Ayet:
29- ANKEBÛT SÛRESİ
29- ANKEBÛT SÛRESİ
(Mekke’de inmiştir. 69 âyettir)
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adı ile.
Ayet: 1 - 3 #
{الم (1) أَحَسِبَ النَّاسُ أَنْ يُتْرَكُوا أَنْ يَقُولُوا آمَنَّا وَهُمْ لَا يُفْتَنُونَ (2) وَلَقَدْ فَتَنَّا الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ فَلَيَعْلَمَنَّ اللَّهُ الَّذِينَ صَدَقُوا وَلَيَعْلَمَنَّ الْكَاذِبِينَ (3)}.
1- Elif, Lâm, Mîm. 2- İnsanlar “İman ettik” dediler diye hiç imtihan edilmeden (kendi hallerine) bırakılacaklarını mı sandılar? 3- Andolsun biz, onlardan öncekileri imtihan etmişizdir. O nedenle Allah (imanlarında) doğru olanları da yalancı olanları da mutlaka ortaya çıkaracaktır.
#
{1 ـ 3} يخبر تعالى عن تمام حكمتِهِ، وأنَّ حكمته لا تقتضي أنَّ كلَّ مَنْ قال إنَّه مؤمنٌ وادَّعى لنفسه الإيمان؛ أن يَبْقَوا في حالة يَسْلَمون فيها من الفتن والمحن، ولا يَعْرِضُ لهم ما يشوِّش عليهم إيمانَهم وفروعه؛ فإنَّهم لو كان الأمر كذلك؛ لم يتميَّزِ الصادقُ من الكاذب والمحقُّ من المبطل، ولكن سنَّته وعادته في الأولين وفي هذه الأمة أنْ يَبْتَلِيَهُم بالسرَّاء والضرَّاء والعسر واليسر والمنشط والمكره والغنى والفقر وإدالةِ الأعداء عليهم في بعض الأحيان ومجاهدةِ الأعداء بالقول والعمل ونحو ذلك من الفتن، التي ترجِعُ كلُّها إلى فتنة الشبهات المعارِضَة للعقيدة والشهواتِ المعارضة للإرادة؛ فمن كان عند ورودِ الشُّبُهات يَثْبُتُ إيمانُه ولا يتزلزل ويدفَعُها بما معه من الحقِّ، وعند ورود الشهواتِ الموجبة والداعية إلى المعاصي والذُّنوب أو الصارفة عن ما أمر اللهُ به ورسولُه، يعملُ بمقتضى الإيمان ويجاهدُ شهوتَه؛ دلَّ ذلك على صدق إيمانِهِ وصحَّته، ومن كان عند ورود الشُّبُهات تؤثِّر في قلبه شكًّا وريباً، وعند اعتراض الشهواتِ تَصْرِفُه إلى المعاصي أو تَصْدِفُه عن الواجبات؛ دلَّ ذلك على عدم صحَّة إيمانه وصدقه. والناس في هذا المقام درجاتٌ لا يحصيها إلاَّ الله؛ فمستقلٌّ ومستكثرٌ. فنسألُ الله تعالى أن يُثَبِّتَنا بالقول الثابت في الحياة الدنيا وفي الآخرة، وأن يثبِّتَ قلوبَنا على دينه؛ فالابتلاءُ والامتحانُ للنفوس بمنزلة الكيرِ يُخْرِجُ خَبَثَها وطيبَها.
1-3. Yüce Allah, hikmetinin mükemmeliğini söz konusu etmekte ve “Ben mü’minim” diyerek kendisinin mü’min olduğunu iddia eden herkesin, türlü sıkıntı ve imtihanlardan yana sürekli bir esenlikte bulunmalarının, imanlarını ve imanlarına bağlı tali hususları sınamadan geçirecek birtakım sıkıntılara maruz kalmamalarının da hikmetine aykırı olduğunu haber vermektedir. Çünkü eğer durum böyle olsaydı kimin doğru, kimin yalan söylediği, kimin haklı, kimin batıl bir iddiada bulunduğu ortaya çıkmaz ve bunlar birbirlerinden ayırt edilemezdi. Ancak Yüce Allah’ın gerek öncekilerde, gerekse bu ümmetteki ilâhî âdeti/kanunu, onları bollukla, darlıkla, zorlukla, kolaylıkla, hoşa giden ve gitmeyen şeylerle, zenginlikle, fakirlikle, düşmanların kimi hallerde kendilerine galip gelmesiyle, düşmanlara karşı söz ve fiille cihad etmekle vb. gibi türlü imtihanlarla sınamak şeklinde cereyan etmiştir. Bu imtihanların hepsi de ya akideye arız olan şüpheler ya da iradeye arız olan arzu ve isteklerle ilgilidir. Şüphelerle karşı karşıya kaldığı takdirde imanı sarsılmayan, sahip olduğu hak ile bu şüpheleri bertaraf eden, masiyet ve günahlara çağıran ve bunları işlemeyi gerektiren yahut da Allah’ın ve Rasûlünün emrettiklerinden uzaklaştıran arzu ve istekleri başgösterdiği takdirde imanın gereğini yerine getirip bu arzularına karşı mücahade eden bir kimsenin ruh hali, elbette ki imanının doğruluğuna ve kuvvetine bir delildir. Şüphelerle karşı karşıya kaldığı takdirde kalbi, şüphe ve tereddütten etkilenen, arzularla karşı karşıya kaldığı vakit de masiyetlere yönelen ya da yerine getirmesi gereken görevlerinden uzak kalan kimsenin bu hali ise imanının doğru olmadığına ve bu konudaki iddiasının gerçek olmadığına delildir. Bu konuda ise insanlar, ancak Yüce Allah’ın bilebileceği çok çeşitli derecededirler. Kimisi bu konularda aşağılarda, kimisi de oldukça yukarılardadır. Yüce Allah’tan bizlere dünya ve âhiret hayatında sarsılmaz söz (kelime-i tevhid) ile sebat vermesini, dini üzere kalplerimizi sabit tutmasını dileriz. Nefislerin sınanıp imtihan edilmeleri, nefislerdeki kötülüğü iyiliklerden ayırt eden demirci körüğü mesabesindedir.
Ayet: 4 #
{أَمْ حَسِبَ الَّذِينَ يَعْمَلُونَ السَّيِّئَاتِ أَنْ يَسْبِقُونَا سَاءَ مَا يَحْكُمُونَ (4)}.
4- Yoksa kötülükleri işleyenler bizden kaçıp kurtulabileceklerini mi sanıyorlar? Ne kötü hüküm veriyorlar!
#
{4} أي: أحسبَ الذين همُّهم فعلُ السيئات وارتكابُ الجنايات أنَّ أعمالهم ستُهْمَلُ وأنَّ الله سيغفل عنهم أو يفوتونه؛ فلذلك أقدموا عليها وسَهُلَ عليهم عملها؟! {ساء ما يحكمونَ}؛ أي: ساء حكمهم؛ فإنَّه حكمٌ جائرٌ لتضمُّنه إنكار قدرة الله وحكمتِهِ، وأنَّ لديهم قدرةً يمتنعون بها من عقاب الله، وهم أضعفُ شيء وأعجزه.
4. Yoksa bütün istekleri, gayretleri kötülük işlemek, türlü günahlar kazanmak olan kimselerin bu amellerinin ihmal edilip karşılıksız bırakılacağını, Allah’ın kendilerinden gafil olacağını yahut da O’nun elinden kurtulacaklarını mı zannediyorlar? Bunun için mi bu kötülüklere yöneliyorlar, bunun için mi bu kötülükleri kolaylıkla işleyebiliyorlar? “Ne kötü hüküm veriyorlar!” Onların bu doğrultuda verdikleri hüküm ne kötüdür! Bu haksızca bir hükümdür, zalimcedir. Çünkü böyle bir hüküm, Yüce Allah’ın kudret ve hikmetini ihmal etmeyi, kendilerinin Allah’ın cezasından korunabilme gücüne sahip oldukları iddiasını ihtiva etmektedir. Halbuki onlar en zayıf ve en aciz varlıklardandır.
Ayet: 5 - 6 #
{مَنْ كَانَ يَرْجُو لِقَاءَ اللَّهِ فَإِنَّ أَجَلَ اللَّهِ لَآتٍ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ (5) وَمَنْ جَاهَدَ فَإِنَّمَا يُجَاهِدُ لِنَفْسِهِ إِنَّ اللَّهَ لَغَنِيٌّ عَنِ الْعَالَمِينَ (6)}.
5- Kim Allah’a kavuşmayı ümit ediyorsa (bilsin ki) Allah’ın belirlediği vade muhakkak gelecektir. O, her şeyi işitendir, bilendir. 6- Kim cihad ederse ancak kendi yararına cihad eder. Çünkü Allah'ın hiç kimseye ihtiyacı yoktur.
#
{5} يعني: يا أيُّها المحبُّ لربِّه، المشتاق لقربه ولقائه، المسارع في مرضاته! أبشِرْ بقرب لقاء الحبيب؛ فإنَّه آتٍ، وكل ما هو آتٍ قريب ، فتزوَّد للقائِهِ، وسِرْ نحوَه مستصحباً الرجاء مؤمِّلاً الوصول إليه.
5. Yani ey Rabbini seven, O’na yakın olmayı, O’na kavuşmayı özleyen, O’nun razı olacağı şeyleri yapmakta elini çabuk tutan kişi! Müjdeler olsun! Sevdiğine kavuşman pek yakındır, o mutlaka gelecektir. Gelecek olan her şey de yakındır. O halde O’na kavuşmak için azığını hazırla ve O’na kavuşacağın ümidi ile O’na doğru yürü! Ancak belli bir iddiada bulunan herkese iddia ettiği şeyler verilmez. Temennilerde bulunan herkese temenni ettiği şeyler bağışlanmaz. Şüphesiz Allah, tüm sesleri işiten ve niyetleri çok iyi bilendir. Bu konuda samimi olanı Yüce Allah umduklarına nail kılar. Yalan söyleyen bir kimseye ise asılsız iddialarının bir faydası olmaz. O, kimin kendi sevgisine mazhar olmaya elverişli olduğunu, kimin de elverişli olmadığını elbette bilir.
#
{6} ولكن ما كل من يدَّعي يُعطى بدعواه، ولا كل من تمنَّى يُعطى ما تمنَّاه؛ فإنَّ الله سميعٌ للأصوات عليم بالنيَّات؛ فمن كان صادقاً في ذلك؛ أناله ما يرجو، ومن كان كاذباً؛ لم تنفعْه دعواه، وهو العليم بمن يَصْلُحُ لحبِّه ومن لا يصلح، {ومَنْ جاهَدَ}: نفسه وشيطانَه وعدوَّه الكافر؛ {فإنَّما يجاهدُ لنفسِهِ}: لأنَّ نفعَه راجعٌ إليه، وثمرته عائدةٌ إليه، والله غنيٌّ عن العالمين، لم يأمرهم بما أمرهم به لينتفعَ به، ولا نهاهم عمَّا نهاهم عنه بخلاً منه عليهم، وقد علم أنَّ الأوامر والنواهي يحتاج المكلَّف فيها إلى جهادٍ؛ لأنَّ نفسه تتثاقل بطبعها عن الخير، وشيطانَه ينهاه عنه، وعدوَّه الكافر يمنعه من إقامة دينه كما ينبغي، وكل هذه معارضاتٌ تحتاج إلى مجاهداتٍ وسعي شديد.
6. “Kim” nefsine, şeytanına ve kâfir düşmanına karşı “cihad ederse ancak kendi yararına cihad eder.” Çünkü bunun faydası kendisine gelecektir, bunun kazancını elde edecek olan kendisidir. “Çünkü Allah'ın hiç kimseye ihtiyacı yoktur.” Onlara böyle bir öğüt vermesi, bundan bir fayda sağlamak için değildir. Onlara birtakım şeyleri yasak kılması da onlara karşı cimriliğinden ötürü değildir. Aksine O, verdiği emirlere ve koyduğu yasaklara riâyet etmek için mükellef tuttuğu kimselerin, cihada gerek duyacağını bilir. Çünkü kişinin nefsi tabiatı itibarı ile hayra karşı işi ağırdan alır, şeytanı da kendisini bu emir ve yasaklara riâyet etmekten engeller. Kâfir düşmanı da dinini gereği gibi uygulamasına ve yaşamasına mani olur. Bütün bunlar ise cihadı, mücadeleleri ve çok büyük gayretleri gerekli kılan karşıt unsurlardır.
Ayet: 7 #
{وَالَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَنُكَفِّرَنَّ عَنْهُمْ سَيِّئَاتِهِمْ وَلَنَجْزِيَنَّهُمْ أَحْسَنَ الَّذِي كَانُوا يَعْمَلُونَ (7)}.
7- İman edip salih amel işleyenlere gelince andolsun ki Biz, onların kötülüklerini örteceğiz ve elbette onları yapmaka olduklarının en güzeli ile mükâfatlandıracağız.
#
{7} يعني: أنَّ الذين منَّ الله عليهم بالإيمان والعمل الصالح سيكفِّرُ الله عنهم سيئاتهم؛ لأنَّ الحسنات يُذْهِبْن السيئات، {ولَنَجْزِيَنَّهم أحسنَ الذي كانوا يعملون}؛ وهي أعمال الخير من واجبات ومستحبات، فهي أحسن ما يعمل العبد؛ لأنَّه يعمل المباحات أيضاً وغيرها.
7. Yani Yüce Allah, kendilerine iman ve salih amel lütfettiği kimselerin kötülüklerini örtecektir. Çünkü iyilikler kötülükleri yok eder. “Ve elbette onları yapmaka olduklarının en güzeli ile mükâfatlandıracağız.” En güzel ifadesiyle onların işledikleri farz ve müstehap türü hayır işler kastedilmektedir. Kulun yaptığı en güzel işler bunlardır. Çünkü kul, aynı zamanda mubah ve daha başka işler de işlemektedir.
Ayet: 8 #
{وَوَصَّيْنَا الْإِنْسَانَ بِوَالِدَيْهِ حُسْنًا وَإِنْ جَاهَدَاكَ لِتُشْرِكَ بِي مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ فَلَا تُطِعْهُمَا إِلَيَّ مَرْجِعُكُمْ فَأُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ (8)}.
8- Biz, insana ana-babasına iyi davranmasını emrettik. Eğer onlar, hakkında bilgin olmayan bir şeyi Bana ortak koşman için seni zorlarlarsa onlara itaat etme! Dönüşünüz yalnız Banadır ve Ben, yapmakta olduklarınızı size haber vereceğim.
#
{8} أي: وأمرنا الإنسان ووصَّيْناه بوالديه حُسناً؛ أي: ببرِّهما والإحسان إليهما بالقول والعمل، وأن يحافظَ على ذلك ولا يعقهما ويسيء إليهما في قوله وعمله، {وإن جاهداك} على أن تشرك {بي ما ليسَ لك به علمٌ}: وليس لأحدٍ علمٌ بصحَّة الشرك بالله، وهذا تعظيمٌ لأمر الشرك. {فلا تُطِعْهُما إليَّ مرجِعُكم فأنبِّئُكُم بما كنتُم تعملونَ}: فأجازيكم بأعمالكم؛ فبرُّوا والديكم، وقدِّموا طاعتهما إلاَّ على طاعة الله ورسوله؛ فإنَّها مقدَّمة على كل شيء.
8. Biz insana anne ve babasına iyilikte bulunmasını, yani onlara söz ve davranışları ile iyi muamele etmesini, buna gereken dikkat ve gayreti göstermesini, onlara kötü davranmamasını, söz ve davranışları ile onlara kötülükte bulunmamasını emrettik. “Eğer onlar, hakkında bilgin olmayan bir şeyi Bana ortak koşman için seni zorlarlarsa” ki hiçbir kimsenin Allah’a ortak koşmanın doğruluğuna dair bir bilgisi olamaz. O nedenle bu ifade, şirkin çok ağır bir suç olduğunu ortaya koymaktadır. “Onlara itaat etme! Dönüşünüz yalnız Banadır ve Ben, yapmakta olduklarınızı size haber vereceğim” amellerinizin karşılığını da vereceğim. Öyleyse ana-babanıza iyilik yapın ve onlara itaati -Allah ve Rasûlüne itaatin dışındaki tüm itaatlerin önünde tutun. Çünkü Allah’a ve Rasûlüne itaat, her şeyin önünde gelir.
Ayet: 9 #
{وَالَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَنُدْخِلَنَّهُمْ فِي الصَّالِحِينَ (9)}.
9- İman edip salih amel işleyenleri elbette Biz, salihler arasına katacağız.
#
{9} أي: مَنْ آمن بالله وعمل صالحاً؛ فإنَّ الله وعده أن يُدْخِلَه الجنة في جملة عباد الله الصالحين من النبيِّين والصديقين والشهداء والصالحين، كلٌّ على حسب درجته ومرتبته عند الله؛ فالإيمان الصحيح والعمل الصالح عنوانٌ على سعادة صاحبه، وأنَّه من أهل الرحمن والصالحين من عباد الله.
9. Yani Yüce Allah, kendisine iman edip salih amel işleyenleri Allah’ın salih kulları olan peygamberler, sıddîklar, şehidler ve salihler arasında cennete koyacağını vaat etmiştir. Herkes, Allah’ın nezdindeki derece ve mertebesine göre cennette yerini alacaktır. Sahih iman ile salih amel, kişinin mutluluğunun belgesidir. Böyle bir kimse, Rahman olan Allah’ın iyi kulları arasında yer alır. Salihlerden ve Allah’ın hayırlı kullarından olur.
Ayet: 10 - 11 #
{وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ آمَنَّا بِاللَّهِ فَإِذَا أُوذِيَ فِي اللَّهِ جَعَلَ فِتْنَةَ النَّاسِ كَعَذَابِ اللَّهِ وَلَئِنْ جَاءَ نَصْرٌ مِنْ رَبِّكَ لَيَقُولُنَّ إِنَّا كُنَّا مَعَكُمْ أَوَلَيْسَ اللَّهُ بِأَعْلَمَ بِمَا فِي صُدُورِ الْعَالَمِينَ (10) وَلَيَعْلَمَنَّ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا وَلَيَعْلَمَنَّ الْمُنَافِقِينَ (11)}.
10- İnsanlardan bir kısmı: “Allah’a iman ettik” derler. Ama Allah yolunda bir eziyete uğradıklarında insanların eziyetini Allah’ın azabı gibi görür (de sabırsızlık gösterirler). Eğer Rabbinden bir zafer gelirse andolsun onlar: “Şüphesiz biz sizinle beraberdik” diyeceklerdir. Allah, herkesin kalbinde olanı en iyi bilen değil midir? 11- Andolsun Allah, mü’minleri de ortaya çıkaracaktır, münafıkları da.
#
{10 ـ 11} لما ذكر تعالى أنَّه لا بدَّ أن يَمْتَحِنَ من ادَّعى الإيمان؛ ليظهر الصادقُ من الكاذب؛ بيَّن تعالى أنَّ من الناس فريقاً لا صبر لهم على المحن ولا ثبات لهم على بعض الزلازل، فقال: {ومن الناس مَن يقولُ آمنَّا بالله فإذا أوذي في الله}: بضربٍ أو أخذِ مال أو تعييرٍ؛ ليرتدَّ عن دينه، وليراجع الباطل؛ {جَعَلَ فتنةَ الناس كعذابِ الله}؛ أي: يجعلها صادةً له عن الإيمان والثبات عليه؛ كما أنَّ العذاب صادٌّ عما هو سببه. {ولَئِن جاء نصرٌ من ربِّك ليقولنَّ إنَّا كنَّا معكم}: لأنَّه موافقٌ للهوى. فهذا الصنف من الناس من الذين قال الله فيهم: {ومن الناس من يعبدُ الله على حرفٍ فإنْ أصابَه خيرٌ اطمأنَّ به وإنْ أصابَتْه فتنةٌ انقلبَ على وجهِهِ خسر الدنيا والآخرة ذلك هو الخسران المبين}. {أو ليسَ الله بأعلَمَ بِمَا في صُدُورِ العَالَمِينَ}: حيث أخبركم بهذا الفريق الذي حالُه كما وَصَفَ لكم، فتعرِفون بذلك كمالَ علمهِ وسعةِ حكمتِهِ. {ولَيَعلَمَنَّ الله الذِينَ آمَنُوا ولَيَعلَمَنَّ المُنَافِقِينَ}؛ أي: فلذلك قَدَّرَ مِحَناً وابتلاءً؛ ليظهر علمه فيهم، فيجازيهم بما ظهر منهم، لا بما يعلمه بمجرَّده؛ لأنَّهم قد يحتجُّون على الله أنهم لو ابْتُلوا لَثَبَتوا.
