Ayet:
30- RÛM SÛRESİ
30- RÛM SÛRESİ
(Mekke’de inmiştir. 60 âyettir)
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adı ile.
Ayet: 1 - 7 #
{الم (1) غُلِبَتِ الرُّومُ (2) فِي أَدْنَى الْأَرْضِ وَهُمْ مِنْ بَعْدِ غَلَبِهِمْ سَيَغْلِبُونَ (3) فِي بِضْعِ سِنِينَ لِلَّهِ الْأَمْرُ مِنْ قَبْلُ وَمِنْ بَعْدُ وَيَوْمَئِذٍ يَفْرَحُ الْمُؤْمِنُونَ (4) بِنَصْرِ اللَّهِ يَنْصُرُ مَنْ يَشَاءُ وَهُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ (5) وَعْدَ اللَّهِ لَا يُخْلِفُ اللَّهُ وَعْدَهُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ (6) يَعْلَمُونَ ظَاهِرًا مِنَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَهُمْ عَنِ الْآخِرَةِ هُمْ غَافِلُونَ (7)}.
1- Elif, Lâm, Mîm. 2- Rumlar yenildiler; 3- (Araplara) çok yakın bir yerde. Ama onlar bu yenilgilerinden sonra galip geleceklerdir; 4- Üç ila dokuz yıl içinde... Önünde de sonunda da emir Allah’ındır. O gün mü’minler de sevineceklerdir; 5- Allah’ın yardımı ile. O, dilediğine yardım eder. O, Azîzdir, Rahîmdir. 6- (Bu) Allah’ın vaadidir. Allah vaadinden caymaz. Fakat insanların çoğu bilmezler. 7- Onlar, dünya hayatının dış yüzünü bilirler. Ahiretten yana ise onlar tamamen gaflet içerisindedirler.
#
{1 ـ 5} كانت الفرس والروم في ذلك الوقت من أقوى دول الأرض، وكان يكون بينهما من الحروب والقتال ما يكون بين الدول المتوازنة، وكانتِ الفرسُ مشركينَ يعبُدون النار، وكانت الرومُ أهلَ كتابٍ ينتسبون إلى التوراة والإنجيل، وهم أقربُ إلى المسلمين من الفرس، [فكان المؤمنون] يحبُّون غَلَبَتَهم وظهورَهم على الفرس، وكان المشركون لاشتراكِهِم والفرسُ في الشرك يحبُّون ظهورَ الفرس على الروم، فظهر الفرسُ على الروم وغلبوهم غُلباً لم يُحِطْ بِمُلْكِهِم بل بأدنى أرضهم، ففرح بذلك مشركو مكة وحزن المسلمون، فأخبرهم الله، ووعدَهم أنَّ الروم ستغلب الفرس {في بِضْعِ سنينَ}: تسع أو ثمان ونحو ذلك مما لا يزيدُ على العشر ولا ينقُصُ عن الثلاث، وأنَّ غلبةَ الفرس للروم ثم غلبةَ الروم للفرس كلُّ ذلك بمشيئتِهِ وقَدَرِهِ، ولهذا قال: {لله الأمرُ من قبلُ ومن بعدُ}: فليس الغلبةُ والنصر لمجرَّد وجود الأسباب، وإنَّما هي لا بدَّ أن يقترن بها القضاء والقدر. {ويومئذٍ}؛ أي: يوم يغلب الرومُ الفرس ويقهرونهم، {يفرحُ المؤمنون. بنصر الله ينصُرُ مَنْ يشاءُ}؛ أي: يفرحون بانتصارهم على الفرس، وإنْ كان الجميع كفاراً، ولكنَّ بعضُ الشرِّ أهونُ من بعض، ويحزنُ يومئذٍ المشركون. {وهو العزيزُ}: الذي له العزَّةُ التي قهر بها الخلائق أجمعين، يؤتي المُلْكَ مَنْ يشاء، وينزِعُ الملك ممَّن يشاء، ويعزُّ من يشاء ويذلُّ من يشاء. {الرحيمُ}: بعباده المؤمنين؛ حيث قيَّضَ لهم من الأسباب التي تسعِدُهم وتنصُرُهم ما لا يدخُل في الحساب.
1-5. O dönemde Pers/İran ve Rum/Bizans imparatorlukları, yeryüzünün en güçlü devletleri idiler. Bu iki devlet arasında birbirine denk güçlere sahip devletler arasında görülegelen türden savaşlar ve çarpışmalar cereyan ediyordu. Persliler ateşe ibadet eden müşriklerdi. Bizanslılar ise Kitab ehli olup kendilerini Tevrat’a ve İncil’e bağlı kabul ediyorlardı. Yani Perslere göre müslümanlara daha yakın idiler. O bakımdan Müslümanlar, onların Perslere galip gelip üstünlük sağlamalarını istiyorlardı. Müşrikler ise Perslerle şirkte ortak oluşları sebebi ile Perslerin Bizanslılara galip gelmelerini istiyorlardı. Persliler, Bizanslılara üstünlük sağlayıp onların ülkelerini tamamen kuşatmayan ancak sınırlarını küçülten türden bir galibiyet elde ettiler. Bundan dolayı Mekke müşrikleri sevindi, müslümanlar da üzüldü. Yüce Allah onlara Rumların, Perslere yakın bir zaman zarfında galip geleceklerini haber verip bir vaatte bulundu. Bu ise “üç ila dokuz yıl içerisinde” gerçekleşecekti. Yani on yılı aşmayan, üç yıldan da az olmayan dokuz yahut sekiz ya da bu civarda bir süre sonra olacaktı. Bununla birlikte İranlıların Bizanslılara galip gelmeleri de daha sonra Bizanslıların onlara galip gelmeleri de ve diğer her bir şey de Allah’ın dilemesi ve kudreti ile olur. Bundan dolayı Yüce Allah: “Önünde de sonunda da emir Allah’ındır” buyurmaktadır. Yani galip gelmek ve zafer kazanmak, sırf sebeplerin varlığına bağlı bir şey değildir. Bu konuda Allah’ın kaza ve kaderinin etkisi de kaçınılmazdır. “O gün” yani Bizanslıların İranlılara galip gelerek onları bastıracakları gün “mü’minler de sevineceklerdir, Allah’ın yardımı ile. O, dilediğine yardım eder.” Yani her iki taraf da kâfir olmakla birlikte Bizanslıların İranlılara galip gelmeleri mü’minleri sevindirecektir. Çünkü kimi kötülük, kimisinden daha ehvendir. Aynı günde müşrikler de üzülecek ve kederleneceklerdir. “O” bütün mahlukatı emri altına alan, mutlak güce sahip “Azizdir.”: “Mülkü dilediğine verir, dilediğinden de mülkü alır. Dilediğini aziz eder, dilediğini de zelil eder.” (Âli İmran, 3/26) O mü’min kullarına karşı da çok merhametli olan “Rahîmdir.” Zira onlara kendilerini zafere ulaştıracak ve bahtiyar kılacak türden hesaba katılmayacak nice sebepleri hazırlamıştır.
#
{6} {وعدَ اللهِ لا يُخْلِفُ الله وعدَه}: فتيقَّنُوا ذلك، واجْزِمُوا به، واعْلَمُوا أنَّه لا بدَّ من وقوعه. فلمَّا نزلت هذه الآيات التي فيها هذا الوعدُ؛ صدَّق بها المسلمون، وكفر بها المشركون، حتى تراهن بعضُ المسلمين وبعضُ المشركين على مدَّة سنين عيَّنوها، فلما جاء الأجل الذي ضربه الله. انتصر الروم على الفرس، وأجْلَوْهم من بلادهم التي أخذوها منهم، وتحقَّق وعد الله. وهذا من الأمور الغيبيَّة التي أخبر بها الله قبل وقوعها ووجدت في زمان مَنْ أخبرهم الله بها من المسلمين والمشركين. {ولكنَّ أكثر الناس لا يعلمونَ}: أنَّ ما وَعَدَ اللهُ به حقٌّ؛ فلذلك يوجد فريقٌ منهم يكذِّبون بوعده، ويكذِّبون آياته.
6. Ama siz buna kesin olarak inanın, bunun muhakkak gerçekleşeceğinden emin olun. Bu vaadin yer aldığı âyet-i kerimeler nazil olunca müslümanlar onları tasdik etti, müşrikler de inkâr etti. Öyle ki bazı müslümanlar bazı müşriklerle belirledikleri birkaç yıllık süre için bahse dahi girdiler. Allah’ın belirlediği vade geldiğinde Bizanslılar, İranlılara karşı zafer kazanıp onları daha önce kendilerinden almış oldukları topraklardan çıkardılar. Böylelikle de Allah’ın vaadi gerçekleşmiş oldu. Bu, Yüce Allah’ın gerçekleşmesinden önce haber verdiği gaybî haberlerdendir. Allah’ın haber verdiği dönemde ve bu vaadin gerçekleştiği sırada yaşayan müslümanlar da müşrikler de bunun gerçekleştiğini görmüşlerdi. “Fakat insanların çoğu” Allah’ın vaadinin gerçek olduğunu “bilmezler.” Bundan dolayı aralarından O’nun vaadini yalanlayan ve âyetlerini yalan sayan bir kesim bulunabilir.
#
{7} وهؤلاء الذين لا يعلمون؛ أي: لا يعلمون بواطن الأشياء وعواقِبَها، وإنَّما {يعلمونَ ظاهراً من الحياة الدُّنيا}: فينظرون إلى الأسباب، ويجزمون بوقوع الأمر الذي في رأيهم انعقدتْ أسباب وجودِهِ، ويتيقَّنون عدم الأمر الذي لم يشاهِدوا له من الأسباب المقتضية لوجودِهِ شيئاً؛ فهم واقفون مع الأسباب، غيرُ ناظرين إلى مسبِّبها المتصرف فيها. {وهم عن الآخرةِ هم غافلونَ}: قد توجَّهت قلوبُهم وأهواؤهم وإراداتهم إلى الدنيا وشهواتِها وحطامِها؛ فعملتْ لها وسعتْ وأقبلتْ بها وأدبرتْ، وغفلت عن الآخرة؛ فلا الجنة تشتاقُ إليها، ولا النار تخافها وتخشاها، ولا المقام بين يدي الله ولقائه يروِّعُها ويزعِجُها، وهذا علامة الشقاء، وعنوانه الغفلة عن الآخرة. ومن العجبِ أنَّ هذا القسم من الناس قد بلغتْ بكثيرٍ منهم الفطنةُ والذكاءُ في ظاهر الدُّنيا إلى أمرٍ يحيِّر العقول ويدهش الألباب، وأظهروا من العجائِب الذَّرِّيَّةِ والكهربائيةِ والمراكب البريَّة والبحريَّة والهوائيَّة ما فاقوا به، وبرَّزوا وأعجبوا بعقولهم، ورأوا غيرهم عاجزاً عما أقدرهم اللهُ عليه، فنظروا إليهم بعين الاحتقار والازدراء، وهم مع ذلك أبلد الناس في أمرِ دينهم، وأشدُّهم غفلةً عن آخرتهم، وأقلُّهم معرفة بالعواقب. قد رآهم أهل البصائرِ النافذةِ في جهلهم يتخبَّطون، وفي ضلالهم يَعْمَهون، وفي باطِلِهم يتردَّدون، نسوا الله فأنساهم أنفسهم، أولئك هم الفاسقون، ثم نظروا إلى ما أعطاهم الله وأقدرهم عليه من الأفكار الدقيقة في الدنيا وظاهرها، وحرموا من العقل العالي، فعرفوا أنَّ الأمر لله والحكم له في عبادِهِ، إنْ هو إلا توفيقُه أو خذلانُه، فخافوا ربهم وسألوه أن يتمَّ لهم ما وهبهم من نور العقول والإيمان حتى يصلوا إليه ويحلُّوا بساحته. وهذه الأمور لو قارنها الإيمان وبُنِيَتْ عليه؛ لأثمرت الرقيَّ العالي والحياة الطيبة، ولكنها لما بُني كثيرٌ منها على الإلحاد؛ لم تثمر إلا هبوط الأخلاق وأسباب الفناء والتدمير.
7. Bu bilmeyen kimseler, eşyanın iç yüzlerini ve nihai âkıbetlerini bilmezler. Onlar ancak “dünya hayatının dış yüzünü bilirler.” Sebeplere bakar ve kendi görüşlerine göre var oluş sebepleri tahakkuk etmiş işlerin kesin olarak meydana geleceğini iddia ederler. Buna karşılık var olmalarını gerektirecek sebepleri görmedikleri işlerin, hiçbir şekilde meydana gelmeyeceğine inanırlar. Böylece sebeplerin ötesine geçemezler. Bu sebepleri yaratanın ve onlarda tasarruf edenin kudretine dikkate almazlar. “Ahiretten yana ise onlar tamamen gaflet içerisindedirler.” Bunların kalpleri, arzuları ve iradeleri yalnızca dünyaya, dünyevi arzu ve isteklere, dünyanın değersiz malına yönelmiştir. Bunun için çalışır, bunun için gayret ederler, buna yönelir, yapacaklarını bu uğurda yapar ve âhiretten gafil kalırlar. Bunların kalpleri, cenneti arzulamadığı gibi cehennem ateşinden de korkmaz. Allah’ın huzurunda durmaktan ve O’na kavuşmaktan yana da çekinmez. Bu ise bedbahtlığın açık bir alâmetidir, sebebi de âhiretten yana gafil olmaktır. Bu konuda hayret edilecek bir husus vardır ki o da şudur: Bu tür insanların büyük bir çoğunluğunun, dünyanın görünen yüzü hakkındaki zeka ve kavrayışları, akılları şaşırtacak, insanı dehşete düşürecek noktadadır. Bunlar atomla ve elektrikle ilgili öyle keşifler yapmış; kara, deniz ve hava taşıtları yönünde öyle ilerlemeler kaydetmiş bulunuyorlar ki bu hususta gerçekten üstünlük sağlamış ve öne geçmiş bulunuyorlar. Hatta kendi akıllarını kendileri de beğeniyor ve başkalarını Allah’ın kendilerini muktedir kıldığı şeylerden âciz kabul ediyorlar. O bakımdan başkalarına küçümseyici gözlerle bakıyorlar. Halbuki dinleri hususunda insanların en kavrayışsızları, en kıt akıllıları onlardır. Âhiret hususunda onlardan daha gafil hiç kimse yoktur. İşlerin akıbetlerini onlardan daha az bilen yoktur. Derin basiret sahipleri ise onların cahillikleri içerisinde şaşkınca dolaştıklarını, sapıklıkları içerisinde bocaladıklarını, batılları içinde gidip geldiklerini görmektedirler. Onların Allah’ı unuttuklarını, Allah'ın da kendilerine bizzat kendilerini unutturduğunu, böylece onların fasıkların ta kendileri olduklarını anlarlar. Yine onların Allah’ın kendilerine verdiği şeylere, kendilerini muktedir kıldığı dünya ve dünyanın zahiri ile ilgili ince fikirlere, diğer taraftan mahrum bulundukları ulvi akla bakarlar, bunu düşünürler ve emrin bütünü ile Allah’a ait olduğunu, kulları hakkında yalnız O’nun hüküm verdiğini, her şeyin O’nun muvaffak kılmasına veya yardımını esirgemesine bağlı olduğunu anlarlar. Rablerinden korkar ve kendilerine bağışlamış olduğu akıl ve iman nurunu tamamlamasını isterler ki O’na kavuşabilsinler ve O’nun himayesine girebilsinler. Bütün bu teknoloji ve ilerlemelerle birlikte iman da bulunsa ve bunlar iman temeli üzere kurulsa sonuç olarak çok üstün bir gelişme ve pek güzel bir hayat ortaya çıkar. Ancak bunların pek çoğu, Allah’ı inkâr temeli üzerine kurulduğu için onlar, ahlâkî düşüklükten, yok oluş ve tahribatın sebeplerinden başka bir sonuç vermemektedir.
Ayet: 8 - 10 #
{أَوَلَمْ يَتَفَكَّرُوا فِي أَنْفُسِهِمْ مَا خَلَقَ اللَّهُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا إِلَّا بِالْحَقِّ وَأَجَلٍ مُسَمًّى وَإِنَّ كَثِيرًا مِنَ النَّاسِ بِلِقَاءِ رَبِّهِمْ لَكَافِرُونَ (8) أَوَلَمْ يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَيَنْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ كَانُوا أَشَدَّ مِنْهُمْ قُوَّةً وَأَثَارُوا الْأَرْضَ وَعَمَرُوهَا أَكْثَرَ مِمَّا عَمَرُوهَا وَجَاءَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ فَمَا كَانَ اللَّهُ لِيَظْلِمَهُمْ وَلَكِنْ كَانُوا أَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ (9) ثُمَّ كَانَ عَاقِبَةَ الَّذِينَ أَسَاءُوا السُّوأَى أَنْ كَذَّبُوا بِآيَاتِ اللَّهِ وَكَانُوا بِهَا يَسْتَهْزِئُونَ (10)}.
8- Onlar, kendileri hakkında da mı düşünmezler? Allah gökleri, yeri ve ikisinin arasında olanları ancak hak (bir amaç) ve belli bir süre için yaratmıştır. Ama insanların çoğu, Rablerine kavuşmayı gerçekten inkâr ediyor. 9- Yeryüzünde gezip de kendilerinden öncekilerin âkıbetinin nasıl olduğuna bakmazlar mı? Zira onlar, bunlardan daha güçlü idiler. Toprağı ekip biçmişler ve yeryüzünü de bunlardan çok daha fazla imar etmişlerdi. Peygamberleri de onlara apaçık deliller getirmişti. Allah, onlara asla zulmetmedi. Fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı. 10- Sonra kötülük yapanların âkıbeti, akıbetlerin en kötüsü oldu. Çünkü onlar, Allah’ın âyetlerini yalanlıyorlar, üstelik onlarla alay da ediyorlardı.
#
{8} أي: أفلم يتفكَّر هؤلاء المكذِّبون لرسل الله ولقائه {في أنفسهم}؛ فإنَّ في أنفسهم آيات يَعْرِفُون بها أن الذي أوجدهم من العدم سيعيدُهم بعد ذلك، وأن الذي نقلهم أطواراً من نطفةٍ إلى علقةٍ إلى مضغةٍ إلى آدميٍّ قد نفخ فيه الروح إلى طفل إلى شاب إلى شيخ إلى هرم غيرُ لائقٍ أن يتركَهم سدى مهملين. لا يُنهون، ولا يُؤمرون، ولا يثابون، ولا يعاقبون. {ما خلق اللهُ السمواتِ والأرضَ وما بينهما إلاَّ بالحق}؛ أي: ليبلوكم أيكم أحسن عملاً، {وأجلٍ مسمًّى}؛ أي: مؤقَّت بقاؤهما إلى أجل تنقضي به الدنيا وتجيء القيامة، وتبدَّل الأرض غير الأرض والسماواتُ. {وإنَّ كثيراً من الناس بلقاءِ ربِّهم لكافرونَ}: فلذلك لم يستعدُّوا للقائه، ولم يصدِّقوا رسلَه التي أخبرت به.
