(Mekke’de inmiştir. 75 âyettir)
{تَنْزِيلُ الْكِتَابِ مِنَ اللَّهِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ (1) إِنَّا أَنْزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ فَاعْبُدِ اللَّهَ مُخْلِصًا لَهُ الدِّينَ (2) أَلَا لِلَّهِ الدِّينُ الْخَالِصُ وَالَّذِينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِهِ أَوْلِيَاءَ مَا نَعْبُدُهُمْ إِلَّا لِيُقَرِّبُونَا إِلَى اللَّهِ زُلْفَى إِنَّ اللَّهَ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ فِي مَا هُمْ فِيهِ يَخْتَلِفُونَ إِنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي مَنْ هُوَ كَاذِبٌ كَفَّارٌ (3)}.
1- Bu Kitap, Aziz ve Hakim olan Allah tarafından indirilmiştir.
2- Şüphe yok ki biz sana Kitabı hak ile indirdik. O halde Allah’a, dini yalnız O’na hâlis kılarak ibadet et.
3- Dikkat edin! Halis din, yalnız Allah’ındır.
O’nun dışında dostlar edinenler: “Biz, bunlara ancak bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.” (derler). Şüphesiz Allah, ihtilâf ettikleri hususlar hakkında aralarında hüküm verecektir. Şüphe yok ki Allah, yalancı ve kâfir/nankör hiç kimseyi hidâyet erdirmez.
#
{1} يخبر تعالى عن عظمة القرآنِ وجلالةِ مَنْ تكلَّم به ونَزَلَ منه، وأنَّه نزل {من الله العزيز الحكيم}؛ أي: الذي وصفه الألوهيَّة للخلق، وذلك لعظمتِهِ وكمالِهِ والعزَّة التي قهر بها كلَّ مخلوق، وذلَّ له كلُّ شيء والحكمة في خلقه وأمره؛ فالقرآنُ نازلٌ ممَّن هذا وصفه، والكلام وصفٌ للمتكلِّم، والوصفُ يتبعُ الموصوفَ؛ فكما أنَّ الله تعالى الكامل من كلِّ وجه الذي لا مثيل له؛ فكذلك كلامُهُ كاملٌ من كلِّ وجه لا مثيل له؛ فهذا وحدَه كافٍ في وصف القرآن دالٌّ على مرتبته.
1. Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’in azameti, bu yüce kelâmın sahibinin ve onu indirenin celalini haber vermekte ve onun Azîz ve Hakîm olan Allah tarafından indirildiğini bildirmektedir.
Yani bütün mahlukatın ilahı olmak, sadece O’nun sıfatıdır. Çünkü O, azamet ve kemâl sahibidir. Azizdir; izzet sıfatı ile bütün mahlukatı emrinin altına almıştır. Her şey O’nun huzurunda zilletle boyun eğip itaat etmiştir. Hakimdir; yaratmasında ve emretmesindeki hikmeti sonsuzdur.
İşte bu Kur’ân-ı Kerîm, bu vasfa sahip olan tarafından indirilmiştir. Kelâm, onu söyleyenin
(mütekellimin) bir sıfatıdır. Sıfat da sahibine tâbidir.
Allah nasıl ki her bakımdan kâmilse ve hiçbir şekilde benzeri yoksa, O’nun kelâmı da aynı şekilde her bakımdan kâmil ve benzersizdir. İşte tek başına bu, Kur’ân-ı Kerîm’in mertebesine delâlet eden yeterli bir sıfattır.
#
{2} ولكنَّه مع هذا زاد بياناً لكماله بمن نَزَلَ عليه، وهو محمدٌ - صلى الله عليه وسلم -، الذي هو أشرف الخلق، فعُلِمَ أنَّه أشرف الكتب، وبما نزل به، وهو الحقُّ، فنزل بالحقِّ الذي لا مِرْيَةَ فيه لإخراج الخلق من الظُّلمات إلى النور، ونزل مشتملاً على الحقِّ في أخباره الصادقة وأحكامه العادلة؛ فكلُّ ما دلَّ عليه؛ فهو أعظم أنواع الحقِّ من جميع المطالب العلميَّة، وما بعد الحقِّ إلاَّ الضلال.
ولمَّا كان نازلاً من الحقِّ مشتملاً على الحقِّ لهداية الخَلْق على أشرف الخلق؛ عَظُمَتْ فيه النعمةُ، وجلَّت، ووجب القيامُ بشكرِها، وذلك بإخلاص الدين لله؛ فلهذا قال: {فاعْبُدِ الله مخلصاً له الدين}؛ أي: أخلص لله تعالى جميعَ دينِكَ من الشرائع الظاهرة والشرائع الباطنة: الإسلام والإيمان والإحسان؛ بأنْ تُفْرِدَ الله وحدَه بها، وتقصُدَ به وَجْهَهُ، لا غير ذلك من المقاصد.
2. Bununla birlikte Allah, bu Kitabın kemâlini, kimin üzerine indirildiğini belirterek daha da bir açıklığa kavuşturmaktadır. Şöyle ki bu kitap, insanların en şereflisi olan Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem üzerine indirilmiştir. Böylelikle bu Kitabın Allah tarafından indirilmiş kitapların en şereflisi olduğu, yine onun en şerefli şekilde yani
“hak ile” indiği de anlaşılmış olmaktadır. Bu Kitap, herhangi bir tartışma ve tereddüdün söz konusu olmadığı hak ile insanları karanlıklardan aydınlığa çıkartmak için indirilmiştir.
Bu Kitap verdiği doğru haberlerinde ve adaletli hükümlerinde de hakkı içermektedir. Delâlet ettiği her bir husus, ilmî bütün yolların delâleti ile hakkın en muazzam türüdür. Hakkın dışında ise sapıklıktan başka bir şey olamaz.
Bu Kitap, hak tarafından indirildiğinden, insanlığı doğru yola iletmek üzere hakkı ihtiva ettiğinden ve insanların en şereflisine indirilmiş olduğundan dolayı pek büyük bir nimettir. O halde bu nimetin şükrünü edâ etmek gerekir ki bu da dini ihlâs ile sadece Allah’a has kılmaktır. O bakımdan Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“O halde Allah’a dini yalnız O’na halis kılarak ibadet et!” Yani gerek İslâm, gerek iman ve ihsan makamları, gerek şeriatın zahirî hükümleri, gerekse de batınî hükümleri ile dinini tamamı ile yalnızca Allah’a halis kıl, bunları ihlâs ile yerine getir. Bu ise bütün bunları sadece Allah için, yalnızca O’nun rızasını gözeterek, bunun dışında herhangi bir maksat gütmemek sureti ile gerçekleşir.
#
{3} {ألا لله الدينُ الخالصُ}: هذا تقريرٌ للأمر بالإخلاص، وبيانُ أنَّه تعالى كما أنَّه له الكمال كلُّه وله التفضُّل على عباده من جميع الوجوه؛ فكذلك له الدينُ الخالصُ الصافي من جميع الشوائب؛ فهو الدين الذي ارتضاه لنفسه وارتضاه لصفوةِ خلقِهِ وأمَرَهُم به؛ لأنه متضمنٌ للتألُّه لله في حبه وخوفه ورجائِهِ والإنابةِ إليه في عبوديَّته والإنابة إليه في تحصيل مطالب عباده، وذلك الذي يُصْلِحُ القلوبَ ويزكِّيها ويطهِّرها؛ دون الشرك به في شيء من العبادة؛ فإنَّ الله بريءٌ منه، وليس لله فيه شيءٌ؛ فهو أغنى الشركاء عن الشرك، وهو مفسدٌ للقلوب والأرواح والدنيا والآخرة، مشقٍ للنفوس غاية الشقاء.
فلذلك لمَّا أمر بالتوحيد والإخلاص؛ نهى عن الشرك به، وأخبر بذمِّ مَنْ أشرك به، فقال: {والذين اتَّخذوا من دونِهِ أولياءَ}؛ أي: يتولَّوْنَهم بعبادتهم ودعائهم، متعذِرين عن أنفسِهم، وقائلين: {ما نعبُدُهم إلاَّ لِيُقَرِّبونا إلى الله زُلْفَى}؛ أي: لترفعَ حوائجنا لله، وتشفعَ لنا عنده، وإلاَّ؛ فنحن نعلمُ أنَّها لا تخلُقُ ولا ترزقُ ولا تملكُ من الأمر شيئاً؛ أي: فهؤلاء قد تركوا ما أمَرَ الله به من الإخلاص، وتجرؤوا على أعظم المحرَّمات، وهو الشرك، وقاسوا الذي ليس كمثلِهِ شيءٌ الملك العظيم بالملوك، وزعموا بعقولهم الفاسدةِ ورأيِهِم السقيم أنَّ الملوك كما أنَّه لا يوصَلُ إليهم إلاَّ بوجهاء وشفعاء ووزراء يرفعون إليهم حوائج رعاياهم ويستعطِفونهم عليهم ويمهِّدونَ لهم الأمر في ذلك؛ أنَّ الله تعالى كذلك!
وهذا القياس من أفسد الأقيسة، وهو يتضمَّن التسويةَ بين الخالق والمخلوق، مع ثُبوت الفرق العظيم عقلاً ونقلاً وفطرةً؛ فإنَّ الملوك إنَّما احتاجوا للوساطة بينهم وبين رعاياهم؛ لأنَّه لا يعلمون أحوالَهم، فيُحتَاجُ مَنْ يُعْلِمُهُمْ بأحوالهم، وربَّما لا يكون في قلوبهم رحمةٌ لصاحب الحاجة، فيحتاج مَنْ يُعَطِّفُهم عليه، ويسترحِمُه لهم، ويحتاجون إلى الشفعاء والوزراء، ويخافون منهم، فيقضون حوائجَ من توسَّطوا لهم مراعاةً لهم ومداراةً لخواطِرِهم، وهم أيضاً فقراءُ؛ قد يمنعون لما يخشَوْن من الفقر، وأمَّا الربُّ تعالى؛ فهو الذي أحاط علمُهُ بظواهر الأمور وبواطنها، الذي لا يحتاجُ مَنْ يخبِرُهُ بأحوال رعيَّته وعباده، وهو تعالى أرحم الراحمين، وأجود الأجودين، لا يحتاجُ إلى أحدٍ من خلقِهِ يجعله راحماً لعباده، بل هو أرحم بهم من أنفسهم ووالديهم، وهو الذي يحثُّهم ويدعوهم إلى الأسباب التي ينالون بها رحمته، وهو يريدُ من مصالِحِهم ما لا يريدونَه لأنفسِهِم، وهو الغنيُّ، الذي له الغنى التامُّ المطلقُ، الذي لو اجتمع الخلقُ من أولهم وآخرهم في صعيدٍ واحدٍ، فسألوه، فأعطى كلاًّ منهم ما سأل وتمنَّى؛ لم يَنقصوا غناه شيئاً، ولم يَنقصوا مما عنده إلاَّ كما يَنْقُصُ البحرُ إذا غُمِسَ فيه المِخْيَطُ، وجميع الشفعاء يخافونه؛ فلا يشفعُ منهم أحدٌ إلاَّ بإذنه، وله الشفاعةُ كلُّها؛ فبهذه الفروق يُعلم جهلُ المشركين به وسفهُهُم العظيمُ وشدَّةُ جراءتهم عليه، ويُعْلَم أيضاً الحكمة في كون الشرك لا يغفره الله تعالى؛ لأنَّه يَتَضَمَّن القدحَ في الله تعالى، ولهذا قال حاكماً بين الفريقين المخلِصين والمشرِكين وفي ضمنه التهديد للمشركين: {إنَّ الله يَحْكُمُ بينَهم فيما هم فيه يختلفونَ}: وقد عُلِمَ أنَّ حُكْمَهُ أنَّ المؤمنين المخلصين في جنات النعيم، ومن يشرك بالله؛ فقد حرَّم الله عليه الجنة ومأواه النار. {إنَّ الله لا يهدي}؛ أي: لا يوفِّق للهداية إلى الصراط المستقيم {من هو كاذبٌ كفَّارٌ}؛ أي: وصفه الكذبُ أو الكفر؛ بحيث تأتيه المواعظُ والآيات ولا يزول عنه ما اتَّصف به، ويُريه الله الآياتِ فيَجْحَدُها ويكفرُ بها ويكذبُ؛ فهذا أنَّى له الهدى وقد سدَّ على نفسه الباب، وعوقِبَ بأن طَبَعَ الله على قلبِهِ فهو لا يؤمنُ.
3. Bu, ihlâs emrini vurgulayan bir buyruktur ve kemâlin bütünü ile Yüce Allah’a ait olduğunu açıkladığı gibi bütün yönleri ile kullarına lütüfkâr olduğunu da açıklamaktadır.
O halde aynı şekilde bütün şaibelerden arınmış, saf ve halis din de yalnız O’nundur. Bu da hem kendisi için, hem de en seçkin kulları için beğenip seçtiği ve onlara uymalarını emrettiği dindir.
Çünkü bu din; sevilmesi, korkulması, kendisinden ümit edilmesi, kullarının ihtiyaçlarını karşılamakta kendisine dönülmesi hususlarında yalnızca Yüce Allah’ın ilâh edinilmesini içerir. İşte kalpleri ıslah eden, temizleyen ve arındıran din budur. Yani ibadette ve hiçbir hususta O’na ortak koşmamaktır.
Çünkü Allah, şirkin/ortaklığın her türünden uzaktır. Ortak koşulan hiçbir şeyde Yüce Allah’a ait bir şey olamaz. Çünkü bütün ortaklar arasında ortaklığa en muhtaç olmayan O’dur. Diğer taraftan şirk, kalpleri de ruhları da ifsad eder. Dünya ve âhirette insanları en ileri derecede bedbahtlığa mahkûm eder.
Bundan dolayı Allah,
tevhid ve ihlâsı emrettikten sonra kendisine ortak koşulmasını da yasaklamış ve ortak koşanların yerilmiş olduklarını bildirerek şöyle buyurmuştur:
“O’nun dışında dostlar edinenler” ibadetlerini ve dualarını O’ndan başkalarına yönelterek onları dost,
yardımcı ve hami edinenler: “Biz bunlara ancak bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz” yani ihtiyaçlarımızı Allah’a arz etsinler ve O’nun nezdinde bize şefaat etsinler diye ibadet ediyoruz, yoksa biz bunların yaratmadığını, rızık vermediklerini ve hiçbir şeye sahip olamadıklarını biliyoruz, derler ve bu sözleriyle kendilerini mazur göstermeye çalışırlar. Ama bu şekilde davrananlar, Allah’ın emrettiği ihlâsı terk etmiş ve en büyük haram olan şirke kalkışma cesaretini göstermiş, kendisine denk hiçbir kimse bulunmayan o yüce yaratıcı ve mutlak hükümdarı, yaratılmış hükümdarlara kıyas etmişlerdir.
Bozuk akıllarına ve hasta görüşlerine dayanarak şu kanaati ileri sürmüşlerdir: “Nasıl ki hükümdarların yanına ancak onlar tarafından kabul görmüş kimseler ve birtakım şefaatçiler/aracılar vasıtası ile çıkılır; nasıl ki onların yönetimleri altında bulunanların ihtiyaçlarını kendilerine arz eden ve onların işlerine bakmaları için merhamet duygularını harekete geçiren ve bu hususta gerekli ortamları hazırlayan yardımcıları/bakanları vardır; işte Yüce Allah da böyledir.”
Halbuki bu, yapılabilecek en tutarsız kıyaslamadır. Üstelik bu, yüce yaratıcı ile yaratılmış bir mahluku birbirine eşit görmeyi de ihtiva eder. Halbuki yaratılan ile yaratan arasında çok büyük bir farkın bulunduğu akıl, nakil ve fıtrat yönünden sabit bir husustur.
Zira hükümdarların, kendileri ile yönetimleri altındakiler arasında aracılara ihtiyaç duymaları, yönettiklerinin durumlarını bilmeyişlerinden dolayıdır. Bu yüzden yönettiklerinin durumlarını kendilerine bildirecek kimselere ihtiyaçları vardır. Bazen de ihtiyaç sahibi kimselere kalplerinde herhangi bir merhamet bulunmayabilir. Bu yüzden kalplerini yönetilenlere karşı yumuşatacak, onlara merhamet duymalarını sağlayacak kimselere, şefaatçilere ve yardımcılara, kendilerinden çekinecekleri kimselere gerek vardır. Bu kimselerden çekinerek, onların hatırlarını kırmayıp isteklerini yerine getirerek aracı oldukları kimselerin ihtiyaçlarını karşılarlar. Kendileri de aynı şekilde muhtaç kimsedirler. O nedenle fakirlik korkusu ile bazen muhtaçların ihtiyaçlarını karşılamayabilirler.
Rabbimiz Yüce Allah ise ilmi ile açığı da gizlisi de dahil her şeyi kuşatmıştır. O’nun kullarının ve egemenliği altında bulunanların hallerini kendisine bildirecek kimselere ihtiyacı yoktur. O yüce Rabbimiz, merhametlilerin en merhametlisidir, cömertlerin en cömerdidir. Kullarına merhamet etmesini sağlamak için yarattıklarından hiçbir kimseye muhtaç değildir. Aksine O, kullarına kendi nefislerinden de anne ve babalarından da daha merhametlidir. Onları Kendisinin merhametine nail olmalarını sağlayacak sebeplere teşvik eden, bu sebepleri yerine getirmeye davet eden O’dur. Kendileri için isteyemedikleri menfaatleri O, onlar için ister. O, hiçbir şeye muhtaç olmayan mutlak Ğani’dir, çok zengindir. Baştan sona bütün yaratılmışlar bir alanda toplanacak olsalar ve O’na isteklerini arzetseler, O da onların her birisine isteyip temenni ettiği her şeyi verecek olsa, hiçbir şekilde O’nun zenginliğinden, O’nun nezdinde bulunanlardan bir şey eksiltmezler. Denize bir iğne daldırılıp çıkartıldığında o iğne denizden ne eksiltiyorsa ancak o kadarını eksiltebilirler.
Bütün şefaatçiler O’ndan korkar, O’nun izni olmaksızın hiç kimse şefaat edemez. Şefaat, bütünü ile O’nun elindedir.
İşte bu gibi farklar ile Yüce Allah’a ortak koşanların cahilliği, onların büyük çaptaki akılsızlıkları ve O’na karşı ne kadar küstah oldukları açıkça anlaşılmaktadır. Aynı şekilde Yüce Allah’ın şirki mağfiret etmeyişinin hikmeti de anlaşılmaktadır. Çünkü şirk, Allah'a dil uzatmak, O’nun şanına leke sürmek demektir.
Bundan dolayı Allah, ihlâs sahibi kimseler ile müşriklerden oluşan iki kesim hakkında -müşrikler için tehdit içeren bir ifade ile-
şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz Allah, ihtilâf ettikleri hususlar hakkında aralarında hüküm verecektir.”
Böylece Yüce Allah’ın hükmünün, ihlâs sahibi mü’minleri Naîm cennetlerine yerleştireceği, Allah’a ortak koşanlara da cennete girmeyi haram kılacağı ve onların cehennem ateşinde barınacağı yönünde olduğu anlaşılmaktadır.
“Şüphe yok ki Allah, yalancı ve kâfir/nankör hiç kimseyi hidâyet erdirmez.” Dosdoğru yolu izleme tevfikini onlara ihsan etmez.
Çünkü böyleleri, kendilerine gelen onca öğüt, delil, belge ve mucizeye rağmen bir türlü bu sıfatlarından uzaklaşmayan kimselerdir. Yüce Allah, onlara pek çok delil göstermişti; ama onlar bunları bile bile inkâr edip kâfir olmuş ve onları yalanlamışlardır.
Böylelerine Allah nasıl hidâyet versin ki? Bunlar zaten kapıyı kendi yüzlerine kendileri kapatmıştır. Bundan dolayı Yüce Allah, onların kalbine mühür vurmakla onları cezalandırmıştır. Artık böyleleri iman etmez.
{لَوْ أَرَادَ اللَّهُ أَنْ يَتَّخِذَ وَلَدًا لَاصْطَفَى مِمَّا يَخْلُقُ مَا يَشَاءُ سُبْحَانَهُ هُوَ اللَّهُ الْوَاحِدُ الْقَهَّارُ (4)}.
4- Eğer Allah, bir evlât edinmek istese idi elbette yarattıklarından dilediğini seçerdi. Ama O, bundan münezzehtir. O, bir tek ve Kahhar olan Allah’tır.
#
{4} أي: {لو أراد الله أن يَتَّخِذَ ولداً}: كما زعم ذلك من زَعَمَه من سفهاء الخلق {لاصطفى مما يخلقُ ما يشاء}؛ أي: لاصطفى بعض مخلوقاتِهِ التي يشاء اصطفاءه واختصَّه لنفسه، وجَعَلَه بمنزلة الولد، ولم يكنْ حاجةٌ إلى اتِّخاذ الصاحبة. {سبحانه}: عما ظنَّه به الكافرون أو نسبه إليه الملحدون. {هو الله الواحدُ القهَّارُ}؛ أي: الواحد في ذاته وفي أسمائه وفي صفاته وفي أفعاله؛ فلا شبيه له في شيء من ذلك ولا مماثل؛ فلو كان له ولدٌ؛ لاقتضى أن يكون شبيهاً له في وحدتِهِ؛ لأنَّه بعضُه وجزءٌ منه. القهارُ لجميع العالم العلويِّ والسفليِّ؛ فلو كان له ولدٌ؛ لم يكنْ مقهوراً، ولكان له إدلالٌ على أبيه ومناسبةٌ منه، ووحدتُه تعالى وقهرُهُ متلازمانِ؛ فالواحد لا يكون إلاَّ قهاراً، والقهارُ لا يكون إلاَّ واحداً، وذلك ينفي الشركة له من كلِّ وجه.
4.
“Eğer” o akılsız insanların iddia ettiği gibi “Allah bir evlât edinmek istese idi elbette yarattıklarından dilediğini seçerdi.” Yarattığı varlıklar arasından dilediğini seçer, kendisine tahsis eder ve onu evlat konumuna çıkarırdı. Ayrıca bir eş edinmeye de ihtiyacı olmaz. Ama
“O, bundan münezzehtir.” Kâfirlerin zannettiklerinden ve inkârcıların O’na nispet ettiklerinden çok yücedir.
“O, bir tek ve Kahhar olan Allah’tır.” Zatında, isimlerinde, sıfatlarında ve fiillerinde tektir. Hiçbir hususta O’nun benzeri ve eşi yoktur. O’nun evladı olsa idi vahdaniyetinde O’na benzer bir varlık olması gerekirdi. Çünkü evlat, onun bir parçası olurdu.
O, Kahhârdır; ulvi ve süfli âlemin tümünde hükmünü geçirendir. Eğer O’nun bir evladı olsa idi, bu evladı bunların dışında kalırdı ve babasının nazlı bir çocuğu olurdu, O’nunla özel bir münasebeti bulunurdu. Yüce Allah’ın birliği ve dilediğine istediği hükmünü geçirmesi
(Kahhâr oluşu) birbirinden ayrılmaz vasıflardır. Çünkü bir tek olan, ancak Kahhâr olur, Kahhâr olan da ancak bir tek olur. Bu da bütün yönleri ile O’nun ortağı bulunduğu iddiasını ortadan kaldırır.
{خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ بِالْحَقِّ يُكَوِّرُ اللَّيْلَ عَلَى النَّهَارِ وَيُكَوِّرُ النَّهَارَ عَلَى اللَّيْلِ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ كُلٌّ يَجْرِي لِأَجَلٍ مُسَمًّى أَلَا هُوَ الْعَزِيزُ الْغَفَّارُ (5) خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ ثُمَّ جَعَلَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَأَنْزَلَ لَكُمْ مِنَ الْأَنْعَامِ ثَمَانِيَةَ أَزْوَاجٍ يَخْلُقُكُمْ فِي بُطُونِ أُمَّهَاتِكُمْ خَلْقًا مِنْ بَعْدِ خَلْقٍ فِي ظُلُمَاتٍ ثَلَاثٍ ذَلِكُمُ اللَّهُ رَبُّكُمْ لَهُ الْمُلْكُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ فَأَنَّى تُصْرَفُونَ (6) إِنْ تَكْفُرُوا فَإِنَّ اللَّهَ غَنِيٌّ عَنْكُمْ وَلَا يَرْضَى لِعِبَادِهِ الْكُفْرَ وَإِنْ تَشْكُرُوا يَرْضَهُ لَكُمْ وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى ثُمَّ إِلَى رَبِّكُمْ مَرْجِعُكُمْ فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ إِنَّهُ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ (7)}.
5- O, gökleri ve yeri hak
(bir amaç) ile yaratmıştır. Geceyi gündüze dolar, gündüzü de geceye dolar. Güneşi ve ayı
(sizin hizmetinize) boyun eğdirmiştir ki her biri
(kendi yörüngesinde) belirli bir süreye kadar akıp gider. Dikkat edin; O, Azizdir, Ğaffardır.
6- O, sizi tek bir candan yarattı. Sonra da ondan eşini var etti. Sizin için ehli hayvanlardan sekiz eş indirdi. O, sizi analarınızın karnında üç karanlık içinde farklı yaratılış aşamalarından geçirerek yaratıyor. İşte bunları yapan Rabbiniz Allah'tır. Hükümranlık yalnız O’nundur. O’ndan başka
(hak) ilâh yoktur. O halde nasıl döndürülüyorsunuz?
7- Eğer kâfir olursanız
(bilin ki) Allah'ın size ihtiyacı yoktur. Bununla birlikte O, kullarının kâfir olmalarına razı olmaz. Şayet şükrederseniz bundan sizin faydanız için razı olur. Hiçbir günahkar nefis bir başkasının günahını yüklenmez. Sonra dönüşünüz yalnız Rabbinizedir. O da size yapmakta olduklarınızı haber verecektir. Şüphesiz O, kalplerde olanı çok iyi bilendir.
#
{5} يخبر تعالى أنَّه {خَلَقَ السمواتِ والأرضَ}؛ أي: بالحكمة والمصلحة، وليأمرَ العبادَ وينهاهم ويثيبَهم ويعاقبَهم. {يكوِّرُ الليلَ على النهار ويكوِّرُ النهارَ على الليل}؛ أي: يدخِلُ كلاًّ منهما على الآخر، ويُحِلُّه محلَّه؛ فلا يجتمعُ هذا وهذا، بل إذا أتى أحدُهما؛ انعزلَ الآخر عن سلطانه، {وسخَّرَ الشمسَ والقمر}: بتسخير منظَّم وسيرٍ مقننٍ. {كلٌّ}: من الشمس والقمر {يجري}: متأثِّراً عن تسخيره تعالى {لأجل مسمًّى}: وهو انقضاء هذه الدار وخرابُها، فيخرب الله آلاتِها وشمسَها وقمرَها، وينشئ الخلق نشأةً جديدةً؛ ليستقرُّوا في دار القرار الجنة أو النار. {ألا هو العزيزُ}: الذي لا يُغالَبُ، القاهرُ لكلِّ شيء، الذي لا يستعصي عليه شيءٌ، الذي من عزَّتِهِ أوجَدَ هذه المخلوقاتِ العظيمةَ، وسخَّرها، تجري بأمره. {الغفارُ}: لذنوب عبادِهِ التوَّابين المؤمنين؛ كما قال تعالى: {وإنِّي لَغفارٌ لِمَن تابَ وآمَنَ وعَمِلَ صالحاً ثم اهتدى}، الغفارُ لمن أشرك به بعد ما رأى من آياتِهِ العظيمةِ ثم تاب وأناب.
5. Allah
“gökleri ve yeri hak (bir amaç) ile” hikmet ve maslahat ile kullarına emir vermek, yasak koymak, onlara
(yaptıklarına karşılık) mükâfat veya ceza vermek için
“yaratmıştır.”
“Geceyi gündüze dolar, gündüzü de geceye dolar.” Birini diğerinin yerine geçirir ve her ikisi bir anda, bir arada bulunmaz. Aksine onlardan biri geldi mi, diğerinin saltanatı ortadan kalkar.
“Güneşi ve ayı” düzenli ve akış yasaları belli bir şekilde
“boyun eğdirmiştir.” Güneş ve ayın
“her biri” Yüce Allah’ın onlara boyun eğdirişinin bir sonucu olarak “belirli bir süreye kadar akıp gider.” Bu belirli süre, bu dünya yurdunun harap olup sona ermesidir.
Yüce Allah, bu yurdun bütün araçlarını, güneşini, ayını harap edecek ve mahlukatı yeni bir yaratılış ile yaratacaktır. Böylelikle onlar ebedilik yurdu olan cennet veya cehennemde karar kılacaklardır.
“Dikkat edin, O” hiçbir şekilde yenik düşürülemeyen ve her şeyi gücünün mahkûmu kılan
“Azizdir.” Hiçbir şey O’na karşı direnemez. Bunca büyük mahlukatı yaratıp bunların hepsini kendi emri ile hareket edecek şekilde boyun eğdirmiş olması da O’nun Aziz oluşunun bir tecellisidir.
Tevbe eden mü’min kullarının günahlarını bağışlayan “Ğaffardır.” Nitekim Yüce Allah,
bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Muhakkak Ben tevbe eden, iman eden ve salih amel işleyip hidâyet üzere olana karşı çok mağfiret ediciyim.” (Tâ-Hâ, 20/82)
O, kendisine şirk koştuktan sonra pek büyük âyetlerini görüp de tevbe eden ve kendisine yönelen kimselerin günahlarını da bağışlayandır.
Yüce Allah’ın Azîz oluşunun bir tecellisi de şudur:
#
{6} ومن عزَّتِهِ أن {خَلَقَكُم من نفس واحدةٍ}: على كثرتكم وانتشاركم في أنحاء الأرض، {ثم جَعَلَ منها زَوْجَها}: وذلك ليسكنَ إليها وتسكنَ إليه وتتمَّ بذلك النعمة، {وأنزل لكم من الأنعام}؛ أي: خلقها بقدرٍ نازلٍ منه رحمةً بكم {ثمانيةَ أزواج}: وهي التي ذكرها في سورة الأنعام: {ثمانية أزواج من الضَّأنِ اثنينِ ومن المَعْزِ اثنينِ ومن الإبِلِ اثْنينِ ومن البقرِ اثنينِ}، وخصَّها بالذِّكر مع أنَّه أنزل لمصالح عباده من البهائم غيرها؛ لكثرةِ نفعِها وعموم مصالِحِها ولشرفِها ولاختصاصِها بأشياء لا يَصْلُحُ غيرُها؛ كالأضحيَّة والهدي والعقيقةِ ووجوب الزكاة فيها واختصاصها بالدِّية. ولما ذَكَرَ خَلْقَ أبينا وأمنا؛ ذَكَرَ ابتداءَ خَلْقِنا، فقال: {يخلُقُكُم في بطونِ أمَّهاتِكُم خَلْقاً من بعدِ خَلْق}؛ أي: طوراً بعد طورٍ، وأنتم في حال لا يَدَ مخلوق تمسُّكم ولا عينَ تنظرُ إليكم، وهو قد ربَّاكُم في ذلك المكان الضيق {في ظُلُماتٍ ثلاثٍ}: ظلمة البطن، ثم ظلمة الرحم، ثم ظلمة المشيمة. {ذلِكُم}: الذي خَلَقَ السماواتِ والأرضَ وسخَّر الشمس والقمر، وخَلَقَكُم وخَلَقَ لكم الأنعامَ والنعم {اللهُ ربُّكُم}؛ أي: المألوه المعبود الذي ربَّاكم ودبَّركم؛ فكما أنَّه الواحد في خلقِهِ وتربيتِهِ لا شريك له في ذلك؛ فهو الواحد في ألوهيَّتِهِ لا شريك له، ولهذا قال: {لا إله إلاَّ هو فأنَّى تُصْرَفونَ}: بعد هذا البيان، ببيانِ استحقاقِهِ تعالى الإخلاص وحده، إلى عبادةِ الأوثان التي لا تدبِّرُ شيئاً، وليس لها من الأمر شيء!!