10. Yüce Allah, iman iddiasında bulunan kimseler içindeki doğrularla yalancıların ayırt edilmesi için imtihanın kaçınılmaz olduğunu söz konusu ettikten sonra şimdi de insanlardan bir kesimin imtihan ve sıkıntılara sabır gösteremediğini, sarsıcı bazı olaylar karşısında sebat gösteremediğini beyan etmek üzere şöyle buyurmaktadır: “İnsanlardan bir kısmı: “Allah’a iman ettik” derler. Ama Allah yolunda” dininden dönmeleri ve tekrar batılla kucaklaşmaları için dayak, malın alınması ve ayıplanmak gibi “bir eziyete uğradıklarında insanların eziyetini Allah’ın azabı gibi görür (de sabırsızlık gösterirler).” İnsanların yaptıkları bu eziyeti, kendisini imandan alıkoyabilecek ve iman üzere sebat etmesini engelleyecek bir sebep sayar. Zra azap, azaba sebep olan şeylerden alıkoyar. “Eğer Rabbinden bir zafer gelirse andolsun onlar: Şüphesiz biz sizinle beraberdik, diyeceklerdir.” Çünkü zafer, insanın arzusuna uygundur. Bu kesim insanlar, Yüce Allah’ın şu buyruğunda sözünü ettiği kimselerin arasında yer alırlar: “İnsanlardan bazısı vardır ki Allah’a bir yönden kulluk eder. Eğer bir hayır elde ederse onunla tatmin olur. Şâyet başına bir musibet gelirse yüz üstü geri (küfre) döner. Böylece dünyayı da âhireti de kaybeder. İşte bu, apaçık hüsranın ta kendisidir.” (el-Hac, 22/11) “Allah herkesin kalbinde olanı en iyi bilen değil midir?” Nitekim O, bu halde olan bu kesimi size nitelediği şekilde haber verip bildirmektedir. Bununla siz, Allah’ın ilmini, kemalini ve hikmetinin genişliğini anlayabilmelisiniz. 11. “Andolsun Allah, mü’minleri de ortaya çıkaracaktır, münafıkları da.” Yani Yüce Allah’ın birtakım sıkıntı ve sınamaları takdir etmesi, onlar hakkındaki bilgisinin ortaya çıkması içindir. Buna bağlı olarak O, onları sadece kendi bilgisine göre değil ortaya çıkan kendi davranışları ile cezalandıracaktır. Zira insanlar, eğer sınanmış olsalardı mutlaka sebat göstereceklerine dair Yüce Allah’a karşı bahane ileri sürebilirlerdi.
Ayet: 12 - 13 #
{وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لِلَّذِينَ آمَنُوا اتَّبِعُوا سَبِيلَنَا وَلْنَحْمِلْ خَطَايَاكُمْ وَمَا هُمْ بِحَامِلِينَ مِنْ خَطَايَاهُمْ مِنْ شَيْءٍ إِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ (12) وَلَيَحْمِلُنَّ أَثْقَالَهُمْ وَأَثْقَالًا مَعَ أَثْقَالِهِمْ وَلَيُسْأَلُنَّ يَوْمَ الْقِيَامَةِ عَمَّا كَانُوا يَفْتَرُونَ (13)}
12. Kafir olanlar iman edenlere dediler ki: “Siz bizim yolumuza uyun, biz sizin günahlarınızı taşırız.” Halbuki onlar, onların günahlarından hiçbir şey taşıyamazlar. Şüphesiz onlar yalancıdırlar. 13- Andolsun ki onlar, hem kendi (günah) yüklerini taşıyacaklar, hem de kendi yükleri ile birlikte (sebep oldukları) başka yükleri de yüklenecekler ve Kıyamet günü uydurdukları (yalanlardan) mutlaka sorguya çekileceklerdir.
#
{12} يخبر تعالى عن افتراء الكفار ودعوتِهِم للمؤمنين إلى دينِهِم، وفي ضمن ذلك تحذيرُ المؤمنين من الاغترار بهم والوقوع في مَكْرِهم، فقال: {وقال الذين كَفَروا للذينَ آمنوا اتَّبِعوا سبيلَنا}: فاترُكوا دينَكم أو بعضَه، واتَّبِعونا في دينِنا؛ فإنَّنا نضمنُ لكم الأمر، ونَحْمِلُ {خطاياكم}: وهذا الأمر ليس بأيديهم؛ فلهذا قال: {وما هم بحاملينَ من خطاياهم من شيءٍ}: لا قليل ولا كثيرٍ؛ فهذا التحمُّل ولو رضي به صاحبه؛ فإنَّه لا يفيدُ شيئاً؛ فإنَّ الحقَّ لله، والله تعالى لم يمكِّن العبد من التصرُّف في حقِّه إلاَّ بأمره وحكمِه، وحكمُهُ أن لا تَزِرَ وازرةٌ وِزْرَ أخرى.
12. Yüce Allah, kâfirlerin yalanlarını ve mü’minleri kendi dinlerine davet ettiklerini haber vermektedir. Böylece zımnen mü’minleri kâfirlere aldanmamaları ve onların tuzaklarına düşmemeleri için uyarmaktadır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Kafir olanlar iman edenlere dediler ki: “Siz bizim yolumuza uyun, biz sizin günahlarınızı taşırız.” Dininizi kısmen ya da tamamen terk edip bizim dinimize tâbi olun. Biz, bu konuda size garanti veriyoruz; hiç şüphesiz günahlarınızı biz yükleneceğiz. Ancak bu, onların elinde olan bir şey değildir. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Halbuki onlar, onların günahlarından” az olsun, çok olsun “hiçbir şey taşıyamazlar.” Diğerleri buna razı olsalar bile bunun hiçbir faydası olmaz. Çünkü bu hak, Allah’ındır. Allah'ın emir ve hükmü olmaksızın kulun, O’nun hakkında tasarrufta bulunma hakkı yoktur. Bu konuda Allah’ın hükmü ise şudur: “Hiçbir (günahkar) kimse bir başkasının (günah) yükünü yüklenmez” (el-İsra, 17/15) şeklindedir. Yüce Allah’ın: “Halbuki onlar, onların günahlarından hiçbir şey taşıyamazlar” buyruğundan, küfürlerine davet eden kâfirlerle onlar gibi kendi batıllarına davet eden kimselerin, ancak kendi günahlarını yüklenecekleri, kendilerinin dışında saptırdıklarının günahlarına -kendileri sebep olsalar dahi- ortak olmayacakları gibi bir mana anlaşılabileceğinden dolayı böyle bir ihtimali bertaraf etmek için devamla şöyle buyrulmaktadır:
#
{13} ولمَّا كان قوله: {وما هُم بحاملينَ مِنْ خطاياهم من شيءٍ}: قد يُتَوَهَّم منه أيضاً أنَّ الكفَّار الدَّاعين إلى كفرهم ـ ونحوهم ممَّن دعا إلى باطله ـ ليس عليهم إلاَّ ذنبُهم الذي ارتكبوه دون الذَّنب الذي فعله غيرُهم، ولو كانوا متسبِّبين فيه؛ قال محترِزاً عن هذا الوهم: {وَلَيَحْمِلُنَّ أثْقالَهم}؛ أي: أثقال ذُنوبهم التي عملوها، {وأثقالاً مع أثقالِهِم}: وهي الذُّنوب التي بسببهم ومن جَرَّائهم؛ فالذنبُ الذي فعله التابعُ لكل من التابع والمتبوع حصةٌ منه: هذا لأنَّه فَعَلَه وباشَرَه، والمتبوعُ لأنَّه تسبَّب في فعلِهِ ودعا إليه؛ كما أنَّ الحسنة إذا فعلها التابعُ له أجرُها بالمباشرة وللداعي أجره بالتسبب، {وَلَيُسْألُنَّ يومَ القيامةِ عمَّا كانوا يفترونَ}: من الشرِّ وتزيينه وقولِهِم: {وَلْنَحمِلْ خطاياكم}.
13. “Andolsun ki onlar, hem kendi (günah) yüklerini” bizzat işledikleri günahları “hem de kendi yükleri ile birlikte (sebep oldukları) başka yükleri de” vesile oldukları ve kendileri yüzünden meydana gelmiş günahları da “yüklenecekler” Başkasına uyan bir kimsenin işlediği günahtan, uyana da kendisine uyulana da bir pay vardır. Birisi, o günahı bizzat fiilen işlediği için pay alır; kendisine uyulan ise bu günahın işlenmesine sebep olduğu ve o günahı işlemeye davet ettiği için pay alır. Nitekim başkasına uyan bir kimse, bir iyilik işleyecek olursa onu fiilen işlediğinden dolayı kendisi ecir alır, onu o iyiliğe davet eden kimse de onun işlenmesine sebep olduğu için ecir alır. “ve Kıyamet günü uydurduklarından mutlaka sorguya çekileceklerdir.” Uydurdukları kötülüklerden ve kötülükleri süslü göstermekten ve bir de: “Biz sizin günahlarınızı taşırız” sözlerinden sorguya çekileceklerdir.
Ayet: 14 - 15 #
{وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا نُوحًا إِلَى قَوْمِهِ فَلَبِثَ فِيهِمْ أَلْفَ سَنَةٍ إِلَّا خَمْسِينَ عَامًا فَأَخَذَهُمُ الطُّوفَانُ وَهُمْ ظَالِمُونَ (14) فَأَنْجَيْنَاهُ وَأَصْحَابَ السَّفِينَةِ وَجَعَلْنَاهَا آيَةً لِلْعَالَمِينَ (15)}
14- Andolsun biz, Nûh’u kavmine gönderdik de o, onların arasında elli yıl eksik olmak üzere bin yıl kaldı. Sonunda onlar zulümlerini sürdürürken tûfân onları yakaladı. 15- Biz de onu ve gemide olanları kurtardık ve onu âlemler için bir ibret kıldık.
#
{14} يخبر تعالى عن حكمِهِ وحكمتِهِ في عقوبات الأمم المكذِّبة، وأنَّ الله أرسل عبده ورسوله نوحاً عليه [الصلاة و] السلام إلى قومه يدعوهم إلى التوحيد وإفراد الله بالعبادةِ والنهي عن الأنداد والأصنام، {فَلَبِثَ فيهم}: نبيًّا داعياً {ألفَ سنة إلاَّ خمسينَ عاماً}: وهو لا يني بدعوتِهِم ولا يفتُرُ في نصحهم؛ يدعوهم ليلاً ونهاراً وسرًّا وجهاراً، فلم يرشُدوا ولا اهتدوا بل استمرُّوا على كفرهم وطغيانهم، حتى دعا عليهم نبيُّهم نوحٌ عليه الصلاة والسلام مع شدَّة صبرِهِ وحلمه واحتماله، فقال: {ربِّ لا تَذَرْ على الأرض من الكافرين دياراً}، {فأخَذَهُمُ الطوفانُ}؛ أي: الماء الذي نزل من السماء بكثرةٍ ونَبَعَ من الأرض بشدَّةٍ، {وهم ظالمونَ}؛ مستحقُّون للعذاب.
14. Yüce Allah, peygamberleri yalanlayan ümmetleri cezalandırmasına dair hüküm ve hikmetini bildirmekte, kulu ve rasûlü Nûh aleyhisselam’ı kavmine, kendilerini tevhide, yalnızca Yüce Allah’a ibadet etmeye, O’na ortak koşulan eşlerden ve putlardan uzak kalmaya davet etmek üzere gönderdiğini haber vermektedir. “O, onların arasında” davetçi bir peygamber olarak “elli yıl eksik olmak üzere bin yıl kaldı.” Bu zaman zarfında onları davete ara vermedi. Onlara öğüt vermeyi bırakmadı. Gece gündüz, gizli açık onları davet edip durdu. Fakat onlar, doğru yola gelmediler, hidâyet bulmadılar. Aksine küfür ve tuğyanlarını sürdürüp gittiler. Sonunda peygamberleri Nûh -salât ve selâm olsun ona- ileri derecedeki sabır ve tahammülüne rağmen onlara: “Rabbim! Yeryüzünde kâfirlerden dönüp dolaşan tek bir kimse bırakma!” (Nûh, 71/26) diyerek beddua etti. “Sonunda onlar zulümlerini sürdürürken” artık azabı hak edince “tûfân” gökten bol bol inen ve yerden şiddetlice kaynayan sel suları “onları yakaladı.”
#
{15} {فأنجَيْناه وأصحابَ السفينةِ}: الذين ركبوا معه؛ أهلَه ومن آمن به، {وَجَعَلْناها}؛ أي: السفينة أو قصة نوح {آيةً للعالمينَ}: يعتبِرون بها على أنَّ مَنْ كذَّب الرسل آخرُ أمرِهِ الهلاكُ، وأنَّ المؤمنين سيجعل الله لهم من كلِّ همٍّ فرجاً ومن كل ضيقٍ مخرجاً، وجعل الله أيضاً السفينة؛ أي: جنسها آية للعالمين؛ يعتبرون بها رحمة ربِّهم الذي قيَّض لهم أسبابها، ويسَّر لهم أمرها، وجعلها تحملهم، وتحمِلُ متاعَهم من محلٍّ إلى محلٍّ، ومن قطر إلى قطر.
15. “Biz de onu ve gemide olanları” onunla birlikte ona binen aile halkını ve ona iman edenleri “kurtardık ve onu” yani gemiyi ya da Nûh aleyhisselam’ın bu kıssasını “âlemler için bir ibret kıldık.” Bununla insanlar, peygamberleri yalanlayanların sonunda helâk olacaklarına, iman edenlere ise Yüce Allah’ın her bir sıkıntıdan bir kurtuluş, her bir darlıktan bir çıkış yolu ihsan edeceğine dair bir ibret sebebi kılmıştır. Ayrıca Yüce Allah, bu gemiyi -yani gemi türünü- de bütün âlemlere bir ibret kılmıştır. Bununla Rablerinin rahmetini ibretle düşünürler. Çünkü bu gemilere sahip olma imkanını yaratmış ve bu işi kendilerine kolaylaştırmıştır. Böylece bu gemiler kendilerini de eşyalarını da bir yerden başka bir yere, bir bölgeden bir başka bölgeye taşımaktadır.
Ayet: 16 - 22 #
{وَإِبْرَاهِيمَ إِذْ قَالَ لِقَوْمِهِ اعْبُدُوا اللَّهَ وَاتَّقُوهُ ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ إِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ (16) إِنَّمَا تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ أَوْثَانًا وَتَخْلُقُونَ إِفْكًا إِنَّ الَّذِينَ تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ لَا يَمْلِكُونَ لَكُمْ رِزْقًا فَابْتَغُوا عِنْدَ اللَّهِ الرِّزْقَ وَاعْبُدُوهُ وَاشْكُرُوا لَهُ إِلَيْهِ تُرْجَعُونَ (17) وَإِنْ تُكَذِّبُوا فَقَدْ كَذَّبَ أُمَمٌ مِنْ قَبْلِكُمْ وَمَا عَلَى الرَّسُولِ إِلَّا الْبَلَاغُ الْمُبِينُ (18) أَوَلَمْ يَرَوْا كَيْفَ يُبْدِئُ اللَّهُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ إِنَّ ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ يَسِيرٌ (19) قُلْ سِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ بَدَأَ الْخَلْقَ ثُمَّ اللَّهُ يُنْشِئُ النَّشْأَةَ الْآخِرَةَ إِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (20) يُعَذِّبُ مَنْ يَشَاءُ وَيَرْحَمُ مَنْ يَشَاءُ وَإِلَيْهِ تُقْلَبُونَ (21) وَمَا أَنْتُمْ بِمُعْجِزِينَ فِي الْأَرْضِ وَلَا فِي السَّمَاءِ وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَصِيرٍ (22)}.
16- İbrahim’i de (gönderdik). Hani o, kavmine şöyle demişti: “Allah’a ibadet edin ve O’ndan korkup sakının. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır.” 17- “Siz, ancak Allah’ın dışında birtakım putlara ibadet ediyor ve (bu suretle büyük bir) yalan uyduruyorsunuz. Çünkü Allah’ın dışında ibadet ettikleriniz, size rızık verme imkanına sahip değillerdir. O halde rızkı yalnız Allah katında arayın, O’na ibadet edin ve O’na şükredin. Yalnız O’na döndürüleceksiniz.” 18. Eğer yalanlarsanız (bilin ki) sizden önceki ümmetler de yalanlamıştı. Peygambere düşen ancak apaçık tebliğden ibarettir. 19. Görmediler mi Allah varlıkları ilkin nasıl yaratıyor sonra da onları (ölümden sonra aynı şekilde) diriltecek? Şüphesiz bu, Allah’a göre çok kolaydır. 20. De ki: “Yeryüzünde gezip dolaşın da Allah'ın varlıkları ilkin nasıl yaratmış olduğuna bir bakın. Sonra Allah (aynı şekilde kıyamet günü) son bir kez daha yaratacaktır. Şüphesiz Allah'ın, her şeye gücü yeter.” 21. O, dilediğine azap eder, dilediğine de merhamet eder. Siz yalnız O’na döndürüleceksiniz. 22. Siz yerde de gökte de (Allah'ı) âciz bırakacak değilsiniz. Sizin için Allah’tan başka bir dost ve yardımcı da yoktur.
#
{16} يذكر تعالى أنَّه أرسل خليله إبراهيم عليه السلام إلى قومه يَدْعوهم إلى الله، فقال لهم: {اعبُدوا اللهَ}؛ أي: وحِّدوه وأخلِصوا له العبادةَ وامتَثِلوا ما أمركم به، {واتَّقوه}: أن يغضبَ عليكم فيعذِّبَكم، وذلك بترك ما يُغضبه من المعاصي. {ذلكم}؛ أي: عبادة الله وتقواه {خيرٌ لكم}: من ترك ذلك، وهذا من باب إطلاق أفعل التفضيل بما ليس في الطرف الآخر منه شيء؛ فإنَّ تَرْكَ عبادةِ الله وتَرْكَ تقواه لا خير فيه بوجهٍ، وإنَّما كانت عبادة الله وتقواه خيراً للناس لأنَّه لا سبيل إلى نيل كرامته في الدُّنيا والآخرة إلاَّ بذلك، وكلُّ خيرٍ يوجدُ في الدُّنيا والآخرة؛ فإنَّه من آثار عبادة الله وتقواه. {إن كنتُم تعلَمونَ}: ذلك؛ فاعلموا الإمور، وانظُروا ما هو أولى بالإيثار.
16. Yüce Allah, gerçek dostu İbrahim aleyhisselam’ı kavmine Yüce Allah’ın yoluna davet etmek üzere peygamber olarak gönderdiğini bildirmektedir. İbrahim aleyhisselam onlara: “Allah’a ibadet edin” yani O’nu tevhid edin, ibadetinizi yalnız O’na ihlâsla yapın ve size verdiği emirlere riâyet edin. “Ve O’ndan korkup sakının” demişti. Size gazap etmesinden ve bunun sonucunda sizi azaba uğratmasından çekinin. Bu ise O’nu gazaplandıran masiyetleri terk etmeyi gerektirir. “Eğer bilirseniz bu” sizin Allah’a ibadet edip O’ndan korkmanız “sizin için” böyle bir şeyi yapmamaktan “daha hayırlıdır.” Burada “daha hayırlı” ifadesi, karşısında kıyaslanacak bir şeyin söz konusu olmadığı (“en hayırlı” anlamında) kullanılmıştır. Çünkü Allah’a ibadeti ve O’ndan korkup sakınmayı terk etmenin hiçbir hayrı yoktur. Aksine Allah’a ibadet etmek ve O’ndan korkmak, insanlar için mutlak bir hayırdır. Zira dünya ve âhirette bunun dışında bir yolla Allah’ın lütuflarına nail olmanın bir yolu yoktur. Dünya ve âhirette var olan her bir hayır, hiç şüphesiz Allah’a ibadet edip O’ndan korkmanın, takvâlı olmanın bir neticesidir. “Eğer bilirseniz” yani bunu gereği gibi bilip öğrenin ve tercih edilmeye değer olanın hangisi olduğunu iyice düşünün.
#
{17 ـ 18} فلمَّا أمرهم بعبادة الله وتقواه؛ نهاهم عن عبادة الأصنام، وبيَّن لهم نقصها وعدم استحقاقها للعبودية، فقال: {إنَّما تعبُدون من دونِ الله أوثاناً وتخلُقون إفكاً}: تنحِتونها، وتخلُقونها بأيديكم، وتخلُقونَ لها أسماءَ الآلهة، وتختَلِقون الكذبَ بالأمر بعبادتها والتمسُّك بذلك. {إنَّ الذين} تدعون {من دونِ الله}: في نقصِهِ وأنَّه ليس فيه ما يدعو إلى عبادته، {لا يملِكون لكم رزقاً}: فكأنَّه قيلَ: قد بان لنا أنَّ هذه الأوثان مخلوقةٌ ناقصةٌ لا تملك نفعاً ولا ضرًّا ولا موتاً ولا حياةً ولا نشوراً، وأنَّ مَنْ هذا وصفُه لا يستحقُّ أدنى أدنى أدنى مثقال مثقال مثقال ذرةٍ من العبادة والتألُّه، والقلوبُ لا بدَّ أن تطلب معبوداً تألهُهُ وتسأله حوائجها. فقال حاثًّا لهم على من يستحقُّ العبادة: {فابْتَغوا عند الله الرِّزْقَ}: فإنَّه هو الميسِّر له المقدِّر المجيب لدعوةِ مَنْ دعاه لمصالح دينِهِ ودُنياه، {واعبُدوه}: وحده لا شريكَ له؛ لكونِهِ الكامل النافع الضارَّ المتفرِّد بالتدبير، {واشكُروا له}: وحده؛ لكون جميع ما وصل ويصل إلى الخلق من النعم فمنه، وجميع ما اندفع ويندفع من النقم عنهم؛ فهو الدافع لها. {إليه تُرْجَعون}: فيجازيكم على ما عملتم، وينبِّئُكم بما أسررتم وأعلنتُم؛ فاحذروا القدوم عليه وأنتم على شِرْكِكم، وارْغَبوا فيما يقرِّبُكم إليه ويثيبكم عند القدوم عليه.