8. Yani Allah’ın peygamberlerini ve O’na kavuşmayı yalanlayanlar “kendileri hakkında da mı düşünmezler?” Çünkü kendi varlıklarında öyle deliller vardır ki bunlar vasıtası ile kendilerini yoktan var edenin, daha sonra kendilerini dirilteceğini anlarlar. Yine kendilerini önce bir nutfe iken bir kan pıhtısına, sonra bir çiğnem ete, arkasından kendisine ruh üflenmiş bir insana, derken küçük bir bebeğe, genç bir delikanlıya, olgun bir zata, oradan da kocamış bir ihtiyara kadar aşamadan aşamaya geçiren Zatın, kendilerini başıboş ve amaçsız bir halde bırakmasının, kendilerine hiçbir emir ve yasak koymamasının, yaptıklarının mükâfat ya da cezasını onlara vermemesinin imkânsız bir şey olduğunu da kesinlikle anlarlardı. “Allah gökleri, yeri ve ikisinin arasında olanları ancak hak (bir amaç) hanginizin amelinin daha güzel olduğunu ortaya çıkarmak üzere sizi denemek için “ve belli bir süre için yaratmıştır.” Bunların varlıkları, belli bir süreye kadardır. Bu süre bitince dünyanın sonu gelecek, kıyamet kopacaktır. Yer de gökler de değiştirilip başka bir hale çevrileceklerdir. “Ama insanların çoğu, Rablerine kavuşmayı gerçekten inkâr ediyor.” Bundan dolayı O’na kavuşmak için hiçbir şekilde hazırlanmıyorlar. Bu günü haber veren peygamberlerini tasdik etmiyorlar. Bu ise hiçbir delile dayalı olmayan bir tutumdur. Bundan dolayı Yüce Allah, onları yeryüzünde dolaşmaya ve daha önce peygamberlerini yalanlayıp emirlerine muhalefet edenlerin âkıbetine ibretle bakmaya davet etmekte, bu maksatla dikkatlerini çekerek şöyle buyurmaktadır:
#
{9} وهذا الكفر عن غير دليل، بل الأدلَّة القاطعة دلَّت على البعث والجزاء، ولهذا نبَّههم على السير في الأرض والنظر في عاقبة الذين كذَّبوا رسلَهم وخالفوا أمرهم ممَّن هم أشدُّ من هؤلاء قوَّة وأكثر آثاراً في الأرض من بناء قصورٍ ومصانع ومن غرس أشجارٍ ومن زرع وإجراء أنهارٍ، فلم تُغْنِ عنهم قوَّتُهم، ولا نفعتْهم آثارُهم حين كذَّبوا رسلَهم الذين جاؤوهم بالبينات الدالات على الحقِّ وصحة ما جاؤوهم به؛ فإنَّهم حين ينظُرون في آثار أولئك؛ لم يجِدوا إلاَّ أمماً بائدةً، وخلقاً مهلَكين، ومنازل بعدهم موحشة. وذمٌّ من الخلق عليهم متتابعٌ، وهذا جزاءٌ معجَّل نموذج للجزاء الأخروي ومبتدأ له؛ وكلُّ هذه الأمم المهلَكة لم يظلِمْهُمُ الله بذلك الإهلاك، وإنما ظلموا أنفسهم وتسبَّبوا في هلاكها.
9. Yüce Allah, onların dikkatlerini yeryüzünde gezip dolaşmaya, peygamberleri yalanlayıp emirlerine muhalefet edenlerin âkıbetini ibretle görmeye çağırmaktadır. Zira onlar, kendilerinden daha güçlü idiler. Yeryüzündeki eserleri, yaptıkları binalar, saraylar, köşkler, yüksek yapılar, diktikleri ağaçlar, ekinler, akıttıkları ırmaklar pek çoktu. Ancak onlar, hakkı getiren ve getirdiklerinin doğruluğuna dair apaçık delil ve mucizeleri ortaya koyan Allah’ın peygamberlerini yalanladıkları için sahip oldukları güçlerinin kendilerine bir faydası olmadığı gibi eserlerinin de kendilerine bir faydası olmadı. İşte bu muhataplar, onların bıraktıkları eserlere bakacak olurlarsa helâk olmuş ümmetlerden ve yok olup gitmiş insanlardan başkalarını görmeyeceklerdir. Onlardan geriye ıpıssız meskenlerden başka bir şey kalmamıştır. Diğer taraftan insanlar sürekli olarak onları kötülükle anmaktadırlar. Bu akıbet, böylelerine dünyada verilen peşin bir cezadır ve uhrevî cezalarının bir numunesi ve başlangıcıdır. Helâk edilmiş olan bütün bu ümmetlere Allah, -onları helâk ettiği için- zulmetmedi. Aksine onlar kendilerine zulmettiler ve helâk edilişlerinin sebeplerini kendileri hazırladılar.
#
{10} {ثم كان عاقبةُ الذين أساؤوا}؛ أي: المسيئين {السوأى}؛ أي: الحالة السيئة الشنيعة، وصار ذلك داعياً لهم لأن {كذَّبوا بآيات الله وكانوا بها يستهزئون}: فهذا عقوبةٌ لسوئهم وذنوبهم، ثم ذلك الاستهزاء والتكذيب يكونُ سبباً لأعظم العقوبات وأعضل المثلات.
10. “Sonra kötülük yapanların âkıbeti, akıbetlerin en kötüsü oldu.” Çok kötü ve ağır bir sonuçla karşı karşıya kaldılar. Bu da onların “Allah’ın âyetlerini” yalanlamalarının bir sonucu idi. “Üstelik onlarla alay da ediyorlardı.” İşte kötülük yapmalarının ve günahlarının cezası bu oldu. Ayrıca bu alay ve yalanlayış, ahirette de en ağır cezalara ve en ibretlik cezalandırmalara sebep teşkil edecektir.
Ayet: 11 - 16 #
{اللَّهُ يَبْدَأُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ ثُمَّ إِلَيْهِ تُرْجَعُونَ (11) وَيَوْمَ تَقُومُ السَّاعَةُ يُبْلِسُ الْمُجْرِمُونَ (12) وَلَمْ يَكُنْ لَهُمْ مِنْ شُرَكَائِهِمْ شُفَعَاءُ وَكَانُوا بِشُرَكَائِهِمْ كَافِرِينَ (13) وَيَوْمَ تَقُومُ السَّاعَةُ يَوْمَئِذٍ يَتَفَرَّقُونَ (14) فَأَمَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَهُمْ فِي رَوْضَةٍ يُحْبَرُونَ (15) وَأَمَّا الَّذِينَ كَفَرُوا وَكَذَّبُوا بِآيَاتِنَا وَلِقَاءِ الْآخِرَةِ فَأُولَئِكَ فِي الْعَذَابِ مُحْضَرُونَ (16)}.
11- Allah varlıkları ilkin (yoktan) yaratıyor, ardından onları (ölümden sonra) diriltecektir. Sonra da O’na döndürüleceksiniz. 12- Kıyametin kopacağı gün günahkârlar, ümitlerini yitirip suskunluğa gömüleceklerdir. 13- Onlar için (Allah'a) koştukları ortaklar içerisinden hiçbir şefaatçi çıkmayacaktır. Hatta onlar, (Allah'a) koştukları o ortaklarını inkâr edeceklerdir. 14- Kıyametin kopacağı gün var ya, işte o gün hepsi birbirinden ayrılacaktır. 15- İman edip salih ameller işleyenlere gelince onlar, (cennet) bahçelerinde sevinç ve nimetlere kavuşacaklardır. 16- Kâfir olup âyetlerimizi ve âhirete kavuşmayı yalanlayanlara gelince; işte onlar da azabın ortasına konacaklardır.
#
{11 ـ 13} يخبر تعالى أنَّه المتفرِّدُ بإبداء المخلوقات، ثم يعيدُهم. ثم إليه يُرجعون بعد إعادتهم ليجازيهم بأعمالهم. ولهذا ذكر جزاء أهل الشرِّ ثم جزاء أهل الخير، فقال: {ويوم تقومُ الساعةُ}: ويقوم الناس لربِّ العالمين، [ويرون] القيامة عياناً، يومئذٍ {يُبْلِسُ المجرمون}؛ أي: ييأسون من كلِّ خير، وذلك أنهم ما قَدَّمُوا لذلك اليوم إلاَّ الإجرام، وهي الذنوب من كفرٍ وشركٍ ومعاصٍ، فلما قدَّموا أسباب العقاب، ولم يخلِطوها بشيءٍ من أسباب الثواب؛ أيسوا، وأبلسوا، وأفلسوا، وضلَّ عنهم ما كانوا يفترونه من نفع شركائهم وأنهم يشفعون لهم، ولهذا قال: {ولم يكن لهم من شركائِهِم}: التي عَبَدوها مع الله {شفعاءُ وكانوا بشركائِهِم كافرينَ}: تبرَّأ المشركون ممَّن أشركوهم مع الله، وتبرَّأ المعبودون وقالوا: تبرَّأنا إليك، ما كانوا إيَّانا يعبدونَ، والتعنوا وابتعدوا.
11. Yüce Allah, tek başına bütün mahlukatı ilkin kendisinin yarattığını sonra da onları tekrar yaratıp dirilteceğini haber vermektedir. Onları dirilttikten sonra amellerinin karşılığını kendilerine vermek üzere de hepsi O’na döneceklerdir. Bundan dolayı Yüce Allah, önce kötü kimselerin amellerinin cezasını, sonra da hayır işleyenlerin amellerinin karşılığını söz konusu etmekte ve şöyle buyurmaktadır: 12. “Kıyametin kopacağı gün” insanların, âlemlerin Rabbinin huzuruna çıkıp Kıyameti ayan beyan görecekler vakit “günahkârlar ümitlerini yitirip suskunluğa gömüleceklerdir.” Her türlü hayırdan ümit keseceklerdir. Çünkü onlar, o güne suç ve günahtan başka bir şey hazırlamış değillerdir. Bunlar ise küfür, şirk ve türlü masiyetlerden oluşan günahlar olacaktır. Ceza görmeyi gerektiren sebepleri getirmiş olacaklarından ve bunlarla beraber mükâfat kazanmalarını gerektiren hiçbir sebepleri olmadığından dolayı ümitlerini yitireceklerdir, suskunluğa bürünüp iflâs edecekler. Koştukları ortaklarının kendilerine fayda sağlayacağı ve şefaatçi olacağı şeklindeki zanları da asılsız çıkmış olacaktır. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: 13. “Onlar için” Allah ile birlikte tapındıkları “klar içerisinden hiçbir şefaatçi çıkmayacaktır. Hatta onlar, (Allah'a) koştukları o ortaklarını inkâr edeceklerdir.” Yani müşrikler Allah’a koştukları ortaklardan uzak olduklarını belirtecekleri gibi kendilerine tapınılanlar da onlardan ve ibadetlerinden uzak olduklarını belirtecekler ve şöyle diyeceklerdir: “Biz, Sana (bunlardan) uzak olduğumuzu arz ederiz. Onlar, gerçekte bize ibadet etmiyorlardı.” (el-Kasas, 28/63) Böylelikle birbirlerine lanet edecek ve birbirlerinden uzaklaşacaklardır.
#
{14 ـ 16} وفي ذلك اليوم يفترق أهل الخير والشرِّ كما افترقتْ أعمالهم في الدنيا. {فأمَّا الذين آمنوا وعملوا الصالحاتِ}: آمنوا بقلوبِهِم وصدَّقوا ذلك بالأعمال الصالحة {فهم في روضةٍ}: فيها سائرُ أنواع النبات وأصنافِ المشتَهَياتِ {يُحْبَرونَ}؛ أي: يُسَرَّون، وينعَّمون بالمآكل اللذيذة والأشربة والحور الحسان والخدم والوِلْدان والأصوات المطربات والسماع المشجي والمناظر العجيبة والروائح الطيبة والفرح والسرور واللَّذَّة والحبور، مما لا يقدِرُ أحدٌ أن يصفه. {وأما الذين كفروا}: وجَحَدوا نعمه، وقابلوها بالكفر، {وكذَّبوا بآياتنا}: التي جاءتهم بها رسُلُنا {فأولئكَ في العذاب مُحْضَرونَ}: فيه، قد أحاطتْ بهم جهنَّم من جميع جهاتهم، واطَّلع العذابُ الأليمُ على أفئدتهم، وشوى الحميمُ وجوهَهم، وقطَّع أمعاءَهم؛ فأين الفرق بين الفريقين؟! وأين التساوي بين المنعمين والمعذبين؟!
14. Hayır ve şer ehli, dünya hayatında amelleri ayrı ve farklı olduğu gibi o gün de birbirlerinden ayrılacaklardır. Şöyle ki: 15. “İman edip salih amel işleyenler” kalpleri ile iman eden, bu imanı da işledikleri salih amellerle doğrulayanlar (cennet) bahçelerinde sevinç ve nimetlere kavuşacaklardır.” Bu bahçede çeşitli bitkiler ve arzu edilen her türlü şeyler bulunacaktır. Orada lezzet verici yiyecekler, içecekler, güzel huriler, hizmetkarlar (vildân, gılman), neşelendirici ve zevk verici sesler, hayret verici güzel manzaralar, hoş kokular, neşe, sevinç, mutluluk vb. gibi hiç kimsenin niteliklerini anlatmaya güç yetiremeyeceği şeylerle sevince gark olacaklardır. 16. “Kâfir olup” nimeti inkâr edip ona küfürle ve nankörlükle karşılık veren, peygamberlerin kendilerine getirmiş oldukları “âyetlerimizi ve âhirete kavuşmayı yalanlayanlara gelince işte onlar da azabın ortasına konacaklardır.” Cehennem bütün yönleri ile onları çepeçevre kuşatmış, can yakıcı azap onların ta kalplerine kadar işlemiş, kaynar sular yüzlerini yakmış ve bağırsaklarını paramparça etmiş olacaktır. Her iki kesim arasındaki fark ne kadar da büyük! Nimete gark edilenlerle azaba uğratılanlar arasında eşitlik nerede?
Ayet: 17 - 19 #
{فَسُبْحَانَ اللَّهِ حِينَ تُمْسُونَ وَحِينَ تُصْبِحُونَ (17) وَلَهُ الْحَمْدُ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَعَشِيًّا وَحِينَ تُظْهِرُونَ (18) يُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَيُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَيِّ وَيُحْيِ الْأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَكَذَلِكَ تُخْرَجُونَ (19)}.
17- O halde akşama ulaştığınızda da sabaha çıktıığınızda da Allah’ı tesbih edin. 18- Göklerde ve yerde hamd yalnız O’nundur. Bir de gündüzün sonunda ve öğle vaktine ulaştığınızda (tesbih edin). 19- O, ölüden diriyi çıkartır, diriden de ölüyü çıkartır. Yeryüzünü de ölümünden sonra diriltir. İşte siz de (kabirlerinizden) böyle çıkarılacaksınız.
#
{17 ـ 18} هذا إخبارٌ عن تنزُّهه عن السوء والنقص وتقدُّسه عن أن يماثِلَه أحدٌ من الخلق، وأمرٌ للعباد أن يسبِّحوه حين يُمسون، وحين يُصبحون، ووقت العشي ووقت الظهيرة؛ فهذه الأوقات الخمسةُ أوقاتُ الصلوات الخمس، أمر الله عبادَه بالتسبيح فيها والحمدِ، ويدخُلُ في ذلك الواجب منه؛ كالمشتملة عليه الصلوات الخمس، والمستحبُّ؛ كأذكار الصباح والمساء وأدبار الصلوات وما يقترنُ بها من النوافل؛ لأنَّ هذه الأوقات التي اختارها الله لأوقات المفروضات هي أفضلُ الأوقات؛ فالتسبيحُ والتحميدُ فيها والعبادة فيها أفضلُ من غيرها، بل العبادةُ وإنْ لم تشتملْ على قول: سبحان الله؛ فإنَّ الإخلاص فيها تنزيهٌ لله بالفعل أنْ يكون له شريكٌ في العبادة، أو أن يستحقَّ أحدٌ من الخلق ما يستحقُّه من الإخلاص والإنابة.
17-18. Bu buyruklarla Yüce Allah, her türlü kötülükten ve eksiklikten münezzeh olduğunu, yaratıklardan herhangi bir kimsenin O’na denk olmadığını, böyle bir şeyden yüce ve münezzeh olduğunu haber vermekte, ayrıca kullarına akşama vardıklarında, sabaha çıktıklarında, gündüzün sonunda ve öğle vakitlerinde kendisini tesbih etmelerini emretmektedir. Bu vakitler ise beş vakit namazın vaktidir. Allah, bu vakitlerde kullarına kendisini tesbih edip hamd etmelerini emretmektedir. Bunun kapsamına beş vakit namazın içindekiler gibi farz olan tesbih ve hamdler girdiği gibi sabah akşam zikirleri ve namazların akabinde yapılan zikirler gibi müstehap olanlar da girmektedir. Çünkü Yüce Allah’ın farz namazlar için vakit olarak tayin ettiği bu zaman dilimleri, en faziletli vakitlerdir. Bu vakitlerde Allah’a hamd, tesbih ve ibadet etmek, başka vakitlerdekinden daha faziletlidir. Hatta ibadet, “Subhanallah” tesbihini ihtiva etmeyecek olsa bile ihlâs ile yapılması halinde fiilen tesbih (Allah’ın tenzih etmek) demektir. Zira fiili ibadette Allah’ın, ortağı olmaktan, yaratılmışlardan herhangi bir kimsenin O’nun hak ettiği ihlâs ve yönelişi hak etmesinden yana tenzih edilmesi söz konusudur.
#
{19} {يُخْرِجُ الحيَّ من الميِّتِ}: كما يُخرج النباتَ من الأرض الميتة، والسنبلة من الحبة، والشجرة من النواة، والفرخ من البيضة، والمؤمن من الكافر ... ونحو ذلك. {ويخرِجُ الميِّتَ من الحيِّ}: بعكس المذكور، {ويُحيي الأرضَ بعدَ موتِها}: فينزل عليها المطر وهي ميتة هامدةٌ؛ فإذا أنزل عليها الماء؛ اهتزَّتْ، ورَبَتْ، وأنبتَتْ من كلِّ زوج بهيج. {وكذلك تُخْرَجونَ}: من قبورِكم. فهذا دليلٌ قاطعٌ وبرهانٌ ساطعٌ أنَّ الذي أحيا الأرض بعد موتها فإنه يحيي الأموات؛ فلا فرقَ في نظر العقل بين الأمرين، ولا موجب لاستبعاد أحدهما مع مشاهدة الآخر.
19. “O, ölüden diriyi çıkartır.” Ölü yerden bitki, taneden başak, çekirdekten ağaç, yumurtadan civciv, kâfirden mü’min vs. çıkardığı gibi… “Diriden de ölüyü çıkartır.” Sözü edilenlerin aksinde olduğu gibi. “Yeryüzünü de ölümünden sonra diriltir.” Oraya hareketsiz ve ölü bir halde iken yağmur yağar. Üzerine yağmur inince hareketlenir, kabarır ve göz kamaştırıcı her çiftten bitkiler bitirir. “İşte siz de” kabirlerinizden “böyle çıkarılacaksınız.” Bu, ölümünden sonra yeryüzünü diriltenin ölüleri de dirilteceğine dair kesin bir belge ve göz kamaştırıcı bir delildir. Akıl açısından her ikisi arasında bir fark yoktur. Bunlardan birisini kabul etmekle birlikte diğerini uzak bir ihtimal görmeyi gerektirecek bir husus bulunmamaktadır.
