Ayet:
36- YÂSÎN SÛRESİ
36- YÂSÎN SÛRESİ
(Mekke’de inmiştir. 83 âyettir)
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adı ile.
Ayet: 1 - 12 #
{يس (1) وَالْقُرْآنِ الْحَكِيمِ (2) إِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَلِينَ (3) عَلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ (4) تَنْزِيلَ الْعَزِيزِ الرَّحِيمِ (5) لِتُنْذِرَ قَوْمًا مَا أُنْذِرَ آبَاؤُهُمْ فَهُمْ غَافِلُونَ (6) لَقَدْ حَقَّ الْقَوْلُ عَلَى أَكْثَرِهِمْ فَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ (7) إِنَّا جَعَلْنَا فِي أَعْنَاقِهِمْ أَغْلَالًا فَهِيَ إِلَى الْأَذْقَانِ فَهُمْ مُقْمَحُونَ (8) وَجَعَلْنَا مِنْ بَيْنِ أَيْدِيهِمْ سَدًّا وَمِنْ خَلْفِهِمْ سَدًّا فَأَغْشَيْنَاهُمْ فَهُمْ لَا يُبْصِرُونَ (9) وَسَوَاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنْذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ (10) إِنَّمَا تُنْذِرُ مَنِ اتَّبَعَ الذِّكْرَ وَخَشِيَ الرَّحْمَنَ بِالْغَيْبِ فَبَشِّرْهُ بِمَغْفِرَةٍ وَأَجْرٍ كَرِيمٍ (11) إِنَّا نَحْنُ نُحْيِ الْمَوْتَى وَنَكْتُبُ مَا قَدَّمُوا وَآثَارَهُمْ وَكُلَّ شَيْءٍ أَحْصَيْنَاهُ فِي إِمَامٍ مُبِينٍ (12)}.
1- Yâ, Sîn. 2- Hikmet dolu Kur’ân’a yemin olsun ki 3- Sen gönderilmiş peygamberlerden birisin. 4- Dosdoğru bir yol üzerindesin. 5- (Bu Kur'ân), Aziz ve Rahim olan (Allah) tarafından indirilmiştir. 6- Ataları uyarılmamış bu nedenle de gaflet içinde olan bir kavmi uyarasın diye (indirildi). 7- Andolsun onların çoğunun üzerine (azap) sözü hak olmuştur. Artık onlar imana gelmezler. 8- Şüphesiz biz, onların boyunlarına çenelerine kadar varan demir halkalar koyduk. O nedenle başları yukarı kalkıktır (hakka boyun eğmezler). 9- Biz onların hem önlerinden bir set, hem de arkalarından bir set çektik ve gözlerini de perdeledik. O nedenle artık onlar (hakkı) görmezler. 10- Onları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, iman etmezler. 11- Sen ancak Zikr’e/Kur'ân’a uyan ve gıyaben Rahman’dan korkan kimseleri uyarabilirsin. İşte böylesini mağfiret ve bitmez tükenmez bir mükafatla müjdele. 12- Şüphesiz biz ölüleri diriltiriz. Onların önden gönderdiklerini de geride bıraktıklarını da yazarız. Biz, her şeyi apaçık bir ana kitapta kaydetmişizdir.
#
{2} هذا قسمٌ من الله تعالى بالقرآن الحكيم الذي وَصْفُهُ الحكمةُ، وهي وضعُ كلِّ شيءٍ موضعَه: وضعُ الأمر والنهي في المحلِّ اللائق بهما، ووضع الجزاء بالخير والشرِّ في محلِّهما اللائق بهما؛ فأحكامُهُ الشرعيَّةُ والجزائيةُ كلُّها مشتملةٌ على غاية الحكمة. ومن حكمة هذا القرآن أنه يجمع بين ذِكْر الحُكْم وحِكْمته، فينبِّه العقول على المناسبات والأوصاف المقتضية لترتيب الحكم عليها.
2. Yüce Allah, hikmet ile nitelendirdiği Kur’ân-ı Hakîm’e yemin etmektedir. Hikmet, her şeyi yerli yerince koymak, emri de yasağı da onlara layık olan konuma oturtmak, iyilik ya da kötülüğe verilecek karşılığı layık oldukları yere yerleştirmek demektir. Onun şer’î ve cezaî (amellerin uhrevi karşılıklarına) dair hükümlerin tümü, oldukça büyük hikmetleri içermektedir. Bu Kur’ân-ı Kerîm’in hikmetlerinden birisi de hükmü, hikmeti ile birlikte söz konusu ederek akılların hükmü gerektiren ilişki ve vasıflara dikkat etmesini sağlamaktır.
#
{3} {إنَّك لَمِنَ المرسلينَ}: هذا المقسَم عليه، وهو رسالةُ محمد - صلى الله عليه وسلم -، وأنَّك يا محمد من جملة المرسلين، فلست ببدع من الرسل. وأيضاً؛ فجئت بما جاء به الرسل من الأصول الدينيَّة. وأيضاً؛ فمن تأمل أحوال المرسلين وأوصافهم وعرف الفرق بينهم وبين غيرهم؛ عرف أنَّك من خيار المرسلين بما فيك من الصفات الكاملة والأخلاق الفاضلة. ولا يخفى ما بين المقسَم به وهو القرآنُ الحكيم وبين المقسَم عليه وهو رسالةُ الرسول محمدٍ - صلى الله عليه وسلم - من الاتصال، وأنَّه لو لم يكن لرسالتِهِ دليلٌ ولا شاهدٌ إلاَّ هذا القرآن الحكيم؛ لكفى به دليلاً وشاهداً على رسالة محمد [- صلى الله عليه وسلم -]، بل القرآنُ العظيم أقوى الأدلةِ المتصلةِ المستمرةِ على رسالة الرسول، فأدلةُ القرآن كلُّها أدلةٌ لرسالة محمد - صلى الله عليه وسلم -.
3. “Sen gönderilmiş peygamberlerden birisin.” Bu da hakkında yemin edilen gerçektir. Bu gerçek Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in risaletidir. Şüphesiz sen ya Muhammed, peygamberlerden birisin. Önceden benzeri hiç görülmemiş bir elçi değilsin. Sen senden önceki peygamberlerin getirmiş oldukları inanç esaslarını getirdin. Diğer taraftan peygamberlerin durumlarını ve niteliklerini iyice düşünüp onlarla diğerleri arasındaki farkı bilen kimse, senin sahip olduğun mükemmel nitelikler ve üstün ahlâk dolayısı ile peygamberlerin en hayırlılarından birisi olduğunu da bilir. Kendisine yemin edilen Kur’ân-ı Hakîm ile hakkında yemin edilen peygamber Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in risaleti arasındaki ilişki de açıkça görülmektedir. Eğer onun risaletinin hak oluşuna şu hikmet dolu Kur’ân-ı Kerîm dışında bir delil ve bir tanık olmasa dahi yine de o, tek başına Muhammed’in risaletine delil ve tanık olarak yeterdi. Hatta bu yüce Kur’ân, Allah Rasûlünün risaletine dair ebedi ve kesintisiz en güçlü delildir. Kur’ân’ın bütün delilleri, aynı zamanda Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in risaletinin de delilleridir.
#
{4} ثم أخبر بأعظم أوصاف الرسول - صلى الله عليه وسلم -، الدالَّة على رسالته، وهو أنَّه {على صراطٍ مستقيم}: معتدل، موصل إلى الله وإلى دار كرامته، وذلك الصراط المستقيم مشتملٌ على أعمال، وهي الأعمال الصالحة المصلحة للقلب والبدن والدنيا والآخرة، والأخلاق الفاضلة المزكِّية للنفس المطهِّرة للقلب المنمِّية للأجر، فهذا الصراط المستقيم الذي هو وصفُ الرسول - صلى الله عليه وسلم - ووصفُ دينه الذي جاء به. فتأمَّلْ جلالةَ هذا القرآن الكريم؛ كيف جَمَعَ بين القَسَم بأشرف الأقسام على أجلِّ مُقْسَم عليه، وخبرُ الله وحدَه كافٍ، ولكنَّه تعالى أقام من الأدلَّة الواضحة والبراهين الساطعةِ في هذا الموضع على صحَّة ما أقسم عليه من رسالة رسولِهِ ما نبَّهنا عليه وأشرنا إشارةً لطيفة لسلوك طريقه.
4. Daha sonra Allah, Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’in risaletine delil olan sıfatlarının en büyüğünü haber vermekte ve bunu şöyle ifade etmektedir: “Dosdoğru bir yol üzerindesin” Yani senin tuttuğun yol mutedil bir yoldur. Allah’a, O’nun lütuf ve ihsan yurduna ulaştırır. Bu dosdoğru yol hem kalbi, hem bedeni, hem dünyayı, hem âhireti ıslah eden salih amelleri; kalbi arındıran, ecri artıran, nefsi tertemiz eden erdemli ahlâkı kapsamaktadır. Bu doğru yol, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in de onun getirdiği dinin de deişmez sıfatıdır. Burada Kur’ân-ı Kerîm’in yüceliği üzerinde dikkatle düşünmeliyiz. Zira o, en şerefli yemin ile hakkında yemin olunan en değerli şeyi bir arada zikretmiştir. Aslında Yüce Allah’ın verdiği haber tek başına yeterlidir. Bununla birlikte O, burada hakkında yemin ettiği Rasûlünün risaletinin doğruluğuna dair en güçlü, en parlak ve en açık delilleri de ortaya koymuştur. Bizlere de onun yolunun izlenmesi gerektiğine dair latif işarette bulunmuş ve bu hususa dikkatimizi çekmiştir.
#
{5} وهذا الصراط المستقيم {تنزيلَ العزيزِ الرَّحيم}؛ فهو الذي أنزلَ به كتابَه وأنزلَه طريقاً لعبادِهِ موصلاً لهم إليه، فحماه بعزَّته عن التغيير والتبديل، ورَحِمَ به عبادَه رحمةً اتَّصلتْ بهم حتى أوصلتْهم إلى دار رحمته، ولهذا ختم الآية بهذين الاسمين الكريمين العزيز الرحيم.
5. Bu dosdoğru yolun bildirildiği Kur'ân, çok güçlü ve intikam sahibi Azîz ve çok merhametli olan Rahîm Allah tarafından indirilmiştir. Kitabını indiren O’dur. Bu Kitabını kullarına, onları kendisine ulaştıran bir yol olmak üzere indirmiştir. Bu yolu değişikliklere karşı da izzeti ile himaye etmiştir. Bu Kitap ile kullarına kendilerini rahmet yurduna ulaştıracak şekilde rahmetini ulaştırmıştır. O bakımdan bu âyet-i kerime Yüce Allah’ın oldukça şerefli ve güzel iki ismi olan Azîz ve Rahîm isimleri ile sona ermektedir.
#
{6} فلما أقسم تعالى على رسالته، وأقام الأدلَّةَ عليها؛ ذَكَرَ شدَّةَ الحاجة إليها واقتضاءَ الضَّرورة لها، فقال: {لِتُنذِرَ قوماً ما أُنذِرَ آباؤهم فهم غافلونَ}: وهم العربُ الأميُّون، الذين لم يزالوا خالين من الكتب، عادمين الرسل، قد عَمَّتْهُمُ الجهالة وغمرتْهُمُ الضلالة، وأضْحَكوا عليهم وعلى سَفَهِهِم عقولَ العالمينَ، فأرسل الله إليهم رسولاً من أنفسهم يزكِّيهم، ويعلِّمهم الكتاب والحكمة وإن كانوا من قبل لَفي ضلال مُبين، فينذرُ العربَ الأميِّين ومَنْ لَحِقَ بهم من كلِّ أميٍّ، ويذكِّرُ أهل الكتب بما عندهم من الكتبِ؛ فنعمةُ الله به على العرب خصوصاً وعلى غيرِهم عموماً.
6. Yüce Allah, Peygamber’in risaletine yemin edip buna dair delilleri ortaya koyduktan sonra bu risalete olan şiddetli ihtiyacı ve bunun zorunluluğunu söz konusu etmektedir. Bu buyrukta sözü edilen kavim, kendilerine kitap gönderilmemiş ve peygamber gelmemiş olan ümmî Araplardır. Cehalet, onların dört bir yanını kuşatmış, sapıklık tepeden tırnağa kendilerini örtmüştü. Öyle ki akıllı kimseleri kendilerine ve akılsızlıklarına güldürecek bir duruma düşmüşlerdi. Yüce Allah, aralarından kendilerini arındıracak, onlara Kitab’ı ve hikmeti öğretecek bir rasûl gönderdi. Şüphesiz bundan önce apaçık bir sapıklık içindeydiler. Bu peygamber ümmî Arapları ve onların durumunda olan diğer bütün ümmîleri uyarıp korkutmak üzere gönderilmiş, aynı şekilde Kitap ehline de ellerindeki kitaplarda bulunanları hatırlatmak üzere gelmiştir. Bu yüzden Yüce Allah, onu özel olarak Araplara, genel olarak da Arapların dışında kalan milletlere bir nimet olarak göndermiştir. İşte ey Peygamber! Senin kendilerini uyarıp korkutmak üzere kendilerine gönderildiğin bu kimseler, sen uyardıktan sonra iki kısma ayrıldılar: Bir kısmı kendilerine getirdiğin risaleti reddetmiş ve uyarıyı kabul etmemişlerdir. Bunlar da Yüce Allah’ın kendileri hakkında şöyle buyurduğu kimselerdir:
#
{7} ولكن هؤلاء الذين بُعِثْتَ [فيهم] لإنذارِهم بعدما أنذَرْتَهم انقسموا قسمين: قسمٌ ردَّ لما جئتَ به ولم يَقْبَلِ النِّذارة، وهم الذين قال الله فيهم: {لقد حَقَّ القولُ على أكْثَرِهم فهم لا يؤمنونَ}؛ أي: نفذ فيهم القضاءُ والمشيئةُ أنَّهم لا يزالون في كفرهم وشِرْكِهم، وإنَّما حقَّ عليهم القولُ بعد أن عُرِضَ عليهم الحقُّ فرفَضوه؛ فحينئذٍ عوقبوا بالطبع على قلوبهم.
7. Yani onlar hakkındaki “küfür ve şirklerinde kalmaya devam edeceklerdir” şeklindeki ilâhî hüküm ve meşîet, yerine gelecektir. Onlar hakkındaki bu azap sözü, ancak hak kendilerine sunulup da onu reddetmelerinden sonra hak olmuştur ve işte o vakit kalplerine mühür vurulmakla cezalandırılmışlardır. Yüce Allah imanın kalplerine ulaşmasını engelleyen manileri de söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{8} وذَكَرَ الموانعَ من وصول الإيمان لقلوبهم، فقال: {إنَّا جَعَلْنا في أعناقِهِم أغلالاً}: وهي جمع غِلٍّ، والغلُّ ما يُغَلُّ به العُنُق؛ فهو للعنق بمنزلةِ القيد للرِّجْل. وهذه الأغلالُ التي في [الأذقان] عظيمةٌ قد وصَلَتْ {إلى}: أذقانهم، ورفعت رؤوسهم إلى فوق. {فهم مُقْمَحُونَ}؛ أي: رافعوا رؤوسهم من شدَّةِ الغلِّ الذي في أعناقهم؛ فلا يستطيعون أن يَخْفِضوها.
8. Ayağa bukağı ne ise boyuna demir halka da odur. Boyunlardaki bu halkalar oldukça büyüktür ve çenelere kadar ulaşmıştır. “O nedenle başları yukarı kalkıktır.” Yani boyunlarındaki halkaların sertliği ve ağırlığı dolayısı ile başlarını aşağıya doğru eğme imkânı bulamazlar.
#
{9} {وجَعَلْنا مِن بينِ أيْديهم سَدًّا ومن خَلْفِهِم سَدًّا}؛ أي: حاجزاً يحجُزُهم عن الإيمان؛ {فهم لا يُبْصِرونَ}: قد غمرهم الجهلُ والشقاءُ من جميع جوانبهم، فلم تُفِدْ فيهم النِّذارةُ.
9. “Biz onların hem önlerinden bir set, hem de arkalarından bir set çektik.” Yani onları iman etmekten alıkoyan bir engel koyduk, “ve gözlerini de perdeledik. O nedenle artık onlar (hakkı) görmezler.” Cehalet ve bedbahtlık bütün yönleri ile onları kuşatmıştır. Dolayısıyla uyarmaların onlara hiçbir faydası olmaz.
#
{10} {وسواءٌ عليهم أأنذَرْتَهم أم لم تُنذِرْهُم لا يؤمنونَ}: وكيف يؤمِنُ من طبع على قلبه ورأى الحقَّ باطلاً والباطل حَقًّا؟!
10. Kalbine mühür vurulmuş, hakkı batıl, batılı hak olarak gören kimse nasıl iman edebilir ki? Peygamber’in daveti karşısındaki ikinci kesim ise yapılan uyarı ve korkutmaları kabul edenlerdir. Bunları da Yüce Allah şu buyrukları ile söz konusu etmektedir:
#
{11} والقسم الثاني الذين قَبِلوا النِّذارَةَ وقد ذَكَرَهُم بقوله: {إنَّما تُنذِرُ}؛ أي: إنَّما تنفعُ نِذارَتُك ويَتَّعِظُ بنُصْحِكَ {مَنِ اتَّبَعَ الذِّكْرَ}؛ أي: من قصْدُهُ اتِّباع الحقِّ وما ذُكِّر به، {وخَشِيَ الرحمنَ بالغيبِ}؛ أي: مَنِ اتَّصف بهذين الأمرين: القصد الحسن في طلب الحقِّ، وخشية الله تعالى؛ فهم الذين ينتفعونَ برسالتِكَ ويَزْكُون بتعليمِكَ، وهذا الذي وُفِّقَ لهذين الأمرين، بشِّره {بمغفرةٍ}: لذُنوبه {وأجرٍ كريم}: لأعماله الصالحة ونيَّتِهِ الحسنةِ.
