِينَ (73) إِلَّا عِبَادَ اللَّهِ الْمُخْلَصِينَ (74)}.
62- Ziyafet olarak bu mu iyidir yoksa Zakkûm ağacı mı? 63- Biz onu zalimler için bir azap/imtihan kıldık. 64- Şüphesiz o, cehennemin dibinden çıkan bir ağaçtır. 65- Meyvesi de tıpkı şeytanların başları gibidir. 66- Onlar bu ağaçtan yiyecekler ve karınlarını ondan dolduracaklardır. 67- Sonra onun üzerine kaynar suyla karışık bir içecek vardır onlar için. 68- Sonra da dönüşleri yine cehenneme olacaktır. 69- Çünkü onlar atalarını dalalet içinde bulmuşlardı da 70- Onların peşlerinden koşturuyorlardı. 71- Andolsun ki bunlardan önce de geçmiştekilerin birçoğu sapmıştı. 72- Andolsun onlara da uyarıcılar göndermiştik. 73- Uyarılanların (ama iman etmeyenlerin) sonunun nasıl olduğuna bir bak! 74- Ancak Allah’ın ihlâsa erdirilmiş kulları müstesnâ.
#
{62} {أذلك خير}؛ أي: ذلك النعيم الذي وصفناهُ لأهل الجنَّة خيرٌ أم العذابُ الذي يكون في الجحيم من جميع أصنافِ العذاب؛ فأيُّ الطعامين أولى؟ الطعامُ الذي وُصِفَ في الجنة، {أم} طعامُ أهل النار، وهو {شجرةُ الزَّقُّوم}؟
62. “Ziyafet olarak bu mu iyidir?” Yani cennetliklerin, göreceklerini açıkladığımız bu nimetler mi hayırlıdır yoksa cehennemde bulunacak bütün türleri ile azap mı hayırlıdır? Yiyeceklerin hangisi iyidir? Cennette verileceği anlatılan yiyecekler mi yoksa cehennemliklerin yiyeceği olan “Zakkûm ağacı mı?”
#
{63 ـ 66} {إنا جعلناها فتنةً}؛ أي: عذاباً ونكالاً {للظَّالمينَ}: أنفسهم بالكفر والمعاصي. {إنها شجرةٌ تخرجُ في أصل الجحيم}؛ أي: وسطه؛ فهذا مخرجُها ومعدِنُها؛ شرُّ المعادن وأسوؤها، وشرُّ المغرس يدل على شرِّ الغراس وخسَّته، ولهذا نبَّهنا الله على شرِّها بما ذكر أين تنبُت به وبما ذكر من صفة ثمرتها، وأنها كرؤوس الشياطينِ؛ فلا تسألْ بعد هذا عن طعمها وما تفعلُ في أجوافهم وبطونهم. وليس لهم عنها مندوحةٌ ولا مَعْدِلٌ ، ولهذا قال: {فإنَّهم لآكلونَ منها فمالِئونَ منها البطونَ}: فهذا طعامُ أهل النارِ؛ فبئس الطعامُ طعامُهم.
63. “Biz onu” küfür ve masiyetlerle kendilerine haksızlık eden “zalimler için bir azap/imtihan” azap ve ibretli bir ceza “kıldık.” 64. “Şüphesiz o, cehennemin dibinden” yani ortasından “çıkan bir ağaçtır.” Onun çıkacağı yer orasıdır. Çıkacağı yer, yerlerin en kötüsüdür. Ağacın biteceği yerin kötülüğü orada ekili olan şeyin de kötülüğüne ve değersizliğine delildir. Bundan dolayı Yüce Allah, onun nereden bittiğini haber vermekle o ağacın ne kadar kötü olduğuna dikkatimizi çekmektedir. Vereceği mahsulün niteliklerine dair anlattıkları da buöyledir: 65. “Meyvesi de şeytanların başları gibidir.” Artık bundan sonra o meyvenin tadını, onu yiyenlerin karınlarında ve iç organlarında ne gibi tahribatlara sebep olacağını hiç sorma! Üstelik onlar bundan hiçbir şekilde kurtulamayacaklar, başka bir tarafa da kaçamayacaklardır. Bundan dolayı şöyle buyurulmaktadır: 66. “Onlar bu ağaçtan yiyecekler ve karınlarını ondan dolduracaklardır.” Cehennemliklerin yiyeceği işte budur. O ne kötü bir yiyecektir! Arkasından Yüce Allah onların içeceklerini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{67} ثم ذكر شرابهم، فقال: {ثم إنَّ لهم عليها}؛ أي: على أثر هذا الطعام {لَشَوْباً من حَميم}؛ أي: ماءً حارًّا قد تناهى حرُّه؛ كما قال تعالى: {وإن يَسْتَغيثوا يُغاثوا بماءٍ كالمُهْلِ يَشْوي الوجوهَ بئس الشرابُ وساءتْ مُرْتَفَقاً}، وكما قال تعالى: {وسُقوا ماءً حَميماً فقَطَّعَ أمعاءهم}.
67. “Sonra onun üzerine” yani bu yiyeceklerin hemen arkasına “kaynar suyla” yani sıcaklığı en ileri dereceye ulaşmış sıcak bir suyla “karışık bir içecek vardır onlar için.” Nitekim Yüce Allah, başka bir yerde şöyle buyurmaktadır: “Eğer feryad edip yardım isterlerse erimiş maden gibi yüzleri kavuran bir su ile yardımlarına varılacaktır.” (el-Kehf, 18/29); (Hiç bu) ateşte ebediyen kalan ve bağırsaklarını paramparça eden kaynar sudan içirilen kimse gibi midir?” (Muhammed, 47/15)
#
{68} {ثم إنَّ مَرْجِعَهم}؛ أي: مآلهم ومقرّهم ومأواهم {لإلى الجحيم}: ليذوقوا من عذابه الشديد وحرِّه العظيم ما ليس عليه مزيدٌ من الشقاء.
68. “Sonra da dönüşleri” dönüp varacakları, kalacakları ve barınacakları yer, oranın şiddetli azabını ve pek büyük sıcağını tatmak üzere “yine cehenneme olacaktır.” Öyleki oradaki bedbahtlıktan daha ileri bir bedbahtlık olmayacaktır. Burada: “Onların böyle bir yurda girmelerine sebep nedir?”, diye bir soru sorulmuşcasına şöyle buyrulduğunu görüyoruz:
#
{69 ـ 73} كأنه قيل: ما الذي أوْصَلَهم إلى هذه الدار؟ فقال: {إنّهم ألْفَوْا}؛ أي: وجدوا {آباءهم ضالِّينَ. فهم على آثارِهِم يُهْرَعونَ}؛ أي: يسرعون في الضلال، فلم يلتفتوا إلى ما دعتهم إليه الرسلُ ولا إلى ما حَذَّرَتْهم عنه الكتبُ ولا إلى أقوال الناصحين، بل عارضوهم بأنْ قالوا: إنَّا وَجَدْنا آباءنا على أمَّةٍ وإنا على آثارهم مقتدونَ. {ولقد ضلَّ قبلَهم}؛ أي: قبل هؤلاء المخاطبينَ {أكثرُ الأولينَ}: وقليلٌ منهم آمن واهتدى، {ولقد أرْسَلْنا فيهم مُنذِرينَ}: ينذِرونَهم عن غيِّهم وضلالهم، {فانظُرْ كيف كان عاقبةُ المنذَرين}: كانت عاقبتهم الهلاك والخزي والفضيحة؛ فليحذرْ هؤلاء أن يستمرُّوا على ضلالهم فيصيبهم مثلُ ما أصابهم.
69. “Çünkü onlar atalarını dalalet içinde bulmuşlardı da” sapıklıkta “onların peşlerinden koşturuyorlardı” süratle gidiyorlar, peygamberlerinin kendilerini çağırdıklarına dönüp bakmıyorlardı bile. İlahi kitapların kendilerini sakındırdığı şeylere ve kendilerine samimi olarak öğüt verenlerin sözlerine hiç aldırış etmiyorlardı. Aksine şu sözleri ile onlara itiraz edip duruyorlardı: “Biz atalarımızı bir din üzere bulduk ve muhakkak bizler onların izlerine uyanlarız.” (ez-Zuhruf, 43/23) 71. “Andolsun ki bunlardan” bu muhataplardan “önce de geçmiştekilerin birçoğu sapmıştı” ve onların pek azı iman etmiş ve hidâyet bulmuştu. 72. Yine “andolsun onlara da” sapıklıklarından ve dalâletlerinden dolayı “uyarıcılar göndermiştik.” 73. “Uyarılanların (ama iman etmeyenlerin) sonunun nasıl olduğuna bir bak?” Onların sonu helâk oldu, rezil ve rüsvay oldular. O halde bunlar da sapıklıkları üzere devam etmekten sakınsınlar. Çünkü o takdirde öncekilerin başına gelenler, onların da başına gelir.
#
{74} ولما كان المُنْذَرون ليسوا كلهم ضالِّين، بل منهم مَنْ آمن وأخلصَ الدين لله؛ استثناهُمُ الله من الهلاك، فقال: {إلاَّ عبادَ الله المخلَصين}؛ أي: الذين أخْلَصَهم الله وخَصَّهم برحمتِهِ لإخلاصهم؛ فإنَّ عواقِبَهم صارت حميدةً.
74. Uyarılanların hepsi, sapık kimseler olmadıklarından, aksine aralarından iman ederek dinlerini yalnız Allah için halis kılanlar bulunduğundan dolayı Yüce Allah, böylelerini helâk edilmekten istisnâ ederek şöyle buyurmaktadır: “Ancak Allah’ın ihlâsa erdirilmiş kulları müstesnâ” Yani Yüce Allah’ın kendilerini kurtararak ihlâsları dolayısı ile özellikle rahmetini kendilerine tahsis ettiği kimseler müstesnâdır. Onların âkıbetleri güzel olmuştur.
Daha sonra Yüce Allah yalanlayıcı ümmetlerin âkıbetlerinden bir örnek olmak üzere şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 75 - 82 #
{وَلَقَدْ نَادَانَا نُوحٌ فَلَنِعْمَ الْمُجِيبُونَ (75) وَنَجَّيْنَاهُ وَأَهْلَهُ مِنَ الْكَرْبِ الْعَظِيمِ (76) وَجَعَلْنَا ذُرِّيَّتَهُ هُمُ الْبَاقِينَ (77) وَتَرَكْنَا عَلَيْهِ فِي الْآخِرِينَ (78) سَلَامٌ عَلَى نُوحٍ فِي الْعَالَمِينَ (79) إِنَّا كَذَلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ (80) إِنَّهُ مِنْ عِبَادِنَا الْمُؤْمِنِينَ (81) ثُمَّ أَغْرَقْنَا الْآخَرِينَ (82)}.
75- Andolsun ki Nuh Bize seslen(ip dua et)mişti. Biz (duaya) ne güzel karşılık veririz! 76- Biz onu ve ehlini o büyük felaketten kurtardık. 77- Geride yalnız onun zürriyetini baki kıldık. 78- Sonra gelenler arasında ona (iyi bir nam) bıraktık. 79- Âlemler içinde Nûh’a selâm olsun! 80- Şüphesiz Biz, ihsan sahiplerini böyle mükâfatlandırırız. 81- Gerçekten o, Bizim mü’min kullarımızdandır. 82- Sonra da diğerlerini (kavmini) suda boğduk.
#
{75 ـ 82} يخبر تعالى عن عبدِهِ ورسولِهِ نوح عليه السلام أول الرسل أنَّه لما دعا قومه إلى الله تلك المدةَ الطويلة، فلم يزدهم دعاؤُهُ إلاَّ فراراً؛ أنه نادى ربَّه، فقال: {ربِّ لا تَذَرْ على الأرضِ من الكافرين ديّاراً ... } الآية، وقال: {ربِّ انصُرْني على القوم المُفْسِدينَ}. فاستجاب اللهُ له، ومدح تعالى نفسه، فقال: {فَلَنِعْمَ المجيبونَ}: لدعاء الداعينَ وسماع تَبَتُّلِهِم وتضرُّعهم، أجابه إجابةً طابقتْ ما سأل، نَجَّاه وأهلَه من الكرب العظيم، وأغرقَ جميع الكافرين، وأبقى نسلَه وذُرِّيَّته متسلسلين؛ فجميع الناس من ذُرِّيَّة نوح عليه السلام، وجعل له ثناءً حسناً مستمرًّا إلى وقت الآخرين، وذلك لأنَّه محسنٌ في عبادة الخالق، محسنٌ إلى الخلق، وهذه سنَّته تعالى في المحسنين؛ أنْ يَنْشُرَ لهم من الثناء على حسب إحسانهم، ودلَّ قولُه: {إنَّه من عبادِنا المؤمنينَ}: أنَّ الإيمانَ أرفعُ منازل العباد، وأنَّه مشتملٌ على جميع شرائع الدِّين وأصولِهِ وفروعِهِ؛ لأنَّ الله مَدَحَ به خواصَّ خلقِهِ.