Ayet: 20 - 21 #
{وَمِنْ آيَاتِهِ أَنْ خَلَقَكُمْ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ إِذَا أَنْتُمْ بَشَرٌ تَنْتَشِرُونَ (20) وَمِنْ آيَاتِهِ أَنْ خَلَقَ لَكُمْ مِنْ أَنْفُسِكُمْ أَزْوَاجًا لِتَسْكُنُوا إِلَيْهَا وَجَعَلَ بَيْنَكُمْ مَوَدَّةً وَرَحْمَةً إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ (21)}.
20- Sizi topraktan yaratmış olması da O’nun delillerindendir. Sonra siz, (çoğalıp yeryüzüne) dağılan insanlar haline geldiniz. 21- Sizin için kendi cinsinizden kendileri ile sükûn bulacağınız eşler yaratmış olması ve aranızda sevgi ve merhamet var etmesi de O’nun delillerindendir. Şüphesiz bunlarda düşünen bir toplum için ibretler vardır.
#
{20} هذا شروعٌ في تعداد آياتِهِ الدَّالَّة على انفراده بالإلهيَّة وكمال عظمته ونفوذ مشيئتِهِ وقوَّة اقتدارِهِ وجميل صنعِهِ وسعة رحمتِهِ وإحسانه، فقال: {ومن آياتِهِ أنْ خَلَقَكُم من ترابٍ}: وذلك بخلق أصل النسل آدم عليه السلام، {ثم إذا أنتُم بشرٌ تنتَشِرون}؛ [أي: الذي خلقكم من أصلٍ وَاحدٍ وَمَادَّةٍ وَاحدةٍ]، وبثَّكم في أقطار الأرض وأرجائها. ففي ذلك آيات على أنَّ الذي أنشأكم من هذا الأصل، وبثَّكم في أقطار الأرض هو الربُّ المعبود الملكُ المحمود والرحيمُ الودود، الذي سيعيدُكم بالبعث بعد الموت.
20. Bu buyruktan itibaren Yüce Allah, tek ilâh olduğuna, azametinin kemaline, meşietinin geçerliliğine, kudretinin gücüne, sanatının güzelliğine, rahmet ve ihsanının genişliğine delil teşkil eden delillerini saymaya başlamaktadır: “Sizi topraktan yaratmış olması” ki bu, insan soyunun aslını teşkil eden Âdem aleyhisselam’ın yaratılması ile olmuştur “O’nun delillerindendir. Sonra siz, (çoğalıp yeryüzüne) dağılan insanlar haline geldiniz.” Yani O, sizi tek bir asıldan ve maddeden yaratmış sonra da sizi yeryüzünün dört bir yanına yaymıştır. Bunda sizi bu asıldan yaratanın ve yeryüzünün dört bir yanına yayanın; hak mabud, Rab, hamde layık, mutlak egemen, her türlü sevgiye layık ve çok rahmetli olduğuna, ölümden sonra sizi tekrar dirilterek kendi huzuruna döndüreceğine dair pek çok deliller vardır.
#
{21} {ومن آياتِهِ}: الدالَّة على رحمتِهِ وعنايتِهِ بعباده وحكمتِهِ العظيمة وعلمِهِ المحيط، {أنْ خَلَقَ لكم من أنفسِكم أزواجاً}: تناسِبُكم، وتناسبونهنَّ، وتشاكِلُكم، وتشاكلونهن؛ {لِتَسْكُنوا إليها وجعل بينكم مودَّةً ورحمةً}: بما رتَّب على الزواج من الأسباب الجالبة للمودَّة والرحمة، فحصل بالزوجة الاستمتاع واللَّذَّة والمنفعةُ بوجود الأولاد وتربيتهم والسكون إليها؛ فلا تجد بين أحد في الغالب مثل ما بين الزوجين من المودَّة والرحمة. {إنَّ في ذلك لآياتٍ لقومٍ يتفكَّرونَ}: يُعْمِلون أفكارَهم، ويتدبَّرون آياتِ الله، وينتَقِلون من شيء إلى شيء.
21. “Sizin için kendi cinsinizden” size münasip, sizin de kendilerine münasip düştüğünüz ve sizin kendilerine kendilerinin de size benzediği “kendileri ile sükûn bulacağınız eşler yaratmış olması ve aranızda” eşler arasında evliliğe bağlı muhabbet ve merhameti gerektiren sebepler dolayısı ile “sevgi ve merhamet var etmesi de O’nun” rahmetine, kullarına inâyetine, pek büyük hikmetine, her şeyi çepeçevre kuşatan ilmine delalet eden “delillerindendir.” Eşler ile faydalanılır, zevk alınır, çocukların doğumu ve terbiyesi yönünde faydalar sağlanır, eşlerle huzur ve sükûna kavuşulur. Çoğu zaman eşler arasında gördüğümüz sevgi ve merhameti başka iki kimse arasında göremeyiz. “Şüphesiz bunlarda düşünen” yani fikirlerini kullanan, Allah’ın âyetleri üzerinde tefekkür eden ve bir husustan başka bir hususa ders çıkaran “bir toplum için ibretler vardır.”
Ayet: 22 #
{وَمِنْ آيَاتِهِ خَلْقُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَاخْتِلَافُ أَلْسِنَتِكُمْ وَأَلْوَانِكُمْ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِلْعَالِمِينَ (22)}.
22- Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun delillerindendir. Şüphesiz bunlarda bilenler için ibretler vardır.
#
{22} والعالمون: هم أهلُ العلم الذين يفهمون العِبَرَ ويتدبَّرون الآيات، والآياتُ في ذلك كثيرة: فمن آياتِ خَلْقِ {السمواتِ والأرضِ}: وما فيهما؛ أنَّ ذلك دالٌّ على عظمة سلطان الله وكمال اقتدارِهِ، الذي أوجد هذه المخلوقات العظيمة، وكمال حكمتِهِ؛ لما فيها من الإتقان، وسعة علمه؛ لأنَّ الخالق لا بدَّ أن يعلم ما خلقه؛ {ألا يَعْلَمُ مَنْ خَلَقَ}، وعموم رحمته وفضله؛ لما في ذلك من المنافع الجليلة، وأنه المريد الذي يختارُ ما يشاءُ؛ لما فيها من التخصيصات والمزايا، وأنَّه وحده الذي يستحقُّ أن يُعبد ويوحَّد؛ لأنه المنفرد بالخلق؛ فيجب أن يُفْرَدَ بالعبادة. فكل هذه أدلَّة عقليَّة نبَّه الله العقول إليها، وأمرها بالتفكُّر واستخراج العبرة منها، {و} كذلك في {اختلاف ألسنتكم وألوانكم}: على كَثْرَتِكُم وتبايُنِكُم مع أنَّ الأصل واحدٌ ومخارج الحروف واحدةٌ، ومع ذلك؛ لا تجدُ صوتين متَّفقين من كل وجه، ولا لونين متشابهين من كلِّ وجه؛ إلاَّ وتجد من الفرق بين ذلك ما به يحصُلُ التمييز. وهذا دالٌّ على كمال قدرتِهِ ونفوذِ مشيئتِهِ وعنايته بعبادِهِ ورحمتِهِ بهم، أنْ قدَّرَ ذلك الاختلاف؛ لئلاَّ يقع التشابه، فيحصل الاضطراب، ويفوت كثير من المقاصد والمطالب.
22. “Bilenler”, ibretli husususları anlayan, deliller üzerinde gereği gibi düşünen, gerçek ilim ehli kimselerdir. “Göklerin ve yerin” ve onların içinde bulunanların “yaratılması”ında Allah’ın pek çok delilleri vardır ki bazıları şunlardır: Öncelikle bu, Yüce Allah’ın egemenliğinin azametine, mutlak kudretinin kemaline bir delildir. O, bu pek büyük varlıkları var etmiştir. Bunlar, hikmetinin de kemal derecesinde olduğunu göstermektedir. Çünkü yarattığı bu varlıklar son derece sağlamdır. İlminin ne kadar geniş olduğunu da gösterir. Çünkü yaratanın, yarattığını bilmesi kaçınılmaz bir şeydir: “Hiç yaratan bilmez mi?” (el-Mülk, 67/14) Rahmet ve lütfunun genişliğini de göstermektedir. Çünkü bu yaratmada pek üstün menfaatler vardır. Dilediğini seçen mutlak irade sahibi olduğuna da delil vardır. Çünkü bu yarattıklarında dileme ve tercihe bağlı pek çok hususiyetler ve meziyetler vardır. İbadeti hak eden ve tevhid edilmesi gerekenin yalnızca O olduğuna da delil vardır. Çünkü yaratan sadece O’dur. O bakımdan yalnızca O’na ibadet etmek gerekir. İşte bütün bunlar, aklî birtakım deliller olup Yüce Allah akılların bunlara dikkat etmelerini istemiş, bunlar üzerinde tefekkür etmeyi ve bunlardan gerekli ibretleri çıkartmayı emretmiştir. Aynı şekilde “dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun delillerindendir.” Aslınız bir olmakla renkleriniz ve harflerin mahreçleri (çıkış yerleri) aynı olmakla birlikte dilleriniz farklı farklıdır. Her bakımdan birbirine uyan iki ses bulmak mümkün olmadığı gibi her bakımdan birbirine benzeyen iki renk bulmak da mümkün değildir. Mutlaka bunlar arasında birini diğerinden ayırt etmeye yarayan farklılıklar bulunmaktadır. İşte bunlar, Allah’ın kudretinin kemaline ve O’nun meşîetinin etkin oluşuna delildir. Kullarının birbirlerine benzememeleri için böyle bir farklılığı takdir etmiş olması, inâyet ve rahmetinin bir tecellisidir. Çünkü bu farklılık olmasaydı, türlü karışıklıklar ortaya çıkar ve pek çok maksat ve ihtiyacın karşılanmasına imkân bulunmazdı.
Ayet: 23 #
{وَمِنْ آيَاتِهِ مَنَامُكُمْ بِاللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَابْتِغَاؤُكُمْ مِنْ فَضْلِهِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَسْمَعُونَ (23)}
23- Geceleyin ve gündüzün uyumanız ve O’nun lütfundan (rızkınızı) aramanız da O’nun delillerindendir. Şüphesiz bunlarda kulak veren bir toplum için ibretler vardır.
#
{23} أي: سماع تدبُّر وتعقُّل للمعاني والآيات في ذلك؛ إنَّ ذلك دليلٌ على رحمة الله تعالى؛ كما قال: {ومن رحمتِهِ جَعَلَ لكم الليلَ والنهارَ لِتَسْكُنوا فيه ولِتَبْتَغوا من فضلِهِ ولعلَّكم تشكرونَ}، وعلى تمام حكمتِهِ؛ إذْ حكمتُه اقتضتْ سكون الخلق في وقت ليستريحوا [به] ويجموا، وانتشارهم في وقت لمصالحهم الدينيَّة والدنيويَّة، ولا يتمُّ ذلك إلا بتعاقُب الليل والنهار عليهم، والمنفردُ بذلك هو المستحق للعبادة.
23. Yani bu husustaki delilleri ve manaları iyice düşünmek üzere kulak kesilen ve aklını yoran kimseler için ibretler ve dersler vardır. Çünkü bunlar, Yüce Allah’ın rahmetine bir delildir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Geceyi ve gündüzü sizin için (birinde) sükûn bulasınız ve (diğerinde) lütfundan arayasınız diye yaratmış olması, O’nun rahmetindendir. Belki şükredersiniz.” (el-Kasas, 28/73) Bunlar ,aynı zamanda Yüce Allah’ın hikmetinin eksiksizliğine de delildir. Çünkü O’nun hikmeti, mahlukatın bir vakitte dinlenmeleri ve toparlanmalarını, bir diğer vakitte de dinî ve dünyevî maslahatları için etrafa yayılmalarını gerektirmiştir. Bu ise ancak gece ve gündüzün ardı ardına gelmesi ile mümkün olabilir. Tek başına bunları yapan kim ise ibadete layık olan da ancak O’dur.
Ayet: 24 #
{وَمِنْ آيَاتِهِ يُرِيكُمُ الْبَرْقَ خَوْفًا وَطَمَعًا وَيُنَزِّلُ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَيُحْيِي بِهِ الْأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ (24)}.
24- Bir korku ve ümit sebebi olarak size şimşeği göstermesi ve gökten su indirerek yeryüzünü ölümünden sonra o su ile canlandırması da O’nun delillerindendir. Şüphesiz bunda aklını kullanan bir toplum için ibretler vardır.
#
{24} أي: ومن آياتِهِ أن يُنَزِّلَ عليكم المطر الذي تحيا به البلادُ والعباد، ويريكم قبلَ نزوله مقدِّماتِهِ من الرعد والبرق الذي يُخاف ويُطمع فيه. {إنَّ في ذلك لآياتٍ}: دالَّة على عموم إحسانِهِ وسَعةِ علمِهِ وكمال إتْقانِهِ وعظيم حكمتِهِ، وأنَّه يُحيي الموتى، كما أحيا الأرض بعد موتها، {لقوم يعقلونَ}؛ أي: لهم عقولٌ تعقِلُ بها ما تسمعُه وتراه وتحفظُه، وتستدلُّ به على ما جعل دليلاً عليه.
24. Yani kendisi vasıtası ile toprağın ve kulların hayat bulduğu yağmuru üzerinize indirmesi, bu yağmurun inişinden önce de gök gürültüsü ve kendisine ümitle bakılan ve aynı zamanda korkulan şimşeği göstermesi de O’nun âyetlerindendir. “Şüphesiz bunda aklını kullanan bir toplum için ibretler vardır.” Yani işittikleri ve gördükleri üzerinde akıl yorup düşünen, onları belleyen ve bütün bunları delil olmaları gereken şeylere delil olarak görüp kabul eden kimseler için Yüce Allah’ın lütuf ve ihsanının genelliğine, ilminin genişliğine, her şeyi mükemmel ve sapasağlam yaptığına, hikmetinin azametine ve ölümünden sonra yeryüzünü dirilttiği gibi ölüleri de dirilteceğine dair pek çok deliller vardır.
Ayet: 25 - 27 #
{وَمِنْ آيَاتِهِ أَنْ تَقُومَ السَّمَاءُ وَالْأَرْضُ بِأَمْرِهِ ثُمَّ إِذَا دَعَاكُمْ دَعْوَةً مِنَ الْأَرْضِ إِذَا أَنْتُمْ تَخْرُجُونَ (25) وَلَهُ مَنْ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ كُلٌّ لَهُ قَانِتُونَ (26) وَهُوَ الَّذِي يَبْدَأُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ وَهُوَ أَهْوَنُ عَلَيْهِ وَلَهُ الْمَثَلُ الْأَعْلَى فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ (27)}.
25- Göklerin ve yerin O’nun emri ile ayakta durması da O’nun delillerindendir. Sonra O, sizi (yattığınız) yerden tek bir kez çağırdı mı hemen (kabirlerinizden) çıkıverirsiniz. 26- Göklerde ve yerde olanlar yalnız O’nundur. Hepsi de O’na boyun eğerler. 27- Varlıkları ilkin (yoktan) var eden, sonra da onları (ölümden sonra) diriltecek olan O’dur ve bu (diriltme), O’na göre daha kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce sıfat yalnız O’nundur. O, Azizdir, Hakîmdir.
#
{25} أي: ومن آياته العظيمة أنْ قامت السماواتُ والأرضُ واستقرَّتا وثبتتا لأمرِهِ، فلم يتزلزلا، ولم تسقطِ السماءُ على الأرض؛ فقدرتُه العظيمةُ التي بها أمسك السماواتِ والأرضَ أن تزولا؛ يقدِرُ بها على أنَّه إذا دعا الخلق دعوةً من الأرض؛ إذا هم يَخْرُجونَ. {لَخَلْقُ السمواتِ والأرض أكبرُ من خَلْق الناس}.
25. Yani O’nun büyük delillerinden birisi de göklerin ve yerin var olmaları, varlıklarını sürdürmeleri ve bunların O’nun emri ile sabit ve istikrarlı olmalarıdır. O nedenle bunların düzenleri bozulup sarsılmamakta ve gök yerin üzerine çökmemektedir. Gökleri ve yeri yok olmaktan koruyan büyük kudreti dolayısı iledir ki O, bütün yaratılmışlara yeryüzünden tek bir çağrıda bulunacak ve onlar da derhal bulundukları yerlerden (bu çağrıya uymak üzere) çıkıvereceklerdir: “Göklerle yerin yaratılması andolsun ki insanların yaratılışından daha büyüktür.” (el-Mümin, 40/57)
#
{26} {وله مَن في السمواتِ والأرض}: الكلُّ خلقُه ومماليكه والمتصرِّف فيهم من غير منازعٍ ولا معاونٍ ولا معارضٍ، وكلُّهم قانتون لجلالِهِ، خاضعون لكماله.
26. Bütün hepsi, O’nun yarattığı ve O’nun mülkü olan varlıklardır. Bütün bunlarda -karşı koyacak hiçbir güç olmaksızın, herhangi bir yardımcı ya da itiraz edenin varlığı söz konusu olmaksızın- tek başına dilediği gibi tasarrufta bulunan O’dur. Hepsi O’nun celâline itaat eder ve O’nun kemalinin önünde zilletle boyun eğer.
#
{27} {وهو الذي يبدأ الخَلْقَ ثم يعيدُه وهو}؛ أي: إعادةُ الخلق بعد موتهم، {أهونُ عليه}: من ابتداء خَلْقِهم، وهذا بالنسبة إلى الأذهان والعقول؛ فإذا كان قادراً على الابتداء الذي تقرُّون به؛ كان قدرتُه على الإعادة التي هي أهون أولى وأولى. ولمَّا ذكر من الآيات العظيمةِ ما به يعتبر المعتبرونَ، ويتذكَّر المؤمنون، ويستبصِرُ المهتدون؛ ذكر الأمر العظيم والمطلب الكبير، فقال: {وله المَثَلُ الأعلى في السمواتِ والأرضِ}: وهو كلُّ صفةِ كمال، والكمال من تلك الصفة، والمحبة والإنابة التامة الكاملة في قلوب عباده المخلصين والذكر الجليل والعبادة منهم؛ فالمَثَلُ الأعلى هو وصفُه الأعلى وما ترتَّب عليه، ولهذا كان أهلُ العلم يستعمِلون في حقِّ الباري قياس الأولى، فيقولون: كلُّ صفة كمال في المخلوقاتِ؛ فخالِقُها أحق بالاتِّصاف بها على وجه لا يشارِكُه فيها أحدٌ، وكلُّ نقص في المخلوق يُنَزَّهُ عنه؛ فتنزيهُ الخالق عنه من باب أولى وأحرى. {وهو العزيزُ الحكيمُ}؛ أي: له العزَّة الكاملة والحكمة الواسعة، فعزَّتُه أوجدَ بها المخلوقاتِ وأظهرَ المأموراتِ، وحكمتُه أتقنَ بها ما صَنَعَه وأحسنَ فيها ما شَرَعَه.