17. Onlara Allah’a ibadet edip O’ndan korkmayı emrettikten sonra putlara ibadet etmelerini de yasakladı ve putların eksikliklerini, ibadete layık olmadıklarını açıklayarak şöyle dedi: “Siz, ancak Allah’ın dışında birtakım putlara ibadet ediyor ve (bu suretle büyük bir) yalan uyduruyorsunuz.” Sizler, kendi ellerinizle bu putları yontup meydana getiriyor ve onlara ilâh diyorsunuz. Üstelik onlara ibadet etmeyi emretmek ve bu yola sıkı sıkı sarılmayı istemekle de yalan uyduruyorsunuz. “Çünkü Allah’ın dışında ibadet ettikleriniz” aciz varlıklardır ve bunlara ibadet etmeyi gerektirecek hiçbir özellikleri yoktur; nitekim “size rızık verme imkanına sahip değillerdir.” Sanki muhatapları ona şöyle demişlerdir: “Bu putların bizim tarafımızdan yontulmuş, eksik, hiçbir fayda sağlayamayan, zarar da veremeyen, öldüremeyen, hayat bahşedemeyen, öldükten sonra diriltemeyen varlıklar olduğu bizim için açıkça ortaya çıkmıştır. Bu nitelikte olan bir varlığın, zerre miktarı hatta daha da az bir oranda ibadete ve ilâh edinilmeye liyakatı söz konusu değildir. Ancak kalplerin, bağlanacağı bir ma’bud ve ihtiyaçlarını kendisinden isteyeceği bir varlığa kaçınılmaz olarak ihtiyacı vardır.” O nedenle de İbrahim aleyhisselam onları ibadete layık olana yönelmeye teşvik ederek şunları söylemiştir: “O halde rızkı yalnız Allah katında arayın.” Rızkı kolaylaştıran, takdir eden, dini ve dünyası ile ilgili maslahatları gerçekleştirmek üzere kendisine dua edenin duasını kabul eden yalnız O’dur. “O’na” yalnızca O’na, hiçbir kimseyi ortak koşmaksızın “ibadet edin.” Çünkü kâmil, fayda sağlayan, zarar veren, bütün kâinatın işlerini tek başına çekip çeviren O’dur. “Ve O’na” yalnızca O’na “şükredin.” Çünkü bütün mahlukatın sahip olduğu bütün nimetler sadece O’ndandır. Onlardan uzaklaştırılan her türlü musibeti uzaklaştıran da yalnız O’dur. “Yalnız O’na döndürüleceksiniz.” ve O da yaptıklarınızın karşılığını size verecek, gizlediklerinizi de açıkladıklarınızı size bildirecektir. O halde O’nun huzuruna müşrik olarak varmaktan çekinin. O’nun huzuruna çıkacağınızda size mükâfat vermesine vesile olacak ve sizi kendisine yakınlaştıracak şeylere yönelin. [18. Ey insanlar, eğer rasulümüz Muhammed’i sallallahu aleyhi ve sellem sizi davet ettiği yalnızca Allah'a ibadet hususunda yalanlarsanız şunu bilin ki sizden önceki bir çok toplum da rasullerini, onları davet ettikleri hak hususunda yalanlamışlardı da Allah'ın gazabı başlarına inmişti. Rasulümüz Muhammed’e düşen ancak Allah'ın risaletini açıkça tebliğ etmektir ki o da bunu yapmıştır.][1]
#
{19} {أوَلَمْ يَرَوْا كيف يُبدئ الله الخلقَ ثم يعيدُه}: يوم القيامةِ. {إنَّ ذلك على الله يسيرٌ}؛ كما قال تعالى: {وهو الذي يبدأ الخلقَ ثم يعيدُه وهو أهونُ عليه}.
19. “…sonra da onları” kıyamet gününde “diriltecek? Şüphesiz bu, Allah’a göre çok kolaydır.” Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır. “Varlıkları ilkin (yoktan) var eden, sonra da onları diriltecek O’dur. Ve bu, O’na göre daha kolaydır.” (er-Rûm, 30/27)
#
{20} {قل}: لهم إن حَصَلَ معهم ريبٌ وشكٌّ في الابتداء: {سيروا في الأرضِ}: بأبدانِكم وقلوبِكم، {فانظُروا كيف بَدَأ الخَلْقَ}: فإنَّكم سَتَجِدون أمماً من الآدميين والحيواناتِ لا تزال توجد شيئاً فشيئاً، وتجدون النباتَ والأشجار كيف تحدُثُ وقتاً بعد وقت، وتجدون السحاب والرياح ونحوها مستمرَّةً في تجدُّدها، بل الخلق دائماً في بدءٍ وإعادةٍ؛ فانْظُرْ إليهم وقت موتتهم الصغرى ـ النوم ـ؛ وقد هَجَمَ عليهم الليلُ بظلامِهِ، فسكنت منهم الحركاتُ، وانقطعتْ منهم الأصواتُ، وصاروا في فرشهم ومأواهم كالميتين، ثم إنَّهم لم يزالوا على ذلك طول ليلهم حتى انفلق الأصباح، فانتبهوا من رقدتهم، وبُعِثوا من موتتهم؛ قائلين: الحمد لله الذي أحيانا بعدما أماتنا وإليه النُّشور. ولهذا قال: {ثم اللهُ}: بعد الإعادة {يُنْشِئُ النشأة الآخرة}: وهي النشأةُ التي لا تَقْبَلُ موتاً ولا نوماً، وإنَّما هو الخلودُ والدوامُ في إحدى الدارين. {إنَّ الله على كلِّ شيءٍ قديرٌ}: فقدرته تعالى لا يُعْجِزُها شيء، وكما قَدِرَ بها على ابتداءِ الخلق؛ فقدرتُه على الإعادة من باب أولى وأحرى.
20. Eğer ilkin yaratmada herhangi bir şüphe ve tereddütleri varsa onlara “de ki: Yeryüzünde” bedenlerinizle ve kalplerinizle “gezip dolaşın da Allah'ın varlıkları ilkin nasıl yaratmış olduğuna bir bakın.” Sizler Ademoğullarından da diğer canlılardan da hâlâ peyderpey var edilen pek çok ümmetler göreceğiniz gibi bitkilerin, ağaçların bir döngü içinde meydana geldiklerini de göreceksiniz. Bulutların, rüzgarların ve benzeri yaratıkların da sürekli olarak yenilenip durduğunu göreceksiniz. Hatta bütün yaratıklar, sürekli olarak yeniden yaratılmaktadır. Küçük ölüm olan uyku esnasında onlara bir bak! Gecenin karanlığı bastırmış, hareketleri durmuş, sesleri kesilmiş, yataklarına ve barınaklarına ölüler gibi çekilmişlerdir. Bu halleri gece boyunca devam ettikten sonra nihâyet sabah aydınlığı ile uykularından uyanırlar, ölümlerinden sonra diriltilircesine ayağa kalkarlar ve: “Ölümümüzden sonra bizi dirilten Allah’a hamdolsun. Dönüş de yalnız O’nadır.”[2] derler. Bundan dolayı Yüce Allah devamla şöyle buyurmaktadır: “Sonra Allah (aynı şekilde kıyamet günü) son bir kez daha yaratacaktır.” Bu, arkasından ölümün ve uykunun söz konusu olmadığı bir yaratmadır. Artık ondan sonra iki yurttan (cennet veya cehennemden) birisinde ebedi olarak kalış söz konusu olacaktır. “Şüphesiz Allah'ın, her şeye gücü yeter.” Yüce Allah’ın kudretini hiçbir şey aciz bırakamaz. O kudreti ile varlığı yoktan yaratmaya nasıl güç yetirdiyse onları diriltmeye haydi haydi güç yetirir.
#
{21} {يعذِّبُ من يشاء ويرحمُ من يشاء}؛ أي: هو المنفرد بالحكم الجزائي، وهو إثابةُ الطائعين ورحمتهم، وتعذيبُ العاصين والتنكيل بهم، {وإليه تُقْلَبونَ}؛ أي: ترجِعونَ إلى الدار التي بها تجري عليكم أحكام عذابِهِ ورحمتِهِ، فاكتسبوا في هذه الدار ما هو من أسباب رحمتِهِ من الطاعات، وابتعدوا من أسباب عذابِهِ وهو المعاصي.
21. “O, dilediğine azap eder, dilediğine de merhamet eder” Yani amellerin karşılıklarına dair hüküm veren yalnız O’dur. İtaatkârları mükâfatlandırıp onlara rahmetini ihsan edecek olan, isyankârlara azap edip onları ibretle cezalandıracak olan yalnız O’dur. “Siz yalnız O’na döndürüleceksiniz.” Yani sizler, hakkınızda azabının veya rahmetinin hükümlerinin cereyan edeceği ebedi yurda döndürüleceksiniz. O halde bu dünya yurdunda O’nun rahmetine nail olmanın sebei olan itaatleri işleyin. Azabına sebep olan masiyetlerden de uzak durun.
#
{22} {وما أنتم بِمُعْجِزينَ في الأرض ولا في السماء}؛ أي: يا هؤلاء المكذِّبون المتجرِّؤون على المعاصي! لا تحسبوا أنه مغفولٌ عنكم أو أنكم معجزون لله في الأرض ولا في السماء؛ فلا تَغُرَّنَّكم قدرتُكم وما زينتْ لكم أنفسكم وخدعتْكم من النجاة من عذاب الله، فلستُم بمعجزينَ الله في جميع أقطار العالم، {وما لكُم من دونِ الله من وليٍّ}: يتولاَّكم فيحصِّلَ لكم مصالح دينكم ودنياكم. {ولا نصيرٍ}: ينصُرُكم فيدفع عنكم المكارِهَ.
22. “Siz yerde de gökte de (Allah'ı) âciz bırakacak değilsiniz.” Yani ey yalancılar, ey masiyetleri işleme cesaretini gösterenler! Sizden gafil olunduğunu, yeryüzünde veya gökte Allah’ı âciz bırakacağınızı sanmayın. Elinizdeki güçler, nefsinizin size süslü gösterdiği ve Allah’ın azabından kurtulacağınıza dair size yaptığı boş vaat, sakın sizi kandırmasın. Sizler kainatın neresinde olursanız olun Allah’ı asla aciz bırakabilecek değilsiniz. “Sizin için Allah’tan başka” işlerinizi üstlenecek, böylelikle din ve dünya menfaatlerinizi elde etmenizi sağlayacak “bir dost ve” size yardım ederek, hoşlanmadığınız şeyleri sizden uzaklaştıracak “yardımcı da yoktur.”
Ayet: 23 #
{وَالَّذِينَ كَفَرُوا بِآيَاتِ اللَّهِ وَلِقَائِهِ أُولَئِكَ يَئِسُوا مِنْ رَحْمَتِي وَأُولَئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ (23)}.
23. Allah’ın âyetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr edenler var ya, işte onlar Benim rahmetimden ümit kesmişlerdir. Onlar için can yakıcı bir azap vardır.
#
{23} يخبر تعالى من هم الذين زال عنهم الخيرُ وحَصَلَ لهم الشرُّ، وأنَّهم الذين كفروا به وبرسله وبما جاؤوهم به، وكذَّبوا بلقاء الله، فليس عندهم إلاَّ الدُّنيا؛ فلذلك أقدموا على ما أقدموا عليه من الشرك والمعاصي؛ لأنه ليس في قلوبهم ما يخوِّفهم من عاقبة ذلك، ولهذا قال: {أولئك يَئِسوا من رحمتي}؛ أي: فلذلك لم يعملوا سبباً واحداً يُحَصِّلونَ به الرحمةَ، وإلاَّ؛ فلو طمعوا في رحمته؛ لعملوا لذلك أعمالاً. والإياس من رحمة الله من أعظم المحاذير، وهو نوعان: إياسُ الكفَّار منها وتركُهم جميع سبب يقرِّبُهم منها. وإياسُ العصاة بسبب كثرةِ جناياتهم أوْحَشَتْهم فمَلَكَتْ قلوبَهم، فأحدث لها الإياس. {وأولئك لهم عذابٌ أليمٌ}؛ أي: مؤلم موجع. وكأن هذه الآياتِ معترضاتٌ بين كلام إبراهيم لقومه وردِّهم عليه، والله أعلمُ بذلك.
23. Yüce Allah, kimlerin her türlü hayırdan uzak olup kötülüklerle karşı karşıya kaldıklarını haber vermektedir. Bunlar; Allah’ı, O’nun peygamberlerini ve peygamberlerinin getirdiklerini inkâr eden, Allah’ın huzuruna çıkmayı ve O’na kavuşmayı yalanlayan kimselerdir. Bunlar için varsa yoksa dünya! Zaten şirk ve masiyetleri işlemelerinin temel sebebi de budur. Çünkü kalplerinde bunun akıbetinden korkmalarına sebep teşkil edecek bir inanç yoktur. Bundan dolayı Yüce Allah burada: “İşte onlar Benim rahmetimden ümit kesmişlerdir” buyurmaktadır. Yani onlar, rahmete nail olmaya sebep teşkil edecek tek bir amel dahi yapmadılar. Yoksa Allah’ın rahmetini umsalardı bunun için birtakım ameller işlerlerdi. Allah’ın rahmetinden ümit kesmek, sakınılması gereken en büyük yasaklardandır. Bu da iki türlü olur: Birincisi, kâfirlerin Allah’ın rahmetinden ümit keserek kendilerini Allah’ın rahmetine yakınlaştıracak her türlü sebebi terk etmeleridir. Diğeri ise günahkârların/isyankârların işledikleri suçların çokluğu sebebi ile ümit kesmeleridir ki bu işledikleri günahlar onları dehşete düşürmüş, kalplerini kaplayıp sonuç olarak böyle bir ümitsizliğin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. “Onlar için can yakıcı bir azap” acı ve ıstırap dolu bir azap “vardır.” Buraya kadarki âyet-i kerimeler İbrahim aleyhisselam’ın kavmine söylediği sözler ile onların kendisine verdiği cevaplar arasına konmuş ara buyruklar gibi görünmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
Ayet: 24 - 25 #
{فَمَا كَانَ جَوَابَ قَوْمِهِ إِلَّا أَنْ قَالُوا اقْتُلُوهُ أَوْ حَرِّقُوهُ فَأَنْجَاهُ اللَّهُ مِنَ النَّارِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ (24) وَقَالَ إِنَّمَا اتَّخَذْتُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ أَوْثَانًا مَوَدَّةَ بَيْنِكُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا ثُمَّ يَوْمَ الْقِيَامَةِ يَكْفُرُ بَعْضُكُمْ بِبَعْضٍ وَيَلْعَنُ بَعْضُكُمْ بَعْضًا وَمَأْوَاكُمُ النَّارُ وَمَا لَكُمْ مِنْ نَاصِرِينَ (25)}
24. Ama kavminin cevabı: “Onu öldürün yahut yakın” demelerinden başka bir şey olmadı. Allah da onu ateşten kurtardı. Şüphesiz bunda iman eden bir toplum için ibretler vardır. 25. Dedi ki: “Siz ancak dünya hayatında kendi aranızdaki dostluk sebebiyle Allah’ın dışında birtakım putlar edindiniz. Ama kıyamet günü birbirinizi inkâr edip tanımayacak ve birbirinize lanet edeceksiniz. Varacağınız yer cehennem olacak ve sizin hiçbir yardımcınız da bulunmayacaktır.”
#
{24} أي: فما كان مجاوبةُ قوم إبراهيمَ لإبراهيمَ حين دعاهم إلى ربِّه قبولَ دعوتِهِ والاهتداءَ بنُصحه ورؤيةَ نعمة الله عليهم بإرساله إليهم، وإنَّما كان مجاوبتُهم له شرَّ مجاوبة، {قالوا اقْتُلوهُ أو حَرِّقوهُ}: أشنع القتلات، وهم أناسٌ مقتدرون، لهم السلطانُ، فألقَوْه في النار، {فأنجاه اللهُ}: منها. {إنَّ في ذلك لآياتٍ لقوم يؤمنونَ}: فيعلمونَ صِحَّةَ ما جاءت به الرسلُ وبِرَّهم ونُصْحَهم وبطلانَ قول من خالفهم وناقَضَهم، وأنَّ المعارضين للرُّسل كأنَّهم تواصَوْا وحثَّ بعضُهم بعضاً على التكذيب.
24. Yani İbrahim aleyhisselam, kavmini Rabbinin yoluna davet edip çağrısını kabul etmeye, nasihatları doğrultusunda hidâyet bulmaya ve Allah’ın onu kendilerine peygamber gönderdiği için bu nimetine şükretmeye çağırdığında kavminin ona verdikleri karşılık çok kötü olmuştur. Zira bu karşılık “Onu öldürün yahut yakın, demelerinden başka bir şey olmadı.” En dehşetli bir şekilde onu öldürmeye karar verdiler. Onlar güçlü ve idareyi ellerinde bulunduran kimselerdi. O bakımdan onu ateşe attılar ama “Allah onu ateşten kurtardı. Şüphesiz bunda iman eden bir toplu için ibretler vardır.” Bu yolla peygamberlerin getirdiklerinin doğruluğunu, onların iyiliklerini, onların samimi olarak öğüt verdiklerini, diğer taraftan onlara muhalefet edenlerin ve karşı çıkanların sözlerinin ne kadar tutarsız olduğunu, peygamberlere karşı çıkanların hep sanki birbirlerine aynı şeyleri tavsiye etmiş ve birbirlerini onları yalanlamaya teşvik etmiş gibi davrandıklarını anlarlar.
#
{25} {وقال}: لهم إبراهيمُ في جملةِ ما قاله من نُصحه: {إنَّما اتَّخذتُم من دون الله أوثاناً مودَّةَ بَيْنِكُم في الحياة الدُّنيا}؛ أي: غايةُ ذلك مودَّةٌ في الدنيا ستنقطعُ وتضمحلُّ، {ثم يومَ القيامةِ يَكْفُرُ بعضُكم ببعض ويلعنُ بعضُكم بعضاً}؛ أي: يتبرَّأ كلٌّ من العابدين والمعبودين من الآخر، وإذا حُشِرَ الناسُ؛ كانوا لهم أعداء وكانوا بعبادتهم كافرين؛ فكيف تتعلَّقون بِمَنْ يعلمُ أنه سيتبرأ من عابديه، ويلعنُهم. وأنَّ مأوى الجميع العابدين والمعبودين {النار}: وليس أحدٌ ينصُرُهم من عذاب الله، ولا يدفعُ عنهم عقابه.
25. İbrahim aleyhisselam onlara öğüt verirken söylediği sözler arasında şunlar da vardı: “Siz ancak dünya hayatında kendi aranızdaki dostluk sebebiyle Allah’ın dışında birtakım putlar edindiniz.” Yani sizin bu putları edinmenizin en nihai noktası, dünyevi bir sevgidir. Bu da pek yakında yok olup gidecektir. “Ama kıyamet günü birbirinizi inkâr edip tanımayacak ve birbirinize lanet edeceksiniz.” İbadet edenler de edilenler de birbirlerinden uzak olduklarını bildirecektir: “İnsanlar” mahşerde “bir araya toplandıklarında onlar kendilerine düşman kesilir ve onların ibadetlerini inkâr ederler.” (el-Ahkaf, 46/6) Nasıl olur da pek yakında kendisine ibadet edenlerden uzak olduğunu söyleyeceği ve onlara lânet okuyacağı bilinen kimselere bağlanıp taparsınız? Halbuki sizin -ibadet edenlerin de kendisine ibadet olunanların da- hep birlikte “varacağınız yer cehennem olacak ve sizin hiçbir yardımcınız da bulunmayacaktır.” Allah’ın azabına karşı kimse onlara yardımcı olamayacak, O’nun cezasını kimse onlardan uzaklaştıramayacaktır.
Ayet: 26 - 27 #
{فَآمَنَ لَهُ لُوطٌ وَقَالَ إِنِّي مُهَاجِرٌ إِلَى رَبِّي إِنَّهُ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ (26) وَوَهَبْنَا لَهُ إِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ وَجَعَلْنَا فِي ذُرِّيَّتِهِ النُّبُوَّةَ وَالْكِتَابَ وَآتَيْنَاهُ أَجْرَهُ فِي الدُّنْيَا وَإِنَّهُ فِي الْآخِرَةِ لَمِنَ الصَّالِحِينَ (27)}
26. Lût ona iman etti. İbrahim: “Ben Rabbime (emrettiği yere) hicret edeceğim. Şüphesiz O, Azizdir, Hakimdir.” dedi. 27. Biz ona İshak’ı ve Yakub’u bağışladık. Peygamberliği ve kitabı da onun soyundan gelenlere verdik. Ona mükâfatını dünyada verdik. Şüphesiz o, ahirette de salihler arasındadır.
#
{26} أي: لم يزلْ إبراهيمُ عليه الصلاة والسلام يَدْعو قومَه، وهم مستمرُّون على عنادهم؛ إلاَّ أنَّه آمن له بدعوته لوطٌ الذي نبَّأه الله وأرسله إلى قومِهِ كما سيأتي ذِكْره، {وقال}: إبراهيمُ حين رأى أنَّ دعوةَ قومِهِ لا تفيدُهم شيئاً: {إنِّي مهاجرٌ إلى ربِّي}؛ أي: هاجِرٌ أرضَ السوء، ومهاجِرٌ إلى الأرض المباركة، وهي الشام. {إنَّه هو العزيزُ}؛ أي: الذي له القوَّة، وهو يقدِرُ على هدايتكم، ولكنَّه حكيمٌ، ما اقتضت حكمتُه ذلك. ولمَّا اعتزلهم وفارَقَهم وهم بحالِهِم؛ لم يذكرِ الله عنهم أنَّه أهلكهم بعذابٍ، بل ذَكَرَ اعتزالَه إيَّاهم وهجرتَه من بين أظهُرِهم، فأمَّا ما يُذْكَرُ في الإسرائيلياتِ أنَّ الله تعالى فتح على قومِهِ باب البعوض، فشرب دِماءَهم، وأكل لحومَهم، وأتْلَفَهم عن آخرهم؛ فهذا يتوقَّفُ الجزم به على الدليل الشرعيِّ، ولم يوجدْ؛ فلو كان اللَّه استأصَلَهم بالعذاب؛ لَذَكَرَه كما ذَكَرَ إهلاكَ الأمم المكذِّبة، ولكن هل من أسرار ذلك أن الخليل عليه السلام من أرحم الخلق وأفضلهم وأحلمهم وأجلِّهم؛ فلم يَدْعُ على قومِهِ كما دعا غيرُه، ولم يكن اللهُ لِيَجْزِيَ بسببه عذاباً عامًّا؟ ومما يدلُّ على ذلك أنَّه راجع الملائكة في إهلاك قوم لوط، وجادَلَهم، ودافَعَ عنهم، وهم ليسوا قومَه. والله أعلم بالحال.
