(Mekke’de inmiştir. 34 âyettir)
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adı ile.
{الم (1) تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ الْحَكِيمِ (2) هُدًى وَرَحْمَةً لِلْمُحْسِنِينَ (3) الَّذِينَ يُقِيمُونَ الصَّلَاةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَهُمْ بِالْآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ (4) أُولَئِكَ عَلَى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ (5)}
1- Elif, Lâm, Mîm.
2- İşte bunlar, hikmetli Kitabın âyetleridir.
3- İhsan sahipleri için bir hidâyet ve rahmettir.
4- Onlar, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve âhirete de kesin olarak iman eden kimselerdir.
5- İşte onlar, Rablerinden bir hidâyet üzeredirler ve onlar, felâha erenlerin ta kendileridir.
#
{2} يشيرُ تعالى إشارةً دالَّةً على التعظيم إلى {آيات الكتاب الحكيم}؛ أي: آياتُهُ محكمةٌ صدرتْ من حكيم خبير.
ومن إحكامها أنَّها جاءت بأجلِّ الألفاظ وأفصحها وأبينها، الدالَّة على أجلِّ المعاني وأحسنها.
ومن إحكامها أنها محفوظةٌ من التغييرِ والتبديل والزيادة والنقص والتحريف.
ومن إحكامها أنَّ جميعَ ما فيها من الأخبار السابقةِ واللاحقة والأمور الغيبيَّة كلِّها مطابقةٌ للواقع، مطابقٌ لها الواقع، لم يخالِفْها كتابٌ من الكتب الإلهية، ولم يخبر بخلافها نبيٌّ من الأنبياء، ولم يأتِ ولن يأتيَ علم محسوسٌ ولا معقولٌ صحيحٌ يناقِضُ ما دلَّتْ عليه.
ومن إحكامها أنها ما أَمَرَتْ بشيء إلاَّ وهو خالصُ المصلحة أو راجِحُها، ولا نَهَتْ عن شيء إلاَّ وهو خالصُ المفسدة أو راجِحُها، وكثيراً ما يجمع بين الأمر بالشيء مع ذكر حكمتِهِ وفائدتِهِ، والنهي عن الشيء مع ذكرِ مضرَّتِهِ.
ومن إحكامها أنَّها جمعت بين الترغيب والترهيب والوعظ البليغ الذي تعتدل به النفوس الخيِّرة، وتحتكمُ فتعملُ بالحزم.
ومن إحكامها: أنَّك تَجِدُ آياتها المتكرِّرة كالقصص والأحكام ونحوها قد اتَّفقت كلُّها وتواطأت، فليس فيها تناقضٌ ولا اختلافٌ؛ فكلَّما ازدادَ بها البصير تدبُّراً وأعمل فيها العقل تفكُّراً؛ انبهر عقلُه وذهلَ لبُّه من التوافُق والتواطُؤ، وجزم جزماً لا يُمْتَرى فيه أنه تنزيلٌ من حكيم حميدٍ.
2. Yüce Allah, tazime delâlet eden işaret ismi ile
“İşte bunlar, hikmetli Kitabın âyetleridir” buyurarak âyetlerinin muhkem olduğuna, hikmeti sonsuz ve her şeyden haberdar olan Allah’tan geldiğine işaret etmektedir.
En güzel ve en yüce manalara delâlet eden, en üstün lafızlar, en açık ve fasîh ifadeler ile bu âyetlerin gelmiş olması, onların muhkem oluşlarındandır.
Bu âyetlerin değiştirilmeye, onlara bir şey katılmasına, onlardan bir şey eksiltilmesine ve tahrife karşı korunmuş olması da bu âyetlerin muhkem kılınışının bir sonucudur.
Bu âyetlerin muhkem oluşunun bir ifadesi de şudur: Bu âyetlerdeki geçmişe ve geleceğe dair bütün haberler, bütün gaybî hususlar, vâkıaya uygun olduğu gibi, vâkıa da bunlara uygundur. İlâhî kitaplardan hiçbirisi bunlara muhalif değildir. Herhangi bir peygamber de onlara muhalif hiçbir haber vermemiştir. Somut bir ilim ya da akla uygun doğru bir bilgi, bu âyetlerin delâlet ettiği şeylerin aksini ortaya koymamıştır, koyamayacaktır.
Yine bu âyetler neyi emretmiş ise o, ya katıksız bir maslahattır yahut da maslahat özelliğini ağırlıklı olarak taşımaktadır. Neyi yasaklamışsa da o, ya katıksız bir kötülüktür yahut ağırlıklı bir şekilde kötülük vasfını taşımaktadır. Çoğu yerde de bu ayetler, bir şeyi emretmekle birlikte onun hikmet ve faydasını zikreder, bir şeyi yasaklamakla birlikte zararlarını söz konusu ederler. İşte bu da bu âyetlerin muhkem kılınışının bir tecellisidir.
Bu âyetlerin, teşvik ve korkutmayı, iyi nefislerin itidal bulup kendisini dizginleyeceği ve buna bağlı olarak kararlılıkla amel edeceği şekilde etkileyici öğütler ihtiva etmesi de bu âyetlerin muhkem oluşunun bir sonucudur.
Bu âyetlerin muhkem kılınışının bir diğer göstergesi de şudur: Kıssalar, hükümler vb. hususları tekrar tekrar ifade eden âyet-i kerimelerin hepsi, birbirleri ile uyum arzetmekte ve ahenkli bir şekilde açıklamalarda bulunmaktadır. Bunlarda herhangi bir çelişki veya tezat bulunmamaktadır. Basiret sahibi kimse bunlar üzerinde ne kadar çok düşünür, ne kadar çok tefekkür ederse aklı o kadar aydınlanır ve bunlar arasındaki uyum ve tutarlılıktan dolayı o kadar hayrete düşer. En ufak bir tereddüte kapılmaksızın bunların, hikmeti sonsuz, her türlü hamde layık Allah tarafından indirildiğine kesin kanaat getirir.
#
{3} ولكن مع أنه حكيمٌ يدعو إلى كلِّ خُلُق كريم وينهى عن كلِّ خُلُقٍ لئيم، أكثرُ الناس محرومون من الاهتداءِ به، معرِضون عن الإيمان والعمل به؛ إلاَّ مَنْ وفَّقَه الله تعالى وعَصَمَه، وهم المحسنون في عبادة ربِّهم، والمحسِنون إلى الخلق؛ فإنَّه {هدىً}: لهم يهديهم إلى الصراط المستقيم، ويحذِّرهم من طرق الجحيم. {ورحمةً}: لهم تحصُلُ لهم به السعادةُ في الدنيا والآخرة والخيرُ الكثيرُ والثوابُ الجزيلُ والفرح والسرور، ويندفِعُ عنهم الضَّلال والشقاءُ.
3. Bu Kitap, üstün her bir ahlâkî davranışa davet eden, bayağı her türlü huydan da vazgeçmeye çağıran hikmet dolu bir kitap olmakla birlikte insanların çoğu onunla hidâyet bulmaktan mahrumdurlar. Ona iman etmekten, gereğince amel etmekten yüz çevirmektedirler. Ancak Yüce Allah’ın kendilerine muvaffakiyet verdiği, koruyup muhafaza ettiği kimseler müstesnâdır. Bunlar ise Rablerine ibadetlerini ihsan ile yapan ve diğer insanlara karşı iyiliklerde bulunanlardır. İşte bu Kitap, bu ihsan sahipleri için
“bir hidâyet”tir. Onları dosdoğru yola iletir, cehenneme götüren yoldan sakındırır. Yine onlar için
“rahmettir.” Onun vasıtası ile dünya ve âhiret mutluluğunu, pek çok hayırları, pek büyük mükâfatları ve sevinci elde ederler. Onun sayesinde sapıklıktan ve bedbahtlıktan kurtulurlar.
#
{4} ثم وَصَفَ المحسنين بالعلم التامِّ، وهو اليقين الموجب للعمل والخوف من عقاب الله، فيتركون معاصيه، ووصَفَهم بالعمل، وخصَّ من العمل عملين فاضلينِ: {الصلاة} المشتمِلَة على الإخلاص، ومناجاة الله تعالى، والتعبُّد العامِّ للقلب واللسان والجوارح المعينة على سائر الأعمال. {والزَّكاة}: التي تُزَكِّي صاحبها من الصفات الرذيلة، وتنفعُ أخاه المسلمَ وتسدُّ حاجته، ويَبينُ بها أنَّ العبدَ يُؤْثِرُ محبَّةَ الله على محبَّتِهِ للمال، فيخرِجُ محبوبَه من المال لما هو أحبُّ إليه، وهو طلب مرضاة الله.
4. Yüce Allah, ihsan sahibi kimseleri tam bilgi sahibi olmakla nitelendirmektedir ki bu, ameli gerektiren, Allah’ın cezalandırmasından korkmaya ve O’na isyanı terk etmeye götüren yakîndir/kesin inançtır. Yüce Allah onları amelde bulunmakla nitelendirmekte,
ameller arasından da özellikle şu iki faziletli ameli söz konusu etmektedir: “Onlar” İhlâs, Yüce Allah’a yakarış, kalbin, dilin ve azaların toplu olarak ibadetini ihtiva eden ve diğer amellerin işlenmesine yardımcı olan “namazı dosdoğru kılan”, Kişiyi bayağı vasıflardan kurtarıp arındıran, müslüman kardeşine faydalı olmasını ve onun ihtiyacını karşılamasını sağlayan “zekâtı” verirler. Bununla Allah sevgisini, mala olan sevgisinden üstün tuttuğunu açıkça ortaya koyarlar. Sevdiği mallarını daha çok sevdiği uğrunda feda ederler ki bu da Allah’ın rızasını elde etme arzusudur.
#
{5} فَـ {أولئك}: المحسنون الجامعون بين العلم التامِّ والعمل {على هدىً}؛ أي: عظيم كما يفيدُه التنكيرُ، وذلك الهدى حاصلٌ لهم وواصلٌ إليهم {من ربِّهم}: الذي لم يَزَلْ يربِّيهم بالنعم ويدفَعُ عنهم النِّقَمَ، وهذا الهدى الذي أوصله إليهم من تربيتِهِ الخاصَّة بأوليائه، وهو أفضلُ أنواع التربية. {وأولئك هم المفلحونَ}: الذين أدركوا رضا ربِّهم وثوابَه الدنيوي والأخروي، وسلموا من سَخَطِهِ وعقابه، وذلك لسلوكهم طريقَ الفلاح، الذي لا طريقَ له غيرها.
5.
“İşte onlar” tam bir ilim ile birlikte amelde bulunan ihsan sahibi bu kimseler,
“Rablerinden bir hidâyet üzeredirler.” Âyetin ifadesinden bu hidâyetin pek büyük olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca bu hidâyet kendilerine Rablerinden ulaşan bir hidâyettir. O Rab ki kesintisiz nimetleri ile onları besleyip gözetmekte, onlar için sıkıntı verecek şeyleri de onlardan uzaklaştırmaktadır. Kendilerine ulaştırdığı bu hidâyet ise gerçek dostlarına has olarak ihsan etmiş olduğu gözetiminin bir neticesidir. Bu da ilâhî gözetimin en üstünüdür.
“Ve onlar felâha erenlerin ta kendileridir.” Rablerinin rızasını elde etmiş, dünyevî ve uhrevî mükâfatına razı olmuş, O’nun azabından ve gazabından kurtulmuş kimselerdir. Çünkü onlar, başka bir yolla gerçekleşmesi mümkün olmayan gerçek kurtuluşun yolunu izlemişlerdir.
Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm ile hidâyet bulan ve ona yönelen kimselerden söz ettikten sonra bu Kitaptan yüz çeviren ve ona aldırış etmeyen kimseleri de söz konusu etmektedir. Böylelerinin bu davranışları sebebi ile Kur’ân yolunu bırakıp batıl olan her bir söze yönelmekle ve en üstün, en güzel sözü terk edip onun yerine en bayağı ve en çirkin sözleri almakla cezalandırıldıklarını ifade etmekte ve şöyle buyurmaktadır:
{وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَشْتَرِي لَهْوَ الْحَدِيثِ لِيُضِلَّ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ بِغَيْرِ عِلْمٍ وَيَتَّخِذَهَا هُزُوًا أُولَئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ مُهِينٌ (6) وَإِذَا تُتْلَى عَلَيْهِ آيَاتُنَا وَلَّى مُسْتَكْبِرًا كَأَنْ لَمْ يَسْمَعْهَا كَأَنَّ فِي أُذُنَيْهِ وَقْرًا فَبَشِّرْهُ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ (7) إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَهُمْ جَنَّاتُ النَّعِيمِ (8) خَالِدِينَ فِيهَا وَعْدَ اللَّهِ حَقًّا وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ (9)}.
6- İnsanlardan kimisi bilgisizce Allah’ın yolundan saptırmak ve o âyetleri eğlence edinmek için boş sözleri satın alırlar. İşte onlar için alçaltıcı bir azap vardır.
7- Ona âyetlerimiz okunduğu zaman sanki onları işitmemiş gibi, dahası iki kulağı da sağırmış gibi
(davranıp) kibirlenerek yüz çevirir. Sen ona can yakıcı bir azabı müjdele!
8- İman edip salih ameller işleyenler içinse Naîm cennetleri vardır.
9- Onlar orada ebedî kalacaklardır. Bu, Allah’ın hak bir vaadidir. O, Azîzdir, Hakîmdir.
#
{6} أي: {ومن الناس من}: هو محرومٌ مخذولٌ {يشتري}؛ أي: يختارُ ويرغب رغبة من يبذُلُ الثمن في الشيء، {لهو الحديث}؛ أي: الأحاديث الملهية للقلوب، الصادَّة لها عن أجلِّ مطلوب، فدخل في هذا كلُّ كلام محرَّم وكلُّ لغوٍ وباطل وهَذَيان؛ من الأقوال المرغِّبة في الكفر والفسوق والعصيان، ومن أقوال الرادِّين على الحقِّ المجادلين بالباطل لِيُدْحِضوا به الحقَّ، ومن غيبةٍ ونميمةٍ وكذبٍ وشتم وسبٍّ، ومن غناء ومزامير شيطان. ومن الماجرياتِ الملهيةِ التي لا نفع فيها في دين ولا دُنيا؛ فهذا الصنف من الناس {يشتري لهو الحديث} عن هدي الحديث {ليضلَّ} الناس {بغير علم}؛ أي: بعد ما ضلَّ في فعله أضلَّ غيرَه؛ لأنَّ الإضلال ناشئٌ عن الضَّلال، وإضلالُه في هذا الحديث صدُّه عن الحديث النافع والعمل النافع والحقِّ المُبين والصراطِ المستقيم، ولا يتمُّ له هذا حتى يقدحَ في الهدى والحقِّ، ويتَّخذ آيات الله هُزواً، يَسْخَرُ بها وبِمَنْ جاء بها؛ فإذا جمع بين مدح الباطل والترغيب فيه والقدح في الحقِّ والاستهزاء به وبأهله؛ أضلَّ مَنْ لا علم عندَه، وخَدَعَه بما يوحيه إليه من القول الذي لا يميِّزه ذلك الضالُّ، ولا يعرف حقيقته، {أولئك لهم عذابٌ (مهينٌ)}: بما ضلُّوا، وأضلُّوا، واستهزؤوا بآيات الله، وكذَّبوا الحقَّ الواضح.