75-82. Yüce Allah, kulu ve rasûlü, rasûllerin ilki Nuh aleyhisselam’ın haberini vermektedir. O, kavmini uzunca bir süre Allah’ın yoluna davet ettiği halde bu daveti, kendisinden kaçıp uzaklaşmalarından başka bir şeylerini artırmadı. O da Rabbine dua ederek şöyle yalvardı: “Rabbim, yeryüzünde kâfirlerden dönüp dolaşan tek bir kimse bırakma!” (Nuh, 71/26) Yüce Allah da onun duasını kabul etti ve bu kabulden ötürü de zatını överek şöyle buyurdu: “Biz (duaya) ne güzel karşılık veririz!” Dua edenlerin duasını, onların yalvarıp yakarmalarını ne güzel işitiriz ve kabul ederiz! Yüce Allah, duasını tıpkı istediği şekilde kabul etti. Kendisini ve aile halkını o büyük felaketten kurtardı, bütün kâfirleri de suda boğdu. Geride sadece onun soyundan gelenler kaldı. O nedenle bütün insanlar Nuh aleyhisselam’ın soyundandır. Yüce Allah, ayrıca Kıyamete kadar devam edecek şekilde onun güzel bir surette övülmesini sağladı. Çünkü Nuh aleyhisselam Yüce Allah’a ihsan üzere ibadet etmiş, insanlara da ihsanda bulunmuş bir kimse idi. Yüce Allah’ın da ihsan sahiplerine uygulayageldiği kanunu şu şekildedir: İhsanlarına uygun olarak onların övgüsünü yaymak. Yüce Allah’ın: “Gerçekten o, Bizim mü’min kullarımızdandır” buyruğu şunu göstermektedir: İman, kulların ulaşabildiği en yüksek mertebedir ve o, dinin bütün şer’î hükümlerini, itikadî esaslarını ve fer’î meselelerini tamamı ile kapsamaktadır. Çünkü Yüce Allah, yarattıklarının en üstün olanlarını iman ile övmüştür.
Ayet: 83 - 113 #
{وَإِنَّ مِنْ شِيعَتِهِ لَإِبْرَاهِيمَ (83) إِذْ جَاءَ رَبَّهُ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ (84) إِذْ قَالَ لِأَبِيهِ وَقَوْمِهِ مَاذَا تَعْبُدُونَ (85) أَئِفْكًا آلِهَةً دُونَ اللَّهِ تُرِيدُونَ (86) فَمَا ظَنُّكُمْ بِرَبِّ الْعَالَمِينَ (87) فَنَظَرَ نَظْرَةً فِي النُّجُومِ (88) فَقَالَ إِنِّي سَقِيمٌ (89) فَتَوَلَّوْا عَنْهُ مُدْبِرِينَ (90) فَرَاغَ إِلَى آلِهَتِهِمْ فَقَالَ أَلَا تَأْكُلُونَ (91) مَا لَكُمْ لَا تَنْطِقُونَ (92) فَرَاغَ عَلَيْهِمْ ضَرْبًا بِالْيَمِينِ (93) فَأَقْبَلُوا إِلَيْهِ يَزِفُّونَ (94) قَالَ أَتَعْبُدُونَ مَا تَنْحِتُونَ (95) وَاللَّهُ خَلَقَكُمْ وَمَا تَعْمَلُونَ (96) قَالُوا ابْنُوا لَهُ بُنْيَانًا فَأَلْقُوهُ فِي الْجَحِيمِ (97) فَأَرَادُوا بِهِ كَيْدًا فَجَعَلْنَاهُمُ الْأَسْفَلِينَ (98) وَقَالَ إِنِّي ذَاهِبٌ إِلَى رَبِّي سَيَهْدِينِ (99) رَبِّ هَبْ لِي مِنَ الصَّالِحِينَ (100) فَبَشَّرْنَاهُ بِغُلَامٍ حَلِيمٍ (101) فَلَمَّا بَلَغَ مَعَهُ السَّعْيَ قَالَ يَابُنَيَّ إِنِّي أَرَى فِي الْمَنَامِ أَنِّي أَذْبَحُكَ فَانْظُرْ مَاذَا تَرَى قَالَ يَاأَبَتِ افْعَلْ مَا تُؤْمَرُ سَتَجِدُنِي إِنْ شَاءَ اللَّهُ مِنَ الصَّابِرِينَ (102) فَلَمَّا أَسْلَمَا وَتَلَّهُ لِلْجَبِينِ (103) وَنَادَيْنَاهُ أَنْ يَاإِبْرَاهِيمُ (104) قَدْ صَدَّقْتَ الرُّؤْيَا إِنَّا كَذَلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ (105) إِنَّ هَذَا لَهُوَ الْبَلَاءُ الْمُبِينُ (106) وَفَدَيْنَاهُ بِذِبْحٍ عَظِيمٍ (107) وَتَرَكْنَا عَلَيْهِ فِي الْآخِرِينَ (108) سَلَامٌ عَلَى إِبْرَاهِيمَ (109) كَذَلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ (110) إِنَّهُ مِنْ عِبَادِنَا الْمُؤْمِنِينَ (111) وَبَشَّرْنَاهُ بِإِسْحَاقَ نَبِيًّا مِنَ الصَّالِحِينَ (112) وَبَارَكْنَا عَلَيْهِ وَعَلَى إِسْحَاقَ وَمِنْ ذُرِّيَّتِهِمَا مُحْسِنٌ وَظَالِمٌ لِنَفْسِهِ مُبِينٌ (113)}.
83- Onun izinden gidenlerden biri de şüphesiz İbrahim’dir. 84- Hani o, Rabbine selim bir kalp ile gelmişti. 85- Hani o, babasına ve kavmine: “Neye ibadet ediyorsunuz (öyle)?” demişti. 86- “Allah’ın dışında uydurma ilahlar mı istiyorsunuz?” 87- “Âlemlerin Rabbini ne zannediyorsunuz?” 88- Derken yıldızlara bir defa baktı da: 89- “Gerçekten ben hastayım” dedi. 90- Bunun üzerine onu arkalarında bırakıp uzaklaştılar. 91- O da gizlice putlarının yanına varıp şöyle dedi: “Yemiyor musunuz?” 92- “Neyiniz var, niye konuşmuyorsunuz?” 93- Sonra da üzerlerine varıp sağ eli (var gücü) ile vurdu. 94- (Durumu öğrenen kavmi) koşturarak ona geldiler. 95- (Onlara) dedi ki: “Siz, elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?” 96- “Halbuki sizi de yapıp ettiklerinizi de Allah yaratmıştır.” 97- Dediler ki: “Onun için bir bina yapın, sonra da onu alevli ateşin içine atın.” 98- Ona bir tuzak kurmak istediler. Biz de onları en aşağılıklar kıldık. 99- Dedi ki: “Ben Rabbime gidiyorum; O bana yol gösterecektir.” 100- “Rabbim bana salihlerden (bir evlat) bağışla.” 101- Biz de onu yumuşak huylu bir oğulla müjdeledik. 102- O (çocuk), babasının yanı sıra yürümeye başlayınca (İbrahim) dedi ki: “Oğulcuğum, ben rüyamda seni kurban ettiğimi görüyorum. Bir düşün bakalım, ne dersin?” Dedi ki: “Babacığım, emrolunduğun şeyi yap! İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın.” 103- İkisi de (Allah'ın emrine) teslim olup İbrahim onu şakağı üzere yatırınca; 104- Biz ona şöyle seslendik: “Ey İbrahim!” 105- “Rüyanı gerçekleştirdin. Şüphesiz Biz, ihsan sahiplerini böyle mükâfatlandırırız.” 106- Şüphesiz bu, apaçık bir imtihandı. 107- Biz, İsmail’e karşılık fidye olarak büyük bir kurbanlık verdik. 108- Sonra gelenler arasında ona (iyi bir nam) bıraktık. 109- İbrahim’e selâm olsun! 110- Şüphesiz Biz, ihsan sahiplerini böyle mükâfatlandırırız. 111- Gerçekten o, mümin kullarımızdandır. 112- Ona salihlerden bir peygamber olmak üzere İshak’ı da müjdeledik. 113- Onu da İshak’ı da mübarek kıldık. O ikisinin soyundan gelenler içinde ihsan sahibi olan da vardır, nefsine açıkça zulmeden de.
#
{83 ـ 84}؛ أي: وإنَّ من شيعة نوح عليه السلام ومَنْ هو على طريقتِهِ في النبوَّة والرسالة ودعوة الخلقِ إلى اللَّه وإجابةِ الدُّعاء إبراهيم الخليل عليه السلام. {إذْ جاء ربَّه بقلبٍ سليم}: من الشركِ والشُّبَهِ والشَّهَوات المانعة من تصوُّر الحقِّ والعمل به. وإذا كان قلبُ العبدِ سليماً؛ سَلِمَ من كلِّ شرٍّ، وحصل له كلُّ خيرٍ.
83. Yani hiç şüphesiz Nuh aleyhisselam’ın izinden gidenlerden, onun nübüvvet, risalet ve Yüce Allah’a davet yolunu, duasının kabul edilmesi yolunu takip edenlerden birisi, İbrahim Halil aleyhisselam’dır. 84. “Hani o Rabbine selim” şirkten, şüphelerden, hakkı gereği gibi tasavvur etmeyi ve gereğince de amel etmeyi engelleyen arzu ve şehvetlerden uzak “bir kalp ile gelmişti.” Bir kulun kalbi selim oldu mu, o da her türlü kötülükten uzak olur ve her bir hayrı elde eder. İnsanları aldatmaktan, onları kıskanmaktan uzak olması ve benzeri kötü huylardan uzak duruşu da İbrahim’in kalbinin “selîm” oluşunun bir parçasıdır. Bundan dolayı o, Allah’a giden yolda bütün insanlara nasihat etmiş ve işe öncelikle babası ile kavminden başlamıştı:
#
{85 ـ 87} ومن سلامته أنه سليمٌ من غشِّ الخلق وحَسَدِهم وغير ذلك من مساوئ الأخلاق، ولهذا نصح الخلق في الله، وبدأ بأبيه وقومِهِ، فقال: {إذْ قال لأبيه وقومِهِ ماذا تَعْبُدونَ}؟ هذا استفهامٌ على وجه الإنكار وإلزامٌ لهم بالحجة. {أإفكاً آلهةً دون الله تريدونَ}؟ أي: أتعبدون من دون آلهة كذباً ليست بآلهة، ولا تصلُحُ للعبادة؟! {فما ظنُّكم بربِّ العالمين}: أن يفعل بكم وقد عبدتُم معه غيره؟! وهذا ترهيبٌ لهم بالجزاء بالعقابِ على الإقامة على شركهم، وما الذي ظننتُم بربِّ العالمين من النقص حتى جعلتُم له أنداداً وشركاء؟!
85. “Hani o, babasına ve kavmine: Neye ibadet ediyorsunuz (öyle)? demişti.” Bu, onların yaptıklarını reddeden ve onlara karşı susturucu delil getirme anlamını ihtiva eden bir sorudur. 86. “Allah’ın dışında uydurma ilahlar mı istiyorsunuz?” Yani siz gerçekte ilâh olmayan, Allah’ın yanı sıra ibadete de layık olmayan sahte ilâhlara mı ibadet ediyorsunuz? 87. Peki “Âlemlerin Rabbini” O’nunla birlikte başkalarına ibadet etmiş iken size ne yapacağını “zannediyorsunuz?” Bu, şirkleri üzere kalmaya devam etmeleri halinde ilâhî cezaya maruz kalacakları şeklinde bir korkutma anlamı içermektedir. Sizler, âlemlerin Rabbinin nasıl bir eksikliğe sahip olduğu zannına kapıldınız ki başkalarını O’na eş ve ortak koştunuz.