27. “Varlıkları ilkin (yoktan) var eden, sonra da onları (ölümden sonra) diriltecek olan O’dur ve bu” yani ölümden sonra varlıkları diriltmek “O’na göre” bunları ilkin yaratmaktan “daha kolaydır.” Bu, insanların zihin ve akıllarına göre böyledir (yoksa hepsi ona kolaydır). Yani sizlerin de itiraf ve kabul ettiğiniz üzere O, varlıkları ilkin yoktan var etmeye kadirdir ki varlıkları yeniden yaratmaya (diriltmeye) kadir olması öncelikle söz konusudur. Yüce Allah, ibret alanların ibret alabilecekleri, mü’minlerin öğüt alacakları, hidâyet bulanların basiretlerini açacak türden pek büyük delilleri söz konusu ettikten sonra en büyük hususu ve en muazzam maksadı dile getirerek şöyle buyurmaktadır: “Göklerde ve yerde en yüce sıfat yalnız O’nundur.” Bütün kemal sıfatları ve bu sıfatların da kemal derecesi yalnız O’na aittir. Sevgi, ihlâs sahibi kullarının kalplerinde yer alan mükemmel ve eksiksiz şekli ile O’na yöneliş, üstün zikir ve onların ibadetleri yalnız O’nadır. “En yüce sıfat”, O’nun en üstün şekilde vasfedilmesi ve bunun gereği olan hususların O’na ait olması demektir. Bundan dolayı ilim ehli, her şeyi yoktan var eden Yüce Allah hakkında “evleviyet kıyası”nı kullanarak şöyle derler: Mahlukatta var olan bütün kemal sıfatlarına sahip olmak, bu sıfatları yaratan yüce Zat hakkında -bu hususta kendisine hiç kimsenin ortaklığı söz konusu olmaksızın- öncelikle söz konusudur. Yaratılmış varlıkların münezzeh bulundukları her bir eksiklikten de yaratanın münezzeh olması öncelikle/evleviyetle söz konusudur. “O, Azizdir.” Yani mükemmel ve eksiksiz güç ve kudret sahibidir “Hakîmdir.” Geniş hikmete sahiptir. O, izzeti ile bütün yaratıkları var etmiş ve emirlerini açıklamıştır. Hikmeti ile de yarattığını sapasağlam yaratmış ve kullarına en güzel şer’î hükümleri bildirmiştir.
Ayet: 28 - 29 #
{ضَرَبَ لَكُمْ مَثَلًا مِنْ أَنْفُسِكُمْ هَلْ لَكُمْ مِنْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُكُمْ مِنْ شُرَكَاءَ فِي مَا رَزَقْنَاكُمْ فَأَنْتُمْ فِيهِ سَوَاءٌ تَخَافُونَهُمْ كَخِيفَتِكُمْ أَنْفُسَكُمْ كَذَلِكَ نُفَصِّلُ الْآيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ (28) بَلِ اتَّبَعَ الَّذِينَ ظَلَمُوا أَهْوَاءَهُمْ بِغَيْرِ عِلْمٍ فَمَنْ يَهْدِي مَنْ أَضَلَّ اللَّهُ وَمَا لَهُمْ مِنْ نَاصِرِينَ (29)}.
28- Allah, size kendi nefislerinizden şöyle bir misal veriyor: Sahip olduğunuz köleler içinde size verdiğimiz rızıklarda size ortak olan ve (hürler olarak) birbirinizden çekindiğiniz gibi kendilerinden çekineceğiniz derecede sizinle o rızıkta eşit (hakka sahip) olan kimse var mı? İşte akıllarını kullanan bir toplum için âyetleri böylece açıklarız. 29- Hayır! Zulmedenler bilgisizce hevâlarına uymaktadırlar. Allah’ın saptırdığını kim hidâyete ulaştırabilir ki? Onlar için hiçbir yardımcı da yoktur.
#
{28} هذا مثلٌ ضربَه الله لِقُبح الشرك وتهجينه، مثلاً من أنفسكم لا يحتاجُ إلى حلٍّ وترحال وإعمال الجِمال. {هل لكم ممَّا ملكتْ أيمانُكم من شُرَكاء فيما رَزَقْناكم}؛ أي: هل أحدٌ من عبيدكم وإمائِكم الأرقاءِ يشارِكُكم في رزقكم، وتَرَوْنَ أنَّكم وهم فيه على حدٍّ سواء. {تخافونَهم كخيفَتِكم أنفسَكُم}؛ أي: كالأحرار الشركاء في الحقيقة، الذين يُخاف من قسمه واختصاص كل شيء بحاله؟! ليس الأمر كذلك؛ فإنَّه ليس أحدٌ مما ملكت أيمانُكم شريكاً لكم فيما رَزَقَكم الله تعالى، هذا؛ ولستُم الذين خَلَقْتُموهم ورزَقْتُموهم، وهم أيضاً مماليكُ مثلُكم؛ فكيفَ تَرْضَوْنَ أن تجعلوا لله شريكاً من خلقه، وتجعلونَه بمنزلتِهِ وعديلاً له في العبادة، وأنتُم لا تَرْضَوْنَ مساواة مماليككم لكم؟! هذا من أعجب الأشياء، ومن أدلِّ شيءٍ على سَفَهِ من اتَّخذ شريكاً مع الله، وأنَّ ما اتَّخذه باطل مضمحلٌّ، ليس مساوياً لله ولا له من العبادة شيء. {كذلك نفصِّلُ الآيات}: بتوضيحها بأمثلتها {لقوم يَعْقِلونَ}: الحقائقَ ويعرِفون. وأمَّا مَنْ لا يعقِلُ؛ فلو فُصلت له الآياتُ وبينتْ له البيِّناتُ؛ لم يكن له عقلٌ يبصِرُ به ما تبيَّن، ولا لبٌّ يعقِل به ما توضَّح؛ فأهلُ العقول والألباب هم الذين يُساق إليهم الكلام، ويوجَّه الخطاب.
28. Bu, Yüce Allah’ın, şirkin çirkinliğine ve onun ne kadar fena olduğuna dair verdiği bir misaldir. Bu misal bizzat insanların kendi nefislerinden hareketle verilmiştir. Bunu anlayabilmek için uzağa gitmeye, sıkıntı ve meşakkat çekmeye gerek yoktur. “Sahip olduğunuz köleler içinde size verdiğimiz rızıklarda size ortak olan” yani eliniz altındaki köle ve cariyelerinizden herhangi bir kimse rızkınızda size ortak mıdır? “ve (hürler olarak) birbirinizden çekindiğiniz gibi kendilerinden çekineceğiniz derecede” Yani pay almasından ve her şeyi kendine mal etmesinden korkulan gerçek manadaki hür ortaklar gibi midirler? “sizinle o rızıkta eşit (hakka sahip) olan kimse var mı?” bu hususta siz onlarla kendinizi eşit görüyor musunuz? Elbette ki hayır! Kölelerinizden Yüce Allah’ın vermiş olduğu rızıklarda size ortak olan hiç kimse yoktur. Üstelik onları yaratan ve rızıklandıran da sizler değilsiniz; zira onlar da aslında sizin gibi Allah’ın kullarıdırlar. Peki bu durumda Allah tarafından yaratılmış olan varlıkları, nasıl Allah’a ortak tutarsınız? Bu varlıkları nasıl Allah’ın konumuna yükseltir ve ibadette O’na denk kabul edersiniz? Oysa sizler kölelerinizin kendinize eşit olmasına razı olmuyorsunuz. Şüphesiz ki bu, son derece şaşılacak bir husutur. Allah ile birlikte ortak koşanların kıt akıllı olduklarını ve onların edindikleri ortakların da batıl ve aslı olmayan uydurmalar olduklarını, hiçbir şekilde ibadete layık olmadıklarını, Allah’a kesinlikle eşit ve ibadette O’na ortak olamayacaklarını gösteren en açık delildir. “İşte akıllarını kullanan” ve hakikatleri kavrayıp bilen “bir toplum için âyetleri” misalleri ile izah edip “böylece açıklarız.” Akıllarını kullanmayan kimselere gelince bu gibi kimselere bütün âyetler geniş geniş açıklansa ve belgeler beyan edilse dahi bunların yapılan bu açıklamaları basiretle izleyebilecek akılları ve onları kavrayabilecek zihinleri olmadığını için bu, hiçbir fayda sağlamaz. O nedenle bu sözlere ve bu hitaplara muhatap olanlar, olgun akıl sahibi olan kimselerdir. Bu misalden Allah’tan başkasını ortak edinerek O’na ibadet eden, işlerinde O’na güvenip dayanan kimsenin hak namına hiçbir şeye sahip olmadığı açıkça ortaya çıktığına göre müşriklerin, batıl olduğu apaçık ortada bulunan ve batıllığına dair belgeler açıkça meydanda olan böyle bir işe kalkışmalarını gerektiren nedir? sorusu akıllara gelmektedir. İşte böyle akılsızca bir işi yapmalarına sebep olan şey, onların hevâlarına tâbi olmalarıdır. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{29} وإذا عُلِمَ من هذا المثال أنَّ من اتَّخذ من دون الله شريكاً يعبُدُه ويتوكَّل عليه في أموره؛ فإنه ليس معه من الحقِّ شيءٌ؛ فما الذي أوجبَ لهم الإقدامَ على أمرٍ باطل توضَّح بطلانُه وظهر برهانُه؟ أوجب لهم ذلك اتِّباع الهوى، فلهذا قال: {بل اتَّبَعَ الذين ظَلَموا أهواءَهم بغيرِ علم}: هويت أنفسُهم الناقصةُ التي ظهر من نقصها ما تعلَّق به هواها أمراً يجزِمُ العقل بفسادِهِ والفِطَرُ بردِّه بغير علم دلَّهم عليه ولا برهان قادَهُم إليه، {فمن يهدي مَن أضلَّ الله}؛ أي: لا تعجبوا من عدم هدايتهم؛ فإنَّ الله تعالى أضلَّهم بظلمهم، ولا طريقَ لهداية من أضلَّ الله؛ لأنَّه ليس أحدٌ معارضاً لله أو منازعاً له في ملكه، {ومالهم من ناصِرينَ}: ينصُرونَهم حين تحقُّ عليهم كلمةُ العذاب، وتنقطِعُ بهم الوصل والأسباب.
29. “Hayır! Zulmedenler bilgisizce hevalarına uymaktadırlar.” Yani onlar, türlü eksikliklere sahip olan nefislerinin arzusuna uydular. Bu nefislerinin eksik oluşundandır ki onlar, aklın kesinlikle tutarsız olduğuna ve fıtratın da kesinlikle reddedilmesi gerektiğine hüküm verdiği bir hususa bağlanmışlardır. Onlar, bu konuda kendilerine yol gösteren herhangi bir bilgiye sahip olmadıkları gibi hiçbir delilleri de yoktur. “Allah’ın saptırdığını kim hidâyete ulaştırabilir ki?” Yani onların hidâyeti bulamayışlarına hayret etmeyin. Çünkü zulümleri sebebi ile onları saptıran Yüce Allah’tır. Allah’ın saptırdığının, hidâyet bulmasına da imkân yoktur. Çünkü Allah’a karşı çıkabilecek, mülkünde O’na karşı koyabilecek hiçbir kimse bulunmamaktadır. “Onlar için hiçbir yardımcı da yoktur.” Haklarında azap sözünün gerçekleşeceği ve artık her türlü bağın ve ilişkinin kesileceği zaman gelince onlara yardım edecek hiçbir kimse de bulunmayacaktır.
Ayet: 30 - 32 #
{فَأَقِمْ وَجْهَكَ لِلدِّينِ حَنِيفًا فِطْرَتَ اللَّهِ الَّتِي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَا لَا تَبْدِيلَ لِخَلْقِ اللَّهِ ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ (30) مُنِيبِينَ إِلَيْهِ وَاتَّقُوهُ وَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ وَلَا تَكُونُوا مِنَ الْمُشْرِكِينَ (31) مِنَ الَّذِينَ فَرَّقُوا دِينَهُمْ وَكَانُوا شِيَعًا كُلُّ حِزْبٍ بِمَا لَدَيْهِمْ فَرِحُونَ (32)}.
30- Sen hanîf olarak yüzünü (hak) dine, Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtratına dosdoğru yönelt. Allah’ın yarattığında değiştirme olmaz. Dosdoğru din de işte budur, fakat insanların çoğu bilmezler. 31- O’na (ihlas ve tevbe) ile yönelin. O’ndan korkup sakının. Namazı da dosdoğru kılın ve müşriklerden olmayın. 32- Dinlerini parça parça eden ve çeşitli fırkalara ayrılanlardan (olmayın). Ki onlardan her bir fırka, kendi sahip olduğuyla böbürlenmektedir.
#
{30} يأمرُ تعالى بالإخلاص له في جميع الأحوال وإقامةِ دينِهِ، فقال: {فأقم وجهَكَ}؛ أي: انصبْه ووجِّهْه {للدين}: الذي هو الإسلامُ والإيمانُ والإحسان، بأن تتوجَّه بقلبك وقصدِك وبَدَنِكَ إلى إقامة شرائع الدين الظاهرة كالصلاة والزكاة والصوم والحج ونحوها، وشرائعه الباطنة كالمحبَّة والخوف والرجاء والإنابة، والإحسان في الشرائع الظاهرة والباطنة؛ بأن تعبدَ الله فيها كأنَّك تراه؛ فإنْ لم تكنْ تراه؛ فإنَّه يراك. وخص الله إقامة الوجه؛ لأنَّ إقبال الوجه تَبَعٌ لإقبال القلب، ويترتَّب على الأمرين سعيُ البدن، ولهذا قال: {حَنيفاً}؛ أي: مقبلاً على الله في ذلك معرضاً عمَّا سواه، وهذا الأمر الذي أمرناك به هو {فطرةَ الله التي فَطَرَ الناس عليها}: ووضع في عقولهم حُسْنَها واستقباحَ غيرها؛ فإنَّ جميع أحكام الشرع الظاهرة والباطنة قد وَضَعَ اللهُ في قلوب الخلق كلِّهم الميلَ إليها، فوضع في قلوبهم محبَّة الحقِّ وإيثار الحقِّ، وهذا حقيقة الفطرة. ومَنْ خَرَجَ عن هذا الأصل؛ فلعارض عرض لفطرته أفسدها؛ كما قال النبيُّ - صلى الله عليه وسلم -: «كلُّ مولودٍ يولَدُ على الفطرةِ؛ فأبواه يهوِّدانِهِ أو ينصِّرانِهِ أو يمجِّسانِهِ». {لا تبديلَ لِخَلْقِ اللهِ}؛ أي: لا أحد يبدِّلُ خلق الله فيجعلُ المخلوقَ على غير الوضع الذي وَضَعَهُ الله. {ذلك}: الذي أمَرْناك به {الدِّينُ القيِّمُ}؛ أي: الطريق المستقيم الموصل إلى الله وإلى كرامتِهِ؛ فإنَّ مَن أقام وجهه للدين حنيفًا؛ فإنَّه سالك الصراط المستقيم في جميع شرائعِهِ وطرقِهِ، {ولكنَّ أكثرَ الناسِ لا يعلمون}: فلا يتعرَّفون الدِّين القيِّم، وإنْ عرفوه؛ لم يَسْلُكوه.
30. Yüce Allah, bütün hallerde kendisine ihlâslı olunmasını ve dininin dosdoğru uygulanmasını emrederek şöyle buyurmaktadır: “Sen hanîf olarak yüzünü” İslâm, iman ve ihsandan ibaret olan (hak) dine yönelt.” Gerek kalbinle, maksat ve niyetinle, gerekse de bedeninle, bu dinin namaz, zekât, oruç, hac vb. zahirî şer’î hükümlerine de Allah’ı sevmek, O’ndan korkmak, O’na ümid bağlamak ve yönelmek gibi batınî şer’î hükümlerine de sımsıkı sarıl. Yine zahirî ve batınî şer’î hükümlerde Allah’ı görüyormuşçasına ibadet ederek, her ne kadar O’nu görmüyorsan da O’nun seni gördüğü şuuru ile bunları yaparak ihsan makamını gerçekleştir. Yüce Allah’ın özellikle yüzün yöneltilmesini söz konusu etmesi, yüzün yönelişinin kalbin yönelişine tâbi oluşundan dolayıdır. Bu ikisinin yönelişi ise bedenin de o doğrultuda çalışıp çabalamasını gerektirir. Bundan dolayı Yüce Allah burada “hanîf olarak” yani bu hususlarda yalnızca Allah’a yönelerek, O’nun dışındaki her şeyden yüz çevirip yalnızca O’na dönerek, buyurmuştur. İşte bizim sana vermiş olduğumuz bu öğüt “Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrat”tır. O, bu dinin güzelliğini, onun dışındaki yolların da çirkinliğini onların akıllarına yerleştirmiştir. Yüce Allah bütün insanların kalbinde şeriatının zahiri ve bâtınî bütün hükümlerine karşı bir meyil yaratmış, onların kalplerine hakkı sevme ve üstün tutma duygusunu yerleştirmiştir. İşte fıtratın gerçek mahiyeti de budur. Bu aslî durumun dışına çıkan kimseler ise ancak fıtratını bozan herhangi bir arızî sebebin etkisiyle çıkmışlardır. Nitekim Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Her doğan fıtrat üzere doğar. Sonra anne-babası o kimseyi yahudi, hristiyan yahut mecusi yapar.”[3] “Allah’ın yarattığında değiştirme olmaz.” Yani Allah’ın yaratışını değiştirerek yaratılmış olan bir varlığı Allah’ın yarattığı şekilden başka türlüsüne değiştirebilmek hiç kimsenin imkânı çerçevesinde değildir. “Dosdoğru” bizim sana emretmiş olduğumuz “din de işte budur.” Yani Allah’a, O’nun lütuf ve ihsan yurduna ulaştıran dosdoğru yol bu yoldur. Her kim hanif olarak bu dine yüzünü döndürürse o, bütün şer’î hükümlerde ve izlediği yollarda dosdoğru yolu izleyen biri demektir. “Fakat insanların çoğu bilmezler.” Bu dosdoğru dini bilip tanımazlar. Bilseler dahi izlemezler.
#
{31} {منيبينَ إليه واتَّقوه}: وهذا تفسيرٌ لإقامة الوجه للدين؛ فإنَّ الإنابةَ إنابةُ القلب وانجذابُ دواعيه لمراضي الله تعالى، ويلزم من ذلك عملُ البدن بمقتضى ما في القلب، فشمل ذلك العبادات الظاهرة والباطنة، ولا يتمُّ ذلك إلا بترك المعاصي الظاهرة والباطنة؛ فلذلك قال: {واتَّقوه}؛ فهذا يشملُ فعلَ المأمورات وتركَ المنهيات، وخصَّ من المأمورات الصلاةَ لكونها تدعو إلى الإنابة والتقوى لقوله تعالى: {وأقم الصلاةَ إنَّ الصَّلاةَ تَنْهى عن الفحشاءِ والمنكرِ}: فهذا إعانتها على التقوى، ثم قال: {وَلَذِكْرُ الله أكبرُ}: فهذا حثُّها على الإنابةِ. وخصَّ من المنهيَّات أصلَها، والذي لا يُقبل معه عملٌ، وهو الشركُ، فقال: {ولا تكونوا من المشركين}: لكونِ الشرك مضادًّا للإنابة التي رُوحها الإخلاصُ من كلِّ وجه.