6. Yani
“insanlardan kimisi” mahrumdur, ilâhî yardıma mazhar olmaz.
“Bilgisizce Allah’ın yolundan saptırmak ve o âyetleri eğlence edinmek için boş sözleri satın alırlar.” Bir şeye karşılık bedel ödeyen kimsenin yaptığı gibi bunlara arzuyla yönelir ve onları tercih ederler.
“Boş sözler/lehvu’l-hadis”, kalpleri oyalayıp duran ve onları en üstün maksatlara yönelmekten alıkoyan sözlerdir. Bunun kapsamına haram olan bütün sözlerle boş, bâtıl ve hezeyan türünden olan bütün sözler girmektedir. Küfrü, fasıklığı ve isyanı teşvik eden sözler, hakkı reddeden, hakkı batılla çürütmek maksadı ile batılı ileri sürerek mücadele edenlerin sözleri, gıybet, nemime, yalan, sövme, küfür, şarkı, şeytanî çalgılar, din ve dünya açısından herhangi bir faydası bulunmayan boşa vakit geçirici ve oyalayıcı maceralar/hikayeler de bu kabildendir.
İşte bu tipten olan insanlar, boş sözleri hidâyete ileten sözlere tercih eder, satın alırlar. Bundan maksatları ise
“bilgisizce” insanları
“Allah’ın yolundan saptırmak” tır. Yani bu kimseler yaptıkları işlerle kendileri saptıktan sonra başkalarını da saptırırlar. Çünkü başkalarını saptırmak, fiilen sapmanın bir sonucudur. Bu sözlerle başkalarını saptırmak ise onları faydalı sözlerden, faydalı işlerden, apaçık haktan ve dosdoğru yoldan alıkoymaktır. Böyle bir şeyi gerçekleştirmek ise ancak Allah’ın âyetlerinin getirmiş olduğu hakkı ve hidâyeti tenkit etmek, ona dil uzatmak,
“ve o âyetleri eğlence edinmek”le mümkün olur. Böylece o âyetlerle ve o âyetleri getirenlerle alay ederler. Böyle bir kimse batılı övüp ona teşvik edince ve hakka dil uzatıp hem onla hem de hak ehliyle alay edince bilgi sahibi olmayan kimseleri saptırmış olurlar. Bu sapan kimselerin ayırt edemedikleri ve hakikatini de bilmedikleri o sözleri onlara telkin etmek suretiyle onları aldatırlar.
“İşte onlar için” saptıkları, saptırdıkları, Allah’ın âyetleri ile alay ettikleri ve apaçık hakkı inkâr ettikleri için
“alçaltıcı bir azap vardır.” Bundan dolayı Yüce Allah, bir sonraki âyet-
i kerimede şöyle buyurmaktadır:
#
{7} ولهذا قال: {وإذا تُتلى عليه آياتُنا}: ليؤمنَ بها وينقادَ لها، {ولَّى مستكبراً}؛ أي: أدبر إدبار مستكبرٍ عنها رادٍّ لها ولم تدخُلْ قلبَه ولا أثَّرتْ فيه بل أدبر عنها {كأن لم يَسْمَعْها}، بل: {كأنَّ في أذُنَيْه وقراً}؛ أي: صمماً لا تصلُ إليها الأصوات؛ فهذا لا حيلة في هدايتِهِ. {فبشِّرْه}: بشارةً تؤثِّر في قلبه الحزنَ والغمَّ، وفي بشرتِهِ السوء والظُّلمة والغبرة، {بعذابٍ أليم}: مؤلم لقلبِهِ ولبدنِهِ، لا يقادَرُ قدرُهُ، ولا يُدرى بعظيم أمره؛ فهذه بشارةُ أهل الشرِّ؛ فلا نعمتِ البشارةُ.
7.
“Ona âyetlerimiz” kendilerine iman edip itaat etsin diye
“okunduğu zaman sanki onları işitmemiş gibi, dahası iki kulağı da sağırmış” da sesler kulağına varmıyormuş
“gibi (davranıp) kibirlenerek yüz çevirir.” Yani böyle bir kimse, bu âyetleri reddeden bir edâ ile ve büyüklenerek onlardan yüz çevirir. Bu âyetler kalbine girmez, ona hiçbir şekilde etki etmez, aksine o bu âyetlerden yüz çevirir ve sağır kesilir. İşte böyle birisini hidâyete iletmenin imkanı yoktur.
“Sen ona can yakıcı bir azabı müjdele!” Kalbini yasa ve üzüntüye boğacak, yüzünü kedere ve karanlığa gömecek, toz duman içinde kalmasına neden olacak bir müjdeyi ver ona! Bu, kalbine ve bedenine acı ve ızdırap verecek, miktarı bilinemeyen, büyüklüğü idrâk edilemeyen bir azaptır. İşte kötülük işleyenlerin müjdesi budur.
Bu ne kötü bir müjdedir!
Hayır ehli kimselerin müjdesine gelince o da şöyledir:
#
{8 ـ 9} وأما بشارةُ أهل الخير؛ فقال: {إنَّ الذين آمنوا وعَمِلوا الصالحاتِ}: جمعوا بينَ عبادة الباطن بالإيمان والظاهر بالإسلام والعمل الصالح، {لهم جناتُ النعيم}: بشارةً لهم بما قدَّموه وقِرىً لهم بما أسلفوه {خالدين فيها}؛ أي: في جنات النعيم نعيم القلب والروح والبدن. {وعد الله حقًّا}: لا يمكن أن يُخْلَفَ ولا يغيَّر ولا يتبدَّل. {وهو العزيزُ الحكيم}: كامل العزَّة، كامل الحكمة، من عزَّته وحكمتِهِ، وَفَّق من وَفَّق، وخَذَل بحسب ما اقتضاه علمُه فيهم وحكمتُه.
8.
“İman edip salih ameller işleyenler” iman ederek batınî ibadeti, İslâm’ın gereklerini yerine getirerek ve salih amel işleyerek de zahiri ibadeti bir araya getiren kimseler için
“Naîm cennetleri vardır.” Dünyada iken işlediklerine karşılık, onların müjdesi ve onlara sunulacak olan ikram bu olacaktır.
9.
“Onlar orada” yani ruh ve bedenin, nimetlere gark olacağı Naim cennetlerinde
“ebedî kalacaklardır.”
“Bu, Allah’ın hak bir vaadidir.” Bunun yerine getirilmemesi, değiştirilmesi veya değişikliğe uğratılması imkânsızdır.
“O, Azîzdir, Hakîmdir.” İzzeti de hikmeti de kâmildir. İzzet ve hikmetinin bir tecellisi de insanlar hakkındaki bilgisi, ilmi ve hikmeti gereğince; kimisini imana muvaffak kılması, kimisini de böyle bir muvaffakiyetten mahrum bırakması ve bu hususta ona yardım etmemesidir.
{خَلَقَ السَّمَاوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا وَأَلْقَى فِي الْأَرْضِ رَوَاسِيَ أَنْ تَمِيدَ بِكُمْ وَبَثَّ فِيهَا مِنْ كُلِّ دَابَّةٍ وَأَنْزَلْنَا مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَأَنْبَتْنَا فِيهَا مِنْ كُلِّ زَوْجٍ كَرِيمٍ (10) هَذَا خَلْقُ اللَّهِ فَأَرُونِي مَاذَا خَلَقَ الَّذِينَ مِنْ دُونِهِ بَلِ الظَّالِمُونَ فِي ضَلَالٍ مُبِينٍ (11)}
10- O, gökleri gördüğünüz şekilde direksiz yaratmıştır. Sizi sarsmasın diye yere sabit dağlar koymuş ve orada her tür canlıdan yaymıştır. Gökten de yağmur indirdik ve yeryüzünde her tür güzel bitkiden bitirdik.
11- İşte bunlar, Allah’ın yarattığı şeylerdir. Şimdi gösterin bakalım bana, O’nun dışında
(ilah edindikleriniz) ne yaratmış? Hayır, zalimler apaçık bir sapıklık içindedirler.
#
{10} يتلو تعالى على عبادِهِ آثاراً من آثار قدرته وبدائعَ من بدائع حكمتِهِ ونعماً من آثار رحمتِهِ، فقال: {خلقَ السمواتِ}: السبع على عظمها وسَعَتها وكثافتها وارتفاعها الهائل {بغير عَمَدٍ تَرَوْنَها}؛ أي: ليس لها عمدٌ، ولو كان لها عَمَدٌ؛ لرؤيتْ، وإنَّما استقرَّتْ، واستمسَكَتْ بقدرة الله تعالى، {وألقى في الأرضِ رواسِيَ}؛ أي: جبالاً عظيمة ركزها في أرجائها وأنحائها لئلاَّ {تميدَ بكم}؛ فلولا الجبالُ الراسياتُ؛ لمادتِ الأرض ولما استقرَّتْ بساكنيها، {وبثَّ فيها من كلِّ دابَّةٍ}؛ أي: نشر في الأرض الواسعة من جميع أصناف الدوابِّ التي هي مسخَّرة لبني آدم ولمصالحهم ومنافعهم، ولمَّا بثَّها في الأرض؛ علم تعالى أنه لا بدَّ لها من رزقٍ تعيشُ به، فأنزل من السماء ماء مباركاً، {فأنبتْنا فيها من كلِّ زوج كريم}: المنظر، نافع، مبارك، فرتعت فيه الدوابُّ المنبثَّة، وسكن إليه كلُّ حيوان.
10. Yüce Allah, kullarına kudretinin eserlerinden,
harikulade hikmetlerinden ve rahmetinin tecellilerinden olan pek çok nimetleri dile getirerek şöyle buyurmaktadır: “O, gökleri” büyüklüklerine, genişliklerine, yoğunluklarına ve dehşet verici yüksekliklerine rağmen yedi kat göğü
“gördüğünüz şekilde direksiz yaratmıştır.” Yani bu göklerin direkleri yoktur. Direkleri bulunsaydı görülürdü. Yüce Allah’ın kudreti ile bu gökler karar bulmuş ve birbirine sağlam bir şekilde kenetlenmiştir.
“Sizi sarsmasın diye yere sabit dağlar koymuş.” Yerin dört bir yanına pek büyük dağlar yerleştirdi. Zira eğer bu dağlar olmasaydı yeryüzü çalkalanır ve orada yaşayanlar için sabit durabilecekleri istikrarlı bir yer olmazdı.
“ve orada her tür canlıdan yaymıştır.” Oldukça geniş olan yeryüzü üzerinde Âdemoğullarına, onların fayda ve maslahatlarına amade kılınmış çeşitli türden bütün canlıları türetmiştir.
Bunları yeryüzünde yayan Yüce Allah olduğuna göre onların, kendisi vasıtası ile yaşayabilecekleri bir rızıklarının da bulunması kaçınılmaz bir şeydir.
Bundan dolayı da Yüce Allah gökten pek bereketli bir su indirmiştir: “Gökten de yağmur indirdik ve yeryüzünde her tür güzel bitkiden bitirdik.” Görünüşü güzel, faydalı ve bereketli bitkiler. Dört bir tarafa yayılmış olan canlılar, bu bitkilerle beslenir ve her canlı onlarla faydalanır.
#
{11} {هذا}؛ أي: خَلْقُ العالم العلويِّ والسفليِّ من جماد وحيوانٍ وسوق أرزاق الخلق إليهم، {خَلْقُ الله}: وحدَه لا شريكَ له، كلٌّ مقرٌّ بذلك، حتى أنتم يا معشر المشركين، {فأروني ماذا خَلَقَ الذين من دونِهِ}؛ أي: الذين جَعَلْتُموهم له شركاءَ تدعونهم وتعبدونهم، يلزم على هذا أن يكون لهم خَلْقٌ كخلقِهِ ورزقٌ كرزقِهِ؛ فإنْ كان لهم شيء من ذلك؛ فأرونيه؛ ليصحَّ ما ادَّعيتم فيهم من استحقاق العبادة. ومن المعلوم أنَّهم لا يقدرونَ أن يُروه شيئاً من الخلق لها؛ لأنَّ جميع المذكورات قد أقرُّوا أنَّها خلق الله وحده، ولا ثَمَّ شيءٌ يعلم غيرها، فثبت عجزُهم عن إثبات شيء لها تستحقُّ به أن تُعبد، ولكن عبادتُهم إيَّاها عن غير علم وبصيرةٍ، بل عن جهل وضلال، ولهذا قال: {بل الظالمون في ضلال مبينٍ}؛ أي: جليٍّ واضح؛ حيث عَبَدوا من لا يملكُ نفعاً ولا ضرًّا ولا موتاً ولا حياةً ولا نشوراً، وتركوا الإخلاص للخالقِ الرازق المالك لكلِّ الأمور.
11.
“Bunlar” yani ulvi ve süfli âlemde bulunan canlı cansız tüm varlıkalrın yaratılması ve bütün mahlukata rızıklarının verilmesi “Allah’ın yarattığı şeylerdir.” Bunların hepsini tek başına O yaratmıştır ve O’nun hiçbir ortağı yoktur. Ey müşrikler topluluğu! Sizler dahi bunu itiraf etmektesiniz.
“Şimdi gösterin bakalım bana, O’nun dışında (ilah edindikleriniz) ne yaratmış?” O’na ortak koşup kendilerine dua ve ibadet ettiğinize göre bu varlıkların Allah’ın yarattığı gibi yaratmaları, O’nun rızık verdiği gibi rızık vermeleri gerekir. Eğer ortak koştuğunuz bu uydurma rab ve ilâhlar, kısmen dahi olsa böyle bir şey yapabiliyor iseler haydi -onların ibadeti hak ettiklerine dair iddianızın doğruluğunu ispat etmek üzere- bunu bana gösterin.
Herkesçe malumdur ki bu uydurma mabudların herhangi bir şeyi yarattıklarını göstermelerine imkan yoktur. Çünkü sözü geçen bütün varlıkların yalnızca Allah tarafından yaratılmış olduğunu ve ortada buna aykırı olarak bilinen bir gerçek olmadığını kendileri de itiraf etmişlerdir. O halde onların uydurma mabudlarının kendisi sebebi ile ibadeti hak edecekleri herhangi bir şeye sahip olduğunu ispat etmekten yana âciz oldukları açıkça ortaya çıkmış olmaktadır. Ne var ki onların bu uydurma mabudlara olan ibadetleri bilgisizce ve basiretsizcedir. Hatta cahillik ve sapıklıktan kaynaklanmaktadır.