#
{88 ـ 93} فأراد عليه السلام أن يكسِرَ أصنامهم ويتمكَّن من ذلك، فانتهز الفرصةَ في حين غفلةٍ منهم لما ذهبوا إلى عيدٍ من أعيادهم، فخرج معهم، {فَنَظَرَ نظرةً في النجوم. فقال: إني سقيمٌ}: في الحديث الصحيح: «لم يكذبْ إبراهيمُ عليه السلام إلاَّ ثلاثَ كذباتٍ: قولُهُ: إني سقيمٌ، وقوله: بل فعله كبيرُهُم هذا، وقوله عن زوجته: إنها أختي». والقصدُ أنَّه تخلَّف عنهم ليتمَّ له الكيدُ بآلهتهم. ولهذا {تولَّوا عنه مدبِرينَ}، فلما وجد الفرصة؛ {فراغ إلى آلهتهم}؛ أي: أسرع إليها على وجه الخفية والمراوغة، {فقال} متهكِّماً بها: {ألا تأكُلونَ. ما لكم لا تنطقونَ}؛ أي: فكيف يليقُ أن تُعْبَدَ وهي أنقص من الحيوانات التي تأكُلُ و تُكلِّم، وهذه جمادٌ لا تأكل ولا تُكلِّم؟! {فراغَ عليهم ضرباً باليمين}؛ أي: جعل يضربها بقوَّتِهِ ونشاطِهِ حتى جعلها جذاذاً؛ إلاَّ كبيراً لهم لعلَّهم إليه يرجِعون.
88-89. İbrahim aleyhisselam onların putlarını kırmak istemiş ve böyle bir imkânı ele geçirmeye çalışmıştı. Onların bir törenlerine gidip de putlarından habersiz oldukları bir vakti fırsat bilerek onlarla birlikte çıktı ve: “yıldızlara bir defa baktı da: Gerçekten ben hastayım, dedi.” Sahih bir hadiste şöyle buyrulmuştur: “İbrahim aleyhisselam yalnız üç defa yalan söylemiştir. Bunlardan birisi: “Gerçekten ben hastayım” sözü, diğeri: “Hayır, bunu şu büyükleri yaptı” (el-Enbiya, 21/63) sözü, bir diğeri de hanımı hakkında: “O, benim kız kardeşimdir.” demesidir.”[14] Yani, İbrahim aleyhisselam onların ilâhları için tuzak kurma imkânını bulmak maksadı ile onlardan geri kalmıştı. 90. Hasta olduğunu söyleyince “onu arkalarında bırakıp uzaklaştılar.” Böylelikle o da istediği fırsatı elde etmiş oldu. 91-92. “O da gizlice putlarının yanına varıp” yani kimseye fark ettirmeden hızlıca onların yanına gitti ve onlarla alay ederek şöyle dedi: “Yemiyor musunuz? Neyiniz var, niye konuşmuyorsunuz?” O halde bunlara ibadet etmek yakışır mı? Bunlar, yemek yiyen ve kendi dilince konuşan hayvanlardan da daha aşağı oldukları halde hiç onlara ibadet yakışır mı? Çünkü bunlar yemeyen, konuşmayan cansız varlıklardır. 93. “Sonra da üzerlerine varıp sağ eli (var gücü) ile vurdu.” Bütün güç ve kuvveti ile onlara vurmaya koyuldu. “Derken ona başvururlar diye büyükleri dışında (putların) hepsini paramparça etti.” (el-Enbiya, 21/58)
#
{94 ـ 96} {فأقبلوا إليه يزِفُّونَ}؛ أي: يسرعون ويُهْرَعون؛ يريدون أن يوقعوا به بعد ما بحثوا و {قالوا: مَنْ فَعَلَ هذا بآلهتنا إنَّه لمن الظالمين}؟ {وقيل لهم: سمِعْنا فتى يذكُرُهم يُقالُ له: إبراهيمُ}، يقول {تالله لأكيدنَّ أصنامَكُم بعدَ أن تُوَلُّوا مدبِرين}. فوبَّخوه ولاموه، فقال: {بل فَعَلَه كبيرُهم هذا فاسألوهم إن كانوا ينطِقون. فرجَعَوا إلى أنفسِهِم فقالوا إنَّكم أنتم الظالمونَ. ثم نُكِسوا على رؤوسِهِم لقد علمتَ ما هؤلاء ينطِقون. قال أفتعبدُونَ من دون اللهِ ما لا ينفعكم شيئاً ولا يضرُّكم ... } الآية، و {قال} هنا: {أتعبدُونَ ما تَنْحِتونَ}؛ أي: تنحِتونه بأيديكم وتصنعونه؛ فكيف تعبُدونهم وأنتم الذين صنعتُموهم، وتتركون الإخلاصَ لله الذي {خَلَقَكُم وما تعمَلون}؟!
94. “Koşturarak ona geldiler.” Gerekli araştırmaları yaptıktan sonra onu cezalandırmak üzere hızlıca ona gittiler. Bu araştırmaları şöyle olmuştur: “Bunu putlarımıza kim yaptı ise şüphesiz o zalimlerdendir.” (el-Enbiyâ, 21/56); “İbrahim adındaki bir gencin bunları diline doladığını işitmiştik.” (el-Enbiya, 21/60) ki o şöyle diyordu: “Vallahi siz arkanızı dönüp gittikten sonra ben bu putlarınıza mutlaka bir tuzak kuracağım.” (el-Enbiya, 21/57) Bunun üzerine onu azarlayıp kınadılar. O da onlara şöyle dedi: “Hayır, bunu onların şu büyükleri bunu yapmıştır, onlara sorun eğer konuşabilirlerse (size cevap versinler). Kendi vicdanlarına dönerek dediler ki: Asıl zalimler sizlersiniz. Sonra başaşağı edildiler ve: Sen de çok iyi bilirsin ki bunlar konuşmazlar. Dedi ki: O halde Allah’ın dışında, size fayda ve zarar veremeyen şeylere mi ibadet ediyorsunuz?” (el-Enbiya, 21/63-66) 95-96. Burada da İbrahim’in onlara şunu söylediğini görüyoruz: “Siz elinizle yonttuğunuz şeylere mi tapıyorsunuz?” Elinizle yontup yaptığınız şeylere mi tapıyorsunuz? Onları yapanlar sizler olduğunuz halde, nasıl olur da onlara ibadet eder ve ihlâsla Allah’a ibadet etmeyi terk edersiniz? “Halbuki sizi de yapıp ettiklerinizi de Allah yaratmıştır.”
#
{97 ـ 98} {قالوا ابنوا له بنياناً}؛ أي: عالياً مرتفعاً وأوقِدوا فيه النارَ، {فألقوه في الجحيم}: جزاءً على ما فعل من تكسير آلهتهم، وأرادوا {به كيداً}: ليقتُلوه أشنعَ قِتْلَةٍ؛ {فجعلناهُمُ الأسفلينَ}: ردَّ الله كيدَهم في نُحورهم، وجَعَلَ النار على إبراهيم برداً وسلاماً.
97. “Dediler ki: Onun için” oldukça yüksek “bir bina yapın” ve orada büyük bir ateş yakın. “Sonra da onu” ilâhlarını kırmanın cezası olarak bu yaptığından dolayı “alevli ateşin içine atın.” 98. Onu en kötü ve ağır bir şekilde öldürerek cezalandırmak maksadı ile “ona bir tuzak kurmak istediler. Biz de onları en aşağılıklar kıldık.” Allah onların tuzaklarını başlarına geçirdi ve ateşi İbrahim aleyhisselam için serin ve selamet kıldı.
#
{99} {و} لما فعلوا فيه هذا الفعل، وأقام عليهم الحجة، وأعذر منهم؛ {قال إنِّي ذاهبٌ إلى ربِّي}؛ أي: مهاجر إليه، قاصدٌ إلى الأرض المباركة أرض الشام {سيهدينِ}: يدلُّني على ما فيه الخير لي من أمر ديني ودنياي. وقال في الآية الأخرى: {وأعْتَزِلُكم وما تَدْعونَ من دونِ الله وأدْعو ربِّي عسى ألاَّ أكونَ بِدُعاءِ ربي شَقِيًّا}.
99. Kavmi ona bu işi yapınca o da onlara karşı delilini ortaya koyup artık onlara ileri sürecekleri bir mazeret bırakmayınca onlara “dedi ki: Ben Rabbime gidiyorum.” Yani ona hicret ediyorum. Mübarek yer olan Şam topraklarına gitmek üzere yola koyuluyorum. “O bana yol gösterecektir.” Benim için dinimde ve dünyamda hayırlı olacak şeyleri bana gösterecektir. Başka bir âyet-i kerimede de şöyle buyrulmaktadır: “Ben sizi de sizin Allah’tan başka taptıklarınızı da terk ediyorum. Yalnız Rabbime dua ediyorum. Rabbime dua etmekle bedbaht olmayacağımı ümid ediyorum.” (Meryem, 19/48)
#
{100} {ربِّ هَبْ لي}: ولداً يكون {من الصالحين}، وذلك عندما أيس من قومه، ولم يَرَ فيهم خيراً؛ دعا الله أن يَهَبَ له غلاماً صالحاً ينفع الله به في حياتِهِ وبعد مماتِهِ.
100. “Rabbim bana salihlerden” olacak bir evlat “bağışla!” Bu duayı kavminden ümit kesip onlardan hayır namına bir şey göremeyeceğini anladığı vakit yapmıştı. Yüce Allah’a hayatında ve vefatından sonra kendisine faydalı olacak salih bir evlat bağışlaması için dua etti. Yüce Allah da onun duasını kabul ettiğini şöylece bize bildirmektedir:
#
{101} فاستجابَ اللَّه له وقال: {فبشَّرناه بغلام حَليم}: وهذا إسماعيلُ عليه السلام بلا شكٍّ؛ فإنَّه ذكر بعدَه البشارة بإسحاقَ، ولأنَّ الله تعالى قال في بُشراه بإسحاقَ: {فبشَّرنْاها بإسحاقَ ومِن وراء إسحاقَ يعقوبَ}: فدلَّ على أنَّ إسحاقَ غير الذبيح، ووَصَفَ الله إسماعيلَ عليه السلام بالحلم، وهو يتضمَّنُ الصبرَ وحسنَ الخُلُق وسَعَةَ الصدر والعفو عَمَّنْ جنى.
101. “Biz de onu yumuşak huylu bir oğulla müjdeledik.” Bu, hiç şüphesiz İsmail aleyhisselam’dır. Çünkü bundan sonra ona İshak aleyhisselam müjdesinin verildiği zikredilmektedir. Diğer taraftan Yüce Allah ona İshak’ın doğacağı müjdesini verirken şöyle buyurmaktadır: “Biz de ona İshak’ı ve İshak’ın ardından Yakub’u müjdeledik.” (Hud, 11/71) Bu da kesilmesi emredilenin, İshak aleyhisselam olmadığının delilidir. Yüce Allah İsmail aleyhisselam’ı yumuşak huylu olmakla vasfetmektedir. Bu da hem sabrı, hem güzel ahlâkı, hem geniş kalpliliği, hem de herhangi bir kusur işleyeni affetmeyi kapsayan bir vasıftır.
#
{102} {فلمَّا بَلَغَ الغلامُ معه السعيَ}؛ أي: أدرك أن يسعى معه، وبلغ سنًّا يكون في الغالب أحبَّ ما يكون لوالديه؛ قد ذهبتْ مشقَّتُه وأقبلتْ منفعتُهُ، فقال له إبراهيمُ عليه السلام: {إنِّي أرى في المنام أنِّي أذْبَحُكَ}؛ أي: قد رأيت في النوم والرؤيا أنَّ الله يأمُرُني بِذَبْحِكَ، ورؤيا الأنبياءِ وحيٌ. {فانْظُرْ ماذا ترى}؛ فإنَّ أمر الله تعالى لا بدَّ من تنفيذِهِ، فقال إسماعيلُ صابراً محتسباً مرضياً لربِّه وبارًّا بوالده: {يا أبتِ افْعَلْ ما تُؤْمَرْ}؛ أي: امضِ لما أمَرَكَ الله، {سَتَجِدُني إن شاء الله من الصابرينَ}: أخبر أباه أنَّه موطِّنٌ نفسَه على الصبر، وقَرَنَ ذلك بمشيئة الله تعالى؛ لأنَّه لا يكون شيءٌ بدون مشيئةِ الله.
102. “O” oğlu “babasının yanı sıra yürümeye başlayınca” onunla yürüyecek yaşa gelip çoğunlukla anne-babası tarafından en çok sevileceği bir yaşa ulaştığında ve artık onun terbiyesinin meşakkatli dönemlerinin geride kalıp ondan faydalanma vakti geldiğinde İbrahim aleyhisselam oğluna “dedi ki: Oğulcuğum, ben rüyamda seni kurban ettiğimi görüyorum.” Yani rüyamda Allah’ın bana seni kurban olarak boğazlamayı emrettiğini gördüm. Peygamberlerin rüyası da bir vahiydir. “Bir düşün bakalım, ne dersin?” Zira Yüce Allah’ın emrinin yerine getirilmesi kaçınılmaz bir şeydir. İsmail aleyhisselam sabırla, ecrini Allah’tan umarak, Rabbini razı ederek ve babasına da itaat ederek “dedi ki: Babacığım, emrolunduğun şeyi yap!” Allah’ın emrettiğini yerine getir. “İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın.” Böylece babasına kendisini sabra hazırladığını bildirdi ve bunu da Allah’ın dilemesine bağlayarak ifade etti. Çünkü Allah’ın dilemesi olmaksızın hiçbir şey olmaz.