26. Yani İbrahim aleyhisselam kavmine davetini sürdürdü, ama onlar inatlarını devam ettirdiler. Ancak onun davetinin bir sonucu olarak kendisine Lût aleyhisselam iman etti. Yüce Allah da ona peygamberlik verdi ve ileride geleceği üzere onu kavmine elçi olarak gönderdi. İbrahim kavmine yaptığı davetin hiçbir faydası olmadığını görünce “Ben Rabbime (emrettiği yere) hicret edeceğim” dedi. Yani ben, o kötülük yurdunu terk edeceğim ve mübarek bir beldeye hicret edeceğim. Orası da Şam topraklarıdır. “Şüphesiz O, Azizdir.” Mutlak güç ve kudret sahibidir, sizi hidâyete iletmeye de kadirdir; ama O, aynı zamanda “Hakîmdir.” O’nun hikmeti bunu (zorla yapmayı) kabul etmez. Kavmi bu halde iken İbrahim aleyhisselam onları terk edip onlardan ayrılmakla birlikte Yüce Allah, onun kavmini gönderdiği herhangi bir azap ile helâk ettiğini söz konusu etmemektedir. Sadece onlardan ayrıldığını ve aralarından hicret edip uzaklaştığını bildirmektedir. İsrailiyatta söz konusu edildiği üzere Yüce Allah’ın, onun kavmine sivrisinekleri musallat ettiğ, onların da kavminin kanlarını içip etlerini yediği ve onlardan tek bir kişi kalmamak üzere hepsini telef ettiğini bildiren rivâyetlere gelince bu konuda kesin hüküm vermek, şer’î bir delilin varlığına bağlıdır ki böyle bir delil de yoktur. Şâyet Yüce Allah’ın onları azap ile toptan helâk ettiği söz konusu olsaydı Allah, diğer yalanlayan ümmetleri helâk ettiğini zikrettiği gibi bunu da zikrederdi. Bunun sırlarından birisi İbrahim el-Halil aleyhisselam’ın insanların en merhametlisi, en faziletlisi, en yumuşak huylusu, en yücesi olduğundan dolayı bazı peygamberlerin beddua ettiği gibi kavmine beddua etmeyişi olabilir. Bundan dolayı Yüce Allah onları umumi bir azap ile helâk etmemiş olabilir. Nitekim buna delil olabilecek hususlardan birisi, İbrahim’in Lût kavmini helâk etmek için gelen meleklerle (azabın kaldırılması konusunda) tartışmasıdır. Halbuki onlar, onun kendi kavmi de değillerdi. En iyisini Allah bilir.
#
{27} {ووهَبْنا له إسحاقَ ويعقوبَ}؛ أي: بعدما هاجر إلى الشام، {وجَعَلْنا في ذرَّيَّتِهِ النبوَّة والكتاب}: فلم يأتِ بعدَه نبيٌّ إلاَّ من ذُرِّيَّتِهِ، ولا نزل كتابٌ إلاَّ على ذرِّيَّته، حتى خُتموا بابنه محمد - صلى الله عليه وسلم - وعليهم أجمعين. وهذا من أعظم المناقب والمفاخر، أنْ تكونَ موادُّ الهدايةِ والرحمةِ والسعادةِ والفلاح والفوزِ في ذُرِّيَّتِهِ، وعلى أيديهم اهتدى المهتدون، وآمن المؤمنون، وصلح الصالحون، {وآتَيْناه أجْرَه في الدُّنيا}: من الزوجة الجميلة فائقة الجمال، والرزق الواسع، والأولاد الذين بهم قَرَّتْ عينُه، ومعرفة الله ومحبَّته والإنابة إليه. {وإنَّه في الآخرة لَمِنَ الصالحين}: بل هو ومحمدٌ صلى الله عليهما وسَلّم أفضل الصالحين على الإطلاق وأعلاهم منزلةً. فجمع الله له بين سعادةِ الدُّنيا والآخرة.
27. “Biz ona” Şam’a hicret ettikten sonra “İshak’ı ve Yakub’u bağışladık. Peygamberliği ve kitabı da onun soyundan gelenlere verdik.” Ondan sonra gelen bütün peygamberler, onun zürriyetinden olduğu gibi, ne kadar kitap indi ise de hep onun soyundan gelenlere indirilmiştir. Peygamberlerin sonuncusu ve onun evlâdı Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ile peygamberlik müessesi son buluncaya kadar da bu, böylece devam etmiştir. Hepsine salât ve selâm olsun. Hidâyet, rahmet, mutluluk ve kurtuluş kaynaklarının onun soyundan gelenler arasında bulunması, hidâyet bulacakların hidâyete, mü’minlerin imana ve salihlerin de doğru yol hep onların eli ile ulaşması, İbrahim’in en büyük menkıbesi ve övünç kaynağıdır. “Ona mükâfatını” üstün güzelliğe sahip eş, geniş rızık, gözlerinin aydınlığı olan evlatlar, Allah’ı sevmek ve O’na yönelmek gibi mükafatları “dünyada verdik.” “Şüphesiz o, ahirette de salihler arasındadır.” Hatta o ve son peygamber Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem, kayıtsız ve şartsız salihlerin en üstünleri, mevki itibari ile en yüce olanlarıdır. Böylelikle Allah, ona hem dünya hem de âhiret mutluluğunu birlikte vermiştir.
Ayet: 28 - 35 #
{وَلُوطًا إِذْ قَالَ لِقَوْمِهِ إِنَّكُمْ لَتَأْتُونَ الْفَاحِشَةَ مَا سَبَقَكُمْ بِهَا مِنْ أَحَدٍ مِنَ الْعَالَمِينَ (28) أَئِنَّكُمْ لَتَأْتُونَ الرِّجَالَ وَتَقْطَعُونَ السَّبِيلَ وَتَأْتُونَ فِي نَادِيكُمُ الْمُنْكَرَ فَمَا كَانَ جَوَابَ قَوْمِهِ إِلَّا أَنْ قَالُوا ائْتِنَا بِعَذَابِ اللَّهِ إِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِقِينَ (29) قَالَ رَبِّ انْصُرْنِي عَلَى الْقَوْمِ الْمُفْسِدِينَ (30) [وَلَمَّا جَاءَتْ رُسُلُنَا إِبْرَاهِيمَ بِالْبُشْرَى قَالُوا إِنَّا مُهْلِكُو أَهْلِ هَذِهِ الْقَرْيَةِ إِنَّ أَهْلَهَا كَانُوا ظَالِمِينَ (31) قَالَ إِنَّ فِيهَا لُوطًا قَالُوا نَحْنُ أَعْلَمُ بِمَنْ فِيهَا لَنُنَجِّيَنَّهُ وَأَهْلَهُ إِلَّا امْرَأَتَهُ كَانَتْ مِنَ الْغَابِرِينَ (32) وَلَمَّا أَنْ جَاءَتْ رُسُلُنَا لُوطًا سِيءَ بِهِمْ وَضَاقَ بِهِمْ ذَرْعًا وَقَالُوا لَا تَخَفْ وَلَا تَحْزَنْ إِنَّا مُنَجُّوكَ وَأَهْلَكَ إِلَّا امْرَأَتَكَ كَانَتْ مِنَ الْغَابِرِينَ (33) إِنَّا مُنْزِلُونَ عَلَى أَهْلِ هَذِهِ الْقَرْيَةِ رِجْزًا مِنَ السَّمَاءِ بِمَا كَانُوا يَفْسُقُونَ (34) وَلَقَدْ تَرَكْنَا مِنْهَا آيَةً بَيِّنَةً لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ (35)}].
28. Lût’u da (göndermiştik). Hani o, kavmine şöyle demişti: “Sizler, gerçekten sizden önce hiç kimsenin yapmadığı bir hayasızlığı yapıyorsunuz.” 29. “Sizler erkeklere yaklaşıyor, yol kesiyor ve meclislerinizde çirkin işler yapıyorsunuz, öyle mi?” Kavminin cevabı: “Eğer doğru söylüyorsan haydi Allah’ın azabını getir (de görelim)!” demekten başka bir şey olmadı. 30. O da dedi ki: “Rabbim! Bu fesatçı topluma karşı bana yardım et!” dedi. 31. Elçilerimiz İbrahim’e müjde getirdiklerinde dediler ki: “Biz şu şehrin halkını helâk edeceğiz. Çünkü oranın halkı, zalim kimselerdir.” 32. “Ama orada Lût da var” dedi. Onlar da: “Biz orada olanları pek iyi biliyoruz. Biz onu ve aile halkını elbette kurtaracağız. Ancak karısı hariç; o, geride kalacaklardandır” dediler. 33. Elçilerimiz Lût’a gelince o, onlar sebebiyle üzüldü ve içi daraldı. Dediler ki: “Korkma ve üzülme! Çünkü biz, seni ve aile halkını kurtaracağız. Ancak karın hariç; o, geride kalacaklardandır.” 34. “Biz, bu şehir halkı üzerine fâsıklıkları sebebiyle gökten feci bir azap indireceğiz.” 35. Andolsun Biz, aklını kullanan bir toplum için o şehirden apaçık bir alamet bıraktık.
Lût aleyhisselam’ın İbrahim aleyhisselam’a iman ettiği ve onun vasıtası ile hidâyet bulanlardan olduğu daha önce geçmişti. Lût aleyhisselam’ın İbrahim aleyhisselam’ın zürriyetinden olmayıp onun kardeşinin oğlu olduğu belirtilmiştir. Yüce Allah’ın: “Peygamberliği ve kitabı da onun soyundan gelenlere verdik” buyruğu, her ne kadar umumi ise de Lût aleyhisselam’ın -onun soyundan olmamakla birlikte- peygamber olmasına aykırı değildir. Çünkü âyet-i kerime İbrahim el-Halil’den övgü ile söz etme sadedindedir. Ayrıca Lût’un da onun vasıtası ile hidâyet bulduğu haber verilmektedir. Onun vasıtası ile bir kimsenin hidâyet bulması, zürriyeti olduğundan dolayı hidâyet bulanlara göre hidâyete iletenin üstünlüğüne daha mükemmel bir delildir. En iyisini Allah bilir.
#
{28 ـ 29} فأرسل الله لوطاً إلى قومه، وكانوا مع شركهم قد جمعوا بين فعل الفاحشة في الذُّكور وتقطيع السبيل وفُشُوِّ المُنْكرات في مجالسهم، فنصحهم لوطٌ عن هذه الأمور، وبيَّن لهم قبائحها في نفسها وما تؤول إليه من العقوبة البليغة، فلم يَرْعَووا ولم يَذَّكَّروا. {فما كان جوابَ قومِهِ إلاَّ أن قالوا ائْتِنا بعذابِ الله إن كنتَ من الصادقين}.
28-30. Yüce Allah Lût aleyhisselam’ı kavmine peygamber olarak göndermişti. Kavmi müşrik olmakla birlikte erkekler ile hayasızca işler yapıyor, yol kesiyor ve meclislerinde yaygın bir şekilde çirkin işler yapıyorlardı. Lût aleyhisselam onlara bütün bu hususlara dair öğütler verdi. Onlara bu işlerin bizzat çirkin şeyler olduğunu ve bunların çetin cezalara sebep olacaklarını açıkladı. Ancak akıllarını başlarına almadılar ve öğüt tutmadılar. “Kavminin cevabı: “Eğer doğru söylüyorsan haydi Allah’ın azabını getir (de görelim)!” demekten başka bir şey olmadı.” Peygamberleri de iman edeceklerinden yana ümidini kesti. Azabı hak ettiklerini anladı. Kendisinin aşırı derecedeki yalanlamalarına karşı tahammülü tükendi. O bakımdan beddua ederek: “Rabbim! Bu fesatçı topluma karşı bana yardım et, dedi.” Allah onun yaptığı bu duayı kabul etti ve onları helâk etmek üzere melekleri gönderdi.
#
{30 ـ 35} فأيس منهم نبيُّهم، وعلم استحقاقهم العذاب، وجزع من شدة تكذيبهم له، فدعا عليهم، و {قال ربِّ انصُرْني على القوم المفسِدين}: فاستجاب الله دعاءَه، فأرسل الملائكةَ لإهلاكِهِم، فمرُّوا بإبراهيم قبل ذلك، وبشَّروه بإسحاقَ ومن وراءِ إسحاقَ يعقوب، ثم سألهم إبراهيمُ: أين يريدون؟ فأخبروه أنَّهم يريدون إهلاكَ قوم لوط، فجعل يراجِعُهم ويقول: {إنَّ فيها لوطاً}، فقالوا له: {لَنُنَجِّيَنَّهُ وأهلَه إلاَّ امرأتَه كانت من الغابرين}: ثم مَضَوْا حتى أتوا لوطاً، فساءه مجيئُهم، وضاق بهم ذَرْعاً؛ بحيث إنه لم يعرِفْهم، وظنَّ أنَّهم من جملة أبناء السبيل الضيوف، فخاف عليهم من قومه، فقالوا له: {لا تَخَفْ ولا تَحْزَنْ}: وأخبروه أنَّهم رسل الله، {إنَّا منجُّوك وأهْلَكَ إلاَّ امرأتَكَ كانت من الغابرين. إنَّا منزلون على أهل هذه القرية رجزاً}؛ أي: عذاباً {من السماء بما كانوا يَفْسُقون}: فأمروه أن يَسْرِيَ بأهله ليلاً، فلما أصبحوا؛ قَلَبَ الله عليهم ديارهم، فجعل عاليها سافلها، وأمطر عليهم حجارةً من سِجِّيل متتابعة حتى أبادتهم وأهلكتهم فصاروا سمراً من الأسمار وعبرةً من العبر. {ولقد تَرَكْنا منها آيةً بَيِّنَةً لقوم يعقلونَ}؛ أي: تركنا من ديار قوم لوط آثاراً بيِّنة لقوم يعقلون العِبَرَ بقلوبهم فينتفعونَ بها؛ كما قال تعالى: {وإنَّكُم لَتَمُرُّونَ عليهم مصبحينَ. وبالليلِ أفلا تعقِلونَ}.
31. Lût kavmini helâk etmek üzere gönderilen melekler, önce İbrahim aleyhisselam’a uğradılar ve ona İshak’ın doğacağı müjdesini verdiler. İshak’tan sonra da (onun oğlu olan) Yakub’un doğacağını müjdelediler. Daha sonra İbrahim aleyhisselam onlara nereye gitmek istediklerini sorunca Lût kavmini helâk etmek üzere gönderildiklerini bildirdiler. İbrahim aleyhisselam da onlarla tartışmaya koyuldu: 32. İbrahim aleyhisselam onlara: “Ama orada Lût da var” deyince onlar da kendisine: “Biz orada olanları pek iyi biliyoruz. Biz onu ve aile halkını elbette kurtaracağız. Ancak karısı hariç; o, geride kalacaklardandır” dediler.” Sonra da Lût aleyhisselam’ın yanına gittiler: 33-34. Lût aleyhisselam meleklerin gelişinden tedirgin olmuş ve üzülmüştü. Onları tanımadığı için tasalanmış ve içi daralmıştı. Zira bu gelenleri yoldan geçen misâfirlerden zannetmişti. O bakımdan kavminin bunlara kötülük yapacağından korkmuştu. Melekler de ona: “Korkma ve üzülme” diyerek kendilerinin Allah’ın elçileri olduklarını bildirdiler. “Çünkü biz, seni ve aile halkını kurtaracağız. Ancak karın hariç; o, geride kalacaklardandır. Biz, bu şehir halkı üzerine fâsıklıkları sebebiyle gökten feci bir azap indireceğiz.” diyerek geceleyin aile halkı ile birlikte yola çıkıp gitmesini emrettiler. Sabah olunca Allah, diyarlarını ters çevirip başlarının üzerine yıktı ve ülkelerinin altını üstüne getirdi. Onlara pişmiş çamurdan ardı arkasına taş yağdırdı ve nihâyet bu taş yağmuru onların hepsini helak etti. Böylelikle onlar, sohbet konularından bir konu ve ibretlerden bir ibret oluverdiler. 35. Yani Lût kavminin diyarından, kalpleri ile ibretleri düşünecek ve onlardan gereği gibi faydalanacak bir topluluk için apaçık deliller/aşikar kalıntılar bırakmış bulunuyoruz. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Siz onların (yurtlarından) sabahleyin de geçip gidiyorsunuz, geceleyin de. Hala aklınızı kullanmayacak mısınız?” (es-Saffat, 37/137-138)
Ayet: 36 - 37 #
{وَإِلَى مَدْيَنَ أَخَاهُمْ شُعَيْبًا فَقَالَ يَاقَوْمِ اعْبُدُوا اللَّهَ وَارْجُوا الْيَوْمَ الْآخِرَ وَلَا تَعْثَوْا فِي الْأَرْضِ مُفْسِدِينَ (36) فَكَذَّبُوهُ فَأَخَذَتْهُمُ الرَّجْفَةُ فَأَصْبَحُوا فِي دَارِهِمْ جَاثِمِينَ (37)}.
36- Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı gönderdik. Dedi ki: “Ey kavmim, Allah’a ibadet edin ve (amellerinizle) âhiret gününe ümit besleyin. Fesatçı olup da yeryüzünde bozgunculuk yapmayın.” 37- Onu yalanladılar. Bunun üzerine onları o sarsıntı yakaladı da yurtlarında diz üstü çöküp kaldılar.
#
{36 ـ 37} أي: {و} أرسلنا {إلى مَدْيَنَ}: القبيلة المعروفة المشهورة {شُعَيْباً}: فأمرهم بعبادة الله وحده لا شريك له، والإيمان بالبعث ورجائه والعمل له، ونهاهم عن الإفسادِ في الأرض ببخس المكاييل والموازين والسعي بقَطْع الطُّرُق. {فكذبوه}: فأخذهم عذابُ الله، {فأصبحوا في دارِهم جاثمينَ}.
36. Yani biz bilinen ve meşhur bir kabile olan “Medyen” ahalisine “de kardeşleri Şuayb’ı” peygamber olarak “gönderdik.” O da kendilerine yalnızca Allah’a, O’na hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ibadet etmelerini, öldükten sonra dirilişe iman edip bunun gerçekleşeceğine o gün için amel ederek ümit beslemeyi emretti. Yeryüzünde ölçü ve tartıları eksilterek ve yol kesiciliği yaparak da fesad çıkarmaktan vazgeçmelerini istedi. 37. “Onu yalanladılar. Bunun üzerine onları o sarsıntı” yani Allah’ın azabı “yakaladı da yurtlarında diz üstü çöküp kaldılar.”
Ayet: 38 - 40 #
{وَعَادًا وَثَمُودَ وَقَدْ تَبَيَّنَ لَكُمْ مِنْ مَسَاكِنِهِمْ وَزَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ أَعْمَالَهُمْ فَصَدَّهُمْ عَنِ السَّبِيلِ وَكَانُوا مُسْتَبْصِرِينَ (38) وَقَارُونَ وَفِرْعَوْنَ وَهَامَانَ وَلَقَدْ جَاءَهُمْ مُوسَى بِالْبَيِّنَاتِ فَاسْتَكْبَرُوا فِي الْأَرْضِ وَمَا كَانُوا سَابِقِينَ (39) فَكُلًّا أَخَذْنَا بِذَنْبِهِ فَمِنْهُمْ مَنْ أَرْسَلْنَا عَلَيْهِ حَاصِبًا وَمِنْهُمْ مَنْ أَخَذَتْهُ الصَّيْحَةُ وَمِنْهُمْ مَنْ خَسَفْنَا بِهِ الْأَرْضَ وَمِنْهُمْ مَنْ أَغْرَقْنَا وَمَا كَانَ اللَّهُ لِيَظْلِمَهُمْ وَلَكِنْ كَانُوا أَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ (40)}
38- Âd ve Semûd kavmini de (helâk ettik). Nitekim onların meskenlerinden de (bu durum) size bellidir. Şeytan onlara amellerini süsledi de onları (doğru) yoldan alıkoydu. Halbuki onlar, gerçeği görecek durumda idiler. 39- Kârûn’u, Firavun’u ve Hâmân’ı da (helâk ettik). Andolsun ki Mûsâ onlara apaçık deliller getirmişti de onlar da o ülkede büyüklenmişlerdi. Ama (azabımızdan) kaçıp kurtulamadılar. 40- Biz hepsini de günahı sebebiyle (ansızın) yakaldık. Kimisinin üzerine taş yağdıran kasırga gönderdik, kimisini de o çığlık yakaladı. Onlardan kimisini yerin dibine geçirdik, kimisini de suda boğduk. Allah asla onlara zulmetmedi. Fakat onlar, kendi kendilerine zulmediyorlardı.