Bundan dolayı da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Hayır, zalimler apaçık bir sapıklık içindedir.” Çünkü onlar, hiçbir fayda sağlayamayan, zarar veremeyen, öldüremeyen ve diriltemeyen varlıklara ibadet ediyorlar. Buna karşılık her şeyi yaratan, rızık veren, her bir işin dizginlerini elinde bulunduran mutlak malike ihlâsla ibadeti terk ediyorlar.
{وَلَقَدْ آتَيْنَا لُقْمَانَ الْحِكْمَةَ أَنِ اشْكُرْ لِلَّهِ وَمَنْ يَشْكُرْ فَإِنَّمَا يَشْكُرُ لِنَفْسِهِ وَمَنْ كَفَرَ فَإِنَّ اللَّهَ غَنِيٌّ حَمِيدٌ (12) وَإِذْ قَالَ لُقْمَانُ لِابْنِهِ وَهُوَ يَعِظُهُ يَابُنَيَّ لَا تُشْرِكْ بِاللَّهِ إِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ (13) وَوَصَّيْنَا الْإِنْسَانَ بِوَالِدَيْهِ حَمَلَتْهُ أُمُّهُ وَهْنًا عَلَى وَهْنٍ وَفِصَالُهُ فِي عَامَيْنِ أَنِ اشْكُرْ لِي وَلِوَالِدَيْكَ إِلَيَّ الْمَصِيرُ (14) وَإِنْ جَاهَدَاكَ عَلَى أَنْ تُشْرِكَ بِي مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ فَلَا تُطِعْهُمَا وَصَاحِبْهُمَا فِي الدُّنْيَا مَعْرُوفًا وَاتَّبِعْ سَبِيلَ مَنْ أَنَابَ إِلَيَّ ثُمَّ إِلَيَّ مَرْجِعُكُمْ فَأُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ (15) يَابُنَيَّ إِنَّهَا إِنْ تَكُ مِثْقَالَ حَبَّةٍ مِنْ خَرْدَلٍ فَتَكُنْ فِي صَخْرَةٍ أَوْ فِي السَّمَاوَاتِ أَوْ فِي الْأَرْضِ يَأْتِ بِهَا اللَّهُ إِنَّ اللَّهَ لَطِيفٌ خَبِيرٌ (16) يَابُنَيَّ أَقِمِ الصَّلَاةَ وَأْمُرْ بِالْمَعْرُوفِ وَانْهَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَاصْبِرْ عَلَى مَا أَصَابَكَ إِنَّ ذَلِكَ مِنْ عَزْمِ الْأُمُورِ (17) وَلَا تُصَعِّرْ خَدَّكَ لِلنَّاسِ وَلَا تَمْشِ فِي الْأَرْضِ مَرَحًا إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ كُلَّ مُخْتَالٍ فَخُورٍ (18) وَاقْصِدْ فِي مَشْيِكَ وَاغْضُضْ مِنْ صَوْتِكَ إِنَّ أَنْكَرَ الْأَصْوَاتِ لَصَوْتُ الْحَمِيرِ (19)}.
12- Andolsun Biz Lokmân’a hikmet verdik ve
“Allah’a şükret” (dedik). Kim şükrederse ancak kendi yararına şükreder. Kim de nankörlük ederse
(bilsin ki) Allah, hiçbir şeye/kimseye muhtaç değildir, her türlü hamde lâyık olandır.
13- Hani Lokmân,
oğluna öğüt verirken şöyle demişti: “Oğulcuğum, Allah’a şirk koşma! Çünkü şirk, büyük bir zulümdür.”
14- Biz insana ana-babasına
(iyi davranmasını) emrettik. Annesi onu sıkıntı üstüne sıkıntı çekerek taşımıştır. Onun sütten kesilmesi de iki yılda olur.
“Bana ve ana-babana şükret. Dönüş yalnız banadır” (dedik).
15- Ama eğer onlar, hakkında bilgin olmayan bir şeyi Bana ortak koşman için seni zorlarlarsa onlara itaat etme! Bununla beraber dünya
(işlerinde) onlarla iyi geçin ve Bana yönelenlerin yoluna uy! Sonra benim huzuruma döneceksiniz ve ben de size yapmakta olduklarınızı haber vereceğim.
16-
“Oğulcuğum! Şayet yaptığın (iyilik veya kötülük), bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa ve o, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin içinde (saklı) bulunsa Allah onu (çıkarıp senin karşına) getirir. Çünkü Allah Latîftir, her şeyden haberdardır.
17- “Oğulcuğum! Namazı dosdoğru kıl, iyiliği emret, kötülükten alıkoy ve başına gelene de sabret! Çünkü bunlar, azmedilmesi gereken kesin emirlerdendir.”
18-
“Kibirle insanlardan yüzünü çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Çünkü Allah kendini beğenmiş, böbürlenen kimseleri sevmez.”
19-
“Yürüyüşünde mutedil ol ve sesini alçalt! Çünkü seslerin en çirkini, eşeklerin sesidir.”
#
{12} يخبرُ تعالى عن امتنانِهِ على عبدِهِ الفاضل لقمان بالحكمة، وهي العلم بالحقِّ على وجهه وحكمته؛ فهي العلم بالأحكام، ومعرفةُ ما فيها من الأسرار والأحكام؛ فقد يكون الإنسانُ عالماً ولا يكون حكيماً، وأما الحكمة؛ فهي مستلزمةٌ للعلم، بل وللعمل، ولهذا فُسِّرت الحكمةُ بالعلم النافع والعمل الصالح. ولمَّا أعطاه اللَّه هذه المنَّة العظيمة؛ أمره أن يشكره على ما أعطاه؛ ليباركَ له فيه، وليزيدَه من فضله، وأخبره أنَّ شكر الشاكرين يعودُ نفعُه عليهم، وأنَّ من كفر فلم يشكُر اللَّه؛ عاد وبالُ ذلك عليه، والله غنيٌّ عنه حميدٌ فيما يقدِّره ويقضيه على مَنْ خالف أمره؛ فغناه تعالى من لوازم ذاته، وكونُه حميداً في صفات كماله حميداً في جميل صنعه من لوازم ذاته، وكلُّ واحد من الوصفين صفة كمال، واجتماع أحدهما إلى الآخر زيادة كمال إلى كمال.
واختلف المفسرون هل كان لقمانُ نبيًّا أو عبداً صالحاً ، والله تعالى لم يذكُر عنه إلاَّ أنه آتاه الحكمة، وذكر بعضَ ما يدلُّ على حكمته في وعظه لابنه، فذكر أصول الحكمة وقواعدها الكبار، فقال:
12. Yüce Allah faziletli kulu Lokmân’a hikmeti lütfettiğini haber vermektedir. Hikmet, hakkı olduğu şekli ile ve gerekçesiyle bilmektir. Hükümleri, bu hükümlerdeki sırları ve gerekçeleri bilmektir. İnsan alim olmakla birlikte hikmet sahibi olmayabilir. Ama hikmet, mutlaka ilmi gerektirir. Hatta ameli de gerektirir. Bundan dolayı hikmet, faydalı ilim ve salih amel diye de açıklanmıştır.
Yüce Allah, ona böyle büyük bir lütufta bulunduğundan dolayı kendisine ihsan ettiği bu nimete karşılık şükretmesini de emretmiştir ki ona ihsan etmiş olduğu bu nimeti daha bir bereketlendirsin, lütfunu daha çok artırsın. Ayrıca Yüce Allah, şükredenlerin şükründen kendilerinin yararlanacaklarını, küfre/nankörlüğe saparak Allah’a şükretmeyenlerin bu şükürsüzlüklerinin veballerinin de kendilerine döneceğini haber vermektedir. Zira Allah, ona muhtaç değildir. Emrine muhalefet eden kimseler hakkındaki takdiri, kaza ve hükmü dolayısı ile de hamde lâyık olandır.
Allah’ın muhtaç olmayışı, zatının ayrılmaz bir sıfatıdır. Kemal sıfatlarında da yaptıklarını güzel yapmasında da hamde/övgüye layık oluşu da zatının ayrılmaz bir sıfatıdır. Bu iki sıfatın her birisi de birer kemâl sıfatıdır. Birinin diğeri ile birlikte bulunması ise kemâl üstüne kemâldir.
Müfessirler, Lokman’ın peygamber mi salih bir kul mu olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Ancak Yüce Allah sadece ona hikmet verdiğinden söz etmekte ve oğluna verdiği öğütlerinden de hikmet sahibi bir kimse olduğuna delil teşkil edecek bazı hususları zikretmektedir.
Hikmetin esaslarını ve temel kaidelerini dile getirerek şöyle buyurmaktadır:
#
{13} {وإذ قال لقمانُ لابنِهِ وهو يَعِظُهُ}؛ أو: قال له قولاً به يعظه، والوعظُ: الأمرُ والنهيُ المقرون بالترغيب والترهيب؛ فأمَرَهُ بالإخلاص ونهاه عن الشرك وبيَّن له السبب في ذلك، فقال: {إنَّ الشركَ لظلمٌ عظيمٌ}: ووجه كونه عظيماً أنَّه لا أفظع وأبشع ممَّن سوَّى المخلوق من تراب بمالك الرقاب، وسوَّى الذي لا يملك من الأمر شيئاً بمالك الأمرِ كلِّه، وسوَّى الناقص الفقير من جميع الوجوه بالربِّ الكامل الغنيِّ من جميع الوجوه، وسوَّى مَن لم يُنْعِمْ بمثقال ذرَّةٍ من النعم، بالذي ما بالخلق من نعمةٍ في دينهم ودنياهم وأخراهم وقلوبهم وأبدانهم إلاَّ منه، ولا يصرف السوء إلاَّ هو؛ فهل أعظم من هذا الظلم شيءٌ؟! وهل أعظمُ ظلماً ممَّن خلقه الله لعبادته وتوحيدِهِ، فذهب بنفسه الشريفة، فجعلها في أخسِّ المراتب، جعلها عابدةً لمن لا يسوى شيئاً، فظلم نفسه ظلماً كبيراً؟!
13.
“Hani Lokmân oğluna öğüt verirken” ve ona öğüt mahiyetinde sözler söylerken
“şöyle demişti...” Öğüt/vaaz, teşvik ve korkutma ile birlikte emir ve yasakta bulunmaktır.
O da oğluna ihlâsı emredip şirk koşmayı yasaklamış ve bunun sebebini de açıklayarak şöyle demiştir: “Çünkü şirk büyük bir zulümdür.”
Şirkin büyük bir zulüm olması şundandır: Topraktan yaratılmış olan bir varlığı, her şeye mutlak egemen olana eşit kabul edenin yaptığından daha korkunç ve daha çirkin bir iş olamaz. İdarede hiçbir yetkisi olmayan bir varlığı bütün işlerin mutlak hükümranına eşit kabul eden; bütün yönleri ile eksik ve muhtaç olan bir varlığı, bütün yönleri ile muhtaç olmayan kemal sahibi yüce Rabbe denk tutan; zerre miktarı bir nimet verecek gücü bulunmayan bir varlığı din, dünya ve âhiret nimetlerini, kalbi ve bedeni sahip oldukları bütün nimetleri insanlara veren ve kötülükleri kendisinden başka hiçbir kimsenin gideremediği o yüce zata eşit kabul eden kimsenin yaptığından daha korkunç, daha çirkin bir fiil olamaz. İşte bu zulümden daha büyük bir zulüm olabilir mi?
Allah, kendisini zatına ibadet etmek ve zatını tevhid etmek için yaratmışken, şerefli nefsini en aşağı mertebelere indiren kişiden, hiçbir değeri olmayan bir varlığa ibadet eden, böylelikle kendisine de pek büyük bir haksızlık eden kimseden daha büyük zulüm işleyen biri olabilir mi?
#
{14} ولما أمر بالقيام بحقِّه بترك الشرك الذي من لوازمه القيام بالتوحيد؛ أمر بالقيام بحقِّ الوالدين، فقال: {ووصَّيْنا الإنسان}؛ أي: عهدنا إليه وجعلناه وصيةً عنده سنسأله عن القيام بها وهل حَفِظَها أم لا؟ فوصيناه {بوالديه}، وقلنا له: {اشكُرْ لي}: بالقيام بعبوديَّتي وأداء حقوقي وأنْ لا تستعينَ بنعمي على معصيتي {ولوالديك}: بالإحسان إليهما بالقول الليِّن والكلام اللطيف والفعل الجميل والتواضع لهما وإكرامهما وإجلالهما والقيام بمؤونتهما واجتناب الإساءة إليهما من كلِّ وجه بالقول والفعل، فوصيناه بهذه الوصية وأخبرناه أنَّ {إليَّ المصيرُ}؛ أي: سترجع أيُّها الإنسان إلى من وصَّاك وكلَّفك بهذه الحقوق، فيسألك: هل قمتَ بها فيثيبك الثواب الجزيل، أم ضيَّعْتها فيعاقبك العقاب الوبيل؟! ثمَّ ذَكَرَ السببَ الموجبَ لبرِّ الوالدين في الأم، فقال: {حَمَلَتْه أمُّه وهناً على وهنٍ}؛ أي: مشقة على مشقة؛ فلا تزال تلاقي المشاقَّ من حين يكون نطفةً من الوحم والمرض والضعف والثقل وتغير الحال، ثم وجع الولادة ذلك الوجع الشديد، ثم {فصالُهُ في عامينِ}: وهو ملازمٌ لحضانة أمِّه وكفالتها ورضاعها. أفما يحسُنُ بمن تحمَّل على ولده هذه الشدائد مع شدة الحب أن يؤكِّد على ولده، ويوصي إليه بتمام الإحسان إليه؟
14. Yüce Allah, şirki terk etmeyi -ki tevhidin gerçekleştirilmesi de bunun bir gereğidir- emretmek sureti ile kendi hakkının yerine getirilmesini emrettikten sonra anne-
baba hakkını yerine getirmeyi emrederek şöyle buyurmaktadır: “Biz insana ana- babasına (iyi davranmasını) emrettik.” Yani Biz, ona gereğini yerine getirip getirmemekten, ona riâyet edip etmemekten kendisini sorumlu tutacağımız bir emir verdik. Ona anne-
babasını vasiyet ettik ve dedik ki: Kulluğu gereği gibi yerine getirmek, haklarımı edâ etmek ve Benim nimetlerimi kullanarak Bana isyana kalkışmamak sureti ile
“bana ve” yumuşak söz söylemek, güzel konuşmak, iyi davranışlarda bulunmak, onlara karşı alçakgönüllü olmak, ikramda bulunmak, onları tazim etmek, onların ihtiyaçlarını yerine getirmek, söz ve davranışla her yönden onlara kötülük etmekten uzak durmak sureti ile “ana-babana şükret!” İşte biz ona bunu emrettik ve
“Dönüş yalnız Banadır” diye haber verdik. Yani ey insan! Sen, sana bunları emredip bu hakları yerine getirmekle seni yükümlü tutana döneceksin. O da bunları yerine getirip getirmediğini sana soracak ve getirmişsen sana pek büyük mükâfatlar verecektir. Getirmedi isen de çok ağır bir ceza ile cezalandıracaksın.