6. Çokluğunuza, yeryüzünün dört bir tarafına yayılmış olmanıza rağmen
“O sizi bir candan yarattı. Sonra da ondan eşini” Kendisi eşi ile eşi de kendisi ile sükûn bulsun ve bu yolla üzerlerindeki nimet tamamlansın diye
“var etti.”
“Sizin için ehli hayvanlardan sekiz eş indirdi.” Size rahmet olmak üzere ve katından indirilmiş belli bir miktara göre onları O yaratmıştır ki bunlar,
En’âm Sûresi’nde sözünü ettiği şu dört çifttir:
“Sekiz eş (yaratmıştır): Koyundan iki eş, keçiden iki eş... deveden iki eş, sığırdan da iki eş yarattı.” (el-En’âm, 6/142-143)
Yüce Allah'ın, bunların dışında pek çok hayvanı da kullarının maslahatı için indirmiş olmakla birlikte özellikle bunları söz konusu etmesi, faydalarının çokluğu, maslahatlarının kapsamlılığı ve üstünlükleri dolayısıyladır. Diğer taraftan bunlar, başka hayvan türlerinin elverişli olmadığı birtakım şeylere özellikle elverişlidirler. Kurban edilmek, Harem bölgesine hediye kurbanı olarak gönderilmek, akika olarak kesilmek, onlarda zekâtın farz olması, diyet olarak yalnızca bunların verilebilmesi vb. gibi.
Yüce Allah,
annemizin ve babamızın yaratılışını söz konusu ettikten sonra bizim de yaratılışımızın başlangıcını söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “O, sizi analarınızın karnında üç karanlık içinde” batın karanlığı, rahim karanlığı ve eş/zar karanlığı olmak üzere
“farklı yaratılış aşamalarından geçirerek yaratıyor.” Yani sizin yaratılışınızın aşamaları, ardı arkasına geliyor ve siz, hiçbir mahluk eli değmeyecek, hiçbir göz tarafından görülmeyecek bir halde bulunuyorsunuz. Bu daracık yerde sizi görüp gözeten ve besleyen O’dur.
“İşte bunları yapan Rabbiniz Allah'tır.” Gökleri ve yeri yaratan, güneşi ve ayı amade kılan, sizi yaratan, sizin için de davarları ve pek çok nimetleri yaratan, sizi gözetip büyüten, besleyen, işlerinizi çekip çeviren, yegane mabud ve ilâh O’dur. Yaratmasında ve rububiyetinde hiçbir ortağı olmadığı gibi ulûhiyetinde de hiçbir ortağı yoktur, bir ve tektir.
Bundan dolayı devamla şöyle buyurmaktadır:
“Hükümranlık yalnız O’nundur. O’ndan başka (hak) ilâh yoktur. O halde nasıl döndürülüyorsunuz?” Yüce Allah, yalnızca kendisinin ibadeti hak ettiğini ve yalnızca kendisine ihlâsla ibadet edilmesi gerektiğini açıkladıktan sonra nasıl olur da hiçbir şey çekip çeviremeyen ve hiçbir işte en ufak bir dahli ve yetkisi bulunmayan put ve heykellere ibadete yönelirsiniz!
#
{7} {إن تَكْفُروا فإنَّ الله غنيٌّ عنكم}: لا يضرُّه كفرُكم كما لا ينتفع بطاعتكم، ولكنْ أمرُهُ ونهيُهُ لكم محضُ فضلِهِ وإحسانِهِ عليكم. {ولا يرضى لعباده الكفر}: لكمال إحسانِهِ بهم وعلمِهِ أنَّ الكفر يُشقيهم شقاوةً لا يسعدون بعدها، ولأنَّه خَلَقَهم لعبادتِهِ؛ فهي الغاية التي خَلَقَ لها الخلق؛ فلا يرضى أن يَدَعوا ما خلقهم لأجله.
{وإن تشكروا}: لله تعالى بتوحيدِهِ وإخلاص الدين له {يَرْضَهُ لكم}: لرحمته بكم ومحبَّته للإحسانِ عليكم ولِفعْلِكُم ما خَلَقَكُم لأجله، وكما أنَّه لا يَتَضَرَّر بشِرْككم ولا يَنْتَفِعُ بأعمالكم وتوحيدكم؛ كذلك كلُّ أحدٍ منكم له عملُه من خير وشرٍّ. {ولا تزِرُ وازرةٌ وِزْرَ أخرى ثم إلى ربِّكم مرجِعُكُم}: في يوم القيامة، {فينبِّئُكُم بما كنتُم تعملون}: إخباراً أحاط به علمُه وجرى عليه قلمُه وكتبتْه عليكم الحفظةُ الكرامُ وشهدتْ به عليكم الجوارحُ، فيجازي كلًّا منكم ما يستحقُّه. {إنَّه عليمٌ بذات الصدور}؛ أي: بنفس الصدور وما فيها من وصفِ بِرٍّ أو فجورٍ. والمقصود من هذا الإخبار بالجزاء بالعدل التامِّ.
7.
“Eğer kâfir olursanız (bilin ki) Allah'ın size ihtiyacı yoktur.” İtaatinizden fayda görmediği gibi, küfrünüzün de O’na bir zararı olmaz. Ancak size vermiş olduğu emir ve yasaklar, size olan katıksız lütuf ve ihsanının bir tecellisidir.
“Bununla birlikte O” kullarına ihsanının kemali dolayısı ile
“kullarının kâfir olmalarına razı olmaz.” Çünkü O, küfrün kendilerini bir daha mutluluğa kavuşmaları söz konusu olmayacak şekilde bedbahtlığa sürükleyeceğini bilir. Diğer taraftan onları kendisine ibadet etsinler diye yaratmıştır. Bütün varlıkların yaratılış gayesi budur. Bu yüzden onları kendisi için yaratmış olduğu bu amacı terk etmelerine razı olmaz.
“Şayet” Yüce Allah’a, O’nu tevhid etmek ve dini yalnız O’na halis kılmak sureti ile “şükrederseniz, bundan sizin faydanız için razı olur.” Çünkü O, size merhametlidir. Size ihsanda bulunmayı sever ve sizin kendisi için yaratıldığınız gayeye uygun davranışta bulunmanızı arzu eder.
O, şirk koşmanızın zararını görmediği, amellerinizden ve tevhidinizden de bir fayda sağlamaz.
Diğer taraftan sizin her birinizin hayır ya da şer türünden ameli de kendisine aittir:
“Hiçbir günahkar nefis bir başkasının günahını yüklenmez. Sonra” kıyamet günü
“dönüşünüz yalnız Rabbinizedir. O da size yapmakta olduklarınızı haber verecektir.” O, haber vereceği hususları ilmi ile kuşatmıştır, Kalemi de bunları tespit etmiş, Hafaza melekleri de sizin yaptıklarınızı yazmışlardır. Azalarınız da bu yaptıklarınıza dair şahitlik edecektir. Bu yüzden her birinize hak ettiği karşılığı verecektir.
“Şüphesiz O, kalplerde olanı çok iyi bilendir.” Yani O, bizzat kalpleri bildiği gibi onlardaki iyilik ya da kötülük vasıflarını da bilir.
Yani Yüce Allah, tam ve eksiksiz bir adalet ile amellerinin karşılığını verecektir.
{وَإِذَا مَسَّ الْإِنْسَانَ ضُرٌّ دَعَا رَبَّهُ مُنِيبًا إِلَيْهِ ثُمَّ إِذَا خَوَّلَهُ نِعْمَةً مِنْهُ نَسِيَ مَا كَانَ يَدْعُو إِلَيْهِ مِنْ قَبْلُ وَجَعَلَ لِلَّهِ أَنْدَادًا لِيُضِلَّ عَنْ سَبِيلِهِ قُلْ تَمَتَّعْ بِكُفْرِكَ قَلِيلًا إِنَّكَ مِنْ أَصْحَابِ النَّارِ (8)}.
8- İnsanın başına bir zarar gelse o, Rabbine yönelerek O’na dua eder. Sonra Allah, ona katından bir nimet verirse o, daha önce O’na dua ettiğini unutur ve Allah’ın yolundan saptırmak için O’na eşler koşar.
De ki: “Küfrünle biraz (daha dünyadan) faydalan! Zira sen cehennemliklerdensin.”
#
{8} يخبر تعالى عن كرمه بعبده وإحسانه وبرِّه وقلَّةِ شُكْرِ عبدِهِ، وأنَّه حين يمسُّه الضُّرُّ من مرض أو فقرٍ أو وقوع في كُربةِ بحرٍ أو غيره؛ أنَّه يعلم أنَّه لا يُنَجِّيهِ في هذه الحال إلاَّ الله، فيدعوه متضرِّعاً منيباً، ويستغيثُ به في كَشْفِ ما نزل به ويلحُّ في ذلك. {ثم إذا خَوَّلَه}: الله {نعمةً منه}: بأن كشف ما به من الضُّرِّ والكربةِ، {نَسِيَ ما كان يدعو إليه مِن قَبْلُ}؛ أي: نسي ذلك الضُّرَّ الذي دعا الله لأجله، ومرَّ كأنَّه ما أصابه ضرٌّ، واستمرَّ على شركه، {وجعل لله أنداداً ليضلَّ عن سبيلِهِ}؛ أي: لِيَضِلَّ بنفسِهِ ويُضِلَّ غيرَه؛ لأنَّ الإضلال فرعٌ عن الضلال، فأتى بالملزوم ليدلَّ على اللازم. {قل}: لهذا العاتي الذي بدَّلَ نعمة الله كفراً: {تمتَّعْ بكفرِكَ قليلاً إنَّك من أصحابِ النار}: فلا يغنيكَ ما تتمتَّعُ به إذا كان المآل النار، {أفرأيتَ إن متَّعْناهم سنينَ ثم جاءَهُم ما كانوا يوعدونَ. ما أغنى عنهُم ما كانوا يُمَتَّعونَ}.
8. Yüce Allah, kuluna olan lütfunu, ihsanını ve iyiliğini; buna karşılık kulunun şükürsüzlüğünü haber vermektedir. Zira o; hastalık, fakirlik yahut denizde veya bir başka yerde bir sıkıntının kendisine dokunması halinde Allah’tan başka hiçbir kimsenin kendisini kurtaramayacağını bilir, bundan dolayı da Yüce Allah’a yönelerek yalvarıp yakarır, başına gelen bu musibet ve sıkıntıyı girmesi için O’nun yardımına sığınır ve bu hususta ısrar da eder.
“Sonra” Yüce Allah “ona” onun bu darlık ve sıkıntısını açmak sureti ile
“katından bir nimet verirse oi daha önce O’na dua ettiğini” Allah’a yalvarıp yakardığı sıkıntılı halini
“unutur” başına hiçbir sıkıntı gelmemiş gibi yoluna devam eder ve Allah’a ortak koşmasını sürdürür.
“...ve Allah'ın yolundan saptırmak için O’na eşler koşar.” Yani hem kendisi sapmak, hem de başkasını saptırmak için bunu yapar. Çünkü başkasını saptırmak, sapmanın bir sonucudur. Yüce Allah burada sonucu zikrederek sebebi de ifade etmiş olmaktadır.
İşte Yüce Allah’ın nimetine şükredecek yerde nankörlük eden bu azgın kimseye
“de ki: Küfrünle biraz (daha dünyadan) faydalan. Zira sen cehennemliklerdensin.” Sonuçta cehenneme girildikten sonra dünyada kendisinden yararlanılan şeylerin kişiye hiçbir faydası olmaz.
“Ne dersin? Biz onları nice seneler (dünyadan) faydalandırsak, sonra onlara vaadolundukları (azap) gelse, faydalandırıldıkları nimetlerin onlara bir yararı olur mu hiç?” (eş-Şuarâ, 26/205-207)
{أَمَّنْ هُوَ قَانِتٌ آنَاءَ اللَّيْلِ سَاجِدًا وَقَائِمًا يَحْذَرُ الْآخِرَةَ وَيَرْجُو رَحْمَةَ رَبِّهِ قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الَّذِينَ يَعْلَمُونَ وَالَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ إِنَّمَا يَتَذَكَّرُ أُولُو الْأَلْبَابِ (9)}.
9-
(O mu) yoksa gece saatlerini kıyamda ve secdede geçiren, âhiretten korkup Rabbinin rahmetini uman itaatkar kimse mi
(hayırlıdır)? De ki:
“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak olgun akıl sahipleri düşünüp öğüt alır.”
#
{9} هذه مقابلةٌ بين العامل بطاعة الله وغيره، وبين العالم والجاهل، وأنَّ هذا من الأمور التي تَقَرَّرَ في العقول تباينُها، وعُلِمَ علماً يقيناً تفاوتُها؛ فليس المعرِضُ عن طاعة ربِّه المتَّبِع لهواه كمن هو قانتٌ؛ أي: مطيعٌ لله بأفضل العبادات، وهي الصلاة، وأفضل الأوقات، وهي أوقات الليل، فوصَفَه بكثرة العمل وأفضله، ثم وَصَفَه بالخوف والرجاء، وذكر أنَّ متعلَّقَ الخوف عذابُ الآخرة على ما سَلَفَ من الذُّنوب، وأنَّ متعلَّقَ الرجاءِ رحمةُ الله، فوصفه بالعمل الظاهر والباطن. {قل هل يَسْتَوي الذين يعلمون}: ربَّهم ويعلمونَ دينَه الشرعيَّ ودينَه الجزائيَّ وما له في ذلك من الأسرار والحكم، {والذين لا يعلمونَ}: شيئاً من ذلك، لا يستوي هؤلاء ولا هؤلاء؛ كما لا يستوي الليل والنهار والضياء والظلام والماء والنار. {إنَّما يَتَذَكَّرُ}: إذا ذُكِّروا {أولو الألبابِ}؛ أي: أهل العقول الزكيَّة الذكيَّة؛ فهم الذين يُؤْثِرونَ الأعلى على الأدنى؛ فيؤثِرون العلمَ على الجهل، وطاعةَ اللَّه على مخالفتِهِ؛ لأنَّ لهم عقولاً ترشِدُهم للنظر في العواقب؛ بخلاف مَنْ لا لبَّ له ولا عقلَ؛ فإنَّه يتَّخِذُ إلهه هواه.
9. Bu buyruk ile Allah’ın itaati gereğince amel eden kimse ile böyle olmayan ve alim ile cahil arasında bir karşılaştırma yapılmakta, bunların birbirlerinden farklı oldukları gerçeğinin aklî bir gerçek olduğu ve farklılıklarının da kesin bilindiği ortaya konulmaktadır. Rabbine itaatten yüz çevirip hevâsının peşinden giden bir kimse; ibadetlerin en faziletlisi olan namazı en faziletli vakit olan gece saatlerinde kılan ve Allah’a itaat eden bir kimse gibi değildir.
Böyle bir kimseyi Yüce Allah, çok amelde bulunmak ve amellerin en faziletlisini işlemekle nitelendirdikten sonra, Allah’tan korkmakla ve O’ndan mükâfat ummakla da vasfetmektedir. Korkmasının sebebi, geçmişte işlemiş olduğu günahları dolayısı ile âhirette karşılaşması muhtemel olan azaptır. Umduğu şey ise Allah’ın rahmetidir.
Böylelikle Yüce Allah, bu kimseyi hem zahiren amelde bulunmakla, hem de batınî amelleri işlemekle nitelendirmektedir.
“De ki: Hiç” Rablerini, O’nun şeriatını, amellere vereceği karşılığı, bütün bunlardaki sırları ve hikmetleri
“bilenlerle” bunlardan hiçbir şeyi
“bilmeyenler bir olur mu?” Gece ile gündüz, aydınlık ile karanlık, su ile ateş bir olmadığı gibi, bunlarla onlar da elbette bir olmazlar.
“Ancak olgun akıl sahipleri” yani zeki ve arı duru akıl sahipleri kendilerine öğüt verildiği vakit
“düşünüp öğüt alır.”
İşte yüce olanı bayağı olana tercih edenler, ilmi cahilliğe, Allah’a itaati O’na muhalefete tercih edenler bunlardır. Diğer taraftan bunlar, sonuçlar üzerinde düşünmeye yönelten akıllara da sahiptirler. Bu halleri ile onlar, aklı bulunmayan ve onu kullanmayanlardan ayrılmaktadırlar. Çünkü onlar, kendi hevâlarını ilâh edinirler.
{قُلْ يَاعِبَادِ الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا رَبَّكُمْ لِلَّذِينَ أَحْسَنُوا فِي هَذِهِ الدُّنْيَا حَسَنَةٌ وَأَرْضُ اللَّهِ وَاسِعَةٌ إِنَّمَا يُوَفَّى الصَّابِرُونَ أَجْرَهُمْ بِغَيْرِ حِسَابٍ (10)}.
10-
De ki: “Ey iman eden kullarım! Rabbinizden korkup sakının! Bu dünyada ihsanda bulunanlara bir güzellik vardır. Allah’ın arzı geniştir. Sabredenlere de ecirleri elbette hesapsız verilecektir.”
#
{10} أي: قل منادياً لأشرف الخَلْق، وهم المؤمنون، آمراً لهم بأفضل الأوامر، وهي التقوى، ذاكراً لهم السبب الموجب للتقوى، وهو ربوبيَّة الله لهم وإنعامُه عليهم، المقتضي ذلك منهم أن يَتَّقوه، ومن ذلك ما منَّ الله عليهم به من الإيمان؛ فإنَّه موجبٌ للتقوى؛ كما تقولُ: أيُّها الكريم تصدَّقْ! وأيُّها الشجاع قاتل! وذكر لهم الثوابَ المنشِّطَ في الدُّنيا، فقال: {للذين أحسنوا في هذه الدُّنيا}: بعبادة ربِّهم لهم {حسنةٌ}: رزقٌ واسعٌ ونفسٌ مطمئنةٌ وقلبٌ منشرحٌ؛ كما قال تعالى: {مَنْ عَمِلَ صالحاً من ذَكَرٍ أو أنثى وهو مؤمنٌ فَلَنُحْيِيَنَّهُ حياةً طيبةً}. {وأرضُ الله واسعةٌ}: إذا مُنِعْتُم من عبادتِهِ في أرض؛ فهاجِروا إلى غيرِها تعبُدون فيها ربَّكم وتتمكَّنون من إقامة دينِكم. ولمَّا قال: {للذين أحسنوا في هذه الدُّنيا حسنةٌ}؛ كان لبعض النفوس مجالٌ في هذا الموضع، وهو أنَّ النصَّ عامٌّ؛ أنَّه كل مَنْ أحسن؛ فله في الدُّنيا حسنةٌ؛ فما بالُ مَنْ آمن في أرض يُضْطَهَدُ فيها ويُمْتَهَنُ لا يحصل له ذلك؟ دَفَعَ هذا الظنَّ بقوله: {وأرضُ الله واسعةٌ}: وهنا بشارةٌ نصَّ عليها النبيُّ - صلى الله عليه وسلم - بقوله: «لا تزال طائفةٌ من أمَّتي على الحقِّ ظاهرين لا يضرُّهم مَنْ خَذَلَهم ولا من خالَفَهم حتى يأتي أمرُ الله وهم على ذلك». تشير إليه هذه الآية وترمي إليه من قريب، وهو أنَّه تعالى أخبر أنَّ أرضَه واسعةٌ؛ فمهما مُنِعْتُم من عبادته في موضع؛ فهاجروا إلى غيرها. وهذا عامٌّ في كلِّ زمان ومكان؛ فلا بدَّ أن يكونَ لكلِّ مهاجرٍ ملجأ من المسلمين يلجأ إليه وموضعٌ يتمكَّن من إقامة دينِهِ فيه.
{إنَّما يُوَفَّى الصابرون أجْرَهُم بغير حسابٍ}: وهذا عامٌّ في جميع أنواع الصبر: الصبر على أقدار الله المؤلمةِ؛ فلا يتسخَّطُها، والصبر عن معاصيه؛ فلا يرتكبها، والصبر على طاعته حتى يؤدِّيَها، فوعد الله الصابرينَ أجرهم بغير حسابٍ؛ أي: بغير حدٍّ ولا عدٍّ ولا مقدارٍ، وما ذاك إلا لفضيلة الصبر ومحلِّه عند الله، وأنَّه معينٌ على كلِّ الأمور.
10. Yani yaratıkların en şereflileri olan mü’minlere seslen ve onlara en faziletli emir olan takvâyı emret. Takvâlı olmalarını gerektiren sebebi de hatırlat. Bu da, Allah’ın onların Rabbi olması ve onlara türlü nimetler ihsan etmiş olmasıdır. Bu gerçek, onların Rableri olan Allah’tan korkup sakınmalarını gerektirir. Yüce Allah’ın kendilerine lütfedip ihsanda bulunduğu iman da bu sebeplerden birisidir. Yani bu da onların takvâlı olmalarını gerektirir.
Nitekim bu: Ey cömert kişi, sadaka ver! Ey kahraman kişi, savaş! demek gibidir.
Diğer taraftan dünya hayatında onları gayrete getirecek mükâfatı da söz konusu ederek: “Bu dünyada” Rablerine ibadet etmek sureti ile
“ihsanda bulunanlara bir güzellik” bol rızık, huzurlu bir kalp ve hakka açık bir gönül
“vardır.” Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Erkek olsun, kadın olsun kim mü’min olduğu halde salih amel işlerse Biz, şüphesiz ona çok güzel bir hayat yaşatırız.” (en-Nahl, 16/97)
“Allah’ın arzı geniştir.” Herhangi bir yerde O’na ibadet etmeniz engellenecek olursa Rabbinize ibadet edebileceğiniz, dininizi uygulama imkânını bulabileceğiniz bir başka yere hicret edin.
Yüce Allah: “Bu dünyada ihsanda bulunanlara bir güzellik vardır” buyurduğundan ve bu ifade umumi olduğundan dolayı bazı kimselerin aklına:
“İyilikte bulunan herkese bu dünyada bir güzellik vardır. Ama yeryüzünde iman edip de orada zulüm, baskı ve sıkıntılara maruz kalan kimseler için bu güzellik gerçekleşmemektedir” gibi bir soru gelebileceğinden dolayı Yüce Allah böyle bir kanaati:
“Allah’ın arzı geniştir” buyruğu ile bertaraf etmektedir.
Burada Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in şu buyrukları ile dile getirdiği bir müjde söz konusudur: “Ümmetimden hak üzere muzaffer kalmaya devam edecek bir kesim daima bulunacaktır. Kendilerini yardımsız bırakanların ve onlara muhalefet edenlerin onlara bir zararları olmayacaktır. Onlar, Allah’ın emri (kıyamet) gelinceye kadar bu hal üzere devam edeceklerdir.”[15]
İşte bu gerçeğe bu âyet-i kerime de işaret etmekte ve bu hususa çok yakından temas etmektedir.
Şöyle ki: Yüce Allah, arzının geniş olduğunu bildirmektedir. Bir yerde O’na ibadet etmeniz engellenecek olursa bir başka yere hicret edin, bu da her zaman ve her mekânda geçerli umumi bir buyruktur. Hicret edecek herkesin müslümanlar arasında bir barınağı ve sığınağı mutlaka bulunur. Orada mutlaka dinini uygulama imkânını bulacağı bir yer de bulur.
“Sabredenlere de ecirleri elbette hesapsız verilir.” Bu da bütün sabır çeşitleri hakkında umumidir. Yüce Allah’ın acı veren takdirlerine karşı sabredip bunlardan dolayı öfkelenmemek, masiyetlerine karşı direnerek onları işlememek, eda edinceye kadar itaati üzere sabretmek şeklindeki bütün sabır çeşitleri buna dahildir.
Yüce Allah, sabredenlere ecirlerini hesapsız yani sınırsız, sayı ve miktar söz konusu olmaksızın vereceği vaadinde bulunmaktadır. Bunun böyle olmasının tek sebebi, sabrın fazileti, Allah nezdindeki yüksek mevkii ve bütün işlere karşı yardımcı oluşundan dolayıdır.
{قُلْ إِنِّي أُمِرْتُ أَنْ أَعْبُدَ اللَّهَ مُخْلِصًا لَهُ الدِّينَ (11) وَأُمِرْتُ لِأَنْ أَكُونَ أَوَّلَ الْمُسْلِمِينَ (12) قُلْ إِنِّي أَخَافُ إِنْ عَصَيْتُ رَبِّي عَذَابَ يَوْمٍ عَظِيمٍ (13) قُلِ اللَّهَ أَعْبُدُ مُخْلِصًا لَهُ دِينِي (14) فَاعْبُدُوا مَا شِئْتُمْ مِنْ دُونِهِ قُلْ إِنَّ الْخَاسِرِينَ الَّذِينَ خَسِرُوا أَنْفُسَهُمْ وَأَهْلِيهِمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ أَلَا ذَلِكَ هُوَ الْخُسْرَانُ الْمُبِينُ (15) لَهُمْ مِنْ فَوْقِهِمْ ظُلَلٌ مِنَ النَّارِ وَمِنْ تَحْتِهِمْ ظُلَلٌ ذَلِكَ يُخَوِّفُ اللَّهُ بِهِ عِبَادَهُ يَاعِبَادِ فَاتَّقُونِ (16)}.
11-
De ki: “Ben Allah’a dini yalnız O’na halis kılarak ibadet etmekle emrolundum.”
12-
“Yine bana müslümanların ilki olmam da emredildi.”
13-
De ki: “Ben şayet Rabbime isyan edersem gerçekten büyük bir günün azabından korkarım.”
14-
De ki: “Ben dinimi Allah’a halis kılarak yalnız O’na ibadet ederim.”
15-
“Artık siz (ey müşrikler) O’ndan başka dilediğinize ibadet edin.” De ki:
“Asıl hüsrana uğrayanlar, Kıyamet gününde hem kendilerini, hem de ailelerini hüsrana sokanlardır. Dikkat edin! İşte apaçık hüsran budur!”
16- Onların üzerlerinde ateşten tabakalar olduğu gibi altlarında da ateşten tabakalar vardır. İşte Allah bununla kullarını korkutuyor. Ey benim kullarım! Benden korkup sakının!
#
{11} أي: {قل}: يا أيُّها الرسولُ، للناس: {إنِّي أمرتُ أن أعْبُدَ اللهَ مخلصاً له الدين}: في قولِهِ في أول السورة: {فاعْبُدِ الله مخلصاً له الدين}.
11. Yani ey peygamber, insanlara
“de ki:” Ben, Yüce Allah’a dinimi halis kılmak sureti ile O’na ibadet etmekle emrolundum. Bu da sûrenin baş tarafında yer alan: “O halde Allah’a dini yalnız O’na halis kılarak ibadet et.” (2. âyet) buyruğunda geçmektedir.
#
{12} {وأُمِرْتُ لأن أكونَ أولَ المسلمينَ}: لأنِّي الدَّاعي الهادي للخلقِ إلى ربِّهم، فيقتضي أنِّي أولُ من ائتَمَرَ بما أمرَ به وأولُ مَنْ أسلمَ، وهذا الأمرُ لا بدَّ من إيقاعِهِ من محمد - صلى الله عليه وسلم - وممَّن زعم أنه من أتْباعِهِ؛ فلا بدَّ من الإسلام في الأعمال الظاهرة والإخلاص لله في الأعمال الظاهرة والباطنة.
12.
“Yine bana müslümanların ilki olmam da emredildi.” Çünkü ben, insanları Rablerine davet eden ve O’na götüren yolu gösteren biriyim. O halde verdiği emirlerin gereğini ilk yerine getiren, böylece ilk teslim/müslüman olan kişi ben olmalıyım.
Bu emrin Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem tarafından ve ona uyanlardan olduğunu iddia edenler tarafından yerine getirilmesi kaçınılmaz bir şeydir. Bu yüzden zahir amellerde İslâm’ın gereğini yapmak ve hem zahir hem de bâtın amellerde yalnız Allah için ihlâslı olarak amelde bulunmak şarttır.
#
{13} {قل إني أخافُ إن عَصَيْتُ ربِّي}: فيما أمرني به من الإخلاص والإسلام {عذابَ يومٍ عظيمٍ}: يخلدُ فيه مَنْ أشرك ويعاقَبُ فيه من عصى.
13.
“De ki: Ben” bana emretmiş olduğu ihlâsla amelde bulunmak ve İslâm’ın gerektirdiği işleri yapmak hususlarında
“şayet Rabbime isyan edersem gerçekten büyük bir günün azabından korkarım.” Ki o günde Allah’a şirk koşan, ebedi olarak azapta kalacaktır, Allah’a isyan eden de o gün cezalandırılacaktır.
#
{14 ـ 15} {قل اللهَ أعْبُدُ مخلصاً له ديني. فاعْبُدوا ما شِئْتُم من دونِهِ}: كما قال تعالى: {قل يا أيُّها الكافرونَ. لا أعْبُدُ ما تَعْبُدونَ. ولا أنتُمْ عابِدونَ ما أعْبُدُ. ولا أنا عابِدٌ ما عَبَدْتُم. ولا أنتُم عابِدونَ ما أعْبُدُ. لكُم دينُكم ولي دينٌ}. {قُلْ إنَّ الخاسرينَ}: حقيقة هم {الذين خسروا أنفسهم}: حيث حَرَموها الثوابَ، واستحقَّتْ بسببِهِم وخيمَ العقاب، {وأهليهم يومَ القيامةِ}؛ أي: فُرِّقَ بينَهم وبينَهم، واشتدَّ عليهم الحزنُ، وعَظُمَ الخسرانُ. {ألا ذلك هو الخسرانُ المبينُ}: الذي ليس مثلَه خسرانٌ، وهو خسرانٌ مستمرٌّ لا ربح بعده، بل ولا سلامةَ.