31. “O’na (ihlas ve tevbe) ile yönelin. O’ndan korkup sakının.” Bu, yüzün dine dosdoğru çevrilmesinin açıklamasıdır. Allah'a yönelmek, kalbin O’na yönelmesi ve O’nu razı edecek şeylere bağlanması demektir. Bu da bedenin, kalpte bulunanlar doğrultusunda amel etmesini gerektirir. Bu ise zahiri ve batıni ibadetleri yerine getirmeyi kapsar. Gizli açık bütün masiyetler terk edilmedikçe de bu tamam ermez. Bundan dolayı Yüce Allah: “O’ndan korkup sakının” buyurmaktadır. Bu da bütün emirleri yerine getirip yasakları terk etmeyi kapsar. Devamla bu emirler içerisiden özellikle namaz söz konusu edilerek: “Namazı da dosdoğru kılın” buyrulmaktadır. Çünkü namaz, Yüce Allah’a yönelmeye ve O’ndan korkup sakınmaya (takvâya) davet eder. Nitekim Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: “Namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz insanı hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar.” Bu, namazın takvaya yardımcı olduğunu dile getirmektedir. “Allah’ı zikretmek elbette en büyüktür.” (el-Ankebut, 29/45) Bu da namazın Allah’a yönelmeye teşvik ettiğini dile getirmektedir. Daha sonra da yasaklar arasından bütün yasakların temelini teşkil eden ve onunla birlikte hiçbir amelin kabul edilmesinin söz konusu olmadığı şirk özellikle zikredilerek “ve müşriklerden olmayın” buyrulmaktadır. Çünkü şirk, ruhu ihlas olan Allah’a yönelişe taban tabana zıttır. Daha sonra Yüce Allah müşriklerin halinin çirkinliğini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{32} ثم ذَكَرَ حالة المشركين مهجِّناً لها ومقبِّحاً، فقال: {من الذين فَرَّقوا دينَهم}: مع أنَّ الدين واحدٌ، وهو إخلاصُ العبادة لله وحدَه، وهؤلاء المشركون فرَّقوه: منهم من يعبدُ الأوثان والأصنام، ومنهم من يعبدُ الشمس والقمر، ومنهم من يعبدُ الأولياء والصالحين، ومنهم يهودٌ، ومنهم نصارى، ولهذا قال: {وكانوا شِيَعاً}؛ أي: كلُّ فرقةٍ من فرق الشرك تاهتْ وتعصَّبتْ على نصرِ ما معها من الباطل ومنابذةِ غيرِهِم ومحاربتِهم. {كلُّ حزبٍ بما لديهم}: من العلوم المخالفة لعلوم الرسل {فرِحونَ}: به يحكُمون لأنفسِهم بأنَّه الحقُّ وأنَّ غيرهم على باطل. وفي هذا تحذيرٌ للمسلمين من تشتُّتهم وتفرُّقهم فرقاً، كلُّ فريق يتعصَّبُ لما معه من حقٍّ وباطلٍ، فيكونون مشابهين بذلك للمشركين في التفرُّق، بل الدين واحدٌ، والرسول واحدٌ، والإله واحدٌ، وأكثر الأمور الدينيَّة وقع فيها الإجماع بين العلماء والأئمَّة، والأخوَّة الإيمانيَّة قد عقدها الله وربَطَها أتمَّ ربط؛ فما بالُ ذلك كلِّه يُلغى ويُبنى التفرُّقُ والشقاقُ بين المسلمين على مسائل خفيَّةٍ أو فروع خلافيَّةٍ يضلِّلُ بها بعضُهم بعضاً ويتميَّز بها بعضُهم عن بعضٍ؟! فهل هذا إلاَّ من أكبر نزغات الشيطانِ وأعظم مقاصدِهِ التي كاد بها المسلمين؟! وهل السعي في جمع كلمتهم وإزالةِ ما بينَهم من الشقاق المبنيِّ على ذلك الأصل الباطل إلاَّ من أفضل الجهادِ في سبيل الله وأفضلِ الأعمال المقرِّبة إلى الله؟! ولما أمر تعالى بالإنابة إليه، وكان المأمور بها هي الإنابة الاختيارية، التي تكون في حالِ العسر واليسر والسَّعة والضيق؛ ذكر الإنابة الاضطراريَّة التي لا تكون مع الإنسان إلاَّ عند ضيقِهِ وكربِهِ؛ فإذا زال عنه الضيق؛ نَبَذَها وراء ظهرِهِ، وهذه غيرُ نافعةٍ، فقال:
32. Din, tektir. O da Yüce Allah’a ihlâsla ibadet etmektir. Bununla beraber müşrikler, “dinlerini parça parça eden” kimselerdir. Çünkü onlardan kimisi putlara ve heykellere ibadet etmekte, kimisi aya ve güneşe tapınmakta, kimileri de velilere ve salihlere ibadet etmektedir. Kimileri de Yahudi ve hristiyandır. Bundan dolayıdır Allah “çeşitli fırkalara ayrılanlardan” buyurmaktadır. Yani şirk fırkalarından her bir fırka, yoldan çıkmıştır ve sahip olduğu bâtıla destek olmaya taassupla gayret eder, bu uğurda kendilerinden başka kimselerle çekişir ve savaşır. “onlardan her bir fırka, kendi sahip olduğuyla böbürlenmektedir.” Peygamberlerin getirdikleri bilgilere aykırı olan kendi bilgileriyle sevinip şımarmakta, kendi bilgilerinin hak olduğuna, kendilerinin dışında kalanlarınkinin ise batıl olduğuna hükmetmektedirler. Bu buyrukta müslümanların fırkalara ayrılıp bölük bölük olmaları, her bir kesimin sahip olduğu hak ve batıla taassupla bağlanarak fırkalaşma konusunda müşriklere benzeyen kimseler olmalarına karşı bir uyarı bulunmaktadır. Çünkü din de peygamber de ilâh da tektir. Dinî emirlerin pek çoğunda ise alimler arasında icma vardır. Üstelik Allah, iman kardeşliğini kesin hükme bağlamış ve bunu en mükemmel şekli ile tesis etmiştir. O halde bütün bunların görmezlikten gelinip net olmayan yahut da görüş ayrılığının mümkün olduğu fer’i meseleler esas alınarak bunlar üzerinde müslümanlar arasında tefrika ve ayrılık çıkartmanın, her bir kesimin diğerini sapıklıkla itham etmesinin, birbirlerinden ayrışmasının manası nedir? Bu, şeytanın en büyük aldatmalarından ve müslümanlara kurmuş olduğu tuzakların en büyüklerinden değil de nedir? Müslümanları bir araya getirmek ve bu türden batıl esaslara dayalı olan ayrılıkları gidermek için çalışmak, Allah yolundaki cihadın en faziletlilerinden ve Yüce Allah’a yakınlaştırıcı amellerin en değerlilerinden değil midir? Yüce Allah kendisine yönelmeyi -ki emrolunan yöneliş zorlukta da kolaylıkta da varlıkta da darlıkta de söz konusu olan, kişinin irade ve tercihi ile ortaya çıkan bir yöneliştir- emrettikten sonra bir de ancak insanın dara ve bunalıma düşmesi halinde söz konusu olan mecburi yönelişini zikretmektedir. Bu tür yönelişte insan, darlık ve sıkıntıdan kurtuldu mu artık onu bir daha hatırlamaz, yönelişi aklından geçirmez. İşte böyle bir yönelişin hiçbir faydası yoktur. O bakımdan Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 33 - 35 #
{وَإِذَا مَسَّ النَّاسَ ضُرٌّ دَعَوْا رَبَّهُمْ مُنِيبِينَ إِلَيْهِ ثُمَّ إِذَا أَذَاقَهُمْ مِنْهُ رَحْمَةً إِذَا فَرِيقٌ مِنْهُمْ بِرَبِّهِمْ يُشْرِكُونَ (33) لِيَكْفُرُوا بِمَا آتَيْنَاهُمْ فَتَمَتَّعُوا فَسَوْفَ تَعْلَمُونَ (34) أَمْ أَنْزَلْنَا عَلَيْهِمْ سُلْطَانًا فَهُوَ يَتَكَلَّمُ بِمَا كَانُوا بِهِ يُشْرِكُونَ (35)}.
33- İnsanların başına bir sıkıntı gelince Rablerine yönelerek O’na dua ederler. Sonra onlara katından bir rahmet tattırınca bakarsın ki onlardan bir grup Rablerine ortak koşar. 34- Böylece kendilerine verdiklerimize nankörlük ederler. (Geçici dünyadan) faydalanın bakalım, yakında bileceksiniz. 35- Yoksa Biz onlara kesin bir delil indirdik de o, onlara ortak koşmalarını mı söylüyor?
#
{33 ـ 34} {وإذا مَسَّ الناسَ ضُرٌّ}: مرضٌ أو خوفٌ من هلاك ونحوه، {دَعَوْا ربَّهم منيبين إليه}: ونسوا ما كانوا به يشرِكون في تلك الحال؛ لعلمِهم أنَّه لا يكشفُ الضُّرَّ إلاَّ الله، فَـ {إذَا أذاقَهُم منه رحمةً}: شفاهم من مرضهم وآمَنَهم من خوفهم، {إذا فريقٌ منهم}: ينقُضون تلك الإنابةَ التي صدرت منهم، ويشرِكون به مَنْ لا دَفَعَ عنهم ولا أغنى ولا أفقر ولا أغنى، وكلُّ هذا كفرٌ بما آتاهم اللَّه ومنَّ به عليهم حيثُ أنجاهم وأنقَذَهم من الشدَّة وأزال عنهم المشقَّة؛ فهلاَّ قابلوا هذه النعمة الجليلة بالشُّكر والدوام على الإخلاص له في جميع الأحوال؟!
33. “İnsanların başına” hastalık yahut helâk olmak korkusu vb. “bir sıkıntı gelince Rablerine yönelerek O’na dua ederler.” Bu sıkıntılarını Allah’tan başka giderecek kimse olmadığını kesinlikle bildiklerinden dolayı bu halde Allah’a koştukları ortakları unuturlar. “Sonra onlara katından bir rahmet tattırınca” hastalıklarından sonra şifa verir, korkularından sonra güven verirse “bakarsın ki onlardan bir grup” kendilerinden sadır olan bu Allah’a yönelişi terk edip boşa çıkartırlar ve “Rablerine ortak koşarlar.” Kendilerini sıkıntıdan kurtaramayan, onlara fayda sağlayamayan, onları fakir de zengin de kılamayan varlıkları O’na ortak koşarlar. 33. Bütün bunlar ise Allah’ın kendilerine verdiklerine, O’nun lütuf ve ihsanlarına karşı bir nankörlüktür. Çünkü onları darlık ve sıkıntıdan kurtarmış, içinde bulundukları meşakkatleri gidermiştir. O halde onların bu üstün ve değerli nimete karşı şükretmeleri ve bütün hallerde yalnızca O’na ihlâsla ibadet etmeleri gerekmez mi?
#
{35} {أم أنزَلْنا عليهم سلطاناً}؛ أي: حجَّة ظاهرةً، {فهو}؛ أي: ذلك السلطان {يتكلَّمُ بما كانوا به يشرِكون}: ويقول لهم: اثْبُتوا على شِرْكِكُم واستمرُّوا على شكِّكُم؛ فإنَّ ما أنتم عليه هو الحقُّ، وما دعتكم الرسلُ إليه باطل؛ فهل ذلك السلطان موجودٌ عندهم حتى يوجِبَ لهم شدَّة التمسُّك بالشرك؟ أم البراهين العقليَّة والسمعيَّة والكتب السماويَّة والرسل الكرام وسادات الأنام قد نَهَوْا أشدَّ النهي عن ذلك، وحذَّروا من سلوك طرقه الموصلة إليه، وحكموا بفساد عقل ودين من ارتكبه؟! فشركُ هؤلاء بغير حجَّة ولا برهانٍ، وإنَّما هو أهواء النُّفوس ونَزَغات الشيطانِ.
35. “Yoksa Biz onlara kesin bir delil” apaçık bir belge “indirdik de o” bu indirdiğimiz delil “onlara ortak koşmalarını mı söylüyor?” Şirkiniz üzere sebat gösterin, şirkinizi sürdürün mü diyor? Sizin izlemekte olduğunuz bu yol gerçektir, peygamberlerin davet ettikleri yol ise batıldır, mı diyor? Acaba onların elinde böyle bir delil var da bu delil, onların şirke böylece sıkı sıkıya sarılmalarını mı gerektiriyor? Yoksa akli ve nakli deliller, semavî kitaplar, şerefli peygamberler, insanların önderleri bunu en ileri derecede yasaklamış, buna götüren yolları izlemekten sakındırmış, böyle bir suçu işleyenlerin akıllarının ve dinlerinin bozuk olduğuna hüküm mü vermişledir? Bunların delilsiz ve belgesiz olarak ortak koşmaları, ancak nefislerinin, hevâlarının ve şeytanların saptırmalarının bir neticesidir.
Ayet: 36 - 37 #
{وَإِذَا أَذَقْنَا النَّاسَ رَحْمَةً فَرِحُوا بِهَا وَإِنْ تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيهِمْ إِذَا هُمْ يَقْنَطُونَ (36) أَوَلَمْ يَرَوْا أَنَّ اللَّهَ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَاءُ وَيَقْدِرُ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ (37)}.
36- İnsanlara bir rahmet tattırdığımızda ondan dolayı şımarırlar. Kendi işledikleri yüzünden başlarına bir kötülük gelince de hemen ümitsizliğe kapılırlar. 37- Görmezler mi ki Allah rızkı dilediğine bol verir (dilediğine de) kısar. Şüphesiz bunda iman eden bir toplum için ibretler vardır.
#
{36 ـ 37} يخبر تعالى عن طبيعة أكثر الناس في حال الرخاء والشدَّة أنَّهم إذا أذاقهم الله منه رحمةً من صحَّةٍ وغنى ونصرٍ ونحو ذلك؛ فرحوا بذلك فرحَ بَطَرٍ لا فرح شُكْرٍ وتبجُّح بنعمة الله. {وإنْ تُصِبْهم سيئةٌ}؛ أي: حالٌ تسوؤهم، وذلك {بما قدَّمت أيديهم}: من المعاصي، {إذا هم يَقْنَطون}: ييأسون من زوال ذلك الفقر والمرض ونحوه، وهذا جهلٌ منهم وعدم معرفة. {أوَلَمْ يرَوْا أنَّ الله يبسطُ الرزقَ لمن يشاء وَيَقْدِرُ}: فالقنوط بعدما علم أن الخير والشرَّ من الله والرزق سعته وضيقه من تقديره ضائعٌ ليس له محلٌّ؛ فلا تنظر أيُّها العاقل لمجرَّد الأسباب، بل اجعلْ نَظَرَكَ لمسبِّبها، ولهذا قال: {إنَّ في ذلك لآياتٍ لقوم يؤمنون}: فهم الذين يعتبِرونَ ببسطِ الله لِمَنْ يشاءُ وقَبْضِهِ، ويعرفون بذلك حكمة الله ورحْمته وجوده وجذب القلوب لسؤالِهِ في جميع مطالب الرزق.
36. Yüce Allah, insanların çoğunun bolluk ve darlık karşısındaki tutumunu bize haber vermektedir. Şöyle ki Allah onlara kendi nezdinden sağlık, zenginlik, zafer vb. bir rahmet tattıracak olursa, onlar bundan dolayı şükür ve Allah’ın nimeti dolayısıyla sevinmek anlamıyla değil de azgınlık ve şımarıklık manasında sevinirler. “Kendi işledikleri” güahlar “yüzünden başlarına bir kötülük” hoşlarına gitmeyen bir hal “gelince de hemen ümitsizliğe kapılırlar.” O fakirliklerinin, hastalıklarının ve benzeri darlık hallerinin son bulmasından yana ümit keserler, o halin sürekli kalacağını düşünürler. Bu ise onların cahilliklerinin ve bilgisizliklerinin bir neticesidir. 37. “Görmezler mi ki Allah rızkı dilediğine bol verir (dilediğine de) kısar.” Hayır ve şerrin Allah’tan olduğu, rızkın darlık ve genişliğinin O’nun takdirinin bir neticesi olduğu bilindikten sonra ümit kesmek gereksizdir, yersizdir. Öyleyse ey aklı başında olan kişi! Yalnızca sebeplere bakma; aksine sen bu sebeplerin yaratıcısına, müsebbibine bak! Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz bunda iman eden bir toplum için ibretler vardır.” Zira Allah’ın dilediği kimseye rızkı genişletmesinden ya da kısmasından dolayı ibret alacaklar, onlardır. Onlar, bu yolla Allah’ın hikmet ve rahmetini, cömertliğini, kendisinden her türlü rızıkların istenmesi yönünde talepte bulunulması için kalpleri kendisine yönelten ilâhî hikmeti anlayıp kavrarlar.
Ayet: 38 - 39 #
{فَآتِ ذَا الْقُرْبَى حَقَّهُ وَالْمِسْكِينَ وَابْنَ السَّبِيلِ ذَلِكَ خَيْرٌ لِلَّذِينَ يُرِيدُونَ وَجْهَ اللَّهِ وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ (38) وَمَا آتَيْتُمْ مِنْ رِبًا لِيَرْبُوَ فِي أَمْوَالِ النَّاسِ فَلَا يَرْبُو عِنْدَ اللَّهِ وَمَا آتَيْتُمْ مِنْ زَكَاةٍ تُرِيدُونَ وَجْهَ اللَّهِ فَأُولَئِكَ هُمُ الْمُضْعِفُونَ (39)}.
38- Akrabaya, yoksula ve yolda kalmışa haklarını ver. Bu, Allah’ın rızasını isteyenler için daha hayırlıdır. İşte felaha erenler de onlardır. 39- İnsanların malları içinde artış göstersin diye verdiğiniz hiçbir faiz, Allah katında artmaz. Ama Allah’ın rızasını isteyerek verdiğiniz zekât var ya, işte böyle yapanlar (mükâfatlarını kat kat) artırırlar.
#
{38} أي: فأعطِ القريب منك ـ على حسب قربِهِ وحاجتِهِ ـ حقَّه الذي أوجبه الشارع أو حضَّ عليه من النفقةِ الواجبة والصدقةِ والهديَّة والبرِّ والسلام والإكرام والعفوِ عن زلَّته والمسامحة عن هفوتِهِ، وكذلك آتِ المسكين الذي أسْكَنَهُ الفقرُ والحاجةُ ما تُزيل به حاجَتَه وتدفعُ به ضرورتَه من إطعامه وسقيه وكسوتِهِ. {وابنَ السبيل}: الغريب المنقطع به في غير بلدِهِ، الذي في مظنَّة شدَّة الحاجة، وأنَّه لا مال معه ولا كسب قد دَبّر نفسَه به في سفره؛ بخلاف الذي في بلده؛ فإنَّه وإن لم يكن له مالٌ، لكن لا بدَّ في الغالب أن يكونَ في حرفةٍ أو صناعةٍ ونحوها تسدُّ حاجته، ولهذا جعل الله في الزَّكاة حصةً للمسكين وابن السبيل. {ذلك}؛ أي: إيتاء ذي القربى والمسكين وابن السبيل: {خيرٌ للذين يريدون}: بذلك العمل {وَجْهَ الله}؛ أي: خير غزيرٌ وثوابٌ كثيرٌ؛ لأنَّه من أفضل الأعمال الصالحة، والنفعُ المتعدِّي الذي وافق محلَّه المَقْرونُ به الإخلاص؛ فإن لم يُرَدْ به وجهُ الله؛ لم يكن خيراً للمعطي، وإن كان خيراً ونفعاً للمعطى؛ كما قال تعالى: {لا خيرَ في كثير مِن نَجْواهم إلاَّ مَنْ أمر بصدقةٍ أو معروفٍ أو إصلاح بينَ الناس}: مفهومُها أنَّ هذه المستثنيات خيرٌ؛ لنفعها المتعدِّي، ولكن مَنْ يفعلُ ذلك ابتغاء مرضاة الله؛ فسوف نؤتيه أجراً عظيماً، وقوله: {وأولئك}: الذين عملوا هذه الأعمالَ وغيرَها لوجه الله، {هم المفلحون}: الفائزونَ بثواب الله الناجون من عقابه.