Allah,
anneye iyilik yapmayı gerektiren sebebi de annenin durumunu söz konusu ederek şöylece zikretmektedir: “Annesi onu sıkıntı üstüne sıkıntı çekerek taşımıştır.” Çocuk, anne rahminde bir nutfe olarak yaratıldığı andan itibaren anne sıkıntılarla karşılaşıp durur. Hastalanır, zayıf düşer, ağırlaşır, durumu değişir. Daha sonra doğum sancılarını, o ağrıları ve büyük acıları çeker.
“Onun sütten kesilmesi de iki yılda olur.” Bebek, annesinin kendisini bağrına basmasına, koruyup himaye etmesine ve kendisine süt emzirmesine muhtaçtır. O halde çocuğu dolayısı ile bunca sıkıntılara katlanan ve ona aşırı sevgi duyan kimse hakkında çocuğuna ona çok iyi davranmasının ve iyilikte bulunmasının tavsiye edilmesinden daha uygun ne olabilir ki?
#
{15} {وإن جاهداك}؛ أي: اجتهد والداك {على أن تشرِكَ بي ما ليس لك به علمٌ فلا تُطِعْهُما}: ولا تظنَّ أنَّ هذا داخل في الإحسان إليهما؛ لأنَّ حق الله مقدَّم على حقِّ كل أحدٍ، ولا طاعة لمخلوقٍ في معصية الخالق، ولم يقلْ: وإنْ جاهداك على أن تُشْرِكَ بي ما ليس لك به علمٌ؛ فعقَّهما، بل قال: {فلا تُطِعْهُما}؛ أي: في الشرك ، وأمَّا برُّهما؛ فاستمرَّ عليه، ولهذا قال: {وصاحِبْهُما في الدُّنيا معروفاً}؛ أي: صحبة إحسان إليهما بالمعروف، وأما اتِّباعُهما وهما بحالة الكفر والمعاصي؛ فلا تتَّبِعْهما، {واتَّبِعْ سبيلَ مَنْ أناب إليَّ}: وهم المؤمنون بالله وملائكته وكتبه ورسله، المستسلمون لربِّهم، المنيبون إليه، واتِّباع سبيلهم أن يَسْلُكَ مسلَكَهم في الإنابة إلى الله، التي هي انجذابُ دواعي القلب وإراداته إلى الله، ثم يتبَعُها سعي البدن فيما يرضي الله ويقرِّبُ منه، {ثمَّ إليَّ مرجِعُكم}: الطائع والعاصي والمنيب وغيره، {فأنِبِّئُكُم بما كنتُم تعملونَ}: فلا يخفى على اللَّه من أعمالهم خافيةٌ.
15.
“Ama eğer onlar” annen ve baban
“hakkında bilgin olmayan bir şeyi Bana ortak koşman için seni zorlarlarsa onlara itaat etme!” Bu hususta onlara itaatin de onlara iyi davranmanın kapsamına girdiğini zannetme! Çünkü Allah’ın hakkı herkesin hakkından önce gelir ve
“Yaratıcıya isyanı gerektiren hususlarda hiçbir yaratılmışa itaat yoktur.”
Yüce Allah:
“Eğer onlar bilmediğin bir şeyi Bana ortak koşman için seni zorlarlarsa sen onlara kötü davran” buyurmamış,
aksine: “onlara itaat etme” buyurmuştur. Yani şirk hususunda onların isteklerine boyun eğme! Ama onlara iyi davranmayı da devam ettir.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Bununla beraber dünya (işlerinde) onlarla iyi geçin.” Onlara aklen ve dinen güzel ölçüler içerisinde iyilikte bulunacak şekilde beraberliğini sürdür. Onların küfür ve masiyetlerinde onlara tâbi olmaya gelince bu hususta onlara asla uyma!
“Bana yönelenlerin yoluna uy!” Bunlar; Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman eden, Rablerine teslim olan ve O’na dönen kimselerdir. Bunların yoluna uymak, kalbin irade ve istekleri ile Allah’a yönelmesi demek olan Allah’a dönüş yollarını izlemekle olur. Bunun arkasından ise Allah’ı razı edecek ve O’na yakınlaştıracak hususlarda bedenen amel etmek gelir.
“Sonra” itaatkârınızla, isyankârınızla Bana yönelenenizle, yönelmeyeninizle “benim huzuruma döneceksiniz ve ben de size yapmakta olduklarınızı haber vereceğim.” Onların amellerinden Allah’a hiçbir şey gizli kalmayaz.
#
{16} {يا بنيَّ إنَّها إن تَكُ مثقالَ حبةٍ من خردلٍ}: التي هي أصغرُ الأشياء وأحقرُها {فتكن في صخرةٍ}؛ أي: في وسطها، {أو في السمواتِ أو في الأرض}: في أيِّ جهة من جهاتهما؛ {يأتِ بها اللهُ}: لسعةِ علمِهِ وتمامِ خبرتِهِ وكمال قدرتِهِ، ولهذا قال: {إنَّ الله لطيفٌ خبيرٌ}؛ أي: لطف في علمه وخبرته، حتى اطَّلع على البواطن والأسرار وخفايا القفار والبحار. والمقصودُ من هذا الحثُّ على مراقبة الله والعمل بطاعته مهما أمكن، والترهيبُ من عمل القبيح قلَّ أو كَثُرَ.
16.
“Oğulcuğum! Şayet yaptığın (iyilik veya kötülük)” en küçük ve en değersiz bir şey olan
“hardal tanesi ağırlığında bile olsa ve o, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin içinde (saklı) bulunsa” yani yeryüzünün herhangi bir yerinde olsa
“Allah” ilminin genişliği, her şeyden eksiksiz olarak haberdar oluşu ve kudretinin kemâli dolayısıyla “onu (çıkarıp senin karşına) getirir.” Bundan dolayı Yüce Allah,
şöyle buyurmaktadır: “Çünkü Allah Latiftir, her şeyden haberdardır.” Yani O’nun ilmi ve her şeyden haberdar oluşu, o kadar ince noktalara dahi nüfuz eder ki gizli şeylere ve sırlara, karaların ve denizlerin gizliliklerine ve görünmeyen yerlerine kadar uzanır.
Bununla Allah’ın gözetimi altında olduğu şuurunu canlı tutmak ve mümkün olduğunca O’na itaat etmek teşvik edilmekte, az ya da çok olsun çirkin amellerden de sakındırılmaktadır.
#
{17} {يا بنيَّ أقِمِ الصَّلاة}: حثَّه عليها وخصَّها لأنَّها أكبرُ العبادات البدنيَّة، {وأمُرْ بالمعروفِ وانْهَ عن المنكرِ}: وذلك يستلزم العلم بالمعروف؛ ليأمر به، والعلم بالمنكر؛ لينهى عنه، والأمر بما لا يتمُّ الأمر بالمعروف، والنهي عن المنكر إلاَّ به، من الرفق والصبر، وقد صرَّح به في قوله: {واصْبِرْ على ما أصابك}: ومن كونه فاعلاً لما يأمر به، كافًّا لما يُنهى عنه، فتضمَّن هذا تكميلَ نفسه بفعل الخير وترك الشر، وتكميلَ غيره بذلك بأمره ونهيه. ولمَّا عُلِمَ أنَّه لا بدَّ أن يُبتلى إذا أمر ونهى وأنَّ في الأمر والنهي مشقَّة على النفوس؛ أمره بالصبر على ذلك، فقال: {واصبِرْ على ما أصابَكَ إنَّ ذلك}: الذي وَعَظَ به لقمانُ ابنَه {من عزم الأمورِ}؛ أي: من الأمور التي يُعْزَمُ عليها، ويهتمُّ بها، ولا يوفَّق لها إلا أهلُ العزائم.
17.
“Oğulcuğum! Namazı dosdoğru kıl” Bu sözleri ile o, oğlunu namaza teşvik etmiştir. Çünkü bedenî ibadetlerin en büyüğü odur.
“İyiliği emret, kötülükten alıkoy” İyiliği emredebilmek için onu bilmek gerekir, yine kötülükten alıkoymak için de onu tanımak gerekir. Ayrıca insanlara yumuşak davranmak ve sabır gibi iyiliği emredip kötülükten alıkoymanın ancak kendileri ile tamam olduğu diğer hususlar da bu emre dahildir.
Nitekim: “başına gelene de sabret” buyruğu ile Yüce Allah, bunu açıkça ifade etmektedir. Diğer taraftan emrettiği hususları önce kendisinin yapması, alıkoyduğu hususlardan da önce kendisinin uzak durması da bu emrin kapsamı içerisindedir. Buna göre bu buyruk, hem iyiliği işlemek ve kötülüğü terk etmek sureti ile önce kişinin kendi kendisini kemale erdirmesini, hem de iyiliği emredip kötülüğü yasaklamak suretiyle başkalarını kemâle götürmesini ihtiva etmiş olmaktadır.
Kişi, iyiliği emredip kötülükten alıkoyduğu takdirde birtakım zorluklara müptela olması kaçınılmaz olduğu için ve bu emir ve alıkoymada nefislere bir zorluk bulunduğundan dolayı Allah,
bu husustaki sıkıntılara sabredilmesini emrederek şöyle buyurmuştur: “ve başına gelene de sabret! Çünkü bunlar” Lokman’ın oğluna vermiş olduğu bu öğütler
“azmedilmesi gereken kesin emirlerdendir.” Yani kararlılıkla yerine getirilmesi, kendisine önem verilmesi gereken hususlardandır. Bunları yerine getirme muvaffakiyeti de ancak azim sahibi kararlı kimselere nasip olur.
#
{18} {ولا تُصَعِّرْ خدَّك للناس}؛ أي: لا تُمِلْهُ وتعبسْ بوجهك للناس تكبُّراً عليهم وتعاظماً، {ولا تَمْشِ في الأرض مَرَحاً}؛ أي: بَطِراً فخراً بالنعم ناسياً المنعِم معجباً بنفسك. {إنَّ الله لا يحبُّ كلَّ مختالٍ}: في نفسه وهيئته وتعاظُمه {فخورٍ}: بقوله.
18.
“Kibirle insanlardan yüzünü çevirme” İnsanlara karşı büyüklenerek, onlara karşı büyüklük taslayarak yüzünü onlardan başka tarafa çevirme, onlara surat yapma!
“Yeryüzünde böbürlenerek” nimetleri ihsan edeni unutup nimetlerle şımararak ve kendini beğenerek
“yürüme!”
“Çünkü Allah kendini beğenmiş” kendi nefsini büyük gören, tavırları ile büyüklük taslayan ve sözleri ile de
“böbürlenen kimseleri sevmez.”
#
{19} {واقصِدْ في مشيِكَ}؛ أي: امش متواضعاً مستكيناً لا مشي البطر والتكبُّر ولا مشي التماوت، {واغْضُضْ من صوتِكَ}: أدباً مع الناس ومع الله، {إنَّ أنكر الأصواتِ}؛ أي: أفظعها وأبشعها {لصوتُ الحميرِ}: فلو كان في رفع الصوت البليغ فائدةٌ ومصلحةٌ؛ لما اختصَّ بذلك الحمار الذي قد عُلِمْتَ خسَّتَه وبلادَتَه.
19.
“Yürüyüşünde mutedil ol” mütevazı ve ağırbaşlı bir şekilde yürü, azgınca ve kibirle yürüme. Ölü gibi de yürüme!
“Sesini” insanlara karşı da Allah’a karşı da gereken edebi takınmak sureti ile “alçalt; çünkü seslerin en çirkini” en bet ve en kötü olanı
“eşeklerin sesidir.” Şâyet sesi aşırı derece yükseltmenin bir fayda ve getirisi bulunmuş olsa idi o, değersizliği ve kalın kafalılığı meşhur olan eşeğe has olmazdı.
Lokman’ın oğluna yapmış olduğu bu nasihatlar hikmetin temellerini bir araya toplamakta ve bunların söz konusu edilmeyenlerini de zımnen içermektedir. Her bir tavsiye ile birlikte eğer bir emir ise onun yapılmasını gerektiren sebep ve eğer bir yasak ise onun da terk edilmesini gerektiren neden söz konusu edilmiştir. Bu da bizim, hikmetin açıklaması ile ilgili olarak sözünü ettiğimiz “hükümleri, hükümlerin hikmetlerini ve münasebetlerini bilmek” şeklindeki açıklamamızın doğruluğuna delil teşkil etmektedir.
Oğluna önce dinin temelini oluşturan tevhidi emretmiş ve şirki de yasaklamıştır. Ayrıca şirki terk etmeyi gerektiren nedeni de açıklamıştır.
Ona anne ve babaya iyilik yapmayı emrettiği gibi onlara iyilik yapmanın sebebini de açıklamıştır. Yine anne-babaya ve Yüce Allah’a şükretmesini emrettiğini de görüyoruz. Daha sonra da anne-babaya itaat için bir sınır getirmekte ve onlara iyilikte bulunup onların emirlerini yerine getirmenin Allah'a isyan ile emrolunmama şartına bağlı olduğunu ortaya koymaktadır. Bununla birlikte bir günah emredecek olsalar dahi onlara kötü davranmamayı, aksine onlara iyilik yapmayı emretmektedir. Şirk hususunda onunla mücadele edecek, onlara itaat etmeyecek olsalar dahi bu böyledir.
Yine oğluna her daim Allah’ın gözetimi altında bulunduğunu bilmesini emretmekte ve onu hesap için Allah’ın huzuruna çıkmakla uyarmaktadır. Yüce Allah’ın hayır olsun, şer olsun, büyük olsun, küçük olsun her bir şeyi mutlaka onun önüne getirip koyacağını da bildirmektedir. Ona kibri yasaklayıp alçakgönüllü olmayı emrettiği gibi şımarıklıktan ve azgınlıktan uzak durmasını, hareketinde ve sesinde sakin olmasını emretmekte ve bunların aksini de yasaklamaktadır.
İyiliği emredip kötülükten alıkoymasını emrettiği gibi kendileriyle her bir hususun kolaylaştığı namaz ve sabrı da emretmektedir. Nitekim Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: “Sabır ve namaz ile yardım isteyin.” (el-Bakara, 2/153) O halde bu tavsiyelerde bulunan bir kimseye özellikle hikmetin verilmiş olması ve onun hikmet sahibi olmakla meşhur olması hakkıdır. Bundan dolayı Yüce Allah’ın, hem ona hem de kullarına lütfunun bir tecellisi olmak üzere ve onların onu örnek almalarını sağlayacak şekilde ona ait hikmetin bir bölümünü anlatmış olması O’nun bir lütfudur.