14-15. Bu buyruklar,
Allah’ın şu buyruklarına benzemektedir: “De ki: Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza ibadet etmem, siz de benim ibadet ettiğime tapanlar değilsiniz. Sizin taptıklarınıza ben ibadet edecek değilim, siz de benim ibadet ettiğime ibadet edecek değilsiniz. Sizin dininiz size, benim dinim de bana!” (el-Kâfirûn, 109/1-6)
“De ki: Asıl hüsrana uğrayanlar Kıyamet gününde” mükâfattan mahrum ettikleri ve oldukça vahim b,r azabı hak ettiklerinden;
“hem kendilerini hem de ailelerini hüsrana sokanlardır.”
Yani Kıyamet gününde Yüce Allah, onları ailelerinden ayıracaktı, böylece oldukça büyük üzüntülere gark olacaklar ve hüsranları da pek büyük olacaktır.
“Dikkat edin! İşte apaçık hüsran budur.” Bunun benzeri bir hüsran olamaz ve bu, sürekli bir hüsrandır. Bundan sonra kâr sağlamak hatta hüsrandan kurtulmak dahi söz konusu olmayacaktır.
Daha sonra karşı karşıya kalacakları ileri derecedeki bedbahtlığı söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{16} ثم ذكر شدَّةَ ما يحصُلُ لهم من الشقاء، فقال: {لهم من فوقِهِم ظُلَلٌ من النارِ}؛ أي: قطع عذاب كالسحاب العظيم، {ومن تَحْتِهِم ظللٌ، ذلك}: الوصفُ الذي وَصَفْنا به عذابَ أهل النار سوطٌ يسوقُ الله به عبادَه إلى رحمته، {يُخَوِّفُ اللهُ به عبادَه يا عبادِ فاتَّقونِ}؛ أي: جعل ما أعدَّه لأهل الشقاء من العذابِ داع يدعو عبادَه إلى التقوى وزجراً عمَّا يوجِبُ العذاب؛ فسبحانَ من رَحِمَ عبادَهُ في كل شيءٍ! وسَهَّلَ لهم الطرقَ الموصلة إليه، وحثَّهم على سلوكها، ورغَّبهم بكلِّ مرغِّب تشتاقُ له النفوسُ وتطمئنُّ له القلوب، وحذَّرَهم من العمل لغيره غايةَ التَّحذير، وذَكَرَ لهم الأسبابَ الزاجرةَ عن تركِهِ.
16.
“Onların üzerlerinde ateşten tabakalar” yani pek büyük bulutları andıran azap tabakaları ve parçaları
“olduğu gibi altlarında da böyle tabakalar vardır. İşte” cehennem ehlinin azabı ile ilgili yaptığımız bu açıklamalar, Yüce Allah’ın kendisi vasıtası ile kullarını rahmetine doğru sürüklediği bir kamçı gibidir. Ayrıca
“Allah bununla kullarını korkutuyor. Ey benim kullarım, Benden korkup sakının.” Yüce Allah, böylelikle bedbaht kimselere hazırlamış olduğu azabı, kullarını takvâya çağıran bir sebep, azabı gerektiren şeylerden de alıkoyucu bir mani yapmıştır.
Her şeyde kullarına rahmet buyuran, Allah’a ulaştırıcı yolları kendilerine kolaylaştıran, bu yolları izlemeye teşvik eden, nefislerin arzuladığı her bir hususla şevklerini artıran ve kalplerine huzur kazandıran Allah’ın şanı ne yücedir! Yine kendi rızası dışında bir maksatla amelde bulunmaktan alabildiğine sakındıran ve bu gibi amelleri terk etmeye iten sebepleri de anlatan Yüce Allah, bütün kusurlardan münezzehtir.
{وَالَّذِينَ اجْتَنَبُوا الطَّاغُوتَ أَنْ يَعْبُدُوهَا وَأَنَابُوا إِلَى اللَّهِ لَهُمُ الْبُشْرَى فَبَشِّرْ عِبَادِ (17) الَّذِينَ يَسْتَمِعُونَ الْقَوْلَ فَيَتَّبِعُونَ أَحْسَنَهُ أُولَئِكَ الَّذِينَ هَدَاهُمُ اللَّهُ وَأُولَئِكَ هُمْ أُولُو الْأَلْبَابِ (18)}.
17- Tâğûta ibadet etmekten sakınan ve Allah’a yönelenler var ya işte onlara müjde vardır. O halde sen de müjde ver o kullarıma ki;
18- Onlar sözü dinleyip en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah’ın kendilerini doğru yola ulaştırdığı kimselerdir. İşte olgun akıl sahibi olanlar da onlardır.
#
{17} لما ذَكَرَ تعالى حال المجرمين؛ ذَكَرَ حالَ المنيبين وثوابَهم، فقال: {والذين اجْتَنَبوا الطاغوتَ أن يَعْبُدوها}: والمرادُ بالطاغوت في هذا الموضع عبادةُ غير الله؛ فاجْتَنَبوها في عبادتها، وهذا من أحسنِ الاحترازِ من الحكيم العليم؛ لأنَّ المدحَ إنَّما يتناولُ المجتَنِبَ لها في عبادتها. {وأنابوا إلى اللهِ}: بعبادتِهِ وإخلاص الدينِ له، فانصرفتْ دواعيهم من عبادةِ الأصنام إلى عبادةِ الملكِ العلاَّم، ومن الشركِ والمعاصي إلى التوحيدِ والطاعات. {لهمُ البُشرى}: التي لا يُقادِرُ قَدْرَها ولا يَعْلَمُ وصْفَها إلاَّ مَنْ أكْرَمَهم بها، وهذا شاملٌ للبُشرى في الحياة الدُّنيا بالثناء الحسن والرؤيا الصالحةِ والعنايةِ الربَّانيَّة من الله، التي يرونَ في خلالها أنَّه مريدٌ لإكرامهم في الدُّنيا والآخرة، ولَهُمُ البشرى في الآخرة عند الموت وفي القبر وفي القيامة، وخاتمةُ البُشرى ما يبشِّرُهم به الربُّ الكريم من دوام رضوانِهِ وبرِّه وإحسانِهِ وحلول أمانِهِ في الجنة.
17.
Yüce Allah suçlü günahkarların cezasından bahsettikten sonra kendisine yönelenlerin halini ve mükâfatlarını da söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
“Tâğût’a ibadet etmekten sakınan...” buyruğunda geçen
“tâğût”tan kasıt, Allah’tan başkasına ibadet etmektir. Yani tâğûta ibadet etmekten uzak durun, denmektedir.
Bu ifade hikmeti sonsuz, her şeyi bilen Yüce Allah tarafından kullanılmış en güzel belirleyici ifadelerden birisidir. Çünkü buradaki övgü ancak tâğûta ibadet etmekten uzak duranları kapsamaktadır. Ayrıca “Allah’a” ibadet etmek ve dini yalnızca O’na halis kılmak sureti ile
“yönelenler” ve böylelikle putlara ibadetten yüz çevirerek her şeyi bilen mutlak hakim Allah’a ibadete, şirk ve masiyetlerden tevhid ve itaate dönenlere
“işte onlara” ölçüsünü ancak kendilerine bunu ikram edenin tespit edebileceği, vasıflarını da ancak O’nun bilebileceği çapta bir
“müjde vardır.”
Bu müjde, dünya hayatında güzel övgü, salih rüya, Allah tarafından Rabbani inâyete mazhar olmak gibi hususları da kapsar ki bu Rabbani inâyetin içerisine O’nun dünyada ve âhirette kendilerine ikramda bulunmayı irade buyurması da dahildir.
Yine ölüm esnasında, kabirde ve kıyamet gününde de onlara müjde vardır. Bu müjdenin sonu ise Kerim olan Rabbin, cennette onlara lütfedeceği rızasının, iyilik, ihsan ve güvenin kendilerini sonsuza kadar kapsayacağına dair onlara vereceği müjdedir.
Yüce Allah, onlar için bir müjde bulunduğu haberini verdikten sonra, peygamberine onlara bu müjdeyi vermesini de emretmekte,
ayrıca hangi sıfatları ile bu müjdeye layık olduklarını da söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{18} ولمَّا أخبر أنَّ لهم البُشرى؛ أمره الله ببشارَتِهِم، وذَكَرَ الوصفَ الذي استحقُّوا به البشارةَ، فقال: {فَبَشِّرْ عبادِ. الذين يستَمِعون القولَ فيتَّبِعونَ أحْسَنَهُ}: وهذا جنسٌ يشملُ كلَّ قول؛ فهم يستمعون جنس القول ليميِّزوا بين ما ينبغي إيثارُه مما ينبغي اجتنابُه؛ فلهذا كان من حزمهم وعقلهم أنَّهم يتَّبِعون أحسنَه، وأحسنُه على الإطلاق كلامُ الله وكلامُ رسوله؛ كما قال في هذه السورة: {اللهُ نَزَّلَ أحسنَ الحديثِ كتاباً متشابهاً ... } الآية.
وفي هذه الآية نكتةٌ، وهي أنَّه لما أخبر عن هؤلاء الممدوحين أنَّهم يستمعون القول فيتَّبِعون أحسنَه؛ كأنَّه قيل: هل من طريقٍ إلى معرفة أحسنِهِ حتى نتَّصِفَ بصفات أولي الألباب، وحتى نعرِفَ أنَّ مَنْ آثره عَلِمْنا أنَّه من أولي الألباب؟ قيل: نعم؛ أحسنُه ما نصَّ الله عليه بقوله: {اللهُ نَزَّلَ أحسنَ الحديثِ كتاباً متشابهاً ... } الآية. أولئك {الذين يستمعونَ القولَ فيتَّبِعونَ أحسنَهُ أولئك الذين هداهُمُ اللهُ}: لأحسن الأخلاق والأعمال، {وأولئك هم أولو الألبابِ}؛ أي: العقول الزاكية، ومن لُبِّهم وحزمِهِم أنَّهم عَرَفوا الحسن من غيره، وآثروا ما ينبغي إيثارُهُ على ما سواه، وهذا علامةُ العقل، بل لا علامةَ للعقل سوى ذلك؛ فإنَّ الذي لا يميز بين الأقوال حسنِها وقبيحِها؛ ليس من أهل العقول الصحيحةِ، أو الذي يميِّزُ لكنْ غلبتْ شهوتُه عقلَه فبقي عقلُه تابعاً لشهوتِهِ فلم يؤثِرِ الأحسنَ؛ كان ناقصَ العقل.
18.
“Onlar sözü dinleyip en güzeline uyarlar.” Burada söz, her türlü sözü kapsayacak şekilde cins/tür anlamındadır. Yani onlar, tercih edilmesi gerekenle kendisinden sakınılması gerekeni birbirinden ayırt etmek için sözü dinlerler. Doğruluktaki kararlılıklarının ve akıllılıklarının bir sonucu olarak da sözün en güzeline tâbi olurlar.
Kayıtsız ve şartsız olarak sözlerin en güzeli de Allah’ın ve Rasûlünün kelâmıdır.
Nitekim Yüce Allah bu sûrede şöyle buyurmaktadır: “Allah, sözün en güzelini, müteşabih, tekrar edilen bir kitap halinde indirmiştir...” (ez-Zümer, 39/23)
Bu âyet-
i kerimede bir incelik vardır ki o da şudur: Bu övülmeye değer kimselerin sözü dinleyip en güzeline tâbi oldukları haber verilince sanki şöyle bir soru sorulmuştur: Olgun akıl sahibi kimselerin sıfatlarını taşımamız için ve bir kimsenin onu tercih ettiği için olgun akıl sahiplerinden olduğunu bilebilmemiz için sözün en güzelini bilmenin bir yolu var mıdır?” Buna cevap olarak da şöyle denilmiş gibidir: Evet,
sözün en güzeli Yüce Allah’ın şu buyruğu ile işaret ettiği sözdür: “Allah, sözün en güzelini, müteşabih, tekrar edilen bir kitap halinde indirmiştir.”
“İşte onlar, Allah’ın kendilerini doğru yola” ahlâk ve amellerin en güzeline
“ulaştırdığı kimselerdir. İşte olgun” temiz
“akıl sahibi olanlar da onlardır.” Akıllarının ve güzel kararlılıklarının bir neticesi olarak onlar, güzel olanı da olmayanı da bilirler ve tercih edilmesi gerekeni başkasına tercih ederler. İşte aklın alâmeti budur, hatta aklın bunun dışında bir alâmeti de yoktur. Güzeli ile çirkini ile sözleri birbirinden ayırt edemeyen bir kimse, olgun akıl sahibi kimselerden olamaz. Yahut ayırt etmekle birlikte arzuları aklına galip geldiğinden dolayı, aklı arzusuna tâbi olup en güzel olanı tercih etmeyen bir kimsenin aklı da eksiktir.
{أَفَمَنْ حَقَّ عَلَيْهِ كَلِمَةُ الْعَذَابِ أَفَأَنْتَ تُنْقِذُ مَنْ فِي النَّارِ (19) لَكِنِ الَّذِينَ اتَّقَوْا رَبَّهُمْ لَهُمْ غُرَفٌ مِنْ فَوْقِهَا غُرَفٌ مَبْنِيَّةٌ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ وَعْدَ اللَّهِ لَا يُخْلِفُ اللَّهُ الْمِيعَادَ (20)}.
19- Hakkında azap sözü hak olmuş; evet, ateşte olan o kişiyi sen mi kurtaracaksın?
20- Fakat Rablerinden korkup sakınanlara gelince onlar için birbirleri üzerine bina edilmiş, altlarından da ırmaklar akan köşkler vardır.
(Bu) Allah’ın vaadidir. Allah da vaadinden dönmez.
#
{19} أي: أفمن وجبتْ عليه كلمةُ العذاب باستمرارِهِ على غَيِّهِ وعناده وكفرِهِ؛ فإنَّه لا حيلة لك في هدايته، ولا تقدِرُ تُنْقِذُ مَنْ في النار لا محالة.
19. Yani sapıklığı, inadı ve küfrünü sürdürmesi sebebi ile hakkında azap sözü hak olmuş kimsenin, hidâyet bulmasına imkan yoktur. Sen de kaçınılmaz olarak ateşe girmek durumunda olan böyle bir kimseyi asla kurtaramazsın.
#
{20} لكنِ الغبنُ كلُ الغبن والفوزُ كلُّ الفوزِ للمتَّقين، الذين أعدَّ لهم من الكرامة وأنواع النعيم ما لا يُقادَرُ قَدْرُهُ، {لهم غُرَفٌ}؛ أي: منازل عاليةٌ مزخرفةٌ من حسنها وبهائها وصفائِها أنَّه يُرى ظاهرُها من باطنها وباطِنُها من ظاهرها، ومن علوِّها وارتفاعِها أنَّها تُرى كما يُرى الكوكبُ الغابرُ في الأفق الشرقيِّ أو الغربيِّ، ولهذا قال: {مِن فوقِها غرفٌ}؛ أي: بعضُها فوقَ بعضٍ {مبنيةٌ}: بذهب وفضة ومِلاطُها المسكُ الأذفر، {تجري من تحتها الأنهارُ}: المتدفقةُ المسقية للبساتين الزاهرة والأشجار الطاهرة، فتُغِلُّ أنواع الثمار اللذيذة والفاكهة النضيجة. {وَعْدَ اللهِ لا يُخْلِفُ الله الميعاد}: وقد وعد المتَّقين هذا الثواب؛ فلا بدَّ من الوفاء به؛ فَلْيوفوا بخصال التقوى؛ ليوفِّيَهُمْ أجورَهم.
20. Gerçek zenginlik ve tam anlamı ile kurtuluş, takvâ sahipleri için söz konusu olacaktır. Allah, onlar için öyle lütuflar, öyle çeşitli nimetler hazırlamıştır ki bunun ölçüsünün, miktarının tespit edilmesine imkân yoktur.
“Onlar için” oldukça yüksek ve süslü
“köşkler” vardır. Bu köşklerin güzelliği, göz alıcılığı, nezaheti ve şeffaflığı dolayısı ile içeriden dışarıları, dışarıdan da içerileri görülür. Bunlar o kadar yüksektir ki, semanın doğu veya batı ufkunda görülen oldukça uzaktaki bir yıldız gibi görülürler.
İşte bundan dolayı şöyle buyrulmaktadır: “Birbirleri üzerine bina edilmiş” altın ve gümüşten yapılmış, sıvaları en değerli miskten olan;
“altlarından da” kaynayıp coşan
“ırmaklar akan köşkler vardır.” Bu ırmaklar, o pek güzel bahçeleri, tertemiz ağaçları sular. Bu ağaçlar da son derece lezzetli ve türlü mahsuller ve olgun meyveler verir.
“(Bu) Allah’ın vaadidir. Allah da vaadinden dönmez.” O, bu mükâfatı takvâ sahiplerine vaat etmiştir. Bu vaadi gerçekleştirmesi muhakkaktır. Bu yüzden gerçek kulları, takvânın gereklerini eksiksiz olarak yerine getirsinler ki O da onların mükâfatlarını eksiksiz versin.
{أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللَّهَ أَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَسَلَكَهُ يَنَابِيعَ فِي الْأَرْضِ ثُمَّ يُخْرِجُ بِهِ زَرْعًا مُخْتَلِفًا أَلْوَانُهُ ثُمَّ يَهِيجُ فَتَرَاهُ مُصْفَرًّا ثُمَّ يَجْعَلُهُ حُطَامًا إِنَّ فِي ذَلِكَ لَذِكْرَى لِأُولِي الْأَلْبَابِ (21)}.
21- Görmez misin ki Allah, gökten bir su indirir de onu yeryüzündeki birtakım kaynaklara sevkedip
(oralarda depolar), sonra da onunla çeşitli renklerde türlü ekinler çıkarır. Daha sonra o ekinler kurur da sen onları sararmış bir halde görürsün. Sonra da Allah onları çer-çöpe dönüştürür. Şüphesiz bunda olgun akıl sahipleri için öğüt vardır.
#
{21} يُذَكِّرُ تعالى أولي الألباب ما أنزلَه من السماء من الماء، وأنَّه سلكه ينابيع في الأرض؛ أي: أودعه فيها ينبوعاً يُسْتَخْرَجُ بسهولةٍ ويسرٍ. {ثم يخرِجُ به زرعاً مختلفاً ألوانُهُ}: من بُرٍّ وذرةٍ وشعيرٍ وأرزٍّ وغير ذلك، {ثم يَهيجُ}: عند استكمالِهِ أو عند حدوث آفةٍ فيه، {فتراه مصفرًّا ثم يَجْعَلُه حطاماً}: متكسِّراً. {إنَّ في ذلك لَذِكْرى لأولي الألبابِ}: يذكرون به عنايةَ ربِّهم ورحمتَه بعبادِهِ، حيث يَسَّرَ لهم هذا الماء وخَزَنَه بخزائنِ الأرض تبعاً لمصالحهم، ويذكرون به كمالَ قدرتِهِ، وأنَّه يُحيي الموتى كما أحيا الأرض بعد موتِها، ويذكُرونَ به أنَّ الفاعلَ هو المستحقُّ للعبادة. اللهم! اجْعَلْنا من أولي الألباب، الذين نَوَّهْتَ بذِكْرِهم، وهديتَهم بما أعطيتَهم من العقول وأرَيْتَهم من أسرارِ كتابِكَ وبديع آياتِكَ ما لم يصِلْ إليه غيرُهم؛ إنَّك أنت الوهابُ.
21. Yüce Allah, olgun akıl sahiplerine gökten indirdiği suyu, bu suyu yeryüzündeki kaynaklara akıttığını yani bu kaynaklara kolaylıkla çıkartılabilecek şekilde yerleştirdiğini hatırlatmaktadır.
“Sonra onunla çeşitli renklerde türlü ekinler” buğday, mısır, arpa, pirinç ve daha başka mahsuller
“çıkarır. Daha sonra o ekinler” olgunlaştıktan sonra yahut da herhangi bir afet ve salgın hastalığın meydana gelmesi halinde
“kurur da sen onları sararmış bir halde görürsün. Sonra da Allah onları” ufalanmış
“çer-çöpe dönüştürür. Şüphesiz bunda olgun akıl sahipleri için öğüt vardır.” Onlar bununla Rablerinin inâyetini ve kullarına olan rahmetini hatırlarlar.
Çünkü onlara bu suyu elde etme yollarını kolaylaştırmış, yeryüzündeki mahzenlere o suyu onların menfaatlerine uygun bir şekilde depolamıştır. Onlar, bundan ilâhî kudretin kemalini, yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği gibi ölüleri de dirilteceğini düşünüp anlarlar. Yine onunla, bütün bunları yapanın mutlak olarak ibadete hak sahibi olduğunu da bilirler.
Allah’ım; sen bizleri kendilerinden övgü ile söz ettiğin, kendilerine ihsan ettiğin akıllarla hidâyete ilettiğin, Kitabının sırlarını, harikulade âyet ve belgelerini başkalarının ulaşamayacağı şekilde gösterdiğin o olgun akıl sahiplerinden eyle! Şüphesiz Sen bağışı sınırsız olansın.
{أَفَمَنْ شَرَحَ اللَّهُ صَدْرَهُ لِلْإِسْلَامِ فَهُوَ عَلَى نُورٍ مِنْ رَبِّهِ فَوَيْلٌ لِلْقَاسِيَةِ قُلُوبُهُمْ مِنْ ذِكْرِ اللَّهِ أُولَئِكَ فِي ضَلَالٍ مُبِينٍ (22)}.
22- Allah’ın göğsünü İslâm’a açtığı böylece Rabbinden gelen bir nur üzere bulunan kimse hiç
(böyle olmayanla bir) midir? O halde Allah’ın zikrinden yana kalpleri kaskatı kesilenlerin vay haline! İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.
#
{22} أي: أفيستوى مَنْ شَرَحَ الله صدرَه للإسلام، فاتَّسع لتلقِّي أحكام الله والعمل بها منشرحاً قرير العين على بصيرةٍ من أمره، وهو المرادُ بقولِهِ: {فهو على نورٍ من ربِّهِ}: كمن ليس كذلك؛ بدليل قوله: {فويلٌ للقاسيةِ قلوبُهُم مِنْ ذكرِ الله}؛ أي: لا تلين لكتابه ولا تتذكَّر آياتِهِ ولا تطمئنُّ بذكرِهِ، بل هي معرِضَةٌ عن ربِّها، ملتفتةٌ إلى غيره؛ فهؤلاء لهم الويلُ الشديدُ والشرُّ الكبير. {أولئك في ضلال مبين}: وأيُّ ضلال أعظمُ من ضلال مَنْ أعْرَضَ عن وليِّه، ومَنْ كلُّ السعادة في الإقبال عليه، وقسا قلبُهُ عن ذكرِهِ، وأقبل على كلِّ ما يضرُّه؟!
22. Yani Allah’ın göğsünü İslâm için genişleterek hükümlerini kabule, onların gereğince -gönül hoşluğu, göz aydınlığı ve basiret içinde- amel etmeye dair kalbine genişlik verdiği kimse -ki bu
“böylece Rabbinden gelen bir nur üzere bulunan kimse” buyruğu ile kastedilen kimsedir- hiç böyle olmayan kimse gibi olur mu?
Buyruğun bu anlamda olduğuna delil,
Yüce Allah’ın: “Allah’ın zikrinden yana kalpleri kaskatı kesilenlerin vay haline!” buyruğudur. Yani böylelerinin kalpleri, Allah’ın Kitabı dolayısı ile yumuşamaz, O’nun âyetlerinden ibret ve öğüt almaz, Allah’ı anmakla da bu kalpler huzur bulmaz. Bilakis bu kalpler, Rabbinden yüz çevirerek başkasına yönelirler. İşte böyleleri için çok çetin bir azap vardır, pek büyük kötülükler onları beklemektedir. Vay onların haline!
“İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.” Gerçek dostundan yüz çevirenin sapıklığından daha büyük çapta sapıklık var mıdır? Halbuki bütün mutluluk, bahtiyarlık O’na yönelmektedir. Gerçek dostunu anmayarak kalbi kaskatı kesilen ve kendisine zarar veren her şeye yönelenden daha bedbaht kim olabilir?
{اللَّهُ نَزَّلَ أَحْسَنَ الْحَدِيثِ كِتَابًا مُتَشَابِهًا مَثَانِيَ تَقْشَعِرُّ مِنْهُ جُلُودُ الَّذِينَ يَخْشَوْنَ رَبَّهُمْ ثُمَّ تَلِينُ جُلُودُهُمْ وَقُلُوبُهُمْ إِلَى ذِكْرِ اللَّهِ ذَلِكَ هُدَى اللَّهِ يَهْدِي بِهِ مَنْ يَشَاءُ وَمَنْ يُضْلِلِ اللَّهُ فَمَا لَهُ مِنْ هَادٍ (23)}.
23- Allah, sözün en güzelini müteşâbih ve tekrar edilen bir kitap halinde indirmiştir ki onda
(bulunan uyarı ve tehditlerden) dolayı Rablerinden korkanların derileri ürperir. Sonra da derileri ve kalpleri, Allah'ın
(vaat ve teşvik içeren) zikriyle yumuşayıp yatışır. İşte bu, Allah’ın hidâyetidir ki O, onunla dilediğine hidâyet verir. Allah’ın saptırdığı kimseyi ise doğru yola iletecek hiç kimse yoktur.
#
{23} يخبر تعالى عن كتابه الذي نزَّله أنَّه أحسنُ {الحديث} على الإطلاق؛ فأحسنُ الحديث كلامُ الله، وأحسنُ الكتبِ المنزلةِ من كلام الله هذا القرآن، وإذا كان هو الأحسنَ؛ عُلِمَ أنَّ ألفاظه أفصحُ الألفاظ وأوضحُها، وأنَّ معانِيَه أجلُّ المعاني؛ لأنَّه أحسنُ الحديث في لفظه ومعناه. {متشابهاً}: في الحسن والائتلاف وعدم الاختلاف بوجهٍ من الوجوه، حتى إنه كلَّما تدبَّره المتدبِّر وتفكَّر فيه المتفكِّر؛ رأى من اتِّفاقه ـ حتى في معانيه الغامضة ـ ما يُبْهِرُ الناظرين ويجزم بأنَّه لا يصدُرُ إلاَّ من حكيم عليم، هذا المراد بالتَّشابُهِ في هذا الموضع، وأما في قوله تعالى: {هو الذي أنْزَلَ عليك الكتابَ منه آياتٌ محكماتٌ هنَّ أمُّ الكتابِ وأخَرُ متشابهاتٌ}؛ فالمرادُ بها: التي تشتبهُ على فهوم كثيرٍ من الناس، ولا يزول هذا الاشتباه إلاَّ بردِّها إلى المحكم، ولهذا قال: {منه آياتٌ محكماتٌ هنَّ أمُّ الكتاب وأخَرُ متشابهاتٌ}: فجعل التشابه لبعضِهِ، وهنا جَعَلَه كلَّه متشابهاً؛ أي: في حسنه؛ لأنه قال: {أحسنَ الحديثِ}، وهو سورٌ وآياتٌ، والجميعُ يشبِهُ بعضُه بعضاً؛ كما ذكرنا. {مثانيَ}؛ أي: تُثَنَّى فيه القصصُ والأحكامُ والوعدُ والوعيدُ وصفاتُ أهل الخير وصفاتُ أهل الشرِّ، وتُثَنَّى فيه أسماءُ الله وصفاتُه، وهذا من جلالتِهِ وحسنِهِ؛ فإنَّه تعالى لمَّا عَلِمَ احتياجَ الخلقِ إلى معانيه المزكِّية للقلوب المكمِّلة للأخلاق، وأنَّ تلك المعاني للقلوب بمنزلة الماء لسقي الأشجار؛ فكما أنَّ الأشجار كلَّما بَعُدَ عهدُها بسقي الماء؛ نقصت، بل ربَّما تَلِفَتْ، وكلَّما تكرَّر سقيُها؛ حَسُنَتْ وأثمرتْ أنواع الثمارِ النافعةِ؛ فكذلك القلبُ يحتاجُ دائماً إلى تكرُّر معاني كلام الله تعالى عليه، وأنَّه لو تكرَّر عليه المعنى مرةً واحدةً في جميع القرآن؛ لم يقعْ منه موقعاً، ولم تحصُلِ النتيجةُ منه.
ولهذا سلكتُ في هذا التفسير هذا المسلكَ الكريم؛ اقتداءً بما هو تفسيرٌ له؛ فلا تجدُ فيه الحوالةَ على موضع من المواضع، بل كلُّ موضع تجدُ تفسيرَه كاملَ المعنى غيرَ مراع لما مضى مما يُشْبِهُهُ، وإنْ كان بعضُ المواضع يكون أبسطَ من بعضٍ وأكثرَ فائدة، وهكذا ينبغي للقارئ للقرآنِ المتدبِّر لمعانيه أن لا يَدَعَ التدبُّرَ في جميع المواضع منه؛ فإنَّه يحصُلُ له بسبب ذلك خيرٌ كثيرٌ ونفعٌ غزيرٌ. ولما كان القرآنُ العظيمُ بهذه الجلالة والعظمةِ؛ أثَّر في قلوب أولي الألباب المهتدين؛ فلهذا قال تعالى: {تَقْشَعِرُّ منه جلودُ الذين يَخْشَوْنَ ربَّهم}: لما فيه من التخويف والترهيب المزعج، {ثمَّ تَلينُ جلودُهم وقلوبُهم إلى ذِكْرِ اللَّهِ}؛ أي: عند ذكر الرجاء والترغيب؛ فهو تارةً يرغِّبُهم لعمل الخير، وتارةً يرهِّبُهم من عمل الشر. {ذلك}: الذي ذكره الله من تأثير القرآن فيهم {هدى الله}؛ أي: هدايةٌ منه لعباده، وهو من جملة فضله وإحسانه عليهم، {يَهْدي به}؛ أي: بسبب ذلك {مَن يشاءُ} من عبادِهِ. ويُحْتَمَلُ أنَّ المرادَ بقوله: {ذلك}؛ أي: القرآن الذي وَصَفْناه لكم {هدى الله}: الذي لا طريقَ يوصِلُ إلى الله إلاَّ منه. {يَهْدي به مَن يَشاءُ} من عبادِهِ، ممَّن حَسُنَ قصدُه؛ كما قال تعالى: {يَهْدِي بِهِ اللهُ مَنِ اتَّبَعَ رِضْوانَه سُبُلَ السلام}. {ومَن يُضْلِلِ اللهُ فما لَهُ من هادٍ}: لأنَّه لا طريق يوصِلُ إليه إلاَّ توفيقُه، والتوفيقُ للإقبال على كتابِهِ، فإذا لم يحصُلُ هذا؛ فلا سبيل إلى الهدى، وما هو إلاَّ الضلالُ المبين والشقاء.