11. “Sen ancak Zikr’e/Kur'ân’a uyan” yani amacı hakka ve verilen öğütlere uymak kimseyi “ve gıyaben Rahman’dan korkan kimseleri uyarabilirsin.” Senin uyarın ancak bu iki vasfa sahip olan kimselere fayda verir ve ancak böyleleri senin öğüdünden gerekli ibreti alır. Bu iki vasıf ise hakkı arayıp bulmakta iyi niyet sahibi olmak ve Yüce Allah’tan saygı duyarak korkmaktır. Senin risaletinden yararlanabilecekler ve senin öğrettiklerinle arınabilecekler işte bunlardır. “İşte böylesini” bu iki vasfa sahip olmak muvaffakiyetine mazhar olanları günahları için “mağfiret ve” salih amelleri ile güzel niyeti dolayısı ile “bitmez tükenmez bir mükafatla müjdele.”
#
{12} {إنَّا نحنُ نُحْيي الموتى}؛ أي: نبعثُهم بعد موتِهِم لِنُجازِيَهم على الأعمال، {ونَكْتُبُ ما قَدَّموا}: من الخير والشرِّ، وهو أعمالُهم التي عملوها وباشَروها في حال حياتِهِم، {وآثارَهُم}: وهي آثار الخير وآثارُ الشرِّ التي كانوا هم السببَ في إيجادها في حال حياتِهِم وبعدَ وفاتِهِم، وتلك الأعمال التي نشأت من أقوالِهِم وأفعالِهِم وأحوالِهِم؛ فكلُّ خيرٍ عمل به أحدٌ من الناس بسبب علم العبد وتعليمِهِ أو نُصحه أو أمرِهِ بالمعروف أو نهيِهِ عن المنكر أو علم أوْدَعَه عند المتعلِّمين أو في كتبٍ يُنْتَفَع بها في حياتِهِ وبعدَ موتِهِ أو عمل خيراً من صلاةٍ أو زكاةٍ أو صدقةٍ أو إحسانٍ فاقتدى به غيرُه، أو عمل مسجداً أو محلاًّ من المحالِّ التي يرتَفِقُ بها الناسُ وما أشبهَ ذلك؛ فإنَّها من آثارِهِ التي تُكْتَبُ له، وكذلك عمل الشرِّ، ولهذا: «من سنَّ سنَّةً حسنةً؛ فله أجْرُها وأجْرُ من عَمِلَ بها إلى يوم القيامةِ، ومن سنَّ سنَّة سيئة، فعليه وزرها ووزر من عمل بها إلى يوم القيامة». وهذا الموضع يبيِّنُ لك علوَّ مرتبة الدَّعوة إلى الله والهداية إلى سبيله بكلِّ وسيلةٍ وطريق موصل إلى ذلك، ونزول درجة الداعي إلى الشرِّ الإمام فيه، وأنَّه أسفل الخليقة وأشدُّهم جرماً وأعظمُهم إثماً، {وكلَّ شيءٍ}: من الأعمال والنيَّاتِ وغيرها {أحْصَيْناه في إمام مُبينٍ}؛ أي: كتاب هو أمُّ الكتب، وإليه مرجِعُ الكُتُب التي تكون بأيدي الملائكة، وهو اللوحُ المحفوظُ.
12. “Şüphesiz biz ölüleri” ölümden sonra amellerinin karşılığını vermek üzere “diriltiriz. Onların önden gönderdiklerini” hayır ya da şer türünden olup hayatta iken bizzat işlemiş oldukları amellerini “de geride bıraktıklarını da yazarız.” Yani hayatta iken ve vefatlarından sonra var olmalarına ve işlenmelerine sebep oldukları hayır ve şer işleri, onların söz, fiil ve hallerinden dolayı meydana gelen amellerdir. Kişinin başkasına ilim öğretmesi, nasihat etmesi, iyiliği emredip kötülükten alıkoyması, öğrencilere naklettiği bir bilgi yahut hayatında ve ölümünden sonra kendisi ile yararlanılacak şekilde yazdığı ilmi bir kitap; namaz, zekât, sadaka yahut ihsan gibi hayır bir amel işleyip de başkasının ona uyması veya bir mescid ya da insanların kendisi ile yararlanabileceği bir mekan yapması vb. türden her bir hayırlı iş, onun lehine yazılan eserlerinden, geride bıraktıklarındandır. Kötülük yapanın durumu da böyledir, onunkiler de aleyhine yazılır. İşte bundan dolayı Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Her kim güzel bir yol açarsa kıyamet gününe kadar o yolun ecri de onunla amel edenlerin de ecri ona yazılır. Her kim de kötü bir yol açarsa o yolun vebali de kıyamet gününe kadar onunla amel edenlerin vebali de onun boynunadır.”[12] İşte buradan Allah’a davet etmenin, mümkün olan her bir yol ve her bir vasıta ile bu yola iletmenin mertebesinin ne kadar yüksek olduğu anlaşılmaktadır. Buna karşılık kötülüğe davet eden ve bunda önder olan kişinin de insanlar arasında derecesi en aşağı, vebali en ağır ve günahları en büyük olan kimse olduğu da ortaya çıkmaktadır. “Biz her şeyi” amelleri, niyetleri ve onların dışında kalanları “apaçık bir ana kitapta” yani bütün kitapların anası olan ve meleklerin ellerinde bulunan kitapların kaynağını teşkil eden Levh-i Mahfuz’da “kaydetmişizdir.”
Ayet: 13 - 32 #
{وَاضْرِبْ لَهُمْ مَثَلًا أَصْحَابَ الْقَرْيَةِ إِذْ جَاءَهَا الْمُرْسَلُونَ (13) إِذْ أَرْسَلْنَا إِلَيْهِمُ اثْنَيْنِ فَكَذَّبُوهُمَا فَعَزَّزْنَا بِثَالِثٍ فَقَالُوا إِنَّا إِلَيْكُمْ مُرْسَلُونَ (14) قَالُوا مَا أَنْتُمْ إِلَّا بَشَرٌ مِثْلُنَا وَمَا أَنْزَلَ الرَّحْمَنُ مِنْ شَيْءٍ إِنْ أَنْتُمْ إِلَّا تَكْذِبُونَ (15) قَالُوا رَبُّنَا يَعْلَمُ إِنَّا إِلَيْكُمْ لَمُرْسَلُونَ (16) وَمَا عَلَيْنَا إِلَّا الْبَلَاغُ الْمُبِينُ (17) قَالُوا إِنَّا تَطَيَّرْنَا بِكُمْ لَئِنْ لَمْ تَنْتَهُوا لَنَرْجُمَنَّكُمْ وَلَيَمَسَّنَّكُمْ مِنَّا عَذَابٌ أَلِيمٌ (18) قَالُوا طَائِرُكُمْ مَعَكُمْ أَئِنْ ذُكِّرْتُمْ بَلْ أَنْتُمْ قَوْمٌ مُسْرِفُونَ (19) وَجَاءَ مِنْ أَقْصَى الْمَدِينَةِ رَجُلٌ يَسْعَى قَالَ يَاقَوْمِ اتَّبِعُوا الْمُرْسَلِينَ (20) اتَّبِعُوا مَنْ لَا يَسْأَلُكُمْ أَجْرًا وَهُمْ مُهْتَدُونَ (21) وَمَا لِيَ لَا أَعْبُدُ الَّذِي فَطَرَنِي وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ (22) أَأَتَّخِذُ مِنْ دُونِهِ آلِهَةً إِنْ يُرِدْنِ الرَّحْمَنُ بِضُرٍّ لَا تُغْنِ عَنِّي شَفَاعَتُهُمْ شَيْئًا وَلَا يُنْقِذُونِ (23) إِنِّي إِذًا لَفِي ضَلَالٍ مُبِينٍ (24) إِنِّي آمَنْتُ بِرَبِّكُمْ فَاسْمَعُونِ (25) قِيلَ ادْخُلِ الْجَنَّةَ قَالَ يَالَيْتَ قَوْمِي يَعْلَمُونَ (26) بِمَا غَفَرَ لِي رَبِّي وَجَعَلَنِي مِنَ الْمُكْرَمِينَ (27) وَمَا أَنْزَلْنَا عَلَى قَوْمِهِ مِنْ بَعْدِهِ مِنْ جُنْدٍ مِنَ السَّمَاءِ وَمَا كُنَّا مُنْزِلِينَ (28) إِنْ كَانَتْ إِلَّا صَيْحَةً وَاحِدَةً فَإِذَا هُمْ خَامِدُونَ (29) يَاحَسْرَةً عَلَى الْعِبَادِ مَا يَأْتِيهِمْ مِنْ رَسُولٍ إِلَّا كَانُوا بِهِ يَسْتَهْزِئُونَ (30) أَلَمْ يَرَوْا كَمْ أَهْلَكْنَا قَبْلَهُمْ مِنَ الْقُرُونِ أَنَّهُمْ إِلَيْهِمْ لَا يَرْجِعُونَ (31) وَإِنْ كُلٌّ لَمَّا جَمِيعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ (32)}.
13- Onlara şu kasaba halkını misal ver: Hani oraya elçiler gelmişti. 14- Biz onlara iki elçi göndermiştik de onlar bu ikisini de yalanlamıştı. Biz de bir üçüncüsü ile (onları) desteklemiştik. Hep birlikte: “Şüphesiz biz size gönderilmiş peygamberleriz” dediler. 15- Dediler ki: “Siz, ancak bizim gibi birer insansınız. Rahman da hiçbir şey indirmemiştir. Siz sadece yalan söylüyorsunuz.” 16- Dediler ki: “Rabbimiz, bizim kesinlikle size gönderilmiş olduğumuzu biliyor.” 17- “Bize düşen ancak apaçık bir tebliğden ibarettir.” 18- Dediler ki: “Gerçekten bize uğursuzluk getirdiniz. Eğer buna bir son vermezseniz andolsun sizi taşlarız ve tarafımızdan can yakıcı bir cezaya çarptırılırsınız.” 19- Dediler ki: “Sizin uğursuzluğunuz sizinle birliktedir. Size öğüt verildi diye mi (bu tehditleriniz)? Hayır, siz haddi aşan bir toplumsunuz.” 20- Derken şehrin uzak köşesinden bir adam koşarak geldi: “Ey kavmim! Elçilere tâbi olun” dedi. 21- “Sizden hiçbir ücret istemeyen ve doğru yolda olan (bu) kimselere uyun.” 22- “Ben beni yaratana ne diye ibadet etmeyecekmişim? Üstelik siz, yalnız O’na döndürüleceksiniz.” 23- “Ben, O’ndan başka ilâhlar mı edineyim? Halbuki Rahman hakkımda bir zarar dilese onların şefaatinin bana hiçbir faydası olmaz ve onlar beni kurtaramazlar da.” 24- “O takdirde ben, kesinlikle apaçık bir sapıklık içinde olurum.” 25- “Gerçekten ben Rabbinize iman ettim, artık bana kulak verin!” 26- (Ona): “Cennete gir” denildi. Dedi ki: “Ah, keşke! Kavmim bilse idi…” 27- “Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrama mazhar olanlardan kıldığını.” 28- Onun ardından Biz, kavminin üzerine gökten bir ordu indirmedik, indirecek de değildik. 29- O (azap) ancak tek bir çığlıktan ibaretti. Derhal alevi sönmüş ateşe döndüler. 30- Yazık o kullara! Kendilerine ne zaman bir peygamber gelse mutlaka onu alaya alırlardı. 31- Onlardan önce nice nesilleri helâk ettiğimizi ve onların kendilerine geri dönmediğini görmezler mi? 32- Hepsi de mutlaka huzurumuza getirileceklerdir.
#
{13} أي: واضرِبْ لهؤلاء المكذِّبين برسالتك الرادِّين لدعوتِكَ مثلاً يعتبرونَ به ويكون لهم موعظةً إن وُفِّقوا للخيرِ، وذلك المثلُ أصحابُ القريةِ وما جرى منهم من التَّكذيب لرسل الله وما جرى عليهم من عقوبتِهِ ونَكاله، وتعيينُ تلك القريةِ لو كان فيه فائدةٌ؛ لعيَّنَها الله، فالتعرُّض لذلك وما أشبهه من باب التكلُّف والتكلُّم بلا علم، ولهذا إذا تكلَّم أحدٌ في مثل هذه الأمور؛ تجدُ عنده من الخَبْطِ والخَلْطِ والاختلاف الذي لا يستقرُّ له قرارٌ ما تعرِفُ به أنَّ طريقَ العلم الصحيح الوقوفُ مع الحقائق وتَرْكُ التعرُّض لما لا فائدة فيه، وبذلك تزكو النفسُ ويزيدُ العلمُ من حيث يظنُّ الجاهل أنَّ زيادتَه بذكر الأقوال التي لا دليلَ عليها ولا حُجَّةَ عليها ولا يَحْصُلُ منها من الفائدة إلاَّ تشويشُ الذهن واعتيادُ الأمور المشكوكِ فيها. والشاهدُ أنَّ هذه القريةَ جَعَلَها الله مثلاً للمخاطَبين. {إذ جاءها المُرْسَلونَ}: من الله تعالى؛ يأمُرونَهم بعبادةِ الله وحدَه وإخلاصِ الدين له، ويَنْهَوْنَهم عن الشرك والمعاصي.
13. Yani senin risaletini yalanlayan, çağrını reddeden kimselere ibret alacakları ve -eğer hayra iletilmeye muvaffak olurlarsa- kendileri için öğüt teşkil edecek olan bir misal ver. Söz konusu bu misal, bir kasaba halkı ve onların Allah’ın peygamberlerini yalanlamaları, buna karşılık da Allah’ın onları ibretli bir şekilde cezalandırmasıdır. Bu kasabanın neresi olduğunun belirtilmesinde şâyet bir fayda olsa idi Yüce Allah, elbette ki onu belirtirdi. Öyleyse bu bir kasabayı ve buna benzer diğer şeyleri tespite kalkışmak gereksiz yere yükümlülük altına girmek ve bu konuda bilgiye dayanmaksızın söz söylemeye kalkışmaktır. Bundan dolayı böyle bir konuda söz söyleyen kimsenin gelişigüzel kanaatler sarfettiğini, işleri karıştırıp durduğunu ve sonu gelmez görüş ayrılıkları içinde olduğunu görürüz. Bu da bize sağlam bilginin yolu, hakikatlerin belirlediği sınırlarda durmak ve faydası olmayan işlerle uğraşmaya kalkışmayı terk etmektir. Böylelikle nefisler arınır ve ilim artar. Halbuki cahil, delili bulunmayan ve hakkında herhangi bir belge olmayan sözleri nakletmeyi, ilmi artırmak olarak değerlendirir. Oysa bunların, zihinleri karıştırmaktan ve şüpheli işlerle uğraşmayı alışkanlık haline getirmekten başka bir faydası olmaz. O nedenle burada önemli olan, Yüce Allah’ın bu kasabayı muhataplara bir misal olarak gösterdiğinin bilinmesidir. “Hani oraya” Yüce Allah tarafından kendilerine yalnızca Allah’a ibadet etmelerini, dini yalnızca O’na halis kılmalarını emrede, şirke ve masiyetlere yönelmelerini de yasaklayan “elçiler” peygamberler “gelmişti.”
#
{14} {إذ أرْسَلْنا إليهم اثْنَيْنِ فكذَّبوهما فَعَزَّزْنا بثالثٍ}؛ أي: قوَّيْناهما بثالثٍ، فصاروا ثلاثةَ رسل؛ اعتناءً من الله بهم، وإقامةً للحجَّة بتوالي الرسل إليهم، {فقالوا} لهم: {إنَّا إليكُم مُرْسَلونَ}.
14. “Biz onlara iki elçi göndermiştik de onlar bu ikisini yalanlamıştı. Biz de bir üçüncüsü ile (onları) desteklemiştik.” Böylelikle Allah tarafından gönderilmiş üç peygamber olmuşlardı. Bu da Allah’ın onlara önem verdiğini ve arka arkaya gönderdiği peygamberlerle gerekli delilleri ortaya koyduğunu göstermektedir. Bu peygamberler “hep birlikte: Şüphesiz biz size gönderilmiş peygamberleriz, dediler.” Ancak kasaba halkı onlara, peygamberlerin çağrısını reddedenlerin meşhur cevabı ile karşılık verdiler:
#
{15} فأجابوهم بالجوابِ الذي ما زال مشهوراً عند من ردَّ دعوةَ الرُّسل، فقالوا: {ما أنتُم إلاَّ بشرٌ مثلُنا}؛ أي: فما الذي فضَّلَكم علينا وخصَّكم من دوننا؟! قالت الرسل لأممهم: إن نحنُ إلاَّ بشرٌ مثلُكم، ولكن [اللَّهَ] يمنُّ على من يشاءُ من عبادِهِ، {وما أنزل الرحمنُ من شيءٍ}؛ أي: أنكروا عمومَ الرسالةِ، ثم أنكروا أيضاً المخاطبين لهم، فقالوا: {إنْ أنتُم إلاَّ تكذِبونَ}.
15. Yani sizi bize üstün kılan ve biz dururken sadece size böyle bir görev verilmesini gerektiren sebep nedir? Peygamberler, ümmetlerine hep şöyle demişlerdir: “Biz, ancak sizin gibi bir insanız. Ancak Allah kulları arasından dilediği kimselere lütufta bulunur.” (İbrahim, 14/11) “Rahman da hiçbir şey indirmemiştir” sözleri ile peygamberliği tümden inkâr ettiler. Arkasından muhataplarının da peygamberliklerini inkâr ederek: “Siz sadece yalan söylüyorsunuz” dediler.
#
{16} فقالت هؤلاء الرسل الثلاثة: {ربُّنا يعلم إنَّا إليكُم لَمُرْسَلونَ}: فلو كنَّا كاذبينَ؛ لأظهر اللَّهُ خِزْيَنا ولبادَرَنا بالعقوبة.
16. Bu üç peygamber de: “Rabbimiz, bizim kesinlikle size gönderilmiş olduğumuzu biliyor” dediler. Yani eğer yalan söyleyen kimselersek Allah açıktan açığa bizi rezil rüsvay eder ve bizi derhal cezalandırır. “Bize düşen ancak apaçık bir tebliğden ibarettir.” Bizim görevimiz, kendisi ile açıklanması istenen hususların açıklık kazanacağı apaçık bir tebliğdir. Bunun dışında kalan hususlar; gösterilmesini teklif edeceğiniz mucizeler yahut azabın çabucak gelmesi, bizim işimiz değildir. Bizim görevimiz, sadece apaçık tebliğdir ki biz de bunu yerine getirdik ve size gerekli açıklamaları yaptık. Eğer hidâyet bulursanız bu, sizin için güzel bir sonuçtur ve bir muvaffakiyettir. Eğer saparsanız bizim elimizden hiçbir şey gelmez.