{أَلَمْ تَرَوْا أَنَّ اللَّهَ سَخَّرَ لَكُمْ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَأَسْبَغَ عَلَيْكُمْ نِعَمَهُ ظَاهِرَةً وَبَاطِنَةً وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يُجَادِلُ فِي اللَّهِ بِغَيْرِ عِلْمٍ وَلَا هُدًى وَلَا كِتَابٍ مُنِيرٍ (20) وَإِذَا قِيلَ لَهُمُ اتَّبِعُوا مَا أَنْزَلَ اللَّهُ قَالُوا بَلْ نَتَّبِعُ مَا وَجَدْنَا عَلَيْهِ آبَاءَنَا أَوَلَوْ كَانَ الشَّيْطَانُ يَدْعُوهُمْ إِلَى عَذَابِ السَّعِيرِ (21)}
20- Göklerde olanları da yerde olanları da Allah’ın emrinize verdiğini, açık ve gizli nimetlerini size bol bol verdiğini görmez misiniz? Buna rağmen insanlar içinde hiçbir bilgi, rehber ve aydınlatıcı bir kitaba sahip olmaksızın tartışan kimseler vardır.
21-
Onlara: “Allah’ın indirdiğine uyun” denildiğinde onlar:
“Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız” derler. Peki, şeytan onları alevli ateşin azabına çağırıyor idiyse de mi
(onlara uyacaklar)?
#
{20 ـ 21} يمتنُّ تعالى على عباده بنعمِهِ، ويدعوهم إلى شكرها ورؤيتها وعدم الغفلة عنها، فقال: {ألم تروا}؛ أي: تشاهدوا وتُبصروا بأبصاركم وقلوبكم، {أنَّ الله سخَّر لكم ما في السمواتِ}: من الشمس والقمر والنُّجوم كلِّها مسخرات لنفع العباد، {وما في الأرض}: من الحيوانات والأشجار والزُّروع والأنهار والمعادن ونحوها؛ كما قال تعالى: {هو الذي خَلَقَ لكم ما في الأرض جميعاً}، {وأسبغَ عليكم}؛ أي: عمَّكم وغمركم نعمَه الظاهرةَ والباطنةَ؛ التي نعلم بها والتي تخفى علينا؛ نعم الدنيا ونعم الدين، حصول المنافع ودفع المضار؛ فوظيفتُكم أن تقوموا بشكرِ هذه النعم بمحبَّة المنعم والخضوع له وصرفها في الاستعانة على طاعتِهِ وأنْ لا يُستعان بشيء منها على معصيته. {و} لكن مع توالي هذه النعم {مِنَ الناس مَن}: لم يَشْكُرْها، بل كَفَرها، وكفر بمنْ أنعم بها، وجحدَ الحقَّ الذي أنزل به كتبه، وأرسل به رسله، فجعل {يجادِلُ في الله}؛ أي: يجادل عن الباطل ليدحضَ به الحقَّ، ويدفع به ما جاء به الرسول من الأمر بعبادةِ الله وحده، وهذا المجادلُ على غير بصيرة؛ فليس جدالُه عن علم؛ فيترك وشأنه، ويسمح له في الكلام. {ولا هدىً}: يقتدي به بالمهتدين {ولا كتابٍ منيرٍ}؛ أي: نيِّر مبين للحق؛ فلا معقول ولا منقول ولا اقتداء بالمهتدين، وإنما جداله في الله مبنيٌّ على تقليد آباءٍ غير مهتدين، بل ضالِّين مضلِّين، ولهذا قال: {وإذا قيلَ لهم اتَّبِعوا ما أنزلَ الله}: على أيدي رسله؛ فإنَّه الحقُّ، وبُيِّنَتْ لهم أدلتُه الظاهرة، {قالوا} معارضينَ ذلك: {بل نتَّبِعُ ما وَجَدْنا عليه آباءنا}: فلا نترك ما وجدنا عليه آباءنا لقول أحدٍ كائناً مَن كان. قال تعالى في الردِّ عليهم وعلى آبائهم: {أوَلَوْ كان الشيطانُ يدعوهم إلى عذابِ السعير}؛ أي: فاستجاب له آباؤهم، ومشوا خلفه، وصاروا من تلاميذ الشيطان، واستولت عليهم الحيرة؛ فهل هذا موجب لاتِّباعهم لهم ومشيهم على طريقتهم؟! أم ذلك يرهِبُهم من سلوك سبيلهم، وينادي على ضلالهم وضلال من تبعهم؟! وليس دعوة الشيطان لآبائهم ولهم محبة لهم ومودة، وإنَّما ذلك عداوةٌ لهم ومكرٌ لهم، وبالحقيقة أتباعه من أعدائِهِ الذين تمكَّن منهم، وظَفِرَ بهم، وقرَّتْ عينُه باستحقاقهم عذابَ السعير بقَبول دعوته.
20. Yüce Allah, kullarına ihsan etmiş olduğu nimetlerini hatırlatmakta, onları bu nimetlere şükretmeye,
onları görmeye ve onlardan gafil olmamaya davet ederek şöyle buyurmaktadır: “Göklerde” güneş, ay ve yıldız gibi var “olanları da yerde olanları da” hayvanları, ağaçları, ekinleri, nehirleri, madenleri vb.
“Allah’ın emrinize verdiğini” bunların tümünün, kulların faydasına amade kılınmış olduklarını gözlerinizle ve kalplerinizle
“görmez misiniz?” Bu buyruk Yüce Allah’ın:
“Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan... O’dur.” (el-Bakara, 2/29) buyruğuna benzemektedir.
“açık ve gizli nimetlerini size bol bol verdiğini…” Yüce Allah, açık ve gizli nimetlerine sizleri gark etmiş bulunuyor. Bu nimetler, her tarafınızı kuşatmıştır. Biz, bunların bir kısmını biliyoruz, onların bir bölümü de bize gizlidir. Dünya nimetleri, din nimetleri, pek çok menfaatlerin elde edilmesi, zararların bizden uzak kılınması vb. gibi pek çok nimetler buna dahildir. O halde sizin göreviniz bu nimetlere karşı şükür vazifesini yerine getirmektir. Bu ise o nimetleri ihsan edeni sevmekle, O’na boyun eğmekle, bu nimetleri O’na itaat uğrunda kullanmakla, bunların hiçbirisini O’na isyan yolunda kullanmamakla olur.
Ama bu ardı arkası kesilmeyen nimetlere rağmen
“insanlar içinde” bu nimetlere şükretmeyip aksine nankörlük eden, dahası bunları ihsan edeni de inkâr edip kitaplarında indirmiş olduğu ve peygamberleri ile göndermiş olduğu hakkı reddeden
“hiçbir bilgi” ve basireti olmadan, herhangi bir ilme dayanmadan
“rehber” bu konuda hidâyet bulanlara uymadan “ve aydınlatıcı bir kitaba sahip olmaksızın” hakkı beyan eden apaydınlık bir kitabı böylelikle ilmi de olmaksızın
“Allah hakkında tartışan kimseler vardır.”
İşte böyleleri kendi hallerine bırakılır ve akıllarına esen şekilde konuşmalarına müsaade edilir. Zira onlar, bu tartışmaları ile hakkı çürütmeye, peygamberin getirmiş olduğu yalnızca Allah’a ibadet etme emrini ortadan kaldırmaya çalışırlar. Ancak bu tartışmaları ile ne aklî bir dayanağa ne de naklî bir dayanağa sahiptirler, ne de hidâyet bulan rehberlere uymaları söz konusudur. Böylelerinin Allah hakkındaki tartışmaları rehbersizdir, aksine sapkın ve saptırıcı olan atalarını taklide dayalıdır.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
21.
“Onlara: “Allah’ın” rasûlleri vasıtası ile
“indirdiğine uyun.” Çünkü o haktır;
“denildiğinde” ve onlara bu hakkın apaçık delilleri açıklandığında, buna karşı çıkarak
“Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız” O nedenle -kim olursa olsun- biri, bir söz söyledi diye atalarımızı üzerinde bulduğumuz yolu terk edecek değiliz,
“derler.”
Yüce Allah hem onların bu iddialarını, hem de babalarının tuttukları yolu reddetmek üzere şöyle buyurmaktadır: “Peki, şeytan onları alevli ateşin azabına çağırıyor idiyse de mi (onlara uyacaklar)?” Onların ataları şeytanın çağrısını kabul ettiler, onun ardından yürüdüler. Böylelikle şeytanın öğrencilerinden oldular. Dalalet onları her bir yandan kuşatıverdi. Peki, bu durum onlara tâbi olmayı, onların yolundan yürümeyi mi gerektirir yoksa atalarının yolunu izlemekten sakınmalarını mı? Yine bu, hem atalarının hem atalarına uyanların da sapmış olduklarını mı ilan etmektedir?
Diğer taraftan şeytanın, atalarını da kendilerini de çağırması onları sevdiğinden, onlara karşı muhabbetinden kaynaklanmamaktadır. Bu, ancak onlara beslediği bir düşmanlığın, onları tuzağa düşürmek isteyişinin bir sonucudur. Gerçek şu ki ona uyanlar, aslında şeytanın kendilerine üstün gelip yenik düşürdüğü düşmanlarındandır. Bunların çağrısını kabul etmeleri dolayısı ile cehennem azabını hak etmiş olmaları, şeytanın mutlu eden, onun için son derece sevindirici bir olaydır.
{وَمَنْ يُسْلِمْ وَجْهَهُ إِلَى اللَّهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَى وَإِلَى اللَّهِ عَاقِبَةُ الْأُمُورِ (22) وَمَنْ كَفَرَ فَلَا يَحْزُنْكَ كُفْرُهُ إِلَيْنَا مَرْجِعُهُمْ فَنُنَبِّئُهُمْ بِمَا عَمِلُوا إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ (23) نُمَتِّعُهُمْ قَلِيلًا ثُمَّ نَضْطَرُّهُمْ إِلَى عَذَابٍ غَلِيظٍ (24)}
22- Kim ihsan sahibi olduğu halde yüzünü Allah’a teslim ederse şüphesiz o, en sağlam kulpa tutunmuş olur. İşlerin âkıbeti Allah’a döner.
23- Kim de küfre saparsa onun küfrü seni üzmesin. Onlar, bize döneceklerdir ve biz de yaptıklarını onlara bildireceğiz. Şüphesiz Allah, kalplerde olanı çok iyi bilir.
24- Biz onları
(dünyada) azıcık faydalandırırız, sonra da oldukça ağır bir azaba mahkûm ederiz.
#
{22} {ومَن يسلمْ وجهَه إلى الله}؛ أي: يخضعُ له وينقادُ له بفعل الشرائع مخلصاً له دينَه، {وهو محسنٌ}: في ذلك الإسلام؛ بأن كان عملُه مشروعاً، قد اتَّبع فيه الرسولَ صلّى الله عليه وسلّم، أو: ومن يسلمْ وجهَه إلى الله بفعل جميع العباداتِ وهو محسنٌ فيها؛ بأن يعبدَ الله كأنَّه يراه؛ فإنْ لم يكنْ يراه؛ فإنَّه يراه. أو: ومَنْ يسلمْ وجهَه إلى الله بالقيام بحقوقه، وهو محسن إلى عباد الله، قائم بحقوقهم، والمعاني متلازمةٌ، لا فرق بينها إلاَّ من جهة اختلاف مورد اللفظتين، وإلاَّ؛ فكلُّها متفقة على القيام بجميع شرائع الدين على وجه تُقبل به وتَكْمل؛ فمن فعل ذلك؛ {فقد استمسكَ بالعروةِ الوُثقى}؛ أي: بالعروة التي مَنْ تمسَّكَ بها؛ توثَّق ونجا وسلم من الهلاك وفاز بكلِّ خير، ومَنْ لم يُسلم وجهه لله، أو: لم يحسِنْ؛ لم يستمسك بالعروة الوثقى، وإذا لم يستمسكْ [بالعروة الوثقى]؛ لم يكنْ ثَمَّ إلاَّ الهلاك والبوار. {وإلى الله عاقبةُ الأمور}؛ أي: رجوعُها وموئلُها ومنتهاها، فيحكم في عباده ويجازيهم بما آلتْ إليه أعمالُهم، ووصلت إليه عواقِبُهم، فليستعدُّوا لذلك الأمر.
22.
“Kim ihsan sahibi olduğu halde” sahip olduğu bilgi, meşru bir bilgi olup bu hususta da Allah Rasûlüne uymuş olduğu halde
“yüzünü Allah’a teslim ederse” şer’î hükümleri yerine getirerek, dinini yalnızca O’na halis kılarak, O’na itaat eder ve boyun eğerse...
Yahut kim, Yüce Allah’a O’nu görüyormuş gibi ibadet eder, Allah’ı görmese bile Allah’ın kendisini gördüğü şuuru içinde olarak ihsan sahip olur, bütün ibadetleri yerine getirmek sureti ile kendisini Allah’a teslim ederse;
Yahut da her kim, Allah’ın kullarına -onların haklarını yerine getirmek sureti ile- ihsan sahibi olup iyilik eder ve kendisini Yüce Allah’a teslim ederse...
Bu anlamların biri diğerinden ayrılmaz. Sadece lafızların geliş noktaları bakımından aralarında bir fark vardır. Yoksa bunların hepsi de makbul ve kemâl derecede dinin bütün şer’î hükümlerini yerine getirme konusunda ittifak halindedir.
İşte kim bunları yapacak olursa
“şüphesiz o, en sağlam kulpa tutunmuş olur.” Yani tutunan kişiyi sağlam bir yere tutunduran, kurtuluşa götüren, helâkten koruyan ve her bir hayrı elde etmesi sonucunu doğuran kulpa yapışmış olur.
Kim de kendisini Allah’a teslim etmeyecek yahut bu sapasağlam kulpa sımsıkı sarılmayacak olursa artık o, helâk ve yok oluştan başka bir sonuç ile karşı karşıya kalmaz.
“İşlerin âkıbeti Allah’a döner.” Dönüşü, varacağı yer ve sona ereceği nokta O’dur. O, kulları hakkında hükmünü verecek ve amellerinin vardığı sonuca, ulaştığı âkıbete göre karşılıklarını verecektir. O halde bu sonuca hazır olsunlar.
#
{23} {ومَن كَفَرَ فلا يَحْزُنكَ كفرُه}: لأنَّك أدَّيت ما عليك من الدَّعوة والبلاغ؛ فإذا لم يهتدِ ؛ فقد وجب أجرُك على الله، ولم يبقَ للحزن موضعٌ على عدم اهتدائِهِ؛ لأنَّه لو كان فيه خيرٌ؛ لهداه الله، ولا تحزنْ أيضاً على كونهم تجرؤوا عليك بالعداوة، ونابذوك المحاربة، واستمرُّوا على غيِّهم وكفرِهم، ولا تتحرَّقْ عليهم بسبب أنَّهم ما بودروا بالعذاب، إنَّ {إلينا مرجِعُهم فننبِّئُهم بما عملوا}: من كفرِهم وعداوتِهم وسعيِهم في إطفاءِ نورِ الله وأذى رسله. إنه {عليمٌ بذات الصُّدور}: التي ما نطق بها الناطقون؛ فكيف بما ظهر وكان شهادة؟!