23. Yüce Allah, indirdiği Kitabından bize haber vermektedir ki o, kayıtsız ve şartsız
“sözün en güzeli”dir. Sözün en güzeli, Allah’ın kelâmıdır. Allah’ın kelamı olup da indirilen kitapların en güzeli de bu Kur’ân-ı Kerîm’dir. En güzel o olduğuna göre onun lafızları da lafızların en açığı, en anlaşılırıdır. Onun ihtiva ettiği manalar en yüce anlamlardır. Çünkü o, hem sözleri ile hem manası ile sözün en güzelidir. Ayrıca
“müteşâbih”tir. Yani güzellikte birbirine benzerdir. Sözleri, birbirleri ile uyumu ve hiçbir şekilde birbirleri ile çelişmemesi açısından da birbirine benzerlik arzederler. Öyle ki bir kimse bu sözler üzerinde düşünüp tefekkür ettiği taktirde onun açık seçik olmayan anlamlarının dahi düşünenlerin gözlerini kamaştırdığını ve böyle bir sözün ancak hikmeti sonsuz olanın ve her şeyi bilenin sözü olacağına kesinlikle karar verdiğini ve bunun, sözleri arasındaki uyumdan kaynaklandığını görür. İşte bu buyruktaki “müteşâbih” terimi ile kastedilen budur.
Yüce Allah’ın: “Sana Kitab’ı indiren O’dur. Ondaki bir kısım âyetler muhkemdir, bunlar Kitab’ın anasıdır. Diğer bir kısmı da müteşâbihtir.” (Ali İmran, 3/7) buyruğunda geçen
“müteşabih” ile ise pek çok kimsenin anlamını açıkça kavrayamadığı ve ancak muhkemlerin ışığında üzerinde durulması halinde bu açık olmayan yönlerinin açığa çıktığı buyruklar kastedilmektedir. Bundan dolayı: “Ondaki bir kısım âyetler muhkemdir, bunlar Kitab’ın anasıdır. Diğer bir kısmı da müteşâbihtir” buyurulmakta ve böylelikle müteşabihlik vasfı Kitabın sadece bir bölümü hakkında söz konusu edilmektedir.
Tefsirini yapmakta olduğumuz bu âyet-i kerimede ise
“müteşabihlik” Kitabın tümü hakkında söz konusudur. Yani güzelliği itibari ile bu Kitabın buyrukları birbirine benzemektedir.
Çünkü Yüce Allah burada: “Sözün en güzelini” buyurmaktadır ki bu da sûreler ve âyetlerden ibarettir. Belirttiğimiz yönlerden de hepsi birbirine benzemektedir.
“Tekrar edilen/mesanî” yani kıssaların, ahkâmın, vaadin ve tehdidin, hayırlıların ve şerlilerin vasıflarının, Yüce Allah’ın isim ve sıfatlarının, tekrar tekrar zikredildiği kitap demektir.
Bu da bu Kitab’ın üstünlüğünün ve güzelliğinin bir neticesidir. İnsanlar Kur'ân’ın, kalpleri arındıran ve ahlâkı kemale erdiren anlamlarına muhtaçtırlar ve bu anlamlar, kalpler için ağaçların sulanması için gerekli olan su gibidir. O nedenle nasıl ki ağaçlar uzun aralıklarla sulandığında zayıflar hatta telef olurlar, sıkça sulandıkları takdirde de güzelleşip faydalı çeşitli mahsuller verirler, işte kalbin de aynı böyle Yüce Allah’ın kelâmının ihtiva ettiği manaları her zaman için tekrar tekrar dinlemeye ihtiyacı vardır.
Aynı şekilde herhangi bir mana Kur’ân’ın tümünde yalnızca bir defa tekrarlanacak olsa, onun kalpte gerekli etkiyi yapmayacağı ve istenen sonucu doğurmayacağı açıktır.
Bundan dolayıdır ki ben de bu tefsirde bu güzel yolu seçtim, bu tefsirimde tefsirini yaptığım kitabın üslubuna uydum.
Bu yüzden bu tefsirde herhangi bir yere gönderme yaptığım görülmez. Aksine her yerde ilgili açıklamaların tam anlamı ile verilmeye çalışıldığını ve daha önceden geçen benzer açıklamaların göz önünde bulundurulmadığı görülür. Her ne kadar kimi yerlerdeki açıklamalar daha geniş ve anlatılanlar daha çok ise de genelde bu, böyledir.
İşte Kur’ân okuyan ve onun manaları üzerinde düşünen kimsenin de üzerinde düşünmedik hiçbir yer bırakmaması gerekir. O, böylelikle pek çok hayırlar elde etmiş, sayılamayacak kadar büyük faydalar sağlamış olur.
Kur’ân-ı Kerîm, bu üstün değere ve azamete sahip olduğundan dolayı, hidayet bulan gerçek akıl sahiplerinin kalplerini etkilemiştir.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Onda (bulunan uyarı ve tehditlerden) dolayı Rablerinden korkanların derileri ürperir..” Buna sebep ise o Kitaptaki oldukça korkutucu ifadelerin yer almasıdır.
“Sonra da derileri ve kalpleri, Allah'ın (vaat ve teşvik içeren) zikriyle yumuşayıp yatışır.” Yani Allah’ın umutlandırıcı ve teşvik edici buyrukları zikredildiği zaman da onların derileri ve kalpleri yatışır.
Çünkü bu Kitap, kimi zaman hayırlı amel işlemeye onları teşvik eder, kimi zaman da kötü işler yapmaktan onları korkutup sakındırır.
“İşte bu” Yüce Allah’ın sözünü ettiği Kur’ân-ı Kerîm’in onları etkilemesi, “Allah’ın hidâyetidir.” Allah tarafından kullarına ihsan edilmiş bir hidâyettir. Allah’ın onlara lütuf ve ihsanının bir parçasıdır.
“O, onunla” yani ondan dolayı, onun vesilesiyle kullarından “dilediğine hidâyet verir.”
“İşte bu Allah’ın hidâyetidir” buyruğu ile şunun kastedilmiş olma ihtimali de vardır:
“İşte bu” yani size niteliklerini belirttiğimiz bu Kur’ân-ı Kerîm “Allah’ın hidâyetidir.” Ancak bu Kitaptan hareketle izlenen yol, Allah’a götürür.
“O, onunla” kulları arasından niyeti güzel olduğu için “dilediğine hidâyet verir.” Nitekim Yüce Allah,
bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Allah, onunla rızasına uyanları selamet yollarına iletir.” (el-Maide, 5/16)
“Allah’ın saptırdığı kimseyi ise doğru yola iletecek hiç kimse yoktur.” Çünkü Allah’a ancak O’nun ihsan edeceği başarı ile ulaşmak mümkün olur. Böyle bir başarı ise O’nun Kitabına yönelmekle elde edilir. Bu gerçekleşmeyecek olursa hidâyet yolunu bulmaya imkân yoktur. Çünkü geriye ancak apaçık bir sapıklık ve oldukça alçaltıcı bedbahtlıktan başka bir şey kalmaz.
{أَفَمَنْ يَتَّقِي بِوَجْهِهِ سُوءَ الْعَذَابِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَقِيلَ لِلظَّالِمِينَ ذُوقُوا مَا كُنْتُمْ تَكْسِبُونَ (24) كَذَّبَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ فَأَتَاهُمُ الْعَذَابُ مِنْ حَيْثُ لَا يَشْعُرُونَ (25) فَأَذَاقَهُمُ اللَّهُ الْخِزْيَ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَلَعَذَابُ الْآخِرَةِ أَكْبَرُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ (26)}.
24- Kıyamet günü feci azaptan
(elleri bağlı olduğu için) yüzü ile korunmaya çalışacak olan kimse hiç
(böyle olmayanla bir) midir?
(O gün) zalimlere:
“Tadın kazandıklarınızı!” denir.
25- Onlardan öncekiler yalanlamıştı da azap onlara hiç fark etmedikleri bir yerden geliverdi.
26- Böylece Allah, onlara dünyada rüsvaylığı tattırdı. Âhiret azabı ise elbette daha büyüktür. Keşke bilselerdi!
#
{24} أي: أفيستوي هذا الذي هداه اللهُ، ووفَّقه لسلوك الطريق الموصلةِ لدارِ كرامتِهِ كمن كان في الضلال، واستمرَّ على عنادِهِ حتى قَدِمَ القيامة فجاءه العذابُ العظيم فجعلَ يتَّقي بوجهِهِ الذي هو أشرفُ الأعضاء، وأدنى شيءٍ من العذاب يؤثِّرُ فيه، فهو يتَّقي فيه سوء العذاب؛ لأنَّه قد غُلَّتْ يداه ورجلاه؟! {وقيل للظالمين}: أنفسَهم بالكفرِ والمعاصي توبيخاً وتقريعاً: {ذوقوا ما كنتُم تكسِبونَ}.
24. Yani Yüce Allah’ın kendisine hidâyet verdiği, lütuf ve ihsan yurduna ulaştıran yolu izleme başarısını ihsan ettiği böyle bir kimse ile sapıklıkta olup inadını sürdüren ve ölene kadar böyle devam eden kimse hiç bir olur mu? Nihayet kıyamet günü geldiğinde o, pek büyük bir azapla karşılaşır ve insan organlarının en şereflisi olan yüzü ile kendisini çok az miktarı dahi onu etkileyecek olan o azaptan korumaya çalışır. Elleri ve ayakları zincire vurulmuş olacağından yüzüyle kendisini korumaya çalışır?
Küfür ve masiyetlerle kendi nefislerine zulmetmiş olan
“zalimlere de” azar olarak:
“Tadın kazandıklarınızı!, denir.”
#
{25} {كَذَّبَ الذين من قبلِهِم}: من الأمم كما كذَّبَ هؤلاء، {فأتاهم العذابُ من حيثُ لا يشعُرونَ}: جاءهم في غفلةٍ أولَ نهار أو هم قائلون.
25.
“Onlardan önceki” ümmetler de bunların yalanladığı gibi
“yalanlamıştı da azap onlara hiç fark etmedikleri bir yerden” Onlar gafil iken, gündüzün başında ya da öğle vakti dinlenmek üzere uyumaya çekildikleri bir sırada
“geliverdi.”
#
{26} {فأذاقَهُمُ اللهُ}: بذلك العذاب {الخزيَ في الحياة الدُّنيا}: فافْتُضِحوا عند الله وعند خلقِهِ. {ولَعَذابُ الآخرةِ أكبرُ لو كانوا يعلمونَ}: فليحذرْ هؤلاء من المُقامِ على التكذيبِ فيصيبَهم ما أصابَ أولئك من التعذيب.
26.
“Böylece Allah, onlara dünyada” azabı tattırmak sureti ile
“rüsvaylığı tattırdı.” Böylelikle hem Allah’ın huzurunda hem de yarattıkları karşısında rezil rüsvay oldular.
“Âhiret azabı ise elbette daha büyüktür. Keşke bilselerdi!” O halde bunlar da yalanlamakta ısrar etmekten sakınmalıdırlar. Yoksa onlara da öncekilere isabet eden azap isabet eder.
{وَلَقَدْ ضَرَبْنَا لِلنَّاسِ فِي هَذَا الْقُرْآنِ مِنْ كُلِّ مَثَلٍ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ (27) قُرْآنًا عَرَبِيًّا غَيْرَ ذِي عِوَجٍ لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ (28) ضَرَبَ اللَّهُ مَثَلًا رَجُلًا فِيهِ شُرَكَاءُ مُتَشَاكِسُونَ وَرَجُلًا سَلَمًا لِرَجُلٍ هَلْ يَسْتَوِيَانِ مَثَلًا الْحَمْدُ لِلَّهِ بَلْ أَكْثَرُهُمْ لَا يَعْلَمُونَ (29) إِنَّكَ مَيِّتٌ وَإِنَّهُمْ مَيِّتُونَ (30) ثُمَّ إِنَّكُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ عِنْدَ رَبِّكُمْ تَخْتَصِمُونَ (31)}.
27- Andolsun ki biz, bu Kur’ân’da düşünüp öğüt alsınlar diye insanlar için her türlü misali verdik.
28- Korkup sakınsınlar diye de
(bu kitabı) hiçbir eğriliği olmayan, Arapça bir Kur’ân olarak
(indirdik.)
29- Allah, birbirleriyle çekişip duran birkaç ortağın/efendinin sahip olduğu bir adam ile sadece bir efendiye ait olan bir başka adamı misal verir. Hiç bu ikisinin durumu eşit olur mu? Hamdolsun Allah’a! Fakat onların çoğu
(bu gerçeği) bilmezler.
30- Şüphesiz sen de öleceksin, onlar da öleceklerdir.
31- Sonra da Kıyamet günü Rabbinizin huzurunda
(toplanıp) muhakeme olacaksınız.
#
{27} يخبر تعالى أنَّه ضربَ في القرآن من جميع الأمثال؛ أمثال أهل الخير وأمثال أهل الشرِّ وأمثال التوحيد والشرك، وكلُّ مثل يقرِّبُ حقائق الأشياء والحكمة في ذلك؛ {لعلَّهم يَتَذَكَّرونَ}: عندما نوضِّحُ لهم الحقَّ، فيعلمون ويعملون.
27. Yüce Allah, bu Kur’ân-ı Kerîm’de hayır ve şer ehline dair, tevhide ve şirke dair bütün misalleri verdiğini haber vermektedir ki bu misaller, eşyanın hakikatlerinin daha iyi anlaşılmasını sağlamaktadır. Bundaki hikmete gelince bu,
“düşünüp öğüt alsınlar diye”dir. Yani biz hakkı onlara açıkladığımız takdirde onu öğrenip gereğince amel etsinler diyedir.
#
{28} {قرآناً عَرَبِيًّا غير ذي عِوَجٍ}؛ أي: جعلناه قرآناً عَرَبِيًّا واضحَ الألفاظ سهلَ المعاني، خصوصاً على العرب، غير ذي عوجٍ؛ أي: ليس فيه خللٌ ولا نقصٌ بوجهٍ من الوجوه؛ لا في ألفاظه ولا في معانيه. وهذا يستلزمُ كمالَ اعتدالِهِ واستقامتِهِ؛ كما قال تعالى: {الحمدُ لله الذي أنزَلَ على عبدِهِ الكتابِ وَلَمْ يَجْعَلْ له عِوَجاً. قَيِّماً}. {لعلَّهم يتَّقونَ} الله تعالى؛ حيث سهَّلْنا عليهم طُرُقَ التقوى العلميَّة والعمليَّة بهذا القرآن العربيِّ المستقيم، الذي ضَرَبَ الله فيه من كلِّ مَثَل.
28.
“Korkup sakınsınlar diye de” Allah’tan gereği gibi korksunlar, takvalı olsunlar diye. Çünkü biz, onlar için gerek ilmî gerek amelî takvânın yollarını, bu her şeyi ile dosdoğru ve Allah’ın kendisinde her türlü misalden örnekler verdiği bu Arapça Kur’ân ile kolaylaştırmış bulunuyoruz.
“Hiçbir eğriliği olmayan” bir Kitaptır bu. Yani bu Kitapta herhangi bir tutarsızlık, herhangi bir açıdan eksiklik yoktur. Ne lafızlarında ne manalarında. Bu, o Kitabın mükemmel derecede dengeli olmasını ve her şeyi ile dosdoğru olmasını ifade etmektedir.
Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Hamd, kuluna Kitabı indiren ve onda hiçbir eğriliğe yer vermeyen Allah’adır ki O, dosdoğru bir kitaptır” (el-Kehf, 18/1-2)
“Arapça bir Kur’ân olarak” özellikle Araplar için lafızları açık, manaları kolay, Arapça bir Kur’ân olarak indirilmiştir.
#
{29} ثم ضَرَبَ مثلاً للشرك والتوحيد، فقال: {ضَرَبَ الله مَثَلاً رجُلاً}؛ أي: عبداً. {فيه شركاءُ متشاكِسونَ}: فهم كثيرون، وليسوا متَّفقينَ على أمرٍ من الأمور وحالةٍ من الحالات حتى تُمْكِنَ راحتُه، بل هم متشاكسونَ متنازِعون فيه، كلٌّ له مطلبٌ يريد تنفيذَه ويريدُ الآخرُ غيرَه؛ فما تظنُّ حال هذا الرجل مع هؤلاء الشركاء المتشاكسين؟! {ورجلاً سَلَماً لرجل}؛ أي: خالصاً له قد عَرَفَ مقصودَ سيِّدِهِ وحصلتْ له الراحةُ التامةُ. {هل يستويانِ}؛ أي: هذان الرجلان {مثلاً}؟ لا يستويانِ، كذلك المشركُ فيه شركاءُ متشاكسون، يدعو هذا ثم يدعو هذا، فتراه لا يستقرُّ له قرارٌ ولا يطمئنُّ قلبُه في موضع، والموحِّدُ مخلصٌ لربِّه، قد خلَّصه الله من الشركةِ لغيرِهِ؛ فهو في أتمِّ راحة وأكمل طمأنينةٍ. فـ {هل يستويانِ مَثَلاً الحمدُ لله}: على تبيين الحقِّ من الباطل وإرشادِ الجهَّال. {بل أكثرُهم لا يعلمونَ}.
29. Yüce Allah,
şirk ve tevhide dair bir misal vererek şöyle buyurmaktadır: “Allah birbirleriyle çekişip duran birkaç ortağın/efendinin sahip olduğu bir adam” yani bir köle
“ile sadece bir efendiye ait olan bir başka adamı misal verir.” Birinci kölenin ortak efendileri pek çok olduğu gibi, herhangi bir hususta ve herhangi bir halde ittifak etmeleri söz konusu olmadığı için onun rahat etmesi mümkün değildir. Aksine onun hakkındaki isteklerinde çekişme ve anlaşmazlık içerisindedirler. Herkesin ayrı bir isteği vardır ve onun yerine getirilmesini ister. Onlardan biri, bir işi yapmasını isterken, öteki bir başkasını ister. Bu şekilde anlaşmazlık içerisinde ortakları bulunan böyle bir kimsenin hali acaba nasıl olur?
Diğer taraftan ise ikinci kişinin sadece bir efendisi vardır. Ve o da efendisinin maksadını bilmektedir, bundan dolayı da tam bir rahat içerisindedir.
“Hiç bu ikisinin” yani bu iki adamın
“durumu eşit olur mu?” Asla olmaz.
İşte müşrikin durumu da böyledir. Onun da birbirleri ile anlaşmazlık içerisinde bulunan ortakları vardır. Kimi zaman birisine dua eder, kimi zaman ötekine. Böyle bir kimsenin istikrarsız olduğu, kalbinin hiçbir noktada huzur ve sükûn bulmadığı görülür. Muvahhid ise ihlâsla Rabbine ibadet eder; sadece O’na bağlıdır. Allah onu başkasının ortaklığından kurtarmıştır. O bakımdan böyle bir kimse tam bir rahat içindedir, huzur ve sükunu da mükemmeldir. Şimdi
“Hiç bu ikisinin durumu eşit olur mu?”
Hakkı batıldan ayırt etmesi ve cahillere doğru yolu göstermesi dolayısı ile
“Hamdolsun Allah’a! Fakat onların çoğu bilmezler.”
#
{30} {إنَّك ميتٌ وإنَّهم ميِّتون}؛ أي: كلُّكم لا بدَّ أن يموت، {وما جَعَلْنا لبشرٍ من قبلِكَ الخُلْدَ أفإن متَّ فهم الخالدونَ}.
30. Hepiniz kaçınılmaz olarak öleceksiniz.
Nitekim bir başka yerde şöyle buyurulmaktadır: “Senden önce hiçbir beşere ebedilik vermedik. Şimdi eğer sen ölürsen, onlar ebedi mi kalacaklar?” (el-Enbiyâ, 21/34)
#
{31} {ثمَّ إنَّكم يومَ القيامةِ عندَ ربِّكم تختصمونَ}: فيما تنازعتُم فيه، فيفصلُ بينَكم بحكمِهِ العادل، ويُجازي كلاًّ ما عَمِلَه، أحصاه الله ونَسوهُ.
31.
“Sonra da kıyamet günü Rabbinizin huzurunda (toplanıp)” hakkında anlaşmazlık ettiğiniz hususlarda
“muhakeme olacaksınız.” O da adaletli hükmü ile haklıyı haksızdan ayırt edecek ve herkese amelinin karşılığını verecektir.
“Allah, onların yaptıklarını bir bir saymıştır, onlarsa O’nu unutmuşlardır.” (el-Mücâdele, 58/6)
{فَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنْ كَذَبَ عَلَى اللَّهِ وَكَذَّبَ بِالصِّدْقِ إِذْ جَاءَهُ أَلَيْسَ فِي جَهَنَّمَ مَثْوًى لِلْكَافِرِينَ (32) وَالَّذِي جَاءَ بِالصِّدْقِ وَصَدَّقَ بِهِ أُولَئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ (33) لَهُمْ مَا يَشَاءُونَ عِنْدَ رَبِّهِمْ ذَلِكَ جَزَاءُ الْمُحْسِنِينَ (34) لِيُكَفِّرَ اللَّهُ عَنْهُمْ أَسْوَأَ الَّذِي عَمِلُوا وَيَجْزِيَهُمْ أَجْرَهُمْ بِأَحْسَنِ الَّذِي كَانُوا يَعْمَلُونَ (35)}.
32- Allah hakkında yalan söyleyenden ve hak kendisine geldiğinde onu yalanlayandan daha zalim kim olabilir? Kâfirler için cehennemde yer mi yok?
33- Doğruyu getirene ve onu doğrulayanlara gelince işte onlar, takva sahiplerinin ta kendileridir.
34- Onlar için Rableri katında diledikleri her şey vardır. İşte bu, ihsan sahiplerinin mükâfaatıdır.
35- Böylece Allah, işlediklerinin en kötü olanlarını örter ve yapmakta olduklarının en güzeli ile de onları mükâfatlandırır.
#
{32} يقولُ تعالى محذراً ومخبراً أنَّه لا أظلمُ وأشدُّ ظلماً {ممَّن كَذَبَ على الله}: إمَّا بنسبتِهِ إلى ما لا يليقُ بجلالِهِ، أو بادِّعاء النبوَّة، أو الإخبار بأن الله قال كذا أو أخبر بكذا أو حكم بكذا وهو كاذبٌ؛ فهذا داخلٌ في قولِهِ تعالى: {وأن تقولوا على الله ما لا تعلمون}: إن كان جاهلاً وإلاَّ فهو أشنع وأشنع، أو {كَذَّبَ [بالصدقِ] إذْ جاءَه}؛ أي: ما أظلم ممَّن جاءه الحقُّ المؤيَّد بالبيناتِ فكذَّبه، فتكذيبُهُ ظلمٌ عظيمٌ منه؛ لأنَّه ردَّ الحقَّ بعدما تبيَّن له؛ فإنْ كان جامعاً بين الكذب على الله والتكذيب بالحق؛ كان ظلماً على ظلم. {أليس في جهنَّمَ مثوىً للكافرينَ}: يحصُلُ بها الاشتفاءُ منهم وأخذُ حقِّ الله من كلِّ ظالم وكافرٍ، {إنَّ الشركَ لظلمٌ عظيمٌ}.
32. Yüce Allah,
hem uyararak hem de haber vererek şöyle buyurmaktadır: “Allah hakkında yalan söyleyenden” daha zalim hiçbir kimse yoktur. Bu ise Yüce Allah’a, ya celâline yakışmayan şeyleri nispet etmekle olur veya peygamberlik iddiasında bulunmakla olur yahut da
“Yüce Allah şöyle buyurmuştur”,
“şöyle haber vermiştir”,
“şöyle hükmetmiştir” vb. diyerek yalan söylemekle olur.
Bu da Yüce Allah’ın: “(Şeytan) Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.” (el-Bakara, 2/169) buyruğunun kapsamına dahildir. Bu, kişinin cahil olması halinde böyledir. Aksi takdirde Allah hakkında olmadık şeyleri bile bile söylemek çok daha çirkindir.
“Ve hak kendisine geldiğinde onu yalanlayandan daha zalim kim olabilir?” Apaçık belgelerle desteklenmiş haliyle kendisine gelen hakkı yalanlayan kişiden daha zalim kimdir? Böyle bir hakkı yalanlamak büyük bir zulümdür. Çünkü bunu yapan kişi, hakkı açıkça kendisine belli olduktan sonra reddetmektedir. Eğer hem Allah’a yalan isnat etmekte hem de doğruyu yalanlamakta ise bu sefer zulüm üstüne zulüm yapmış olur.
“Kâfirler için” kendilerinden intikam alınmasını, aynı zamanda her bir zalim ve kâfirden de Allah’ın hakkının alınmasını sağlayacak olan
“cehennemde yer mi yok?” Çünkü:
“Şirk pek büyük bir zulümdür” (Lokmân, 31/13)
Allah, yalancıyı ve yalanlayıcıyı, onun işlediği suçu ve cezasını söz konusu ettikten sonra, doğru sözlü olup doğru söz söyleyeni,
doğrulayanı ve onun mükâfatını söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{33} ولما ذَكَرَ الكاذبَ المكذِّب وجنايتَهُ وعقوبتَهُ؛ ذكر الصادقَ المصدِّقَ وثوابَه، فقال: {والذي جاء بالصِّدْقِ}: في قوله وعمله، فدخل في ذلك الأنبياءُ ومَنْ قام مقامَهم ممن صَدَقَ فيما قاله عن خبرِ الله وأحكامِهِ، وفيما فَعَلَه من خصال الصدق، {وصَدَّقَ به}؛ أي: بالصدق؛ لأنَّه قد يجيء الإنسان بالصدق، ولكنْ قد لا يصدِّقُ به بسبب استكبارِهِ أو احتقارِهِ لمن قاله وأتى به؛ فلا بدَّ في المدح من الصدق والتصديق، فصدقُهُ يدلُّ على علمِهِ وعدلِهِ، وتصديقُهُ يدلُّ على تواضعه وعدم استكباره. {أولئك}؛ أي: الذين وُفِّقوا للجمع بين الأمرين {هم المتَّقونَ}: فإنَّ جميع خصال التقوى ترجِعُ إلى الصدق بالحقِّ والتصديق به.
33. Söz ve amelinde
“doğruyu getirene” buyruğunun kapsamına, hem peygamberler hem de onların görevlerini ifa ederek Allah’ın haberleri ve hükümleri hakkında doğru söyleyen ve amellerinde dürüst olan kimseler girmektedir.
“Ve onu doğrulayanlar...” Çünkü kişi, doğruyu getirmekle birlikte kibri yahut onu söyleyeni ve getireni küçük görmesi dolayısı ile o doğruyu tasdik etmeyebilir. O bakımdan bir kimsenin bu özelliğinin övülmesi için, mutlaka doğru söylemesi ve doğruyu tasdik etmesi gerekir. Doğru söylemesi, bilgi sahibi ve adaletli olduğuna, doğruyu tasdik etmesi de alçakgönüllü oluşuna ve büyüklenmediğine delildir.
“İşte onlar” yani her iki hususu bir arada gerçekleştirme başarısını elde edenler
“takva sahiplerinin ta kendileridir.”
Çünkü takvânın bütün özellikleri, hakkı doğru söylemek ve onu tasdik edip doğrulamaktan geçer.
#
{34} {لهم ما يشاؤون عند ربِّهم}: من الثواب مما لا عينٌ رأتْ، ولا أذنٌ سمعتْ، ولا خَطَرَ على قلبِ بشرٍ؛ فكلُّ ما تعلَّقت به إرادتُهم ومشيئتُهم من أصناف اللذَّاتِ والمشتهياتِ؛ فإنَّه حاصلٌ لهم معدٌّ مهيَّأ. {ذلك جزاء المحسنين}: الذين يعبُدون الله كأنَّهم يَرَوْنَه؛ فإنْ لم يكونوا يَرَوْنَه؛ فإنَّه يراهم، المحسنين إلى عباد الله.
34.
“Onlar için Rableri katında” mükâfat kabilinden hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın hatırından geçirmediği türden
“diledikleri her şey vardır.” Lezzet verici türlerden ve arzulanan şeylerden dileyip istedikleri her bir şey, hazır halde önlerine gelecektir.
“İşte bu” Allah’a O’nu görüyormuşçasına, O’nu görmüyorlarsa dahi O’nun kendilerini gördüğüne kesin inanarak ibadet eden ve aynı zamanda Allah’ın kullarına da iyilikte bulunan “ihsan sahiplerinin mükâfatıdır.”
#
{35} {لِيُكَفِّرَ اللهُ عنهم أسوأ الذي عَمِلوا ويَجْزِيَهم أجْرَهُم بأحسن الذي كانوا يعملونَ}: عملُ الإنسانِ له ثلاثُ حالاتٍ: إمَّا أسوأ، أو أحسن، أو لا أسوأ ولا أحسن، والقسمُ الأخيرُ قسمُ المباحات وما لا يتعلَّق به ثوابٌ ولا عقابٌ، والأسوأ المعاصي كلُّها، والأحسنُ الطاعاتُ كلُّها. فبهذا التفصيل يتبيَّن معنى الآيةِ، وأنَّ قولَه {لِيُكَفِّرَ الله عنهم أسوأ الذي عَمِلوا}؛ أي: ذنوبهم الصغارَ والكبار بسبب إحسانِهِم وتقواهم، {ويَجْزِيَهم أجْرَهم بأحسنِ الذي كانوا يعملون}؛ أي: بحسناتِهِم كلِّها، {إنَّ الله لا يَظْلِمُ مثقالَ ذَرَّةٍ وإن تَكُ حسنةً يضاعِفْها ويُؤْتِ من لَدُنْه أجراً عظيماً}.
35.
İnsanın amelinin üç durumu vardır: Ya en kötüdür, ya en iyidir, yahut da en kötü de değildir en iyi de değildir.
Sonuncu kısım mubahlar kısmıdır ve bu kısmın, mükâfat ya da ceza ile bir ilgisi yoktur. En kötü ameller günahların tümüdür, en iyi ameller ise bütün itaat ve ibadetlerdir.
İşte bu açıklamalar ışığında âyet-
i kerimenin anlamı ve Yüce Allah’ın: “Böylece Allah, işlediklerinin en kötü olanlarını örter” buyruğunun manası açıklık kazanmaktadır. Yani Allah, ihsan ve takvâları sebebi ile onların küçük ve büyük günahlarını bağışlar.
“Ve yapmakta olduklarının en güzeli ile de onları mükâfatlandırır.” Yani bütün iyiliklerinin karşılığını verir:
“Allah, şüphesiz zerre ağırlığı kadar dahi zulmetmez. (Yapılan) bir iyilik olursa onu kat kat artırır ve katından büyük bir mükâfat verir.” (en-Nisa, 4/40)
{أَلَيْسَ اللَّهُ بِكَافٍ عَبْدَهُ وَيُخَوِّفُونَكَ بِالَّذِينَ مِنْ دُونِهِ وَمَنْ يُضْلِلِ اللَّهُ فَمَا لَهُ مِنْ هَادٍ (36) وَمَنْ يَهْدِ اللَّهُ فَمَا لَهُ مِنْ مُضِلٍّ أَلَيْسَ اللَّهُ بِعَزِيزٍ ذِي انْتِقَامٍ (37)}.