#
{103} {فلمَّا أسْلَما}؛ أي: إبراهيم وابنه إسماعيل: إبراهيم جازماً بقتل ابنه وثمرةِ فؤادِهِ امتثالاً لأمر ربِّه وخوفاً من عقابه، والابن قد وطَّن نفسه على الصبر، وهانتْ عليه في طاعة ربِّه ورضا والده، {وَتَلَّه للجبينِ}؛ أي: تلَّ إبراهيمُ إسماعيلَ على جبينِهِ لِيُضْجِعَه فيذبَحَه، وقد انكبَّ لوجهِهِ؛ لئلاَّ ينظرَ وقت الذبح إلى وجهِهِ.
103. “İkisi de” yani İbrahim ve oğlu İsmail “teslim olup” İbrahim, oğlunu, ciğerparesini öldürmekte Rabbinin emrine uyarak ve cezasından korkarak kararlılık gösterince; oğlu da sabretmeye kendisini hazırlayıp Rabbine itaat ve babasını razı etmek uğrunda kendi canını önemsemeyince ve “İbrahim onu” oğlu İsmail’i boğazlamak için “şakağı üzere yatırınca” bu sırada onu boğazlayacağı vakit yüzünü görmemek için İsmail’in yüzü yere doğru bakıyordu.
#
{104 ـ 105} {وناديناه}: في تلك الحال المزعجة والأمر المدهش: {أن يا إبراهيمُ. قد صَدَّقْتَ الرؤيا}؛ أي: قد فعلتَ ما أُمِرْتَ به؛ فإنَّك وطَّنْتَ نفسك على ذلك، وفعلتَ كلَّ سبب، ولم يبقَ إلاَّ إمرار السكين على حلقه. {إنَّا كذلك نَجْزي المحسنين}: في عبادتنا، المقدِّمين رضانا على شهواتِ أنفسهم.
104-105. “Biz ona” bu dehşetli halde iken “şöyle seslendik: “Ey İbrahim! Rüyanı gerçekleştirdin.” Sen emrolunduğunu yaptın. Çünkü sen kendini bu işe hazırladın, bunun için gerekli her sebebi yaptın, geriye bıçağı onun boğazına sürtmekten başka bir şey kalmadı. “Şüphesiz Biz” rızamızı nefislerinin arzularının önüne geçirerek bize ibadette “ihsan” sahibi olanları “böyle mükâfatlandırırız.”
#
{106} {إنَّ هذا}: الذي امتحنَّا به إبراهيمَ عليه السلام {لهو البَلاءُ المُبينُ}؛ أي: الواضح الذي تَبَيَّنَ به صفاءُ إبراهيم وكمالُ محبَّتِهِ لربِّه وخلَّتِهِ؛ فإن إسماعيلَ عليه الصلاة (والسلام) لما وَهَبَهُ الله لإبراهيم؛ أحبَّه حبًّا شديداً، وهو خليل الرحمن، والخلَّة أعلى أنواع المحبة، وهو منصبٌ لا يقبل المشاركة، ويقتضي أن تكونَ جميعُ أجزاء القلب متعلقةً بالمحبوب، فلما تعلقتْ شعبةٌ من شُعَبِ قلبِهِ بابنه إسماعيلَ؛ أراد الله تعالى أن يُصَفِّي وُدَّه ويختبرَ خُلَّتَهَ، فأمره أن يذبح مَنْ زاحَمَ حبُّه حبَّ ربِّه، فلما قَدَّمَ حبَّ الله وآثره على هواه وعزم على ذبحِهِ وزال ما في القلب من المزاحم، بقي الذبحُ لا فائدة فيه؛ فلهذا قال: {إنَّ هذا لهو البلاءُ المبينُ}.
106. “Şüphesiz bu” Bizim İbrahim aleyhisselam’ı kendisi ile sınadığımız bu imtihan, “apaçık bir imtihandı.” Bu imtihan ile İbrahim aleyhisselam’ın halis kulluğu, Rabbine olan sevgisinin ve dostluğunun kemali ortaya çıkmış oluyordu. Yüce Allah İsmail aleyhisselam’ı İbrahim aleyhisselam’a ihsan ettiğinde o, onu çokça sevdi. Halbuki o, Rahman olan Allah’ın halîli/dostu idi. Halillik ise sevgi türlerinin en yücesidir. Bu da ortaklığı kabil olmayan bir makamdır. Kalbin her yönden sevene bağlanmasını gerektirir. Kalbinin bir parçası oğlu İsmail’e bağlanınca Yüce Allah, onun sevgisini arıtmak ve gerçek dostluğunu sınamak istedi. O bakımdan kalbinde Rabbinin sevgisinin yanı sıra yer eden o sevdiği oğlunu boğazlamasını emretti. O da Allah sevgisini önceleyip onu kendi arzusuna tercih ederek oğlunu boğazlamayı kararlaştırdıktan sonra kalbinde yer alan o ikinci sevgi yerini diğerine bıraktı. Böylece oğlunu boğazlamasına da gerek kalmadı. Ondan dolayı Yüce Allah: “Şüphesiz bu, apaçık bir imtihandı.” buyurmuştur.
#
{107} {وفديناه بِذبْحٍ عظيم}؛ أي: صار بَدَلَه ذبحٌ من الغنم عظيمٌ ذبحه إبراهيم، فكان عظيماً: من جهة أنَّه كان فداء لإسماعيلَ، ومن جهة أنَّه من جملة العبادات الجليلة، ومن جهة أنه كان قرباناً وسنةً إلى يوم القيامةِ.
107. “Biz, İsmail’e karşılık fidye olarak büyük bir kurbanlık verdik.” Yani onun yerine İbrahim aleyhisselam pek büyük bir koç boğazladı. Bu kurbanlık İsmail aleyhisselam’ın yerine fidye olması yönüyle büyük olduğu gibi, pek üstün ibadetlerden bir ibadet olması yönüyle de büyüktür. Kıyamet gününe kadar uyulacak bir sünnet ve ibadet olması yönüyle de büyüktür.
#
{108 ـ 109} {وتركنا عليه في الآخرين. سلام على إبراهيم}؛ أي: وأبقينا عليه ثناءً صادقاً في الآخرين؛ كما كان في الأولين؛ فكل وقت بعد إبراهيم عليه السلام؛ فإنَّه فيه محبوبٌ معظَّم مثنى عليه. {سلامٌ على إبراهيم}؛ أي: تحية عليه؛ كقوله: {قُل الحمدُ لله وسلامٌ على عبادِهِ الذين اصطفى}.
108. “Sonra gelenler arasında ona (iyi bir nam) bıraktık.” Öncekiler arasında olduğu gibi sonrakiler arasında da onun haklı olarak övülmesini sağladık. İbrahim aleyhisselam kendisinden sonraki bütün zamanlarda sevilen bir zat, tazim edilen ve övülen bir şahsiyettir. 109. “İbrahim’e selâm olsun” buyruğu Yüce Allah’ın şu buyruklarına benzemektedir: “Allah’a hamdolsun, seçtiği kullarına da selam olsun, de” (en-Neml, 27/59)
#
{110} {إنَّا كذلك نجزي المحسنين}: في عبادة الله ومعاملة خلقِهِ أن نُفَرِّجَ عنهم الشدائدَ، ونَجْعَلَ لهم العاقبة والثناء الحسن.
110. Allah’a ibadetlerinde de kulları ile olan ilişkilerinde de “ihsan sahiplerini böyle mükâfatlandırırız.” Onların sıkıntılarını giderir, onlara güzel bir âkıbet hazırlar ve güzel bir şekilde övülmelerini sağlarız.
#
{111} {إنَّه من عبادِنا المؤمنينَ}: بما أمر الله بالإيمان به، الذين بَلَغَ بهم الإيمانُ إلى درجة اليقين؛ كما قال تعالى: {وكذلك نُري إبراهيمَ مَلَكوتَ السمواتِ والأرضِ وليكون من الموقنين}.
111. “Gerçekten o” Allah’ın iman edilmesini emrettiği şeylere inanan “mümin kullarımızdandır.” O, imanları yakîn derecesine ulaşanlardandı. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Biz İbrahim’e yakîn sahiplerinden olsun diye göklerin ve yerin mülkünü böylece gösteriyorduk.” (el-En’am, 6/75)
#
{112} {وبَشَّرْناهُ بإسحاقَ نَبِيًّا من الصالحين}: هذه البشارة الثانية بإسحاقَ؛ الذي من ورائِهِ يعقوبَ، فَبُشِّرَ بوجوده وبقائه ووجود ذُرِّيَّتِهِ وكونه نبيًّا من الصالحين؛ فهي بشاراتٌ متعدِّدة.
112. “Ona salihlerden bir peygamber olmak üzere İshak’ı da müjdeledik.” Bu arkasından Yakub’un da geleceği, İshak’ın doğuşunu bildiren ikinci müjdedir. Bu buyruk, onun doğacağı, bir ömür boyu hayatta kalacağı soyundan bir zürriyetin geleceği ve salihlerden bir peygamber olacağı müjdesini ihtiva etmektedir. O halde bu, birkaç müjdeyi bir arada vermektir.
#
{113} {وبارَكْنا عليه وعلى إسحاقَ}؛ أي: أنْزَلْنا عليهما البركةَ التي هي النمو والزيادة في علمهما وعملهما وذريتهما، فنشر الله من ذُرِّيَّتِهِما ثلاث أمم عظيمة: أمة العرب من ذُرِّيَّةِ إسماعيلَ، وأمة بني إسرائيل، وأمة الروم من ذُرِّيَّةِ إسحاقَ. {ومن ذُرِّيَّتِهِما محسنٌ وظالمٌ لنفسِهِ مبينٌ}؛ أي: منهم الصالح والطالح، والعادل والظالم، الذي تبيَّن ظلمُهُ بكفرِهِ وشركِهِ، ولعل هذا من باب دفع الإيهام؛ فإنَّه لمَّا قال: {وبارَكْنا عليه وعلى إسحاقَ}؛ اقتضى ذلك البركة في ذُرِّيَّتِهِما، وأنَّ من تمام البركة أن تكون الذُّرِّيَّة كلُّهم محسنين، فأخبر الله تعالى أنَّ منهم محسناً وظالماً. والله أعلم.
113. “Onu da İshak’ı da mübarek kıldık.” Yani Biz onların üzerine bereket indirdik, bereket ise onların ilimlerinde, amellerinde ve soylarından gelenlerde artış ve gelişme demektir. Nitekim Yüce Allah, onların zürriyetlerinden üç tane büyük millet ortaya çıkarmıştır. Bunlar İsmail’in soyundan gelen Arap milleti ile İshak’ın soyundan gelen İsrailoğulları milletiyle Rum milletidir. “O ikisinin soyundan gelenler içinde ihsan sahibi olan da vardır, nefsine açıkça zulmeden de.” Bunların kimisi salihtir, kimisi değildir; kimisi adaletlidir, kimisi de küfür ve şirki sebebi ile zulmü apaçık ortada olan bir zalimdir. Bu buyruğun, yanlış bir kanaati önlemek için kullanılmış olması muhtemeldir. Çünkü: “O’nu da İshak’ı da mübarek kıldık” buyruğunda sözü edilen mübarek kılış, onların zürriyetlerinde de geçerli olmasını gerektirir. Yine bu mübarek kılmanın tam anlamı ile gerçekleşmesi için onların soyundan geleceklerin hepsinin ihsan sahibi olması gerekir. İşte böyle bir kanaatin uyanmaması için Yüce Allah, onlardan kimisinin ihsan sahibi, kimisinin de zalim olduğunu bildirmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
Ayet: 114 - 122 #
{وَلَقَدْ مَنَنَّا عَلَى مُوسَى وَهَارُونَ (114) وَنَجَّيْنَاهُمَا وَقَوْمَهُمَا مِنَ الْكَرْبِ الْعَظِيمِ (115) وَنَصَرْنَاهُمْ فَكَانُوا هُمُ الْغَالِبِينَ (116) وَآتَيْنَاهُمَا الْكِتَابَ الْمُسْتَبِينَ (117) وَهَدَيْنَاهُمَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ (118) وَتَرَكْنَا عَلَيْهِمَا فِي الْآخِرِينَ (119) سَلَامٌ عَلَى مُوسَى وَهَارُونَ (120) إِنَّا كَذَلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ (121) إِنَّهُمَا مِنْ عِبَادِنَا الْمُؤْمِنِينَ (122)}.