38. Yani sana yakın olan kimseye yakınlığına ve ihtiyacına göre Şâri’nin farz kıldığı yahut da teşvik etmiş olduğu nafaka, sadaka, hediye, iyilik, selâm, ikram, hatasını affetmek, kusurlarını müsamaha ile karşılamak gibi haklarını ver! Aynı şekilde fakirlik ve ihtiyacı dolayısı ile adeta kımıldayamaz hale gelmiş yoksula (miskine) ihtiyacını ortadan kaldıracak, yemek, su, giysi vb. gibi zaruri ihtiyaçlarını giderecek kadarını ver. Kendi vatanında bulunmayan, beraberinde herhangi bir mal ve yolculuğunda ihtiyacını karşılayabileceği bir kazancı bulunmayan yolda kalmış yolcuya da hakkını ver! Zira genelde bu kimse çok muhtaç düşmüş olur. Kendi memleketinde bulunan kimse ise böyle değildir. Zira bir kimse kendi beldesinde ise malı bulunmasa dahi çoğu hallerde ihtiyacını karşılayabilecek bir imkâna sahip olur ve bir yol bulur. Bundan dolayı Yüce Allah, hem yoksula (miskîne) hem de yolda kalmışa zekâttan pay ayırmıştır. “Bu” yani akrabaya, yoksula ve yolcuya bir şeyler vermek, “Allah’ın rızasını” bu gibi amellerle kazanmak “isteyenler için daha hayırlıdır.” Bu hayır, pek büyüktür, sevabı da pek çoktur. Çünkü bunlar, salih amellerin en faziletlilerindendir. Ayrıca faydası kişiyi aşıp onunla sınırlı kalmayan ve yerini bulan ihlâsla yapılmış salih amellerdir. Ancak bunlarla Allah’ın rızasını gözetilmezse her ne kadar bu, kendisine bir şeyler verilenler için yararlı olsa da verenler açısından hiçbir hayır ve fayda içermez. Nitekim Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: “Bir sadaka vermeyi veya bir iyilik yapmayı, yahut insanlar arasını düzeltmeyi emredeninkinden başka, onların fısıldaşmalarının bir çoğunda hayır yoktur.” (en-Nisâ, 4/114) Bundan anlaşılan şu ki bu tür işler, faydaları yapan kişiyi aşıp başkalarına ulaştığından ötürü hayırdır. Ancak bunları yalnızca Allah’ın rızası için yapanlar, bu verdiklerinin karşılığında büyük ecir alırlar. “İşte” bu amelleri ve başkalarını yalnızca Allah için yapanlar “felaha erenler” Allah’ın mükâfatını elde edip cezasından kurtulanlar “onlardır.” Yüce Allah yalnızca kendi rızası gözetilerek yapılan infak türü amelleri söz konusu ettikten sonra dünyevî bir maksatla yapılan amelleri de söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{39} ولمَّا ذكر العمل الذي يُقْصَدُ به وجهُه من النفقات؛ ذكر العمل الذي يُقْصَدُ به مَقْصِدٌ دنيويٌّ، فقال: {وما آتيتُم من ربا لِيَرْبُوا في أموال الناس}؛ أي: ما أعطيتم من أموالكم الزائدة عن حوائجكم، وقصدُكم بذلك أن يَرْبُوَ؛ أي: يزيد في أموالكم؛ بأن تُعطوها لمن تطمعون أن يعاوِضكم عنها بأكثر منها؛ فهذا العمل لا يربو أجرُهُ عند الله؛ لكونه معدومُ الشرط الذي هو الإخلاص. ومثل ذلك العملُ الذي يُراد به الزيادة في الجاه والرياء عند الناس؛ فهذا كلُّه لا يربو عند الله. {وما آتيتُم من زكاةٍ}؛ أي: مال يطهِّرِكم من الأخلاق الرَّذيلة، ويطهِّر أموالكم من البُخل بها، ويزيدُ في دفع حاجة المعطى؛ {تريدونَ}: بذلك {وجهَ الله فأولئك هم المُضْعِفونَ}؛ أي: المضاعَف لهم الأجر، الذين تربو نفقاتُهم عند الله، ويُربيها اللهُ لهم، حتى تكونَ شيئاً كثيراً، ودلَّ قولُه: {وما آتَيْتُم من زكاةٍ}: أنَّ الصدقة مع اضطرارِ من يَتَعَلَّق بالمنفق أو مع دَيْنٍ عليه لم يَقْضِهِ ويقدِّمُ عليه الصدقَة؛ أنَّ ذلك ليس بزكاةٍ يؤجَر عليه العبد، ويُرَدُّ تصرُّفُه شرعاً؛ كما قال تعالى في الذي يُمْدَحُ: {الذي يؤتي ماله يتزكَّى}؛ فليس مجردُ إيتاءِ المال خيراً، حتى يكون بهذه الصفة، وهو أن يكونَ على وجهٍ يَتَزَكَّى به المؤتي.
39. “İnsanların malları içinde artış göstersin diye verdiğiniz hiçbir faiz, Allah katında artmaz” Yani sizler ihtiyaçlarınızdan arta kalan mallarınızı daha fazla karşılık vereceğini umduğunuz kimselere mallarınızın artış göstermesi kastı ile verecek olursanız, sizin bu ameliniz Allah nezdinde hiçbir şekilde artıp çoğalmaz, mükâfat görmez. Çünkü bu amelinizin taşıması gereken ihlâs şartı bulunmamaktadır. İnsanlar nezdinde riyakârlık, makam ve mevki noktasında bir ilerleyiş maksadı ile yapılan ameller de böyledir. Bunların hiçbiri Allah nezdinde bereketlenmez, artmaz. “Ama Allah’ın rızasını isteyerek verdiğiniz zekât var ya” yani sizleri aşağılık huylardan mallarınızı da cimrilik ve onlara tutkunluktan arındırıp temizleyecek, kendisine malın verildiği kimsenin ihtiyacını giderecek herhangi bir malı vermek sureti ile Allah’ın rızasını arayacak olursanız “işte böyle yapanlar” kendileri için mükâfatları (kat kat) artırırlar.” İşte bunların infakları Allah nezdinde artar ve bunları Allah o kimseler için pek çok oluncaya kadar çoğaltır. Yüce Allah’ın: “verdiğiniz zekât” buyruğu, infâk edeceği şeye zaruri ihtiyacı olan yahut da ödeyemediği borcu bulunan ama bunları bırakıp sadakaya öncelik veren kulun bu sadakasının, ecir kazanabileceği bir zekât olmadığına ve bu tasarrufunun şer’an geçerli de olmadığına delildir. Nitekim Yüce Allah, övdüğü kimseler hakkındaki: “Malını temizlenmek için veren...” (el-Leyl, 92/18) buyruğu da buna delildir. Dolayısı ile bu niteliği taşımadıkca malın verilmesi tek başına bir hayır değildir. Bu nitelik ise malı gerçekten onunla arınabilecek bir halde iken vermektir.
Ayet: 40 #
{اللَّهُ الَّذِي خَلَقَكُمْ ثُمَّ رَزَقَكُمْ ثُمَّ يُمِيتُكُمْ ثُمَّ يُحْيِيكُمْ هَلْ مِنْ شُرَكَائِكُمْ مَنْ يَفْعَلُ مِنْ ذَلِكُمْ مِنْ شَيْءٍ سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ (40)}.
40- Allah, sizi yaratan, sonra size rızık veren, sonra sizi öldürecek daha sonra da diriltecek olandır. Sizin (Allah'a koştuğunuz) ortaklarınız içinde bu işlerden birini olsun yapabilen var mıdır? O, onların ortak koştuklarından/koşmalarından yüce ve münezzehtir.
#
{40} يخبر تعالى أنَّه وحده المنفرد بخلقكم ورزقكم وإماتتكم وإحيائكم، وأنه ليس أحدٌ من الشركاء التي يدعوها المشركون مَنْ يشارِكُ الله في شيءٍ من هذه الأشياء؛ فكيف يشرِكون بِمَنِ انفردَ بهذه الأمور من ليس له تصرُّفٌ فيها بوجهٍ من الوجوه؟ فسبحانَه وتعالى، وتقدَّس، وتنزَّه، وعلا عن شِرْكِهِم؛ فلا يضرُّه ذلك، وإنَّما وبالُه عليهم.
40. Yüce Allah insanları yaratanın, rızıklandıranın, onları öldürüp sonra da diriltecek olanın yalnız kendisi olduğunu, müşriklerin ortak koşarak tapındıkları ve dua ettikleri ortaklar içerisinde bu hususlardan birinde bile Allah’a ortak olacak biri bulunmadığını haber vermektedir. O halde bütün bu hususları tek başına yapan zata, nasıl olur da hiçbir yönüyle bunlarda herhangi bir tasarruf imkânı bulunmayan varlıkları ortak koşabiliyorlar? O, onların ortak koşmalarından yücedir, münezzehtir, pek üstündür. Bu ortak koşmanın O’na bir zararı yoktur, bunun vebali kendilerine aittir.
Ayet: 41 #
{ظَهَرَ الْفَسَادُ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ بِمَا كَسَبَتْ أَيْدِي النَّاسِ لِيُذِيقَهُمْ بَعْضَ الَّذِي عَمِلُوا لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ (41)}
41- İnsanların kendi elleri ile kazandıklarından ötürü karada ve denizde fesat baş gösterdi. Böylece Allah, yaptıklarının bir kısmını onlara tattırır. Belki dönerler.
#
{41} أي: استعلن {الفسادُ في البرِّ والبحرِ}؛ أي: فساد معايشهم ونقصها وحلول الآفات بها وفي أنفسهم من الأمراض والوباء وغير ذلك، وذلك بسبب ما قدَّمَتْ أيديهم من الأعمال الفاسدةِ المفسدةِ بطبعها. هذه المذكورة، {لِيُذيقَهم بعضَ الذي عملوا}؛ أي: ليعلموا أنَّه المجازي على الأعمال، فعجَّل لهم نموذجاً من جزاء أعمالهم في الدنيا؛ {لعلَّهم يرجِعونَ}: عن أعمالهم التي أثَّرت لهم من الفساد ما أثَّرت، فتَصْلُحُ أحوالُهم، ويستقيمُ أمرُهم؛ فسبحان من أنعم ببلائِهِ، وتفضَّلَ بعقوبتِهِ، وإلاَّ؛ فلو أذاقهم جميعَ ما كسبوا؛ ما ترك على ظهرِها من دابَّةٍ.
41. Yani karada ve denizde fesat açıkça görülür oldu. Bu fesat ise onların yaşayışlarındaki ve geçimlerindeki bozulma, eksilme, bunlarda âfetlerle karşı karşıya kalma, kendi nefislerinde de hastalıklar, salgın hastalıklar vb. afet ve musibetlerdir. Bunlara sebep ise kendi elleri ile işledikleri, özleri itibari ile fasit/bozuk, tabiatları itibari ile de müfsit/bozguncu olan amelleridir. Bu sonuç ise “Allah, yaptıklarının bir kısmını onlara” tattırması içindir. Yani amellerin cezalarını verenin o yüce Zat olduğunu bilmeleri için Allah, onlara daha dünyada iken amellerinin cezalarına bir örnek olmak üzere bu cezayı vermiştir. “Belki” bunca bozguncu etkileri bulunan bu amellerinden vazgeçip “dönerler” de halleri ıslah olur, işleri düzene girer. Belası nimet, cezası lütuf olanın şanı ne yücedir! Yoksa O, tüm işlediklerinin karşılığı olan cezayı onlara tattıracak olsaydı, yeryüzünde canlı hiçbir varlık bırakmazdı.
Ayet: 42 #
{قُلْ سِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذِينَ مِنْ قَبْلُ كَانَ أَكْثَرُهُمْ مُشْرِكِينَ (42)}
42- De ki: “Yeryüzünde gezip dolaşın da sizden öncekilerin âkıbetinin nasıl olduğuna bir bakın! Onların çoğu müşrik idi.”
#
{42} والأمر بالسير في الأرض يدخُلُ فيه السير بالأبدان والسيرُ في القلوب للنظر والتأمُّل بعواقب المتقدِّمين، {كان أكثرُهُم مشركينَ}: تجِدون عاقِبَتَهم شرَّ العواقب، ومآلهم شرَّ مآلٍ: عذابٌ استأصلهم، وذمٌّ، ولعنٌ من خَلْق الله يتبعهم، وخزيٌ متواصلٌ؛ فاحذروا أن تفعلوا أفعالهم؛ يُحذى بكم حَذْوَهم؛ فإنَّ عدل الله وحكمته في كل زمان ومكان.
42. Yeryüzünde gezme emri, geçmişlerin âkıbetlerini görüp üzerinde düşünmek maksadı ile hem bedenen gezmeyi, hem de kalben gezmeyi içine alır. “Onların çoğu müşrik idi.” O bakımdan âkıbetlerinin çok feci, sonlarının oldukça fena olduğunu göreceksiniz. Karşı karşıya kaldıkları azap, onları toptan imha etmiştir. İnsanlar onların peşinden lanet yağdırmış, onları yermiştir. Ve onlar, kesintisi olmayan bir rüsvaylığa mahkûm olmuşlardır. O bakımdan sizler de aynı âkıbetle karşılaşmamak için onların yaptıklarını yapmaktan sakının. Şüphesiz Allah’ın adaleti ve hikmeti, bütün zaman ve mekânları kuşatmıştır.
Ayet: 43 - 45 #
{فَأَقِمْ وَجْهَكَ لِلدِّينِ الْقَيِّمِ مِنْ قَبْلِ أَنْ يَأْتِيَ يَوْمٌ لَا مَرَدَّ لَهُ مِنَ اللَّهِ يَوْمَئِذٍ يَصَّدَّعُونَ (43) مَنْ كَفَرَ فَعَلَيْهِ كُفْرُهُ وَمَنْ عَمِلَ صَالِحًا فَلِأَنْفُسِهِمْ يَمْهَدُونَ (44) لِيَجْزِيَ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ مِنْ فَضْلِهِ إِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْكَافِرِينَ (45)}
43- Geri çevrilmesi söz konusu olmayan o gün, Allah tarafından gelmeden önce sen, yüzünü o dosdoğru dine yönelt. O gün insanlar bölük bölük ayrılacaklardır. 44- Kim kafir olursa küfrü kendi aleyhinedir. Kim de salih amel işlerse onlar da kendileri için (cennetteki yerlerini) hazırlamış olurlar. 45- Çünkü Allah, iman edip salih ameller işleyenleri kendi lütfundan mükafatlandıracaktır. Şüphesiz O, kâfirleri sevmez.
#
{43} أي: أقبل بقلبك وتوجَّه بوجهِك، واسْعَ ببدنِك لإقامة الدين القيِّم المستقيم، فنفِّذْ أوامره ونواهيه بجدٍّ واجتهاد، وقمْ بوظائفِهِ الظاهرة والباطنة، وبادِرْ زمانك وحياتك وشبابك، {من قبلِ أن يأتيَ يومٌ لا مردَّ له من الله}: وهو يوم القيامةِ، الذي إذا جاء؛ لا يمكنُ ردُّه، ولا يُرجأ العاملون ليستأنفوا العمل، بل فُرِغَ من الأعمال، ولم يبقَ إلاَّ جزاءُ العمال. {يومئذٍ يَصَّدَّعون}؛ أي: يتفرَّقون عن ذلك اليوم، ويصدُرون أشتاتاً متفاوتين؛ لِيُرَوْا أعمالهم.
43. Yani Allah’ın dosdoğru dinini uygulama hedefine kalbinle ve yüzünle yönel, bedeninle de bunun için çalış! Bu maksatla O’nun emir ve yasaklarını tam bir gayret ile uygulamaya koy, gizli ve açık vermiş olduğu görevleri ifa et! “Geri çevrilmesi söz konusu olmayan o gün, Allah tarafından gelmeden önce” zamanını, hayatını ve gençliğini değerlendir, bu uğurda harcamakta elini çabuk tut. Burada sözü edilen gün, Kıyamet günüdür. O gün geldiği takdirde onu geri çevirmeye imkân olmayacaktır. Amelde bulunmak isteyenlere yeni baştan amelde bulunmaları için mühlet verilmeyecektir. Aksine ameller bitirilmiş ve geride kalmış olacaktır. Geriye amellerin karşılığını vermekten başka hiçbir şey kalmamış olacaktır. “O gün insanlar bölük bölük ayrılacaklardır.” Yani o gün insanlar, grup grup ayrılacak, amellerinin karşılıklarını görmek üzere farklı gruplar halinde geleceklerdir.
#
{44 ـ 45} فَـ {مَنْ كفر}: منهم، {فعليه كفرُهُ}: ويعاقَب هو بنفسِهِ، لا تزِرُ وازرةٌ وزرَ أخرى، {ومن عَمِلَ صالحاً}: من الحقوق التي لله والتي للعباد الواجبة والمستحبَّة {فلأنفسِهِم}: لا لغيرهم؛ {يَمْهَدونَ}؛ أي: يهيِّئون، ولأنفسهم يعمرون آخرتهم، ويستعدُّون للفوز بمنازلها وغرفاتها، ومع ذلك جزاؤهم ليس مقصوراً على أعمالهم، بل يجزيهم الله من فضلِهِ الممدود وكرمِهِ غير المحدود ما لا تبلغُهُ أعمالُهم، وذلك لأنَّه أحبَّهم، وإذا أحبَّ الله عبداً؛ صبَّ عليه الإحسان صبًّا، وأجزل له العطايا الفاخرةَ، وأنعم عليه بالنعم الظاهرة والباطنة، وهذا بخلاف الكافرين؛ فإنَّ الله لمَّا أبغضَهم ومقَتَهم؛ عاقَبَهم وعذَّبهم، ولم يَزِدْهم كما زاد من قبلهم؛ فلهذا قال: {إنَّه لا يحبُّ الكافرين}.
44. Onlardan “Kim kafir olursa küfrü kendi aleyhinedir.” Bizzat o cezalandırılır, hiç kimse bir başkasının günah yükünü yüklenmez. “Kim de” Allah’a ve O’nun kullarına karşı yerine getirilmesi gereken farz ve müstehab hakları ifa etmek sureti ile “salih amel işlerse onlar da” başkaları için değil sırf “kendileri için (cennetteki yerlerini) hazırlamış olurlar.” Kendi âhiretlerini mamur ederler. Âhiretin üstün mevki ve köşklerinde kurtuluşlarını hazırlarlar. 45. Bununla birlikte onlara verilecek mükâfat, amellerinin karşılığı olmaktan ibaret değildir. Bilakis Yüce Allah onları uçsuz, bucaksız lütfu ile amellerinin asla ulaşması mümkün olmayan sınırsız keremi ile onları mükâfatlandıracaktır. Çünkü Yüce Allah, onları sevmiştir. Allah, bir kulu sevdi mi onun üzerine lütuf ve ihsanını sağnak sağnak yağdırır, ona çok değerli bağışlarını bol bol ihsan eder, gizli ve açık nimetleri lütfeder. Kâfirler ise böyle değildir. Allah onlara buğz ve gazap etmiş olduğundan dolayı onları cezalandıracaktır, azaba uğratacaktır. Onlardan önce sözü edilen mü’minlere fazlası ile mükâfatlarda bulunduğu gibi onlara ihsanda bulunmayacaktır. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır. “Şüphesiz O, kâfirleri sevmez.”