#
{18} فقال أصحاب القرية لرُسُلِهِم: {إنَّا تَطَيَّرْنا بكُم}؛ أي: لم نر على قدومكم علينا واتِّصالكم بنا إلاَّ الشرَّ، وهذا من أعجب العجائب؛ أن يُجْعَلَ من قَدِمَ عليهم بأجَلِّ نعمةٍ يُنْعِمُ اللهُ بها على العبادِ وأجلِّ كرامةٍ يكرِمُهم بها، وضرورتهم إليها فوق كلِّ ضرورةٍ، قد قدم بحالة شَرٍّ زادت على الشرِّ الذي هم عليه واستشأموا بها، ولكنَّ الخِذْلانَ وعدمَ التوفيق يَصْنَعُ بصاحبِهِ أعظمَ مما يَصْنَعُ به عدوُّه، ثم توعَّدوهم فقالوا: {لَئِن لم تَنتَهوا لَنَرْجُمَنَّكُمْ}؛ أي: لَنَقْتُلَنَّكم رجماً بالحجارةِ أشنع القتلات، {ولَيَمَسَّنَّكُم مِنَّا عذابٌ أليمٌ}.
18. Kasaba halkı peygamberlerine: “dediler ki: “Gerçekten bize uğursuzluk getirdiniz.” Yani sizin bize gelişinizden, bizimle ilişki kurmanızdan dolayı kötülükten başka bir şey görmedik. Yüce Allah’ın kullarına ihsan etmiş olduğu en yüce nimeti, kendilerine verilebilecek en büyük lütfu getirenlerin yanlarına gelişlerini, kötü bir geliş olarak kabul etmelerinden daha çok hayret edilecek bir şey yoktur. Oysa onların böyle bir nimet ve lütfa ihtiyaçları her şeyden daha fazladır. Ancak onların bu şekilde karşılık vermeleri, içinde bulundukları kötülükleri daha bir artırmış, uğursuzluklarına uğursuzluk katmıştır. İlâhî tevfike mazhar olamamaktan dolayı kişinin kendi kendisine yapacağı kötülükler, bir düşmanın ona yapabileceği kötülüklerden çok daha büyüktür. Daha sonra peygamberleri tehdit ederek dediler ki: “Eğer buna bir son vermezseniz andolsun sizi taşlarız.” Sizi taşa tutarak en ağır bir ölüm şekli ile öldürürüz. “ve tarafımızdan can yakıcı bir cezaya çarptırılırsınız.”
#
{19} فقالت لهم رسلهم: {طائِرُكُم معكم}: وهو ما معهم من الشركِ والشرِّ المقتضي لوقوع المكروِه والنقمةِ وارتفاع المحبوبِ والنعمةِ. {أإن ذُكِّرْتُم}؛ أي: بسبب أنَّا ذكَّرْناكم ما فيه صلاحُكُم وحظُّكُم قلتُم لنا ما قلتُم، {بل أنتُم قومٌ مسرِفونَ}: متجاوِزونَ للحدِّ مُتَجَرْهِمونَ في قولِكُم. فلم يزِدْهم دعاؤُهم إلاَّ نفوراً واستكباراً.
19. Peygamberleri onlara şöyle dedi: “Sizin uğursuzluğunuz sizinle birliktedir.” Bu da başınıza kötülüğün, hoşlanmadığınız şeylerin ve sıkıntıların gelmesini, sevilen şeylerin ve nimetin de sizden alınmasını gerektiren şirkiniz ve kötülüklerinizdir. “Size öğüt verildi diye mi?” Yani biz faydanıza ve iyiliğinize olan şeyleri size öğüt verdik diye mi bu sözleri bize söylüyorsunuz? “Hayır, siz haddi aşan bir toplumsunuz.” Aşırı gidiyorsunuz. Hiddete kapılarak bizim sözümüzü mantıksızca reddediyorsunuz. Böylece peygamberlerin daveti, onların nefretle kaçmalarından ve büyüklenmelerinden başka bir şeylerini artırmadı.
#
{20} {وجاء من أقصى المدينةِ رجلٌ يسعى}: حرصاً على نُصْح قومِهِ حين سمعَ ما دَعَتْ إليه الرسل وآمنَ به وعلم ما ردَّ به قومُه عليهم، فقال لهم: {يا قوم اتَّبِعوا المرسلينَ}: فأمَرَهُم باتِّباعهم، ونَصَحَهم على ذلك، وشهد لهم بالرسالة.
20. “Derken” peygamberlerin çağrısını işitip o çağrıya iman eden, sonra da kavminin peygamberlere verdiği karşılığı öğrenince kavmine samimiyetle öğüt verme arzusuyla “şehrin uzak köşesinden bir adam koşarak geldi: Ey kavmim, elçilere tâbi olun, dedi” ve onlara elçilere uymalarını emretti. Bu hususta onlara nasihat ederek peygamberlerin ilâhî risalete mazhar olduklarına tanıklık etti.
#
{21} ثم ذكر تأييداً لما شهد به ودعا إليه، فقال: {اتَّبِعوا مَن لا يَسْألُكُم أجراً}؛ أي: اتَّبِعوا مَنْ نَصَحَكُم نُصْحاً يعودُ إليكم بالخير، وليس يريدُ منكم أموالَكُم ولا أجراً على نصحِهِ لكم وإرشادِهِ؛ فهذا موجبٌ لاتِّباع مَنْ هذا وصفُهُ. بقي أن يُقالَ: فلعلَّه يَدْعو ولا يأخُذُ أجرةً ولكنَّه ليس على الحقِّ، فدَفَعَ هذا الاحتراز بقوله: {وهم مهتدونَ}: لأنهم لا يَدْعون إلاَّ لما يَشْهَدُ العقلُ الصحيح بحُسْنِهِ، ولا يَنْهَوْنَ إلاَّ بما يشهدُ العقلُ الصحيح بقُبْحِهِ.
21. Arkasından bu tanıklığına ve çağrısına destek olmak üzere şunları söyledi: “Sizden hiçbir ücret istemeyen… (bu) kimselere uyun.” Yani size gerçekten fayda sağlayacak öğütler veren bu şahıslara uyun. Bunlar sizden mal istemiyorlar, size verdikleri öğütleri ve sizleri doğru yola iletmeleri karşılığında bir ücret istemiyorlar. İşte bu da bu vasfa sahip olanlara tâbi olmayı gerektirir. Bu durumda geriye tabi olma konusunda şöyle bir ihtimal kalıyor: Belki bu kimseler, davete karşılık ücret almamakla birlikte hak üzere değildir. İşte böyle bir kanaati bertaraf etmek üzere de onun şunu da sözlerine eklediğini görüyoruz: “ve doğru yolda olan…” Çünkü akl-ı selimin de güzelliğine tanıklık ettiği şeylere çağırıyorlar. Akl-ı selimin çirkinliğine tanıklık ettiği şeylerden başkasını da yasaklamıyorlar.
#
{22 ـ 25} فكأنَّ قومَه لم يَقْبَلوا نُصْحَهُ، بل عادوا لائمين له على اتِّباع الرسل وإخلاص الدين لله وحده، فقال: {وما لي لا أعبُدُ الذي فَطَرَني وإليه تُرْجَعونَ}؛ أي: وما المانعُ لي من عبادةِ مَنْ هو المستحقُّ للعبادة؛ لأنَّه الذي فَطَرني وخَلَقَني ورَزَقَني وإليه مآل جميع الخلق فيجازيهم بأعمالهم؛ فالذي بيدِهِ الخَلْقُ والرزقُ والحكمُ بين العباد في الدُّنيا والآخرة هو الذي يَسْتَحِقُّ أن يُعْبَدَ ويُثْنى عليه ويُمَجَّدَ دون مَنْ لا يملِكُ نفعاً ولا ضرًّا ولا عطاءً ولا منعاً ولا موتاً ولا حياةً ولا نشوراً، ولهذا قال: {أأتَّخِذُ من دونِهِ آلهةً إن يُرِدْنِ الرحمنُ بِضُرٍّ لا تُغْنِ عنِّي شفاعَتُهُم شيئاً}: لأنَّه لا أحدَ يشفع عند الله إلاَّ بإذنِهِ؛ فلا تُغْني شفاعتُهم عني شيئاً {ولا هم يُنقِذونِ}: من الضُّرِّ الذي أرادَه اللهُ بي. {إنِّي إذاً}؛ أي: إن عبدتُ آلهةً هذا وصفُها {لَفي ضلال مُبينٍ}: فجمع في هذا الكلام بين نُصحهم، والشهادةِ للرسُل بالرسالةِ والاهتداءِ، والإخبار بتعيُّن عبادة الله وحدَه، وذكر الأدلَّة عليها، وأنَّ عبادة غيرِهِ باطلةٌ، وذَكَرَ البراهينَ عليها والأخبارَ بضلال مَنْ عَبَدَها، والإعلان بإيمانِهِ جَهْراً مع خوفِهِ الشديد من قتلهم، فقال: {إنِّي آمنتُ بربِّكُم فاسمعونِ}.
22. Anlaşıldığı kadarıyla kavmi onun verdiği öğüdü kabul etmemişti. Aksine peygamberlere tâbi olduğundan ve dinini yalnızca Allah’a halis kıldığından dolayı onu kınamaya koyulmuşlardı. Bunun üzerine onun şöyle dediğini görüyoruz: “Ben beni yaratana ne diye ibadet etmeyecekmişim? Üstelik siz, yalnız O’na döndürüleceksiniz.” Yani ibadete mutlak olarak layık olana ibadet etmekten beni alıkoyan nedir? Çünkü yoktan var eden, beni yaratan, bana rızık veren ve bütün yaratıkların kendisine döneceği ve onlara amellerinin karşılığını verecek olan O’dur. Yaratmak ve rızık vermek elinde bulunan, dünyada da âhirette de kullar arasında hüküm verecek olan, ibadete asıl layık olandır. Yalnız O’na hamd-ü senada bulunulur ve yalnız O’nun şanı yüceltilir. Hiçbir fayda sağlayamayan, hiçbir zarar veremeyen, hiçbir şey verip hiçbir şeyi engelleyemeyen, öldüremeyen, hayat veremeyen, öldükten sonra diriltemeyen, bunların hiçbirisine layık değildir. Bundan dolayı sözlerini şöyle sürdürdüğünü görüyoruz: 23. “Ben, O’ndan başka ilâhlar mı edineyim? Halbuki Rahman hakkımda bir zarar dilese onların şefaatinin bana hiçbir faydası olmaz.” Çünkü O’nun izni olmaksızın Allah’ın nezdinde hiçbir kimse şefaat edemez ve onların şefaatlerinin bana hiçbir faydası olmaz. “Ve onlar beni” Allah’ın bana vermek istediği zarardan “kurtaramazlar da.” 24-25. “O takdirde ben” eğer bu niteliğe sahip ilâhlara ibadet edecek olursam “kesinlikle apaçık bir sapıklık içinde olurum.” Bu sözleri ile onlara hem samimi olarak öğüt vermiş, hem peygamberlerin peygamberliğine ve hidâyette oluşlarına şahitlikte bulunmuş, hem de yalnızca Yüce Allah’a ibadet etmenin gerektiği haberini vermiş oluyordu. Ayrıca buna dair delilleri zikrettiğini de görüyoruz. O’ndan başkasına ibadetin batıl olduğunu belirttiği gibi buna dair delilleri de söz konusu etmiştir. Allah’tan başka ilâhlara tapanların sapık olduğunu bildirmiş, imanını -onların kendisini öldüreceklerinden korkmakla birlikte- açıkça ilan etmiştir. Nitekim şöyle demiştir: “Gerçekten ben Rabbinize iman ettim, artık bana kulak verin!”
#
{26 ـ 27} فقتله قومُه لمَّا سَمِعوا منه وراجَعَهم بما راجَعَهم به. {قيل}: له في الحال: {ادْخُلِ الجَنَّةَ}. فقال مخبراً بما وصل إليه من الكرامة على توحيدِهِ وإخلاصِهِ وناصحاً لقومه بعدَ وفاتِهِ كما نَصَحَ لهم في حياته: {يا لَيتَ قَومِي يَعلمُونَ. بمَا غَفَر لي ربِّي}؛ أي: بأي شيءٍ غفر لي فأزال عني أنواع العقوبات، {وجَعَلَني من المُكْرَمينَ}: بأنواع المَثوبات والمسرَّات؛ أي: لو وَصَلَ علمُ ذلك إلى قلوبهم؛ لم يقيموا على شركهم.
26-27. Kavmi onun bu sözlerini işitip kendilerine bu şekilde hitap ettiğini görünce onu öldürdüler. O anda ona: “Cennete gir, denildi.” Kendisi tevhidi ve ihlâsı sebebi ile nail olduğu lütuf ve ihsanları haber vererek ve hayatta iken kavminin iyiliğini isteyip onlara öğüt verdiği gibi vefatından sonra da onların iyiliğini isteyerek “dedi ki: Ah, keşke kavmim bilse idi; Rabbimin beni bağışladığını” Neden dolayı bana mağfiret edip de çeşitli cezaları benden uzaklaştırdığını “ve beni” çeşitli mükâfat ve sevindirici hususlarla “ikrama mazhar olanlardan kıldığını.” Yani eğer buna dair bilgi onlara ulaşacak olsaydı, onlar şirklerini sürdürmezlerdi. Allah, onun kavminin karşılaştığı ceza ile ilgili olarak da şunları söylemektedir:
#
{28} قال الله في عقوبة قومه: {وما أنزَلْنا على قومِهِ من بعدِهِ من جندٍ من السماءِ}؛ أي: ما احْتَجْنا أن نتكَلَّفَ في عقوبتهم فننزلَ جنداً من السماء لإتلافِهِم. {وما كُنَّا منزِلينَ}: لعدم الحاجةِ إلى ذلك، وعظمة اقتدارِ الله تعالى، وشدَّةِ ضعفِ بني آدم، وأنَّهم أدنى شيء يصيبهم من عذاب الله يكفيهم.
28. Yani onları cezalandırmak için zorlanmadık, onları yok etmek için gökten bir ordu indirme gereği de duymadık. “indirecek de değildik.” Çünkü buna ihtiyaç yoktu. Zira Yüce Allah’ın kudreti çok muazzamdır, buna karşılık Ademoğulları ise aşırı derecede zayıftırlar. Ayrıca onlara Allah’ın azabından isabet edecek asgari bir miktar dahi helak olmaları için yeterlidir.
#
{29} {إن كانتْ}؛ أي: ما كانت عقوبتُهم {إلاَّ صيحةً واحدةً}؛ أي: صوتاً واحداً تكلَّم به بعضُ ملائكة الله؛ {فإذا هم خامدونَ}: قد تقطَّعتْ قلوبُهم في أجوافهم وانْزَعَجوا لتلك الصيحةِ فأصبحوا خامدينَ لا صوتَ ولا حركةَ ولا حياةَ بعد ذلك العتوِّ والاستكبار ومقابلة أشرفِ الخَلْقِ بذلك الكلام القبيح وتجبُّرهم عليهم.
29. Yani onlara verdiğimiz ceza “ancak tek bir çığlıktan ibaretti.” Allah’ın meleklerinden birisinin kopardığı tek bir çığlık, tek bir sesti. “Derhal alevi sönmüş ateşe döndüler.” Korkudan ve kapıldıkları dehşetten dolayı kalpleri paramparça oldu. Sesleri solukları kesildi, hareketsiz kaldılar ve durgunlaştılar. Bunca azgınlıktan, büyüklenmekten, yaratıkların en şereflilerine bu şekilde çirkin sözlerle karşılık verip onlara karşı zorbalık etmelerinden sonra cansız yere yığıldılar. Yüce Allah kullara olan merhamet ve şefkatini dile getirerek şöyle buyurmaktadır:
#
{30} قال الله مترحِماً للعبادِ: {يا حسرةً على العبادِ ما يأتيهم من رسول إلاَّ كانوا به يستهزِئونَ}؛ أي: ما أعظم شقاءَهم وأطولَ عناءَهم وأشدَّ جهلَهم حيث كانوا بهذه الصفةِ القبيحةِ التي هي سببٌ لكلِّ شقاءٍ وعذابٍ ونَكال.
30. Yani onların bedbahtlıkları ne kadar büyük, inatları ne kadar sürekli, cehaletleri ne katmerli! Çünkü onlar her türlü bedbahtlığın, her türlü azap ve ibretli cezanın sebebini teşkil eden böyle çirkin bir niteliğe sahiptiler.
#
{31 ـ 32} {ألم يروا كم أهلكنا قبلهم من القرون أنهم إليهم لا يرجعون. وإن كلُّ لمَّا جميعٌ لدينا محضرون}؛ يقول تعالى: ألم يَرَ هؤلاء ويَعْتَبِروا بِمَنْ قبلَهم من القرون المكذِّبة التي أهْلَكَها الله تعالى وأوقَعَ بها عقابَها، وأنَّ جميعَهم قد بادَ وهَلَكَ فلم يرجِعْ إلى الدُّنيا ولنْ يَرْجِعَ إليها، وسيعيدُ الله الجميع خلقاً جديداً، ويبعثُهُم بعد موتِهِم، ويحضُرونَ بين يديهِ تعالى؛ ليحكمَ بينهم بحكمِهِ العدل الذي لا يظلِمُ مثقالَ ذَرَّةٍ وإنْ تَكُ حسنةً يضاعِفْها، ويُؤْتِ من لَدُنْه أجراً عظيماً.