23.
“Kim de küfre saparsa onun küfrü seni üzmesin.” Çünkü sen, davet ve tebliğ görevini eksiksiz yerine getirdin. Eğer davetine muhatap olanlar, hidâyet bulmayacak olsa bile senin Allah’tan ecrini alman bir haktır.
Bu kimselerin hidâyet bulmayışları dolayısı ile üzülmeyi gerektiren bir sebep yoktur. Çünkü bu gibilerinde hayır olsa idi, şüphesiz Allah onları hidâyete iletirdi.
Aynı şekilde sana karşı düşmanlık etme cesaretini göstermiş, seninle savaşmış, sapıklık ve küfürlerini sürdürmüş olmaları dolayısı ile de üzülme.
Diğer taraftan Allah’ın onların azaplarını dünyada çabucak göndermemiş olmasından ötürü de yanıp yakılma. Çünkü
“onlar, bize döneceklerdir ve biz de yaptıklarını onlara bildireceğiz.” Onların inkârlarını, düşmanlıklarını, Allah’ın nurunu söndürmek için çalışmalarını ve peygamberlerine olan eziyetlerini haber vereceğiz.
“Şüphesiz Allah” dile dahi getirmedikleri ve içlerinde sakladıkları da dahil
“kalplerde olanı çok iyi bilir.” Ya açığa çıkıp herkesin gözü önünde olanların durumu ne olur, dersin?
#
{24} {نمتِّعُهم قليلاً}: في الدنيا؛ ليزداد إثمهُم ويتوفَّر عذابُهم. {ثم نضطرُّهم}؛ أي: نلجِئُهم {إلى عذابٍ غليظٍ}؛ أي: انتهى في عظمِهِ وكبرِهِ وفظاعتِهِ وألمه وشدَّته.
24.
“Biz onları” günahları daha çok artsın, azapları daha çok biriksin diye dünayda
“azıcık faydalandırırız. Sonra da oldukça ağır bir azaba” yani son derece büyük, korkunç, acı ve ızdırap verici, şiddetli bir azaba
“mahkûm ederiz.”
{وَلَئِنْ سَأَلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ لَيَقُولُنَّ اللَّهُ قُلِ الْحَمْدُ لِلَّهِ بَلْ أَكْثَرُهُمْ لَا يَعْلَمُونَ (25) لِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ إِنَّ اللَّهَ هُوَ الْغَنِيُّ الْحَمِيدُ (26) وَلَوْ أَنَّمَا فِي الْأَرْضِ مِنْ شَجَرَةٍ أَقْلَامٌ وَالْبَحْرُ يَمُدُّهُ مِنْ بَعْدِهِ سَبْعَةُ أَبْحُرٍ مَا نَفِدَتْ كَلِمَاتُ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ (27) مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ إِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ إِنَّ اللَّهَ سَمِيعٌ بَصِيرٌ (28)}
25-
Andolsun onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı?” diye sorsan,
onlar kesinlikle: “Allah” diyeceklerdir. Sen: “Allah’a hamdolsun” de. Hayır, onların çoğu bilmezler.
26- Göklerde ve yerde olanlar yalnız Allah’ındır. Şüphesiz Allah Ğanîdir, Hamîddir.
27- Eğer yeryüzünde bulunan tüm ağaçlar kalem ve denizler de ardından yedi deniz daha katılarak
(mürekkep) olsaydı yine de Allah’ın sözleri tükenmezdi. Şüphesiz Allah Azîzdir, Hakîmdir.
28- Sizin yaratılmanız ve
(öldükten sonra) diriltilmeniz, ancak tek bir can gibidir. Şüphesiz Allah, her şeyi işitendir, görendir.
#
{25} أي: {ولئن} سألتَ هؤلاء المشركين المكذِّبين بالحقِّ: {مَنْ خَلَقَ السمواتِ والأرضَ}: لعلموا أنَّ أصنامهم ما خلقتْ شيئاً من ذلك، ولبادروا بقولهم: {اللهُ}: الذي خلقهما وحدَه، فَـ {قُلْ} لهم ملزماً لهم ومحتجًّا عليهم بما أقرُّوا به على ما أنكروا: {الحمدُ لله}: الذي بيَّن النور وأظهر الاستدلال عليكم من أنفسكم؛ فلو كانوا يعلمون؛ لجزموا أنَّ المنفرد بالخَلْق والتدبير هو الذي يُفْرَدُ بالعبادة والتوحيد، ولكن {أكثرَهم لا يعلمونَ}: فلذلك أشركوا به غيره، ورَضُوا بتناقُض ما ذهبوا إليه على وجه الحيرة والشكِّ لا على وجهِ البصيرةِ.
25.
“Andolsun onlara” yani şu hakkı yalanlayan müşriklere:
“Gökleri ve yeri kim yarattı? diye sorsan” hiç şüphesiz putlarının bunlardan hiçbir şeyi yaratmamış olduklarını anlayacaklar ve
“kesinlikle” onları tek başına
“Allah” yarattı “diyeceklerdir.”
Onlara itiraf ettikleri hususu inkâr ettikleri gerçeğe dair delil getirerek onları susturmak üzere
“Allah’a hamdolsun, de.” Yani bunu açık seçik ortaya çıkartan ve bizzat kendi sözlerinizi sizin aleyhinize delil olarak ortaya koyan Allah’a hamdolsun. Eğer onlar, gerçekten bilen kimseler olsalardı, tek başına varlıkları yaratıp idare edenin aynı şekilde tek başına ibadete ve tevhid edilmeye lâyık olduğunu da kesinlikle bilirlerdi.
Ama
“hayır, onların çoğu bilmezler.” Bundan dolayı da başkalarını O’na ortak koşarlar, hayret ve şaşkınlık içinde -hiçbir basiret söz konusu olmaksızın- içinde oldukları çelişkiye razı olmuşlardır.
#
{26} ثم ذكر في هاتين الآيتين نموذجاً من سعة أوصافه؛ ليدعو عباده إلى معرفته ومحبَّته وإخلاص الدين له، فذكر عموم ملكه، وأنَّ جميع ما في السماواتِ والأرض، وهذا شاملٌ لجميع العالم العلويِّ والسفليِّ؛ أنَّه ملكه، يتصرَّف فيهم بأحكام المُلك القدريَّة وأحكامه الأمريَّة وأحكامه الجزائيَّة؛ فكلُّهم عبيدٌ مماليكُ مدبَّرون مسخَّرون، ليس لهم من الملك شيءٌ، وأنَّه واسع الغنى؛ فلا يحتاجُ إلى ما يحتاجُ إليه أحدٌ من الخلق، {ما أريدُ منهم من رزقٍ وما أريد أن يُطْعِمونِ}، وأنَّ أعمال النبيِّين والصدِّيقين والشهداء والصالحين لا تنفعُ اللهَ شيئاً، وإنما تنفع عامليها، والله غنيٌّ عنهم وعن أعمالهم، ومن غناه أنْ أغناهم وأقناهم في دنياهم وأخراهم.
ثم أخبر تعالى عن سَعَةِ حمدِهِ، وأنَّ حمدَه من لوازم ذاتِهِ؛ فلا يكون إلاَّ حميداً من جميع الوجوه؛ فهو حميدٌ في ذاته، وهو حميدٌ في صفاته؛ فكلُّ صفة من صفاته يستحقُّ عليها أكملَ حمدٍ وأتمَّه؛ لكونها صفاتِ عظمةٍ وكمال، وجميع ما فَعَلَه وخَلَقَه يُحمد عليه، وجميع ما أمر به ونهى عنه يُحمد عليه، وجميع ما حكم به في العباد وبين العباد في الدُّنيا والآخرة يُحمد عليه.
26. Yüce Allah, bu iki âyet-i kerimede sıfatlarının genişliğine bir örnek zikretmekte, böylece kullarını kendisini bilmeye, sevmeye ve dinlerini yalnızca O’na halis kılmaya davet etmektedir. Yine egemenliğinin her şeyi kuşatacak şekilde kapsamlı olduğunu, göklerde ve yerde bulunan her bir şeyin -ki bu da ulvi ve süfli âlemin her birini kapsar- O’nun mülkü olduğunu, bunlar hakkında kaderî hükmü, şer’î hükümleri ve cezaî hükümleri ile tasarrufta bulunduğunu söz konusu etmektedir. Hepsi O’nun mülkü ve O’nun kullarıdır; O’nun tarafından idare edilmekte ve O’nun emrine boyun eğmektedirler. Onların hiçbirisinin mülkten en ufak bir payı yoktur. O,
“Ğani”dir (hiçbir şeye muhtaç olmayandır, çok zengindir); yaratılmışların muhtaç olduğu hiçbir şeye O’nun ihtiyacı yoktur: “Ben onlardan rızık istemiyorum, Beni doyurmalarını da istemiyorum.” (ez-Zâriyât, 51/57) Peygamberlerin, sıddıkların, şehidlerin, salihlerin amellerinin Allah’a hiçbir faydası yoktur. Bu amellerin faydası, onları işleyenleredir. Allah’ın onlara da onların amellerine de ihtiyacı yoktur. Dünya ve âhiretlerinde onları zengin kılmış ve varlıklı kılmış olması da O’nun Ğani oluşunun bir tecellisidir.
Daha sonra Yüce Allah, “Hamid” olduğunu haber vermekte, övgüye layık oluşunun zatının ayrılmaz bir vasfı olduğunu bildirmektedir. O, bütün yönleri ile hamde layık olandır. O, zatı itibari ile de sıfatları ile de hamde layıktır. O’nun her bir sıfatı bütün yönleri ile en mükemmel ve en eksiksiz şekilde hamdedilmeye layık olduğunu ortaya koyar. Çünkü her bir sıfat bir azamet ve bir kemâl sıfatıdır. Bütün yaptıkları ve yarattıkları dolayısı ile O hamde layıktır. Vermiş olduğu bütün emirler, koymuş olduğu bütün yasaklar dolayısı ile de hamde layıktır. Kulları hakkında ve kullar arasında gerek bu dünya hayatında, gerek âhiret hayatında verdiği ve vereceği bütün hükümleri dolayısı ile de O, hamde layıktır.
#
{27} ثم أخبر عن سعة كلامِهِ وعظمةِ قوله بشرح يبلغُ من القلوبِ كلَّ مبلغ، وتنبهِرُ له العقول وتحير فيه الأفئدة وتسيح في معرفتِهِ أولو الألباب والبصائر، فقال: {ولو أنَّ ما في الأرض من شجرةٍ أقلامٌ}: يُكتب بها، {والبحرُ يَمُدُّه من بعدِهِ سبعةُ أبحرٍ}: مداداً يستمدُّ بها؛ لتكسَّرت تلك الأقلام، ولفني ذلك المداد، ولم تنفد {كلماتُ الله}: وهذا ليس مبالغةً لا حقيقةَ له، بل لمَّا علم تبارك وتعالى أنَّ العقول تتقاصر عن الإحاطة ببعض صفاته، وعلم تعالى أنَّ معرفته لعباده أفضل نعمةٍ أنعم بها عليهم وأجلُّ منقبةٍ حصَّلوها، وهي لا تمكِنُ على وجهها، ولكن ما لا يُدْرَكُ كلُّه لا يُتْرَكُ كلُّه، فنبَّههم تعالى على بعضها تنبيهاً تستنير به قلوبُهم، وتنشرحُ له صدورُهم، ويستدلُّون بما وصلوا إليه إلى ما لم يصلوا إليه، ويقولون كما قال أفضلُهم، وأعلمُهم بربِّه: «لا نُحْصي ثناءً عليك، أنت كما أثْنَيْتَ على نفسِك »، وإلاَّ؛ فالأمر أجلُّ من ذلك وأعظم.
وهذا التمثيلُ من باب تقريب المعنى الذي لا يُطاق الوصول إليه إلى الأفهام والأذهان، وإلاَّ؛ فالأشجار وإنْ تضاعَفَتْ على ما ذُكِرَ أضعافاً كثيرةً، والبحور لو امتدَّت بأضعاف مضاعفةٍ؛ فإنَّه يُتَصَوَّر نفادها وانقضاؤها؛ لكونها مخلوقةً، وأمَّا كلام الله تعالى؛ فلا يُتَصَوَّرُ نفادُه، بل دلَّنا الدليلُ الشرعيُّ والعقليُّ على أنَّه لا نفاد له ولا منتهى؛ فكل شيء ينتهي إلاَّ الباري وصفاته، {وأنَّ إلى ربِّك المنتهى}، وإذا تصوَّر العقلُ حقيقة أوَّليَّته تعالى وآخريَّته، وأنَّ كلَّ ما فرضه الذهنُ من الأزمان السابقة مهما تسلسل الفرضُ والتقدير؛ فهو تعالى قبل ذلك إلى غير نهاية، وأنَّه مهما فرض الذهنُ والعقل من الأزمان المتأخرة وتسلسلَ الفرضُ والتقديرُ وساعد على ذلك مَنْ ساعد بقلبِهِ ولسانِهِ؛ فالله تعالى بعد ذلك إلى غير غايةٍ ولا نهاية، والله في جميع الأوقات يحكُم ويتكلَّم ويقولُ ويفعل كيف أرادَ، وإذا أراد، لا مانعَ له من شيء من أقواله وأفعاله؛ فإذا تصوَّر العقلُ ذلك؛ عرف أن المثل الذي ضربه الله لكلامه لِيُدْرِكَ العبادُ شيئاً منه، وإلاَّ؛ فالأمرُ أعظم وأجلُّ.
ثم ذكر جلالة عزَّته وكمال حكمتِهِ، فقال: {إنَّ الله عزيزٌ حكيمٌ}؛ أي: له العزَّة جميعاً الذي ما في العالم العلويِّ والسفليِّ من القوَّة إلاَّ منه، هو الذي أعطاها للخلق؛ فلا حول ولا قوَّةَ إلاَّ به، وبعزَّته قهر الخلق كلَّهم، وتصرَّف فيهم ودبَّرهم، وبحكمته خَلَقَ الخلق، وابتدأه بالحكمة، وجعل غايتَه والمقصودَ منه الحكمة، وكذلك الأمرُ والنهي وُجِدَ بالحكمة، وكانت غايتُه المقصودةُ الحكمةَ؛ فهو الحكيم في خلقه وأمره.