36- Hiç Allah kuluna yetmez mi? Bir de kalkmış seni O’ndan başkaları ile korkutmaya çalışıyorlar! Allah kimi saptırırsa onu doğru yola iletecek hiç kimse yoktur.
37- Allah, kimi de doğru yola iletirse onu da saptıracak hiç kimse yoktur. Allah, Aziz ve intikam sahibi değil midir?
#
{36 ـ 37} {أليسَ اللهُ بكافٍ عبدَه}؛ أي: أليس من كرمِهِ وجودِهِ وعنايتِهِ بعبده الذي قام بعبوديَّته وامتثل أمرَه واجتنب نهيَه، خصوصاً أكمل الخلق عبوديَّةً لربِّه، وهو محمدٌ - صلى الله عليه وسلم -؛ فإنَّ الله تعالى سيكفيه في أمر دينه ودُنياه ويدفعُ عنه من ناوأه بسوءٍ. {ويخوِّفونَكَ بالذين من دونِهِ}: من الأصنام والأندادِ أن تنالَكَ بسوءٍ، وهذا من غيِّهم وضلالهم. {ومن يُضْلِلِ اللهُ فما له من هادٍ. ومَن يَهْدِ اللهُ فما له من مُضِلٍّ}: لأنه تعالى الذي بيدِهِ الهدايةُ والإضلالُ، وهو الذي ما شاء كان وما لم يشأ لم يكنْ. {أليس الله بعزيزٍ}: له العزةُ الكاملةُ التي قَهَرَ بها كلَّ شيء، وبعزَّتِهِ يكفي عبده، ويدفعُ عنه مكرَهم {ذي انتقام}: ممَّنْ عصاه، فاحْذَروا موجباتِ نقمتِهِ.
36.
“Hiç Allah kuluna yetmez mi?” Kendisine ibadet eden, emirlerini yerine getiren, yasaklarından kaçınan özellikle de Rabbine en mükemmel derecede ibadet eden kişi olan Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e lütfu, keremi ve inâyetinin bir gereği olarak Yüce Allah, din ve dünyası ile ilgili bütün hususlarında elbette yetecektir ve ona karşı kötülük yapmak kastı ile dikilenlerin kötülüğünü kendisinden uzaklaştıracaktır.
“Bir de kalkmış seni O’ndan başkaları ile” putların ve heykellerin sana kötülük yapacağını belirterek
“korkutmaya çalışıyorlar!” Bu ise onların azgınlıkları ve sapıklıklarından dolayıdır.
“Allah'ın saptırdığı kimseyi doğru yola iletecek hiç kimse yoktur.”
37. Çünkü hidâyete iletmek ve saptırmak, Yüce Allah’ın elindedir. O ne dilerse o olur, neyi dilemezse o da olmaz.
“Allah, Aziz” yani her şeyi kahr-u galebesi altında tutan, izzeti ile de kuluna yeterli gelerek ona tuzak kuranların tuzaklarını bertaraf eden, mükemmel izzet
(güç ve kudret) sahibi olan
“ve” kendisine isyan edenlere karşı da “intikam sahibi değil midir?” O halde O’nun intikam almasını gerektiren hususlardan uzak durun.
{وَلَئِنْ سَأَلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ لَيَقُولُنَّ اللَّهُ قُلْ أَفَرَأَيْتُمْ مَا تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ إِنْ أَرَادَنِيَ اللَّهُ بِضُرٍّ هَلْ هُنَّ كَاشِفَاتُ ضُرِّهِ أَوْ أَرَادَنِي بِرَحْمَةٍ هَلْ هُنَّ مُمْسِكَاتُ رَحْمَتِهِ قُلْ حَسْبِيَ اللَّهُ عَلَيْهِ يَتَوَكَّلُ الْمُتَوَكِّلُونَ (38)}.
38-
Onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan andolsun ki:
“Allah” diyeceklerdir. De ki: “O halde söyleyin bakalım, eğer Allah bana bir zarar vermeyi dilerse O’nun dışında yalvardıklarınız, O’nun zararını uzaklaştırabilirler mi? Yahut Allah bana bir rahmet vermeyi dilerse onlar O’nun rahmetine engel olabilirler mi?” De ki:
“Allah bana yeter. Tevekkül edenler de yalnız O’na güvenip dayanırlar.”
#
{38} أي: ولئن سألتَ هؤلاء الضلالَ الذين يخوِّفونَكَ بالذين من دونِهِ وأقمتَ عليهم دليلاً من أنفسهم، فقلتَ: {مَن خَلَقَ السمواتِ والأرضَ}: لم يُثْبِتوا لآلهتهم من خَلْقِها شيئاً، {لَيَقولُنَّ اللهُ}: الذي خلقها الله وحده. {قل}: لهم مقرِّراً عجز آلهتهم بعدما بينت قدرة الله: {أفرأيتُم}؛ أي: أخبروني {ما تَدْعونَ من دون الله إنْ أرادَنِيَ الله بضُرٍّ}: أيَّ ضُرٍّ كان، {هل هنَّ كاشفاتُ ضُرِّهِ}: بإزالته بالكلِّية أو بتخفيفه من حال إلى حال؟ {أو أرادني برحمةٍ}: يوصل إليَّ بها منفعةً في ديني أو دنياي، {هل هنَّ ممسكاتُ رحمتِهِ}: ومانعاتُها عني؟ سيقولونَ: لا يكشفون الضُّرَّ ولا يمسِكونَ الرحمة، قل لهم بعدما تبيَّن الدليلُ القاطعُ على أنَّه وحدَه المعبودُ، وأنَّه الخالق للمخلوقات، النافعُ الضارُّ وحده، وأنَّ غيره عاجزٌ من كلِّ وجه عن الخَلْق والنفع والضرِّ، مستجلباً كفايته، مستدفعاً مَكْرَهم وكيدَهم. {قل حَسْبِيَ الله عليه يتوكَّلُ المتوكلون}؛ أي: عليه يعتمدُ المعتمدونَ في جلب مصالحهم ودفع مضارِّهم، فالذي بيدِهِ وحدَه الكفايةُ هو حسبي سيكفيني كلَّ ما أهمَّني، وما لا أهتمُّ به.
38.
Yani eğer seni Allah’tan başkası ile korkutan şu sapıklara sorsan ve bizzat kendi sözlerini kendi aleyhlerine delil olarak ortaya koymak isteyerek desen ki: “Gökleri ve yeri kim yarattı?” Tapındıkları ilâhlarının herhangi bir şeyi yarattığını kesinlikle söylemeyeceklerdir. Aksine bunları yaratan yalnız ve yalnız
“Allah, diyeceklerdir.”
Yüce Allah’ın kudreti açıkça ortaya çıktıktan sonra uydurdukları ilâhlarının da acizliğini yine kendilerine söyleterek
“de ki: O halde söyleyin bakalım, eğer Allah bana bir zarar vermeyi dilerse O’nun dışında yalvardıklarınız, O’nun zararını” onu büsbütün ortadan kaldırmak yahut da bulunduğu halden daha hafif bir hale gelmesini sağlamak sureti ile
“uzaklaştırabilirler mi? Yahut Allah bana bir rahmet” din ya da dünyama dair bir fayda
“vermeyi dilerse onlar O’nun rahmetine engel olabilirler mi?”
Onu tutup bana ulaşmasına mani olabilirler mi?
Şöyle diyeceklerdir: Hayır, onlar herhangi bir sıkıntıyı gideremezler ve herhangi bir rahmeti de engelleyemezler. Yüce Allah’ın yegane mabud, bütün varlıkların tek yaratıcısı, tek başına fayda sağlayan, zarar veren olduğu açıkça görüldükten; buna karşılık, O’nun dışındaki bütün varlıkların her yönü ile yaratmaktan ve zarar vermekten aciz oldukları ortaya çıktıktan sonra Allah'ın yardımını isteyerek, onların hile ve tuzaklarını da ortadan kaldırmasını dileyerek
“de ki: Allah bana yeter. Tevekkül edenler de yalnız O’na güvenip dayanırlar.” Yani güvenenler, maslahatlarını elde etmek ve kendilerine gelecek zararları bertaraf etmek hususunda yalnızca O’na güvenirler. O halde herkese tek başına yeterli olan bana da yeter. Beni düşünüp kederlendiren her hususta da beni düşündürmeyen diğer üm hususlarda da bana yetecek olan O’dur.
{قُلْ يَاقَوْمِ اعْمَلُوا عَلَى مَكَانَتِكُمْ إِنِّي عَامِلٌ فَسَوْفَ تَعْلَمُونَ (39) مَنْ يَأْتِيهِ عَذَابٌ يُخْزِيهِ وَيَحِلُّ عَلَيْهِ عَذَابٌ مُقِيمٌ (40)}.
39-
De ki: “Ey kavmim, Kendi yolunuzca yapacağınızı yapın, ben de yapacağım. Zira pek yakında bileceksiniz…”
40-
“Rezil edecek azabın kime geleceğini ve ebedi azabın da kimin başına ineceğini…”
#
{39 ـ 40} أي: {قل} لهم يا أيُّها الرسولُ: {يا قوم اعْمَلوا على مكانتكم}؛ أي: على حالتكم التي رَضيتُموها لأنفسِكُم من عبادة من لا يستحقُّ من العبادة شيئاً ولا له من الأمر شيءٌ، {إنِّي عاملٌ}: على ما دعوتُكم إليه من إخلاص الدين لله تعالى وحده، {فسوف تَعْلَمونَ}: لمن العاقبةُ و {مَن يأتيه عذابٌ يُخْزيهِ}: في الدنيا، {ويَحِلُّ عليه}: في الأخرى {عذابٌ مقيمٌ}: لا يَحولُ عنه ولا يزولُ. وهذا تهديدٌ عظيمٌ لهم، وهم يعلمونَ أنَّهم المستحقُّونَ للعذابِ المقيم، ولكن الظلمَ والعنادَ حالَ بينَهم وبين الإيمانِ.
39. Yani ey Peygamber,
“de ki: Ey kavmim! Kendi yolunuzca yapacağınızı yapın.” Yani kendiniz için razı olduğunuz hal üzere, yani ibadete layık olmayanlara ve hiçbir hususta en ufak bir yetkisi bulunmayanlara ibadet etme haliniz üzere elinizden geleni yapın.
Zira sizi kendisine davet etmiş olduğum dini yalnızca Allah’a halis kılma esası üzere
“ben de yapacağım. Pek yakında” güzel âkıbetin kimin olacağını
“bileceksiniz.”
40. Ve bu dünyada
“rezil edecek azabın kime geleceğini ve” âhirette de
“ebedi azabın da kimin başına ineceğini” ve onun yakasını asla bırakmayacağını, hiç sonunun gelmeyeceğini de bileceksiniz.
Bu, büyük bir tehdittir. Onlar, ebedi azabı hak ettiklerini biliyorlardı. Ancak zulüm ve inatları, iman etmelerine engel olmuştu.
{إِنَّا أَنْزَلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ لِلنَّاسِ بِالْحَقِّ فَمَنِ اهْتَدَى فَلِنَفْسِهِ وَمَنْ ضَلَّ فَإِنَّمَا يَضِلُّ عَلَيْهَا وَمَا أَنْتَ عَلَيْهِمْ بِوَكِيلٍ (41)}.
41- Şüphesiz Biz, sana Kitab’ı insanlar için hak ile indirdik. Artık kim hidâyet bulursa kendi yararınadır. Kim de saparsa ancak kendi aleyhine sapmış olur. Sen onların başında bekçi değilsin.
#
{41} يخبر تعالى أنَّه أنزل على رسولِهِ الكتابَ المشتمل على الحقِّ في أخباره وأوامره ونواهيه، الذي هو مادَّةُ الهداية وبلاغٌ لمن أراد الوصول إلى الله وإلى دار كرامتِهِ، وأنَّه قامتْ به الحجةُ على العالمين. {فَمَنِ اهْتَدى}: بنورِهِ واتَّبع أوامِرَه؛ فإنَّ نفع ذلك يعودُ إلى نفسه {ومَن ضَلَّ}: بعدما تبيَّن له الهدى {فإنَّما يَضِلُّ عليها}: لا يضرُّ الله شيئاً. {وما أنت عليهم بوكيل}: تحفظُ عليهم أعمالَهم وتحاسِبُهم عليها وتجبِرُهم على ما تشاءُ، وإنَّما أنت مبلغٌ تؤدِّي إليهم ما أمرت به.
41. Yüce Allah, haberlerinde, emirlerinde ve yasaklarında hakkı içeren, hidâyetin kaynağı olan, Allah’a ve O’nun lütuf ve ihsan yurduna ulaşmak isteyenler için nihai bir tebliğ olup kendisi vasıtası ile bütün âlemler için delilin sabit olduğu Kitabı, Rasûlüne indirmiş olduğunu haber vermektedir.
“Artık kim” onun nuru ile ve emirlerine uymak sureti ile “hidâyet bulursa” şüphesiz bu kimse
“kendi yararına” bir fayda sağlamış olacaktır.
“Kim de” hidâyet kendisi için apaçık belli olduktan sonra “saparsa, ancak kendi aleyhine sapmış olur.” Allah’a hiçbir zararı olmaz.
“Sen onların başında bekçi değilsin.” Onların amellerini tespit edecek, amelleri dolayısı ile hesaba çekecek ve onları dilediğin işlere mecbur edip zorlayacak biri değilsin. Sen, ancak emrolunduğunu onlara eksiksiz olarak ileten bir tebliğcisin.
{اللَّهُ يَتَوَفَّى الْأَنْفُسَ حِينَ مَوْتِهَا وَالَّتِي لَمْ تَمُتْ فِي مَنَامِهَا فَيُمْسِكُ الَّتِي قَضَى عَلَيْهَا الْمَوْتَ وَيُرْسِلُ الْأُخْرَى إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّى إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ (42)}.
42- Allah, ölüm vakitleri geldiğinde ruhları alır. Ölmeyeninkini de uykusunda
(alır) da hakkında ölüm hükmü verdiğini tutar, diğerini ise belirli bir süreye kadar
(bedenine geri) gönderir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.
#
{42} يخبر تعالى أنه المتفرِّدُ بالتصرُّف بالعباد في حال يقظتهم ونومهم وفي حال حياتهم وموتهم، فقال: {الله يتوفَّى الأنفسَ حين موتِها}: وهذه الوفاةُ الكبرى وفاةُ الموت، وإخبارُه أنَّه يتوفَّى الأنفس وإضافةُ الفعل إلى نفسِهِ لا ينافي أنَّه قد وَكَّلَ بذلك مَلَكَ الموت وأعوانه؛ كما قال تعالى: {قُلْ يَتَوفَّاكم مَلَكُ الموتِ الذي وُكِّل بكم}، {حتى إذا جاء أحَدَكُمُ الموتُ توفَّتْه رُسُلُنا وهم لا يفرِّطونَ}؛ لأنَّه تعالى يضيفُ الأشياء إلى نفسه باعتبار أنَّه الخالق المدبِّرُ، ويضيفُها إلى أسبابها باعتبار أنَّ من سننِهِ تعالى وحكمتِهِ أن جعل لكلِّ أمر من الأمور سبباً. وقوله: {والتي لم تَمُتْ في منامها}: وهذه الموتةُ الصغرى؛ أي: ويمسك النفسَ التي لم تَمُتْ في منامها، {فيُمْسِكُ}: من هاتين النفسين النفسَ {التي قضى عليها الموتَ}، وهي نفسُ مَنْ كان ماتَ أو قُضِيَ أنْ يموتَ في منامه، {ويرسلُ} النفسَ {الأخرى إلى أجل مسمًّى}؛ أي: إلى استكمال رِزْقِها وأجَلِها. {إنَّ في ذلك لآياتٍ لقوم يتفكَّرونَ}: على كمال اقتدارِهِ وإحيائِهِ الموتى بعد موتهم.
وفي هذه الآية دليلٌ على أنَّ الرُّوح والنفس جسمٌ قائمٌ بنفسِهِ، مخالفٌ جوهرُهُ جوهَرَ البدن، وأنَّها مخلوقةٌ مدبَّرةٌ يتصرَّفُ الله فيها في الوفاةِ والإمساكِ والإرسال، وأنَّ أرواحَ الأحياء والأموات تتلاقى في البرزخ فتجتمعُ فتتحادثُ، فيرسِلُ الله أرواحَ الأحياء، ويُمْسِكُ أرواح الأمواتِ.
42. Yüce Allah uyanıkken, uykuda iken,
hayatta iken ve ölümleri esnasında kulları üzerinde yegane tasarruf sahibi olanın yalnız kendisi olduğunu haber vererek şöyle buyurmaktadır:
“Allah, ölüm vakitleri geldiğinde ruhları alır.” Burada sözü geçen ölüm, büyük ölümdür. Yüce Allah’ın ruhları aldığını ve ruhları almak fiilini kendisine izafe ettiğini haber vermiş olması, bu işle ölüm meleği ile yardımcılarını görevlendirmiş olmasına aykırı değildir.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “De ki: Size vekil kılınan ölüm meleği sizin ruhunuzu alır...” (es-Secde, 32/11);
“... nihâyet birinize ölüm gelse elçilerimiz onun ruhunu alırlar, onlar kusur da etmezler.” (el-En’am, 6/61)
Çünkü Yüce Allah, yaratanın ve işleri çekip çevirenin kendisi olması itibari ile işleri kendi zatına izafe eder.
Sünneti/kanunu ve hikmeti gereği her bir iş için bir sebep yaratmış olması itibari ile de işleri sebeplerine izafe ettiği de olur.
Yüce Allah’ın: “Ölmeyenlerinkini de uykularında (alır)” buyruğunda sözü edilen ise küçük ölümdür. Yani uykuda olup da ölmeyen ruhu O tutar.
İşte bu
(uykuda olan) iki ruhtan
“hakkında ölüm hükmü verdiğini tutar.” Bu, ölmüş olanın yahut da uykuda iken öleceğine hükmettiği kimsenin ruhudur.
“Diğerini ise belirli bir süreye kadar” rızkını ve ecelini tamamlamak üzere
“gönderir.” Bu durumdaki nefsi serbest bırakır.
“Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için” Yüce Allah’ın kudretinin kemâline, ölümlerinden sonra ölüleri dirilteceğine dair
“ibretler” belgeler, deliller “vardır.”
Bu âyet-i kerimede ruh ve nefsin bizatihi kaim bir cisim olduğuna, onun cevherinin bedeninin cevherinden farklı olduğuna, ruh ve nefsin yaratılmış olduğuna ve Allah tarafından idare edildiğine, Allah’ın onda vefat ettirmek, alıkoymak ve serbest bırakmak gibi suretlerle tasarruf ettiğine, canlıların ruhlarının Berzahta karşılaşacağına, bir araya gelip karşılıklı konuşacağına, Allah'ın hayatta kalacakların ruhlarını serbest bıraktığına, ölenlerin ruhlarını da alıkoyup bırakmadığına delil vardır.
{أَمِ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِ اللَّهِ شُفَعَاءَ قُلْ أَوَلَوْ كَانُوا لَا يَمْلِكُونَ شَيْئًا وَلَا يَعْقِلُونَ (43) قُلْ لِلَّهِ الشَّفَاعَةُ جَمِيعًا لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ ثُمَّ إِلَيْهِ تُرْجَعُونَ (44)}.
43- Yoksa onlar,
Allah’ın dışında şefaatçiler mi edindiler? De ki: “Ya onlar hiçbir şeye sahip değilseler ve (hiçbir şeye) akıl erdiremiyorlarsa da mı (onları şefaatçi edineceksiniz)?”
44-
De ki: “Şefaat tümüyle Allah’ındır. Göklerin ve yerin hükümranlığı da yalnız O’nundur. Sonra da siz O’na döndürüleceksiniz.”
#
{43} ينكر تعالى على مَنِ اتَّخذ من دونِهِ شفعاءَ يتعلَّق بهم ويسألُهم ويعبُدُهم، {قل} لهم مبيِّناً جهلَهم وأنَّها لا تستحقُّ شيئاً من العبادة: {أوَلَوْ كانوا}؛ أي: مَنِ اتَّخَذْتُم من الشفعاء {لا يملِكونَ شيئاً}؛ أي: لا مثقال ذرة في السماواتِ ولا في الأرضِ ولا أصغرَ من ذلك ولا أكبر، بل وليس لهم عقلٌ يستحقُّون أن يُمْدَحوا به؛ لأنَّها جماداتٌ من أحجارٍ وأشجارٍ وصورٍ وأمواتٍ؛ فهل يُقالُ: إنَّ لِمَنِ اتَّخذها عقلاً، أم هو من أضلِّ الناس وأجهلهم وأعظمهم ظلماً؟!
43. Yüce Allah, kendisinden başka kendilerine bağlanılan,
kendilerinden dilekte bulunulan ve kendilerine ibadet edilen şefaatçiler edinmeyi reddederek şöyle buyurmaktadır: Sen onlara cahilliklerini açıklayarak ve O’ndan başka edinilen bu şefaatçilerin ibadet namına hiçbir şeyi hak etmediklerini belirterek
“de ki: Ya onlar” yani sizin şefaatçi edindiğiniz varlıklar
“hiçbir şeye sahip değilseler” göklerde ve yerde zerre ağırlığı kadar, hatta bundan daha küçük ya da daha büyük hiçbir şeye sahip olmasalar, hatta
“akıl erdiremiyorlarsa” onların kendisi sebebi ile övülmeyi hak edecekleri bir akılları bulunmasa “da mı” hâlâ onları şefatçi mi göreceksiniz? Bunların akıllarının olmayış sebebi ağaç, taş, suret gibi cansız yahut ölmüş varlıklar olmalarındandır. Ya bunları şefaatçi
(ve ilâh) edinenlerin hiç aklı olabilir mi? Böyle kimseler, insanların en sapığı, en cahili ve en ileri zalimleri değil midir?
#
{44} {قل}: لهم: {لله الشفاعةُ جميعاً}: لأنَّ الأمر كلَّه لله، وكلُّ شفيع؛ فهو يخافُه، ولا يقدِرُ أن يشفعَ عنده أحدٌ إلاَّ بإذنِهِ؛ فإذا أراد رحمةَ عبدِهِ؛ أذن للشفيع الكريم عندَه أن يشفعَ رحمةً بالاثنين. ثم قرَّرَ أنَّ الشفاعة كلَّها له بقوله: {له ملكُ السمواتِ والأرضِ}؛ أي: جميع ما [فيهما] من الذوات والأفعال والصفات؛ فالواجب أن تُطْلَبَ الشفاعةُ ممَّنْ يملِكُها وتُخْلَصَ له العبادةُ. {ثم إليه تُرْجَعونَ}: فيجازي المخلصَ له بالثواب الجزيل، ومَنْ أشرك به بالعذابِ الوبيل.
44. Onlara
“de ki: Şefaat tümüyle Allah’ındır.” Çünkü her şeyin yetkisi de bütünü ile Allah’ındır. Bütün şefaatçiler O’ndan korkar. O’nun izni olmadan hiç kimse O’nun nezdinde şefaat edemez. O, kuluna rahmet ihsan etmeyi murad ederse, katında değerli olan şefaatçi kimsenin ona -her iki şahsa
(edene ve edilene) bir rahmet olmak üzere- şefaat etmesine izin verir.
Daha sonra Yüce Allah, şefaatin tümüyle yalnız kendisine ait olduğunun gerekçesini
“Göklerin ve yerin hükümranlığı da yalnız O’nundur” diye açıklamaktadır. Yani oradaki bütün şahıslar, fiiller ve sıfatlar, O’na aittir. Bu yüzden şefaatin gerçek sahibinden istenmesi ve yalnızca O’na ihlâsla ibadet edilmesi gerekir.
“Sonra da O’na siz O’na döndürüleceksiniz.” O da ihlâsla kendisine ibadet edenlere pek büyük mükâfatlar verecektir. Kendisine şirk koşanları da çok ağır bir azap ile cezalandıracaktır.
{وَإِذَا ذُكِرَ اللَّهُ وَحْدَهُ اشْمَأَزَّتْ قُلُوبُ الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْآخِرَةِ وَإِذَا ذُكِرَ الَّذِينَ مِنْ دُونِهِ إِذَا هُمْ يَسْتَبْشِرُونَ (45) قُلِ اللَّهُمَّ فَاطِرَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ عَالِمَ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ أَنْتَ تَحْكُمُ بَيْنَ عِبَادِكَ فِي مَا كَانُوا فِيهِ يَخْتَلِفُونَ (46)}.
45- Allah tek başına anıldığında âhirete inanmayanların kalpleri nefretle dolar. O’nun dışındakiler anıldığında ise hemen yüzleri güler.
46-
De ki: “Ey gökleri ve yeri yaratan, gizliyi ve açığı bilen Allah’ım! Ayrılığa düştükleri konularda kullarının arasında Sen hüküm vereceksin.”
#
{45 ـ 46} يذكُرُ تعالى حالةَ المشركين وما الذي اقتضاه شركُهم: أنَّهم {إذا ذُكِرَ الله} تعالى توحيداً له وأمرًا بإخلاص الدين له وتركِ ما يعبُد من دونه؛ أنهم يشمئزُّون وينفُرون ويكرهون ذلك أشدَّ الكراهة. {وإذا ذُكِرَ الذين من دونِهِ}: من الأصنام والأنداد، ودعا الداعي إلى عبادتها ومدحها؛ {إذا هم يستبشرونَ}: بذلك فرحاً بذِكْرِ معبوداتهم، ولكونِ الشرك موافقاً لأهوائهم وهذه الحال أشرُّ الحالات وأشنعها ولكن موعدَهم يومُ الجزاء؛ فهناك يؤخَذُ الحقُّ منهم ويُنْظَرُ: هل تنفعهُم آلهتُهم التي كانوا يَدْعون من دون الله شيئاً؟! ولهذا قال: {قل اللهمَّ فاطرَ السمواتِ والأرض}؛ أي: خالقهما ومدبِّرهما، {عالم الغيبِ}: الذي غاب عن أبصارِنا وعِلْمِنا {والشَّهادةِ}: الذي نشاهده، {أنت تحكُمُ بين عبادك فيما كانوا فيه يختلفونَ}.
وإن من أعظم الاختلاف اختلافُ الموحِّدين المخلِصين القائلين: إنَّ ما هم عليه هو الحقُّ وإنَّ لهم الحسنى في الآخرة دون غيرهم، والمشركين الذين اتَّخذوا من دونِكَ الأندادَ والأوثانَ وسَوَّوا بك مَنْ لا يَسْوَى شيئاً، وتنقَّصوك غايةَ التنقُّص، واستبشروا عند ذِكْرِ آلهتهم، واشمأزوا عند ذكرك وزعموا مع هذا أنَّهم على الحقِّ وغيرهم على الباطل وأنَّ لهم الحسنى؛ قال تعالى: {إنَّ الذين آمَنوا والذينَ هادوا والصَّابِئينَ والنَّصارى والمَجوسَ والذين أشْرَكوا إنَّ الله يَفْصِلُ بينَهم يومَ القيامةِ إنَّ الله على كلِّ شيءٍ شهيدٌ}، وقد أخبرنا بالفصل بينَهم بعدَها بقوله: {هذانِ خصمانِ اختَصَموا في ربِّهم فالذين كَفَروا قُطِّعَتْ لهم ثيابٌ من نارٍ يُصَبُّ من فوقِ رؤوسهم الحميمُ يُصْهَرُ به ما في بُطونِهِم والجلودُ ولهم مقامِعُ من حديدٍ ... } إلى أن قال: {إنَّ الله يُدْخِلُ الذين آمنوا وَعَمِلُوا الصالحاتِ جناتٍ تَجْري من تحتِها الأنهارُ يُحَلَّوْنَ فيها من أساوِرَ من ذهبٍ ولُؤْلُؤاً ولباسُهُم فيها حريرٌ}، وقال تعالى: {الذين آمنوا ولم يَلْبِسوا إيمانَهم بِظُلْمٍ أولئكَ لهم الأمنُ وهم مهتدونَ}، {إنَّه مَن يُشْرِكْ بالله فقد حَرَّمَ الله عليه الجنَّةَ ومأواه النارُ}؛ ففي هذه الآية بيانُ عموم خلقِهِ تعالى وعموم علمِهِ وعموم حكمِهِ بين عباده؛ فقدرتُهُ التي نشأت عنها المخلوقات، وعلمُهُ المحيطُ بكلِّ شيء دالٌّ على حكمه بين عبادِهِ وبعثِهِم وعلمِهِ بأعمالهم خيرِها وشَرِّها وبمقاديرِ جزائها، وخلقُهُ دالٌّ على علمِهِ، ألا يَعْلَمُ مَنْ خَلَقَ.
45. Yüce Allah, müşriklerin durumlarını ve şirklerinin gereği olan davranışlarını söz konusu etmekte ve onların
“Allah tek başına anıldığında” tevhid edildiğinde, din yalnızca O’na halis kılmak sureti ile amelde bulunulup O’nun dışında tapındıkları varlıklar terk edildiğinde
“âhirete inanmayanların kalpleri nefretle dolar.” Bu işten alabildiğine nefret eder ve hiçbir şekilde hoşlanmazlar.
Buna karşılık
“O’nun dışındakiler” putlar ve O’na eş koşulan ortaklar
“anıldığında” ve bir kimse onlara ibadet etmeye çağırıp onları övdüğünde
“hemen” mabudlarının anılmasına sevinirler ve şirk konusunda kendi hevâ ve arzularına uygun düştüğünden dolayı “yüzleri güler.”
Bu durum karşı karşıya kalınabilecek hallerin en kötüsü, en çirkinidir. Ama onların cezalandırılması için vaadolunan gün, ceza/kıyamet günüdür. Orada onların haksızlıkları cezalandırılacaktır ve o vakit Allah’tan başka tapındıkları uydurma ilâhlarının kendilerine en ufak bir faydalarının olmadığı görülecektir.
İşte bundan dolayı devamla şöyle buyrulmaktadır:
46.
“De ki: Ey gökleri ve yeri yaratan” ve onları düzenleyen, işlerini çekip çeviren, bizim göremediğimiz ve bilemediğimiz
“gizliyi ve” görüp tanık olduğumuz
“açığı bilen Allah’ım! Ayrılığa düştükleri konularda kullarının arasında Sen hüküm vereceksin.” İhtilafın söz konusu olduğu en büyük husus ise ihlâs sahibi muvahhidler ile Senin dışında birtakım putları, heykelleri ve Sana eş koşulan varlıkları ilâh edinen müşrikler arasındaki ihtilaftır.