31. Yani bu müşrikler, Yüce Allah’ın helâk ettiği, kendilerini cezlandırıp hepsini ortadan kaldırdığı, kendilerinden önce gelmiş olan o yalanlayıcı nesilleri görüp hallerinden ibret almıyorlar mı? Onların hepsi helak olmuşlardır; bir daha dünyaya dönmedikleri gibi asla da dönmeyeceklerdir. 32. Ancak Yüce Allah, hepsini yeniden yaratacak ve ölümlerinden sonra onları diriltecektir. Hepsi de Allah’ın huzuruna geleceklerdir. Çünkü O, aralarında zerre ağırlığı kadar dahi zulmün söz konusu olmadığı adaletli hükmü ile hüküm verecektir: “Onlara zerre ağırlığı kadar dahi zulmetmez. (Yapılan) bir iyilik olursa onu kat kat artırır ve lütfundan büyük bir mükâfat verir.” (en-Nisâ, 4/40)
Ayet: 33 - 36 #
{وَآيَةٌ لَهُمُ الْأَرْضُ الْمَيْتَةُ أَحْيَيْنَاهَا وَأَخْرَجْنَا مِنْهَا حَبًّا فَمِنْهُ يَأْكُلُونَ (33) وَجَعَلْنَا فِيهَا جَنَّاتٍ مِنْ نَخِيلٍ وَأَعْنَابٍ وَفَجَّرْنَا فِيهَا مِنَ الْعُيُونِ (34) لِيَأْكُلُوا مِنْ ثَمَرِهِ وَمَا عَمِلَتْهُ أَيْدِيهِمْ أَفَلَا يَشْكُرُونَ (35) سُبْحَانَ الَّذِي خَلَقَ الْأَزْوَاجَ كُلَّهَا مِمَّا تُنْبِتُ الْأَرْضُ وَمِنْ أَنْفُسِهِمْ وَمِمَّا لَا يَعْلَمُونَ (36)}.
33- Ölü haldeki yeryüzü onlar için açık bir delildir. Biz onu diriltiriz ve ondan daneler çıkarırız, onlar da ondan yerler. 34- Biz orada hurma ve üzüm bahçeleri var ettik. Yine orada pınarlar akıttık. 35- (Bütün bunlar) onun meyvelerinden yesinler diyedir. Halbuki bunları kendi elleri yapmamıştır. Hâlâ şükretmeyecekler mi? 36- Yeryüzünün bitirdikleri, insanların kendileri ve bilmedikleri nice şeyler arasındaki bütün çiftleri/türleri yaratan (Allah, her türlü eksiklikten) münezzehtir!
#
{33} أي: {وآيةٌ لهم}: على البعثِ والنُّشور والقيام بين يدي الله تعالى للجزاء على الأعمال هذه {الأرضُ المَيْتَةُ}: أنزل الله عليها المطرَ فأحْياها بعد موتها، {وأخْرَجْنا منها حَبًّا فمنه يأكُلونَ}: من جميع أصناف الزُّروع ومن جميع أصناف النباتِ التي تأكُلُه أنعامُهم.
33. “Ölü haldeki yeryüzü onlar için” öldükten sonra dirilişe, amellerin karşılıklarının görülmesi için Yüce Allah’ın huzuruna gelişe dair “açık bir delildir. Biz onu diriltiriz” Allah, üzerine yağmur indirir ve ölümünden sonra onu canlandırır “ve ondan daneler çıkarırız. Onlar da ondan” bütün ekinlerden ve davarlarının yiyip beslendiği çeşitli bitki türlerinden “yerler.”
#
{34} {وجَعَلْنا فيها}؛ أي: في تلك الأرض الميتة {جَنَّاتٍ}؛ أي: بساتين فيها أشجارٌ كثيرةٌ، وخصوصاً النخيل والأعناب، اللذان هما أشرف الأشجار، {وفجَّرْنا فيها}؛ أي: في الأرض {من العيون}: جعلنا في الارض تلكَ الأشجارَ والنخيل والأعناب.
34. “Biz orada” ölü haldeki yeryüzünde “hurma ve üzüm bahçeleri” yani özellikle ağaçların en değerlileri olan hurma ve üzüm ağaçlarının da bulunduğu pek çok ağaçlar ihtiva eden bahçeler “var ettik. Yine orada” yeryüzünde “pınarlar akıttık.”
#
{35} {لِيأكُلوا من ثمرِهِ}: قوتاً وفاكهةً وأدماً ولذَّةً. {و} الحال أنَّ تلك الثمار {ما} عملتها {أيديهم}: وليس لهم فيها صنعٌ ولا عملٌ، إنْ هو إلاَّ صنعةُ أحكم الحاكمين وخيرِ الرازقين، وأيضاً؛ فلم تَعْمَلْهُ أيديهم بطبخ ولا غيرِهِ، بل أوجد اللهُ هذه الثمارَ غير محتاجةٍ لطَبْخ ولا شيءٍ تؤخَذُ من أشجارِها فتُؤكَلُ في الحال. {أفلا يَشْكُرونَ}: مَنْ ساقَ لهم هذه النعم، وأسبغَ عليهم من جُودِهِ وإحسانِهِ ما به تَصْلُحُ أمورُ دينهم ودُنْياهم، أليس الذي أحْيا الأرض بعد موتِها فأنْبَتَ فيها الزُّروعَ والأشجارَ وأوْدَعَ فيها لذيذَ الثمار وأظهر ذلك الجنى من تلك الغصونِ وفَجَّرَ الأرضَ اليابسة الميتة بالعُيونِ بقادرٍ على أن يُحْيِيَ الموتى؟ بلى إنَّه على كل شيء قدير.
35. Yeryüzünde o ağaçları, hurma ve üzüm bahçelerini yaratmamızın sebebi ise hem temel gıda, hem meyve, hem katık olarak, hem de lezzet almak üzere “onun meyvelerinden yesinler diyedir.” “Halbuki bunları” bunca meyve ve mahsulleri “kendi elleri yapmamıştır.” Bunların yaratılmalarında onların herhangi bir katkıları, herhangi bir amelî payları yoktur. O, sadece hükmü en sağlam ve rızık verenlerin en hayırlısı olanın sanatıdır. Aynı şekilde pişirme veya başka bir yolla kendi ellerinin emeği ile de yapılmış değildir. Aksine Yüce Allah, bu meyveleri yenmek için ayrıca pişirilmeye veya kızartılmaya gerek olmayacak şekilde yaratmıştır. Bunlar, ağaçlarından toplandığı gibi derhal yenilebilmektedirler. “Hâlâ” kendilerine bunca nimetleri verene, cömertlik ve lütfu ile din ve dünya işlerini düzene koyacak şeyleri onlara ihsan edene “şükretmeyecekler mi?” Ölümünden sonra yeri dirilten, orada ekinler ve ağaçlar bitirip lezzetli meyveler ve mahsüller var eden, bu mahsülleri ağaç dallarında yaratan, ölü ve kupkuru yerden pınarlar fışkırtan, ölüleri diriltmeye kadir değil midir? Elbette O, her şeye gücü yetendir.
#
{36} {سبحانَ الذي خَلَقَ الأزواجَ كُلَّها}؛ أي: الأصناف كلَّها {مما تُنْبِتُ الأرضُ}: فَنَوَّعَ فيها من الأصناف ما يعسُرُ تعدادُهُ، {ومن أنفسِهِم}: فنوَّعَهم إلى ذكرٍ وأنثى، وفاوتَ بين خَلْقِهِم وخُلُقِهِم وأوصافهم الظاهرة والباطنة {وممَّا لا يعلمونَ}: من المخلوقات التي قد خُلِقَتْ وغابتْ عن عِلْمِنا، والتي لم تُخْلَقْ بعد؛ فسُبحانه وتعالى أن يكونَ له شريكٌ أو ظهيرٌ أو عوينٌ أو وزيرٌ أو صاحبةٌ أو ولدٌ أو سميٌّ أو شبيهٌ أو مثيلٌ في صفاتِ كماله ونعوتِ جلالِهِ، أو يُعْجِزَه شيءٌ يريدُه.
36. “Yeryüzünün bitirdikleri” sayılması zor olacak şekilde oradan bitirdiklerini türlü çeşitli kılan, “insanların kendileri” onları erkek ve dişi olarak ayırıp gerek yaratılışları, gerek huyları gerekse de gizli ve açık vasıfları arasında farklar yaratan “ve bilmedikleri nice şeyler” yaratılmış olduğu halde bizim bilmediğimiz ve henüz yaratılmamış bulunan türlü yaratıklar “arasındaki bütün çiftleri” türleri “yaratan (Allah, her türlü eksiklikten) münezzehtir.” Yüce Allah, ortağı bulunmaktan, yardımcısı, desteği, eşi, evladı, adaşı, benzeri, kemâl sıfatlarında ve celâl vasıflarında dengi bulunmaktan yahut yapmak istediği herhangi bir şeyden acze düşmekten çok yüce ve pek münezzehtir.
Ayet: 37 - 40 #
{وَآيَةٌ لَهُمُ اللَّيْلُ نَسْلَخُ مِنْهُ النَّهَارَ فَإِذَا هُمْ مُظْلِمُونَ (37) وَالشَّمْسُ تَجْرِي لِمُسْتَقَرٍّ لَهَا ذَلِكَ تَقْدِيرُ الْعَزِيزِ الْعَلِيمِ (38) وَالْقَمَرَ قَدَّرْنَاهُ مَنَازِلَ حَتَّى عَادَ كَالْعُرْجُونِ الْقَدِيمِ (39) لَا الشَّمْسُ يَنْبَغِي لَهَا أَنْ تُدْرِكَ الْقَمَرَ وَلَا اللَّيْلُ سَابِقُ النَّهَارِ وَكُلٌّ فِي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ (40)}.
37- Onlar için bir diğer açık delil de gecedir. Ondan gündüzü çekip alırız da onlar, birden karanlığa gömülürler. 38- Güneş de kendisi için belirlenmiş bir yer/zaman dahilinde akıp gider. İşte bu, Azîz ve Alîm (olan Allah'ın) takdiridir. 39- Aya da birtakım konaklar tayin ettik. Sonunda o, (kuruyup kıvrılmış, incelip sararmış) eski hurma dalı gibi (hilal şekline) döner. 40- Ne güneş aya yetişebilir ne de gece gündüzü geçebilir. Hepsi de birer yörüngede yüzerler.
#
{37} أي: {وآيةٌ لهم}: على نفوذِ مشيئتِهِ وكمال قدرتِهِ وإحيائِهِ الموتى بعد موتهم {الليلُ نسلخُ منه النهارَ}؛ أي: نزيل الضياءَ العظيمَ الذي طَبَّقَ الأرضَ فنبدِلُه بالظُّلمة ونُحِلُّها محلَّه؛ {فإذا هم مظلِمون}.
37. “Onlar için” Yüce Allah’ın meşîetinin etkinliğine, kudretinin kemaline, ölümlerinden sonra canlılara hayat vereceğine “bir diğer açık delil de gecedir. Ondan gündüzü soyup çıkarırız.” Yani yeryüzünü örtmüş bulunan o muazzam aydınlığı, karanlık ile ortadan kaldırır, onun yerine karanlığı getiririz de “onlar birden karanlığa gömülürler.” İşte aynı şekilde onları kuşatmış, dört bir yanlarını kaplamış bulunan karanlığı da bu şekilde kaldırırız. Güneşi doğdururuz, o da dört bir yanı aydınlatır. Bunun üzerine yaratılmışlar da geçimlerini sağlamak ve menfaatlerine olan işleri görmek üzere etrafa yayılırlar. Bundan dolayı bir sonraki âyet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır:
#
{38} وكذلك نزيلُ هذه الظلمةَ التي عَمَّتْهم وشَمِلَتْهم، فنُطْلِعُ الشمسَ، فتضيء الأقطار، وينتشر الخلقُ لمعايشهم ومصالحهم، ولهذا قال: {والشمسُ تجري لِمُسْتَقَرٍّ لها}؛ أي: دائماً تجري لمستقرٍّ لها، قدَّرها الله، لا تتعداه ولا تقصر عنه وليس لها تصرف في نفسها ولا استعصاء على قدرة الله تعالى. {ذلك تقدير العزيزِ}: الذي بعزَّتِهِ دَبَّرَ هذه المخلوقاتِ العظيمةَ بأكمل تدبيرٍ وأحسن نظام. {العليم}: الذي بعِلْمِهِ جَعَلَها مصالح لعبادِهِ ومنافعَ في دينِهِم ودُنياهم.
38. Yani güneş her zaman kendisi için belirlenmiş bu yerde (yörüngede) akıp gitmektedir. Bu yerini Yüce Allah takdir etmiştir. Onu aşıp ileriye gitmediği gibi ondan geri de kalmaz. O kendi zatı itibari ile herhangi bir tasarrufa sahip değildir. Yüce Allah’ın kudretine karşı gelecek gücü de yoktur. “İşte bu” güç ve kudreti ile bu pek büyük yaratıkları en mükemmel bir şekilde ve en güzel düzen ile idare eden “Azîz” ve ilmi ile bunları kullarının maslahatına, din ve dünyalarında faydalarına olacak şekilde yaratmış bulunan ve her şeyi bilen “Alîm” olan Allah’ın “takdiridir.”
#
{39} {والقَمَرَ قدَّرْناه منازلَ}: ينزِلُها ، كلَّ ليلةٍ ينزِلُ منها واحدةً، {حتى}: يصغُرَ جدًّا فيعود {كالعُرْجونِ القديم}؛ أي: عُرجون النخلةِ الذي من قدمه نَشَّ وصَغُر حجمُهُ وانحنى، ثم بعد ذلك ما زال يزيدُ شيئاً فشيئاً حتى يتمَّ نورُه، وَيَتَّسِقَ ضياؤُه.
39. “Aya da” her gece birinde konakladığı “birtakım konaklar tayin ettik. Sonunda o” oldukça küçülerek “eski hurma dalı gibi (hilal şekline) döner.” Eskiliği dolayısı ile kuruyan, incelen ve eğrilen hurma dalına benzer. Daha sonra peyderpey yine artıp durur ve nihâyet aydınlığı tamamlanır ve dolunay halini alır.
#
{40} وكلٌّ من الشمس والقمر والليل والنهار قدَّره الله تقديراً لا يتعدَّاه، وكلٌّ له سلطانٌ ووقتٌ، إذا وُجِدَ؛ عُدِمَ الآخرَ، ولهذا قال: {لا الشمسُ ينبغي لها أن تُدْرِكَ القمرَ}؛ أي: في سلطانِهِ الذي هو الليل؛ فلا يمكنُ أن توجدَ الشمسُ في الليل، {ولا الليلُ سابِقُ النهارِ}: فيدخُلُ عليه قبل انقضاءِ سلطانِهِ. {وكلٌّ}: من الشمس والقمر والنجوم {في فَلَكٍ يَسْبِحونَ}؛ أي: يترَّددون على الدوام؛ فكلُّ هذا دليلٌ ظاهرٌ وبرهانٌ باهرٌ على عظمة الخالقِ وعظمةِ أوصافِهِ، خصوصاً وصفَ القدرةِ والحكمةِ والعلم في هذا الموضع.
40. Güneşi, ayı, geceyi, gündüzü… bunların her birisini Yüce Allah, belli bir ölçü ile yaratmıştır. Hiçbirisi bu ölçüyü aşmaz. Her birisinin belli bir etkinliği ve zamanı vardır. Bunların biri var oldu mu öteki görünmez olur. Bundan dolayı şöyle buyurmaktadır: “Ne güneş” geceleyin varlığı görülen “aya yetişebilir ne de gece gündüzü geçebilir.” Gündüzün vakti geçmeden önce gece bastırmaz. O bakımdan geceleri gündüzün varlığı mümkün değildir. Güneş, ay ve yıldızların “hepsi de birer yörüngede yüzerler.” Hareket ederler, sürekli olarak yerleri değişir, durur. İşte bütün bunlar, yaratıcının azametine, sıfatlarının büyüklüğüne, özellikle de kudret, hikmet ve ilim sıfatlarının azametine açık bir delil ve göz kamaştırıcı birer belgedir.
Ayet: 41 - 50 #
{وَآيَةٌ لَهُمْ أَنَّا حَمَلْنَا ذُرِّيَّتَهُمْ فِي الْفُلْكِ الْمَشْحُونِ (41) وَخَلَقْنَا لَهُمْ مِنْ مِثْلِهِ مَا يَرْكَبُونَ (42) وَإِنْ نَشَأْ نُغْرِقْهُمْ فَلَا صَرِيخَ لَهُمْ وَلَا هُمْ يُنْقَذُونَ (43) إِلَّا رَحْمَةً مِنَّا وَمَتَاعًا إِلَى حِينٍ (44) وَإِذَا قِيلَ لَهُمُ اتَّقُوا مَا بَيْنَ أَيْدِيكُمْ وَمَا خَلْفَكُمْ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ (45) وَمَا تَأْتِيهِمْ مِنْ آيَةٍ مِنْ آيَاتِ رَبِّهِمْ إِلَّا كَانُوا عَنْهَا مُعْرِضِينَ (46) وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ أَنْفِقُوا مِمَّا رَزَقَكُمُ اللَّهُ قَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لِلَّذِينَ آمَنُوا أَنُطْعِمُ مَنْ لَوْ يَشَاءُ اللَّهُ أَطْعَمَهُ إِنْ أَنْتُمْ إِلَّا فِي ضَلَالٍ مُبِينٍ (47) وَيَقُولُونَ مَتَى هَذَا الْوَعْدُ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ (48) مَا يَنْظُرُونَ إِلَّا صَيْحَةً وَاحِدَةً تَأْخُذُهُمْ وَهُمْ يَخِصِّمُونَ (49) فَلَا يَسْتَطِيعُونَ تَوْصِيَةً وَلَا إِلَى أَهْلِهِمْ يَرْجِعُونَ (50)}.
41- Onlar için bir diğer açık delil de bizim nesillerini o dopdolu gemide taşımış olmamız; 42- Ve onlar için gemiye benzer binecekleri daha başka şeyler yaratmış olmamızdır. 43- Eğer dilersek onları suda boğarız da ne kimse onların imdadına yetişir ne de kurtarılırlar. 44- Ancak tarafımızdan bir rahmet olarak ve bir vakte kadar (dünyadan) faydalanmaları için (böyle yapmayız). 45- Onlara: “Önünüzde (gelecek olan ahirette) ve arkanızda (bıraktığınız dünyada azaba uğramaktan) korkup sakının. Olur ki merhamete nail olursunuz” denildiğinde (aldırmazlar). 46- Onlara ne zaman Rablerinin âyetlerinden bir âyet gelse mutlaka ondan yüz çevirirler. 47- Onlara: “Allah’ın size verdiği rızıktan infak edin” dendiğinde kâfirler, iman edenlere şöyle derler: “Allah'ın, dileseydi kendilerini doyuracağı kimseleri mi doyuracağız? Siz, ancak apaçık bir sapıklık içindesiniz.” 48- Derler ki: “Eğer doğru söylüyorsanız bu (azap) tehdidi ne zaman (gerçekleşecek)?” 49- Onların işi, ancak birbirleri ile çekişirlerken kendilerini (ansızın) yakalayacak olan tek bir çığlığa bakar. 50- O vakit onlar ne bir vasiyette bulunabilirler, ne de ailelerinin yanına dönebilirler.