27. Daha sonra Yüce Allah, kalpleri alabildiğine etkileyecek, akıllara durgunluk verecek, düşünceleri hayrete düşürecek,
akıl ve basiret sahiplerinin onu öğrenmek için enine boyuna seyahat edecekleri bir açıklama ile kelâmının genişliğini ve sözlerinin azametini haber vererek şöyle buyurmaktadır: “Eğer yeryüzünde bulunan tüm ağaçlar” kendileri ile yazı yazılacak
“kalem ve denizler de ardından yedi deniz daha katılarak(mürekkep) olsaydı” şüphesiz bütün bu kalemler kırılıp tükenir ve bu mürekkep nihâyete ererdi, ama
“yine de Allah’ın sözleri tükenmezdi.”
Bu, gerçekle ilgisi bulunmayan mübalağalı bir ifade değildir. Aksine şanı yüce Rabbimiz, akılların kendi sıfatlarını kısmen dahi idrâk edemeyeceklerini, bununla birlikte kullarına kendisini tanıtmasının onlara ihsan ettiği nimetlerin en değerlisi, ulaşabildikleri en üstün şeref olduğunu, ama aynı zamanda O’nu layık-ı vechiyle tanımalarına da imkân olmadığını bilmektedir. Fakat tamamı elde edilemeyen bir şey, tamamen de terk edilmez. İşte bu bakımdan Yüce Allah, onların kalplerini aydınlatacak, göğüslerine genişlik verip rahatlatacak ve elde ettikleri bilgiyi elde edemediklerine delil göstermelerini sağlayacak şekilde sıfatlarının bir bölümüne bu şekilde dikkatlerini çekmiş bulunmaktadır.
Ki böylelikle onlar da en faziletlileri ve Rabbini en iyi bilenlerinin söylediği gibi söylesinler: “Biz seni hakkıyla övemeyiz, Sen kendi zatını nasıl övmüşsen öylesindir.”[4] Yoksa durum onlar tarafından gereği gibi idrak edilebilmekten çok daha ileri ve çok daha büyüktür.
Bu misal, kavrayışların ve zihinlerin ulaşmaya güç yetiremediği bir manayı nispeten anlaşılabilir bir ifade ile anlatma kabilindendir. Yoksa ağaçlar, belirtilen miktarın kat kat fazlası dahi olsa ve denizlere de kat kat fazlası ilave edilse yine bunların hepsinin -mahlûk olduklarından dolayı- sonlarının gelmesi ve bitip tükenmeleri tasavvur edilebilecek şeylerdir. Ama Yüce Allah’ın kelâmının bitip tükenmesi tasavvur dahi olunamaz. Hatta şer’î ve aklî delil, O’nun sözlerinin bitip tükenmesinin, sonunun gelmesinin söz konusu olmayacağını bize göstermiştir.
Her bir şeyi yoktan var eden Yaratıcı ve O’nun sıfatları dışında her şey nihâyete erer: “Şüphesiz ki varış, Rabbine olacaktır.” (en-Necm, 53/42)
Akıl,
Yüce Allah’ın ilk oluşunun ve son oluşunun hakiki mahiyetini tasavvur etse şöyle bir durum ortaya çıkacaktır: Zihnin geçmiş zaman olarak varsaydığı her bir şeye dair bütün varsayım ve tahminler ne kadar geriye doğru uzanıp giderse gitsin hiç şüphesiz Yüce Allah, sonu tasavvur olunamayacak şekilde bütün bu varsayımlardan çok daha öncedir. Yine zihin ve akıl, gelecek zamanlara dair neyi varsaysa ve bu varsayım ve değerlendirmeler ne kadar uzayıp gitse, dili ve kalbi ile buna yardımcı olabilecek bütün yardımcılar da bu varsayıma katkıda bulunsa hiç şüphesiz Yüce Allah, sonu gelmemek üzere yine varsayılan o nihai gelecek zamanlardan sonra da ebediyyen var olacaktır. İşte Yüce Allah, bütün bu zamanlarda hüküm verir, söz söyler, buyurur, dilediğini dilediği zaman dilediği şekilde yapar. O’nun iradesini, söz ve fiillerini engelleyecek hiç bir güç yoktur. İşte akıl, bunları tasavvur edebildiği takdirde Yüce Allah’ın kelâmına dair vermiş olduğu bu örneğin, kulların bu sıfatın bir bölümünü idrâk etmeleri için olduğunu anlar. Yoksa işin gerçek mahiyeti, bundan daha büyük ve çok daha ileridir.
Daha sonra Yüce Allah izzetinin celâlini ve hikmetinin kemalini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz Allah Azizdir, Hakimdir.” Bütünü ile izzet
(güç, kuvvet) yalnız O’nundur. Ulvi ve süfli âlemde ne kadar güç varsa mutlaka O’ndandır. Yaratıklara bu gücü veren O’dur. O’nun verdiği güç olmaksızın hiçbir varlık hiçbir şey yapamaz. O, izzeti ile bütün mahlukatı emri altına almış, onlarda tasarruf etmekte ve onların işlerini çekip çevirmektedir.
Hikmeti ile de bütün yaratıkları yaratmış, hikmet ile onları var etmiştir ki sona erişleri de hikmetle olacaktır. Bütün bu varlıklardan gözetilen maksat da hikmettir. Aynı şekilde emirler ve yasaklar da hikmetle verilmiştir. Onlardan gözetilen nihai maksat da hikmettir. O halde O, bütün yaratmalarında ve emirlerinde hikmeti sonsuz olandır; “Hakîm”dir.
Daha sonra kudretinin azamet ve kemâlini söz konusu etmekte ve aklın bunu tasavvur etmesinin imkânsız olduğunu ifade ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{28} ثم ذكر عظمةَ قدرتِهِ وكمالها، وأنَّه لا يمكن أن يتصوَّرها العقلُ، فقال: {ما خَلْقُكم ولا بعْثُكم إلاَّ كنفسٍ واحدةٍ}: وهذا شيءٌ يحير العقول: أنَّ خَلْقَ جميع الخَلْق على كثرتِهِم وبعثهم بعد موتِهِم بعد تفرُّقهم في لمحة واحدةٍ كخلقِهِ نفساً واحدةً؛ فلا وجه لاستبعادِ البعث والنُّشور والجزاء على الأعمال؛ إلاَّ الجهل بعظمة الله وقوَّة قدرتِهِ. ثم ذَكَرَ عموم سمعِهِ لجميع المسموعات وبصرِهِ لجميع المبصَرات، فقال: {إنَّ الله سميعٌ بصيرٌ}.
28. Bu, akıllara hayret verecek bir şeydir. Çokluklarına rağmen insanların yaratılması ve ölüp darmadağın olduktan sonra da hepsinin diriltilmesi bir anda ve sanki tek bir canı yaratması gibi olacaktır. O halde öldükten sonra dirilişi, amellerden dolayı hesaba çekilişi, amellerin karşılıklarının verilişini uzak görmenin, Allah’ın azametini, kuvvet ve kudretini bilmemekten başka bir açıklaması yoktur.
Daha sonra Yüce Allah,
işitilecek her bir şeyi işittiğini ve görülecek her bir şeyi gördüğünü söz konusu ederek: “Şüphesiz Allah, her şeyi işitendir, görendir” buyurmaktadır.
{أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللَّهَ يُولِجُ اللَّيْلَ فِي النَّهَارِ وَيُولِجُ النَّهَارَ فِي اللَّيْلِ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ كُلٌّ يَجْرِي إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّى وَأَنَّ اللَّهَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرٌ (29) ذَلِكَ بِأَنَّ اللَّهَ هُوَ الْحَقُّ وَأَنَّ مَا يَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ الْبَاطِلُ وَأَنَّ اللَّهَ هُوَ الْعَلِيُّ الْكَبِيرُ (30)}.
29- Görmez misin ki Allah geceyi gündüze ekler, gündüzü de geceye ekler. Güneşi ve ayı
(sizin hizmetinize) boyun eğdirmiştir ki her biri
(kendi yörüngesinde) belirli bir süreye kadar akıp gider. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
30-
Bütün bunların sebebi şudur: Allah, hakkın ta kendisidir. Onların O’nun dışında yalvardıkları ise bâtıldır ve Allah, çok yücedir, çok büyüktür.
#
{29} وهذا فيه أيضاً انفرادُه بالتصرُّف والتدبير، وسعةِ تصرُّفه بإيلاج الليل في النهار وإيلاج النهارِ في الليل؛ أي: إدخال أحدِهِما على الآخر؛ فإذا دخل أحدُهما؛ ذهب الآخر، وتسخيره للشمس والقمر يجريان بتدبيرٍ ونظامٍ لم يختلَّ منذ خَلَقَهما؛ ليقيم بذلك من مصالح العباد ومنافِعِهم في دينهم ودُنياهم ما به يعتبِرون وينتَفِعون، و {كلٌّ} منهما {يجري إلى أجل مسمّى}: إذا جاء ذلك الأجل؛ انقطعَ جريانُهُما وتعطَّل سلطانُهما، وذلك في يوم القيامةِ حين تكوَّرُ الشمس، ويُخْسَفُ القمر، وتنتهي دار الدُّنيا، وتبتدئ الدار الآخرة. {وأنَّ الله بما تعملونَ}: من خيرٍ وشرٍّ. {خبيرٌ}: لا يخفى عليه شيء من ذلك، وسيجازيكم على تلك الأعمال بالثواب للمطيعين والعقاب للعاصين.
29. Bu buyrukta da Yüce Allah, kâinatta tek başına tasarruf sahibi olduğunu, kâinatı idare ettiğini, geceyi gündüze, gündüzü de geceye eklemekte olduğunu, böylece bri geldi mi diğerinin gittiğini, tasarrufunun her şeyi kapsadığını ve bunu tek başına yaptığını ifade etmektedir. O, güneşe ve aya da boyun eğdirmiştir ve her ikisi de belli bir düzen içinde akıp gitmektedir. Onları yarattığı günden beri de bu düzenleri bozulmamıştır. Bu sayede kulların birtakım maslahatlarının, din ve dünyalarını ilgilendiren -ve kendisi ile ibret alıp yararlanacakları türden- menfaatleri gerçekleşmektedir.
Güneş ve ayın
“her biri (kendi yörüngesinde) belirli bir süreye kadar akıp gider.” Bu süre geldi mi artık onların akıp gitmeleri son bulur. Onların güçleri işlemez olur. Bu ise güneşin dürüleceği, ayın ışığının söndürüleceği, dünyanın sona erip âhiret yurdunun başlayacağı vakit olan Kıyamet gününde olacaktır.
“Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan” hayır ve şer hepsinden
“haberdardır.” Bunlardan hiçbir şey O’na gizli saklı değildir. O, itaatkârları mükâfatlandırmak, isyankârları da cezalandırmak sureti ile bu amellerinizin karşılığını size verecektir.
#
{30} {ذلك}: الذي بيَّن لكم من عظمتِهِ وصفاتِهِ ما بيَّن {بأنَّ الله هو الحقُّ}: في ذاته وفي صفاته، ودينُهُ حقٌّ، ورسله حقٌّ، ووعدُه حقٌّ، ووعيده حقٌّ، وعبادتُه هي الحق. {وأنَّ ما يدعونَ من دونِهِ الباطلُ}: في ذاته وصفاته؛ فلولا إيجادُ الله له؛ لما وُجِدَ، ولولا إمدادُه؛ لما بقي؛ فإذا كان باطلاً؛ كانت عبادتُه أبطل وأبطل. {وأنَّ الله هو العليُّ}: بذاته فوق جميع مخلوقاته الذي علت صفاته أن يقاس بها صفات [أحدٍ من الخلق]، وعلا على الخلق؛ فقهرهم {الكبير}: الذي له الكبرياءُ في ذاته وصفاته، وله الكبرياءُ في قلوب أهل السماء والأرض.
30.
“Bütün bunların” size azametine ve sıfatlarına dair yaptığı açıklamaların
“sebebi şudur: Allah” zatında ve sıfatlarında
“hakkın ta kendisidir.” Onun dini de haktır, rasûlleri haktır, azap tehdidi de haktır, O’na ibadet de hakkın ta kendisidir.
“Onların O’nun dışında yalvardıkları ise” zatı itibari ile de sıfatları itibari ile de
“bâtıldır.” Eğer Yüce Allah, bu varlıkları var etmemiş olsa idi, bunlar kendiliklerinden var olamazdı. Eğer bu varlıkların canlılığını sürdürmelerine fırsat vermeyecek olsa, bu varlıkların hiçbirisi hayatta kalamaz. Bunlar, bu mahiyetleri ile batıl olduklarına göre onlara ibadet de batıl üstüne batıl olur.
“Ve Allah çok yücedir.” Zatı ile bütün mahlukatının üstündedir. O’nun sıfatları da başka hiçbir varlığın sıfatıyla kıyas edilemeyecek kadar yüce ve üstündür. O, yaratılmışların üstündedir ve onların hepsini emri altına almıştır.
“Çok büyüktür” zatı ve sıfatında büyüklük
(kibriyâ) yalnız O’nundur. Göklerde ve yerdekilerin kalplerinde de kibriya yalnız O’nun hakkıdır.
{أَلَمْ تَرَ أَنَّ الْفُلْكَ تَجْرِي فِي الْبَحْرِ بِنِعْمَتِ اللَّهِ لِيُرِيَكُمْ مِنْ آيَاتِهِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِكُلِّ صَبَّارٍ شَكُورٍ (31) وَإِذَا غَشِيَهُمْ مَوْجٌ كَالظُّلَلِ دَعَوُا اللَّهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ فَلَمَّا نَجَّاهُمْ إِلَى الْبَرِّ فَمِنْهُمْ مُقْتَصِدٌ وَمَا يَجْحَدُ بِآيَاتِنَا إِلَّا كُلُّ خَتَّارٍ كَفُورٍ (32)}.
31- Görmez misin ki gemiler, Allah’ın nimeti sayesinde denizde akıp gitmektedir? Bu, size delillerinden bir kısmını göstermesi içindir. Şüphesiz bunda çok sabreden ve çok şükreden herkes için ibretler vardır.
32- Onları gölgelik gibi bir dalga kuşattığında dini yalnız Allah’a halis kılarak O’na dua ederler. Onları kurtarıp karaya çıkarınca da onlardan kimisi
(imanla küfür arasında) orta bir yol tutar. Âyetlerimizi pek vefasız, çok nankör kimselerden başkası inkâr etmez.
#
{31} أي: ألم تَرَ من آثار قدرتِهِ ورحمتِهِ وعنايتِهِ بعباده أنْ سَخَّرَ البحر تجري فيه الفُلْك بأمره القدريِّ ولطفِهِ وإحسانِهِ؛ {لِيُرِيَكُم من آياتِهِ}: ففيها الانتفاعُ والاعتبار. {إنَّ في ذلك لآياتٍ لكلِّ صبارٍ شكورٍ} فهم المنتفعون بالآيات {صبَّارٍ} على الضراء. {شكورٍ} على السَّراء، صبَّارٍ على طاعة الله وعن معصيته وعلى أقدارِهِ، شكورٍ لله على نِعَمِهِ الدينيَّة والدنيويَّة.