#
{38} أي: وكذلك ما فَعَلْنا بعادٍ وثمودَ، وقد علمتَ قَصَصهم، وتبيَّن لكم بشيء تشاهدونه بأبصارِكم من مساكِنِهم وآثارِهِم التي بانوا عنها، وقد جاءتهم رسلُهم بالآيات البينات المفيدة للبصيرة، فكذَّبوهم وجادلوهم، وزين لهم الشيطان عملهم، حتى ظنوا أنه أفضل مما جاءتهم به الرسل.
38. Yani Biz, Âd ve Semud’a da bunun benzerini yaptık. Onların kıssaları hepinizce malumdur. Gözlerinizle onların meskenlerini ve gride bıraktıkları kısmen de olsa görmektesiniz. Peygamberleri kendilerine basireti açacak, gerçeği gösterecek apaçık belgelerle gelmiş olduğu halde onları yalanladılar, peygamberleri ile mücadeleye giriştiler. “Şeytan onlara amellerini süsledi” de yaptıklarının, peygamberlerin kendilerine getirdiklerinden daha üstün olduğunu zannettiler.
#
{39} وكذلك قارونُ وفرعونُ وهامانُ، حين بعث الله إليهم موسى بن عمران بالآيات البينات والبراهين الساطعات، فلم ينقادوا، واستكبروا في الأرض على عباد الله فأذلُّوهم، وعلى الحقِّ فردوه فلم يقدروا على النجاء حين نزلت بهم العقوبة. {وما كانوا سابقينَ}: اللهَ ولا فائتينَ، بل سلَّموا واسْتَسْلموا.
39. Kârûn, Firavun ve Hâmân’a da Yüce Allah, İmran oğlu Mûsâ’yı peygamber olarak apaçık âyetlerle, göz kamaştırıcı mucizelerle göndermişti de onlar bunlara boyun eğmediler. Yeryüzünde Allah’ın kullarına karşı büyüklük tasladılar, onları zelil ettiler, hakka karşı da büyüklenip onu reddettiler. Ancak ilâhî azap onların tepelerine indiğinde kaçıp kurtulmaya güçleri yetmedi. Allah'ın elinden kaçıp kurtulamadılar. Aksine O’nun hükmüne teslim oldular.
#
{40} {فكلاًّ}: من هؤلاء الأمم المكذِّبة {أخذنا بِذَنبِهِ}: على قدره وبعقوبةٍ مناسبة له، {فمنهم مَنْ أرْسَلْنا عليه حاصباً}؛ أي: عذاباً يَحْصِبُهم كقوم عادٍ حين أرسل الله {عليهم الريح العقيم} و {سخَّرها عليهم سبعَ ليال وثمانيةَ أيام حسوماً فترى القوم فيها صَرْعى كأنَّهم أعجازُ نخل خاوية}، {ومنهم من أخَذَتْه الصيحةُ}: كقوم صالح، {ومنهم مَنْ خَسَفْنا به الأرض}: كقارون، {ومنهم من أغْرَقْنا}: كفرعون وهامان وجنودهما. {وما كان اللهُ}؛ أي: ما ينبغي ولا يليقُ به تعالى أن يظلمهم لكمال عدله وغناه التام عن جميع الخلق، {ولكِن كَانُوا أنفُسَهُم يَظلِمُونَ}: منعوها حقَّها التي هي بصددِهِ؛ فإنَّها مخلوقةٌ لعبادة الله وحده؛ فهؤلاء وَضَعوها في غير موضِعِها، وشَغَلوها بالشهواتِ والمعاصي، فضرُّوها غاية الضرر من حيث ظنُّوا أنهم ينفعونها.
40. “Biz” bu yalanlayıcı ümmetlerin “herpsini günahı sebebiyle” günahına göre ve ona uygun bir ceza ile “yakaladık. Kimisinin üzerine taş yağdıran kasırga gönderdik.” Yüce Allah, Ad kavmini üzerlerine kısır rüzgar estiren bir fırtınayı göndererek helâk etti. Nitekim Yüce Allah onların üzerlerine gönderdiği bu rüzgar ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: “O rüzgarı onlara yedi gece ve sekiz gün peş peşe musallat kıldık. O kavmi o süre içinde içleri boşalmış hurma kütükleriymiş gibi yere yıkılmış görürdün. Şimdi onlardan geriye kalan bir şey görüyor musun?” (el-Hakka, 7-8) “Kimisini de o çığlık yakaladı.” Salih kavmi gibi. “Onlardan kimisini yere dibine geçirdik.” Kârûn gibi. “Kimisini de suda boğduk.” Firavun, Hâmân ve askerleri gibi. “Allah asla onlara zulmetmedi.” Zaten O’na zulüm yakışmaz. Çünkü O’nun adaleti kemâl derecesindedir ve O, bütün mahlukata hiçbir şekilde muhtaç olmayan mutlak Ganidir. “Fakat onlar, kendi kendilerine zulmediyorlardı.” Nefislerinin hakkını vermiyor, onu haktan alıkoyuyorlardı. Zira her bir nefis, bir ve tek olarak Allah’a ibadet etmek için yaratılmıştır. Bunlar ise nefislerini gereken yerde kullanmadılar. Onu şehvet ve masiyetlerle meşgul ettiler. O bakımdan fayda sağlayacaklarını zannederlerken nefislerini alabildiğine zarara soktular.
Ayet: 41 - 43 #
{مَثَلُ الَّذِينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِ اللَّهِ أَوْلِيَاءَ كَمَثَلِ الْعَنْكَبُوتِ اتَّخَذَتْ بَيْتًا وَإِنَّ أَوْهَنَ الْبُيُوتِ لَبَيْتُ الْعَنْكَبُوتِ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ (41) إِنَّ اللَّهَ يَعْلَمُ مَا يَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ مِنْ شَيْءٍ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ (42) وَتِلْكَ الْأَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ وَمَا يَعْقِلُهَا إِلَّا الْعَالِمُونَ (43)}.
41- Allah’ın dışında dostlar/ilahlar edinenlerin durumu, kendine yuva yapan örümceğin durumuna benzer. Şüphesiz yuvaların en zayıf olanı örümcek yuvasıdır. Keşke bilselerdi. 42- Şüphesiz Allah, kendisinin dışında yalvardıklarının bir hiç olduğunu bilir. O, Azizdir, Hakimdir. 43- İşte bu misalleri Biz insanlar için veriyoruz. Ama onları (gereğince düşünmeyi) bilenlerden başkası anlamaz.
#
{41} هذا مثلٌ ضربه الله لمن عَبَدَ معه غيرَه يقصدُ به التعزُّز والتقوِّي والنفع، وأنَّ الأمر بخلاف مقصوده؛ فإنَّ مَثَلَه كمثل العنكبوت اتَّخذت بيتاً يقيها من الحرِّ والبرد والآفات، {وإنَّ أوهنَ البيوتِ}: أضعفها وأوهاها {لبيتُ العنكبوتِ}: فالعنكبوت من الحيوانات الضعيفة، وبيتُها من أضعف البيوت؛ فما ازدادتْ باتِّخاذه إلاَّ ضعفاً. كذلك هؤلاء الذين يتَّخذون من دونه أولياء فقراء عاجزون من جميع الوجوه، وحين اتَّخذوا الأولياء من دونه يتعزَّزون بهم ويستَنْصِرونهم؛ ازدادوا ضَعْفاً إلى ضعفهم ووهناً إلى وهنهم؛ فإنَّهم اتَّكلوا عليهم في كثير من مصالحهم، وألْقَوْها عليهم، وتخلَّوْا هم عنها؛ على أنَّ أولئك سيقومون بها، فخذلوهم، فلم يحصُلوا منهم على طائل، ولا أنالوهم من معونتهم أقلَّ نائل؛ فلو كانوا يعلمون حقيقة العلم حالهم وحال مَن اتَّخذوهم؛ لم يَتَّخِذوهم، ولتبرؤوا منهم، ولتولَّوا الربَّ القادر الرحيم، الذي إذا تولاَّه عبدُه وتوكَّل عليه؛ كفاه مؤونة دينه ودنياه، وازداد قوَّة إلى قوَّته في قلبه وبدنه وحاله وأعماله.
41. Bu, Yüce Allah’ın, kendisi ile birlikte başkalarına güç elde etmek, kuvvet kazanmak, fayda elde etmek maksadı ile ibadet edenlere dair verdiği bir misaldir. Halbuki bu, o kimsenin amacının tam tersine yol açar. Zira böyle birisinin misali, kendisini sıcaktan, soğuktan ve çeşitli afetlerden koruyacak bir yuva edinen örümceğin durumuna benzer. “Şüphesiz yuvaların en zayıf” en güçsüz ve dirençsiz “olanı örümcek yuvasıdır.” Çünkü örümcek, zayıf hayvanlardandır. Örümcek yuvası da yuvaların en zayıfıdır. Örümcek, böyle bir yuva edinmekle güçsüzlüğünü daha bir artırır. İşte Allah’ın dışında zayıf ve muhtaç dostlar edinenler de bütün yönleri ile aciz kimselerdir. Onlar, Allah’tan başka kendileri ile güç ve kuvvet kazanacakları, onlardan yardım göreceklerini zannettikleri dostlar edinmekle mevcut güçsüzlüklerine daha bir güçsüzlük, gevşekliklerine daha bir gevşeklik katmış oluyorlar. Maslahatlarına olan birçok işte bu dostlarına güvenip dayanacak oldukları ve bu işleri kendileri yapmayarak onlara -onlar yaparlar diye- havale edecek olurlarsa, edindikleri bu dostlar kendilerini yardımsız bırakırlar. O bakımdan onlardan hiçbir fayda elde edemezler ve zerre miktarı dahi onların yardımlarını göremezler. Şâyet gerek kendilerinin gerekse de dost edindikleri varlıkların gerçek durumunu bilmiş olsalardı, onları dost edinmezler, onlardan uzaklaşırlar, gücü her şeye yeten, kendisini dost edinen ve kendisine tevekkül eden kuluna dininde ve dünyasında yeterli gelen, kalbinde, bedeninde, halinde ve amelinde gücüne güç katan, rahmeti sonsuz, gücü her şeye yeten o mutlak Rabbi dost edinirlerdi.
#
{42} ولمَّا بيَّن نهايةَ ضَعْف آلهة المشركين؛ ارتقى من هذا إلى ما هو أبلغ منه، وأنَّها ليس بشيء، بل هي مجرَّدُ أسماء سمَّوْها وظنونٍ اعتقدوها، وعند التحقيق يتبيَّن للعاقل بطلانها وعدمها، ولهذا قال: {إنَّ الله يعلمُ ما يَدعونَ من دونِهِ من شيءٍ}؛ أي: إنَّه تعالى يعلم ـ وهو عالم الغيب والشهادة ـ أنَّهم ما يدعون من دون الله شيئاً موجوداً ولا إلهاً له حقيقةً؛ كقوله تعالى: {إنْ هي إلاَّ أسماءٌ سَمَّيْتُوها أنتُم وآباؤكم ما أنْزَلَ الله بها من سلطانٍ}، وقوله: {وما يَتَّبِعُ الذين يَدْعون مِن دون الله شركاءَ إنْ يَتَّبِعون إلا الظنَّ}. {وهو العزيزُ}: الذي له القوَّة جميعاً، التي قهر بها جميع الخلق. {الحكيم}: الذي يضع الأشياء مواضِعَها، الذي أحسن كلَّ شيء خَلَقَه وأتقنَ ما أمره.
42. Yüce Allah, müşriklerin edindikleri ilâhların güçsüzlüklerinin ne kadar ileri derecede olduğunu beyan ettikten sonra bundan daha açık bir ifade ile aslında onların hiçbir şey olmadıklarını, aksine bunların uydurulmuş birtakım isimlerden ve öyle kabul ettikleri birtakım kuruntulardan öteye gitmediklerini anlatmakta, iyiden iyiye incelenmesi halinde akıl sahibi bir kimsenin bu uydurma varlıkların bir hiç olduklarını ve gerçekte var olmadıklarını açıkça göreceğini belirterek şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz Allah, kendisinin dışında yalvardıklarının bir hiç olduğunu bilir.” Yani Yüce Allah -ki O gizliyi de açığı da bilendir- onların Allah’tan başka gerçekte var olmayan ve hakiki bir ilâh da olmayan varlıklara dua edip tapındıklarını bilir. Bu, Yüce Allah’ın şu buyruklarını andırmaktadır: “Onlar ancak sizin ve atalarınızın adlandırdığı ve Allah’ın kendileri hakkında hiçbir delil indirmediği birtakım isimlerden ibarettir.” (en-Necm, 53/23); “Allah’tan başkasına tapanlar dahi Allah’a koştukları ortaklara uymuyorlar, onlar ancak zanna uyuyorlar ve ancak yalan söylüyorlar.” (Yunus, 10/66) “O Azîzdir.” Bütün güce sahip ve gücü ile bütün yaratıkları emri altında tutan, onlar üstünde galip olandır. “Hakîmdir.” her şeyi yerli yerince koyan, her şeyi en güzel şekilde yaratan ve onu en uygun ve düzgün hali ile var edendir.
#
{43} {وتلك الأمثالُ نَضْرِبُها للناس}؛ أي: لأجلهم ولانتفاعهم وتعليمهم؛ لكونِها من الطرق الموضحة للعلوم؛ لأنَّها تُقَرِّبُ الأمور المعقولة بالأمور المحسوسة، فيتَّضح المعنى المطلوب بسببها؛ فهي مصلحة لعموم الناس. {و} لكن {مَا يَعقِلُهَا}: لفهمها وتدبرها وتطبيقها على ما ضُرِبَتْ له وَعَقَلَها في القلب {إلاَّ العالمونَ}؛ أي: إلاَّ أهلُ العلم الحقيقي، الذين وصل العلمُ إلى قلوبهم. وهذا مدحٌ للأمثال التي يضرِبُها، وحثٌّ على تدبُّرها وتعقُّلها، ومدحٌ لمن يَعْقِلها، وأنَّه عنوانٌ على أنَّه من أهل العلم، فعُلِمَ أنَّ مَنْ لم يَعْقِلْها ليس من العالمين. والسببُ في ذلك أنَّ الأمثال التي يضرِبها الله في القرآن إنَّما هي للأمور الكبار والمطالب العالية والمسائل الجليلة، فأهلُ العلم يعرِفون أنَّها أهمُّ من غيرها؛ لاعتناء الله بها، وحثِّه عبادَه على تعقُّلها وتدبُّرها، فيبذلون جهدَهم في معرفتها، وأمّا من لم يَعْقِلْها مع أهميِّتها؛ فإنَّ ذلك دليلٌ على أنَّه ليس من أهل العلم؛ لأنَّه إذا لم يعرف المسائل المهمَّة، فعدم معرفتِهِ غيرَها من باب أولى وأحرى، ولهذا أكثرُ ما يضرِبُ اللهُ الأمثالَ في أصول الدين ونحوها.
43. “İşte bu misalleri Biz insanlar için veriyoruz.” Onlar için, onların yararlanmaları ve öğrenmeleri için bu misalleri veriyoruz. Çünkü misaller, bilgileri açıklama yollarıdır ve onlar, akıl ile kavranan (soyut) hususları maddi örneklendirmelerle daha bir anlaşılır kılarlar. Böylelikle bu misallerin verilişine sebep teşkil eden anlam, daha bir açıklık kazanır. O bakımdan bu misaller bütün insanların faydasınadır. “Ama onları (gereğince düşünmeyi) bilenlerden başkası anlamaz onlara âlimlerden başkası akıl erdiremez.” Bunları gereği gibi kavrayıp üzerlerinde gereği gibi düşünerek, ne için örnek verildiklerini bilip uygulayarak ve kalbi ile aklederek anlayanlar ancak ilmin, kalplerine kadar ulaşıp yer ettiği gerçek ilim sahibi kimselerdir. Bu buyrukla Yüce Allah, verdiği misalleri övmekte, bu misaller üzerinde iyiden iyiye düşünmeye ve bunları anlayıp kavramaya teşvik etmekte, ayrıca bunları anlayıp kavrayanları da övmektedir. Zira bunları kavramak, kişinin ilim ehlinden olduğunu gösterir. O halde bunları kavrayamayan kimselerin de ilim ehlinden olmadığı anlaşılmaktadır. Bunun sebebi de şudur: Yüce Allah’ın Kur’ân-ı Kerîm’de verdiği misaller, önemli hususlar, üstün maksatlar ve oldukça değerli meseleler hakkındadır. İlim ehli olan kimseler de bunların diğer meselelerden daha önemli olduğunu bilirler. Çünkü Allah, bunlara önem vermiş ve kullarını bu misalleri iyice akledip üzerlerinde düşünmeye teşvik etmiştir. O bakımdan gerçek ilim sahipleri, bunları gereği gibi anlamak için olanca gayretlerini harcarlar. Bu hususların önemine rağmen onları gereği gibi düşünmeyen kimseye gelince şüphesiz ki bu, o kimsenin ilim ehlinden olmadığına delildir. Çünkü böyle bir kimse, önemli meseleleri bilmeyecek olursa diğer meseleleri bilmeyişi öncelikle söz konusudur. Bundan dolayıdır ki Yüce Allah’ın örnek verdiği misallerle ilgili meselelerin büyük çoğunluğunun, dinin esasları (akide) ve benzeri hususlara dairdir.
Ayet: 44 #
{خَلَقَ اللَّهُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ بِالْحَقِّ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَةً لِلْمُؤْمِنِينَ (44)}.
44- Allah, göklerle yeri hak (bir amaç) ile yarattı. Şüphesiz bunda mü’minler için bir delil vardır.
#
{44} أي: هو تعالى المنفردُ بخلق السماواتِ على علوِّها وارتفاعها وسَعَتِها وحسنها وما فيها من الشمس والقمر والكواكب والملائكة، والأرض وما فيها من الجبال والبحار والبراري والقفار والأشجار ونحوها، وكلُّ ذلك خَلَقَه بالحقِّ؛ أي: لم يَخْلُقْها عبثاً ولا سدىً ولا لغير فائدة، وإنَّما خلقها ليقوم أمره وشرعُه، ولتتمَّ نعمتُه على عباده، ولِيَرَوْا من حكمتِهِ وقهرِهِ وتدبيرِهِ ما يدلُّهم على أنَّه وحدَه معبودُهم ومحبوبُهم وإلههم. {إنَّ في ذلك لآيةً للمؤمنين}: على كثير من المطالب الإيمانيَّة، إذا تدبَّرها المؤمن؛ رأى ذلك فيها عياناً.
44. Yani yüksekliklerine, büyüklüklerine, genişliklerine, güzelliklerine, içlerinde bulunan güneş, ay, yıldızlar ve melekler ile birlikte bütün gökleri tek başına yaratan yalnızca Yüce Allah’tır. Yine yeri, oradaki dağları, denizleri, ovaları, çölleri, ağaçları ve diğerlerini yaratan da O’dur. O, bütün bunları” hak ile” yaratmıştır. Yani bunları boşuna, maksatsız ve faydasız olarak yaratmamıştır. Bütün bunları emri ve şeriatı uygulansın, kulların üzerindeki nimeti tamamlansın, O’nun hikmetini, hakimiyetini, idaresini, sevmeleri ve ilâh tanımaları gereken yegane varlığın O olduğuna delil teşkil eden hususları görsünler diye yaratmıştır. “Şüphesiz bunda mü’minler için bir delil vardır” Mü’min bir kimse bunlar üzerinde gereği gibi düşünecek olursa onlarda iman edilmesi gereken pek çok hususa dair deliller bulunduğunu açıkça görür.
Ayet: 45 #
{اتْلُ مَا أُوحِيَ إِلَيْكَ مِنَ الْكِتَابِ وَأَقِمِ الصَّلَاةَ إِنَّ الصَّلَاةَ تَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ وَلَذِكْرُ اللَّهِ أَكْبَرُ وَاللَّهُ يَعْلَمُ مَا تَصْنَعُونَ (45)}.
45- Sana vahyedilen Kitabı oku ve namazı da dosdoğru kıl. Çünkü namaz insanı hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı zikretmek elbette en büyüktür. Allah yaptıklarınızı bilir.
#
{45} يأمر تعالى بتلاوة وحيه وتنزيله، وهو هذا الكتاب العظيم، ومعنى تلاوتِهِ: اتِّباعُهُ بامتثال ما يأمرُ به واجتناب ما ينهى [عنه]، والاهتداءِ بهداه، وتصديق أخباره، وتدبُّر معانيه، وتلاوة ألفاظه. فصار تلاوةُ لفظِهِ جزءَ المعنى وبعضَه، وإذا كان هذا معنى تلاوة الكتاب؛ عُلِمَ أنَّ إقامةَ الدين كُلِّه داخلةٌ في تلاوة الكتاب، فيكون قوله: {وأقم الصلاة}: من باب عطف الخاصِّ على العامِّ؛ لفضل الصلاة وشرفها وآثارها الجميلة، وهي: {إنَّ الصلاة تنهى عن الفحشاء والمنكر}: فالفحشاءُ كلُّ ما استُعْظِمَ واستُفْحِشَ من المعاصي التي تشتهيها النفوس، والمنكَر كلُّ معصية تُنْكِرُها العقول والفطر. ووجْهُ كونِ الصلاة تنهى عن الفحشاء والمنكر: أنَّ العبد المقيم لها المتمِّم لأركانها وشروطها وخشوعها يستنيرُ قلبُه ويتطهَّر فؤاده ويزدادُ إيمانُه وتقوى رغبتُه في الخير وتقلُّ أو تعدم رغبتُه في الشرِّ؛ فبالضرورة مداومتها، والمحافظةُ عليها على هذا الوجه تنهى عن الفحشاء والمنكر؛ فهذا من أعظم مقاصدِ الصلاةِ وثمراتها. وثَمَّ في الصلاة مقصودٌ أعظمُ من هذا وأكبرُ، وهو ما اشتملتْ عليه من ذِكْرِ الله بالقلب واللسان والبدن؛ فإنَّ الله تعالى إنَّما خلق العباد لعبادتِهِ، وأفضلُ عبادةٍ تقع منهم الصلاة، وفيها من عبوديَّات الجوارح كلِّها ما ليس في غيرها، ولهذا قال: {ولَذِكْرُ الله أكبرُ}: ويُحْتَمَلُ أنَّه لمَّا أمَرَ بالصلاة ومدحها؛ أخبر أنَّ ذِكْرَه تعالى خارج الصلاةِ أكبرُ من الصلاة؛ كما هو قولُ جمهور المفسِّرين، لكنَّ الأول أولى؛ لأنَّ الصلاة أفضلُ من الذِّكر خارجها، ولأنَّها ـ كما تقدَّم ـ بنفسِها من أكبر الذكر. {والله يعلم ما تصنَعونَ}: من خيرٍ وشرٍّ، فيجازيكم على ذلك أكمل الجزاء وأوفاه.