#
{41} أي: ودليلٌ لهم وبرهانٌ على أنَّ اللهَ وحدَه المعبودُ؛ لأنَّه المنعِمُ بالنِّعم الصارف للنِّقم الذي من جملةِ نعمه {أنَّا حَمَلْنا ذُرِّيَّتَهم}: قال كثيرٌ من المفسِّرين: المرادُ بذلك آباؤهم.
41. Yani nimetleri ihsan eden, musibetleri önleyen yegane ma’budun Allah olduğunun bir diğer delil ve belgesi de budur. “…bizim nesillerini o dopdolu gemide taşımış olmamız” O’nun ihsan ettiği nimetlerden birisidir. Müfessirlerin pek çoğunun söylediğine göre buradaki “nesiller”den kasıt, onların atalarıdır.
#
{42} {وخَلَقْنا لهم}؛ أي: للموجودين من بعدِهم {من مثلِهِ}؛ أي: من مثل ذلك الفلك؛ أي: جنسه {ما يَرْكَبونَ}: به. فذكر نعمتَه على الآباء بِحَمْلِهِم في السفن؛ لأنَّ النعمة عليهم نعمةٌ على الذُّرِّيَّة. وهذا الموضعُ من أشكل المواضع عليَّ في التفسير؛ فإنَّ ما ذَكَرَه كثيرٌ من المفسِّرين من أنَّ المرادَ بالذُّرِّيَّةِ الآباء مما لا يُعْهَدُ في القرآن إطلاقُ الذُّرِّيَّةِ على الآباء، بل فيه من الإبهام وإخراج الكلام عن موضوعِهِ ما يأباه كلامُ ربِّ العالمين وإرادتُه البيانَ والتوضيحَ لعبادِهِ. وثَمَّ احتمالٌ أحسنُ من هذا، وهو أنَّ المرادَ بالذُّرِّيَّةِ الجنسُ، وأنَّهم هم بأنفسهم؛ لأنَّهم هم من ذُرِّيَّةِ بني آدم، ولكن يَنْقُضُ هذا المعنى قوله: {وخَلَقْنا لهم من مثلِهِ ما يَرْكَبون}: إنْ أريدَ: وخَلَقْنا من مثل ذلك الفُلْك؛ أي: لهؤلاء المخاطبين ما يركبونَ من أنواع الفُلْك، فيكونُ ذلك تكريراً للمعنى تأباه فصاحةُ القرآن. فإنْ أريدَ بقوله: {وخَلَقْنا لهم من مثلِهِ ما يركبونَ}: الإبل التي هي سُفُن البرِّ؛ استقامَ المعنى واتَّضح؛ إلاَّ أنَّه يبقى أيضاً أن يكون الكلامُ فيه تشويشٌ؛ فإنَّه لو أُريد هذا المعنى؛ لقال: وآيةٌ لهم أنَّا حَمَلْناهم في الفُلْكِ المَشْحونِ وخَلَقْنا لهم من مثلِهِ ما يركبونَ، فأمَّا أنْ يُقالَ في الأول: حملنا ذريتهم، وفي الثاني: حملناهم؛ فإنَّه لا يظهرُ المعنى إلاَّ أنْ يقالَ: الضميرُ عائدٌ إلى الذُّرِّيَّةِ. والله أعلم بحقيقةِ الحال. فلمَّا وصلتُ في الكتابة إلى هذا الموضع؛ ظهر لي معنى ليس ببعيدٍ من مرادِ الله تعالى، وذلك أنَّ مَنْ عَرَفَ جلالة كتابِ الله وبيانَه التامَّ من كلِّ وجهٍ للأمور الحاضرة والماضية والمستقبلةِ، وأنَّه يَذْكُرُ من كلِّ معنى أعلاه وأكمل ما يكون من أحوالِهِ، وكانت الفُلْكُ من آياته تعالى ونعمِهِ على عباده من حين أنعم عليهم بتعلُّمها إلى يوم القيامةِ، ولم تزلْ موجودةً في كلِّ زمان إلى زمانِ المواجَهين بالقرآن، فلمَّا خاطبهم الله تعالى بالقرآن، وذَكَرَ حالةَ الفُلك، وعَلِمَ تَعالى أنَّه سيكونُ أعظمُ آياتِ الفلكِ في غير وقتهم وفي غير زمانهم حين يُعَلِّمُهُم صنعةَ الفُلك البحريَّة الشراعيَّة منها والنّارية والجويَّة السابحة في الجوِّ كالطيور ونحوها والمراكبِ البريَّة ممَّا كانت الآيةُ العظمى فيه لم توجَدُ إلاَّ في الذُّرِّيَّةِ؛ نبَّه في الكتاب على أعلى نوع من أنواع آياتها، فقال: {وآيةٌ لهم أنَّا حَمَلْنا ذُرِّيَّتَهُمْ في الفُلْكِ المشحونِ}؛ أي: المملوء ركباناً وأمتعةً، فحملهم الله تعالى، ونجَّاهم بالأسباب التي علَّمهم اللهُ بها من الغرق.
42. “Ve onlar için gemiye benzer binecekleri daha başka şeyler yaratmış olmamızdır.” Yani atalarından sonra var olanlar için bu gemiye benzer başka binekler yaratmışızdır. Yüce Allah, atalarını gemide taşıma nimetini söz konusu etmektedir. Çünkü atalara ihsan edilen bu nimet, onların soyundan gelenler için de bir nimettir. Bu ifade, benim için tefsir edilmesi en zor yerlerden birisidir. Çünkü müfessirlerin çoğunun açıklamasına göre buradaki nesilerden kasıt atalardır. Oysa Kur’ân-ı Kerîm’de nesillerin atalar anlamında kullanılması alışılmış bir şey değildir. Hatta böyle bir açıklamada bir çeşit kapalılık ve alemlerin Rabbinin kelamı ile bağdaşmayan, O’nun kullarına beyan ve açıklamayı murat etmesi ile uyum arz etmeyen bir kapalılık dahi söz konusudur. Burada ondan daha güzel bir ihtimal vardır. O da nesiller ile insan cinsinin, bizzat insanların kastedilmesidir. Çünkü hepsi de Ademoğullarının neslindendirler. Ancak bu mana ile Yüce Allah’ın: “Ve onlar için gemiye benzer binecekleri daha başka şeyler yaratmış olmamızdır” buyruğu çelişmektedir. Eğer bu geminin benzerinden şu muhataplar için binecekleri türlü gemileri yaratmış olduğu kastediliyor ise o takdirde bu, Kur’ân fasahatına yakışmayan şekilde bir mana tekrarı olur. Eğer: “Ve onlar için gemiye benzer binecekleri daha başka şeyler yaratmış olmamızdır” buyruğu ile karanın gemileri durumunda olan develerin kastedildiğini kabul edersek, o takdirde anlam muntazam olur ve açıklık kazanır. Ancak yine “gemi” ifadesinde bir çeşit karışıklık kalmış olur. Çünkü bu mana kastedilmiş olsa idi, şöyle buyurulması gerekirdi: “Onlar için bir delil de bizim kendilerini dopdolu gemide taşımış olmamız ve kendileri için bunun gibi binecek (başka) şeyleri de yaratmış bulunmamızdır.” Birincisinde: “nesillerini taşımış olmamız” denilmesi, ikincisinde de “onları taşımamız” denmesi halinde mana yeteri kadar net anlaşılmaz. Ancak zamirin zürriyete ait olmasının söylenmesi hali müstesnadır. Gerçeği en iyi bilen Allah’tır. Telif esnasında buraya ulaştığımda Yüce Allah’ın muradına pek uzak düşmeyen bir başka mana hatırıma daha geldi. Şöyle ki Yüce Allah’ın Kitabının azametini, halihazırdaki ve geçmişteki durumlar ile gelecekteki durumları her bakımdan tam anlamı ile açıkladığını, onun her bir husus ile ilgili olarak o hususun ulaşabileceği en üstün ve en mükemmel halini zikrettiğini, gemilerin Yüce Allah’ın âyetlerinden ve kullarına ihsan etmiş olduğu nimetlerden biri olduğunu, varlıklarının onlara gemi yapmayı öğretme nimetini ihsan ettiğinden kıyamet gününe kadar devam edeceğini, Kur’ân-ı Kerîm ile muhatap olan bütün zamanlarda da bulunmaya devam edeceğini bilen bir kimse şunu da kavrar: Yüce Allah, Kur’ân ile insanlara hitap edip geminin durumunu da hatırlattıktan sonra gemilerdeki en büyük ilâhî belgelerin, onların zamanlarından başka bir zamanda (gelecek nesiller içinde) gerçekleşeceğine işaret etmektedir. Yani onlara denizde rüzgar hızı ile buhar gücü ile akıp giden havada kuşlar gibi yüzüp gidecek hava gemilerini (uçaklar ve uzay gemileri) ve benzerlerini yapma sanatını yine karada kullanılacak binekleri yapma sanatını öğretecektir. Bu ise ancak (muhatapların gelecek) nesilleri döneminde var olabilecek pek büyük bir delildir. İşte Allah’ın Kitabı burada gemilerin ilâhî delil oluş türlerinin en ileri derecedeki türüne dikkat çekerek: “Onlar için bir diğer açık delil de bizim nesillerini o dopdolu gemide taşımış olmamız”dır buyurmaktadır. Yani bu gemiler, hem yolcularla hem eşyalarla dolup taşacaktır. Yüce Allah, onları bu araçlarla taşımış ve kendilerine öğretmiş olduğu sebepler bilgisi sayesinde sulara gömülüp boğulmaktan kurtarmıştır. İşte bundan dolayı Yüce Allah, kendilerini suda boğmaya kadir olmakla birlikte boğulmaktan kurtarma nimetine dikkatlerini çekerek şöyle buyurmaktadır:
#
{43} ولهذا نبَّههم على نعمتِهِ عليهم حيث أنْجاهم من الغرقِ مع قدرتِهِ على ذلك، فقال: {وإن نشأ نُغْرِقْهم فلا صريخَ لهم}؛ أي: لا أحد يصرُخُ لهم فيعاوِنُهم على الشدَّة ولا يزيلُ عنهم المشقَّة، {ولا هم يُنقَذونَ}: مما هم فيه.
43. “Eğer dilersek onları suda boğarız ve ne kimse onların imdadına yetişir” yani kimseye feryatlarını işittiremezler. Bu sıkıntılara, zorluklara karşı onlara kimse yardım edemez, bu zorluklarını ortadan kimse kaldıramaz. “Ne de” içinde bulundukları halden “kurtarılırlar.”
#
{44} {إلاَّ رحمةً مِنَّا ومتاعاً إلى حينٍ}: حيث لم نُغْرِقْهم لطفاً بهم وتمتيعاً لهم إلى حينٍ، لعلَّهم يرجِعونَ، أو يستدرِكون ما فَرَطَ منهم.
44. “Ancak tarafımızdan bir rahmet olarak ve bir vakte kadar (dünyadan) faydalanmaları için” onları boğmayız. Belki hakka dönerler yahut işledikleri kusurlarını telafi ederler diye onlara lütuf olmak üzere ve onları faydalandırmak için bir süreye kadar hayatta bırakırız.
#
{45} {وإذا قيل لهمُ اتَّقوا ما بَيْنَ أيديكم وما خَلْفَكُم}؛ أي: من أحوال البرزخ والقيامةِ وما في الدُّنيا من العقوبات؛ {لعلَّكُم تُرْحَمونَ}: أعرضوا عن ذلك، فلم يرفعوا به رأساً، ولو جاءَتْهم كلُّ آيةٍ.
45. “Onlara: Önünüzde (gelecek olan) ve arkanızda (bıraktığınız tehlikelerden) yani gerek Berzah ve Kıyamet hallerinden gerekse de dünyevî cezalardan “korkup sakının, olur ki merhamete nail olursunuz, denildiğinde” yüz çevirirler. Hiç aldırış etmezler. İsterse bu konuda onlara her türlü mucize, delil ve belge gelmiş olsun, fark etmez. Bundan dolayı devamla şöyle buyrulmaktadır:
#
{46} ولهذا قال: {وما تأتيهم مِن آيةٍ مِن آياتِ ربِّهم إلاَّ كانوا عنها معرضينَ}: وفي إضافة الآياتِ إلى ربِّهم دليلٌ على كمالها ووضوحِها؛ لأنَّه ما أبين من آياتِ اللَّه ولا أعظم بياناً، وإنَّ من جملة تربيةِ الله لعبادِهِ أنْ أوصلَ إليهم الآياتِ التي يستدلُّون بها على ما ينفعُهم في دينهم ودنياهم.
46. Bu buyrukta, “âyetler”in Rablerine izafe edilmesi, bu âyetlerin ne kadar mükemmel ve ne kadar açık olduğuna delildir. Çünkü Allah’ın âyetlerinden daha açık, onlardaki açıklamadan daha büyük bir açıklama yoktur. Yüce Allah’ın kullarına gerek dinlerinde, gerek dünyalarında fayda sağlayacakları şekilde delil olarak kullanabilecekleri âyet ve belgeleri ulaştırmış olması, Allah’ın kulları üzerindeki rububiyetinin bir parçasıdır.
#
{47} {وإذا قيلَ لهم أنفِقوا ممَّا رَزَقَكُمُ اللهُ}؛ أي: من الرزق الذي مَنَّ به اللهُ عليكم، ولو شاء لَسَلَبَكُم إيَّاه، {قالَ الذين كَفَروا للذين آمنوا}: معارضينَ للحقِّ محتجِّين بالمشيئةِ: {أنُطْعِمُ مَن لو يشاءُ الله أطْعَمَهُ إنْ أنتُم}: أيها المؤمنون، لفي {ضلالٍ مبينٍ}: حيث تأمروننا بذلك، وهذا مما يدلُّ على جهلهم العظيم أو تجاهُلِهِم الوخيم؛ فإنَّ المشيئة ليست حجَّةً لعاصٍ أبداً؛ فإنَّه وإنْ كان ما شاءَ اللهُ كان، وما لم يشأ لم يكنْ؛ فإنَّه تعالى مَكَّنَ العبادَ وأعطاهم من القوَّةِ ما يقدرون على فعل الأمرِ واجتنابِ النَّهْي؛ فإذا تَرَكوا ما أمِروا به؛ كان ذلك اختياراً منهم لا جبراً لهم وقهراً.
47. “Onlara: Allah’ın size verdiği” size lütfetmiş olduğu ve dilediği takdirde de sizden çekip alabileceği “rızıktan infak edin, dendiğinde kâfirler iman edenlere” hakka karşı çıkarak ve güya Allah’ın meşîetini/dilemesini delil göstererek: “Allah'ın, dileseydi kendilerini doyuracağı kimseleri mi doyuracağız? Siz” ey mü’minler, bize böyle bir şeyi emrettiğiniz için ancak “ancak apaçık bir sapıklık içindesiniz.” İşte bu, onların büyük çaptaki cehaletlerine yahut son derece vahim olan bilmezlikten gelişlerine bir delildir. Zira ilâhî meşîet, hiçbir zaman hiçbir günahkarın lehine delil olmaz. Her ne kadar Allah’ın dilediği olur, dilemediği de olmazsa da Yüce Allah, kullarına imkân ve güç vermiştir ki onlar, bu sayede O’nun verdiği emirleri yapabilir, yasaklarından da kaçınabilirler. O nedenle emrolunduklarını terk edecek olurlarsa bu, onların tercihi sonucu ortaya çıkar. Yoksa bu konuda Allah’ın onları zorlaması söz konusu değildir.
#
{48 ـ 49} {ويقولون}: على وجه التكذيب والاستعجال: {متى هذا الوعدُ إن كُنتُم صادقينَ}. قال الله تعالى: لا يستبعدوا ذلك؛ فإنَّه عن قريبٍ، {ما ينظُرونَ إلاَّ صَيْحَةً واحدةً}: وهي نفخةُ الصور. {تأخُذُهم}؛ أي: تصيبُهم {وهم يَخِصِّمونَ}؛ أي: وهم لاهون عنها، لم تخطُرْ على قلوبِهِم في حال خصومَتِهم وتشاجُرِهم بينَهم، الذي لا يوجد في الغالب إلاَّ وقتَ الغفلة.
48. Yalanlamak ve tehdit edildikleri azabın çabucak gelmesini istemek üzere “derler ki: Eğer doğru söylüyorsanız bu (azap) tehdidi ne zaman (gerçekleşecek)?” Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: Bunu uzak görmesinler, çünkü o pek yakındır: 49. “Onların işi, ancak birbirleri ile çekişirlerken” ve gafil iken, kendi aralarında anlaşmazlık içerisinde tartışırlarken -ki bu da çoğunlukla gaflet anında olur- ve hatırlarına bile getirmedikleri bir anda “kendilerini (ansızın) yakalayacak” kendilerine isabet edecek “olan tek bir çığlığa” ki bu da Sûr’a üfürüştür “bakar.”
#
{50} وإذا أخذتُهم وقتَ غفلَتِهِم؛ فإنَّهم لا يُنظرونَ ولا يُمهلون؛ {فلا يستطيعون توصيةً}؛ أي: لا قليلة ولا كثيرة، {ولا إلى أهْلِهِم يَرْجِعونَ}.
50. Gafil oldukları bir zamanda bu çığlık onları yakalayacağı vakit kendilerine hiç mühlet tanınmayacaktır. O nedenle de “onlar” az olsun çok olsun “ne bir vasiyette bulunabilirler, ne de ailelerinin yanına dönebilirler.”