İhlaslı muvahhidler izledikleri yolun hak olduğunu, âhirette güzel mükâfatların yalnızca kendilerinin olduğunu söylerler.
Müşrikler ise ilâh diye edindikleri ve hiçbir değeri bulunmayan put ve heykelleri sana ortak tutarlar. Şanına yakışmayan ve senin için kusur olacak şeyleri sana nispet ederler. Uydurma ilâhları anıldığı vakit sevinir, Sen anıldığın vakit nefret duyarlar. Bununla birlikte kendilerinin hak üzere olduklarını, başkalarının ise batıl yolda olduğunu, güzel mükâfatların da kendilerinin olacağını ileri sürerler.
Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “İman edenler, yahudiler, sâbiîler, hristiyanlar, Mecusiler/ateşperestler ve müşrikler (var ya); muhakkak Allah Kıyamet gününde aralarında hükmedecektir. Muhakkak Allah her şeye şahittir.” (el-Hac, 22/17) Bundan sonraki âyeti kerimelerde Yüce Allah,
onlar arasında hükmünü şöyle haber vermektedir: “Bunlar Rableri hakkında davalaşan iki hasımdırlar. Kâfir olanlar için ateşten elbiseler biçilir. Başları üzerinden kaynar su dökülür. Onunla karınlarında ne varsa eritilir, derileri de. Ve onlar için demirden topuzlar da vardır.” (el-Hac, 19/21) Ve nihâyet bu açıklamaları şu buyruklara kadar devam eder:
“Muhakkak Allah mü’min olup salih amel işleyenleri altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar. Onlar orada altın bileziklerle ve incilerle bezenirler. Orada giyecekleri de ipektir.” (el-Hacc, 22/23)
Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:
“İman edenler ve imanlarına zulüm karıştırmayanlara gelince, işte onlaradır güven ve onlardır hidâyete ermiş olanlar.” (el-En’âm, 6/82)
“Gerçek şu ki, kim Allah’a ortak koşarsa, hiç şüphesiz Allah ona cenneti haram kılmıştır. Onun varacağı yer ise ateştir.” (el-Mâide, 5/72)
Bu âyet-i kerimede Yüce Allah’ın yaratmasının kapsamı, ilminin kuşatıcılığı ve bütün kulları arasındaki hükmünün umumiliği dile getirilmektedir. Mahlukatın ortaya çıkmasını sağlayan kudreti, O’nun her şeyi kuşatan ilmi, kulları arasında hüküm vereceğine, onları ölümlerinden sonra dirilteceğine, hayrı ile şerri ile amellerini, bu amellerinin karşılıklarını bildiğine,
ayrıca yaratmasının da ilmine delil olduğuna delâlet etmektedir: “Yaratan bilmez mi hiç?” (el-Mülk, 67/14)
{وَلَوْ أَنَّ لِلَّذِينَ ظَلَمُوا مَا فِي الْأَرْضِ جَمِيعًا وَمِثْلَهُ مَعَهُ لَافْتَدَوْا بِهِ مِنْ سُوءِ الْعَذَابِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَبَدَا لَهُمْ مِنَ اللَّهِ مَا لَمْ يَكُونُوا يَحْتَسِبُونَ (47) وَبَدَا لَهُمْ سَيِّئَاتُ مَا كَسَبُوا وَحَاقَ بِهِمْ مَا كَانُوا بِهِ يَسْتَهْزِئُونَ (48)}.
47- Eğer yeryüzünde olanların hepsi ve onunla birlikte bir o kadarı daha zulmedenlerin olsa, kıyamet günü feci azaptan
(kurtulmak için) onu mutlaka fidye olarak verirlerdi. Zira
(o gün) karşılarına Allah tarafından hiç hesap etmedikleri
(bir azap) çıkacaktır.
48- Kazandıkları kötülükler kendilerine görünecek ve alaya aldıkları şey onları çepeçevre kuşatacaktır.
#
{47} لما ذكر تعالى أنَّه الحاكم بين عباده، وذكر مقالة المشركين وشناعَتَها، كأنَّ النفوس تشوَّفَتْ إلى ما يفعل الله بهم يوم القيامةِ، فأخبر أنَّ لهم سوءَ {العذابِ}؛ أي: أشدَّه وأفظعه؛ كما قالوا أشدَّ الكفر وأشنعَه، وأنَّهم على الفرض والتقدير لو كان لهم ما في الأرض جميعاً من ذهبها وفضَّتها ولُؤْلئِها وحيواناتها وأشجارِهِا وزروعِها وجميع أوانيها وأثاثها، ومثلُهُ معه، ثم بَذَلوه {يوم القيامةِ} ليفتدوا به من العذابِ ويَنْجوا منه؛ ما قُبِلَ منهم، ولا أغنى عنهم من عذاب الله شيئاً، يوم لا ينفعُ مالٌ ولا بنونَ إلاَّ مَنْ أتى الله بقلبٍ سليم. {وبَدا لهم من اللهِ ما لم يكونوا يَحْتَسِبونَ}؛ أي: يظنُّون من السخطِ العظيم والمقتِ الكبيرِ، وقد كانوا يحكُمون لأنفسهم بغير ذلك.
47. Yüce Allah, kulları arasında kendisinin hüküm vereceğini, müşriklerin söyledikleri sözleri ve bu sözlerin ne kadar çirkin olduğunu söz konusu edince, adeta nefisler Kıyamet gününde Allah’ın onlara neler yapacağını bilmek istermiş gibi bize bu gibi kimseler için
“feci azap” yani en dehşetli ve en ağır azabın söz konusu olduğunu haber vermektedir. Çünkü onlar, küfrün en fecisini ve en şiddetlisini söylemişlerdir.
Faraza altını ile gümüşü ile incisi ile hayvanları ile ağaçları ile ekinleri ile bütün eşyası ile bu dünya ve bir o kadarı daha bu müşriklerin olacak olsa Kıyamet gününde bu feci azaptan kurtulmak için onu fidye olarak feda eder ve bu azaptan kurtulmaya çalışırlardı. Ancak kesinlikle bu, onlardan kabul olunmaz ve bunun Allah’ın azabına karşı kendilerine en ufak bir faydası dahi olmazdı. Çünkü “o günde malın da evlâdın da hiçbir faydası olmaz. Ancak Allah’a selim bir kalp ile gelmiş olanlar hariç” (eş-Şuarâ, 26/88-89)
“Zira (o gün) karşılarına Allah tarafından hiç hesap etmedikleri (bir azap) çıkacaktır.” Hiç ummadıkları pek büyük bir azap ve pek büyük bir gazap ile karşılaşacaklardır. Halbuki daha önceden kendileri hakkında başka şeylerle karşılaşacaklarına dair ahkam kesiyorlardı.
#
{48} {وبدا لهم سيئاتُ ما كَسَبوا}؛ أي: الأمور التي تسوؤُهُم بسبب صَنيعهم وكَسْبِهِم، {وحاق بهم ما كانوا به يستهزِئونَ}: من الوعيدِ والعذابِ، نزلَ بهم، وحلَّ عليهم العقابُ.
48.
“Kazandıkları kötülükler” yapıp ettikleri ve kazandıkları şeyler sebebi ile hiç hoşlarına gitmeyecek hususlar
“kendilerine görünecek ve alaya aldıkları şey” tehdit ve azap
“onları çepeçevre sarıp kuşatacaktır.” başlarına gelip çatacak ve kendilerini yakalayacaktır.
{فَإِذَا مَسَّ الْإِنْسَانَ ضُرٌّ دَعَانَا ثُمَّ إِذَا خَوَّلْنَاهُ نِعْمَةً مِنَّا قَالَ إِنَّمَا أُوتِيتُهُ عَلَى عِلْمٍ بَلْ هِيَ فِتْنَةٌ وَلَكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ (49) قَدْ قَالَهَا الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ فَمَا أَغْنَى عَنْهُمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ (50) فَأَصَابَهُمْ سَيِّئَاتُ مَا كَسَبُوا وَالَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْ هَؤُلَاءِ سَيُصِيبُهُمْ سَيِّئَاتُ مَا كَسَبُوا وَمَا هُمْ بِمُعْجِزِينَ (51) أَوَلَمْ يَعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَاءُ وَيَقْدِرُ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ (52)}.
49- İnsanın başına herhangi bir sıkıntı geldiğinde bize yalvarır.
Sonra biz ona tarafımızdan bir nimet lütfettiğimizde: “Bu, bana ancak bir bilgiye göre verilmiştir” der. Bilakis o, bir imtihandır. Fakat onların çoğu bilmezler.
50- Onlardan öncekiler de öyle demişlerdi. Ama onların kazandıkları şeyler, kendilerine bir fayda sağlamadı.
51- Sonunda kazandıkları kötülükler
(in cezası) başlarına gelip çattı. Bunlardan zulmedenlerin başına da kazandıkları kötülükler, yakında gelip çatacak ve onlar kaçıp kurtulamayacaklardır.
52- Bilmezler mi ki Allah, rızkı dilediğine bol verir
(dilediğine de) kısar. Şüphesiz bunda iman eden bir toplum için ibretler vardır.
#
{49} يخبر تعالى عن حالة الإنسان وطبيعته أنَّه حين يَمَسُّه ضرٌّ من مرض أو شدَّة أو كربٍ، {دعانا}: ملحًّا في تفريج ما نَزَلَ به، {ثم إذا خَوَّلْناه نعمةً مِنَّا}: فكشفنا ضُرَّه، وأزَلْنا مَشَقَّتَه؛ عاد بربِّه كافراً ولمعروفه منكراً، و {قال إنَّما أوتيتُهُ على علم}؛ أي: علم من الله أنِّي له أهلٌ وأنِّي مستحقٌّ له؛ لأني كريم عليه، أو على علم منِّي بطُرُق تحصيله، قال تعالى: {بل هي فتنةٌ}: يبتلي اللهُ به عبادَه لينظُرَ من يَشْكُرُه ممَّن يكفُرُه. {ولكنَّ أكثرَهم لا يعلمونَ}: فلذلك يعدُّون الفتنة منحةً، ويشتبهُ عليهم الخيرُ المحضُ بما قد يكون سبباً للخير أو للشرِّ.
49. Yüce Allah,
insanın durumunu ve tabiatını bize haber vermektedir: Ona hastalık, sıkıntı veya darlık gibi bir zarar dokunduğunda
“bize” başına gelen bu musibetin giderilmesi hususunda ısrarla “yalvarır.”
“Sonra biz ona tarafımızdan bir nimet lütfettiğimizde” darlığını giderip sıkıntısını ortadan kaldıracak olursak, tekrar Rabbini inkâra döner,
Rabbinin iyiliklerini inkâr edip bilmezlikten gelir ve: “Bu bana ancak bir bilgiye göre verilmiştir, der.”
Yani Allah, benim bu işe layık olduğumu, benim bunu hak ettiğimi bilmektedir; çünkü ben Allah nezdinde değerli bir kişiyim. Ya da ben bu nimeti elde etme yollarını bildiğim için bunlar bana verilmiştir, der.
Yüce Allah da buna karşılık: “Bilakis o, bir imtihandır” buyurmaktadır. Yani Yüce Allah, kendisine kimin şükrettiğini, kimin de nankörlük ettiğini ortaya çıkarmak için bununla kullarını sınar.
“Fakat onların çoğu bilmezler.” Bundan dolayı onlar bu imtihanı bir bağış ve ihsan olarak değerlendirirler. Böylelikle katıksız hayır olan bir şey ile hayra ya da şerre sebep olabilen bir şeyi birbirine karıştırırlar.
#
{50} قال تعالى: {قد قالَها الذين من قَبْلِهِم}؛ أي: قولهم: {إنَّما أوتيتُهُ على علم}؛ فما زالت متوارثةً عند المكذِّبين، لا يقرُّون بنعمةِ ربِّهم، ولا يَرَوْنَ له حقًّا، فلم يزل دأبُهم حتى أهْلِكوا، ولم يغنِ {عنهم ما كانوا يكسِبونَ}: حين جاءهم العذابُ!
50.
“Onlardan öncekiler de öyle demişlerdi” onların söyledikleri:
“Bu bana ancak bir bilgiye göre verilmiştir” sözünü söylemişlerdi. Bu sözleri, inkarcılar birbirlerinden miras olarak alagelmektedirler. Rablerinin, nimetini ikrar ve itiraf etmezler, bu konuda Rablerinin, üzerlerinde herhangi bir hakkı olduğunu da kabul etmezler. Helâk edilecekleri vakte kadar onların alışkanlıkları ve âdetleri hep budur.
“Ama” azap kendilerine geldiği vakit “onların kazandıkları şeyler kendilerine bir fayda sağlamadı.”
#
{51} {فأصابَهم سيئاتُ ما كَسَبوا}: والسيئاتُ في هذا الموضع العقوباتُ؛ لأنَّها تَسوءُ الإنسانَ وتُحْزِنُه. {والذين ظلموا من هؤلاء سَيصيبُهم سيئاتُ ما كَسَبوا}: فليسوا خيراً من أولئك، ولم يُكْتَبْ لهم براءةٌ في الزُّبُر.
51.
“Sonunda kazandıkları kötülükler(in cezası) başlarına gelip çattı.” Burada
“kötülükler”den kasıt, onların uğratıldıkları cezalardır. Çünkü bu cezalar, insana kötülük gibidir ve onu üzer.
“Bunlardan zulmedenlerin başına da kazandıkları kötülükler, yakında gelip çatacak.” Çünkü bunlar, öncekilerden daha hayırlı değildirler. Yine bunlara önceki kitaplarda kötülüklerine rağmen azaptan kurtulacaklarına dair bir beraat da yazılmış değildir.
#
{52} ولما ذكر أنهم اغترُّوا بالمال وزعموا بِجَهْلِهِم أنَّه يدلُّ على حسن حال صاحبه؛ أخبرهم تعالى أنَّ رزقَه لا يدلُّ على ذلك، وأنه {يَبْسُطُ الرزقَ لِمَن يشاءُ}: من عبادِهِ، سواء كان صالحاً أو طالحاً. {ويَقْدِرُ}: الرزق؛ أي: يضيِّقُه على مَنْ يشاء صالحاً أو طالحاً؛ فرِزْقُهُ مشتركٌ بين البريَّة، والإيمانُ والعملُ الصالح يخصُّ به خَيْرَ البريَّة {إن في ذلك لآيات لقوم يؤمنون}؛ أي: بَسْطُ الرزق وقبضُه؛ لعلمهم أنَّ مرجع ذلك عائدٌ إلى الحكمةِ والرحمةِ، وأنَّه أعلمُ بحال عبيدِهِ؛ فقد يضيِّقُ عليهم الرزقَ لطفاً بهم؛ لأنَّه لو بَسَطَه؛ لَبَغَوْا في الأرض، فيكون تعالى مراعياً في ذلك صلاح دينهم الذي هو مادةُ سعادتِهِم وفلاحِهم. والله أعلم.
52. Onlar; mala aldandıkları ve cahilliklerinden dolayı bu mala sahip oluşun, o mal sahibinin halinin güzelliğine delil olduğunu iddia ettiklerinden dolayı Yüce Allah, vermiş olduğu rızkın,
bu iddialarının delili olamayacağını haber vererek şöyle buyurmaktadır:
“Bilmezler mi ki Allah, rızkı” kulları arasından ister salih olsun, ister olmasın
“dilediğine bol verir (dilediğine de) kısar.” Yani ister salih olsun ister olmasın dilediği kimsenin de rızkını daraltır. Allah, bütün valıklara rızık verir, ama iman ve salih ameli insanlar arasından özel olarak iyilere ihsan eder.
“Şüphesiz bunda” yani rızkın bol oluşunda ve kısılmasında
“iman eden bir toplum için ibretler vardır.” Çünkü onlar, bunun ilâhî hikmet ve rahmet ile ilgili olduğunu bilirler; Allah’ın, kullarının durumunu çok iyi bildiğine inanırlar.
O, kimi zaman bir lütuf olmak üzere onlaırn rızıklarını daraltabilir, çünkü geniş bol verecek olursa yeryüzünde azgınlık edebilirler. Yüce Allah, bu hususta onların mutluluk ve kurtuluşlarının kaynağını oluşturan dinlerinin salâhına göre bunu yapmış olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
{قُلْ يَاعِبَادِيَ الَّذِينَ أَسْرَفُوا عَلَى أَنْفُسِهِمْ لَا تَقْنَطُوا مِنْ رَحْمَةِ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَمِيعًا إِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ (53) وَأَنِيبُوا إِلَى رَبِّكُمْ وَأَسْلِمُوا لَهُ مِنْ قَبْلِ أَنْ يَأْتِيَكُمُ الْعَذَابُ ثُمَّ لَا تُنْصَرُونَ (54) وَاتَّبِعُوا أَحْسَنَ مَا أُنْزِلَ إِلَيْكُمْ مِنْ رَبِّكُمْ مِنْ قَبْلِ أَنْ يَأْتِيَكُمُ الْعَذَابُ بَغْتَةً وَأَنْتُمْ لَا تَشْعُرُونَ (55) أَنْ تَقُولَ نَفْسٌ يَاحَسْرَتَا عَلَى مَا فَرَّطْتُ فِي جَنْبِ اللَّهِ وَإِنْ كُنْتُ لَمِنَ السَّاخِرِينَ (56) أَوْ تَقُولَ لَوْ أَنَّ اللَّهَ هَدَانِي لَكُنْتُ مِنَ الْمُتَّقِينَ (57) أَوْ تَقُولَ حِينَ تَرَى الْعَذَابَ لَوْ أَنَّ لِي كَرَّةً فَأَكُونَ مِنَ الْمُحْسِنِينَ (58) بَلَى قَدْ جَاءَتْكَ آيَاتِي فَكَذَّبْتَ بِهَا وَاسْتَكْبَرْتَ وَكُنْتَ مِنَ الْكَافِرِينَ (59)}.
53-
De ki: “Ey nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları bağışlar. Zira O, çok bağışlayıcıdır, pek merhamelidir.”
54- Size azap gelmeden önce Rabbinize yönelin ve O’na teslim olun. Sonra size yardım edilmez.
55- Siz hiç farkında olmadan azap size ansızın gelmeden önce Rabbinizden size indirilenin en güzeline uyun!
56-
Tâ ki hiç kimse: “Allah’ın hakkı konusunda işlediğim kusurlardan dolayı yazıklar olsun bana! Gerçekten ben, alay edenlerdendim” demesin.
57-
Yahut: “Eğer Allah bana hidâyet verseydi, elbette takvâ sahiplerinden olurdum” demesin.
58-
Ya da azabı gördüğünde: “Keşke (dünyaya) geri dönme imkânım olsa da ihsan sahiplerinden olsam!” demesin.
59-
“Hayır, sana âyetlerim gelmişti de sen onları yalanlamış, büyüklenmiş ve kâfirlerden olmuştun.”
#
{53} يخبر تعالى عبادَه المسرفينَ بسعةِ كرمِهِ، ويحثُّهم على الإنابة قبل أن لا يمكِنَهم ذلك، فقال: {قل} يا أيُّها الرسولُ ومَنْ قام مقامَه من الدُّعاة لدين الله مخبراً للعبادِ عن ربِّهم: {يا عبادي الذينَ أسْرَفوا على أنفِسِهم}: باتِّباع ما تَدْعوهم إليه أنفسُهُم من الذُّنوب والسعي في مساخِطِ علاَّم الغُيوب، {لا تَقْنَطوا من رحمةِ الله}؛ أي: لا تيأسوا منها، فَتُلْقوا بأيديكم إلى التَّهْلُكَه، وتقولوا: قد كَثُرَتْ ذنوبُنا وتراكَمَتْ عيوبُنا؛ فليس لها طريقٌ يزيلُها ولا سبيلٌ يصرِفها فتبقون بسبب ذلك مصرِّين على العصيان، متزوِّدين ما يغضب عليكم الرحمن، ولكن اعرفوا ربَّكم بأسمائِهِ الدالَّةِ على كرمِهِ وجودِهِ، واعلَموا أنَّه يَغْفِرُ الذُّنوبَ جميعاً من الشرك والقتل والزِّنا والربا والظلم وغير ذلك من الذنوب الكبار والصغار. {إنَّه هو الغفورُ الرحيمُ}؛ أي: وصفُه المغفرةُ والرحمةُ وصفان لازمانِ ذاتيَّانِ لا تنفكُّ ذاتُه عنهما، ولم تزلْ آثارُهُما ساريةً في الوجود، مالئةً للموجودِ، تسحُّ يداه من الخيراتِ آناءَ الليل والنهار، ويوالي النِّعم على العبادِ والفواضلَ في السرِّ والجهار، والعطاءُ أحبُّ إليه من المنع، والرحمةُ سبقتِ الغضبَ وغلبْته.
53. Yüce Allah,
kulları arasından çokça günah işlemiş kimselere lütuf ve kereminin çokluğunu bildirmekte ve böyle bir imkân ellerinden gitmeden önce onları kendisine dönmeye teşvik ederek şöyle buyurmaktadır:
Ey Peygamber ve ondan sonra Allah’ın dinine davet etmekte onun yerine geçenler! Kullara Rableri hakkında haber vererek
“de ki:” Nefislerinin kendilerini çağırdığı günahları işlemek ve gaybleri bilen Allah’ı gazaplandıran yollarda yürümek sureti ile “nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin!” O takdirde kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmış olur,
“Günahlarımız artık çoğaldı, kusurlarımız üst üste birikti, bunları ortadan kaldırmaya imkan yok, bunları silmenin yolu yok”, diyerek isyan üzere ısrara devam eder, Rahman olan Allah’ın size gazaplanmasına sebep olacak hususları işlemeye devam edersiniz.
Fakat siz Rabbinizi O’nun keremine, cömertliğine delâlet eden isimleri ile tanıyın ve bilin ki
“Allah bütün günahları bağışlar.” Şirki, öldürmeyi, zinayı, faizi, zulmü ve bunların dışında kalan küçük büyük tüm günahları bağışlar.
“Zira O, çok bağışlayıcıdır, pek merhametlidir.” Yani mağfiret etmek ve rahmet buyurmak, O’nun kendisinden ayrılmaz zatî sıfatlarıdır. Hiçbir zaman bu sıfatlar O’nun zatından ayrı düşmez, bu sıfatların etkileri kesilmez. Varlık aleminde orayı dolduracak şekilde bunların etkileri tecelli edip durur. O’nun iki eli de gece ve gündüz cömertçe hayırlar ihsan etmektedir. Kullara yönelik nimet ve lütufları, gizli ve açık bütün hallerde ardı arkasına gelmektedir. O; bağışlamayı, alıkoymaktan daha çok sever. O’nun rahmeti gazabını geçmiş, geride bırakmıştır.
#
{54} ولكنْ لمغفرتِهِ ورحمتِهِ ونَيْلِهِما أسبابٌ؛ إنْ لم يأتِ بها العبدُ؛ فقدْ أغلقَ على نفسه بابَ الرحمةِ والمغفرة، أعظمُها وأجلُّها ـ بل لا سببَ لها غيره ـ الإنابةُ إلى الله تعالى بالتوبةِ النصوح، والدُّعاءُ والتضرُّعُ والتألُّهُ والتعبُّدُ؛ فهلمَّ إلى هذا السبب الأجلِّ والطريق الأعظم، ولهذا أمَرَ تعالى بالإنابة إليه والمبادرةِ إليها، فقال: {وأنيبوا إلى ربِّكُم}: بقلوبِكم، {وأسْلِموا له}: بجوارِحِكم، إذا أُفْرِدَتِ الإنابةُ؛ دخلتْ فيها أعمالُ الجوارح، وإذا جُمِعَ بينَهما كما في هذا الموضع؛ كان المعنى ما ذكرنا. وفي قوله: {إلى ربِّكُم وأسْلِموا له}: دليلٌ على الإخلاص، وأنَّه من دون إخلاص لا تفيدُ الأعمالُ الظاهرةُ والباطنةُ شيئاً {من قبل أن يأتِيَكُمُ العذابُ}: مجيئاً لا يُدْفَع، {ثم لا تُنصَرونَ}.
54. Ancak mağfiret ve rahmetinin bunlara ulaşmasının birtakım sebepleri vardır. Kul bu sebepleri yerine getirmeyecek olursa mağfiret ve rahmet kapılarını kendi yüzüne kapatmış olur. Bu sebeplerin en üstünü ve en değerlisi ise -dahası mağfiret ve rahmetin ondan başka bir sebebi de yoktur-
şudur: samimi tevbe ile, dua ile, yalvarıp yakarmakla, Allah’ı mutlak ilâh bilip O’na boyun eğerek ibadet etmek sureti ile Allah’a yönelmek.
Hep beraber bu en değerli sebebe sarılalım, bu en büyük yolu izleyelim. Bundan dolayı Yüce Allah,
kendisine yönelmeyi ve bu hususta eli çabuk tutmayı emrederek şöyle buyurmaktadır:
“Size azap gelmeden önce” kalplerinizle
“Rabbinize yönelin ve” azalarınızla da
“O’na teslim olun.” Allah’a yönelme, yalnız başına zikredildiği takdirde azaların amelleri de onun kapsamına girer. Eğer -burada olduğu gibi- teslim olmakla bir arada zikredilecek olurlarsa manası, yukarda açıkladığımız şekilde olur.
Yüce Allah’ın: “Ve O’na teslim olun” buyruğunda ihlâsın gereğine ve ihlâs olmaksızın zahirî ve batınî amellerin hiçbir faydasının olmadığına delil vardır.
Sizin bu dönüşünüz de
“size azap” geri çevrilemeyecek bir şekilde “gelmeden önce” olmalıdır. Çünkü aksi takdirde
“size yardım edilmez.”
Sanki: Allah’a yönelme ve teslim oluş ne demektir? Bunların kapsamına ne girer? Bunların amelleri nelerdir? diye bir soru sorulmuş gibi Yüce Allah,
bunu şu şekilde cevaplandırmaktadır:
#
{55} فكأنه قيل: ما هي الإنابةُ والإسلامُ، وما جزئياتُها وأعمالها؟ فأجاب تعالى بقوله: {واتَّبِعوا أحسنَ ما أُنزِلَ إليكم مِن ربِّكُم}: مما أمَرَكم من الأعمال الباطنةِ؛ كمحبَّة الله وخشيَتِهِ وخوفِهِ ورجائِهِ والنصح لعبادِهِ ومحبَّة الخير لهم وتركِ ما يضادُّ ذلك، ومن الأعمال الظاهرة؛ كالصلاة والزكاة [والصيام] والحجِّ والصدقةِ وأنواع الإحسان ونحو ذلك مما أمَرَ الله به، وهو أحسنُ ما أُنْزِلَ إلينا من ربِّنا، فالمتتبِّع لأوامر ربِّه في هذه الأمور ونحوها هو المنيبُ المسلمُ {من قَبْلِ أن يأتِيَكُمُ العذابُ بغتةً وأنتم لا تشعرُونَ}: وكلُّ هذا حثٌّ على المبادرةِ وانتهازِ الفرصة.
55. Allah’ı sevmek, O’ndan korkmak, saygı ile O’na boyun eğmek, rahmetini ummak, samimi olarak kullarının iyiliğini istemek, onlara öğüt vermek, onlar için iyi şeyleri istemek, bunların zıddını terk etmek gibi size emretmiş olduğu bâtınî ameller ile namaz, oruç, zekât, hac, sadaka, çeşitli türden iyilikler vb. gibi Allah’ın emretmiş olduğu zâhirî ameller... İşte bunlar, Rabbimizden bize indirilenlerin en güzelleridir. İşte bu ve benzeri hususlarda Rabbinin emirlerine uyan bir kimse, Allah’a yönelen ve O’na teslim olan kimse demektir.
“Siz hiç farkında olmadan azap size ansızın gelmeden önce…” Bütün bu buyruklarla Allah’a yönelip teslim olmakta eli çabuk tutmak ve fırsatları değerlendirmek teşvik edilmektedir.
#
{56} ثم حذَّرهم {أن} لا يستمرُّوا على غفلتِهِم حتى يأتِيَهُمْ يومٌ يندمون فيه ولا تنفعُ الندامةُ، و {تقول نفسٌ يا حسرتى على ما فَرَّطْتُ في جَنبِ الله}؛ أي: في جانِبِ حقِّه. {وإن كُنتُ}: في الدُّنيا {لَمِنَ السَّاخِرينَ}: في إتيانِ الجزاء حتى رأيتُه عياناً.
56. Yüce Allah, kullarını gafletlerini sürdürme konusunda uyarmakta ve pişmanlık duyacakları ama pişmanlığın fayda vermeyeceği bir gün gelip çatmadan önce dönmelerini öğüt vermektedir.
Zira o vakit geldiğinde kişi: “Allah’ın hakkı konusunda işlediğim kusurlardan dolayı yazıklar olsun bana! Gerçekten ben” dünya hayatında, azabın gelişi hususunda onunla
“alay edenlerdendim.” Şimdi ise onu gözlerimle gördüm!, der.
#
{57} {أو تقولَ لو أنَّ الله هداني لكنتُ من المتَّقينَ}: و {لو} في هذا الموضع للتمنِّي؛ أي: ليت أنَّ الله هداني، فأكون متقياً له، فأسلم من العقاب، وأستحقُّ الثواب، وليست {لو} هنا شرطيَّةً؛ لأنَّها لو كانت شرطيَّة؛ لكانوا محتجِّين بالقضاء والقدر على ضلالهم، وهي حجةٌ باطلةٌ، ويوم القيامةِ تضمحلُّ كل حجةٍ باطلةٍ.
57.
“Yahut: Eğer Allah bana hidâyet verseydi, elbette takvâ sahiplerinden olurdum, demesin.” Bu buyruk,
temenni ifade etmekte ve şu anlama gelmektedir: “Keşke Allah bana hidâyet vermiş olsaydı da ben de O’ndan sakınan takvâlı bir kişi olsaydım ve azaptan kurtularak mükâfatı hak etse idim.” Yoksa bu buyruk, şart manasına değildir. Zira şart manasını ifade etseydi, onlar sapıklıklarına kaza ve kaderi gerekçe göstermiş olurlardı. Bu ise batıl bir gerekçedir, kıyamet gününde ise batıl bütün deliller boşa gidecektir.
#
{58} {أو تقولَ حين تَرى العذابَ}: وتجزِمَ بورودِهِ: {لو أنَّ لي كَرَّةً}؛ أي: رجعةً إلى الدنيا: لكنت {من المحسنينَ}.
58.
“Ya da azabı gördüğünde” ve artık azabın geleceğini kesin olarak anladığında:
“Keşke (dünyaya) geri dönme imkânım olsa da ihsan sahiplerinden olsam!” demesin”
Yüce Allah, bunun imkânsız ve faydasız olduğunu, bu gibi temennilerin batıl ve gerçekle bir ilişkilerinin bulunmadığını ifade etmektedir. Çünkü kul, eğer geri döndürülecek olursa kendisine daha önce yapılan açıklamadan farklı, yeni bir açıklama yapılmayacaktır.