Ayet: 46 #
{وَمِنْ آيَاتِهِ أَنْ يُرْسِلَ الرِّيَاحَ مُبَشِّرَاتٍ وَلِيُذِيقَكُمْ مِنْ رَحْمَتِهِ وَلِتَجْرِيَ الْفُلْكُ بِأَمْرِهِ وَلِتَبْتَغُوا مِنْ فَضْلِهِ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ (46)}
46- Rahmetinden size tattırması, gemilerin O’nun emri ile akıp gitmesi, O’nun lütfundan aramanız ve böylece şükretmeniz için rüzgarları müjdeleyici olarak göndermesi, O’nun delillerindendir.
#
{46} أي: ومن الأدلَّة الدالَّة على رحمته وبعثِهِ الموتى وأنَّه الإله المعبود والملك المحمود، أن أرسل {الرياحَ}: أمام المطر {مبشراتٍ}: بإثارتها للسحاب ثم جمعِها، فتبشر بذلك النفوس قبل نزوله، {ولِيذيقَكم من رحمتِهِ}: فَيُنْزِلَ عليكم مطراً تحيا به البلادُ والعبادُ وتذوقون من رحمتِهِ ما تعرِفون أنَّ رحمته هي المنقذة للعباد الجالبة لأرزاقهم، فتشتاقون إلى الإكثار من الأعمال الصالحة الفاتحة لخزائن الرحمة، {ولِتَجْرِيَ الفلكُ}: في البحر {بأمرِهِ}: القدريِّ، {ولِتَبْتَغوا من فضلِهِ}: بالتصرُّفِ في معايشكم ومصالحكم. {ولعلَّكُم تشكُرونَ}: مَنْ سخَّر لكم الأسباب، ويَسَّرَ لكم الأمور؛ فهذا المقصود من النعم أنْ تقابَلَ بشكر الله تعالى؛ ليزيدَكم الله منها، ويبقيَها عليكم، وأمَّا مقابلة النعم بالكفرِ والمعاصي؛ فهذه حالُ من بدَّل نعمة الله كفراً، ونعمته محنةً، وهو معرَّضٌ لها للزوال والانتقال منه إلى غيره.
46. “Rahmetinden size tattırması” kaderî “emri ile gemilerin” denizde “akıp gitmesi” geçiminiz ve menfaatleriniz ile ilgili tasarruflarda bulunmak sureti ile “O’nun lütfundan aramanız ve böylece” sizin için bu sebepleri amade kılıp lehinize bu işleri çekip çevirene “şükretmeniz için” yağmurdan önce “rüzgarları” önce bulutları yükseltip daha sonra onları bir araya getirmeleri sureti ile “müjdeleyici olarak” çünkü insanlar yağmurun yağmasından önce sevinirler “göndermesi O’nun” Yani Allah’ın rahmetine, öldükten sonra ölüleri diriltmesine, kendisinden başka ibadet olunacak hiçbir ilâhın ve her türlü övgüye layık hiçbir mutlak egemenin bulunmadığına dair “delillerindendir.” O, rahmetinden size tattırmak için size yağmur indirir. O yağmurla topraklar ve kullar hayat bulur. Böylelikle sizler O’nun rahmetinin tadını alırsınız, rahmetinin kulları kurtardığını, rızıklanmalarına sebep teşkil ettiğini anlarsınız. Böylelikle ilâhî rahmetin hazinelerini açan salih amelleri daha çok işleme arzusu duyarsınız. Bütün bu nimetlerden maksat ise bunlara Yüce Allah’a şükrederek karşılık vermektir. Böylece O da üzerinizdeki nimetlerini daha çok artıracak ve daha bir kalıcı olmalarını sağlayacaktır. İlâhî nimetlere nankörlük ve masiyetlerle karşılık vermeye gelince bu, Allah’ın nimetlerine şükür yerine nankörlük ederek karşılık verenlerin ona yapılan bağışlara yüz çevirenlerin halidir. Böyle yapanların nimetleri ise yok olmaya mahkumdur, bu nimetler onlardan alınıp başkalarına verilir.
Ayet: 47 #
{وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ رُسُلًا إِلَى قَوْمِهِمْ فَجَاءُوهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ فَانْتَقَمْنَا مِنَ الَّذِينَ أَجْرَمُوا وَكَانَ حَقًّا عَلَيْنَا نَصْرُ الْمُؤْمِنِينَ (47)}.
47- Andolsun ki Biz senden önce de rasûlleri kavimlerine gönderdik. Onlar da kavimlerine apaçık deliller getirdiler. Biz de (onları yalanlayan) günahkârlardan intikam aldık. Müminlere yardım etmek ise üzerimize bir haktır.
#
{47} أي: {ولقد أرْسَلْنا من قبلِكَ}: في الأمم السالفين {رسلاً إلى قومهم}: حين جَحَدوا توحيدَ الله وكذَّبوا بالحقِّ، فجاءتهم رسلُهم يدعونَهم إلى التوحيد والإخلاص والتصديق بالحقِّ وبطلان ما هم عليه من الكفر والضَّلال، وجاؤوهم بالبينات والأدلَّة على ذلك، فلم يؤمِنوا ولم يزولوا عن غيهم، {فانتَقَمْنا من الذين أجْرَموا}: ونصرنا المؤمنينَ أتباع الرسل، {وكان حقًّا علينا نصرُ المؤمنين}؛ أي: أوجَبْنا ذلك على أنفسنا، وجعلْناه من جملةِ الحقوقِ المتعيِّنة، ووعدناهم به؛ فلا بدَّ من وقوعِهِ، فأنتُم أيُّها المكذِّبون لمحمدٍ - صلى الله عليه وسلم - إنْ بقيتُم على تكذيبكم؛ حلَّتْ بكم العقوبةُ، ونصرناه عليكم.
47. “Andolsun ki Biz senden önce de” geçmiş ümmetler arasında Allah’ı tevhidi inkâr edip hakkı yalanladıklarında “rasûlleri kavimlerine gönderdik.” Peygamberleri gelip onları tevhid ve ihlâsa, hakkı tasdik etmeye, izlemekte oldukları küfür ve sapıklığı terk etmeye davet ettiler. Bu davetlerinin doğruluğuna dair de apaçık belge ve deliller getirdiler. Ancak kavimleri iman etmeyerek sapıklıklarında direttiler. “Biz de (onları yalanlayan) günahkârlardan intikam aldık” ve peygamberlere uyan mü’minlere yardım ettik. “Müminlere yardım etmek ise üzerimize bir haktır.” Yani biz, bunu kendimize bir görev olarak tespit ettik, yerine getirilmesi gereken haklar arasında kıldık ve mü’minlere bunu vaad ettik. O nedenle böyle bir yardımın gerçekleştirilmesi kaçınılmaz bir şeydir. O halde siz, ey Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i yalanlayanlar! Şunu bilin ki yalanlamanızı sürdürecek olursanız cezamız gelip sizi bulacak ve biz, size karşı mü’minlere yardım edeceğiz.
Ayet: 48 - 50 #
{اللَّهُ الَّذِي يُرْسِلُ الرِّيَاحَ فَتُثِيرُ سَحَابًا فَيَبْسُطُهُ فِي السَّمَاءِ كَيْفَ يَشَاءُ وَيَجْعَلُهُ كِسَفًا فَتَرَى الْوَدْقَ يَخْرُجُ مِنْ خِلَالِهِ فَإِذَا أَصَابَ بِهِ مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ إِذَا هُمْ يَسْتَبْشِرُونَ (48) وَإِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلِ أَنْ يُنَزَّلَ عَلَيْهِمْ مِنْ قَبْلِهِ لَمُبْلِسِينَ (49) فَانْظُرْ إِلَى آثَارِ رَحْمَتِ اللَّهِ كَيْفَ يُحْيِ الْأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا إِنَّ ذَلِكَ لَمُحْيِ الْمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (50)}.
48- Rüzgarları gönderen, bu rüzgarların kaldırdığı bulutu gökte dilediği şekilde yayan ve onu parça parça dağıtan Allah'tır. Nitekim sen, yağmurun onların arasından çıktığını görürsün. O, bu yağmuru dilediği kullarına ulaştırınca onlar hemen seviniverirler. 49- Halbuki onlar, üzerlerine yağmur yağmadan önce gerçekten ümit kesmiş bir halde olurlar. 50- Allah’ın rahmetinin eserlerine bir bak: O, ölümünden sonra yeryüzünü nasıl diriltiyor? İşte bunu yapan, hiç şüphesiz ölüleri de diriltecektir. O, her şeye gücü yetendir.
#
{48 ـ 49} يخبر تعالى عن كمال قدرته وتمام نعمته أنَّه {يرسلُ الرياح فتثير سحاباً}: من الأرض، {فيَبْسُطُه في السماء}؛ أي: يمدُّه ويوسِّعه {كيف يشاءُ}؛ أي: على أيِّ حالة أرادها من ذلك، {ثم يجعلُه}؛ أي: ذلك السحاب الواسع {كِسَفاً}؛ أي: سحاباً ثخيناً قد طبَّق بعضَه فوق بعض. {فترى الوَدْقَ يخرُجُ من خلالِهِ}؛ أي: السحاب؛ نقطاً صغاراً متفرِّقة، لا تنزل جميعاً فتُفْسِدُ ما أتت عليه، {فإذا أصابَ}؛ أي: بذلك المطر مَنْ {يشاءُ من عبادِهِ إذا هم يستبشرون}: يبشِّر بعضهم بعضاً بنزوله، وذلك لشدَّة حاجتهم وضرورتهم إليه؛ فلهذا قال: {وإن كانوا مِن قبلِ أن يُنَزَّلَ عليهم من قبلِهِ لَمُبْلِسينَ}؛ أي: آيِسين قانطين لتأخُّر وقت مجيئه؛ أي: فلما نزل في تلك الحال؛ صار له موقعٌ عظيم عندهم وفرحٌ واستبشارٌ.
48. Yüce Allah, kudretinin ve nimetinin mükemmelliğini haber vererek şöyle buyurmaktadır: “Rüzgarları gönderen, bu rüzgarların” yer üzerinden “kaldırdığı bulutu gökte dilediği şekilde yayan” Hangi şekilde olmasını dilemişse onu öylece yayıp genişleten, sonra o yayılmış bulutu birbiri üstüne binmiş kalın tabakalar haline gelmiş bir halde “parça parça dağıtan Allah'tır. Nitekim sen, yağmurun onların” bulutların “arasından” toptan inerek isabet ettiği yeri bozacak şekilde değil de birbirinden ayrı küçük noktalar halinde “çıktığını görürsün. O, bu yağmuru dilediği kullarına ulaştırınca onlar hemen seviniverirler.” Birbirlerine yağmurun yağdığı müjdesini verirler. Çünkü onların yağmura ihtiyaçları pek çoktur. O, onlar için zorunlu bir şeydir. Bundan dolayı Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: 49. “Halbuki onlar, üzerlerine yağmur yağmadan önce gerçekten ümit kesmiş bir halde olurlar.” Yani yağmurun yağma vakti geciktiğinden dolayı büsbütün ümitsizliğe kapılmışlardır. İşte onlar, bu durumda iken yağmur yağınca bunun pek büyük bir değeri olduğunu anlarlar ve bundan dolayı sevinip birbirlerini müjdelerler.
#
{50} {فانظر إلى آثارِ رحمةِ الله كيف يُحيي الأرضَ بعد موتها}: فاهتزَّتْ ورَبَتْ وأنبتتْ من كلِّ زوج كريم. {إنَّ ذلك}: الذي أحيا الأرض بعد موتها {لَمُحْيي الموتى وهو على كلِّ شيءٍ قديرٌ}: فقدرتُه تعالى لا يتعاصى عليها شيءٌ، وإن تعاصى على قَدْرِ خَلْقِهِ، ودقَّ عن أفهامهم، وحارت فيه عقولهم.
50. “Allah’ın rahmet eserlerine bir bak: O, ölümünden sonra yeryüzünü nasıl diriltiyor?” Öyle ki o, hareketlenip kabarır ve oldukça güzel her bir bitkiden çifter çifter bitirir. “İşte bunu yapan” yani ölümünden sonra yeryüzünü canlandıran “hiç şüphesiz ölüleri de diriltecektir. O, her şeye gücü yetendir.” Yüce Allah’ın gücünün yetmeyeceği hiçbir şey yoktur. O’nun kullarının gücü yetmese de, onlar bu kudreti anlayıp idrâk edemes de ve akılları da bundan dolayı hayrete düşse de bu böyledir.
Ayet: 51 - 53 #
{وَلَئِنْ أَرْسَلْنَا رِيحًا فَرَأَوْهُ مُصْفَرًّا لَظَلُّوا مِنْ بَعْدِهِ يَكْفُرُونَ (51) فَإِنَّكَ لَا تُسْمِعُ الْمَوْتَى وَلَا تُسْمِعُ الصُّمَّ الدُّعَاءَ إِذَا وَلَّوْا مُدْبِرِينَ (52) وَمَا أَنْتَ بِهَادِ الْعُمْيِ عَنْ ضَلَالَتِهِمْ إِنْ تُسْمِعُ إِلَّا مَنْ يُؤْمِنُ بِآيَاتِنَا فَهُمْ مُسْلِمُونَ (53)}
51- Eğer Biz bir rüzgar göndersek de onlar ekinlerini sararmış bir halde görseler, onun ardından muhakkak küfre/nankörlüğe saparlar. 52- Şüphesiz sen, ölülere işittiremezsin. Arkalarını dönüp gittiklerinde sağırlara da daveti işittiremezsin. 53- Sen körleri de sapıklıklarından kurtarıp doğru yola erdiremezsin. Sen ancak âyetlerimize iman edip de teslim/müslüman olanlara (davetini) duyurabilirsin.
#
{51} يخبر تعالى عن حالة الخَلْق وأنَّهم مع هذه النعم عليهم بإحياء الأرض بعد موتها ونشرِ رحمةِ الله تعالى: لو أرسَلْنا على هذا النبات الناشئ عن المطرِ وعلى زُروعهم ريحاً مضرَّةً متلفةً أو منقصةً، {فرأوْهُ مُصفرًّا}: قد تداعى إلى التلف، {لَظَلُّوا من بعدِهِ يكفُرون}: فينسَوْن النعم الماضية، ويبادِرون إلى الكفر! وهؤلاء لا ينفع فيهم وعظٌ ولا زجرٌ.
51. Yüce Allah, insanların halini, onların ölümünden sonra yeryüzünün diriltilmesi ve Allah’ın rahmetini genişçe yaymış olması nimetine rağmen nasıl bir tavır takındıklarını haber vermektedir. Şöyle ki bu yağmurdan dolayı yeşermiş ekinlerine ve bitkilere Allah, telef edici, zarar verici yahut da mahsulünü azaltıcı bir rüzgar gönderdiğinde ve “onlar ekinlerini sararmış” artık yok olmaya yüz tutmuş “bir halde görseler onun ardından muhakkak küfre/nankörlüğe saparlar.” Önceden sahip oldukları nimetleri unuturlar ve hemen küfre/nankörlüğe saparlar. İşte böylelerine ne öğüdün ne de azarlamanın hiçbir faydası yoktur.
#
{52} {فإنَّك لا تُسْمِعُ الموتى ولا تُسْمِعُ الصُّمَّ الدُّعاء}: وبالأولى: {إذا وَلَّوْا مُدْبِرينَ}: فإنَّ الموانع قد توفَّرت فيهم عن الانقياد والسماع النافع كتوفُّر هذه الموانع المذكورة عن سماع الصوتِ الحسيِّ.
52. Özellikle de “Arkalarını dönüp gittiklerinde…” Çünkü onların itaat etmelerini ve faydalı bir şekilde işitmelerini engelleyecek manilerin hepsi onlarda mevcuttur. Öyke ki onlar tıpkı sesi duyma engeli taşıyan sağırların durumuna dönmüşlerdir.
#
{53} {وما أنت بهادِ العُمْيِ عن ضلالَتِهِم}: لأنَّهم لا يقبلون الإبصارَ بسبب عَماهم؛ فليس فيهم قابليَّةٌ له. {إن تُسْمِعُ إلاَّ مَن يؤمنُ بآياتنا فهم مسلمونَ}: فهؤلاء الذين ينفعُ فيهم إسماعُ الهدى، المؤمنون بآياتنا بقلوبهم، المنقادون لأوامرنا، المسلمون لنا؛ لأنَّ معهم الداعي القويَّ لقَبول النصائح والمواعظ، وهو استعدادُهم للإيمان بكلِّ آيةٍ من آيات الله، واستعدادُهم لتنفيذ ما يقدِرون عليه من أوامرِ الله ونواهيه.
53. “Sen körleri de sapıklıklarından kurtarıp doğru yola erdiremezsin.” Çünkü onlar, körlüklerinden dolayı hakkı görmeyi kabul etmezler. Onların hakkı görme kabiliyetleri yoktur. “Sen ancak âyetlerimize iman edip de teslim/müslüman olanlara (davetini) duyurabilirsin.” İşte hidâyeti işittirmenin kendilerine fayda sağlayacağı kimseler bunlardır. Kalpleriyle âyetlerimize iman eden, emirlerimize itaat eden ve bize teslim olan kimselerdir bunlar. Çünkü güzel öğütleri ve nasihatleri kabule elverişli güçlü sebeplere sahiptir onlar. Bunlar, Allah’ın bütün âyetlerine iman etmeye ve Allah’ın emirleri arasından da güçleri çerçevesinde olanları uygulamaya istidatlı kimselerdir.
Ayet: 54 #
{اللَّهُ الَّذِي خَلَقَكُمْ مِنْ ضَعْفٍ ثُمَّ جَعَلَ مِنْ بَعْدِ ضَعْفٍ قُوَّةً ثُمَّ جَعَلَ مِنْ بَعْدِ قُوَّةٍ ضَعْفًا وَشَيْبَةً يَخْلُقُ مَا يَشَاءُ وَهُوَ الْعَلِيمُ الْقَدِيرُ (54)}
54- Allah sizi bir zayıf (sudan) yaratan, sonra zayıflığın ardından kuvvet, sonra kuvvetin ardından da zayıflık ve ihtiyarlık verendir. O, dilediğini yaratır. O, her şeyi bilendir, her şeye gücü yetendir.