114- Andolsun biz, Mûsâ ve Hârûn’a da lütufta bulunduk. 115- Hem ikisini hem de kavimlerini o büyük sıkıntıdan kurtardık. 116- Ve onlara yardım ettik de böylece galip gelenler onlar oldular. 117- Onlara apaçık Kitabı verdik. 118- Ve ikisini de dosdoğru yola ilettik. 119- Sonra gelenler arasında o ikisine (iyi bir nam) bıraktık. 120- Mûsâ ve Hârûn’a selâm olsun! 121- Şüphesiz Biz, ihsan sahiplerini böyle mükâfatlandırırız. 122- Gerçekten ikisi de mümin kullarımızdandır.
#
{114 ـ 122} يذكُرُ تعالى منَّته على عبديه ورسوليه موسى وهارون ابني عمران بالنبوَّة والرسالة والدعوة إلى الله تعالى، ونجاتهما وقومهما من عدوِّهما فرعون، ونصرهما عليه، حتى أغرقه الله وهم ينظرون، وإنزال الله عليهما الكتاب المستَبين، وهو التوراة التي فيها الأحكام والمواعظُ وتفصيلُ كلِّ شيء، وأنَّ الله هداهما الصراطَ المستقيم؛ بأنْ شَرَعَ لهما ديناً ذا أحكام وشرائع مستقيمةٍ موصلةٍ إلى الله، ومَنَّ عليهما بسلوكِهِ. {وتَرَكْنا عليهما في الآخرين. سلامٌ على موسى وهارونَ}؛ أي: أبقى عليهما ثناء حسناً وتحيَّةً في الآخرين، ومن باب أولى وأحرى في الأوَّلين. {إنَّا كذلك نَجْزي المحسنين. إنَّهما من عبادِنا المؤمنينَ}.
114-116. Yüce Allah, iki kulu ve rasûlü olan İmran’ın oğulları Mûsâ ve Hârûn’a nübüvvet, risalet ve Yüce Allah’ın yoluna davet lütfunu bağışlamış olduğunu, onları da kavimlerini de düşmanları Firavun’dan kurtardığını, Firavun’a karşı kendilerine yardım ettiğini ve sonunda onu, onların gözleri önünde suda boğduğunu zikretmektedir. 117. Yüce Allah onlara ayrıca açık ve yol gösterici olan Kitabı indirmiştir ki bu da içinde pek çok hükümlerin, öğütlerin ve her şeye dair tafsilatın bulunduğu Tevrat’tır. 118. Yüce Allah ikisini de dosdoğru yola iletmişti. Çünkü onlara Yüce Allah’a ulaştıran dosdoğru şeriat ve hükümler ihtiva eden bir din vermişti. Bu dini izlemelerine yardımcı olma lütfunda da bulunmuştu. 119-122. “Sonra gelenler arasında o ikisine” güzel bir övgü “bıraktık. Mûsâ ve Hârûn’a selâm olsun.” Yani sonrakiler arasında onların güzel bir şekilde anılmalarını, selâm ile yad edilmelerini sağladık. Durumun öncekiler arasında böyle olması ise öncelikle söz konusudur. “Şüphesiz Biz, ihsan sahiplerini böyle mükâfatlandırırız. Gerçekten ikisi de mümin kullarımızdandır.”
Ayet: 123 - 132 #
{وَإِنَّ إِلْيَاسَ لَمِنَ الْمُرْسَلِينَ (123) إِذْ قَالَ لِقَوْمِهِ أَلَا تَتَّقُونَ (124) أَتَدْعُونَ بَعْلًا وَتَذَرُونَ أَحْسَنَ الْخَالِقِينَ (125) اللَّهَ رَبَّكُمْ وَرَبَّ آبَائِكُمُ الْأَوَّلِينَ (126) فَكَذَّبُوهُ فَإِنَّهُمْ لَمُحْضَرُونَ (127) إِلَّا عِبَادَ اللَّهِ الْمُخْلَصِينَ (128) وَتَرَكْنَا عَلَيْهِ فِي الْآخِرِينَ (129) سَلَامٌ عَلَى إِلْ يَاسِينَ (130) إِنَّا كَذَلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ (131) إِنَّهُ مِنْ عِبَادِنَا الْمُؤْمِنِينَ (132)}.
123- Şüphesiz İlyas da gönderilmiş peygamberlerdendir. 124- Hani o, kavmine: (Allah’tan) korkup sakınmaz mısınız?” demişti. 125, 126- “O en güzel yaratanı, sizin de geçmiş atalarınızın da Rabbi olan Allah’ı bırakıp da Ba’l (putuna) mı dua ediyorsunuz?” 127- Ama onlar onu yalanladılar. Bu sebeple onlar elbette (azabın ortasına) konacaklardır. 128- Ancak Allah’ın ihlâsa erdirilmiş kulları müstesnâ. 129- Sonra gelenler arasında ona (iyi bir nam) bıraktık 130- İlyas’a selâm olsun! 131- Şüphesiz Biz, ihsan sahiplerini böyle mükâfatlandırırız. 132- Gerçekten o, mümin kullarımızdandır.
#
{123 ـ 132} يمدحُ تعالى عبدَه ورسولَه إلياس عليه الصلاةُ والسلام بالنبوَّةِ والرسالة والدَّعوة إلى الله، وأنَّه أمر قومَه بالتَّقوى وعبادة الله وحدَه، ونهاهم عن عبادَتِهِم صنماً لهم يُقالُ له: بعلٌ، وتركِهِم عبادَة الله الذي خَلَقَ الخلقَ، وأحسنَ خَلْقَهم وربَّاهم فأحسنَ تربِيتهم، وأدرَّ عليهم النِّعَمَ الظاهرة والباطنة، وأنَّكم كيف تركتُم عبادةَ مَنْ هذا شأنُه إلى عبادة صنم لا يضرُّ ولا ينفع ولا يخلُق ولا يرزُقُ، بل لا يأكل ولا يتكلَّم، وهل هذا إلاَّ من أعظم الضلال والسَّفه والغيِّ. {فكذَّبوه}: فيما دعاهم إليه، فلم ينقادوا له، قال الله متوعِّداً لهم: {فإنَّهم لَمُحْضَرونَ}؛ أي: يوم القيامةِ في العذاب، ولم يذكرْ لهم عقوبةً دنيويَّةً {إلاَّ عباد الله المُخْلَصينَ}؛ أي: الذين أخلصهم الله ومَنَّ عليهم باتِّباع نبيِّهم؛ فإنَّهم غير محضرين في العذاب، وإنَّما لهم من الله جزيل الثواب. {وتركنا عليه}؛ أي: على إلياس {في الآخِرين}: ثناءً حسناً. {سلامٌ على إل ياسينَ}؛ أي: تحية من الله ومن عبادِهِ عليه. {إنَّا كذلك نَجْزي المُحْسِنينَ. إنَّه من عبادِنا المؤمنينَ}: فأثنى اللهُ عليه كما أثنى على إخوانِهِ صلواتُ الله وسلامُه عليهم أجمعينَ.
123-126. Yüce Allah kulu ve rasûlü İlyas aleyhisselam’ı peygamberliğe ve risalete mazhar olup Yüce Allah’ın yoluna davet ettiğini belirterek övmektedir. Onun, kavmine takvâ yolunu tutmalarını, yalnızca Allah’a ibadet etmelerini emrettiğini, Ba’l adındaki putlarına ibadet etmekten vazgeçmelerini, her şeyi yaratan Allah’a ibadet etmeye yönelmelerini emrettiğini belirtmektedir. Çünkü Yüce Allah, bütün varlıkları yaratmış, onları en güzel şekilde var etmiş, en güzel şekilde besleyip büyütmüş, görüp gözetmiştir. Gizli ve açık nimetleri onlara bol bol ihsan etmiştir. Sizler nasıl olur da bunları yaratan Rabbinize ibadeti bırakıp zarar veremeyen, fayda sağlayamayan, hiçbirşey yaratamayan, rızık veremeyen bir puta ibadete yönelirsiniz? Hatta yemeyen ve konuşamayan bir puta? Hiç şüphesiz bu sapıklığın, akılsızlığın ve azgınlığın en ileri şeklidir. 127. “Ama onlar” kendilerine yaptığı davet hususunda “onu yalanladılar” ona itaat etmediler, boyun eğmediler. Yüce Allah da onları tehdit ederek şöyle buyurmaktadır: “Bu sebeple onlar elbette (azabın ortasına) konacaklardır.” Yani Kıyamet gününde azapta bir araya toplanacaklardır. Bu buyrukta onların dünyevi herhangi bir cezaları söz konusu edilmemektedir. 128. “Ancak Allah’ın ihlâsa erdirilmiş kulları müstesnâ.” Yani Yüce Allah’ın kendilerine ihlâs ihsan edip kurtardığı ve peygamberlerine uymayı lütfettiği kimseler, azaba konmayacaklardır. Aksine Yüce Allah tarafından onlara pek büyük bir mükâfat verilecektir. 129-132. “Sonra gelenler arasında ona” İlyas’a güzel bir övgü “bıraktık. İlyas’a” Allah’tan ve kullarından “selam olsun! Şüphesiz Biz, ihsan sahiplerini böyle mükâfatlandırırız. Gerçekten o, mümin kullarımızdandır.” Yüce Allah, diğer peygamber kardeşlerinden övgü ile söz ettiği gibi ondan da övgü ile söz etmektedir. Allah’ın salât ve selâmı hepsine olsun.
Ayet: 133 - 138 #
{وَإِنَّ لُوطًا لَمِنَ الْمُرْسَلِينَ (133) إِذْ نَجَّيْنَاهُ وَأَهْلَهُ أَجْمَعِينَ (134) إِلَّا عَجُوزًا فِي الْغَابِرِينَ (135) ثُمَّ دَمَّرْنَا الْآخَرِينَ (136) وَإِنَّكُمْ لَتَمُرُّونَ عَلَيْهِمْ مُصْبِحِينَ (137) وَبِاللَّيْلِ أَفَلَا تَعْقِلُونَ (138)}.
133- Şüphesiz Lût da gönderilmiş peygamberlerdendir. 134- Hani Biz onu ve ailesini hep birlikte kurtarmıştık. 135- Ancak geride (helak edilecekler arasında) kalan bir kocakarı hariç. 136- Sonra diğerlerini (kavmini) helâk ettik. 137- Siz, onların (yurtlarından) gelip geçiyorsunuz; hem sabahleyin… 138- Hem de geceleyin. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?
#
{133 ـ 138} وهذا ثناءٌ منه تعالى على عبدِهِ ورسولِهِ لوطٍ بالنبوَّة والرسالة ودعوتِهِ إلى الله قومَه ونهِيِهم عن الشرك وفعل الفاحشةِ، فلمَّا لم ينتهوا؛ نجَّاه الله وأهلَه أجمعين، فَسَرَوْا ليلاً، فنجَوْا؛ {إلاَّ عجوزاً في الغابرين}؛ أي: الباقين المعذَّبين، وهي زوجة لوطٍ، لم تكن على دينِهِ. {ثم دمَّرْنا الآخرين}: بأن قَلَبْنا عليهم ديارَهم فجَعَلْنا عالِيَها سافِلَها، وأمْطَرْنا عليها حجارةً من سِجِّيل منضودٍ حتى هَمَدوا وخَمَدوا، {وإنَّكُم لتمرُّون عليهم}؛ أي: على ديار قوم لوطٍ {مصبحينَ. وبالليل}؛ أي: في هذه الأوقات يكثُرُ تَرَدُّدُكم إليها ومروركم بها، فلم تقبل الشك والمِرْيَةَ. {أفلا تعقلونَ}: الآياتِ والعِبَرَ وتنزجِرون عمَّا يوجِبُ الهلاكَ؟!