#
{59} قال تعالى في أنَّ ذلك غير ممكنٍ ولا مفيدٍ، وأنَّ هذه أماني باطلةٌ لا حقيقةَ لها؛ إذ لا يتجدَّد للعبد لو رُدَّ بيانٌ بعد البيان الأول: {بلى قد جاءَتْك آياتي}: الدالةُ دلالةً لا يُمْتَرى فيها على الحقِّ، {فكذَّبْتَ بها واستكبرتَ}: عن اتِّباعِها، {وكنتَ من الكافرينَ}: فسؤالُ الردِّ إلى الدنيا نوعُ عبثٍ، فلو رُدُّوا؛ لعادوا لِما نُهوا عنه، وإنَّهم لَكاذِبونَ.
59.
“Hayır, sana” en ufak bir şüphe ve tereddüt söz konusu olmayacak şekilde hakka delil olan
“âyetlerim gelmişti de sen onları yalanlamış” onlara uymayıp
“büyüklenmiş ve kâfirlerden olmuştun.” Dolayısı ile tekrar dünyaya geri döndürülmeyi istemek, boş bir şeydir.
Zaten
“geri döndürülürlerse de yine kendilerine yasaklanan şeylere geri dönerler.” (el-En’âm, 6/28)
{وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ تَرَى الَّذِينَ كَذَبُوا عَلَى اللَّهِ وُجُوهُهُمْ مُسْوَدَّةٌ أَلَيْسَ فِي جَهَنَّمَ مَثْوًى لِلْمُتَكَبِّرِينَ (60) وَيُنَجِّي اللَّهُ الَّذِينَ اتَّقَوْا بِمَفَازَتِهِمْ لَا يَمَسُّهُمُ السُّوءُ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ (61)}.
60- Kıyamet günü Allah hakkında yalan söyleyenlerin yüzlerinin kapkara olduğunu görürsün. Büyüklük taslayanlara cehennemde yer mi yok?
61- Allah takvâ sahiplerini umduklarına erdirmek sureti ile kurtarır. Onlara hiçbir fenalık dokunmaz ve onlar üzülmezler de.
#
{60} يخبر تعالى عن خِزْي {الذين كَذَبوا} عليه، وأنَّ وجوهَهم يوم القيامةِ {مسودَّةٌ}: كأنَّها الليلُ البهيمُ، يعرِفُهم بذلك أهلُ الموقف، فالحقُّ أبلجُ واضحٌ كأنه الصبح؛ فكما سوَّدوا وجهَ الحقِّ بالكذبِ؛ سَوَّدَ الله وجوهَهم جزاءً من جنس عملهم؛ فلهم سوادُ الوجوهِ ولهم العذابُ الشديدُ في جهنَّم، ولهذا قال: {أليس في جَهَنَّمَ مثوىً للمتكبِّرينَ}: عن الحقِّ، وعن عبادةِ ربِّهم، المفترين عليه، بلى والله؛ إنَّ فيها لعقوبةً وخزياً وسخطاً يبلُغُ من المتكبِّرين كلَّ مبلغ، ويؤخَذُ الحقُّ منهم بهما ، والكذِبُ على الله يَشْمَلُ الكذبَ عليه باتِّخاذِ الشريك والولدِ والصاحبةِ، والإخبار عنه بما لا يليقُ بجلالِهِ، أو ادِّعاء النبوَّة، أو القول في شرعِهِ بما لم يَقُلْهُ والإخبارِ بأنَّه قاله وشَرَعَه.
60. Yüce Allah, kendisi hakkında yalan söyleyenlerin rüsvaylıklarını haber vermekte, kıyamet gününde yüzlerinin kapkaranlık gece gibi simsiyah kesileceğini ve mahşerdekilerin bu suretle onları tanıyacaklarını bildirmektedir. Çünkü gerçek, açık seçiktir; adeta sabahı andırır. Onlar yalan söylemek sureti ile hakkın yüzünü kararttıkları gibi Allah da -onları amelleri türünden cezalandırarak- yüzlerini karartacaktır.
Onların yüzleri kararacağı gibi cehennemde çok ağır bir azap da çekeceklerdir.
Bundan dolayı: “Büyüklük taslayanlara” hakka karşı, Rablerine ibadete karşı büyüklenen ve O’na iftirada bulunanlara
“cehennemde yer mi yok?” buyrulmaktadır.
Evet, Allah’a and olsun ki orada büyüklük taslayanlar için en ileri dereceye ulaşacak bir ceza, bir rüsvaylık ve bir gazap olacaktır. Orada onlardaki haklar alınacak ve cezaları verilecektir.
Allah hakkında yalan söylemek, hem O’na ortak koşmayı, O’nun evlat ve eş sahibi olduğunu söylemeyi, hem de O’nun celâl ve azametine yakışmayan iddialarda bulunmayı kapsar. Yine peygamberlik iddiasında bulunmayı ya da onun söylemediği şeylerin O’nun şeriatında olduğunu söyleyerek O’nun bu sözleri söylediğini ve şeriatında bunları bildirdiğini söylemeyi de kapsar.
Allah,
büyüklük taslayanların durumunu söz konusu ettikten sonra takvâ sahiplerinin durumunu da söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{61} ولما ذَكَرَ حالَةَ المتكبِّرين؛ ذَكَرَ حالةَ المتَّقين، فقال: {وَيُنَجِّي الله الذين اتَّقَوْا بمفازَتِهم}؛ أي: بنجاتهم، وذلك لأنَّ معهم آلةَ النجاةِ، وهو تقوى الله تعالى، التي هي العُدَّةُ عند كلِّ هول وشدَّة. {لا يَمَسُّهُم السوءُ}؛ أي: العذاب الذي يسوؤُهم، {ولا هُم يَحْزَنونَ}: فنفَى عنهم مباشرةَ العذابِ وخوفَه، وهذا غايةُ الأمان؛ فلهم الأمنُ التامُّ يصحَبُهم حتى يوصِلَهم إلى دار السلام؛ فحينئذٍ يأمَنون من كلِّ سوءٍ ومكروهٍ، وتجري عليهم نَضْرَةُ النعيم، ويقولون: الحمدُ لله الذي أذْهَبَ عنَّا الحزن، إنَّ ربَّنا لغفورٌ شكورٌ.
61.
“Allah, takvâ sahiplerini umduklarına erdirmek sureti ile kurtarır.” Çünkü beraberlerinde kurtuluşun aracı olan Allah korkusu ve takvâ vardır. Takvâ, her türlü dehşet ve zorluğa karşı hazırlık demektir.
“Onlara hiçbir fenalık” yani azap ve hoşlarına gitmeyecek hiçbir şey
“dokunmaz ve onlar üzülmezler de.” Azabın onlara dokunmayacağının ve azap korkusunun da haklarında söz konusu olmayacağının belirtilmesi, son derece güven içerisinde olacaklarının bir ifadesidir. Onlar için tam bir güvenlik vardır ve bu güvenlik onları esenlik yurdu olan cennete ulaştırıncaya kadar beraberlerinde bulunacaktır. O vakit de her bir kötülükten ve hoş olmayan her bir şeyden yana güven içerisinde olacaklardır. Cennet nimetlerinin güzellikleri onlara bol bol verilecektir ve onlar
“diyeceklerdir ki: “Bizden her türlü kederi gideren Allah’a hamdolsun. Şüphesiz Rabbimiz Ğafurdur, Şekurdur.” (Fâtır, 35/34)
{اللَّهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ (62) لَهُ مَقَالِيدُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَالَّذِينَ كَفَرُوا بِآيَاتِ اللَّهِ أُولَئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ (63)}.
62- Allah, her şeyin yaratıcısıdır ve O, her şeye vekildir.
63- Göklerin ve yerin anahtarları yalnız O’nundur. Allah’ın âyetlerini inkâr edenlere gelince onlar, zarara uğrayanların ta kendileridir.
#
{62} يخبرُ تعالى عن عظمتِهِ وكمالِهِ الموجبِ لخسرانِ مَنْ كَفَرَ به، فقال: {الله خالِقُ كلِّ شيءٍ}: هذه العبارة وما أشْبَهَها مما هو كثيرٌ في القرآن تدلُّ على أنَّ جميعَ الأشياءِ ـ غيرَ اللهِ ـ مخلوقةٌ؛ ففيها ردٌّ على كلِّ مَنْ قال بقدم بعض المخلوقاتِ؛ كالفلاسفة القائلين بقدم الأرضِ والسماواتِ، وكالقائلينَ بقِدَمِ الأرواح، ونحو ذلك من أقوال أهل الباطل المتضمِّنة تعطيلَ الخالق عن خَلْقِهِ، وليس كلامُ اللهِ من الأشياء المخلوقةِ؛ لأنَّ الكلام صفةُ المتكلم ـ والله تعالى بأسمائِهِ وصفاته أولٌ ليس قبلَه شيءٌ ـ؛ فأخذُ أهل الاعتزال من هذه الآية ونحوها أنَّه مخلوقٌ من أعظم الجهل؛ فإنَّه تعالى لم يَزَلْ بأسمائِهِ وصفاتِهِ، ولم يَحْدُثْ له صفةٌ من صفاتِهِ، ولم يكنْ معطَّلاً عنها بوقتٍ من الأوقات.
والشاهدُ من هذا أنَّ الله تعالى أخبر عن نفسِهِ الكريمةِ أنَّه خالقٌ لجميع العالم العلويِّ والسفليِّ، وأنَّه {على كلِّ شيءٍ وكيلٌ}، والوكالةُ التامةُ لا بدَّ فيها من علم الوكيل بما كان وكيلاً عليه، وإحاطتِهِ بتفاصيلِهِ، ومن قدرةٍ تامَّةٍ على ما هو وكيلٌ عليه؛ ليتمكَّن من التصرُّف فيه، ومن حفظٍ لما هو وكيلٌ عليه، ومن حكمةٍ ومعرفةٍ بوجوه التصرُّفات ليصرِّفَها ويدبِّرَها على ما هو الأليقُ؛ فلا تتمُّ الوكالةُ إلاَّ بذلك كله؛ فما نَقَصَ من ذلك؛ فهو نقصٌ فيها. ومن المعلوم المتقرِّرِ أنَّ الله تعالى منزَّهٌ عن كل نقصٍ في صفةٍ من صفاتِهِ؛ فإخبارُهُ بأنَّه على كلِّ شيء وكيلٌ؛ يدلُّ على إحاطةِ علمِهِ بجميع الأشياء، وكمال قدرتِهِ على تدبيرِها، وكمال تدبيرِهِ، وكمال حكمتِهِ التي يَضَعُ بها الأشياءَ مواضِعَها.
62. Yüce Allah,
kendisini inkâr eden kâfirlerin hüsranlarını gerektiren azamet ve kemalini haber vererek şöyle buyurmaktadır: “Allah her şeyin yaratıcısıdır.” Bu ve Kur’ân-ı Kerîm’deki buna benzer pek çok ifade, Yüce Allah dışındaki her şeyin yaratılmış olduğunun delilidir. Bu buyruklar, yerin ve semanın kadîm olduğunu söyleyen birtakım filozoflar ile ruhların kadim olduğunu söyleyenlerin ve buna benzer yaratıcının yaratmasını iptal manası ihtiva eden batıl iddialarda bulunarak birtakım yaratıkların kadîm olduğunu ileri sürenlerin görüşlerini reddetmektedir.
Allah’ın kelamı da yaratılmış şeylerden değildir. Çünkü kelâm, konuşanın bir sıfatıdır. Yüce Allah ise isim ve sıfatları ile evveldir/ilktir; kendisinden önce hiçbir şey yoktur. İşte Mutezile ve benzerleri Allah’ın kelâmının yaratılmış olduğunu bu âyet-i kerimeden çıkardıklarını söylerler. Halbuki böyle bir iddia, cahilliğin en ileri derecesidir.
Çünkü Yüce Allah, ezelden beri isim ve sıfatlarına sahiptir. O’nun herhangi bir sıfatı sonradan meydana gelmiş
(hadis) değildir. Bu sıfatlara sahip olmadığı herhangi bir vakit de söz konusu değildir.
Bu buyrukta buna delil olan husus şudur: Yüce Allah, kendi Kerim zatı hakkında, ulvi ve süfli âlemi bütünü ile kendisinin yaratmış olduğunu ve kendisinin her şeye vekil olduğunu haber vermektedir.
Vekilin, üzerinde vekil olduğu şeyleri tam anlamı ile bilmesi ve O’nun her türlü tafsilatı ile ilgili hususları kuşatması, eksiksiz bir vekillik için şarttır. Aynı şekilde vekil olduğu şey üzerinde de tam bir kudrete sahip olmalıdır ki onda tasarruf edebilme imkânını bulsun.
Yine üzerinde vekil olduğu şeyi koruyabilmelidir de. Aynı şekilde tasarruf şekillerini tam anlamı ile bilmesi ve bütün bu tasarruflarında hikmetli olması da gerekir ki en uygun şekilde tasarrufta bulunsun ve onların işlerini idare etsin. Bütün bunlar olmaksızın tam bir vekillik söz konusu olamaz. Bunlardan ne kadarı eksik olursa, bu da vekillikte o kadar eksiklik var demektir. Açıkça bilinen gerçek şudur ki; Yüce Allah, bütün sıfatlarında herhangi bir eksiklikten münezzehtir. Kendisinin her şeye vekil olduğunu haber vermesi de bilgisinin her şeyi kuşattığını, kudretinin -bütün yaratıkları idaresi yönünde- kemal derecesinde olduğunu, tedbirinin de hikmetinin de kemal derecesinde olduğunu göstermektedir ki O, bu hikmeti gereğince her bir şeyi yerli yerince koyar.
#
{63} {له مقاليدُ السمواتِ والأرضِ}؛ أي: مفاتيحُها علماً وتدبيراً؛ فـ {ما يَفْتَحِ اللهُ للناس من رحمةٍ فلا مُمْسِكَ لها وما يُمْسِكْ فلا مرسلَ له من بعدِهِ وهو العزيزُ الحكيم}. فلما بَيَّنَ من عظمتِهِ ما يقتضي أنْ تمتلئ القلوبُ له إجلالاً وإكراماً؛ ذَكَرَ حالَ من عكسَ القضيةَ فلم يَقْدِرْهُ حقَّ قَدْرِهِ، فقال: {والذين كفروا بآياتِ الله}: الدالَّة على الحقِّ اليقين والصراطِ المستقيم؛ {أولئك هم الخاسرونَ}: خسروا ما به تَصْلُحُ القلوبُ من التألُّه والإخلاص لله، وما به تَصْلُحُ الألسنُ من إشغالها بذِكْرِ الله، وما تَصْلُحُ به الجوارحُ من طاعةِ الله، وتعوَّضوا عن ذلك كلَّ مفسدٍ للقلوب والأبدانِ، وخَسِروا جناتِ النعيم، وتعوَّضوا عنها بالعذابِ الأليم.
63.
“Göklerin ve yerin” bilgisinin ve idaresinin
“anahtarları yalnız O’nundur.” “Allah'ın insanlara göndereceği herhangi bir rahmeti engelleyebilecek yoktur, O’nun engellediğini de salıverecek yoktur. O, Azîzdir, Hakîmdir.” (Fâtır, 35/2)
Yüce Allah, kalpleri kendisine karşı tazim ile doldurmayı gerektirecek şekilde azametini açıkladıktan sonra,
meseleyi tersyüz ederek Yüce Allah’ı hakkıyla takdir edemeyenlerin halini de dile getirip şöyle buyurmaktadır:
“Allah’ın” kesin hakkı ve dosdoğru yolu gösteren “âyetlerini inkâr edenlere gelince onlar, zarara uğrayanların ta kendileridir.”
Çünkü onlar, kalplerin kendileri ile salâh bulacağı Allah’ın ulûhiyetini kabul edip yalnız O’na ihlâsla yönelmeyi; dillerin kendisi ile salâh bulacağı Allah’ı zikirle meşgul olmayı, azaların kendileri ile salâh bulacağı Allah’a itaati yitirmiş, bunun yerine kalpleri ve bedenleri bozan her bir şeye yönelmiş, nimet dolu cennetleri yitirip onun yerine can yakıcı azabı tercih etmiş kimselerdir.
{قُلْ أَفَغَيْرَ اللَّهِ تَأْمُرُونِّي أَعْبُدُ أَيُّهَا الْجَاهِلُونَ (64) وَلَقَدْ أُوحِيَ إِلَيْكَ وَإِلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكَ لَئِنْ أَشْرَكْتَ لَيَحْبَطَنَّ عَمَلُكَ وَلَتَكُونَنَّ مِنَ الْخَاسِرِينَ (65) بَلِ اللَّهَ فَاعْبُدْ وَكُنْ مِنَ الشَّاكِرِينَ (66)}.
64-
De ki: “Şimdi siz benden Allah’tan başkasına ibadet etmemi mi istiyorsunuz, ey cahiller?”
65-
Andolsun sana da senden öncekilere de şöyle vahyedilmiştir: “Eğer şirk koşarsan bütün amellerin kesinlikle boşa çıkar ve sen mutlaka zarar edenlerden olursun.”
66-
“Bilakis, yalnız Allah’a ibadet et ve şükredenlerden ol!”
#
{64} {قل} يا أيُّها الرسولُ لهؤلاء الجاهلين الذين دَعَوْك إلى عبادةِ غير الله: {أفغيرَ الله تأمروني أعبدُ أيُّها الجاهلونَ}؛ أي: هذا الأمرُ صَدَرَ من جهلِكم، وإلاَّ؛ فلو كان لكم علمٌ بأنَّ الله تعالى الكاملَ من جميع الوجوه، مسدي جميع النعم هو المستحقُّ للعبادة دون مَنْ كان ناقصاً من كلِّ وجهٍ لا ينفعُ ولا يضرُّ؛ لم تأمروني بذلك، وذلك لأنَّ الشركَ بالله محبِطٌ للأعمال، مفسدٌ للأحوال.
64. Ey Peygamber, sen seni Allah’tan başkasına ibadet etmeye çağıran şu cahillere
“de ki: Şimdi siz benden Allah’tan başkasına ibadet etmemi mi istiyorsunuz, ey cahiller?” Sizin bu isteğinizin kaynağı cahilliğinizdir. Yoksa sizler, Yüce Allah’ın her bakımdan kemâl sıfatlarına sahip olduğunu, bütün nimetleri O’nun ihsan ettiğini, ibadeti hak edenin yalnızca O olduğunu, her bakımdan aciz, fayda veremeyen ve zararı önleyemeyen varlıkların hiçbir şekilde ibadete layık olmadıklarını bilmiş olsaydınız siz benden böyle bir şeyi istemezdiniz.
Çünkü Allah’a ortak koşmak, amelleri boşa çıkartır ve her işi ifsad eder. Bu yüzden Yüce Allah,
şöyle buyurmaktadır:
#
{65} ولهذا قال: {ولقد أوحي إليك وإلى الذين من قبلِكَ}: من جميع الأنبياء، {لَئِنْ أشركتَ لَيَحْبَطَنَّ عملُكَ}: هذا مفردٌ مضافٌ يعمُّ كلَّ عمل، ففي نبوة جميع الأنبياءِ أنَّ الشرك محبطٌ لجميع الأعمال؛ كما قال تعالى في سورة الأنعام لما عدَّد كثيراً من أنبيائِهِ ورسلِهِ؛ قال عنهم: {ذلك هدى اللهِ يَهْدي به مَن يشاءُ من عبادِهِ ولو أشْرَكوا لَحَبِطَ عنهم ما كانوا يعملونَ}، {ولَتكونَنَّ من الخاسرينَ}: دينَك وآخرتَك؛ فبالشركِ تُحْبَطُ الأعمال، ويُسْتَحَقُّ العقابُ والنَّكال.
65.
“Andolsun sana da senden önceki” bütün peygamberlere
“de şöyle vahyedilmiştir: “Eğer şirk koşarsan bütün amellerin kesinlikle boşa çıkar.” Burada şirk koşma halinde bütün amellerin boşa çıkacağı ifade edilmektedir.
Bütün peygamberlerin bildirdikleri mesajların arasında şirkin bütün amelleri boşa çıkarttığı gerçeği de vardır. Nitekim Yüce Allah,
En’âm Sûresi’nde nebi ve rasûllerin pek çoğunu saydıktan sonra haklarında şöyle buyurmaktadır: “Bu, Allah’ın hidâyetidir. O, kullarından kimi dilerse onunla hidâyete erdirir. Eğer onlar dahi şirk koşsalardı, yaptıkları her şey boşa giderdi.” (el-En’âm 6/88)
“ve sen mutlaka zarar edenlerden olursun.” Dinini ve âhiretini kaybederdin. Şirk sebebi ile bütün ameller boşa çıkar, azaba ve ibretli cezalara müstehak olunur.
#
{66} ثم قال: {بل اللهَ فاعْبُدْ}: لما أخبر أنَّ الجاهلين يأمرونَه بالشركِ، وأخبر عن شناعتِهِ؛ أمَرَه بالإخلاص، فقال: {بل الله فاعْبُدْ}؛ أي: أخلِصْ له العبادةَ وحدَه لا شَريك له، {وكُن من الشاكرينَ}: اللهَ على توفيقِ الله تعالى؛ فكما أنَّه [تعالى] يُشْكَرُ على النعم الدنيويَّة كصحَّة الجسم وعافيتِهِ وحصول الرزقِ وغير ذلك؛ كذلك يُشْكَر ويُثنى عليه بالنعم الدينيَّة؛ كالتوفيق للإخلاص والتقوى، بل نعم الدين هي النعم على الحقيقة، وفي تدبُّر أنَّها من الله تعالى، والشكرِ لله عليها سلامةٌ من آفة العُجْبِ التي تَعْرِضُ لكثير من العاملين بسبب جهلِهِم، وإلاَّ؛ فلو عرف العبدُ حقيقة الحال؛ لم يُعْجَبْ بنعمةٍ تستحقُّ عليه زيادة الشكر.
66.
Daha sonra: “Bilakis, yalnız Allah’a ibadet et” buyrulmaktadır. Cahillerin, kendisine şirk koşmayı emrettiklerini ve şirkin ne kadar çirkin ve kötü olduğunu bildirdikten sonra
“Bilakis, yalnız Allah’a ibadet et” buyruğuyla ihlâs emredilmektedir. Yani ibadetini O’na halis kıl ve yalnızca O’na ibadet et, hiçbir şeyi de O’na ortak koşma!
“Ve” Allah’a sana ihsan ettiği tevfikinden dolayı “şükredenlerden ol.” Bedenî sıhhat ve afiyet, rızık ve benzeri şeylere nail olmak gibi dünyevi nimetlerden ötürü şükür söz konusu olduğu gibi; ihlâs ve takvâ muvaffakiyeti gibi dinî nimetler dolayısı ile de Yüce Allah’a şükredilir ve bundan dolayı O’na hamd-ü senada bulunulur.
Hatta asıl nimet, din nimetlerdir. Bunların Allah tarafından geldiğini düşünmek ve bundan dolayı Allah’a şükretmek, birtakım amellerde bulunan pek çok kimsenin cahillikleri sebebi ile karşı karşıya kaldıkları ucb
(kendini ve amelini beğenme) afetinden esenlikte kalmaya vesildir. Çünkü kul, durumu gerçek mahiyeti ile bilecek olursa, daha çok şükretmesini gerektiren ilâhî bir nimet dolayısı ile ucba kapılarak kendisini ve amelini beğenmeye kalkışmaz.
{وَمَا قَدَرُوا اللَّهَ حَقَّ قَدْرِهِ وَالْأَرْضُ جَمِيعًا قَبْضَتُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَالسَّمَاوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ (67)}.
67- Onlar, Allah’ı hakkıyla takdir edemediler. Halbuki Kıyamet günü yeryüzü bütünü ile O’nun avucundadır. Gökler de O’nun sağ elinde dürülmüş olacaktır. O, onların ortak koştuklarından/koşmalarından münezzehtir ve çok yücedir.
#
{67} يقول تعالى: وما قَدَر هؤلاء المشركون ربَّهم {حقَّ قدرِهِ}: ولا عظَّموه حقَّ تعظيمِهِ، بل فعلوا ما يناقِضُ ذلك من إشراكِهِم به مَنْ هو ناقصٌ في أوصافِهِ وأفعالِهِ؛ فأوصافُهُ ناقصةٌ من كلِّ وجهٍ، وأفعالُهُ ليس عنده نفعٌ ولا ضرٌّ ولا عطاءٌ ولا منعٌ ولا يملِكُ من الأمر شيئاً، فسوَّوْا هذا المخلوقَ الناقصَ بالخالِق الربِّ العظيم، الذي من عظمتِهِ الباهرةِ وقدرتِهِ القاهرةِ أنَّ جميعَ الأرض يوم القيامةِ قبضةٌ للرحمن، وأنَّ السماواتِ على سَعَتِها وعظمها مطوياتٌ بيمينِهِ، فلا عَظَّمه حقَّ عظمته مَنْ سوَّى به غيرَه، ولا أظلمَ منه. {سبحانه وتعالى عما يشرِكونَ}؛ أي: تنزَّه، وتعاظم عن شركهم به.
67.
Yüce Allah buyuruyor ki: Bu müşrikler, Rablerini layıkı ile tanıyamadılar, hakkı ile takdir edemediler. O’nu gereği gibi tazim edemediler. Aksine bunun tam zıddını yaptılar. Çünkü sıfat ve fiillerinde eksik olan varlıkları O’na ortak koştular. Bu varlıklar da sıfatları da fiilleri de her bakımdan eksiktir, acizdir. Bunların fayda sağlayabilme, zararı önleyebilme, verme ya da engelleme gibi bir sıfatları olmadığı gibi hiçbir şeye sahip de değildirler.
Müşrikler, işte bu aciz yaratıkları yüce yaratıcı olan Rab ile eşit gördüler. Halbuki O’nun göz kamaştırıcı azameti ve her şeyi hakimiyeti altına almış olan kudreti ile Kıyamet gününde bütün yeryüzü O’nun, o Rahman’ın avucunda olacaktır. Gökler de genişlik ve azametlerine rağmen O’nun sağ elinde dürülmüş olacaktır. İşte O’ndan başkasını O’na eş kabul eden bir kimse, Yüce Allah’ı hakkı ile tazim etmiş olamaz. Bunu yapandan daha zalim kimse de olamaz?
“O, onların ortak koştuklarından/koşmalarından” O’na ortak koştuklarından ve şirklerinden pek büyüktür
“münezzehtir ve çok yücedir.”
{وَنُفِخَ فِي الصُّورِ فَصَعِقَ مَنْ فِي السَّمَاوَاتِ وَمَنْ فِي الْأَرْضِ إِلَّا مَنْ شَاءَ اللَّهُ ثُمَّ نُفِخَ فِيهِ أُخْرَى فَإِذَا هُمْ قِيَامٌ يَنْظُرُونَ (68) وَأَشْرَقَتِ الْأَرْضُ بِنُورِ رَبِّهَا وَوُضِعَ الْكِتَابُ وَجِيءَ بِالنَّبِيِّينَ وَالشُّهَدَاءِ وَقُضِيَ بَيْنَهُمْ بِالْحَقِّ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ (69) وَوُفِّيَتْ كُلُّ نَفْسٍ مَا عَمِلَتْ وَهُوَ أَعْلَمُ بِمَا يَفْعَلُونَ (70)}.
68-
(O gün) Sûr’a üfürülmüş ve Allah’ın diledikleri müstesnâ göklerde ve yerde olanların hepsi ölmüş olacaktır. Sonra Sûr’a ikinci bir defa üfürülür. Bir de bakmışsın ki onlar kabirlerinden kalkmış bakınmaktalar!
69- Yeryüzü, Rabbinin nuru ile aydınlanacak, kitap
(amel defterleri) ortaya konulacak, peygamberlerle şahitler getirilecek ve aralarında hak ile hükmedilecek, onlara zulmedilmeyecektir.
70- Herkese işlediğinin karşılığı tastamam verilecektir. Zaten O, onların yaptıklarını pek iyi bilir.
#
{68} لما خوَّفَهم تعالى من عظمتِهِ؛ خوَّفَهم بأحوال يوم القيامة، ورغَّبهم ورهَّبهم، فقال: {ونُفِخَ في الصُّورِ}: وهو قرنٌ عظيمٌ لا يَعْلَمُ عظمتَه إلاَّ خالقُه ومن أطلعهُ الله على علمِهِ من خلقِهِ، فينفُخُ فيه إسرافيلُ عليه السلام أحدُ الملائكة المقرَّبينَ وأحدُ حملةِ عرش الرحمن؛ {فَصَعِقَ}؛ أي: غُشِي أو ماتَ على اختلاف القولين، {مَن في السمواتِ ومَن في الأرض}؛ أي: كلُّهم، لمَّا سَمِعوا نفخةَ الصور؛ أزعجتْهم من شدَّتها وعِظَمِها، وما يعلمونَ أنَّها مقدِّمةٌ له، {إلاَّ مَن شاء الله}: ممن ثبَّته اللهُ عند النفخة، فلم يُصْعَقْ؛ كالشهداء أو بعضهم وغيرهم، وهذه النفخةُ الأولى نفخةُ الصَّعْقِ ونفخةُ الفزع، {ثم نُفِخَ فيه}: النفخة الثانية؛ نفخةُ البعثِ، {فإذا هم قيامٌ ينظرون}؛ أي: قد قاموا من قبورهم لبعثهم وحسابِهم ينظرون قد تمَّتْ منهم الخلقةُ الجسديَّة والأرواح، وشخصتْ أبصارُهم؛ {يَنْظُرونَ}: ماذا يفعلُ الله بهم؟
68. Yüce Allah, onları azameti ile korkuttuktan sonra kıyamet gününde görülecek haller ile de korkutmakta,
onları teşvik ederek ve uyararak şöyle buyurmaktadır:
“(O gün) Sûr’a üfürülmüş” Sûr, pek büyük bir boynuzdur. Bunun büyüklüğünü onu yaratandan ve Allah’ın, yarattıkları arasından onun ile ilgili bilgilere muttali kıldığı kimselerden başkası bilemez. Bu boynuza İsrafil aleyhisselam üfürecektir ki İsrafil, mukarreb meleklerden ve Rahman’ın Arş’ının taşıyıcılarından birisidir.
“Allah’ın diledikleri müstesnâ göklerde ve yerde olanların hepsi ölmüş olacaktır” Yani göklerde ve yerde bulunanların hepsi, Sûr’a üfürülüşü işitecekleri vakit bu üfürüşün şiddet ve azameti onları dehşete düşürecek ve hepsi ölecek yahut -diğer bir görüşe göre- bayılacaktır. Bunun Kıyamet gününün bir habercisi olduğunu bilmeyeceklerdir.