Ayet: 51 - 54 #
{وَنُفِخَ فِي الصُّورِ فَإِذَا هُمْ مِنَ الْأَجْدَاثِ إِلَى رَبِّهِمْ يَنْسِلُونَ (51) قَالُوا يَاوَيْلَنَا مَنْ بَعَثَنَا مِنْ مَرْقَدِنَا هَذَا مَا وَعَدَ الرَّحْمَنُ وَصَدَقَ الْمُرْسَلُونَ (52) إِنْ كَانَتْ إِلَّا صَيْحَةً وَاحِدَةً فَإِذَا هُمْ جَمِيعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ (53) فَالْيَوْمَ لَا تُظْلَمُ نَفْسٌ شَيْئًا وَلَا تُجْزَوْنَ إِلَّا مَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ (54)}.
51- Sûr’a (ikinci defa) üfürüldüğünde derhal kabirlerinden kalkıp süratle Rablerine doğru gideceklerdir. 52- Diyecekler ki: “Vay başımıza gelen! Yattığımız yerden kim kaldırdı bizi?” (Denecek ki:) “Bu, Rahman’ın vaat ettiği (diriliş günüdür). Peygamberler de doğru söylemişlerdir.” 53- O, tek bir çığlıktan ibarettir. Bir de bakmışsın ki hepsi huzurumuzda toplanmışlar bile! 54- “Bu gün hiç kimseye en ufak bir haksızlık yapılmayacaktır ve sizler ancak işlediklerinizin karşılığını göreceksiniz.”
#
{51} النفخة الأولى هي نفخةُ الفزع والموت. وهذه نفخةُ البعثِ والنشور؛ فإذا نُفِخَ في الصور؛ خرجوا {من الأجداث} والقبور {يَنْسِلون} إلى ربِّهم؛ أي: يسرعون للحضور بين يديه، لا يتمكَّنونَ من التأنِّي والتأخُّر.
51. Sûr’a birinci defa üfürüleceğinde herkes dehşete kapılıp ölecektir. Burada sözü edilen üfürüş ise öldükten sonra diriliş ve kabirlerden kalkış üfürüşüdür. Sûr’a bu ikinci defa üfürüleceği vakit insanlar kabirlerinden çıkarak O’nun huzurunda toplanmak üzere Rablerine doğru hızlıca gideceklerdir. Gecikme ya da ağırdan alma imkânı bulamayacaklardır. İşte bu durumda yalanlayanlar kederlenecek ve pişmanlıklarını açığa vurarak şöyle diyeceklerdir:
#
{52} وفي تلك الحال يحزنُ المكذِّبون ويُظْهِرونَ الحسرةَ والندم ويقولون: {يا وَيْلَنا مَن بَعَثَنا مِن مَرْقَدِنا}؛ أي: من رقدتنا في القبور؛ لأنه ورد في بعض الأحاديث أنَّ لأهل القبور رقدةٌ قبيل النفخ في الصور. فيُجابون ويُقال لهم: {هذا ما وَعَدَ الرحمنُ وَصَدَقَ المرسلونَ}؛ أي: هذا الذي وعدكم اللَّه به ووعدتْكم به الرسلُ، فظهر صدقُهم رأي عينٍ. ولا تَحْسَبْ أنَّ ذكر الرحمن في هذا الموضع لمجرَّدِ الخبر عن وعدِهِ، وإنَّما ذلك للإخبار بأنَّه في ذلك اليوم العظيم سَيَرَوْنَ من رحمتِهِ ما لا يخطُرُ على الظُّنون ولا حَسَبَ به الحاسبون؛ كقوله: {المُلْكُ يومئذٍ الحقُّ للرحمن}، {وخَشَعَتِ الأصواتُ للرحمنِ}، ونحو ذلك مما يَذْكُرُ اسمَه الرحمن في هذا.
52. “Vay başımıza gelen! Yattığımız yerden” kabirlerdeki uykumuzdan “kim kaldırdı bizi?” Bazı hadislerde belirtildiği gibi Sûr’a üfürülmeden bir süre önce kabirdekilerin kısa bir uykuları olacaktır.[13] Onlara cevap olmak üzere şöyle denecektir: “Bu, Rahman’ın vaat ettiği (diriliş günüdür). Peygamberler de doğru söylemişlerdir.” Yani bu, hem Allah’ın hem de peygamberlerin size vaat ettiğidir. Böylelikle onların doğru söyledikleri, gözle görülen bir gerçek olarak ortaya çıkmış bulunmaktadır. Burada “Rahman”ın anılışının, yalnızca O’nun vaadini haber vermek için olduğu zannedilmesin. Aynı zamanda bu pek büyük günde bile onların, ilâhî rahmetinin hiçbir kimsenin zannetmediği, hiçbir kimsenin tahmin etmediği şekilde tecellilerini göreceklerine dair de bir haberdir. Yüce Allah’ın: “Mülk, o gün hak olan Rahman’ındır.” (el-Furkân, 25/26); “Sesler Rahman olanın huzurunda kısılmış olacaktır” (Tâ-Hâ, 20/28) vb. gibi Rahman adının zikredildiği diğer buyruklar da böyledir.
#
{53} {إن كانت}: البعثة من القبور {إلاَّ صيحةً واحدةً}: يَنْفُخُ فيها إسرافيلُ في الصور، فتحيا الأجساد؛ {فإذا هم جميعٌ لَدَيْنا مُحْضَرونَ}: الأولون والآخرون، والإنس والجن؛ ليحاسبوا على أعمالهم.
53. “O, tek bir çığlıktan ibarettir.” Yani kabirlerden diriliş sadece İsrafil’in Sûr’a üfürmesi ile gerçekleşecektir. Üfürmesinin hemen akabinde bedenler canlanıverecektir. “Bir de bakmışsın ki hepsi” öncekiler de sonrakiler de insanlar da cinler de amellerinin hesabı görülmek üzere “huzurumuzda toplanmışlar bile!”
#
{54} {فاليومَ لا تُظْلَمُ نفسٌ شيئاً}: لا يُنْقَصُ من حسناتها ولا يُزاد في سيئاتها. {ولا تُجْزَوْنَ إلاَّ ما كنتُم تعملونَ}: من خيرٍ أو شرٍّ؛ فمن وَجَدَ خيراً؛ فليحمد الله، ومن وَجَدَ غير ذلك؛ فلا يلومنَّ إلاَّ نفسه.
54. “Bu gün hiç kimseye en ufak bir haksızlık yapılmayacaktır.” İyilikleri eksiltilmez, kötülüklerine de ilave yapılmaz. “Sizler ancak” hayır ya da şer türünden “işlediklerinizin karşılığını göreceksiniz.” O bakımdan kim hayırla karşılaşırsa bundan dolayı Yüce Allah’a hamdetsin, kim de hayırdan başka şeylerle karşılaşırsa kendisinden başkasını kınamasın.
Ayet: 55 - 58 #
{إِنَّ أَصْحَابَ الْجَنَّةِ الْيَوْمَ فِي شُغُلٍ فَاكِهُونَ (55) هُمْ وَأَزْوَاجُهُمْ فِي ظِلَالٍ عَلَى الْأَرَائِكِ مُتَّكِئُونَ (56) لَهُمْ فِيهَا فَاكِهَةٌ وَلَهُمْ مَا يَدَّعُونَ (57) سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَحِيمٍ (58)}.
55- “Bugün cennetlikler neşe içinde nimetlerle meşgul olacaklar.” 56- “Onlar da eşleri de gölgeler altında tahtlara yaslanacaklar.” 57- “Orada onlar için meyveler ve istedikleri her şey vardır.” 58- “Çok merhametli Rab tarafından sözlü bir selam da (vardır onlara).”
#
{55 ـ 56} لما ذكر تعالى أنَّ كلَّ أحدٍ لا يُجْزى إلاَّ ما عَمِلَه؛ ذَكَرَ جزاء الفريقينِ، فبدأ بجزاء أهل الجنة، وأخبر أنَّهم في ذلك اليوم {في شُغُلٍ فاكهونَ}؛ أي: في شُغُل مُفَكِّهٍ للنفس مُلِذٍّ لها من كلِّ ما تهواه النفوس وتَلَذُّه العيون ويتمنَّاه المتمنُّون، ومن ذلك افتضاض العذارى الجميلات؛ كما قال: {هم وأزواجُهُم}: من الحور العين اللاَّتي قد جَمَعْنَ حسنَ الوجوهِ والأبدان وحسنَ الأخلاق {في ظلال على الأرائِكِ}؛ أي: السرر المزيَّنة باللباس المزخْرَفِ الحسن {متَّكِئونَ}: عليها اتِّكاءً دالاً على كمال الراحة والطمأنينة واللذة.
55. Yüce Allah, herkesin amelinden başka bir şey ile karşılaşmayacağını söz konusu ettikten sonra her iki kesimin görecekleri bu karşılıkları söz konusu etmektedir. Önce cennetliklerin görecekleri karşılıkları zikretmekte ve onların o gündeki durumlarını şöylece haber vermektedir: Cennetlikler “neşe içinde nimetlerle meşgul olacaklar.” Yani nefsi sevindiren, nefsin hoşuna giden, canın arzuladığı, gözlerin lezzet alacağı, temenni edenlerin isteyecekleri türden işlerle meşgul olacaklardır ki oldukça güzel bakirelerle bir arada olmak da bunlardan birisidir. Nitekim Yüce Allah devamla şöyle buyurmaktadır: 56. “Onlar da” hem yüz ve beden güzelliğine hem de huy güzelliğine sahip hurilerden olan “eşleri de gölgeler altında” oldukça güzel ve süslü örtülerle bezenmiş ve değerli taşlarla işlenmiş “tahtlara yaslanacaklar.” Bu yaslanışları, tam bir rahat, huzur ve zevk içerisinde olacaklarına delildir.
#
{57} {لهم فيها فاكهةٌ}: كثيرة من جميع أنواع الثمارِ اللذيذة؛ من عنب، وتين، ورمان، وغيرها، {ولهم ما يَدَّعونَ}؛ أي: يطلبون؛ فمهما طلبوه وتمنَّوْه؛ أدْرَكوه.
57. “Orada onlar için” üzüm, incir, nar vb. gibi oldukça lezzetli ve her çeşit “meyveler ve istedikleri her şey vardır.” İsteyip temenni ettikleri her bir şeye anında kavuşacaklardır.
#
{58} ولهم أيضاً {سلامٌ} حاصلٌ لهم {من ربٍّ رحيم}: ففي هذا كلام الربِّ تعالى لأهل الجنةِ وسلامُهُ عليهم، وأكَّده بقولِهِ: {قولاً}: وإذا سَلَّم عليهم الربُّ الرحيمُ؛ حَصَلَتْ لهم السلامةُ التامةُ من جميع الوجوه، وحَصَلَتْ لهم التحيةُ التي لا تَحِيَّةَ أعلى منها ولا نعيم مثلها؛ فما ظنُّك بتحيَّة ملك الملوك، الربِّ العظيم، الرءوف الرحيم، لأهل دار كرامته، الذين أحلَّ عليهم رضوانَه؛ فلا يسخط عليهم أبداً؛ فلولا أنَّ الله تعالى قَدَّرَ أنْ لا يموتوا أو تزولَ قلوبُهم عن أماكنها من الفرح والبهجة والسرور؛ لحصل ذلك، فنرجو ربَّنا أن لا يَحْرمَنا ذلك النعيم، وأن يُمَتِّعَنا بالنظر إلى وجهه الكريم.
58. Aynı zamanda onlar için “Çok merhametli Rab tarafından sözlü bir selam da” vardır. Bu buyrukta âlemlerin Rabbinin cennetliklerle konuşacağına ve onlara selâm vereceğine delil vardır. Bunu da (“sözlü” anlamı verilen) “قولا” buyruğu ile tekid etmiştir. Son derece Rahim olan Rableri onlara selâm verdi mi artık bütün yönleri ile tam ve eksiksiz bir selamete erişirler. Yine onlar, daha üstünü olmayacak ve benzeri bir nimet bulunmayacak şekilde Allah’ın selamına mazhar olacaklardır. Hakimler hakimi, yüce Rab, son derece şefkatli ve merhametli olan Allah’ın kendilerini rızasına gark ettiği ve ebediyen bir daha kendilerine gazap etmeyeceği lütuf ve ihsan yurdunun sakinlerine vereceği selâmı düşünebiliyor musun? Eğer Yüce Allah, onların ölmeyeceklerini yahut kalplerinin sevinç, neşe ve mutluluktan dolayı yerlerinden oynamayacağını takdir etmemiş olsa idi hiç şüphesiz bunlar gerçekleşirdi. Yüce Rabbimizden bu nimetten bizleri mahrum kılmamasını, kerim yüzüne bakma nimetine bizleri mazhar kılmasını niyaz ederiz. Allah takvâ sahiplerinin mükâfatlarını söz konusu ettikten sonra günahkârların cezalarını söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 59 - 67 #
{وَامْتَازُوا الْيَوْمَ أَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ (59) أَلَمْ أَعْهَدْ إِلَيْكُمْ يَابَنِي آدَمَ أَنْ لَا تَعْبُدُوا الشَّيْطَانَ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُبِينٌ (60) وَأَنِ اعْبُدُونِي هَذَا صِرَاطٌ مُسْتَقِيمٌ (61) وَلَقَدْ أَضَلَّ مِنْكُمْ جِبِلًّا كَثِيرًا أَفَلَمْ تَكُونُوا تَعْقِلُونَ (62) هَذِهِ جَهَنَّمُ الَّتِي كُنْتُمْ تُوعَدُونَ (63) اصْلَوْهَا الْيَوْمَ بِمَا كُنْتُمْ تَكْفُرُونَ (64) الْيَوْمَ نَخْتِمُ عَلَى أَفْوَاهِهِمْ وَتُكَلِّمُنَا أَيْدِيهِمْ وَتَشْهَدُ أَرْجُلُهُمْ بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ (65) وَلَوْ نَشَاءُ لَطَمَسْنَا عَلَى أَعْيُنِهِمْ فَاسْتَبَقُوا الصِّرَاطَ فَأَنَّى يُبْصِرُونَ (66) وَلَوْ نَشَاءُ لَمَسَخْنَاهُمْ عَلَى مَكَانَتِهِمْ فَمَا اسْتَطَاعُوا مُضِيًّا وَلَا يَرْجِعُونَ (67)}.
59- “Ey günahkârlar! Bugün siz (bir kenara) ayrılın.” 60- “Ey Âdemoğulları! Ben size: Şeytana ibadet etmeyin; çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır” demedim mi?” 61- (Yalnızca) Bana ibadet edin. İşte dosdoğru yol budur.” 62- “Halbuki o, sizden pek çok nesilleri saptırmıştı. Hiç mi aklınızı kullanmıyordunuz?” 63- “İşte kendisiyle tehdit edildiğiniz cehennem!” 64- “Küfre sapmanızdan ötürü bugün girin oraya!” 65- Bugün Biz ağızlarına mühür vururuz da (dünyada) ne işlediklerini bize elleri söyler ve ayakları şahitlik eder. 66- Eğer dileseydik gözlerini silme kör ederdik de (doğru) yolu bulmak için koşuşurlardı. Ama nasıl görecekler ki? 67- Eğer dileseydik oldukları yerde hilkatlerini değiştirirdik de ne ileri gitmeye ne de geri dönmeye güçleri yetmezdi.
#
{59} لمَّا ذَكَرَ تعالى جزاء المتَّقين؛ ذَكَرَ جزاء المجرمين، {و} أنَّهم يُقال لهم يوم القيامةِ: {امْتازوا اليومَ أيُّها المجرمونَ}؛ أي: تميَّزوا عن المؤمنين، وكونوا على حِدَةٍ؛ ليوبِّخَهم ويُقَرِّعَهم على رؤوس الأشهادِ قبلَ أن يُدْخِلَهُمُ النار، فيقول لهم:
59. Kıyamet gününde günahkârlara şöyle denilecek: “Ey günahkârlar! Bugün siz (bir kenara) ayrılın.” Müminlerden ayrılıp tek başınıza durun. Maksat, cehenneme koymadan önce herkesin gözü önünde onları azarlamaktır. Onlara şöyle diyecek:
#
{60} {ألمْ أعْهَدْ إليكُم}؛ أي: آمرُكُم وأوصيكم على ألسنةِ رُسُلي وأقول لكم: {يا بَني آدمَ أن لا تَعْبُدوا الشيطانَ}؛ أي: لا تطيعوه! وهذا التوبيخ يدخل فيه التوبيخُ عن جميع أنواع الكفرِ والمعاصي؛ لأنَّها كلها طاعةٌ للشيطان وعبادةٌ له، {إنَّه لكم عدوٌّ مُبينٌ}: فحذَّرتكم منه غايةَ التَّحذير، وأنذرتُكم عن طاعتِهِ، وأخبرتُكم بما يدعوكم إليه.
60. “Ey Âdemoğulları! Ben size: Şeytana ibadet etmeyin” Ona itaat etmeyin, “çünkü o, sizin için apaçık bir düşmandır” demedim mi?” Ben size peygamberlerin vasıtası ile bu emrimi bildirmedim mi, bunları söylemedim mi? -Bu azarın kapsamına bütün küfür ve günah türleri girmektedir. Çünkü bunların hepsi de şeytana bir itaat ve ibadettir.- Üstelik ben sizi ondan alabildiğine sakındırdım, ona itaat etmeyin diye uyardım ve onun sizi neye davet ettiğini bildirdim.
#
{61} {و} أمرتُكم: أنْ تعبدوني بامتثال أوامري وترك زَواجِري. {هذا}؛ أي: عبادتي وطاعتي ومعصية الشيطان {صراطٌ مستقيمٌ}: فعُلوم الصراط المستقيم وأعمالُهُ ترجعُ إلى هذين الأمرين؛ أي: فلم تَحْفَظوا عهدي ولم تَعْمَلوا بوصِيَّتي، فواليتُم عدوَّكم.
61. Ayrıca sizlere (Yalnızca) Bana” emirlerimi yerine getirerek ve yasaklarımı terk ederek “ibadet edin.” diye emir verdim. “İşte dosdoğru yol budur.” Bana ibadet ve itaat etmek, şeytana ise isyan edip karşı çıkmak, doğru yolun ta kendisidir. Dosdoğru yola dair bütün bilgiler ve ameller bu ikisine bağlıdır.