133-134. Bu buyruklarla Yüce Allah kulu ve rasûlü Lût aleyhisselam’a peygamberlik ve risalet verdiğini belirterek onu övmektedir. O, kavmini Yüce Allah’ın yoluna davet edip şirkten ve hayasızlıkları işlemekten vazgeçmelerini söylemişti. Ancak onlar, bu işten vazgeçmeyince Yüce Allah kendisini ve aile halkını hep birlikte kurtardı. Geceleyin yola koyularak azaptan kurtuldular. 135. “Ancak geride” azap içerisinde “kalan bir kocakarı hariç.” Bu Lût aleyhisselam’ın hanımıdır. O, onun dinine bağlanmamıştı. 136. “Sonra diğerlerini” yurtlarını alt-üst edip tepelerine yıkmak sureti ile “helâk ettik.” Bir başka yerde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Emrimiz geldiği zaman oranın altını üstüne getirdik ve üzerlerine pişirilmiş balçıktan birbiri ardınca taşlar yağdırdık” (Hûd 11/82) Bu, büsbütün helâk edilip onlardan en ufak bir hayat belirtisi kalmayıncaya kadar devam etmişti. 137-138. “Siz onların” Lût kavmi diyarından “gelip geçiyorsunuz; hem sabahleyin hem de geceleyin.” Yani belirtilen bu vakitlerde oralardan çokça geçip gidiyorsunuz. O bakımdan bu hususta herhangi bir şüphe ve tereddüt söz konusu değildir. “Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?” İlahi deliller, ibret dolu olaylar üzerinde düşünmeyecek ve helâk edilmenizi gerektiren hususlardan uzak durmayacak mısınız?
Ayet: 139 - 148 #
{وَإِنَّ يُونُسَ لَمِنَ الْمُرْسَلِينَ (139) إِذْ أَبَقَ إِلَى الْفُلْكِ الْمَشْحُونِ (140) فَسَاهَمَ فَكَانَ مِنَ الْمُدْحَضِينَ (141) فَالْتَقَمَهُ الْحُوتُ وَهُوَ مُلِيمٌ (142) فَلَوْلَا أَنَّهُ كَانَ مِنَ الْمُسَبِّحِينَ (143) لَلَبِثَ فِي بَطْنِهِ إِلَى يَوْمِ يُبْعَثُونَ (144) فَنَبَذْنَاهُ بِالْعَرَاءِ وَهُوَ سَقِيمٌ (145) وَأَنْبَتْنَا عَلَيْهِ شَجَرَةً مِنْ يَقْطِينٍ (146) وَأَرْسَلْنَاهُ إِلَى مِائَةِ أَلْفٍ أَوْ يَزِيدُونَ (147) فَآمَنُوا فَمَتَّعْنَاهُمْ إِلَى حِينٍ (148)}.
139- Şüphesiz Yunus da gönderilmiş peygamberlerdendir. 140- Hani o, (Rabbinden izinsiz yurdundan) kaçıp dolu gemiye sığınmıştı. 141- Kura çekmişti de kaybedenlerden olmuştu. 142- Kendini kınar/kınanmış bir halde iken balık onu yutmuştu. 143- Eğer o, tesbih edenlerden olmasaydı, 144- (İnsanların) diriltilecekleri güne kadar onun karnında kalırdı. 145- Biz onu (balığın karnından) hasta bir halde çıkarıp açık bir alana bıraktık. 146- Üst tarafında da (gölgelik olarak) kabak türünden (geniş yapraklı) bir ağaç bitirdik. 147- Biz, onu yüzbin hatta daha fazla (nüfuslu kavmine tekrar peygamber) gönderdik. 148- Onlar imana geldiler, Biz de onları bir zamana kadar (dünyadan) faydalandırdık.
#
{139} وهذا ثناءٌ منه تعالى على عبدِهِ ورسولِهِ يونسَ بن متَّى؛ كما أثنى على إخوانِهِ المرسَلين بالنبوَّة والرسالة والدَّعوة إلى الله.
139. Bu buyrukla Yüce Allah, diğer peygamber kardeşlerine nübüvvet ve risalet verdiğini ve Yüce Allah’a davet ettiklerini belirtmek suretiyle onları övdüğü gibi kulu ve rasûlü Metta oğlu Yunus’tan da övgü ile söz etmektedir.
#
{140} وذكر تعالى عنه أنَّه عاقَبَه عقوبةً دنيويَّةً أنجاه منها بسبب إيمانِهِ وأعمالِهِ الصالحة، فقال: {إذْ أبَقَ}؛ أي: من ربِّه مغاضِباً له ظانًّا أنه لا يقدِرُ عليه ويحبِسُه في بطن الحوت، ولم يذكُرِ الله ما غاضبَ عليه ولا ذَنْبَهُ الذي ارتكبه؛ لعدم فائِدَتِنا بذكرِهِ، وإنَّما فائدتُنا بما ذكرنا عنه أنه أذنبَ، وعاقبه الله مع كونِهِ من الرُّسل الكرام، وأنَّه نجَّاه بعد ذلك، وأزال عنه الملامَ، وقيَّضَ له ما هو سببُ صلاحِهِ. فلمَّا أبَقَ؛ لجأ {إلى الفلك المشحونِ}: بالركاب والأمتعة.
140. Yüce Allah, onu dünyevî bir ceza ile karşı karşıya bıraktığını, ama iman ve salih amelleri sebebi ile de bu cezadan onu kurtardığını söz konusu ederek: “Hani o, kaçıp dolu gemiye sığınmıştı” buyurmaktadır. Yani o, öfke içinde, Rabbinin kendisini sıkıştırmayacağını zannederek ve balığın karnında hapsedileceğinden habersiz bir halde Rabbinden kaçmaya kalkışmıştı. Yüce Allah, Yunus’un neye öfkelendiğini ve onun işlediği hatanın ne olduğunu zikretmemektedir. Çünkü bunu zikretmenin bizim için bir faydası yoktur. Bizim için yararlanılacak taraf, onun hakkında bize nakledilenlerdir. Şöyle ki o, bir günah işlemiş ve Yüce Allah da şerefli peygamberlerden birisi olmakla birlikte onu cezalandırmış, daha sonra da onu kurtararak kınanmasını gerektiren hususu ortadan etmiş ve bu hatasının düzelmesine sebep teşkil edecek hususları onun için hazırlayıp takdir etmiştir. O, kaçınca yolcularla ve eşyalarla “dolu gemiye sığınmıştı.”
#
{141} فلما رَكِبَ مع غيره والفلك شاحن؛ ثقلتِ السفينةُ، فاحتاجوا إلى إلقاءِ بعضِ الركبانِ، وكأنَّهم لم يجِدوا لأحدٍ مزيَّةً في ذلك، فاقترعوا على أنَّ مَنْ قُرِعَ وغُلِبَ؛ ألقي في البحر؛ عدلاً من أهل السفينة، وإذا أراد الله أمراً؛ هيَّأ أسبابه، فلما اقترعوا؛ أصابتِ القرعةُ يونسَ. {فكان من المُدْحَضينَ}؛ أي: المغلوبين، فألقي في البحر.
141. Gemiye başkalarıyla birlikte binince -gemi dolu olduğundan- geminin yükü iyice ağırlaştı. Sonunda yolculardan bazılarını suya atma gereğini duydular. Sanki bu konuda herhangi birisini tercih etmek için bir sebep bulamamışlardı. O nedenle de kura çekmeye ve kurada adı çıkan kimseyi denize atmaya karar verdiler. Bu da gemi sahiplerinin adaletli bir uygulamasıydı. Yüce Allah bir işi murat etti mi, onun sebeplerini de hazırlar. Gemidekiler kura çekince kura Yunus aleyhisselam’a çıktı ve o, “kaybedenlerden olmuştu.” Bu sebeple de denize o atıldı.
#
{142} {فالْتَقَمَهُ الحوتُ وهو}: وقت التقامِهِ {مُليمٌ}؛ أي: فاعلٌ ما يُلام عليه، وهو مغاضبتُهُ لربِّه.
142. “Kendini kınar/kınanmış bir halde balık onu yutmuştu.” Yani balığın onu yutması sırasında o, kınanmasını gerektiren bir iş yapmıştı, yani Rabbini öfkelendirişti.
#
{143 ـ 144} {فلولا أنَّه كان من المسبِّحينَ}؛ أي: في وقتِه السابقِ بكثرةِ عبادته لربِّه وتسبيحِهِ وتحميدِهِ وفي بطن الحوت حيث قال: {لا إله إلا أنت سبحانَكَ إنِّي كُنْتُ من الظالمين}؛ {لَلَبِثَ في بطنِهِ إلى يوم يُبْعَثونَ}؛ أي: لكانتْ مقبرتَهَ، ولكن بسبب تسبيحِهِ وعبادتِهِ لله؛ نجَّاه الله تعالى، وكذلك ينجي الله المؤمنين عند وقوعهم في الشدائد.
143-144. “Eğer o tesbih edenlerden olmasaydı” yani balığın karnına düşmeden önce Rabbine çokça ibadet eden, O’nu çokça tesbih eden, O’na çokça hamdeden birisi olmasaydı ve balığın karnında da: “Senden başka (hak) ilâh yoktur, seni tenzih ederim. Gerçekten ben zulmedenlerden oldum.” (el-Enbiya, 21/87) dememiş olsaydı; “diriltilecekleri güne kadar onun karnında kalırdı.” Orası onun mezarı olurdu. Fakat tesbih etmesi ve Yüce Allah’a ibadeti dolayısı ile Allah onu kurtardı. İşte Yüce Allah, sıkıntılara düştükleri vakit, mü’minleri böylece kurtarır.
#
{145} {فَنبَذْناه بالعراءِ}: بأنْ قَذَفَهُ الحوت من بطنِهِ بالعراء، وهي الأرض الخالية العاريةُ من كلِّ أحدٍ، بل ربَّما كانت عارية من الأشجارِ والظِّلال. {وهو سقيمٌ}؛ أي: قد سَقِمَ ومَرِضَ بسبب حبسِهِ في بطن الحوت حتى صار مثل الفرخ الممعوط من البيضة.
145. “Biz onu (balığın karnından) hasta bir halde çıkarıp açık bir alana bıraktık.” Balık onu karnından açık bir yere attı. Orası bomboştu ve kimse yoktu. Hatta belki ağaç ve gölge dahi bulunmuyordu. Bu sırada kendisi balığın karnında hapis kaldığından ötürü hastalanmıştı. O kadar ki hali, adeta yumurtadan çıkmış tüysüz bir civcivi andırıyordu.
#
{146} {وأنبَتْنا عليه شجرةً من يَقْطينٍ}: تُظِلُّه بظلِّها الظليل؛ لأنَّها باردةُ الظِّلال، ولا يسقُطُ عليها ذبابٌ، وهذا من لطفِهِ به وبرِّه.
146. “Üst tarafında da (gölgelik olarak) kabak türünden (geniş yapraklı) bir ağaç bitirdik.” Bu ağaç koyu gölgesi ile onu gölgelendirmişti. Çünkü bu ağacın gölgesi serindi ve onun üzerine sinekler konmazdı. Bu da Yüce Allah’ın ona lütuf ve ihsanındandır. Diğer taraftan Yüce Allah, ona başka bir lütufta ve pek büyük bir ihsanda daha bulunmuştu ki o da şudur:
#
{147 ـ 148} ثم لَطَفَ به لطفاً آخرَ، وامتنَّ عليه مِنَّةً عظمى، وهو أنَّه أرسله {إلى مائةِ ألفٍ}: من الناس {أو يَزيدونَ}: عنها، والمعنى أنَّهم إنْ لم يزيدوا عنها؛ لم ينقُصوا، فدعاهم إلى الله تعالى، {فآمنوا}: فصاروا في موازينِهِ؛ لأنَّه الدَّاعي لهم، {فمتَّعْناهم إلى حينٍ}: بأن صَرَفَ الله عنهم العذابَ بعد ما انعقدتْ أسبابُهُ؛ قال تعالى: {فلولا كانتْ قريةٌ آمَنَتْ فَنَفَعَها إيمانُها إلاَّ قومَ يونُسَ لما آمنوا كَشَفْنا عنهم عذابَ الخِزْي في الحياة الدُّنيا ومَتَّعْناهم إلى حينٍ}.