45. Yüce Allah, vahyini ve peygamberine indirdiği bu Kitab-ı Azimi okumayı emretmektedir. Bu Kitabı okumanın (tilâvet etmenin) anlamı ise onun emrettiklerine uymak, yasakladıklarından uzak durmak, hidâyeti ve doğru yolu bulmak, verdiği haberleri tasdik etmek, anlamları üzerinde dikkatle düşünmek ve lafızlarını okumak sureti ile ona uymaktır. Buna göre bu Kitabın lafızlarını okumak tilavetin manasının sadece bir bölümünü teşkil eder. Kitabın tilâvet edilmesinin anlamı bu olunca dinin bütünü ile uygulamaya geçirilmesinin, Kitabın tilâvetinin kapsamı içerisine girdiğini de anlamış oluyoruz. Buna göre Yüce Allah’ın: “Namazı da dosdoğru kıl” buyruğu özel bir şeyin, kapsamına girdiği genel bir şeye atfedilmesi kabilinden olur. Bu atfın sebebi ise namazın fazileti, şerefi ve insan hayatındaki güzel etkileridir ki bu da şudur: “Çünkü namaz insanı hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar.” Hayasızlık (الفحشاء), nefislerin arzuladığı, bununla birlikte çok çirkin ve büyük bütün günahlar demektir. Kötülük (المنكر) akıl ve fıtratların reddedip kabul etmediği her türlü günahtır. Namazın hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyması ise şöyle olur: Namazı devamlı kılan, onu şartları, rükünleri ve huşûu ile eksiksiz edâ eden kimsenin kalbi nurlanır, arınır ve imanı artar. Hayırlara arzusu güçlenir, kötülük arsuzu azalır ya da büsbütün yok olur. Buna göre namazı sürekli kılmak ve bu şekilde namazı devam ettirmek kaçınılmaz olarak kişiyi hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar. İşte bu, namazın en önemli maksatlarından ve en önemli meyvelerinden birisidir. Diğer taraftan namazın bundan daha büyük ve daha yüce bir maksadı daha vardır ki o da şudur: Namaz; kalp, dil ve beden ile Allah’ın zikrini ihtiva eder. Şüphesiz ki Yüce Allah, kulları kendisine ibadet etsinler diye yaratmıştır. Onların en faziletli ibadetleri ise hiç şüphesiz namazdır. Namaz ibadetinde bütün organların kullukları, başka ibadetlerde görülmeyecek şekilde ortaya çıkmaktadır. Bundan dolayı Yüce Allah: “Allah’ı zikretmek elbette en büyüktür” buyurmaktadır. Bununla birlikte bu ifadenin, -müfessirlerin çoğunluğunun da kabul ettiği gibi- şanı Yüce Allah namazı emredip onu övdükten sonra namaz dışında da Allah’ı zikredip anmanın namazdan daha büyük olduğu anlamına gelme ihtimali de vardır. Ancak birinci açıklama daha uygundur. Çünkü namaz, namazın dışındaki zikirden daha faziletlidir. Az önce de geçtiği gibi namazın kendisi de bizzat zikrin en büyüğüdür. “Allah” hayır ya da şer türünden tüm “yaptıklarınızı bilir.” O bakımdan bu yaptıklarınızın karşılığını eksiksiz olarak verecek olan da O’dur.
Ayet: 46 #
{وَلَا تُجَادِلُوا أَهْلَ الْكِتَابِ إِلَّا بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ إِلَّا الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ وَقُولُوا آمَنَّا بِالَّذِي أُنْزِلَ إِلَيْنَا وَأُنْزِلَ إِلَيْكُمْ وَإِلَهُنَا وَإِلَهُكُمْ وَاحِدٌ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ (46)}.
46- İçlerinden zulmedenler hariç olmak üzere Kitap ehli ile ancak en güzel yolla tartışın ve deyin ki: “Biz, bize indirilene de size indirilenlere de iman ettik. Bizim ilâhımız da sizin ilâhınız da birdir. Biz, yalnız O’na teslim olan kimseleriz.”
#
{46} ينهى تعالى عن مجادلة أهل الكتاب إذا كانتْ عن غير بصيرةٍ من المجادِلِ أو بغير قاعدة مَرْضِيَّة، وأنْ لا يجادِلوا إلاَّ بالتي هي أحسن؛ بحسن خُلُق ولطفٍ ولينِ كلام ودعوةٍ إلى الحقِّ وتحسينه، وردِّ عن الباطل وتهجينه بأقرب طريقٍ موصل لذلك، وأنْ لا يكون القصدُ منها مجرَّدَ المجادلةِ والمغالبةِ وحبِّ العلو، بل يكونُ القصدُ بيانَ الحقِّ وهداية الخلق، {إلاَّ}: مَنْ ظَلَمَ من أهل الكتاب؛ بأن ظَهَرَ من قصده وحاله أنه لا إرادةَ له في الحقِّ، وإنَّما يجادِلُ على وجه المشاغبة والمغالبة؛ فهذا لا فائدة في جداله؛ لأنَّ المقصود منها ضائع، {وقولوا آمنَّا بالذي أُنزِلَ إلَيْنا وأُنزِلَ إليكُم وإلهُنا وإلهُكم واحِدٌ}؛ أي: ولتكن مجادلتُكم لأهل الكتاب مبنيَّةً على الإيمان بما أنزل إليكم وأنزل إليهم، وعلى الإيمان برسولكم ورسولهم، وعلى أنَّ الإله واحدٌ، ولا تكنْ مناظرتُكم إيَّاهم على وجهٍ يحصُلُ به القدحُ في شيءٍ من الكتب الإلهيَّة أو بأحد من الرسل كما يفعلُه الجهلةُ عند مناظرة الخصوم يقدحُ بجميع ما معهم من حقٍّ وباطلٍ؛ فهذا ظلمٌ وخروجٌ عن الواجب وآداب النظر؛ فإنَّ الواجب أن يُرَدَّ ما مع الخصم من الباطل، ويُقْبَلَ ما معه من الحقِّ، ولا يُرَدُّ الحقُّ لأجل قولِهِ، ولو كان كافراً. وأيضاً؛ فإنَّ بناء مناظرة أهل الكتاب على هذا الطريق فيه إلزامٌ لهم بالإقرار بالقرآن وبالرسول الذي جاء به؛ فإنَّه إذا تكلَّم في الأصول الدينيَّة والتي اتَّفقت عليها الأنبياءُ والكُتُب وتقرَّرت عند المتناظرين وثبتت حقائقها عندهما وكانت الكتبُ السابقةُ والمرسَلون مع القرآن ومحمدٍ - صلى الله عليه وسلم - قد بيَّنتها، ودلَّت عليها وأخبرت بها؛ فإنَّه يلزمُ التصديقُ بالكتب كلِّها والرسل كلِّهم، وهذا من خصائص الإسلام، فأمَّا أنْ يُقالَ: نؤمن بما دلَّ عليه الكتابُ الفلانيُّ دون الكتاب الفلانيِّ، وهو الحقُّ الذي صَدَّقَ ما قبله؛ فهذا ظلمٌ وهوى ، وهو يرجِع إلى قوله بالتكذيب؛ لأنَّه إذا كذَّب القرآن الدالَّ عليها المصدق لما بين يديه من التوراة؛ فإنَّه مكذِّب لما زعم أنه به مؤمن. وأيضاً؛ فإنَّ كلَّ طريق تثبت بها نبوَّة أي نبيٍّ كان؛ فإنَّ مثلها وأعظم منها دالَّة على نبوَّة محمدٍ - صلى الله عليه وسلم -، وكلُّ شبهة يُقدح بها في نبوَّة محمدٍ - صلى الله عليه وسلم -؛ فإنَّ مثلَها أو أعظم منها يمكن توجيهها إلى نبوَّة غيرِهِ؛ فإذا ثبت بطلانُها في غيرِهِ؛ فثبُوت بطلانِها في حقِّه - صلى الله عليه وسلم - أظهرُ وأظهرُ. وقوله: {ونحنُ له مسلمونَ}؛ أي: منقادون مستسلمون لأمرِهِ، ومَنْ آمنَ به واتَّخذه إلهاً وآمنَ بجميع كتبِهِ ورسلِهِ وانقاد لله واتَّبع رسلَه؛ فهو السعيدُ، ومَنِ انحرفَ عن هذا الطريق؛ فهو الشقي.
46. Yüce Allah, kitap ehli ile tartışacak kimsenin, basiretsizce yahut da uygun görülecek bir kurala bağlı olmaksızın onlarla tartışmasını yasaklamakta ve en güzel yol ile olması hali dışında onlarla tartışmamayı emretmektedir. Bu yol ise güzel ahlâk, nazik ve yumuşak sözlerle hakka davet, hakkı güzelce açıklamak, batılı reddedip çirkinliğini ortaya koymak ve bu maksada ulaştıran en kısa yolu kullanmaktır. Ayrıca yapılan bu tartışmanın maksadı, sırf bir tartışma veya üstünlük sağlayıp galip gelme arzusu olmamalıdır. Bunun yerine esas maksat, hakkı açıklamak ve insanları hidâyete iletmek olmalıdır. Ancak “içlerinden zulmedenler hariç” yani kitap ehlinden tartışıp da maksadından ve halinden hakkı bulmak istemediği, aksine sırf kötü maksatlı olduğu ve sadece üstünlük sağlamak kastı ile tartıştığı ortaya çıkan Kitap ehline mensup kimseler hariçtir. Böyle bir kimse ile tartışmanın bir faydası yoktur. Çünkü bu halde tartışmadan gözetilen maksat hasıl olmaz. “Ve deyin ki: Biz, bize indirilene de size indirilenlere de iman ettik. Bizim ilâhımız da sizin ilâhınız da birdir.” Yani sizin kitap ehli ile tartışmanız, size ve kendilerine indirilenlere, sizin ve onların rasûlüne, mutlak ilâhın bir ve tek olduğuna iman etme esasına dayalı olsun. Sizin onlarla tartışmanız ilâhî kitaplardan herhangi birisine veya herhangi bir peygambere dil uzatma noktasına sakın varmasın. Nitekim cahil kimseler hasımları ile tartışlıkları vakit onların sahiplendikleri hak olsun batıl olsun her şeyi tenkit edip dil uzatırlar. Bu ise zulümdür. Tespit edilen görevin ve tartışma adabının dışına çıkmaktır. Yapılması gereken, hasmın savunduğu batılları reddetmek, buna karşılık onun sahip olduğu ve savunduğu hakları da kabul etmektir. O söylüyor diye hakkı -söyleyen kâfir olsa dahi- reddetmemektir. Aynı şekilde Kitap ehli ile girişilecek bu tartışma yolu, onların Kur’ân’ı ve bu Kur’ân’ı getiren Rasûlü kabul etmesini gerekli kılan bir yoldur. Çünkü tartışanlar, dinin esasları, bütün peygamberlerin ve kitapların ittifakla kabul ettikleri hususlar hakkında konuşup da her iki taraf bunların gerçekliklerini kabul ettiğinde şöyle bir durum ortaya çıkar: Önceki kitaplar da peygamberler de -Kur’ân-ı Kerîm ve Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ile birlikte- bu hususları açıklamış, haber vermiş ve onlara dalâlet etmiş olduğuna göre bütün kitapları tasdik etmek ve bütün peygamberlere iman etmek gerekir ki İslâm’ın özelliklerinden biri de budur. Bu durumda “Biz filan kitabın delâlet ettiğine iman ederiz. Ama -kendisinden önce gelen hakkı tasdik etmekle birlikte- filan kitabı tasdik etmeyiz”, demek bir zulümdür ve hevânın peşine takılıp gitmektir. Böyle bir iddia, bu iddiada bulunanları yalanlar. Çünkü kendisinden önceki kitaplara delâlet eden ve onları tasdik eden Kur’ân-ı Kerîm’i yalanlayan bir kimse, hiç şüphesiz iman ettiğini iddia ettiği şeyleri de yalanlıyor demektir. Diğer taraftan herhangi bir peygamberin nübüvvetini ispatlayan bütün deliller, aynı şekilde hatta ondan da daha ileri derecede Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in peygamberliğini de ispatlamaktadır. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in peygamberliğini eleştirmeye sebep teşkil edecek her bir şüphenin bir benzeri hatta ondan daha ilerisi diğer peygamberlerin peygamberliği hakkında da ileri sürülebilir. Böyle bir şüphenin, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in dışındaki peygamberler hakkında batıl olduğu sabit olduğuna göre aynısının onun hakkında da batıl olduğu çok daha açık bir husutur. Yüce Allah’ın “Biz, yalnız O’na teslim olan kimseleriz” buyruğu şu demektir: Biz, O’nun emrine teslim olmuş ve O’nun emrine itaatle bağlanan kimseleriz. Her kim O’na iman eder, O’nu ilâh edinir, bütün kitaplarına ve peygamberlerine inanıp Allah’a itaatle boyun eğer, peygamberlerine uyarsa işte o, bahtiyar bir kimsedir. Bu yoldan ayrılıp sapan bir kimse ise bedbahttır.
Ayet: 47 - 48 #
{وَكَذَلِكَ أَنْزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ فَالَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يُؤْمِنُونَ بِهِ وَمِنْ هَؤُلَاءِ مَنْ يُؤْمِنُ بِهِ وَمَا يَجْحَدُ بِآيَاتِنَا إِلَّا الْكَافِرُونَ (47) وَمَا كُنْتَ تَتْلُو مِنْ قَبْلِهِ مِنْ كِتَابٍ وَلَا تَخُطُّهُ بِيَمِينِكَ إِذًا لَارْتَابَ الْمُبْطِلُونَ (48)}.
47- İşte böylece sana (bu) Kitabı indirdik. Kendilerine kitap verdiklerimiz, ona iman ederler. Bunlar arasından da ona iman eden kimseler vardır. Âyetlerimizi ancak kâfirler inkâr ederler. 48- Sen, bu (Kitabın indirilişinden) önce ne bir kitap okur ne de sağ elinle yazı yazardın. Eğer öyle olsaydı batıla dalanlar, elbette şüpheye düşerlerdi.
#
{47} أي: {وكذلك أنزَلْنا إليك}: يا محمدُ، هذا {الكتاب} الكريم، المبيِّنَ كلَّ نبأ عظيم، الداعي إلى كلِّ خُلُق فاضل وأمرٍ كامل، المصدِّق للكتب السابقة، المخبر به الأنبياء الأقدمون، {فالذين آتَيْناهم الكتابَ}: فعرفوه حقَّ معرفتِهِ ولم يداخِلْهم حسدٌ وهوى، {يؤمنونَ به}: لأنَّهم تيقَّنوا صِدْقَه بما لديهم من الموافقات، وبما عندَهم من البِشارات، وبما تميَّزوا به من معرفة الحسن والقبيح والصدق والكذب. {ومِن هؤلاء}: الموجودين {مَن يؤمنُ به}: إيماناً عن بصيرةٍ لا عن رغبةٍ ولا رهبةٍ، {وما يجحدُ بآياتنا إلاَّ الكافرونَ}: الذين دأبهم الجحودُ للحقِّ والعنادُ له، وهذا حصرٌ لمن كفر به؛ أنَّه لا يكون من أحدٍ قصدُهُ متابعةُ الحقِّ، وإلاَّ؛ فكلُّ مَنْ له قصدٌ صحيحٌ؛ فإنَّه لا بدَّ أن يؤمنَ به؛ لما اشتمل عليه من البيناتِ لكلِّ مَنْ له عقلٌ أو ألقى السمع وهو شهيدٌ. ومما يدلُّ على صحتِهِ أنَّه جاء به هذا النبيُّ الأمين، الذي عَرَفَ قومُه صدقَه وأمانتَه ومدخلَه ومخرجَه وسائرَ أحواله، وهو لا يكتبُ بيده خطًّا، بل ولا يقرأ خطًّا مكتوباً، فإتيانُه به في هذه الحال من أظهر البينات القاطعة التي لا تقبلُ الارتياب أنَّه من عند الله العزيز الحميد.
47. “İşte böylece sana” ey Muhammed, her önemli ve büyük haberi apaçık bildiren bu “Kitabı indirdik.” Bu kitap, üstün ahlâkî erdemlere ve mükemmel olan her bir işe davet eder. Kendisinden önceki kitapları tasdik eder. Kendisinden önceki peygamberler de bu Kitabın indirileceğini haber vermiştir. “Kendilerine kitap verdiklerimiz” onu gereği gibi bilip tanıyan, bundan dolayı hevâlarına kapılmayan ve onu kıskanmayanlar “ona iman ederler.” Çünkü onlar, ellerindeki belgeler, sahip oldukları müjdeler ve kendilerinin güzeli, çirkini, doğruyu, yalanı bilmek gibi ayırıcı özellikleri sayesinde bu Kitabın doğruluğuna kesinlikle inanırlar. “Bunlar” mevcut ehli kitap “arasından da” herhangi bir ümitle ya da bir şeyden korktuğu için değil de basiretle “ona iman eden kimseler vardır.” “Âyetlerimizi ancak” hakkı bile bile inkâr etmeyi ve ona karşı inatlaşmayı âdet edinmiş “kâfirler inkâr ederler.” Bu ifadede bu Kitabı sadece böyle kimselerin inkâr edeceği ve hakka tabi olma maksadını güden kimsenin ise böyle yapmayacağı belirtilmektedir. Yoksa doğru bir maksadı bulunan herkesin bu Kitaba iman etmesi kaçınılmaz bir şeydir. Çünkü bu Kitap, aklını kullanan yahut da uyanık bir kalple ona kulak kabartan herkes için apaçık deliller ihtiva etmektedir. Bu Kitabın doğruluğunun delillerinden birisi de onu, kavmi arasında doğru sözlülüğü, emaneti ve tüm halleri ile bilinen peygamberin getirmiş olmasıdır. Bu peygamber, yazı yazan birisi değildir, hatta o yazılmış bir yazıyı dahi okuyamıyordu. Bu durumda iken böyle bir Kitabı getirmesi, bu Kitabın Aziz ve her türlü hamde layık olan Allah tarafından gönderilmiş olduğuna dair en ufak bir tereddüde mahal vermeyecek kesin ve apaçık delillerden biridir. Bundan dolayı Yüce Allah’ın şöyle buyurduğunu görüyoruz:
#
{48} ولهذا قال: {وما كنتَ تتلو}؛ أي: تقرأ {من قبلِهِ من كتاب ولا تَخُطُّه بيمينك إذاً}: لو كنت بهذه الحال {لارتابَ المبطِلونَ}: فقالوا تَعَلَّمَهُ من الكتبِ السابقة أو استنسخه منها، فأمَّا وقد نزل على قلبك كتاباً جليلاً تحدَّيْتَ به الفصحاءَ والبلغاءَ الأعداءَ الألدَّاءَ أنْ يأتوا بمثلِهِ أو بسورةٍ من مثله، فعَجَزوا غايةَ العجزِ، بل ولا حدَّثتهم أنفسهم بالمعارضة؛ لعلمهم ببلاغتِهِ وفصاحتِهِ، وأنَّ كلام أحدٍ من البشر لا يبلغ أن يكون مجارياً له أو على منواله، ولهذا قال:
48. “Sen, bu (Kitabın indirilişinden) önce ne bir kitap okur ne de sağ elinle yazı yazardın. Eğer öyle olsaydı” Sen böyle biri olmasaydın “batıla dalanlar, elbette şüpheye düşerlerdi” ve onlar: Bunu önceki kitaplardan öğrendi yahut da onlardan kopya etti, derlerdi. Ne var ki bu kitap senin kalbine üstün ve değerli bir kitap olarak inmiştir. Sen de son derece fesahat ve belağat sahibi, aynı zamanda azılı düşmanın olan kimselere onun bir benzerini hatta onun sdece bir sûresinin benzerini getirmek üzere meydan okuduğun halde onlar bundan tamamen aciz kalmışlardır. Hatta bu Kitaba benzer bir kitap ortaya koymayı akıllarından dahi geçirmemişlerdir. Çünkü onlar, bu Kitabın ne kadar beliğ ve ne kadar fesahatlı olduğunu, hiçbir insan sözünün ona denk yahut benzer olamayacağını ve onunla yarışabilecek seviyeye ulaşamayacağını kesinlikle biliyorlardı. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 49 #
{بَلْ هُوَ آيَاتٌ بَيِّنَاتٌ فِي صُدُورِ الَّذِينَ أُوتُوا الْعِلْمَ وَمَا يَجْحَدُ بِآيَاتِنَا إِلَّا الظَّالِمُونَ (49)}.