#
{62} فأضلَّ {منكم جِبِلاًّ كثيراً}؛ أي: خلقاً كثيراً. {أفلم تكونوا تعقلونَ}؛ أي: أفلا كان لكم عقلٌ يأمُرُكم بموالاة ربِّكم ووليِّكم الحقِّ، ويزجركم عن اتِّخاذ أعدى الأعداءِ لكم وليًّا؟ فلو كان لكم عقلٌ صحيحٌ؛ لما فعلتُم ذلك.
62. Ancak sizler benim bu emrimi yerine getirmediniz, sözümü dinlemediniz. Aksine şeytanı dost edindiniz. Halbuki o şeytan “sizden pek çok nesilleri saptırmıştı. Hiç mi aklınızı kullanmıyordunuz?” Rabbinizi ve gerçek dostunuzu dost edinmeyi emredecek, sizi en büyük düşmanınızı dost edinmekten alıkoyacak aklınız yok muydu? Eğer sizin doğru işleyen bir aklınız olsa idi elbette böyle yapmazdınız.
#
{63} فإذْ أطعتُم الشيطان، وعاديتُم الرحمن، وكذَّبتم بلقائِهِ، ووردتُم القيامةَ دار الجزاء، وحقَّ عليكم القولُ بالعذاب، فَـ {هذه جهنَّمُ التي كنتُم توعَدونَ}: وتكذِّبون بها؛ فانظروا إليها عياناً! فهناك تنزعِجُ منهم القلوبُ، وتزوغُ الأبصارُ، ويحصُلُ الفزعُ الأكبرُ.
63. Şeytana itaat edip Rahman olan Allah’a düşmanlık ettiniz, O’nun huzuruna çıkmayı yalanladınız, amellerin karşılığının verileceği kıyameti reddettiniz ve azap sözü aleyhinize hak oldu; “İşte kendisiyle tehdit edildiğiniz” ve dünyada iken kendisini yalanladığınız “cehennem!” Haydi onu kendi gözlerinizle görün. İşte o vakit kalpler dehşete kapılacak, gözler yerinden fırlayacak ve en büyük korku tahakkuk edecektir.
#
{64} ثم يُكْمِلُ ذلك بأنْ يُؤْمَرَ بهم إلى النار، ويقالَ لهم: {اصْلَوْها اليوم بما كنتُم تكفُرونَ}؛ أي: ادخُلوها على وجه تَصْلاكُم، ويحيطُ بكم حرُّها، ويبلغُ منكم كلَّ مبلغ بسبب كفرِكُم بآيات الله وتكذيبِكُم لرسل الله.
64. Sonra bu dehşet, cehennem ateşine atılmaları emredilince zirveye çıkacak ve onlara şöyle denilecek: “Küfre sapmanızdan ötürü bugün girin oraya!” Yani bu cehennem ateşine girin de ateşi sizi kavursun ve harareti dört bir yanınızı kuşatsın. Allah’ın âyetlerini inkâr etmiş, Allah’ın peygamberlerini yalanlamış olmanız sebebi ile bu azabınız en ileri dereceye ulaşacaktır. Yüce Allah, o bedbahtlık yurdundaki korkunç ve dehşetli hallerin açıklanması sadedinde devamla şöyle buyurmaktadır:
#
{65} قال تعالى في بيان وَصْفِهم الفظيع في دار الشقاء: {اليوم نَخْتِمُ على أفواهِهِم}: بأن نَجْعَلَهم خُرْساً فلا يتكلمون، فلا يقدِرونَ على إنكارِ ما عَمِلوه من الكُفْرِ والتَّكْذيب. {وتُكَلِّمُنا أيْديهم وتَشْهَدُ أرجُلُهم بما كانوا يَكْسِبونَ}؛ أي: تشهد عليهم أعضاؤُهم بما عملوه، ويُنْطِقُها الذي أنطقَ كلَّ شيءٍ.
65. “Bugün Biz ağızlarına mühür vururuz.” Onları dilsiz kılarız da konuşamazlar. İşledikleri küfür ve yalanlama suçlarını inkâr edemezler. (dünyada) ne işlediklerini bize elleri söyler ve ayakları şahitlik eder.” Onların kendi azaları işlediklerine tanıklık edecek, her şeyi konuşturan Allah onları da konuşturacaktır.
#
{66} {ولو نشاءُ لَطَمَسْنا على أعيُنِهم}: بأن نُذْهِبَ أبصارَهم كما طَمَسْنا على نُطْقِهِم؛ {فاسْتَبَقوا الصراطَ}؛ أي: فبادروا إليه؛ لأنَّه الطريق إلى الوصول إلى الجنة. {فأنَّى يُبْصِرونَ}: وقد طُمِسَتْ أبصارُهم؟!
66. “Eğer dileseydik gözlerini” tıpkı onların konuşma kabiliyetlerini yok ettiğimiz gibi görme imkânlarını da yok ederek “silme kör ederdik de (doğru) yolu bulmak için koşuşurlardı.” Yol bulmak üzere koşuşup dururlardı. Çünkü bu izlemek istedikleri yol, cennete ulaştıracak olan yoldur. “Ama” gözleri silme kör edildiğine göre “nasıl görecekler ki?”
#
{67} {ولو نشاءُ لَمَسَخْناهم على مَكانَتِهِم}؛ أي: لأذْهَبْنا حَرَكَتَهم، {فما استطاعوا مُضِيًّا}: إلى الأمام، {ولا يرجِعونَ}: إلى ورائِهِم، ليبعدُوا عن النار. والمعنى: أنَّ هؤلاء الكفار حقَّتْ عليهم كلمةُ العذاب، ولم يكن بدٌّ من عقابهم، وفي ذلك الموطن ما ثَمَّ إلاَّ النار قد بُرِّزَتْ، وليس لأحدٍ نجاةٌ إلا بالعبور على الصراط، وهذا لا يستطيعه إلاَّ أهلُ الإيمان الذين يمشونَ في نورِهِم، وأمَّا هؤلاء؛ فليس لهم عند الله عهدٌ في النجاة من النار؛ فإنْ شاء؛ طمس أعْيُنَهم، وأبقى حَرَكَتَهم فلم يَهْتَدوا إلى الصراطِ لو اسْتَبَقوا إليه وبادروه، وإن شاء؛ أذهبَ حِراكهم فلم يَسْتَطيعوا التقدُّم ولا التأخُّر، المقصودُ أنَّهم لا يَعْبُرونه، فلا تحصُلُ لهم النجاةُ.
67. “Eğer dileseydik oldukları yerde hilkatlerini değiştirirdik.” Onları hareketsiz kılardık da “ne ileri gitmeye ne de” cehennemden uzaklaşmak için “geri dönmeye güçleri yetmezdi.” Yani bu kâfirler aleyhine azap sözü hak olmuştur. Artık ceza görmeleri kaçınılmazdır. Böyle bir durumda ise cehennem ateşinden başka bir seçenek olmayacaktır. Bu ateş, onlar tarafından görülecektir. Sırat üzerinden geçmedikçe de hiçbir kimse kurtulamayacaktır. Sırattan ise ancak nurları aydınlığında yürüyen iman ehli kimseler geçebilecektir. Bu kâfirlerin ise cehennem ateşinden kurtulacaklarına dair Allah’tan kendilerine verilmiş bir ahitleri yoktur. O, dilerse onların gözlerini silme kör yapar, bununla birlikte hareket kabiliyetlerini olduğu gibi bırakabilir. Ancak sırata (yola) doğru gitmek için birbirleri ile yarışacak olsalar bile ona giden doğru yolu bulamayacaklardır. Dilerse de hareket kabiliyetlerini yok eder ve ileri de gidemezler, geri de dönemezler. Maksat onların Sıratı geçemeyeceklerini ve böylelikle kurtulamayacaklarını anlatmaktır.
Ayet: 68 #
{وَمَنْ نُعَمِّرْهُ نُنَكِّسْهُ فِي الْخَلْقِ أَفَلَا يَعْقِلُونَ (68)}.
68- Kime uzun ömür verirsek yaratılışta onu tam tersine çeviririz. Hala akıllarını kullanmayacaklar mı?
#
{68} يقولُ تعالى: {ومَن نُعَمِّرْهُ}: من بني آدم {نُنَكِّسْه في الخَلْقِ}؛ أي: يعود إلى الحالة التي ابتدأ منها؛ حالة الضعف؛ ضعف العقل وضعف القوة. {أفلا يعقلونَ}: أنَّ الآدميَّ ناقصٌ من كلِّ وجه، فيتداركوا قوتهم وعقولَهم، فيستَعْمِلونها في طاعة ربِّهم؟
68. Biz Ademoğullarından “kime uzun ömür verirsek yaratılışta onu tam tersine çeviririz.” Yani ilk zayıflık haline, aklının ve gücünün zayıf olduğu döneme geri döner. “Hala akıllarını kullanmayacaklar mı?” Ademoğlunun her bakımdan eksik olduğunu düşünmeyecekler mi ki akıllarını ve güçlerini toplayıp bunları Rablerine itaat uğrunda kullansınlar.
Ayet: 69 - 70 #
{وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنْبَغِي لَهُ إِنْ هُوَ إِلَّا ذِكْرٌ وَقُرْآنٌ مُبِينٌ (69) لِيُنْذِرَ مَنْ كَانَ حَيًّا وَيَحِقَّ الْقَوْلُ عَلَى الْكَافِرِينَ (70)}.
69- Biz ona şiir öğretmedik, zaten ona yakışmaz da. O, ancak bir zikir/öğüt ve apaçık/açıklayıcı bir Kur’ân’dır. 70- O, diri olan kimseleri uyarsın ve kâfirler aleyhine de (azap) sözü hak olsun diye (indirilmiştir).
#
{69} ينزِّه تعالى نبيَّه محمداً - صلى الله عليه وسلم - عمَّا رماه به المشركون من أنَّه شاعرٌ، وأنَّ الذي جاء به شعرٌ، فقال: {وما علَّمناه الشعرَ وما يَنبَغي له}: أن يكون شاعراً؛ أي: هذا من جنس المحال أن يكون شاعراً؛ لأنَّه رشيدٌ مهتدٍ، والشعراء غاوون، يتَّبِعُهُم الغاوون، ولأنَّ الله تعالى حَسَمَ جميع الشُّبه التي يتعلَّق بها الضالُّون عن رسوله، فحسم أن يكون يكتبُ أو يقرأ، وأخبر أنَّه ما علَّمه الشعر وما ينبغي له. {إنْ هو إلاَّ ذِكْرٌ وقرآنٌ مبينٌ}؛ أي: ما هذا الذي جاء به إلاَّ ذكرٌ يتذكَّر به أولو الألباب جميع المطالب الدينيَّة؛ فهو مشتملٌ عليها أتمَّ اشتمال، وهو يذكِّرُ العقولَ ما رَكَزَ اللَّهُ في فِطَرِها من الأمر بكلِّ حسنٍ والنهي عن كلِّ قبيح. {وقرآنٌ مُبينٌ}؛ أي: مبينٌ لما يُطْلَبُ بيانُه، ولهذا حذف المعمولَ؛ ليدلَّ على أنَّه مبينٌ لجميع الحقِّ بأدلَّته التفصيليَّة والإجماليَّة والباطل وأدلَّة بطلانِهِ. أنزله الله كذلك على رسولِهِ.
69. Yüce Allah, peygamberi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i müşriklerin kendisine yakıştırdıkları üzere bir şair ve getirdiği sözün de bir şiir olmasından tenzih ederek şöyle buyurmaktadır: “Biz ona şiir öğretmedik, zaten ona yakışmaz da.” Şairlik ona yakışmaz. Çünkü onun şair olması imkânsız bir şeydir. Zira o, doğru yoldadır, hidâyet üzeredir. Şairler ise azgın ve sapkın kimselerdir. Onlara uyanlar da öyledir. Böylece Yüce Allah, bu sapıkların Rasûlü ile ilgili olarak ileri sürdükleri ve dört elle sarıldıkları bütün şüpheleri ortadan kaldırmış, hepsini kökten kurutmuştur. Onun kesinlikle okuma yazma bilmediğini belirterek, ayrıca ona şiiri öğretmediğini, şiirin ona yakışmadığını da haber vermektedir. Çünkü “O, ancak bir zikir ve apaçık bir Kur’ân’dır.” Yani onun getirdikleri, ancak özlü akıl sahiplerinin dinî bütün ihtiyaçlarını görüp bilecekleri ve kendisi ile öğüt ve ibret alacakları bir zikir/öğüt/hatırlatmadır. Bu Kitap, bütün bu ihtiyaçları kapsar, hem de en mükemmel bir şekilde. Aynı zamanda o, akıllara Yüce Allah’ın fıtratlara yerleştirmiş olduğu güzel olan her bir şeyin yapmayı ve her çirkinden de kaçma gereğini de hatırlatır. “Ve apaçık/açıklayıcı bir Kur’ân’dır.” Açıklanması gereken her şeyi açıkça beyan eder. Hak olan her bir şeyi bütün tafsilî ile icmalî delilleri ile açıkladığını ifade etmek için de neyi açıkladığı ayrıca zikredilmemiştir. Batılın batıl olduğunu da ortaya koyar. İşte bu Kitabı Yüce Allah bu özelliği ile Rasûlüne indirmiş bulunmaktadır.
#
{70} {لِيُنذِرَ مَن كان حَيًّا}؛ أي: حيَّ القلب واعِيَه؛ فهو الذي يزكو على هذا القرآن، وهو الذي يزداد من العلم منه والعمل، ويكون القرآنُ لقلبِهِ بمنزلة المطرِ للأرض الطيِّبة الزاكية، {ويَحِقَّ القولُ على الكافرينَ}: لأنَّهم قامت عليهم به حُجَّةُ الله وانقطع احتجاجُهم، فلم يبقَ لهم أدنى عذرٍ وشبهةٍ يُدلون بها.
70. “O” kalbi “diri” ve uyanık “olan kimseleri uyarsın” İşte bu Kur’ân ile arınıp temizlenen, ilim ve amelleri Kur’ân dolayısı ile artan kimseler bunlardır. Kur’ân, böylelerinin kalbi için, temiz ve iyi toprak için yağmur neyse işte o etkiyi gösterir. “ve kâfirler aleyhine de (azap) sözü hak olsun diye.” Çünkü Allah’ın onlara karşı delili ortaya konulmuş ve kendilerinin ileri sürecek hiçbir mazeretleri kalmamıştır. Tutunabilecekleri asgari bir şüphe ve en küçük bir bahaneleri dahi kalmamıştır.
Ayet: 71 - 73 #
{أَوَلَمْ يَرَوْا أَنَّا خَلَقْنَا لَهُمْ مِمَّا عَمِلَتْ أَيْدِينَا أَنْعَامًا فَهُمْ لَهَا مَالِكُونَ (71) وَذَلَّلْنَاهَا لَهُمْ فَمِنْهَا رَكُوبُهُمْ وَمِنْهَا يَأْكُلُونَ (72) وَلَهُمْ فِيهَا مَنَافِعُ وَمَشَارِبُ أَفَلَا يَشْكُرُونَ (73)}.
71- Görmezler mi ki biz onlar için kendi ellerimizin var ettiği davarlar yarattık da kendileri her yönüyle onlara sahiptirler. 72- Onları kendilerine amade kıldık. Bu sayede bir kısmına binerler, bir kısmını da yerler. 73- Onlarda kendileri için türlü faydalar, ayrıca içecekler vardır. Hâlâ şükretmeyecekler mi?
#
{71 ـ 73} يأمُرُ تعالى العباد بالنظر إلى ما سَخَّر لهم من الأنعام وذلَّلها وجَعَلَهم مالكينَ لها مطاوعةً لهم في كلِّ أمرٍ يريدونَه منها، وأنَّه جعل لهم فيها منافعَ كثيرةً من حَمْلِهم وحَمْل أثقالِهِم ومحامِلِهم وأمْتِعَتِهم من محلٍّ إلى محلٍّ، ومن أكْلِهِم منها، وفيها دفءٌ، ومن أوبارِها وأصوافها وأشعارِها أثاثاً ومتاعاً إلى حينٍ، وفيها زينةٌ وجمالٌ وغيرُ ذلك من المنافع المشاهدة منها. {أفلا يشكرونَ} اللهَ تعالى الذي أنعم بهذه النعم، ويخلِصونَ له العبادةَ، ولا يتمتَّعون بها تمتُّعاً خالياً من العبرة والفكرة؟!
71-73. Yüce Allah kullarına, emirlerine amade kılıp kendilerine boyun eğdirmiş olduğu davarlara ibretle bakmalarını emretmektedir. Âdemoğullarını bu davarlara sahip kılmıştır. Bu davarlar, istedikleri her bir hususta onların isteklerine boyun eğmektedir. Ademoğulları bu davarlardan pek çok yönden yararlanmaktadırlar: Kendilerini, yüklerini, eşyalarını ve mallarını bir yerden bir yere taşırlar. Onlardan bir kısmını yerler, onlardan ısınacak elbiseler yaparlar. Yünlerinden, tüylerinden, kıllarından bir süreye kadar yararlanacakları şekilde süs ve eşyalar edinirler. Ayrıca onların varlığı kendileri için bir süs ve güzelliktir. Buna benzer daha pek çok menfaatleri vardır. “Hâlâ” bunca nimetleri kendilerine ihsan eden Allah'a “şükretmeyecekler mi?” O’na ihlasla ibadet etmeyecekler mi? Bunlardan ibret ve tefekkürden uzak bir şekilde yararlanmaya bir son vermeyecekler mi?
Ayet: 74 - 75 #
{وَاتَّخَذُوا مِنْ دُونِ اللَّهِ آلِهَةً لَعَلَّهُمْ يُنْصَرُونَ (74) لَا يَسْتَطِيعُونَ نَصْرَهُمْ وَهُمْ لَهُمْ جُنْدٌ مُحْضَرُونَ (75)}.
74- Onlar yardım görecekler ümidiyle Allah'ın dışında ilahlar edindiler. 75- Halbuki o ilahlar, onlara yardım edemezler. Aksine kendileri, onlar için hazır askerlerdir.