147-148. “Biz onu yüzbin” insana “veya” ondan “daha fazlasına gönderdik.” Yani yüzbinden fazla değilseler bile eksik de değillerdi. Onları Yüce Allah’a davet etti. Onlar da “imana geldiler.” Böylelikle onların da iman etmeleri, onun mizanına hasenat olarak yazıldı. Çünkü bu imana onları davet eden oydu. “Biz de onları” azabın sebepleri bulunmakla birlikte Allah, azabını onlardan uzaklaştırmak sureti ile “bir zamana kadar (dünyadan) faydalandırdık.” Yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “İman edip de imanı kendisine fayda sağlayan bir ülke (halkı) olsaydı ya! Yunus’un kavmi müstesnâ. Onlar iman edince üzerlerinden dünya hayatındaki rüsvaylık azabını kaldırıp giderdik ve onları bir süreye kadar (dünyadan) faydalandırdık.” (Yunus, 10/98)
Ayet: 149 - 157 #
{فَاسْتَفْتِهِمْ أَلِرَبِّكَ الْبَنَاتُ وَلَهُمُ الْبَنُونَ (149) أَمْ خَلَقْنَا الْمَلَائِكَةَ إِنَاثًا وَهُمْ شَاهِدُونَ (150) أَلَا إِنَّهُمْ مِنْ إِفْكِهِمْ لَيَقُولُونَ (151) وَلَدَ اللَّهُ وَإِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ (152) أَصْطَفَى الْبَنَاتِ عَلَى الْبَنِينَ (153) مَا لَكُمْ كَيْفَ تَحْكُمُونَ (154) أَفَلَا تَذَكَّرُونَ (155) أَمْ لَكُمْ سُلْطَانٌ مُبِينٌ (156) فَأْتُوا بِكِتَابِكُمْ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ (157)}.
149- Şimdi onlara sor ki kız çocukları Rabbinin de erkek çocukları kendilerinin mi? 150- Yoksa Biz melekleri dişi olarak yaratmışız da onlar da buna tanık mı olmuşlar? 151- İyi bilin ki onlar, iftira ederek derler ki: 152- “Allah çocuk edindi.” Onlar, kesinlikle yalancıdırlar. 153- Yoksa erkekleri bırakıp (kendine çocuk olarak) kızları mı seçti? 154- Ne oluyor size? Nasıl (böyle çirkin bir) hüküm veriyorsunuz? 155- Hiç mi düşünmüyorsunuz? 156- Yoksa apaçık bir deliliniz mi var? 157- Eğer doğru söylüyorsanız haydi getirin kitabınızı!
#
{149} يقول تعالى لنبيِّه - صلى الله عليه وسلم - {فاسْتَفْتِهِمْ}؛ أي: اسأل المشركين باللهِ غيرَه، الذين عبدوا الملائكةَ وزَعَموا أنَّها بناتُ الله، فجمعوا بين الشركِ بالله ووصفِهِ بما لا يَليقُ بجلالِهِ. {ألربِّكَ البناتُ ولهم البنونَ}؛ أي: هذه قسمةٌ ضيزى، وقولٌ جائرٌ من جهة جعلهم الولدَ لله تعالى، ومن جهة جعلِهِم أردأ القسمينِ وأخسَّهما له، وهو البناتُ، التي لا يَرْضَوْنَهُنَّ لأنفسِهِم؛ كما قال في الآية الأخرى: {ويَجْعَلونَ لله البناتِ سبحانَه ولهم ما يَشْتَهونَ}، ومن جهةِ جعلِهِم الملائكةَ بناتٍ لله، وحكمِهِم بذلك.
149. Yüce Allah, Peygamberi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e hitaben şöyle buyurmaktadır: “Şimdi onlara” Allah’a O’ndan başkalarını ortak koşan, meleklere ibadet eden, meleklerin Allah’ın kızları olduklarını iddia eden ve böylelikle hem Allah’a şirk koşup hem de O’nun celal ve azametine yakışmayan bir şekilde O’nu vasfeden müşriklere “sor ki kız çocukları Rabbinin de erkek çocukları kendilerinin mi?” Şüphesiz ki böyle bir paylaştırma insafsızcadır. Hem Yüce Allah’a çocuk nispet etmeleri hem de kendileri için istemedikleri, erkekleri değil de ondan daha aşağı ve bayağı kabul ettikleri kız çocuklarını Allah’a isnat etmeleri zalimcedir. Nitekim Yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Bir de onlar Allah’a kızlar isnat ederler. Hâşâ, O münezzehtir. Halbuki candan arzuladıkları (erkekleri) de kendileri için isterler.” (en-Nahl, 16/57) Melekleri Allah’ın kızları olarak kabul etmeleri ve buna dair hüküm vermeleri de onların insafsızlıklarının bir başka yönüdür.
#
{150} قال تعالى في بيان كَذِبِهم: {أمْ خَلَقْنا الملائكةَ إناثاً وهم شاهِدونَ}: خَلْقَهم؛ أي: ليس الأمر كذلك؛ فإنَّهم ما شَهِدوا خلقَهم، فدلَّ على أنَّهم قالوا هذا القول بلا علم، بل افتراءٌ على الله.
150. Yüce Allah onların yalanlarını açıklayarak: “Yoksa Biz melekleri yaratmışız da onlar da buna” yani onların yaratılışlarına “tanık mı olmuşlar?” Durum öyle değildir. Çünkü onlar meleklerin yaratılışlarına tanık olmamışlardır. İşte bu, onların bu sözleri bilgisizce söylediklerini, Yüce Allah’a bu hususta iftira ettiklerini açıkça ortaya koymaktadır. Bundan dolayı Yüce Allah daha sonra şöyle buyurmaktadır:
#
{151 ـ 157} ولهذا قال: {ألا إنَّهم من إفْكِهِم}؛ أي: كذبهم الواضح؛ {ليَقولونَ وَلَدَ اللهُ وإنَّهم لَكاذبونَ. أصطفى}؛ أي: اختار {البناتِ على البنينَ. مالَكُم كيفَ تَحْكُمونَ}: هذا الحكمَ الجائرَ. {أفلا تَذَكَّرونَ}: وتميِّزونَ هذا القول الباطل الجائر؟ فإنَّكم لو تَذَكَّرْتُم؛ لم تقولوا هذا القول. {أم لكم سلطانٌ مبينٌ}؛ أي: حجَّة ظاهرةٌ على قولكم من كتابٍ أو رسول، وكلُّ هذا غير واقع، ولهذا قال: {فأتوا بكتابِكُم إن كُنتُم صادقينَ}: فإنَّ مَنْ يقولُ قولاً لا يُقيم عليه حجَّة شرعيَّة؛ فإنَّه كاذبٌ متعمِّدٌ أو قائلٌ على الله بلا علم.
151-152. “İyi bilin ki onlar, iftira ederek” açıkça yalan söyleyerek “derler ki: Allah çocuk edindi. Onlar” bu sözlerinde “kesinlikle yalancıdırlar” ve onların bu sözlerinin bir yalan olduğu şüphesiz açıkca ortadadır. 153-154. “Yoksa erkekleri bırakıp (kendine çocuk olarak) kızları mı seçti?” ve onları tercih etti? “Ne oluyor size? Nasıl” böyle zalimce bir “hüküm veriyorsunuz?” 155. “Hiç mi düşünmüyorsunuz?” ve bu sözün batıl ve haksızca olduğunu anlamıyor musunuz? Eğer sizler iyice düşünecek olsaydınız böyle bir söz söylemezdiniz. 156. “Yoksa apaçık” herhangi bir kitap ya da bir peygamberden alınmış ve bu sözlerinizin doğruluğuna delalet eden çok açık “bir deliliniz” bir belgeniz “mi var?” Bunların hiçbirisinin varlığı söz konusu olmadığından dolayı Allah şöyle buyurmaktadır: 157. Çünkü bir kimse, bir iddiada bulunur da ona dair şer’î bir delil ortaya koyamazsa şüphesiz o, ya bile bile yalan söylüyordur yahut da Allah hakkında hiçbir bilgiye dayanmaksızın birtakım iddialar ileri sürüyordur.
Ayet: 158 - 160 #
{وَجَعَلُوا بَيْنَهُ وَبَيْنَ الْجِنَّةِ نَسَبًا وَلَقَدْ عَلِمَتِ الْجِنَّةُ إِنَّهُمْ لَمُحْضَرُونَ (158) سُبْحَانَ اللَّهِ عَمَّا يَصِفُونَ (159) إِلَّا عِبَادَ اللَّهِ الْمُخْلَصِينَ (160)}.
158- Onlar, Allah ile cinler arasında da bir nesep bağı uydurdular. Halbuki cinler kesinlikle bilir ki onlar (hesap için) huzura getirileceklerdir. 159- Allah, onların nitelendirmelerinden münezzehtir. 160- Ancak Allah’ın ihlâsa erdirilmiş kulları müstesnâ.
#
{158} أي: جعل هؤلاء المشركون باللهِ بين اللهِ وبين الجِنَّةِ نَسَباً؛ حيث زَعَموا أنَّ الملائكةَ بناتُ الله، وأنَّ أمهاتِهِم سَرَواتُ الجنِّ! والحالُ أنَّ الجِنَّةَ قد علمتْ أنَّهم مُحْضَرونَ بين يدي الله لِيُجازِيَهم؛ فهم عبادٌ أذلاَّءٌ؛ فلو كان بينَهم وبينَه نسبٌ؛ لم يكونوا كذلك.
158. Yani Allah’a ortak koşan şu müşrikler, Allah ile cinler arasında bir nesep uydurdular. Çünkü onlar meleklerin, Allah’ın kızları olduklarını ve onların annelerinin de cinlerin ileri gelenleri olduklarını iddia ediyorlardı. Halbuki cinlerin kendileri de amellerinin karşılıklarının verilmesi için Allah’ın huzurunda hazır edileceklerini bilmektedirler. Onlar da Allah’ın kullarıdır ve Allah’ın önünde zilletle boyun eğerler. Eğer kendileri ile Allah arasında -hâşâ- bir nesep bağı bulunsaydı hiç de bu halde olmazlardı.
#
{159 ـ 160} {سبحانَ الله}: الملك العظيم، والكامل الحليم، عما يصِفه به المشركون من كل وصفٍ أوجَبَه كفرُهم وشركُهم. {إلاَّ عبادَ الله المخلَصين}: فإنَّه لم يُنَزِّهْ نفسَه عمَّا وَصَفوه به؛ لأنَّهم لم يَصِفوه إلاَّ بما يليق بجلالِهِ، وبذلك كانوا مخلَصين.
159. O mutlak egemen, affı ve cezalandırmada acele etmemesi kemal derecesinde bulunan “Allah, onların nitelendirmelerinden” Rablerini vasıflandırdıkları ve kendilerini küfre ve şirke sokan tüm vasıflardan “münezzehtir.” 160. “Ancak Allah’ın ihlâsa erdirilmiş kulları müstesnâ.” Yani Yüce Allah, bu kullarının nitelendirmelerinden kendisini tenzih etmemiştir. Çünkü onlar, Rablerini ancak celâline yakışan şekilde nitelendirirler. İşte bundan dolayı onlar ihlâsa erdirilmiş kullardırlar.
Ayet: 161 - 163 #
{فَإِنَّكُمْ وَمَا تَعْبُدُونَ (161) مَا أَنْتُمْ عَلَيْهِ بِفَاتِنِينَ (162) إِلَّا مَنْ هُوَ صَالِ الْجَحِيمِ (163)}.
161- Gerçek şu ki ne siz ne de ibadet ettikleriniz; 162- Hiçbiriniz (hiç kimseyi) Allah'a karşı azdırıp saptıramazsınız. 163- Ancak cehenneme girecek olanlar hariç.
#
{161 ـ 163} أي: إنَّكم أيُّها المشركون ومَنْ عَبَدْتُموه مع الله لا تقدِرون أن تَفْتِنوا وتُضِلُّوا أحداً إلاَّ مَنْ قضى الله أنَّه من أهل الجحيم، فَنَفَذَ فيه القضاءُ الإلهيُّ. والمقصودُ من هذا بيانُ عجزِهم وعجزِ آلهتهم عن إضلال أحدٍ، وبيانُ كمال قدرةِ الله تعالى؛ أي: فلا تَطْمَعوا بإضلال عبادِ الله المخلَصين وحزبِه المفلحين.
161-163. Yani ey müşrikler! Siz de Allah ile birlikte ibadet ettiğiniz ilahlarınız da hiçbir kimseyi fitneye düşüremez ve saptıramazsınız. Allah’ın cehennemliklerden olacaklarına dair hüküm verdikleri ve haklarında ilâhî hükmün yürürlüğe konulduğu kimseler müstesnâdır. Bundan maksat, hem kendilerinin, hem de uydurma ilâhlarının herhangi bir kimseyi saptırmaktan yana aciz olduklarını, Yüce Allah’ın kudretinin de kemal derecesinde olduğunu açıkça ifade etmektir. Yani sizler, Allah’ın ihlâsa erdirilmiş kullarını ve kurtuluşa ermiş taraftarlarını saptırma ümidini asla taşımayın.
Ayet: 164 - 166 #
{وَمَا مِنَّا إِلَّا لَهُ مَقَامٌ مَعْلُومٌ (164) وَإِنَّا لَنَحْنُ الصَّافُّونَ (165) وَإِنَّا لَنَحْنُ الْمُسَبِّحُونَ (166)}.