49- Aksine o (Kur'ân), kendilerine ilim verilmiş olanların göğüslerinde (hıfzedilmiş) apaçık âyetlerdir. Âyetlerimizi ancak zalimler inkâr eder.
#
{49} أي: بل هذا القرآن {آياتٌ بيناتٌ}: لا خفيَّاتٌ {في صدور الذين أوتوا العلم}: وهم سادةُ الخلق وعقلاؤُهم، وأولو الألباب منهم والكُمَّل منهم، فإذا كان آياتٍ بيناتٍ في صدور أمثال هؤلاء؛ كانوا حجَّة على غيرهم، وإنكارُ غيرهم لا يضرُّ، ولا يكون ذلك إلاَّ ظلماً، ولهذا قال: {وما يجحدُ بآياتنا إلا الظَّالمونَ}: لأنَّه لا يجحَدُها إلاَّ جاهلٌ، تكلَّم بغير علم، ولم يقتدِ بأهل العلم، وهو متمكِّن من معرفته على حقيقته، وإمَّا متجاهلٌ عرف أنه حقٌّ فعانَدَه، وعرفَ صدقَه فخالَفه.
49. “Aksine o” yani bu Kur’ân-ı Kerîm “kendilerine ilim verilmiş olanların göğüslerinde (hıfzedilmiş) ve hiçbir kapalılığı bulunmayan “apaçık âyetlerdir.” Buradaki ilim sahipleri, insanların efendileri, en akıllıları, iyice düşünen özlü akıl sahipleri ve aralarından kemâle ermiş olan kimselerdir. İşte bu kitap, böylelerin kalplerinde apaçık âyetler halinde hıfzedilmiş olması dolayısı ile başkalarına karşı bir delildir. Başkalarının inkâr etmesinin bir zararı olmaz ve zaten bu inkâr da zulümden başka bir şey değildir. Bundan dolayı Yüce Allah: “Âyetlerimizi ancak zalimler inkâr eder” buyurmaktadır. Bu âyetleri ancak herhangi bir bilgiye dayalı olmaksızın, bu konuda ilim ehline ve onu gerçek mahiyeti ile bilme imkânına sahip olan kimselere uymaksızın söz söyleyen bir cahilden yahut da onun hak olduğunu bilmekle birlikte inat eden, doğru olduğunu bilmekle birlikte ona muhalefet eden, işi bilmezliğe vuran kimseden başkası bile bile inkâr etmez.
Ayet: 50 - 52 #
{وَقَالُوا لَوْلَا أُنْزِلَ عَلَيْهِ آيَاتٌ مِنْ رَبِّهِ قُلْ إِنَّمَا الْآيَاتُ عِنْدَ اللَّهِ وَإِنَّمَا أَنَا نَذِيرٌ مُبِينٌ (50) أَوَلَمْ يَكْفِهِمْ أَنَّا أَنْزَلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ يُتْلَى عَلَيْهِمْ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَرَحْمَةً وَذِكْرَى لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ (51) قُلْ كَفَى بِاللَّهِ بَيْنِي وَبَيْنَكُمْ شَهِيدًا يَعْلَمُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَالَّذِينَ آمَنُوا بِالْبَاطِلِ وَكَفَرُوا بِاللَّهِ أُولَئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ (52)}
50- Dediler ki: “Ona Rabbinden mucizeler indirilmeli değil miydi?” De ki: “Mucizeler ancak Allah’ın katındadır. Ben ise ancak apaçık bir uyarıcıyım.” 51- Sana kendilerine okunmakta olan bu Kitabı indirmemiz, onlara yetmez mi? Şüphe yok ki onda iman eden bir toplum için rahmet ve öğüt vardır. 52- De ki: “Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter. O, göklerde ve yerde olanı bilir. Batıla iman edip Allah’ı inkâr edenler var ya, işte onlar zarar edenlerin tâ kendileridir.”
#
{50} أي: واعترض هؤلاء الظالمون المكذِّبون للرسول ولما جاء به، واقترحوا عليه نزول آياتٍ عيَّنوها؛ كقولهم: {وقالوا لن نؤمنَ لك حتى تَفْجُرَ لنا من الأرضِ يَنبوعاً ... } الآيات، فتعيين الآياتِ ليس عندَهم ولا عندَ الرسول - صلى الله عليه وسلم -؛ فإنَّ في ذلك تدبيراً مع اللَّه، وأنَّه لو كان كذا، وينبغي أن يكون كذا، وليس لأحدٍ من الأمر شيءٌ، ولهذا قال: {قلْ إنَّما الآياتُ عند الله}: إنْ شاء أنْزَلَها أو منعها، {وإنَّما أنا نذيرٌ مبينٌ}: وليس لي مرتبة فوق هذه المرتبة. وإذا كان القصدُ بيانَ الحقِّ من الباطل؛ فإذا حصل المقصود بأيِّ طريق كان؛ كان اقتراحُ الآيات المعيَّنات على ذلك ظلماً وجوراً وتكبُّراً على الله وعلى الحق، بل لو قُدِّرَ أن تنزِلَ تلك الآياتُ ويكونَ في قلوبهم أنَّهم لا يؤمنون بالحقِّ إلاَّ بها؛ كان ذلك ليس بإيمان، وإنما ذلك شيء وافقَ أهواءهم، فآمنوا لا لأنَّه حقٌّ، بل لتلك الآيات؛ فأيُّ فائدة حصلت في إنزالها على التقدير الفرضيِّ؟
50. Yani peygamberi ve onun getirdiklerini yalanlayıp ona kendilerinin istedikleri belirli birtakım mucizelerin indirilmesini teklif eden bu zalimler, bu isteklerini ileri sürerek itiraz ettiler. Nitekim Yüce Allah, onlar hakkında şöyle buyurmaktadır: “Dediler ki: Bize yeryüzünden bir pınar akıtmadıkça asla sana inanmayacağız...” (el-İsrâ, 17/90) Halbuki mucizelerin indirilmesini tayin ve tespit etmek, ne onların elindedir ne de Allah Rasûlünün elinde. Çünkü bu, Allah'ın işine karışmak sayılır. Keşke şöyle olsaydı, Bu böyle olmalı demek, onların işi değildir. Zira hiçbir kimsenin bu konularda bir yetkisiye sahip olması söz konusu olamaz. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “De ki: Mucizeler ancak Allah’ın katındadır.” O ise bunları dilerse indirir, dilemezse indirmez. “Ben ise ancak apaçık bir uyarıcıyım.” Benim bunun üzerinde herhangi bir mertebem yoktur. Şâyet maksat hakkın batıldan ayırt edilmesi ise ve bu da başka yollarla hasıl oluyorsa o takdirde bu konuda ille de tayin edilen birtakım mucizelerin indirilmesini istemek bir haksızlıktır, Yüce Allah’a karşı da hakka karşı da kibirlenmektir. Teklif edilen bu mucizelerin indirildiğini farz etsek bile eğr onların kalplerinde bu mucizler indirilmedikçe hakka iman etmeyeceklerine dair bir kararlılık varsa bu durumda iman etseler dahi onların bu imanı iman sayılmaz. Çünkü bu, sadece onların hevâlarına uygun düştüğü için iman ettiklerini ortaya koyar. Yani hak için değil, istedikleri mucizeler için iman etmiş olacaklardır. O halde -bu mucizelerin indirildiğini farz etsek dahi- bu durumda bunların sağlayacağı fayda nedir? O nedenle maksat, hakkın beyanı olduğundan dolayı Yüce Allah, bunun yolunu söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{51} ولما كان المقصودُ بيانَ الحقِّ؛ ذكر تعالى طريقَه، فقال: {أوَلَم يكفِهِم}: في علمهم بصدقك وصدق ما جئتَ به، {أنَّا أنْزَلْنا عليك الكتابَ يُتلى عليهم}: وهذا كلامٌ مختصرٌ جامعٌ فيه من الآيات البينات والدلالات الباهرات شيءٌ كثير؛ فإنَّه كما تقدَّم إتيانُ الرسول به بمجرَّده وهو أميٌّ من أكبر الآيات على صدقه، ثم عجزهم عن معارضته وتحدِّيهم إيَّاه آية أخرى، ثم ظهوره وبروزه جهراً علانيةً يُتلى عليهم، ويقالُ هو من عند الله، قد أظهره الرسول وهو في وقتٍ قلَّ فيه أنصارُه وكَثُرَ مخالفوه وأعداؤه؛ فلم يُخْفِهِ، ولم يَثْنِ ذلك عزمه، بل صرَّح به على رؤوسِ الأشهاد، ونادى به بين الحاضر والباد؛ بأنَّ هذا كلامُ ربي؛ فهل أحدٌ يقدر على معارضته أو ينطِقُ بمباراته أو يستطيع مجاراته؟! ثم إخباره عن قصص الأولين وأنباء السالفين والغيوب المتقدِّمة والمتأخِّرة، مع مطابقته للواقع. ثم هيمنتُهُ على الكتب المتقدِّمة وتصحيحُهُ للصحيح، ونفيُ ما أُدْخِلَ فيها من التحريف والتبديل، ثم هدايته لسواء السبيل في أمره ونهيه؛ فما أمر بشيء فقال العقلُ: ليتَه لم يأمُرْ به، ولا نهى عن شيءٍ فقال العقلُ: ليته لم ينهَ عنه، بل هو مطابقٌ للعدل والميزان والحكمة المعقولة لذوي البصائر والعقول، ثم مسايرةُ إرشاداته وهدايته وأحكامه لكلِّ حال وكلِّ زمان بحيث لا تصلُح الأمورُ إلاَّ به؛ فجميع ذلك يكفي مَنْ أراد تصديقَ الحقِّ، وعَمِلَ على طلب الحقِّ؛ فلا كفى اللهُ من لم يَكْفِهِ القرآن، ولا شَفى الله من لم يَشْفِهِ الفرقان، ومن اهتدى به واكتفى؛ فإنَّه رحمةٌ له وخيرٌ ؛ فلذلك قال: {إنَّ في ذلك لرحمةً وذِكْرى لقوم يؤمنونَ}: وذلك لما يُحَصِّلون فيه من العلم الكثير، والخير الغزير، وتزكية القلوب والأرواح، وتطهير العقائد، وتكميل الأخلاق، والفتوحات الإلهية والأسرار الربانية.
51. “Sana kendilerine okunmakta olan bu Kitabı indirmemiz” senin de getirdiklerinin de doğruluğunu bilmeleri için “onlara yetmez mi?” Bu, pek çok apaçık belgeyi ve göz kamaştırıcı delili bir arada ihtiva eden, son derece özlü bir ifadedir. Önceden de açıklandığı üzere Peygamberin ümmî olmakla birlikte böyle bir Kitabı getirmesi dahi onun doğruluğunun en büyük belgeleri arasındadır. Diğer taraftan onlara bu Kitabın benzerini ortaya koyma konusunda meydan okuması ve onların da bu hususta acze düşmeleri de bir başka delildir. Bu Kitabın üstün gelmesi, açıktan açığa onlara galip gelerek karşılarında okunması, “Bu, Allah tarafından gelmiştir” denmesi, Rasûlün de bu Kitabı yardımcılarının az, buna karşılık muhalif ve düşmanlarının çok olduğu bir zamanda dahi açıkça ortaya koyup gizlememiş olması, bu konuda azmini sürekli diri tutması hatta herkesin önünde bunu ilan etmesi, şehirde ikamet edenin de çölde yaşayanın da huzurunda: “Bu, Rabbimin kelamıdır. Bu Kitab’ın benzerini ortaya koymaya kim güç yetirebilir? Yahut kim bununla yarışacak söz söyleyebilir veya onunla boy ölçüşecek söz ortaya koymaya kalkışabilir?” diye ilan etmesi... işte bunların her birisi başlı başına birer delildir. Yine bu kitabın, geçmişlerin kıssalarından ve haberlerinden anlatması, geçmişe ve geleceğe ait gaybe dair haberler vermesi ve bütün bunların doğru ve vakıaya uygun olması bir başka delildir. Bir diğer açıdan bu Kitap kendisinden önceki kitaplar üzerinde hakim konumundadır. O kitaptaki doğru şeylerin doğruluğunu bildirmekte, bu kitaplarda yapılan değişiklikleri ve tahrifatı da reddetmektedir. Bu Kitap emir ve yasaklarında, doğruya iletmektedir. Onun emrettiği herhangi bir şey hakkında akıl hiçbir zaman “Keşke böyle bir emir vermeseydi” demez. Neyi yasaklamışsa da akıl “Keşke bunu yasaklamamış olsaydı” demez. Aksine bu Kitap adalete ve hakkaniyete uygundur. Basiret ve akıl sahibi kimselerin aklına uygun düşen hikmetler içermektedir. Bu Kitabın irşadları, doğruya iletmesi ve hükümleri, her duruma ve her zamana uygundur; öyle ki her zaman ve mekanda işleri ıslah edip düzene koyabilecek, sadece odur. İşte hakkı tasdik etmek isteyen, hakkı bulmak için çalışan kimselere bütün bunlar delil olarak yeter. Kur’ân’ı yeterli görmeyene Allah hiçbir şeyi yeterli kılmasın! Kur’ân ile şifa bulmayana da Allah şifa vermesin! Kim Kur’ân-ı Kerîm ile hidâyet bulur, onunla yetinirse hiç şüphesiz bu, onun için bir rahmet ve bir hayırdır. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Şüphe yok ki onda iman eden bir toplum için rahmet ve öğüt vardır.” Çünkü bu Kitap sayesinde onlar pek çok ilim ve bol hayırlar elde ederler, kalpleri ve ruhları arınır, inançları tertemiz olur, ahlâkları kemâle erer, ilâhi bağış ve ihsanlara, Rabbanî sırlara nail olurlar.
#
{52} {قل كفى بالله بيني وبينَكم شهيداً}: فأنا قد استَشْهَدْتُه؛ فإنْ كنتُ كاذباً؛ أحلَّ بي ما به تعتبرون، وإنْ كان إنما يؤيِّدني، وينصرني، وييسِّر لي الأمور؛ فلتكفكمْ هذه الشهادةُ الجليلةُ من الله؛ فإنْ وقع في قلوبكم أنَّ شهادته ـ وأنتم لم تسمَعوه ولم تَرَوْه ـ لا تكفي دليلاً؛ فإنَّه {يعلم ما في السمواتِ والأرضِ}: ومن جملةِ معلوماته حالي وحالُكم ومقالي لكم ؛ فلو كنت متقوِّلاً عليه مع علمِهِ بذلك وقدرتِهِ على عقوبتي؛ لكان قدحاً في علمه وقدرته وحكمته؛ كما قال تعالى: {ولو تَقَوَّلَ عَلَينا بعضَ الأقاويل لأخَذْنا منه باليمينِ ثم لَقَطَعْنا منه الوتينَ}. {والذين آمنوا بالباطل وكفروا بالله أولئكَ هم الخاسرونَ}: حيث خَسِروا الإيمان بالله وملائكتِهِ وكتبِهِ ورسلِهِ واليوم الآخر، وحيث فاتهم النعيمُ المقيمُ، وحيث حَصَلَ لهم في مقابلة الحقِّ الصحيح كلُّ باطل قبيح، وفي مقابلة النعيم كلُّ عذاب أليم، فخسروا أنفسَهم وأهليهم يوم القيامةِ.
52. “De ki: Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah yeter.” Ben O’nu şahit tutuyorum. Eğer yalan söylüyor isem O, benim başıma size de ibret olacak musibetler getirir. Eğer O, her halükârda beni destekliyor, bana yardım ediyor, işleri bana kolaylaştırıyor ise -ki öyledir- işte Allah tarafından benim lehime olan bu üstün şahitlik, sizin için yeterli olmalıdır. Eğer siz O’nun sözlerini işitmiyor ve O’nu görmüyorsunuz diye içinizden O’nun şahitliğinin delil olarak yeterli olmadığı kanaatini geçiriyor iseniz şunu bilin ki “O, göklerde ve yerde olanı bilir.” Benim durumum ile sizin durumunuz ve benim size söylediğim bu sözler de O’nun bildikleri arasındadır. O, bunları bilmekle ve böyle bir cezalandırmaya kadir olmakla birlikte ben, O’nun adına hak olmayan şeyleri uyduruyor isem hiç şüphesiz bu durumda ben, O’nun ilim, kudret ve kuvvetine dil uzatmış olurum ki bu da cezalandırılmamı gerektirir. Nitekim Yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Eğer bazı sözleri uydurup Bize isnat etse idi, Biz onu elbette yakalayıverirdik. Sonra da şah damarını elbette koparırdık.” (el-Hakka, 69/44-46) “Batıla iman edip Allah’ı inkâr edenler, işte onlar zarar edenlerin ta kendileridir.” Çünkü onlar Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe iman etmeyerek zarara uğramışlardır. Yine onlar, ebedi nimetleri elden kaçırmışlar, dosdoğru hak karşılığında her türlü çirkin batılı, ebedi nimetler karşılığında da her türlü can yakıcı azabı elde etmişlerdir. O bakımdan hem kendilerini hem de aile fertlerini Kıyamet gününde zarar sokmuş olacaklardır.
Ayet: 53 - 55 #
{وَيَسْتَعْجِلُونَكَ بِالْعَذَابِ وَلَوْلَا أَجَلٌ مُسَمًّى لَجَاءَهُمُ الْعَذَابُ وَلَيَأْتِيَنَّهُمْ بَغْتَةً وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ (53) يَسْتَعْجِلُونَكَ بِالْعَذَابِ وَإِنَّ جَهَنَّمَ لَمُحِيطَةٌ بِالْكَافِرِينَ (54) يَوْمَ يَغْشَاهُمُ الْعَذَابُ مِنْ فَوْقِهِمْ وَمِنْ تَحْتِ أَرْجُلِهِمْ وَيَقُولُ ذُوقُوا مَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ (55)}.
53- Senden azabın çabucak gelmesini istiyorlar. Eğer belli bir vade olmasaydı elbette azap onlara gelirdi. Bununla beraber onlar hiç farkında değilken o azap, kendilerine ansızın gelecektir. 54- Senden azabın çabucak gelmesini istiyorlar. Halbuki cehennem, kâfirleri çepeçevre kuşatacaktır. 55- O gün azap, onları hem üstlerinden hem de ayaklarının altından kaplayacak ve Allah onlara şöyle diyecektir: “Tadın yapmakta olduklarınızı!”
#
{53} يخبر تعالى عن جهل المكذِّبين للرسول وما جاء به، وأنَّهم يقولون استعجالاً للعذاب وزيادةَ تكذيبٍ: {متى هذا الوعدُ إنْ كُنْتُم صادقينَ}؟ يقول تعالى: {ولولا أجلٌ مسمًّى}: مضروبٌ لنزولِهِ ولم يأتِ بعدُ، {لجاءهم العذابُ}: بسبب تعجيزِهِم لنا وتكذيِبِهم الحقَّ؛ فلو آخذناهم بجهلهم؛ لكان كلامُهم أسرعَ لبلائِهِم وعقوبتِهِم، ولكن مع ذلك؛ فلا يستبطِئون نزوله فإنه سيأتيهم {بغتةً وهم لا يشعرونَ} فوقع كما أخبر الله تعالى، لما قدموا لبدرٍ بَطِرينَ مفاخِرين ظانِّين أنَّهم قادرون على مقصودِهم، فأحانهم الله، وقتل كبارهم، واستوعبَ جملةَ أشرارِهم، ولم يَبْقَ منهم بيتٌ إلاَّ أصابتْه تلك المصيبة، فأتاهم العذابُ من حيث لم يحتَسِبوا، ونزل بهم وهم لا يشعرونَ.
53. Yüce Allah, Peygamberi ve onun getirdiklerini yalanlayanların cehaletlerini ve onların azabın çabuk gelmesini isteyip yalanlamalarını daha da ileriye götürerek: “Eğer doğru söyleyenlerden iseniz bu tehdidiniz ne zaman gerçekleşecek?” (el-Mülk, 67/25) dediklerini haber vermektedir. Buna karşılık Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Eğer” bu azabın inmesi için tespit edilmiş ve henüz gelmemiş olan “belli bir vade olmasaydı” onların bu konuda bizi âciz bırakmak isteyişleri ve hakkı yalanlayışları sebebi ile “elbette azap onlara gelirdi.” Eğer biz cahillikleri sebebi ile onları hemen azapla yakalayacak olsaydık hiç şüphesiz onların sözleri, başlarına gelecek olan belâları ve cezaları daha da çabuklaştırırdı. Bununla birlikte azabın inişini geç bulmasınlar. Çünkü “onlar hiç farkında değilken o azap, kendilerine ansızın gelecektir.” Nitekim Yüce Allah’ın haber verdiği şekilde de olmuştur. Onlar Bedir’e şımarıkça ve böbürlene böbürlene gelip maksatlarını elde edeceklerini sandıkları bir sırada Allah onları zelil etti, onların ileri gelenlerini öldürdü. Bütün şerlileri de bu savaşta ölüp gitti. Bu musibetten payını almadık tek bir ev kalmadı. Azap onlara ummadıkları bir yerden geldi ve onların farkında olmadıkları bir sırada tepelerine indi.
#
{54} هذا؛ وإنْ لم ينزلْ عليهم العذابُ الدنيويُّ؛ فإنَّ أمامهم العذابَ الأخرويَّ الذي لا يَخْلُصُ منهم أحدٌ منه، سواءٌ عوجِلَ بعذاب الدنيا أو أُمْهِل، فَـ {إنَّ جهنَّم لمحيطةٌ بالكافرين}: ليس لهم عنه معدلٌ ولا متصرفٌ؛ قد أحاطتْ بهم من كلِّ جانب كما أحاطتْ بهم ذنوبُهم وسيئاتُهم وكفرُهم، وذلك العذابُ هو العذابُ الشديد.