31. Yani Yüce Allah’ın kudretinin, rahmetinin ve kullarına inâyetinin etkilerini görmez misin? O, denizi takdîri emri, lütuf ve ihsanı ile gemilerin onda akıp gitmelerine elverişli olacak şekilde amade kılmıştır. Bundan maksat ise
“size delillerinden bir kısmını göstermesi”dir. Çünkü bunlardan yararlanılır ve bunlardan ibret alınır.
“Şüphesiz bunda çok sabreden ve çok şükreden herkes için ibretler vardır.” Delillerden yararlanacak kimseler, sıkıntılara karşı çokça sabreden, rahat ve bolluk halinde de çokça şükreden, Allah’a itaate de O’na isyan etmemeye de ve O’nun acı takdirlerine karşı da çokça sabreden, Allah’ın dini ve dünyevi nimetlerine karşı O’na çokça şükreden kimselerdir.
#
{32} وذكر تعالى حال الناس عند ركوبِهِم البحر وغشيان الأمواج كالظُّلل فوقهم أنَّهم يخلِصون الدُّعاء لله والعبادة، {فلما نجَّاهم إلى البرِّ}: انقسموا فريقينِ: فرقة مقتصدة؛ أي: لم تقم بشكر الله على وجه الكمال، بل هم مذنبون ظالمون لأنفسهم، وفرقة كافرة لنعمة الله جاحدة لها، ولهذا قال: {وما يَجْحَدُ بآياتِنا إلاَّ كلُّ خَتَّارٍ}؛ أي: غدَّار، ومن غدرِهِ أنَّه عاهد ربَّه لئن أنجيتَنا من البحرِ وشدَّتِهِ لنكوننَّ من الشاكرين. فغدر، ولم يفِ بذلك. {كفورٍ}: لنعم الله؛ فهل يَليقُ بِمَنْ نجَّاهم الله من هذه الشدَّة إلاَّ القيام التامُّ بشكر نعم الله؟!
32. Yüce Allah, insanların denizde yolculuk yapıp da dalgaların, üzerlerini gölge gibi kaplamasını ve onların, bu halde Allah’a ihlâs ile dua ettiklerini söz konusu etmektedir.
“Onları kurtarıp karaya çıkarınca da” iki kısım olurlar:
“Onlardan kimileri orta yolu tutar.” Yani gereği gibi, tam bir şekilde Allah’a şükretmez. Aksine günahkâr ve kendi nefislerine zulmeden kimseler olurlar. Diğer bir kesim ise Allah’ın nimetlerine karşı nankörlük eder, onları inkâr edip küfre sapar. Bundan dolayı da Yüce Allah,
şöyle buyurmaktadır: “Âyetlerimizi pek vefasız, çok nankör kimselerden başkası inkâr etmez.”
Bu gibi vefasızların vefasızlıklarından birisi de şudur: Bunlar, Rablerine
“Eğer sen bizi bu denizden ve sıkıntıdan kurtaracak olursan şükredenlerden olacağız”, diyerek verdikleri sözlerinde durmayışlarıdır. Bunlar verdikleri bu sözü bozarlar, bunun gereğini yerine getirmezler. Bununla birlikte bu gibileri Allah’ın nimetlerini de inkâr eden
“çok nankör” kimselerdir.
Peki, Allah’ın böyle bir sıkıntıdan kurtarmış olduğu kimselere Allah’ın nimetlerine tam anlamı ile şükretmekten başka bir davranış yakışır mı?
{يَاأَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْ وَاخْشَوْا يَوْمًا لَا يَجْزِي وَالِدٌ عَنْ وَلَدِهِ وَلَا مَوْلُودٌ هُوَ جَازٍ عَنْ وَالِدِهِ شَيْئًا إِنَّ وَعْدَ اللَّهِ حَقٌّ فَلَا تَغُرَّنَّكُمُ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا وَلَا يَغُرَّنَّكُمْ بِاللَّهِ الْغَرُورُ (33)}.
33- Ey insanlar! Rabbinize karşı takvalı olun ve babanın oğluna, oğlun da babasına hiçbir fayda sağlayamayacağı bir günden korkun. Şüphe yok ki Allah’ın vaadi haktır. O halde dünya hayatı sakın sizi aldatmasın. O çok aldatıcı
(şeytan) da sakın sizi Allah ile aldatmasın.
#
{33} يأمر تعالى الناس بتقواه، التي هي امتثال أوامرِهِ وتركُ زواجرِهِ، ويستلِفتُهم لخشية يوم القيامة، اليوم الشديدِ الذي فيه كلُّ أحدٍ لا يهمُّه إلاَّ نفسُهُ. و {لا يجزي والدٌ عن ولدِهِ ولا مولودٌ} عن والدِهِ شيئاً: لا يزيدُ في حسناتِهِ ولا ينقصُ من سيئاتِهِ، قد تمَّ على كلِّ عبدٍ عملُه، وتحقَّق عليه جزاؤه. فلفْتُ النظرِ لهذا اليوم المَهيل مما يقوِّي العبدَ ويسهِّل عليه تقوى الله، وهذا من رحمة الله بالعباد؛ يأمُرُهم بتقواه التي فيها سعادتُهم، ويَعِدُهم عليها الثواب، ويحذِّرُهم من العقاب، ويزعجهُم إليه بالمواعظِ والمخوفات، فلك الحمدُ يا ربَّ العالمين. {إنَّ وعدَ الله حقٌّ}: فلا تمتروا فيه، ولا تعملوا عملَ غير المصدِّقِ؛ فلهذا قال: {فلا تغرَّنَّكُمُ الحياةُ الدُّنيا}: بزينتها وزخارفها وما فيها من الفتنِ والمحنِ. {ولا يَغُرَّنَّكُم بالله الغَرورُ}: الذي هو الشيطان، الذي ما زال يخدعُ الإنسان، ولا يغفل عنه في جميع الأوقات؛ فإنَّ لله على عباده حقًّا، وقد وعدهم موعداً يجازيهم فيه بأعمالهم وهل وَفوا حقَّه أم قصَّروا فيه؟ وهذا أمرٌ يجب الاهتمامُ به، وأنْ يجعَلَه العبدُ نُصبَ عينيه ورأسَ مال تجارتِهِ التي يسعى إليه، ومن أعظم العوائق عنه والقواطع دونَه الدُّنيا الفتَّانةُ والشيطانُ الموسْوِسُ المسوِّلُ، فنهى تعالى عبادَه أن تَغُرَّهم الدُّنيا أو يَغُرَّهم بالله الغَرور، {يَعِدُهُم ويُمَنِّيهم وما يَعِدُهُم الشيطانُ إلاَّ غُروراً}.
33. Yüce Allah,
emirlerini yerine getirmek ve yasaklarını terk etmekten demek olan takvâyı insanlara emretmekte; herkesin kendisinden başka hiçbir şeyi önemsemeyip hiçbir şeye aldırmayacağı o zorlu gün olan Kıyamet gününden korkmaları gerektiğine de dikkatlerini çekmektedir: “Babanın oğluna, oğlun da babasına hiçbir fayda sağlayamayacağı bir günden korkun.” Bular birbirlerinin ne iyiliklerine bir şey katabilecek, ne de kötülüklerinden bir şey eksiltebilecektir. Çünkü her bir kulun ameli, artık tamamlanmış ve onun alacağı karşılık da kesinleşmiş olacaktır.
Yüce Allah'ın bu dehşetli güne dikkatleri çekmesi, kula takva konusunda güç verecek ve bunu ona kolaylaştıracak bir husustur. Bu da Yüce Allah’ın kullarına rahmetinin bir tecellisidir. Onlara kendilerini mutluluğa ulaştıracak takvâyı emretmekte ve bundan dolayı da onlara mükâfat vaat etmektedir. Yine onları cezaya karşı da uyarmakta ve öğütlerle, korkutucu şeyleri haber vermekle de onları uyarmaktadır. Ey âlemlerin Rabbi! Bundan dolayı sana hamd-ü senalar olsun.
“Şüphe yok ki Allah’ın vaadi haktır.” Bundan şüpheye düşmeyin. Bu vaadi doğru kabul etmeyen kimseler gibi amellerde bulunmayın.
O nedenle Yüce Allah: “O halde dünya hayatı sakın sizi aldatmasın” buyurmaktadır. Ynai dünya hayatı süsü, allı pullu hali, içindeki fitne ve imtihan araçları ile sizleri aldatmasın.
“O çok aldatıcı” olan şeytan
“da sakın sizi Allah ile aldatmasın.” Şeytan, her zaman için insanı aldatmakta ve hiçbir zaman onun yakasını bırakmamaktadır. Yüce Allah’ın kulları üzerinde bir hakkı vardır. Şöyle ki O, amellerinin karşılığını kendilerine vermek ve kullar onun hakkını eksiksiz olarak yerine mi getirmişlerdir yoksa bu konuda kusurlu mu hareket etmişlerdir diye ortaya çıkarmak için bir süre belirlemiş ve onlara bunu vaat etmiştir. O halde bu, önemsenmesi gereken bir husustur. Kulun bunu daima gözünün önünde bulundurması ve uğrunda didinip duracağı ana sermayesi yapması gerekir. Böyle bir maksadın önündeki en büyük engel ise şüphesiz fitneye düşüren dünya ve kötülükleri güzel göstererek vesvese veren şeytandır.
O nedenle Yüce Allah kullarına hem dünyaya aldanmalarını hem de o çok aldatıcının kendilerini Allah ile aldatmasına kanmalarını yasaklamaktadır: “Şeytan onlara vaatlerde bulunur, olmayacak kuruntulara sürükler. Oysa şeytan kendilerine aldatmadan başka bir şey vaat etmez.” (en-Nisâ, 4/120)
{إِنَّ اللَّهَ عِنْدَهُ عِلْمُ السَّاعَةِ وَيُنَزِّلُ الْغَيْثَ وَيَعْلَمُ مَا فِي الْأَرْحَامِ وَمَا تَدْرِي نَفْسٌ مَاذَا تَكْسِبُ غَدًا وَمَا تَدْرِي نَفْسٌ بِأَيِّ أَرْضٍ تَمُوتُ إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ خَبِيرٌ (34)}.
34- Şüphesiz kıyametin bilgisi, Allah katındadır. Yağmuru O indirir ve rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Yine hiç kimse hangi yerde öleceğini de bilemez. Şüphesiz Allah, her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır.
#
{34} قد تقرَّر أنَّ الله تعالى أحاطَ علمُه بالغيب والشهادة والظواهِرِ والبواطِن، وقد يُطْلِعُ الله عبادَه على كثيرٍ من الأمور الغيبيَّة، وهذه الأمور الخمسة من الأمور التي طَوَى علمها عن جميع الخَلْق؛ فلا يعلمُها نبيٌّ مرسلٌ ولا ملكٌ مقرَّبٌ، فضلاً عن غيرهما، فقال: {إنَّ الله عندَه علم الساعةِ}؛ أي: يعلم متى مُرساها؛ كما قال تعالى: {يَسْألونَكَ عن الساعةِ أيَّانَ مُرساها. قُل إنَّما علمُها عند ربِّي لا يُجَلِّيها لوقتِها إلاَّ هو لا تأتيكم إلاَّ بَغْتَةً ... } الآية، {ويُنَزِّلُ الغيثَ}؛ أي: هو المنفرد بإنزاله، وعلمِ وقتِ نزولِهِ، {ويعلمُ ما في الأرحام}: فهو الذي أنشأ ما فيها، وعلم ما هو؛ هل هو ذكرٌ أم أنثى؟
ولهذا يسأل الملك الموكل بالأرحام ربَّه: هل هو ذَكَرٌ أم أنثى؟ فيقضي الله ما يشاء. {وما تَدْري نفسٌ ماذا تكسِبُ غداً}: من كَسْبِ دينها ودُنياها، {وما تدري نفسٌ بأيِّ أرضٍ تموتُ}: بل الله تعالى هو المختصُّ بعلم ذلك جميعه. ولمَّا خصَّص [اللَّه] هذه الأشياء؛ عمَّم علمَه بجميع الأشياء، فقال: {إنَّ الله عليمٌ خبيرٌ}: محيطٌ بالظواهر والبواطن والخفايا والخبايا والسرائر، ومن حكمتِهِ التامَّة أنْ أخفى علمَ هذه الخمسة عن العبادِ؛ لأنَّ في ذلك من المصالح ما لا يخفى على من تدبر ذلك.
34. Yüce Allah’ın ilminin görüneni ve görünmeyeni, gizlilikleri ve açıkları kuşattığı bilinen bir husustur. Allah, bazen kullarını gaybî pek çok husustan haberdar edebilir. Burada sözü edilen beş husus ise bütün mahlukattan gizleyip kendine sakladığı hususlardandır. Başkaları şöyle dursun bunları ne mürsel bir peygamber ne de mukarreb bir melek bilebilir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz kıyametin bilgisi, Allah katındadır.” Onun ne zaman kopacağını O bilir.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Sana Kıyametin ne zaman gelip çatacağını sorarlar. De ki: Onun bilgisi Rabbimin yanındadır. Onun vaktini kendisinden başkası açıklayamaz. Göklerde ve yerde ağır basmıştır o. O size ancak ansızın gelir.” (el-A’râf, 7/187)
“Yağmuru O indirir.” Onu indiren ve ne zaman ineceğini bilen, yalnızca O’dur.
“Rahimlerde olanı O bilir.” Rahimlerde olanı var eden, ne olduğunu bilen, erkek midir, dişi midir bunu da bilen, O’dur.
Bundan dolayı rahimlerde olanlarla görevli olan melek Rabbine: “O erkek mi olacak kız mı?”, diye sorar. Yüce Allah da dilediği hükmü verir.
[5]
“Hiç kimse yarın” gerek dinî, gerek dünyevî hususlarla ilgili olarak
“ne kazanacağını bilemez.”
“Yine hiç kimse hangi yerde öleceğini de bilemez.” Aksine bütün bunları bilen sadece ve sadece Yüce Allah’tır.
Yüce Allah,
bütün bu hususların bilgisinin özellikle kendisi için söz konusu olduğunu belirttikten sonra genel olarak ilminin her şeyi kuşattığını da belirterek: “Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır.” buyurmaktadır. O’nun bilgisi gizlilikleri de açıkta olanları da, sırları ve gizlilikleri de kuşatmıştır. Kullardan bu beş hususun bilgisini saklamış olması da O’nun eksiksiz hikmetinin bir tecellisidir. Çünkü bunların gizli olmasında, bu husus üzerinde düşünenlere kapalı kalmayacak pek çok maslahatlar vardır.
Lokmân Sûresi’nin tefsiri -Yüce Allah’ın lütfu ve yardımıyla- burada sona ermektedir. Yüce Allah’a hamdolsun.
***