164- Bizden herbirimizin mutlaka (gökte) bilinen bir makamı vardır. 165- Şüphesiz biz saf saf duranlarız. 166- Ve gerçekten biz tesbih edenleriz.
#
{164 ـ 166} هذا فيه بيانُ براءة الملائكة عليهم السلام عمَّا قاله فيهم المشركونَ، وأنَّهم عبادُ الله، لا يعصونَه طرفةَ عينٍ؛ فما منهم من أحدٍ إلاَّ وله مقامٌ وتدبيرٌ قد أمره الله به لا يتعدَّاه ولا يتجاوزه، وليس لهم من الأمر شيءٌ، {وإنَّا لنحنُ الصافُّون}: في طاعة الله وخدمتِهِ، {وإنَّا لنحنُ المسبِّحونَ}: لله عما لا يَليقُ به؛ فكيف مع هذا يَصْلُحون أن يكونوا شركاء لله، تعالى الله!
164. Bu buyruklarda meleklerin, müşriklerin onların haklarında söylediklerinden uzak oldukları, onların Yüce Allah’ın kulları olup bir göz açıp kapatacak kadarlık bir süre dahi olsa O’na karşı gelip isyan etmedikleri açıklanmaktadır. Yüce Allah’ın, kendisine olan emri uyarınca dışına çıkamadığı ve aşamadığı belli bir makam ve belli işleri görme konumu bulunmayan hiçbir melek yoktur. Onların ulûhiyete dair en ufak bir hak, yetki ve tasarrufları bulunmamaktadır. 165-166. “Şüphesiz Biz” Allah’a itaat ve O’na hizmet için “saf saf duranlarız. Ve gerçekten biz tesbih edenleriz.” Yüce Allah’ı kibriyasına yakışmayan her bir husustan takdis ve tenzih edenleriz. Durum böyleyken onların Allah’ın ortakları olmaları nasıl uygun görülebilir? Yüce Allah, onların söylediklerinden pek yücedir, pek büyüktür.
Ayet: 167 - 182 #
{وَإِنْ كَانُوا لَيَقُولُونَ (167) لَوْ أَنَّ عِنْدَنَا ذِكْرًا مِنَ الْأَوَّلِينَ (168) لَكُنَّا عِبَادَ اللَّهِ الْمُخْلَصِينَ (169) فَكَفَرُوا بِهِ فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ (170) وَلَقَدْ سَبَقَتْ كَلِمَتُنَا لِعِبَادِنَا الْمُرْسَلِينَ (171) إِنَّهُمْ لَهُمُ الْمَنْصُورُونَ (172) وَإِنَّ جُنْدَنَا لَهُمُ الْغَالِبُونَ (173) فَتَوَلَّ عَنْهُمْ حَتَّى حِينٍ (174) وَأَبْصِرْهُمْ فَسَوْفَ يُبْصِرُونَ (175) أَفَبِعَذَابِنَا يَسْتَعْجِلُونَ (176) فَإِذَا نَزَلَ بِسَاحَتِهِمْ فَسَاءَ صَبَاحُ الْمُنْذَرِينَ (177) وَتَوَلَّ عَنْهُمْ حَتَّى حِينٍ (178) وَأَبْصِرْ فَسَوْفَ يُبْصِرُونَ (179) سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ (180) وَسَلَامٌ عَلَى الْمُرْسَلِينَ (181) وَالْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ (182)}.
167- Halbuki onlar (daha önce) şöyle diyorlardı: 168- “Eğer bizde de öncekilere verilen türden bir kitap olsa idi; 169- “Biz de elbette Allah’ın ihlâsa erdirilmiş kulları olurduk.” 170- Fakat (kendilerine gelince) onu inkar ettiler. Ama yakında bilecekler! 171- Andolsun peygamber olarak gönderilen kullarımıza tarafımızdan şu söz verilmiştir: 172- Zafere erdirilecek olanlar kesinlikle onlardır. 173- Ve bizim ordumuz elbette galip gelecektir. 174- O halde bir vakte kadar onlardan yüz çevir. 175- Onları gözle, çünkü onlar da yakında göreceklerdir. 176- Onlar azabımızı mı acele istiyorlar? 177- O azap onların yurtlarına inince, uyarılanların (ama iman etmeyenlerin) sabahı ne kötü olur! 178- Artık bir zamana kadar onlardan yüz çevir! 179- (Onları) gözle, çünkü onlar da yakında göreceklerdir. 180- İzzetin sahibi olan senin Rabbin, onların nitelendirmelerinden münezzehtir. 181- Gönderilmiş peygamberlere selâm olsun. 182- Âlemlerin Rabbi Allah’a da hamdolsun.
#
{167 ـ 170} يخبرُ تعالى أنَّ هؤلاء المشركين يُظْهِرونَ التمنِّي ويقولون: لو جاءنا من الذِّكْرِ والكتبِ ما جاء الأولين؛ لأخْلَصْنا لله العبادة، بل لكنَّا المخلِصينَ على الحقيقةِ، وهم كَذَبَةٌ في ذلك؛ فقد جاءهم أفضلُ الكتب فكفروا به، فعُلِمَ أنَّهم متمرِّدونَ على الحقِّ. {فسوف يعلمونَ}: العذابَ حين يقعُ بهم.
167-170. Yüce Allah, bu müşriklerin önceden açıkça temennide bulunarak: Öncekilere gelmiş bulunan zikir, öğüt ve kitaplar bize gelmiş olsa idi, biz de ihlâslı olarak Allah’a ibadet ederdik. Hatta gerçek anlamda ihlâsa erdirilmiş kimselerden olurduk, dediklerini haber vermektedir. Ancak bu hususta onlar yalan söylemektedirler. İşte onlara kitapların en faziletlisi gelmiş bulunuyor. Ama onlar onu inkâr ettiler. Böylelikle onların hakka karşı bile bile karşı çıkan kimseler oldukları da anlaşılmış olmaktadır. “Ama yakında” azap onları gelip bulduğunda “bilecekler!”
#
{171 ـ 179} ولا يحسبوا أيضاً أنَّهم في الدنيا غالبون، بل قد سَبَقَتْ كلمةُ الله التي لا مردَّ لها ولا مخالفَ لها لعبادِهِ المرسَلين وجندِهِ المفلِحين أنَّهم الغالبونَ لغيرِهِم المنصورون من ربِّهم نصراً عزيزاً يتمكَّنون فيه من إقامة دينهم. وهذه بشارةٌ عظيمةٌ لمن اتَّصف بأنَّه من جندِ الله؛ بأن كانت أحوالُهُ مستقيمةً، وقاتلَ مَنْ أمر بقتالهم أنه غالبٌ منصورٌ. ثم أمر رسولَه بالإعراض عَمَّنْ عاندوا ولم يَقْبَلوا الحقَّ، وأنَّه ما بقي إلاَّ انتظارُ ما يَحِلُّ بهم من العذاب، ولهذا قال: {وأبصرهم فسوفَ يُبْصِرونَ}: مَنْ يَحِلُّ به النَّكالُ؛ فإنَّه سيحلُّ بهم. {فإذا نَزَلَ بساحتِهِم}؛ أي: نزل عليهم وقريباً منهم، {فساء صَباحُ المُنْذَرينَ}؛ لأنَّه صباح الشرِّ والعقوبة والاستئصال. ثم كرَّر الأمر بالتولِّي عنهم وتهديدهم بوقوع العذاب.
171-175. Bunlar, dünyada galip geleceklerini zannetmesinler. Aksine hiçbir şekilde geri çevrilemeyen ve muhalefet olunamayan, Allah’ın peygamber kulları ve kurtuluşa eren orduları lehine verilmiş bir sözü vardır: Muhakkak onlar, başkalarına galip gelecekler, Rableri tarafından pek şerefli bir yardım ve zafere mazhar olacaklardır. Bununla dinlerini dimdik ayakta tutacak ve dinlerini uygulama imkânı bulacaklardır. Bu, “Allah’ın ordusu” olma vasfını taşıyanlara verilmiş ilâhî bir müjdedir. Bu da davranışları ve halleri istikamet üzere olmakla, Allah’ın kendileri ile savaşılmasını emrettiği kimselerle savaşanlar arasında bulunmakla olur. İşte böyleleri galip gelecekler ve Allah’ın yardımına mazhar olacaklardır. Daha sonra Yüce Allah, peygamberine karşı koyan ve hakkı kabul etmeyen kimselerden yüz çevirmesini emretmekte, geriye artık onların başına inecek olan azabı beklemekten başka bir şey kalmadığını bildirmektedir. Bundan dolayı da şöyle buyurmaktadır: “Onları gözle, çünkü onlar da” ibretli cezanın kimin başına geleceğini “yakında göreceklerdir.” Şüphesiz ki bu azap, onların başına gelecektir. 176-177. “Onların alanlarına” yani onların üzerine ve onlara yakın bir yere azabımız “inince uyarılanların (ama iman etmeyenlerin) sabahı ne kötü olur!” Çünkü bu, kötü bir sabah olacaktır. Cezanın ve toptan imha edilmenin gerçekleştiği bir sabah olacaktır. 178-179. Bu buyruklarla onlardan yüz çevirme emri ve azabın gerçekleşeceği tehdidi tekrarlanmaktadır. Bu sûrede müşriklerin, Yüce Allah’ı nitelendirdikleri pek çirkin vasıfların bir çoğu zikredildiğinden dolayı Yüce Allah, kendi zatını bunlardan tenzih ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{180 ـ 182} ولما ذكر في هذه السورة كثيراً من أقوالهم الشنيعة التي وَصَفوه بها؛ نزَّهَ نفسَه عنها، فقال: {سبحانَ ربِّك}؛ أي: تنزَّه وتعالى، {ربِّ العزَّةِ}؛ أي: الذي عزَّ فقهر كلَّ شيء، واعتزَّ عن كل سوءٍ يصفونه به، {وسلامٌ على المرسلين}: لسلامتهم من الذُّنوب والآفات، وسلامة ما وصفوا به فاطر الأرض والسماوات. {والحمدُ لله ربِّ العالمين}: الألف واللام للاستغراق؛ فجميعُ أنواع الحمدِ من الصفاتِ الكاملةِ العظيمةِ والأفعالِ التي ربَّى بها العالمينَ وأدَرَّ عليهم فيها النِّعم وصَرَفَ عنهم بها النِّقَمَ ودَبَّرَهم تعالى في حَرَكاتِهِم وسكونِهِم وفي جميع أحوالِهِم كلِّها لله تعالى؛ فهو المقدَّسُ عن النقص، المحمودُ بكلِّ كمال، المحبوبُ المعظَّم، ورسلُهُ سالمون مسلَّم عليهم، ومن اتَّبَعَهم في ذلك له السلامةُ في الدُّنيا والآخرة، وأعداؤُهُ لهم الهلاك والعطبُ في الدُّنيا والآخرة.
180-181. “İzzetin sahibi” gerçek aziz, her şeyi emrine mahkum eden ve kendisini nitelendirdikleri her türlü kötülükten yüce olan “Rabbin, onların nitelendirmelerinden münezzehtir. Gönderilmiş peygamberlere selâm olsun.” Çünkü onlar, günahlardan ve kusurlardan yana selâmettedirler. Ayrıca yeri ve gökleri yoktan var eden o yüce Zatı nitelendirmeleri de şirkten yana selâmettedir, uzaktır. 182. “Âlemlerin Rabbi Allah’a da hamdolsun.” Yani bütün hamd türleri O’nundur. O, bütün alemleri kendisi ile görüp gözettiği, üzerlerine pek çok nimetleri ihsan ettiği, onlardan türlü musibetleri uzaklaştırdığı, bütün hareketlerinde, sükûnlarında ve her hallerinde işlerini çekip çevirdiği bütün fiillerinde, her türlü kâmil ve azametli sıfatlarında hamd, Yüce Allah’a aittir. Bunları yalnız O, gerçekleştirir. O bakımdan her türlü eksiklikten mukaddes ve münezzeh, bütün kemâl sıfatları dolayısı ile hamde layık olan, sevilen ve tazim olunan yalnız O’dur. O’nun peygamberleri de kusurlardan uzaktırlar. Hem onlara hem de bu hususta onlara uyanlara selam ve selamet Dünyada da âhirette de onlar esenliktedirler. O’nun düşmanları ise dünyada da âhirette de helâk ve yok olmaya mahkûmdurlar.
Saffât Sûresi’nin tefsiri burada sona ermektedir. Selâm olsun Muhammed’e! Bütün hayırlı işlerin nimeti ile tamamlandığı Yüce Allah’a da hamdolsun.