#
{54} يخبر تعالى عن سعةِ علمِهِ وعظيم اقتدارِهِ وكمال حكمتِهِ؛ أنَّه ابتدأ خَلْقَ الآدميين من ضَعْفٍ، وهو الأطوارُ الأولى من خلقِهِ من نطفةٍ إلى علقةٍ إلى مضغةٍ إلى أنْ صار حيواناً في الأرحام إلى أن وُلِدَ وهو في سنِّ الطُّفولية، وهو إذْ ذاك في غاية الضعفِ وعدم القوَّة والقدرة، ثمَّ ما زال الله يزيدُ في قوَّته شيئاً فشيئاً، حتى بلغ سنَّ الشبابَ، واستوتْ قوَّتُه، وكملتْ قواه الظاهرةُ والباطنةُ، ثم انتقل من هذا الطورِ ورجع إلى الضعف والشيبةِ والهرم. {يَخْلُقُ ما يشاءُ}: بحسب حكمتِهِ، ومن حكمتِهِ أن يُريَ العبدَ ضعفَه، وأنَّ قوَّتَه محفوفةٌ بضعفين، وأنَّه ليس له من نفسه إلا النقصُ، ولولا تقويةُ الله له؛ لما وصل إلى قوَّة وقدرة، ولو استمرَّتْ قوتُه في الزيادة؛ لطغى وبغى وعتا، وليعلم العبادُ كمالَ قدرةِ الله، التي لا تزال مستمرَّةً؛ يخلق بها الأشياء، ويدبِّر بها الأمورَ، ولا يلحقُها إعياءٌ ولا ضعفٌ ولا نقصٌ بوجه من الوجوه.
54. Yüce Allah, ilminin genişliğini, kudretinin büyüklüğünü ve hikmetinin kemalini haber vermektedir. O, Âdemoğullarının ilk yaratılışlarında zayıf olduklarından söz etmektedir. Bu ise Ademoğlunun yaratılışının ilk aşamalarındaki halini ifade eder. O, önce bir nutfe iken daha sonra alakaya, ondan sonra bir çiğnem ete dönüşür ve nihâyet anne rahminde canlı bir varlık olur. Bu hali doğuncaya kadar devam eder. Bebeklik çağında da o oldukça zayıftır ve hiçbir şeye güç yetiremez. Daha sonra Yüce Allah, yavaş yavaş onun gücünü artırır, nihâyet gençlik çağına erişir, gücü kuvveti yerine gelir. Gizli ve açık güçleri kemal derecesine ulaşır. Daha sonra bu aşamadan başka bir aşamaya geçer ve yine zayıflığa geri dönerek yaşlılığa ve kocamışlığa ulaşır. “O, dilediğini” hikmetine uygun olarak “yaratır.” Hikmetinin bir gereği olarak da O, kuluna zayıflığını, gücünün iki yanının da zayıflık ile kuşatılmış olduğunu, onun nefsinin eksiklikten başka hiçbir özelliğe sahip olmadığını göstermektedir. Eğer Yüce Allah, ona güç vermeyecek olsa idi, hiçbir şekilde güç ve kudret sahibi olacak bir noktaya erişemezdi ve eğer onun gücü artmaya devam edip gitse idi azgınlaşır, isyan eder ve haddi aşardı. O halde kullar, Yüce Allah’ın kudretinin sürekli olarak kemal derecede olduğunu bilmelidir. O, bu kudreti ile her şeyi yaratır, bütün işleri idare eder. Yorulmaz, zayıf düşmez ve hiçbir şekilde kudreti de eksilmez.
Ayet: 55 - 57 #
{وَيَوْمَ تَقُومُ السَّاعَةُ يُقْسِمُ الْمُجْرِمُونَ مَا لَبِثُوا غَيْرَ سَاعَةٍ كَذَلِكَ كَانُوا يُؤْفَكُونَ (55) وَقَالَ الَّذِينَ أُوتُوا الْعِلْمَ وَالْإِيمَانَ لَقَدْ لَبِثْتُمْ فِي كِتَابِ اللَّهِ إِلَى يَوْمِ الْبَعْثِ فَهَذَا يَوْمُ الْبَعْثِ وَلَكِنَّكُمْ كُنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ (56) فَيَوْمَئِذٍ لَا يَنْفَعُ الَّذِينَ ظَلَمُوا مَعْذِرَتُهُمْ وَلَا هُمْ يُسْتَعْتَبُونَ (57)}
55- Kıyametin kopacağı gün günahkârlar (dünyada) ancak çok kısa bir süre kaldıklarına dair yemin edeceklerdir. Onlar (dünyada iken de haktan) işte böyle döndürülüyorlardı. 56- Kendilerine ilim ve iman verilmiş olanlar diyeceklerdir ki: “Andolsun ki siz, Allah’ın Kitabında (yazılı olana göre) diriliş gününe kadar kaldınız. İşte bu, diriliş günüdür. Fakat siz, bilmiyordunuz.” 57- O gün zulmedenlere mazeretleri fayda vermeyecek ve onlardan (Rablerini) razı etmeleri de istenmeyecektir.
#
{55} يخبر تعالى عن يوم القيامةِ وسرعةِ مجيئه، وأنَّه إذا قامت الساعةُ؛ أقسم {المجرمونَ}: بالله أنهم {ما لَبِثوا}: في الدُّنيا {إلاَّ ساعةً}، وذلك اعتذارٌ منهم؛ لعلَّه ينفعُهم العذر، واستقصارٌ لمدَّة الدنيا. ولمَّا كان قولُهم كذباً لا حقيقةَ له؛ قال تعالى: {كذلك كانوا يُؤْفَكون}؛ أي: ما زالوا وهم في الدنيا يؤفَكون عن الحقائق ويأتَفِكون الكذبَ؛ ففي الدُّنيا كذَّبوا الحقَّ الذي جاءت به المرسلون، وفي الآخرة أنكَروا الأمرَ المحسوس، وهو اللبثُ الطويلُ في الدنيا؛ فهذا خُلُقهم القبيح، والعبدُ يُبْعَثُ على ما مات عليه.
55. Yüce Allah, Kıyamet gününü, bu günün çabucak gelişini haber vermekte ve Kıyamet kopacağı vakit “günahkârlar”ın Allah adına yemin ederek dünyada “ancak çok kısa bir süre kaldıklarına dair yemin edecekler”ini bildirmektedir. Böylelikle onlar, kendilerine fayda verir ümidi ile özür beyan etmeye ve dünya ömrünün kısalığını dile getirmeye çalışacaklardır. Onların sözleri hiçbir gerçek ihtiva etmeyen katıksız bir yalan olduğundan dolayı da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Onlar (dünyada iken de haktan) işte böyle döndürülüyorlardı.” Yani onlar, dünyada iken de bu şekilde gerçeklerden sapıp yalana yöneliyorlardı. Onlar dünyada peygamberlerin getirdikleri hakkı yalanlamışlardı, âhirette de gözle görülen somut bir gerçeği inkâr edeceklerdir ki bu da dünyada uzun bir süre kaldıkları gerçeğidir. İşte bu, onların çirkin bir huyudur ve kul, hangi halde ölürse o şekilde diriltilecektir.
#
{56} {وقال الذين أوتوا العلم والإيمانَ}؛ أي: منَّ اللهُ عليهم بهما، وصارا وصفاً لهم، العلم بالحق والإيمان المستلزمُ إيثار الحقِّ، وإذا كانوا عالمينَ بالحقِّ، مؤثرين له؛ لزمَ أن يكونَ قولُهم مطابقاً للواقع مناسباً لأحوالهم؛ فلهذا قالوا الحقَّ: {لقدْ لَبِثْتُم في كتاب الله}؛ أي: في قضائِهِ وقدرِهِ الذي كتبه الله عليكم وفي حكمه {إلى يوم البعثِ}؛ أي: عُمرتم عمراً يتذكَّر فيه المتذكِّر، ويتدبَّر فيه المتدبِّر ويعتبر فيه المعتبر، حتى صار البعثُ، ووصلتُم إلى هذه الحال. {فهذا يوم البعثِ ولكنَّكم كنتُم لا تعلمون}: فلذلك أنكرتُموه في الدُّنيا، وأنكرتُم إقامتكم في الدُّنيا وقتاً تتمكَّنون فيه من الإنابةِ والتوبةِ، فلم يزل الجهلُ شعاركم، وآثاره من التكذيبِ والخسارِ دِثاركم.
56. “Kendilerine ilim ve iman verilmiş olanlar” yani Yüce Allah’ın kendilerine hem ilim hem de imanı lütfettiği ve böylelikle hakkı bilme vasfına sahip kıldığı, hakkı tercih etmeyi gerektiren iman sahibi olmalarını sağladığı kimseler, hakkı bilip hakkı tercih ettiklerinden ve sözleri de vakıaya uygun ve halleriyle uyumlu olacağından dolayı hakkı dile getirecekler ve “diyeceklerdir ki: Andolsun ki Allah’ın Kitabında” hakkımızda yazmış olduğu, hükmünde belirlemiş olduğu, kaza ve kaderinde tespit ettiği üzere “diriliş gününe kadar kaldınız.” Yani sizler, öğüt alacak kimsenin öğüt alabileceği, düşünecek kimsenin düşüneceği, ibret alacak kimsenin ibret alabileceği kadar bir ömür sürdünüz. Ve nihâyet öldükten sonra diriliş gerçekleşti ve siz bu hale geldiniz. “İşte bu, diriliş günüdür. Fakat siz bilmiyordunuz.” Bundan dolayı dünyada iken bu günü inkâr ettiniz. Dünyada Yüce Allah’a dönme ve günahlarınızdan tevbe etme imkânını bulabileceğiniz kadar bir süre kaldığınızı kabul etmiyorsunuz. Hâlâ bilgisizlik, sizin belirgin bir özelliğinizdir. Bunun neticesi olan yalanlamak da ayrılmaz vasfınızdır. Hüsrana uğramak ise sizin büründüğünüz elbisenizdir.
#
{57} {فيومئذٍ لا ينفعُ الذين ظَلَموا معذِرَتُهم}: فإن كذَّبوا، وزعموا أنَّهم ما قامت عليهم الحجَّة، أو ما تمكَّنوا من الإيمان؛ ظهر كَذِبُهم بشهادة أهل العلم والإيمان وشهادة جلودِهِم وأيديهم وأرجلهم، وإنْ طلبوا الإعذارَ، وأنَّهم يردُّون، ولا يعودون لِما نُهوا عنه؛ لم يمكَّنوا؛ فإنَّه فات وقتُ الإعذار، فلا تُقبل معذرتُهم. {ولا هم يُسْتَعْتَبونَ}؛ أي: يُزَالُ عتبُهم والعتابُ عنهم.
57. “O gün zulmedenlere mazeretleri fayda vermeyecek.” Yalan söyleyerek kendilerine karşı delilin ortaya konmadığını yahut da iman etme imkânını bulamadıklarını iddia edecek olurlarsa, ilim ve iman ehlinin şahitliği ile derilerinin, ellerinin ve ayaklarının şahitliği ile yalan söyledikleri ortaya çıkacaktır. Şâyet mazeretlerinin kabul edilmesini ve geri döndürüldükleri takdirde kendilerine yasak kılınan şeylere tekrar dönmeyeceklerini söyleyerek dünyaya geri döndürülmeyi isteyecek olursa onlara bu imkân verilmeyecektir. Çünkü artık mazeret bildirme zamanı geçmiş olacaktır ve mazeretleri de kabul olunmayacaktır. “onlardan (Rablerini) razı etmeleri de istenmeyecektir.” Bu fırsat erilmeyecek, aksine devamlı azarlanıp kınanacak ve cezalandırılacaklardır.
Ayet: 58 - 60 #
{وَلَقَدْ ضَرَبْنَا لِلنَّاسِ فِي هَذَا الْقُرْآنِ مِنْ كُلِّ مَثَلٍ وَلَئِنْ جِئْتَهُمْ بِآيَةٍ لَيَقُولَنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا إِنْ أَنْتُمْ إِلَّا مُبْطِلُونَ (58) كَذَلِكَ يَطْبَعُ اللَّهُ عَلَى قُلُوبِ الَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ (59) فَاصْبِرْ إِنَّ وَعْدَ اللَّهِ حَقٌّ وَلَا يَسْتَخِفَّنَّكَ الَّذِينَ لَا يُوقِنُونَ (60)}
58- Andolsun ki biz bu Kur’ân’da insanlar için her tür misali verdik. Sen onlara bir mucize getirsen dahi o kâfirler elbette şöyle diyeceklerdir: “Siz, ancak batıl işler peşinde koşuyorsunuz.” 59- İşte Allah bilmeyenlerin kalplerine böyle mühür vurur. 60- O halde sabret. Şüphesiz Allah’ın vaadi haktır. Sakın inanmayanlar seni zaafa düşürmesin.
#
{58 ـ 59} أي: {ولقد ضَرَبْنا}: لأجل عنايتنا ورحْمَتِنا ولطفنا وحسنِ تعليمنا {للناس في هذا القرآنِ من كلِّ مثلٍ}: تتَّضِح به الحقائقُ وتُعرف به الأمور وتنقطعُ به الحجَّةُ، وهذا عامٌّ في الأمثال التي يضرِبُها الله في تقريب الأمور المعقولة بالمحسوسة، وفي الإخبار بما سيكون وجلاءِ حقيقتِهِ حتى كأنَّه وَقَعَ، ومنه في هذا الموضع ذكرُ الله تعالى ما يكون يوم القيامةِ، وحالةَ المجرمين فيه، وشدَّةَ أسَفِهم، وأنَّه لا يقبلُ منهم عذرٌ ولا عتابٌ، ولكن أبى الظالمون الكافرون إلاَّ معاندة الحقِّ الواضح، ولهذا قال: {ولئن جِئْتَهم بآيةٍ}؛ أي: أيَّ آية تدلُّ على صحة ما جئتَ به، {لَيقولَنَّ الذين كَفَروا إنْ أنتُم إلاَّ مبطلونَ}؛ أي: قالوا للحقِّ: إنَّه باطل! وهذا من كفرهم وجراءتهم وطَبْعِ الله على قلوبهم وجَهْلهم المفرطِ، ولهذا قال: {كذلك يَطْبَعُ الله على قلوبِ الذين لا يعلمونَ}: فلا يَدْخُلُها خيرٌ، ولا تدركُ الأشياءَ على حقيقتها، بل ترى الحقَّ باطلاً والباطل حقًّا.
58. “Andolsun ki biz bu Kur’ân’da insanlar için” inâyetimiz, rahmetimiz, lütfumuz ve güzel bir şekilde öğretmemiz dolayısı ile “her tür misali verdik.” Bunlar sayesinde hakikatler açıklık kazanır, işlerin gerçek mahiyeti öğrenilir ve mazeret kapısı kapanır. Bu, Yüce Allah’ın aklî/soyut birtakım hususları maddi/somut hususlara benzeterek anlaşılmasını kolaylaştırmak maksadı ile vermiş olduğu tüm misallerin genel bir özelliğidir. İleride meydana gelecek olaylara dair verdiği haberler ve bunların hakikatlerinin tıpkı fiilen meydana gelmiş gibi açıkça anlaşılması için verdiği haberlerde de durum böyledir. Nitekim bunlardan birisi de Yüce Allah’ın burada verdiği misaldir. Şanı Yüce Allah, Kıyamet gününde meydana gelecek olayları ve günahkârların o gündeki halini, aşırı derecedeki üzüntü ve kederlerini, onlardan hiçbir mazeretin ve hiçbir razı etme isteğinin kabul olunmayacağını zikretmektedir. Ancak zalimler ve kâfirler, apaçık hakka karşı inatlaşmaktan başka bir şeye yanaşmazlar. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Sen onlara bir mucize getirsen dahi” yani getirdiklerinin doğruluğuna delil teşkil edecek hangi mucizeyi getirirsen getir “o kâfirler elbette şöyle diyeceklerdir: “Siz, ancak batıl işler peşinde koşuyorsunuz.” Hakkın apaçık bir batıl olduğunu söyleyeceklerdir. Bu ise onların kâfirliklerinden, küstahlıklarından, Allah’ın kalplerini mühürlemiş olmasından ve aşırı derecedeki cahilliklerinden kaynaklanmaktadır. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: 59. “İşte Allah bilmeyenlerin kalplerine böyle mühür vurur.” Bu kalplere bundan dolayı hiçbir hayır girmez, varlıkları gerçek mahiyetleri ile idrâk edemez, aksine hakkı batıl, batılı hak olarak görürler.
#
{60} {فاصبرْ}: على ما أمرتَ به وعلى دعوتِهِم إلى اللَّه ولو رأيتَ منهم إعراضاً؛ فلا يصدَّنَّك ذلك. {إنَّ وعدَ الله حقٌّ}؛ أي: لا شكَّ فيه، وهذا مما يُعين على الصبر؛ فإنَّ العبد إذا علم أنَّ عمله غير ضائع، بل سيجدُه كاملاً؛ هانَ عليه ما يلقاه من المكاره، وتيسَّر عليه كلُّ عسيرٍ، واستقلَّ من عملِهِ كلَّ كثير. {ولا يَسْتَخِفَّنَّكَ الذين لا يوقنونَ}؛ أي: قد ضعف إيمانُهم وقلَّ يقينُهم فخفَّت لذلك أحلامُهم، وقلَّ صبرُهم؛ فإيَّاكَ أن يستخِفَّكَ هؤلاء؛ فإنَّك إنْ لم تجعلْهم منكَ على بالٍ، وتحذَرْ منهم، وإلاَّ؛ استخُّفوك وحملوك على عدم الثبات على الأوامر والنواهي، والنفسُ تساعِدُهم على هذا، وتطلُبُ التشبُّه والموافقة ، وهذا مما يدلُّ على أنَّ كلَّ مؤمن موقن رزين العقل؛ يَسْهُلُ عليه الصبر، وكلّ ضعيف اليقين؛ ضعيف العقل خفيفُه؛ فالأول بمنزلة اللُّبِّ، والآخر بمنزلة القشور. فالله المستعان.
60. “O halde” sana verilen emirleri uygulamaya ve onları Allah’a davet etmeye “sabret!” Onların yüz çevirdiklerini görsen dahi bu, seni emrolunduğun işi yapmaktan alıkoymasın. “Şüphesiz Allah’ın vaadi haktır.” Onda şüphe yoktur. Bu, sabrı kolaylaştıran hususlardandır. Kul, yaptığı işin boşa gitmediğini, aksine bunun karşılığının kendisine eksiksiz verileceğini bildiği takdirde bu uğurda karşılaşacağı hoşuna gitmeyecek şeyleri önemsemez, zorluklar onun için kolaylaşır ve yaptığı pek çok işleri dahi az görür. “Sakın inanmayanlar seni” İmanları zayıflamış, kesin inançları azalmış, bundan dolayı da akılları kısırlaşmış, sabırları azalmış kimseler “zaafa düşürmesin.” Böylelerinin seni zaafa sürüklemesinden sakın. Eğer onlara dikkat edip onlardan sakınmazsan onlar, seni zaafa ve hafifliğe sürüklerler, emir ve yasaklar üzerinde sebat etmemeye zorlarlar. İnsan nefsi de bu konuda onlara içten içe destek verir. Bunlara benzemek ve onların isteklerine uygun hareket etmek ister. İşte bu, kesin inanç (yakîn) her bir mü’minin, olgun akıl sahibi ve kolaylıkla sabredebilecek biri olduğuna delildir. Buna karşılık yakîni zayıf her bir kimsenin de aklı kıt ve hafif olduğunu gösterir. Birincisinin aklı öz konumunda, diğerininkininki ise kabuk konumundadır. Yardımı istenecek olan ancak Allah'tır. [Rum Sûresi’nin tefsiri burada sona ermektedir.] Lokmân
***