Bundan üfürüş esnasında Allah’ın kendisine sebat vereceği şehitler yahut onların bir bölümü vb. kimseler müstesna olacak ve bunlar ölü
(veya baygın) düşmeyeceklerdir. Bu birinci üfürüş, baygın düşme ve dehşete kapılma üfürüşüdür.
“Sonra Sûr’a ikinci bir defa” öldükten sonra diriliş için
“üfürülür. Bir de bakmışsın ki onlar kabirlerinden kalkmış bakınmaktalar!” Öldükten sonra diriliş ve hesaplarının görülmesi için kabirlerinden kalkmış olacaklar. Bu kalkışları esnasında da ceset ve ruhlarının yaratılması da tamamlanmış olacak, gözleri dehşetten yukarı doğru bakacak ve yerinden fırlamış gibi olacak, Allah kendilerine ne yapacak diye bakacaklardır.
#
{69} {وأشرقتِ الأرضُ بنورِ ربِّها}: علم من هذا أنَّ الأنوار الموجودة تذهب يوم القيامةِ وتضمحلُّ، وهو كذلك؛ فإنَّ الله أخبر أنَّ الشمس تُكَوَّرُ والقمرَ يُخْسَفُ والنُّجومَ تُنْتَثَرُ ويكون الناس في ظلمةٍ؛ فتشرِقُ عند ذلك الأرضُ بنورِ ربِّها عندما يتجلَّى وينزِلُ للفصل بينهم، وذلك اليوم يَجْعَلُ الله للخلق قوَّةً، وينشئهم نشأةً يَقْوَوْن على أن لا يحرِقَهم نورُه ويتمكَّنون أيضاً من رؤيتِهِ، وإلاَّ؛ فنوره تعالى عظيمٌ، لو كَشَفَه؛ لأحرقتْ سُبُحاتُ وجهِهِ ما انتهى إليه بصرُهُ من خلقِهِ. {ووُضِعَ الكتابُ}؛ أي: كتاب الأعمال وديوانُه، وُضِعُ ونُشِرَ ليقرأ ما فيه من الحسناتِ والسيئاتِ؛ كما قال تعالى: {ووُضِعَ الكتابُ فترى المجرمين مشفِقينَ ممَّا فيه ويقولونَ يا وَيْلَتَنا ما لِهذا الكتابِ لا يغادِرُ صغيرةً ولا كبيرةً إلاَّ أحصاها ووَجَدوا ما عمِلوا حاضراً ولا يَظْلِمُ ربُّك أحداً}، ويقالُ للعامل من تمام العدل والإنصاف: {اقرأ كتابَكَ كفى بنفسِكَ اليوم عليك حسيباً}. {وجيء بالنَّبِيِّين}: لِيُسألوا عن التبليغ وعن أممهم ويشهدوا عليهم، {والشهداءِ}: من الملائكةِ والأعضاء والأرض، {وقُضِيَ بينَهم بالحقِّ}؛ أي: العدل التامِّ والقسطِ العظيم؛ لأنَّه حسابٌ صادرٌ ممَّن لا يظلِمُ مثقالَ ذرَّةٍ ومَنْ هو محيطٌ بكلِّ شيءٍ وكتابُه الذي هو اللوح المحفوظ محيطٌ بكلِّ ما عملوه، والحَفَظَة الكرام الذين لا يعصونَ ربَّهم قد كَتَبَتْ عليهم ما عَمِلوه، وأعدلُ الشهداء قد شَهِدوا على ذلك الحكم، فَحَكَم بذلك من يعلم مقاديرَ الأعمال ومقاديرَ استحقاقِها للثواب والعقاب، فيحصُلُ حكمٌ يُقِرُّ به الخلقُ، ويعترفون لله بالحمدِ والعدلِ، ويعرفونَ به من عظمتِهِ وعلمِهِ وحكمتِهِ ورحمتِهِ ما لم يَخْطُرْ بقلوبهم، ولا تعبِّرُ عنه ألسنتُهم.
69. Bundan anlaşıldığına göre mevcut nurlar, kıyamet gününde yok olup gidecektir. Çünkü Yüce Allah, güneşin ışığının söndürülerek tortop edileceğini, yine ayın ışığının da söndürüleceğini, yıldızların ise saçılıp darmadağın edileceğini haber vermektedir. Böylece insanlar karanlık içerisinde bulunacaklar ve o vakit yeryüzü Rabbinin nuru ile -tecelli edip aralarında hüküm vermek üzere indiğinde- aydınlanacaktır.
O gün Allah mahlukata bir güç verecek, onları nurunun kendilerini yakmayacağı bir güce sahip olarak yaratacaktır. Aynı şekilde onlara kendisini görmeleri imkânını da verecektir. Yoksa Yüce Allah’ın nuru çok muazzamdır. Eğer o nurunu açacak olursa O’nun yüzünün parıltıları mahlukatından bakışının ulaştığı her bir varlığı kesinlikle yakar.
[16]
“Kitap konulacak” yani amel defterleri ve kayıtlı sahifeler açılıp konacaktır. Bundan maksat, onlarda bulunan iyilik ve kötülüklerin okunmasıdır. Nitekim Yüce Allah,
şöyle buyurmaktadır: “Kitap ortaya konmuş olacaktır, günahkârları onun içindekilerinden korkuya kapılmış olduğunu göreceksin. Vay bizim halimize! Ne olmuş bu kitaba? Küçük büyük hiçbir şey bırakmayıp sayıp dökmüş, diyecekler. Onlar işlediklerini hazır bulacaklardır. Rabbin kimseye zulmetmez.” (el-Kehf 18/49)
İlahi adalet ve insafın mükemmelliğinin bir göstergesi olarak da amelde bulunmuş kimselere şöyle denilecektir:
“Oku kitabını: Bugün kendine karşı hesap görücü olarak kendin yetersin.” (el-İsrâ, 17/14)
Tebliğleri ve ümmetleri hakkında kendilerine soru sorulması ve ümmetleri hakkında şahitlikte bulunmaları için
“peygamberlerle şahitler” melekler, insanın azaları ve
(üzerinde amel edilen) yeryüzü
“getirilecek ve aralarında hak ile hükmedilecek.” Yani eksiksiz bir adalet ve muazzam bir insaf ile hükmedilecek. Çünkü bu, zerre ağırlığı kadar zulmetmeyen ve ilmiyle her şeyi kuşatan zatın gördüğü bir hesap olacaktır. O’nun kitabı olan Levh-i Mahfuz, yaptıkları her şeyi kuşatmıştır. Rablerine asla asi olmayan yazıcı melekler, onların yaptıklarını yazıp kaydetmişlerdir. Şahitlerin en adil olanları da bu hüküm hakkında şahitlik etmiş olacaktır.
#
{70} ولهذا قال: {ووُفِّيَتْ كلُّ نفسٍ ما عَمِلَتْ وهم لا يُظْلَمونَ}.
70. Yine bu hükmü, amellerin miktarları ile bu amellerin hak ettiği sevap ve ceza miktarını bilen zat verecektir. Öyle bir hüküm verilecektir ki bütün insanlar, bu hükmü kabul edip onaylayacaklardır. Bundan dolayı Yüce Allah’a hamd-ü senâda bulunacaklar ve adaletle hüküm verdiğini itiraf edeceklerdir. Bu hüküm ile O’nun azametini, ilmini, hikmetini ve rahmetini hatırlarından geçirmedikleri bir çapta bilecekler ve bunu dilleri ifade edemeyecekdir.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Herkese işlediğinin karşılığı tastamam verilecektir. Zaten O, onların yaptıklarını pek iyi bilir.”
{وَسِيقَ الَّذِينَ كَفَرُوا إِلَى جَهَنَّمَ زُمَرًا حَتَّى إِذَا جَاءُوهَا فُتِحَتْ أَبْوَابُهَا وَقَالَ لَهُمْ خَزَنَتُهَا أَلَمْ يَأْتِكُمْ رُسُلٌ مِنْكُمْ يَتْلُونَ عَلَيْكُمْ آيَاتِ رَبِّكُمْ وَيُنْذِرُونَكُمْ لِقَاءَ يَوْمِكُمْ هَذَا قَالُوا بَلَى وَلَكِنْ حَقَّتْ كَلِمَةُ الْعَذَابِ عَلَى الْكَافِرِينَ (71) قِيلَ ادْخُلُوا أَبْوَابَ جَهَنَّمَ خَالِدِينَ فِيهَا فَبِئْسَ مَثْوَى الْمُتَكَبِّرِينَ (72) وَسِيقَ الَّذِينَ اتَّقَوْا رَبَّهُمْ إِلَى الْجَنَّةِ زُمَرًا حَتَّى إِذَا جَاءُوهَا وَفُتِحَتْ أَبْوَابُهَا وَقَالَ لَهُمْ خَزَنَتُهَا سَلَامٌ عَلَيْكُمْ طِبْتُمْ فَادْخُلُوهَا خَالِدِينَ (73) وَقَالُوا الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي صَدَقَنَا وَعْدَهُ وَأَوْرَثَنَا الْأَرْضَ نَتَبَوَّأُ مِنَ الْجَنَّةِ حَيْثُ نَشَاءُ فَنِعْمَ أَجْرُ الْعَامِلِينَ (74) وَتَرَى الْمَلَائِكَةَ حَافِّينَ مِنْ حَوْلِ الْعَرْشِ يُسَبِّحُونَ بِحَمْدِ رَبِّهِمْ وَقُضِيَ بَيْنَهُمْ بِالْحَقِّ وَقِيلَ الْحَمْدُ لِلَّهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ (75)}.
71- Kâfirler, bölükler halinde cehenneme sürülecek. Nihâyet onlar oraya geldiklerinde kapıları açılacak ve bekçileri,
onlara şöyle diyecek: “İçinizden size Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bu güne kavuşacağınıza dair sizi uyaran peygamberler gelmedi mi size?” Onlar da:
“Evet” diyecekler. Fakat artık azap sözü kâfirler aleyhine hak olmuştur.
72- (Onlara) şöyle denilecek: “Orada ebedi kalmak üzere girin cehennemin kapılarından! Büyüklük taslayanların yeri ne kötüdür!”
73- Rablerine karşı takvalı olanlar da bölükler halinde cennete götürülecek.
Nihâyet onlar oraya gelip de kapıları açıldığında cennetin bekçileri onlara şöyle diyecek: “Selâm olsun size! Tertemiz geldiniz, ebediler olarak girin oraya!”
74- Onlar da
(oraya girecekler ve) şöyle diyecekler:
“Bize olan vaadini yerine getiren ve dilediğimiz yerde konaklamak üzere cennet yurdunu bize miras veren Allah’a hamdolsun! Amel edenlerin mükâfatı ne kadar da güzel!”
75-
(O gün) melekleri, Arş’ın etrafını sarmış bir halde görürsün. Rablerini hamd ile tesbih ederler.
Artık aralarında hak ile hükmedilmiş ve: “Âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun” denmiştir.
#
{71} لما ذَكَرَ تعالى حُكْمَه بين عبادِهِ الذين جَمَعَهم في خلقه ورزقِهِ وتدبيرِهِ واجتماعهم في موقف القيامة؛ فرَّقَهم تعالى عند جزائِهِم كما افترقوا في الدُّنيا بالإيمان والكفرِ والتقوى والفجور، فقال: {وسيقَ الذين كَفَروا إلى جَهَنَّمَ}؛ أي: سوقاً عنيفاً، يُضربون بالسياط الموجعة من الزَّبانيةِ الغلاظِ الشدادِ، إلى شرِّ محبسٍ وأفظع موضع، وهي جهنَّم، التي قد جَمَعَتْ كلَّ عذاب، وحَضَرها كلُّ شقاءٍ، وزال عنها كلُّ سرورٍ؛ كما قال تعالى: {يَوْمَ يُدَعُّونَ إلى نارِ جَهَنَّم دعًّا}؛ أي: يُدفعون إليها دفعاً، وذلك لامتناعهم من دخولِها ويُساقون إليها، {زمراً}؛ أي: فرقاً متفرِّقة، كلُّ زمرة مع الزمرةِ التي تناسب عَمَلها وتشاكِلُ سَعْيَها، يلعنُ بعضُهم بعضاً ويبرأ بعضُهم من بعضٍ، {حتى إذا جاؤوها}؛ أي: وصلوا إلى ساحتها، {فُتِحَتْ}: لهم؛ أي: لأجلهم {أبوابُها}: لقدومِهم وقرى لنزولهم، {وقال لهم خَزَنَتُها}: مهنِّين لهم بالشقاءِ الأبديِّ والعذاب السرمديِّ، وموبِّخين لهم على الأعمال التي أوصلتْهم إلى هذا المحلِّ الفظيع: {ألم يأتِكُمْ رُسُلٌ منكم}؛ أي: من جِنْسِكُم، تعرِفونهم وتعرِفون صِدْقَهم، وتتمكَّنون من التلقِّي عنهم، {يَتْلونَ عليكم آياتِ ربِّكُم}: التي أرْسَلَهم الله بها، الدالَّةُ على الحقِّ اليقين بأوضح البراهين، {ويُنذِرونَكم لقاءَ يومِكُم هذا}؛ أي: وهذا يوجِبُ عليكم اتِّباعهم والحَذر من عذابِ هذا اليوم باستعمال تَقْواه، وقد كانت حالُكم بخلافِ هذه الحال، {قالوا}: مقرِّين بذنبهم وأنَّ حُجَّةَ الله قامتْ عليهم: {بلى}: قد جاءتْنا رسُلُ ربِّنا بآياتِهِ وبيناتِهِ، وبيَّنوا لنا غايةَ التبيينِ، وحذَّرونا من هذا اليوم. {ولكنْ حَقَّتْ كلمةُ العذابِ على الكافرينَ}؛ أي: بسبب كفرِهم وَجَبَتْ عليهم كلمةُ العذابِ التي هي لكلِّ مَنْ كَفَرَ بآيات الله وجَحَدَ ما جاءتْ به المرسلونَ، فاعْتَرَفوا بذَنْبِهم وقيام الحجَّةِ عليهم.
71. Yüce Allah, onları yaratmak, rızıklandırmak, ihtiyaçlarını görmek, işlerini çekip çevirmek, dünyada bir araya getirmek, kıyamet gününde hesap mevkiinde bir araya toplamak özelliklerinde ortak kıldığı kulları arasında hükmünü söz konusu ettikten sonra; dünyada iman ve küfür,
takvâ ve fücur hususlarında birbirlerinden ayrıldıkları gibi amellerine verilecek karşılıkta da ayrılacaklarını söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Kâfirler bölükler halinde” kaba ve haşin bir şekilde
“cehenneme sürülecek.” Bu esnada sert tabiatlı ve kaba zebânîler tarafından can yakıcı kamçılarla dövülecekler, en kötü zindan ve en korkunç yer olan, her türlü azap çeşidini ihtiva eden, her türlü bedbahtlığın bulunduğu ve hiçbir sevincin bulunmadığı cehenneme götürüleceklerdir.
Nitekim Yüce Allah: “Cehennem ateşine doğru şiddetle sürülecekleri gün” (et-Tûr, 52/13) buyurmaktadır. Bunun sebebi onların oraya girmek istememeleri olacaktır.
Kâfirler cehenneme
“bölükler halinde” yani ayrı ayrı fırkalar halinde sürüleceklerdir. Her bir bölük, ameli birbirine uyan ve çalışmaları birbirine benzeyen bir zümre ile birlikte sürülecektir. Biri diğerini lanetleyecek ve birbirlerinden uzak olduklarını bildireceklerdir.
“Nihâyet onlar oraya geldiklerinde” oraya ulaştıklarında onlar için
“kapıları” gelişleri dolayısı ile ve onların konaklamaları için bir ikram(!) olmak üzere “açılacak ve bekçileri” ebedi bedbahtlık ve sonsuz azap ile onları kutlayarak
(!), kendilerini bu korkunç yere getiren amellerinden dolayı da onları azarlayarak
“onlara şöyle diyecek: İçinizden size Rabbinizin âyetlerini okuyan ve bu güne kavuşacağınıza dair sizi uyaran peygamberler gelmedi mi size?” Yani size kendi türünüzden, kendilerini bilip tanıdığınız, doğruluklarından emin olduğunuz, kendilerinden tebliği alma imkânını bulduğunuz, Allah’ın kendileri ile en açık belgelerle kesin hakka delil olan âyetlerini gönderdiği ve bu âyetleri size okuyan peygamberler gelmedi mi? Bu durum, sizin onlara tâbi olmanızı ve bu büyük günün azabından sakınıp çekinmenizi gerektiriyordu. Bu da Allah’tan korkmak ve takvâya riâyet etmekle olurdu. Sizin durumunuz ise bunun tam aksine idi.
Onlar da günahlarını itiraf ederek, Allah’ın delilinin önlerine konmuş olduğunu kabul ederek
“evet, diyecekler.” Rabbimizin rasûlleri apaçık âyetler ve belgelerle bize gelmişti. Bize en ileri derecede açıklamalarda bulunmuşlar ve bu günden bizleri sakındırmışlardı.
“Fakat artık azap sözü kâfirler aleyhine hak olmuştur.” Yani küfürleri sebebi ile azap sözü onların aleyhinde kaçınılmaz olmuştur ki, bu söz Allah’ın âyetlerini inkâr eden, peygamberlerin getirdiklerini bile bile reddeden, böylece günahlarını itiraf edip kendileri hakkında delilin ortaya konmuş olduğunu itiraf eden herkes hakkında geçerlidir.
#
{72} فقيل لهم على وجهِ الإهانة والإذلال: {ادْخُلوا أبوابَ جَهَنَّم}: كلُّ طائفةٍ تدخُلُ مع الباب الذي يناسِبُها ويوافقُ عملَها، {خالدينَ فيها}: أبداً لا يَظْعَنون عنها ولا يُفَتَّرُ عنهم العذابُ ساعةً ولا يُنْظَرونَ، {فبئس مثوى المتكبِّرينَ}؛ أي: بئس المَقَرُّ النارُ مقرُّهم، وذلك لأنَّهم تكبَّروا على الحقِّ، فجازاهم الله من جنس عملهم بالإهانة والذُّلِّ والخِزْي.
72. Kendilerine hakir düşürülmek ve zelil kılınmak sureti ile
“şöyle denilecek: “Orada ebedi kalmak üzere girin cehennemin kapılarından.” Her bir kesim, kendisine uygun ve ameline münasip kapıdan girecektir. Oraya ebediyen kalmak üzere girecekler, başka bir yere göç etmeyeceklerdir. Azap da üzerlerinden bir an olsun hafifletilmeyecek, onlara hiçbir mühlet de verilmeyecektir.
“Büyüklük taslayanların yeri ne kötüdür!” Yani onların kalacakları yer olan cehennem ateşi, ne kötü bir yerdir! Bunun sebebi ise onların hakka karşı büyüklük taslamalarıdır. Yüce Allah da amellerinin türünden olmak üzere onları hakir düşürerek, zelil ve rezil ederek cezalandırmış olacaktır.
#
{73} ثم قال عن أهل الجنة: {وسيق الذين اتَّقَوا رَبَّهم}: بتوحيده والعمل بطاعتِهِ سَوْقَ إكرام وإعزازٍ يُحْشَرون وَفْداً على النجائب {إلى الجنَّةِ زُمَراً}: فرحين مستبشرينَ، كلُّ زمرةٍ مع الزمرةِ التي تناسِبُ عَمَلَها وتشاكِلُه، {حتى إذا جاؤوها}؛ أي: وصلوا لتلك الرحابِ الرحيبةِ والمنازل الأنيقةِ، وهبَّ عليهم ريحها ونسيمُها وآنَ خلودُها ونعيمُها، {وفُتِحَتْ} لهم {أبوابُها}: فَتْحَ إكرام لكرام الخَلْقِ لِيُكْرَموا فيها، {وقال لهم خَزَنَتُها}: تهنئةً لهم وترحيباً: {سلامٌ عليكم}؛ أي: سلامٌ من كلِّ آفةٍ وشرٍّ حالٌّ عليكم {طِبْتُمْ}؛ أي: طابت قلوبُكم بمعرفة الله ومحبَّتِهِ وخشيتِهِ، وألسنتُكم بذكرِهِ وجوارِحُكم بطاعتِهِ. {فـ} بسبب طِيبِكُم {ادْخُلوها خالدينَ}: لأنَّها الدارُ الطيِّبةُ، ولا يَليقُ بها إلا الطَّيِّبونَ. وقال في النار: {فُتِحَتْ أبوابُها}، وفي الجنة {وَفُتِحَتْ}: بالواو؛ إشارةً إلى أنَّ أهل النارِ بمجرَّدِ وصولهم إليها؛ فُتِحَتْ لهم أبوابُها من غير إنظارٍ ولا إمهال، وليكونَ فَتْحُها في وجوههم وعلى وصولِهِم أعظمَ لحرِّها وأشدَّ لعذابها، وأمَّا الجنةُ؛ فإنَّها الدارُ العاليةُ الغاليةُ، التي لا يوصَلُ إليها ولا ينالُها كلُّ أحدٍ إلاَّ مَنْ أتى بالوسائل الموصلةِ إليها، ومع ذلك؛ فيحتاجون لِدُخولها لشفاعةِ أكرم الشفعاءِ عليه، فلم تُفْتَحْ لهم بمجرَّد ما وصلوا إليها، بل يستشفعون إلى الله بمحمدٍ - صلى الله عليه وسلم -، حتى يشفعَ، فيشفِّعَه الله تعالى.
وفي الآيات دليلٌ على أنَّ النارَ والجنةَ لهما أبوابٌ تُفْتَحُ وتُغْلَقُ، وأنَّ لكلٍّ منهما خزنة، وهما الدارانِ الخالصتانِ اللتانِ لا يَدْخُلُ فيهما إلا مَنِ استَحَقَّهما؛ بخلاف سائر الأمكنةِ والدُّورِ.
73. Daha sonra Yüce Allah,
cennetlikler hakkında şöyle buyurmaktadır: “Rablerine karşı” O’nu tevhid ederek ve itaati gereğince amel ederek
“takvalı olanlar da bölükler halinde” ikram, izzet ve sevinç içerisinde, birbirlerine müjdeler vererek, her bir zümre ameli kendisine uygun ve kendisine benzeyen diğer bir zümre ile birlikte
“cennete götürülecek” ve bunlar, asil develer üzerinde heyetler halinde toplanıp sevkedileceklerdir.
“Nihâyet onlar oraya gelip” o çok geniş yerlere, çok güzel konaklara ulaştıklarıdan, oranın tatlı meltemleri ve rüzgarları üzerlerine esmeye başlayıp da orada ebedi kalışa ve nimetlere kavuşmanın vakti geldiğinde
“kapıları” onlar için, insanların en şereflilerine orada ikram olunmak üzere, izzet ve ikram ile “açıldığında cennetin bekçileri onlara” tebrik etmek ve hoşgeldiniz demek üzere
“şöyle diyecek: Selâm olsun size!” yani her türlü afetten ve kötü halden esenlikte olasınız.
“Tertemiz geldiniz.” Allah’ı bilmek, O’nu sevmek, saygı ile O’na itaat etmek uretiyle kalpleriniz tertemiz idi. Dilleriniz O’nu anmakla, azalarınız da O’na itaat etmekle tertemiz idi.
İşte tertemiz oluşunuz sebebi ile
“ebediler olarak girin oraya!” Çünkü orası tertemiz bir yurttur. Oraya ancak tertemiz olanlar yakışır.
Daha önce cehennem hakkında
“kapıları açıldığında” buyruğunda
“vav” harfi kullanılmadığı halde cennet için “kapıları açıldığında” buyruğunda “vav” harfinin kullanılması şuna işaret etmektedir: Cehennem ehli oraya varır varmaz hiç bekletilmeksizin hemen cehennemin kapıları önlerinde açılacaktır. Kapının, varmaları ile birlikte yüzlerine açılması, cehennemin sıcağını hemen tatmaları ve cehennem azabının onlara daha bir ağır olarak hissettirilmesi içindir.
Cennete gelince o, pek üstün ve değerli bir yurttur. Oraya herkes ulaşamaz, herkes nail olamaz. Oraya ancak ulaştırıcı vesilelere gereği gibi sahip olanlar ulaşabilir. Bununla birlikte oraya girmek için Allah nezdinde şefaatçilerin en değerli olanlarının şefaatine de ihtiyaçları olacaktır. Oraya sadece ulaşmakla kapıları onlara açılmış olmayacaktır. Aksine Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’den Yüce Allah nezdinde şefaatçi olmalarını isteyeceklerdir. Nihâyet o da şefaat edecek ve Yüce Allah da onun şefaatini kabul edecektir.
[17]
Âyet-i kerimelerde cehennemin ve cennetin kapılarının bulunduğuna, bu kapıların açılıp kapandığına ve bunların her birisinin bekçilerinin/muhafızlarının bulunduğuna delil vardır. Bu iki yurt, orada kalacaklara hastır ve bunlara ancak layık olanlar girecektir. Diğer mekanlar ve yurtlar ise böyle değildir.
#
{74} {وقالوا} عند دخولهم فيها واستقرارِهِم حامدينَ ربَّهم على ما أوْلاهم ومَنَّ عليهم وهداهم: {الحمدُ لله الذي صَدَقَنا وَعْدَه}؛ أي: وَعَدَنا الجنة على ألسنةِ رسلِهِ أنْ آمَنَّا وصَلَحْنا؛ فوفى لنا بما وَعَدَنا وأنجزَ لنا ما مَنَّانا، {وأوْرَثَنا الأرضَ}؛ أي: أرض الجنة {نَتَبَوَّأُ من الجنَّةِ حيثُ نشاءُ}؛ أي: ننزل منها أيَّ مكان شِئْنا، ونتناول منها أيَّ نعيم أرَدْنا، ليس ممنوعاً عنَّا شيءٌ نريدُه، {فنعم أجرُ العاملينَ}: الذين اجْتَهَدوا بطاعةِ ربِّهم في زمنٍ قليل منقطع، فنالوا بذلك خيراً عظيماً باقياً مستمرًّا. وهذه الدارُ التي تستحقُّ المدحَ على الحقيقة، التي يُكْرِمُ الله فيها خواصَّ خَلْقِهِ، ورضِيَها الجوادُ الكريمُ لهم نُزُلاً، وبنى أعلاها وأحَسَنها وغَرَسَها بيدِهِ وحشاها من رحمتِهِ وكرامتِهِ ما ببعضِه يفرح الحزينُ، ويزولُ الكَدَرُ، ويتمُّ الصفاءُ.
74.
“Onlar da” Cennete girip orada yerleşecekleri vakit Rablerine kendilerine olan ihsan, bağış ve lütufları ve de hidâyete iletmesi dolayısı ile hamdedip “şöyle diyecekler: Bize olan vaadini yerine getiren... Allah’a hamdolsun!” O, bize peygamberleri vasıtası ile iman edip salih amel işlediğimiz takdirde cenneti vaat etmişti. İşte verdiği sözünü eksiksiz yerine getirmiş ve bize vereceğini bildirdiğini de vermiş bulunuyor.
“dilediğimiz yerde konaklamak üzere cennet yurdunu bize miras veren” biz burada dilediğimiz yerde konaklıyoruz, dilediğimizi alıyoruz, hangi nimeti istersek elde ediyoruz. Bizim istediğimiz hiçbir şey bizden alıkonulmuyor.
“Amel edenlerin mükâfatı ne kadar da güzel!” Zira onlar kısacık ve gelip geçici bir zaman içinde Rablerine itaat hususunda gayret göstererek pek büyük ve ebedi hayırlara nail olmuş olacaklardır.
İşte gerçek anlamda övülmeyi hak eden yurt, bu yurttur. Allah’ın has kullarının ihsana gark olacağı yurt orasıdır. O, pek cömert ve pek kerim olan Allah, burayı onlara konaklamak üzere beğenip seçmiş, onu alabildiğine yüksek ve güzel yapmıştır. Oradaki ağaçları kendi eli ile dikmiş, orayı rahmet ve keremi ile doldurmuştur. Oranın bir parçası dahi kederli olanları sevindirir, bir bölümü ile kederler ortadan kalkar ve zekü sefâya dalınır.
#
{75} {وترى الملائكةَ}: أيُّها الرائي ذلك اليوم العظيم {حافِّينَ من حول العرشِ}؛ أي: قد قاموا في خدمةِ ربِّهم واجتمعوا حولَ عرشِهِ خاضعين لجلالِهِ معترِفين بكمالِهِ مستغرِقين بجمالِهِ، {يسبِّحونَ بحمدِ ربِّهم}؛ أي: ينزِّهونه عن كلِّ ما لا يَليقُ بجلالِهِ مما نَسَبَ إليه المشركون وما لم يَنْسبوا. {وقُضِيَ بينَهم}؛ أي: بين الأوَّلين والآخرين من الخلق {بالحقِّ}: الذي لا اشْتِباه فيه ولا إنْكارَ ممَّنْ عليه الحقُّ. {وقيلَ الحمدُ لله ربِّ العالمينَ}: لم يَذْكُرِ القائلَ مَنْ هو؛ ليدلَّ ذلك على أنَّ جميعَ الخلق نَطَقوا بحمد ربِّهم وحكمتِهِ على ما قضى به على أهل الجنةِ وأهل النارِ، حَمْدَ فضل وإحسانٍ، وحَمْدَ عدل وحكمةٍ.
75. Ey o büyük günü görecek kişi!
“melekleri, Arş’ın etrafını sarmış bir halde görürsün.” Rablerine hizmet etmekte olduklarını, O’nun Arş’ı etrafında, celali önünde saygı ve itaatle boyun eğdiklerini, kemalini itiraf ettiklerini, O’nun cemali dolayısı ile adeta kendilerinden geçtiklerini görürsün.
“Rablerini hamd ile tesbih ederler.” Müşriklerin O’na nispet ettikleri ve etmedikleri, celâline yakışmayan her şeyden O’nu tenzih ederler.
“Artık aralarında hak ile hükmedilmiş” Öncekiler ile sonrakiler arasında haksız olduğu ortaya çıkan kimselerin, herhangi bir şüphe ve inkârları söz konusu olmayacağı şekilde hak ile hükmolunacaktır.
“Ve âlemlerin Rabbi Allah’a hamdolsun, denmiştir.” Bunu kimin söyleyeceğini Yüce Allah zikretmemektedir. Bütün herkesin, cennet ehli ile cehennem ehli hakkında vermiş olduğu hüküm dolayısı ile ve hikmetinden ötürü Rablerine hamdedeceklerini anlatması için böyle sükut geçmiştir. Bu hamdedişleri ise O’nun lütuf ve ihsanını, adalet ve hikmetini dile getirmek maksadına yönelik olacaktır.
Zümer Sûresi’nin tefsiri -Allah’ın yardımı ile- burada sona ermektedir. Allah’a hamdolsun.
***