#
{74 ـ 75} هذا بيانٌ لبطلان آلهة المشركين التي اتَّخذوها مع الله تعالى ورَجَوْا نَصْرَها وشَفْعَها؛ فإنها في غاية العجز. {لا يَسْتَطيعون نَصْرَهم}: ولا أنْفُسَهم يَنْصُرونَ: فإذا كانوا لا يستطيعون نَصْرَهم؛ فكيف يَنْصُرونَهم؟! والنصر له شرطانِ: الاستطاعةُ [والقدرةُ] ؛ فإذا استطاع: يبقى: هل يُريدُ نصرةً مِنْ عَبْدِه أم لا؟ فنفي الاستطاعةِ ينفي الأمرين كليهما. {وهم لهم جُندٌ محضَرون}؛ أي: محضَرون هم وهم في العذاب، ومتبرِّئٌ بعضُهم من بعض، أفلا تبرؤوا في الدنيا من عبادة هؤلاء وأخلصوا العبادةَ للذي بيدِهِ الملكُ والنفعُ والضرُّ والعطاءُ والمنعُ وهو الوليُّ النصيرُ؟!
74. Bu buyruk, müşriklerin Yüce Allah ile birlikte edindikleri ilâhların ilâhlıklarının batıl olduğunu, bunların kendilerine yardım ve şefaat edeceklerini boş yere umduklarını açıklamaktadır. Yani onların, kendileri ile Allah arasında şefaat ve aracılıkta bulunmaları şeklindeki düşünceleri batıldır. Çünkü bu putlar, son derece acizdirler. 75. “Halbuki o ilahlar, onlara yardım edemezler.” Dahası o putlar, kendi kendilerine de yardım edemezler. Kendi kendilerine yardım edemeyeceklerine göre kendilerine ibadet edenlere nasıl yardım etsinler!? Zira yardımcı olmanın iki şartı vardır? Buna güç yetirebilmek ve irade sahibi olmak. Eğer buna güç yetirebiliyor ise geriye “Acaba kendisine ibadet eden kimseye yardım etmek istiyor mu, istemiyor mu?” sorusu kalır. “Güç yetiremeyiş” durumu ise her iki şartı da ortadan kaldırır. “Aksine kendileri, onlar için hazır askerlerdir.” Yani onlar da kendilerine ibadet edenler de azapta hazır edilecekler ve biri ötekinden uzak olduğunu bildirecektir. Peki, ne diye bunlara ibadetten dünyada iken uzaklaşmıyor ve mutlak mülk, fayda, zarar, verme, alıkoyma yetkilerini elinde bulunduran, gerçek dost ve yardımcı olan Allah’a ihlasla ibadete yönelmiyorsunuz?
Ayet: 76 #
{فَلَا يَحْزُنْكَ قَوْلُهُمْ إِنَّا نَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَ (76)}.
76- O halde onların sözleri seni üzmesin. Çünkü biz, onların gizlediklerini de açığa vurduklarını da biliyoruz.
#
{76} أي: فلا يَحْزُنْكَ يا أيُّها الرسولُ قول المكذِّبين، والمرادُ بالقول ما دلَّ عليه السياقُ، كلُّ قول يَقْدَحون فيه في الرسول أو فيما جاء به؛ أي: فلا تَشْغَلْ قَلْبَكَ بالحزن عليهم. {إنَّا نعلمُ ما يُسِرُّونَ وما يُعْلِنونَ}؛ فنجازِيهم على حسبِ عِلْمِنا بهم، وإلاَّ؛ فقولُهم لا يضرُّك شيئاً.
76. Yani ey peygamber! Yalanlayıcıların söyledikleri sözler seni üzmesin. İfadelerin akışından anlaşıldığı kadarı ile bu sözden kasıt, inkârcıların Allah Rasûlü hakkında onu tenkit etmek üzere yahut onun getirdikleri ile ilgili söyledikleri her türlü sözdür. Yani kalbin onlara üzülmekle meşgul olmasın. “Çünkü biz, onların gizlediklerini de açığa vurduklarını da biliyoruz” ve onlar hakkındaki bu bilgimize göre onları cezalandıracağız. Yoksa onların söyledikleri sözlerin sana hiçbir zararı olmaz.
Ayet: 77 - 83 #
{أَوَلَمْ يَرَ الْإِنْسَانُ أَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ نُطْفَةٍ فَإِذَا هُوَ خَصِيمٌ مُبِينٌ (77) وَضَرَبَ لَنَا مَثَلًا وَنَسِيَ خَلْقَهُ قَالَ مَنْ يُحْيِ الْعِظَامَ وَهِيَ رَمِيمٌ (78) قُلْ يُحْيِيهَا الَّذِي أَنْشَأَهَا أَوَّلَ مَرَّةٍ وَهُوَ بِكُلِّ خَلْقٍ عَلِيمٌ (79) الَّذِي جَعَلَ لَكُمْ مِنَ الشَّجَرِ الْأَخْضَرِ نَارًا فَإِذَا أَنْتُمْ مِنْهُ تُوقِدُونَ (80) أَوَلَيْسَ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ بِقَادِرٍ عَلَى أَنْ يَخْلُقَ مِثْلَهُمْ بَلَى وَهُوَ الْخَلَّاقُ الْعَلِيمُ (81) إِنَّمَا أَمْرُهُ إِذَا أَرَادَ شَيْئًا أَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ (82) فَسُبْحَانَ الَّذِي بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَيْءٍ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ (83)}.
77- İnsan, bizim kendisini bir nutfeden yarattığımıza hiç mi bakmaz ki kalkıp (bize) apaçık bir hasım kesiliyor? 78- Kendi yaratılışını unutuyor da bize misal getiriyor ve: “Çürümüş haldeki kemikleri kim diriltecek?” diyor. 79- De ki: “Onları ilk defa kim yarattıysa O diriltecektir. O, her türlü yaratmayı/yaratılmışı çok iyi bilendir.” 80- O, sizin için yeşil ağaçtan ateş çıkarandır. İşte siz, ondan ateş tutuşturuyorsunuz. 81- Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerini (tekrar) yaratmaya kadir değil midir? Elbette (kadirdir). O, (her şeyi) yaratandır, her şeyi bilendir. 82- O, bir şeyi (var etmeyi) diledi mi sadece ona: “Ol” der, o da hemen oluverir. 83- Her şeyin hükümranlığı elinde bulunan (Allah, her türlü eksiklikten) münezzehtir! Sizler, yalnız O’na döndürüleceksiniz.
Bu âyet-i kerimelerde öldükten sonra dirilişi inkâr edenlerin şüphesi ve bu şüpheye en mükemmel, en güzel ve en açık bir şekilde cevap vardır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{77} فقال تعالى: {أوَلَم يَرَ الإنسانُ}: المنكِرُ للبعث أو الشاكُّ فيه أمراً يفيدُه اليقينَ التامَّ بوقوعه، وهو ابتداءُ خلقِهِ {من نطفةٍ}، ثم تنقُّلُه في الأطوار شيئاً فشيئاً، حتى كبر وشبَّ وتمَّ عقلُه واستتبَّ؛ {فإذا هو خصيمٌ مبينٌ}: بعد أنْ كان ابتداءُ خلقِهِ من نطفةٍ؛ فلينظرِ التفاوتَ بين هاتين الحالتين، ولْيعلمْ أنَّ الذي أنشأه من العدم قادرٌ على أن يعيدَه بعدما تفرَّق وتمزَّق من باب أولى.
77. Öldükten sonra dirilişi inkâr eden yahut da bu hususta şüphesi olan “insan bizim kendisini” önce “bir nutfeden yarattığımıza” sonra onu büyüyünceye, gençleşinceye, aklı olgunlaşıp kemale erinceye kadar aşamadan aşamaya geçirmek sureti ile yetiştirdiğimize “hiç mi bakmaz ki kalkıp” önceleri nutfeden yaratılmış olduğu halde “apaçık bir hasım kesiliyor?” Haydi bu iki hal arasındaki farka baksın ve kendisini yoktan var edenin, onu çürüyüp parçalandıktan sonra tekrar diriltmeye ve yeniden yaratmaya öncelikle kadir olduğunu düşünüp anlasın.
#
{78} {وضرب لنا مثلاً}: لا ينبغي لأحدٍ أن يضرِبَه، وهو قياسُ قدرةِ الخالق بقدرةِ المخلوق، وأنَّ الأمر المُسْتَبْعَدَ على قدرة المخلوق مُسْتَبْعَدٌ على قدرة الخالق، فَسَّرَ هذا المثل بقوله: {قال}: ذلك الإنسان: {مَن يُحيي العظامَ وهي رميمٌ}؛ أي: هل أحدٌ يحييها؟ استفهام إنكارٍ؛ أي: لا أحَدَ يُحييها بعدما بَلِيَتْ وتلاشَتْ. هذا وجهُ الشبهة والمثل، وهو أنَّ هذا أمرٌ في غاية البعدِ على ما يُعْهَدُ من قدرةِ البشر، وهذا القولُ الذي صَدَرَ من هذا الإنسان غفلةٌ منه ونسيانٌ لابتداء خلقِهِ؛ فلو فَطِنَ لِخَلْقِهِ بعد أن لم يكن شيئاً مذكوراً، فوُجِد عياناً؛ لم يضرِبْ هذا المثل.
78. “Kendi yaratılışını unutuyor da bize misal getiriyor” Ki hiç kimsenin böyle bir misal getirmesi yerinde değildir. Çünkü bu misalle Yaratanın kudreti yaratılmışın kudretine kıyas edilmekte ve yaratılmışın kudreti için uzak olan bir husus, Yaratıcının kudreti için de uzak görülmektedir. Bu misal şu buyrukla açıklanmaktadır: Bu insan “Çürümüş haldeki kemikleri kim diriltecek?” diyor” Yani bunu diriltecek kimse var mı? Bu soru, inkâr amaçlıdır. Yani bu kemikleri çürüyüp dağıldıktan sonra hiç kimse diriltemez, demektir. İşte misal ve şüphe budur. Ona göre böyle bir iş, alışılagelmiş insan kudreti açısından son derece uzak bir ihtimaldir. Ancak onun söylediği bu söz, onun gafletinin ve ilk yaratılışını unutuşunun bir sonucudur. Eğer o daha önce anılmaya değer bir şey olmadığı halde yaratılmış olduğuna dikkat etmiş olsa idi gerçeği açıkça görür ve böyle bir misal vermeye kalkışmazdı. Yüce Allah, böyle bir ihtimali uzak görmeye son derece yeterli ve tatmin edici bir cevap vererek şöyle buyurmaktadır:
#
{79} فأجاب تعالى عن هذا الاستبعادِ بجوابٍ شافٍ كافٍ، فقال: {قُلْ يُحْييها الذي أنشَأها أوَّلَ مَرَّةٍ}: وهذا بمجرَّدِ تصوُّرِهِ يعلم به علماً يقيناً لا شبهةَ فيه أنَّ الذي أنشأها أوَّلَ مرةٍ قادرٌ على الإعادةِ ثاني مرةٍ، وهو أهونُ على القدرةِ إذا تصوَّره المتصوِّر. {وهو بكلِّ خلقٍ عليمٌ}: هذا أيضاً دليلٌ ثانٍ من صفاتِ الله تعالى، وهو أنَّ علمه تعالى محيطٌ بجميع مخلوقاتِهِ في جميع أحوالِها في جميع الأوقات، ويَعْلَمُ ما تَنْقُصُ الأرضُ من أجسادِ الأمواتِ وما يبقى، ويعلمُ الغيبَ والشهادة؛ فإذا أقرَّ العبدُ بهذا العلم العظيم؛ علم أنَّه أعظمُ وأجلُّ من إحياء اللَّه الموتى من قبورِهم.
79. Böyle bir gerçeği sadece tasavvur etmekle bile en ufak bir şüphe söz konusu olmaksızın bunları ilk olarak yaratanın, ikinci bir defa daha yaratmaya kadir olduğu kesinlikle bilinir. Ayrıca bir kimse bunu düşünecek olursa, ilâhî kudrete göre bunun çok daha kolay olduğunu da anlar. “O, her türlü yaratmayı/yaratılmışı çok iyi bilendir.” Bu, Yüce Allah’ın sıfatlarından ikinci bir delildir. O da Yüce Allah’ın bütün yaratılmışları, bütün halleri ile ve bütün zamanları ile bildiğini ve bilgisi ile onları kuşattığını ortaya koymaktadır. Yerin ölenlerin cesetlerinden neleri eksilttiğini, geriye nelerin kaldığını bildiği gibi gizlileri de açıkları da bilir. Kul, Yüce Allah’ın bu uçsuz bucaksız ilmini ikrar ve kabul ettiği taktirde bunun, Allah’ın ölüleri kabirlerinden diriltmesinden daha büyük ve daha üstün olduğunu da bilir. Daha sonra Yüce Allah, üçüncü bir delili daha zikrederek şöyle buyurmaktadır:
#
{80} ثم ذَكَرَ دليلاً ثالثاً، فقال: {الذي جَعَلَ لكم من الشَّجَرِ الأخضرِ ناراً فإذا أنتُم منه توقِدونَ}: فإذا أخرجَ النار اليابسة من الشجر الأخضرِ الذي هو في غاية الرُّطوبة مع تضادِّهما وشدَّة تخالُفِهما؛ فإخْراجُهُ الموتى من قبورِهِم مثلُ ذلك.
80. Kuru olan ateşi son derece yaş ve nemli olan yeşil ağaçtan -ikisinin birbirine zıt olmasına, birbirlerine tamamen aykırı olmalarına rağmen- çıkartan Yüce Allah’ın, ölüleri kabirlerinden çıkartması da böyle de kolaydır. Daha sonra dördüncü bir delili söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{81} ثم ذكر دليلاً رابعاً، فقال: {أوَ لَيْسَ الذي خلقَ السمواتِ والأرضَ}: على سعتهما وعظمهما {بقادرٍ على أن يَخْلُقَ مثلَهم}؛ أي: أن يعيدَهم بأعيانهم {بلى}: قادرٌ على ذلك؛ فإنَّ خَلْقَ السماواتِ والأرض أكبرُ من خَلْقِ الناس. {وهو الخلاَّقُ العليمُ}: وهذا دليلٌ خامسٌ؛ فإنَّه تعالى الخلاقُ الذي جميع المخلوقات؛ متقدِّمها ومتأخِّرها، صغيرها وكبيرها؛ كلُّها أثرٌ من آثار خلقِهِ وقدرتِهِ، وأنَّه لا يستعصي عليه مخلوقٌ أراد خَلْقَه؛ فإعادتُهُ للأموات فردٌ من أفراد آثارِ خلقِهِ.
81. “Gökleri ve yeri” genişliklerine ve büyüklüklerine rağmen “yaratan, hiç onlar gibisini yaratmaya” yani onları diriltmeye “kadir değil midir? Elbette” buna kadirdir. Çünkü göklerin ve yerin yaratılması insanların yaratılmasından daha büyük bir şeydir. “O, (her şeyi) yaratandır, her şeyi bilendir.” Bu da beşinci delildir. Çünkü Yüce Allah, öncekileri ile sonrakileri ile küçükleri ile büyükleri ile bütün mahlukatın yaratıcısıdır. Bunların hepsi O’nun yaratmasının ve kudretinin eserleridir. O, bir şeyi yaratmak istedi mi o, hiçbir şekilde ona güç gelmez. Yüce Allah’ın ölüleri yeniden yaratması, aslında O’nun yaratmasının eserlerinden sadece bir tanesidir. Bundan dolayı şöyle buyurmaktadır:
#
{82} ولهذا قال: {إنَّما أمرُهُ إذا أراد شيئاً}: نكرةٌ في سياق الشرط فَتَعُمُّ كلَّ شيءٍ، {أن يقولَ له كُن فيكونُ}؛ أي: في الحال من غير تمانع.
82. “O, bir şeyi” bu ifade -şarttan sonra nekire/belirtisiz isim geldiğinden dolayı- her bir şeyi kapsar; (var etmeyi) diledi mi sadece ona: “Ol” der, o da hemen oluverir.” Derhal ve hiçbir karşı koyma olmaksızın var olur.
#
{83} {فسبحانَ الذي بيدِهِ مَلَكوتُ كُلِّ شيءٍ}: وهذا دليلٌ سادسٌ؛ فإنَّه تعالى هو الملِكُ المالكُ لكلِّ شيءٍ؛ الذي جميعُ ما سكن في العالم العلويِّ والسفليِّ مُلْكٌ له وعبيدٌ مسخَّرون مدبَّرون، يَتَصَرَّفُ فيهم بأقدارِهِ الحكميَّة وأحكامِهِ الشرعيَّة وأحكامِهِ الجزائيَّة؛ فإعادتُه إيَّاهم بعد موتِهِم لينفذَ فيهم حكم الجزاء من تمام ملكِهِ، ولهذا قال: {وإليه تُرْجَعونَ}: من غير امتراءٍ ولا شكٍّ؛ لتواتُرِ البراهين القاطعةِ والأدلَّةِ الساطعةِ على ذلك. فتبارك الذي جَعَلَ في كلامِهِ الهدى والشفاء والنور.
83. “Her şeyin hükümranlığı elinde bulunan (Allah, her türlü eksiklikten) münezzehtir” Bu da altıncı delildir. Yüce Allah, her şeyin mutlak sahibi ve hükümranıdır. Ulvi alemde olsun, süfli alemde olsun var olan her bir şey O’nun mülküdür. Hepsi O’nun emrindeki kullardır, O’nun tarafından işleri çekilip çevrilmektedir. Son derece hikmetli kaderi ile, şer’î hükümleri ile ve cezaî hükümleri ile onlar üzerinde O tasarrufta bulunur. Cezaî hükümlerinin haklarında uygulamaya konması için ölümlerinden sonra tekrar onları diriltmesi de hükümranlığının kemalindendir. Bundan dolayı: “Sizler yalnız O’na döndürüleceksiniz” buyurmaktadır. Bunda en ufak bir şüphe ve tereddüt yoktur. Çünkü buna dair kati deliller ve apaçık belgeler sayılamayacak kadar çoktur. Kelâmında hidâyet, şifa ve nur bulunan Yüce Allah’ın şanı ne yücedir!
Yasin suresinin tefsiri burada sona ermektedir. Celâline yakışan şekli ile hamdolsun Yüce Allah’a! Kemaline yakışan şekli ile övgülerimiz O’nadır. Azametinin ve Kibriyâ’sının gerektirdiği şekilde şan ve şeref O’nundur. Allah’ın salât ve selâmı Muhammed’in üzerine olsun!
***