54. Eğer onlara dünyada azap gelmezse hiç şüphesiz önlerinde onları bekleyen uhrevî bir azap vardır. Onlardan hiç kimse de bu azaptan kurtulamayacaktır. İster ona bu dünya azabı hemen verilmiş olsun, ister mühlet verilmiş olsun fark etmez, “cehennem kâfirleri çepeçevre kuşatacaktır.” Onlar, oradan ayrılıp başka bir yere gidemeyeceklerdir. Dört bir yandan cehennem onları kuşatmış olacaktır. Tıpkı büyük-küçük günahlarının, küfürlerinin kendilerini çepeçevre kuşatmış olduğu gibi. İşte en çetin azap da bu azaptır.
#
{55} {يومَ يغشاهُمُ العذابُ من فوقِهم ومن تحتِ أرجلهم ويقولُ ذوقوا ما كنتُم تعملون}: فإنَّ أعمالَكم انقلبتْ عليكم عذاباً، وشَمَلَكم العذابُ كما شَمَلَكم الكفرُ والذنوبُ.
55. İşlemiş olduğunuz ameller şimdi azaba dönüşmüştür; küfür ve günahlar sizlerin her bir yanını kuşatmış olduğu gibi azap da her bir yandan sizi kuşatmış bulunmaktadır.
Ayet: 56 - 59 #
{يَاعِبَادِيَ الَّذِينَ آمَنُوا إِنَّ أَرْضِي وَاسِعَةٌ فَإِيَّايَ فَاعْبُدُونِ (56) كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ ثُمَّ إِلَيْنَا تُرْجَعُونَ (57) وَالَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَنُبَوِّئَنَّهُمْ مِنَ الْجَنَّةِ غُرَفًا تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا نِعْمَ أَجْرُ الْعَامِلِينَ (58) الَّذِينَ صَبَرُوا وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ (59)}.
56- Ey iman eden kullarım! Şüphesiz benim (yarattığım) yeryüzü geniştir. O halde yalnız Bana ibadet edin. 57- Her can ölümü tadacaktır. Sonra da yalnız bize döndürüleceksiniz. 58- İman edip salih amel işleyenleri Biz, cennette altlarından ırmaklar akan köşklere yerleştirireceğiz. Onlar orada ebedi kalacaklardır. Amel edenlerin mükafatı ne güzeldir! 59- Onlar, sabreden ve yalnızca Rablerine tevekkül eden kimselerdir.
#
{56 ـ 59} يقول تعالى: {يا عبادي الذين آمنوا}: بي وصدَّقوا رسولي، {إنَّ أرضي واسعةٌ فإيَّايَ فاعْبُدونِ}: فإذا تعذَّرَتْ عليكم عبادةُ ربِّكم في أرضٍ؛ فارْتَحِلوا منها إلى أرضٍ أخرى؛ حيث كانت العبادةُ لله وحده؛ فأماكنُ العبادة ومواضِعُها واسعةٌ، والمعبودُ واحدٌ، والموتُ لا بدَّ أن ينزل بكم، ثم تُرْجَعون إلى ربكم، فيجازي مَنْ أحسنَ عبادته وَجَمَعَ بين الإيمان والعمل الصالح بإنزاله الغرفَ العاليةَ والمنازلَ الأنيقةَ الجامعةَ، لما تشتهيه الأنفسُ، وتلذُّ الأعين، وأنتم فيها خالدون. فَنِعَمُ تلك المنازلِ في جنات النعيم أجرُ العاملين لله. {الذين صبروا}: على عبادة الله {وعلى ربِّهم يتوكَّلون}: في ذلك، فصبرُهم على عبادة الله يقتضي بَذْلَ الجهد والطاقةِ في ذلك، والمحاربة العظيمة للشيطان، الذي يدعوهم إلى الإخلال بشيء من ذلك. وتوكُّلهم يقتضي شدَّةَ اعتمادهم على الله، وحسنَ ظنِّهم به أن يحقِّقَ ما عزموا عليه من الأعمال ويكمِّلَها. ونصَّ على التوكُّل وإنْ كان داخلاً في الصبر؛ لأنَّه يُحتاج إليه في كل فعلٍ وتركِ مأمورٍ به، ولا يتمُّ إلاَّ به.
56-58. “Ey” beni ve Rasûlümü tasdik ederek “iman eden kullarım! Şüphesiz benim (yarattığım) yeryüzü geniştir. O halde yalnız Bana ibadet edin.” Yeryüzünün herhangi bir yerinde Rabbinize ibadet, sizin için imkânsız olursa oradan ibadetin yalnızca Allah’a yapıldığı bir başka yere göç/hicret edin. Zira ibadet edilecek yerler pek geniştir. Mabud da bir ve tektir. Ölümün gelip sizi bulması ise kaçınılmaz bir şeydir. Sonra da Rabbinize döndürüleceksiniz. O da Rabbine güzelce ibadet ederek iman ve salih ameli bir arada işleyen kimseyi cennette üstün köşklerde ve canların çektiği, gözlerin zevk aldığı, her türlü mükemmel nimeti barındıran yerlerde mükâfatlandıracaktır ve bu kimseler orada ebedi kalacaktır. İşte Naîm cennetlerindeki bu yüce köşkler, Allah için “amel edenlerin mükafatı” olarak “ne güzeldir!” 59. “Onlar” Allah’a ibadet üzere “sabreden” ve bu hususlarda “yalnızca Rablerine tevekkül eden kimselerdir.” Allah’a ibadet üzere sabretmeleri, bu hususta bütün güç ve gayretlerini harcamalarını, bunları herhangi bir şekilde ihlâl etmeye çalışan şeytana karşı da büyük bir savaşa girmelerini gerektirir. Tevekkülleri ise Yüce Allah’a güvenip dayanmalarını, yapmaya kararlaştırdıkları amelleri gerçekleştirmesi ve bunları kemâle erdirmesi konusunda O’nun hakkında hüsnüzan beslemelerini gerektirir. Her ne kadar sabrın çerçevesi içerisinde olsa da tevekkülün özellikle söz konusu edilmesi, emirleri yerine getirmekte ve yasakları terk etmekte ona ihtiyaç duyulmasındandır. Ayrıca sabır da tevekkülsüz tamamlanmaz.
Ayet: 60 #
{وَكَأَيِّنْ مِنْ دَابَّةٍ لَا تَحْمِلُ رِزْقَهَا اللَّهُ يَرْزُقُهَا وَإِيَّاكُمْ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ (60)}.
60- Nice canlı vardır ki rızkını yanında taşımaz. Onlara da size de rızkı veren Allah'tır. O, her şeyi işitendir, bilendir.
#
{60} أي: الباري تبارك وتعالى قد تكفَّل بأرزاق الخلائق كلِّهم قويِّهم وعاجزهم؛ فكم {من دابَّةٍ} في الأرض ضعيفةِ القُوى ضعيفة العقل، {لا تَحْمِلُ رزقَها}: ولا تدَّخِرُه، بل لم تزلْ لا شيء معها من الرزق، ولا يزال الله يسخِّرُ لها الرزقَ في كل وقت بوقته. {اللَّهُ يرزُقُها وإيَّاكم}: فكلكم عيالُ الله القائم برزقكم كما قام بِخَلْقِكُم وتدبيرِكم. {وهو السميعُ العليم}: فلا تخفى عليه خافيةٌ، ولا تهلكُ دابَّةٌ من عدم الرزق بسبب أنها خافيةٌ عليه؛ كما قال تعالى: {وما من دابَّةٍ في الأرض إلاَّ على الله رزقُها ويعلم مستقرَّها ومستَوْدَعَها كلٌّ في كتاب مبين}.
60. Yani şanı yüce ve mübarek olan yaratıcı, güçlüleri ile âcizleri ile bütün varlıkların rızkını üstlenmiştir. Yeryüzünde gücü az, aklı da yetersiz “Nice canlı vardır ki rızkını yanında taşımaz.” Bunlar kendi rızıklarını depolayamaz, hiçbir zaman yanlarında rızıklarından bir şey bulunmaz. Ama Yüce Allah her vakit onların rızıklarını onlara amade kılar. “Onlara da size de rızkı veren Allah'tır.” Hepiniz, Allah’ın rızıklarını üstlendiği varlıklarsınız. O, sizi yoktan var edip işlerinizi çekip çevirdiği gibi rızkınızı da verir “O, her şeyi işitendir, bilendir.” Hiçbir şey O’na gizli kalmaz. Hiçbir canlı varlık da O’na gizli olduğu için rızıksız kalıp telef olmaz. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Yeryüzünde yürüyüp de rızkı Allah’a ait olmayan hiçbir canlı yoktur. Onların durdukları yerleri de emanet edildikleri yerleri de O bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitaptadır.” (Hûd, 11/6)
Ayet: 61 - 63 #
{وَلَئِنْ سَأَلْتَهُمْ مَنْ خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ لَيَقُولُنَّ اللَّهُ فَأَنَّى يُؤْفَكُونَ (61) اللَّهُ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ وَيَقْدِرُ لَهُ إِنَّ اللَّهَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ (62) وَلَئِنْ سَأَلْتَهُمْ مَنْ نَزَّلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَأَحْيَا بِهِ الْأَرْضَ مِنْ بَعْدِ مَوْتِهَا لَيَقُولُنَّ اللَّهُ قُلِ الْحَمْدُ لِلَّهِ بَلْ أَكْثَرُهُمْ لَا يَعْقِلُونَ (63)}.
61- Eğer sen onlara: “Gökleri ve yeri kim yarattı? Güneşi ve ayı kim istifadenize sundu?” diye sorsan onlar elbette: “Allah” diyeceklerdir. O halde nasıl (tevhidden) döndürülüyorlar?! 62- Allah, rızkı kullarından dilediği kimselere genişletir, dilediklerine de daraltır. Şüphesiz Allah her şeyi çok iyi bilendir. 63- Eğer sen onlara: “Gökten suyu indirip onunla yeryüzünü ölümünden sonra dirilten kimdir?” diye sorsan onlar elbette: “Allah” diyeceklerdir. Sen: “Allah’a hamdolsun” de. Ama onların çoğu akıllarını kullanmazlar.
#
{61 ـ 63} هذا استدلالٌ على المشركين المكذِّبين بتوحيد الإلهية والعبادة، وإلزامٌ لهم بما أثبتوه من توحيد الرُّبوبية؛ فأنتَ لو {سألتَهم مَنْ خلق السمواتِ والأرضَ}؟ ومَنْ نزَّل من السماء ماءً فأحيا به الأرض بعد موتها؟ ومن بيدِهِ تدبير جميع الأشياء؟ {ليقولنَّ: الله} وحدَه، ولاعترفوا بعجز الأوثان ومَنْ عَبَدوه مع الله على شيء من ذلك! فاعْجَبْ لإفكهم وكذِبِهم وعُدولهم إلى مَنْ أقرُّوا بعجزه وأنه لا يستحقُّ أن يدبِّرَ شيئاً! وستجِلُّ عليهم لعدم العقل، وأنَّهم السفهاء ضعفاء الأحلام! فهل تجد أضعف عقلاً وأقلَّ بصيرةً ممَّن أتى إلى حجر أو قبر ونحوه ـ وهو يدري أنَّه لا ينفعُ ولا يضرُّ ولا يخلقُ ولا يرزقُ ـ، ثم صرف له خالصَ الإخلاص وصافي العبوديَّة، وأشركه مع الربِّ الخالق الرازق النافع الضار؟! وقل: الحمدُ لله الذي بيَّن الهدى من الضلال، وأوضح بطلان ما عليه المشركون؛ ليحذره الموفَّقون. وقل: الحمدُ لله الذي خَلَقَ العالمَ العلويَّ والسفليَّ، وقام بتدبيرهم ورزقِهِم، وبسطَ الرزقَ على مَنْ يشاء، وضيَّقه على من يشاء حكمةً منه، ولعلمه بما يُصْلِحُ عباده، وما ينبغي لهم.
61-63. Bu, Yüce Allah’ın ulûhiyette bir olduğunu yalanlayan ve yalnızca O’na ibadeti reddeden müşriklere karşı getirilen susturucu bir delildir. Şöyle ki onlar, Allah’ın rububiyette tek olduğunu kabul ettiklerinden dolayı uluhiyette de tek olduğunu kabul etmek zorundadırlar. Çünkü onlara “Gökleri ve yeri kim yarattı? Gökten bir su indirerek ölümünden sonra o su ile yeryüzünü dirilten kimdir? Bütün işlerin idaresi kimin elindedir?” diye soracak olursak: “onlar elbette: Allah, diyeceklerdir.” Bunların yapan yalnızca Allah’tır, diyecek ve putlarla Allah’tan başka taptıkları varlıkların, bunların herhangi birisini yapabilecek güce sahip olmadıklarını itiraf edeceklerdir. Acizliklerini ve hiçbir şeyi idare edebilecek güce sahip olmadıklarını kabul ettikleri bu varlıklara yönelişleri ve bundan dolayı da ortaya attıkları yalan ve iftiraları gerçekten hayret edilecek bir iştir. Böylece onların akılsız ve kafaları çalışmaz kimseler oldukları tescillenmiştir. Zira fayda sağlayamayacağını, zarar veremeyeceğini, hiçbir şey yaratamayacağını, rızık veremeyeceğini bilmekle birlikte bir taşa yahut da bir kabre yahut da buna benzer bir şeye yönelen, sonra da tam bir samimiyetle ona bağlanıp ibadet eden; yaratıcı, rızık verici, fayda ve zarar verici Rabbe onu ortak kılan kimseden daha kıt akıllı birisi olabilir mi? Hidâyeti sapıklıktan ayırt eden, müşriklerin izledikleri yolun batıl olduğunu -ilâhî tevfike mazhar olanlar ondan sakınsınlar diye- açık seçik ortaya koyan Allah’a hamdolsun, de. Yine ulvi ve süfli alemleri yaratan, bunların işlerini çekip çeviren, bunların rızkını veren, dilediğine rızkı geniş geniş tutmakla birlikte dilediğininkini kısan ve bunu hikmeti gereğince ve kullarına neyin yararlı olduğunu bildiği için yapan Allah’a hamdolsun, de.
Ayet: 64 - 69 #
{وَمَا هَذِهِ الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلَّا لَهْوٌ وَلَعِبٌ وَإِنَّ الدَّارَ الْآخِرَةَ لَهِيَ الْحَيَوَانُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ (64) فَإِذَا رَكِبُوا فِي الْفُلْكِ دَعَوُا اللَّهَ مُخْلِصِينَ لَهُ الدِّينَ فَلَمَّا نَجَّاهُمْ إِلَى الْبَرِّ إِذَا هُمْ يُشْرِكُونَ (65) لِيَكْفُرُوا بِمَا آتَيْنَاهُمْ وَلِيَتَمَتَّعُوا فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ (66) أَوَلَمْ يَرَوْا أَنَّا جَعَلْنَا حَرَمًا آمِنًا وَيُتَخَطَّفُ النَّاسُ مِنْ حَوْلِهِمْ أَفَبِالْبَاطِلِ يُؤْمِنُونَ وَبِنِعْمَةِ اللَّهِ يَكْفُرُونَ (67) وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَى عَلَى اللَّهِ كَذِبًا أَوْ كَذَّبَ بِالْحَقِّ لَمَّا جَاءَهُ أَلَيْسَ فِي جَهَنَّمَ مَثْوًى لِلْكَافِرِينَ (68) وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا وَإِنَّ اللَّهَ لَمَعَ الْمُحْسِنِينَ (69)}.
64- Bu dünya hayatı, (geçici) bir eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Âhiret yurdu ise işte asıl (ebedi yaşanacak) hayat odur. Keşke bilselerdi! 65- Gemiye bindiklerinde (başları sıkışınca) dini yalnızca Allah’a halis kılarak O’na yalvarırlar. Onları kurtarıp karaya çıkarınca da bakarsın ki ortak koşmaya devam ediyorlar. 66- Böylece kendilerine verdiklerimize nankörlük ederler ve (geçici dünya nimetlerinden) faydalanırlar. Ama yakında bilecekler. 67- Çevrelerinde insanlar yakalanıp götürüldüğü halde bizim (Mekke’yi) kendileri için güvenli ve saygın/dokunulmaz bir yer kıldığımızı görmezler mi? Hala batıla inanıp Allah'ın nimetine nankörlük mü edecekler? 68- Allah’a karşı yalan uyduran yahut kendisine gelmiş olan hakkı yalanlayan kimseden daha zalim kim olabilir?! Kâfirler için cehennemde yer mi yok? 69- Uğrumuzda cihad edenler var ya, elbette biz onları yollarımıza iletiriz. Şüphesiz Allah, ihsan sahipleriyle beraberdir.
#
{64} يخبر تعالى عن حالة الدُّنيا والآخرة، وفي ضمن ذلك التزهيد في الدنيا والتشويق للأخرى، فقال: {وما هذه الحياةُ الدُّنيا}: في الحقيقة {إلاَّ لهوٌ ولعبٌ}: تلهو بها القلوبُ، وتلعبُ بها الأبدانُ؛ بسبب ما جعلَ الله فيها من الزينة واللذَّات والشهواتِ الخالبة للقلوب المعرضة، الباهجة للعيون الغافلة، المفرِحة للنفوس المبطِلة الباطلة، ثم تزول سريعاً وتنقضي جميعاً ولم يحصل منها محبُّها إلاَّ على الندم والحسرة والخسران. وأما الدارُ الآخرةُ؛ فإنها دار {الحيوان}؛ أي: الحياة الكاملة، التي من لوازمها أن تكونَ أبدانُ أهلها في غاية القوَّة، وقواهم في غاية الشدَّة؛ لأنَّها أبدانٌ وقوى خُلِقَتْ للحياة، وأن يكون موجوداً فيها كلُّ ما تَكْمُلُ به الحياة، وتتمُّ به اللذَّة من مفرحات القلوب وشهوات الأبدان من المآكل والمشارب والمناكح وغير ذلك، ممَّا لا عينٌ رأتْ ولا أذنٌ سمعتْ ولا خطر على قلب بشر. {لو كانوا يعلمون}: لما آثروا الدُّنيا على الآخرة، ولو كانوا يعقِلونَ؛ لما رغبوا عن دار الحيوان، ورغبوا في دار اللهو واللعب. فدلَّ ذلك: أنَّ الذين يعلمون لا بدَّ أن يؤثِروا الآخرة على الدُّنيا؛ لما يعلمونه من حالة الدارين.
64. Yüce Allah, dünya ve âhiretin durumunu haber vermektedir ki bu, zımnen dünyaya karşı zahid olmaya ve âhirete karşı da istekli olmaya bir teşviktir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Gerçekte “bu dünya hayatı, (geçici) bir eğlence ve oyundan başka bir şey değildir.” Kalpler onunla eğlenip oyalanır, bedenler de onunla oynayıp durur. Buna sebep ise Yüce Allah’ın onda yaratmış olduğu süsler, zevkler, haktan yüz çeviren kalpleri kendisine çeken, gafil gözleri kamaştıran, batıla ve batılcılara meyleden nefisleri kendine çeken nefsi arzulardır. Daha sonra bunlar, çabucak yok olur gider ve hepsi de son bulur. Bunları sevenin elinde ise pişmanlık ve hüsrandan başka bir şey kalmaz. “Âhiret yurdu ise işte asıl (ebedi yaşanacak) hayat odur.” Yani kâmil hayat orasıdır. Bu ifade, şunları da içermektedir: Âhirettekilerin bedenleri son derece kuvvetli, sahip oldukları güçler de en ileri derecede olacaktır. Çünkü bunlar, o hayat için yaratılmış bedenler ve güçlerdir. Ayrıca orada yaşamın kendisi vasıtasıyla kemâle ereceği ve lezzetin kendisi ile tamamlanacağı her şey de olacaktır: kalpleri sevindirici şeyler, bedenlerin arzuladığı yiyecekler, içecekler, eşler ve buna benzer hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın hatırından geçirmediği nice nimetler… “Keşke bilselerdi!” o takdirde dünya hayatını âhirete tercih etmezlerdi. Eğer akıllarını kullanan kimseler olsalardı, ebedi hayat yurdundan yüz çevirerek, oyun ve eğlence yurduna yönelmezlerdi. Bu da bunu bilen kimselerin mutlaka âhireti dünyaya tercih etmelerinin gerektiğini ortaya koymaktadır. Çünkü onlar, her iki yurdun da durumunu açıkça görürler.
#
{65 ـ 66} ثم ألزم تعالى المشركين بإخلاصهم لله في حال الشدَّة عند ركوب البحر وتلاطُم أمواجه وخوفِهِم الهلاك؛ يتركون إذاً أندادَهم، ويخلِصون الدُّعاء لله وحدَه لا شريك له، فلمَّا زالتْ عنهم الشدةُ ـ ونجَّاهم من أخلصوا له الدُّعاء إلى البرِّ ـ أشركوا به مَنْ لا نجَّاهم من شدَّة، ولا أزال عنهم مشقَّة؛ فهلاَّ أخلصوا لله الدعاءَ في حال الرخاء والشدة واليُسر والعُسر؛ ليكونوا مؤمنين به حقًّا، مستحقِّين ثوابه، مندفعاً عنهم عقابه، ولكن شركهم هذا بعد نعمتنا عليهم بالنجاة من البحر ليكونَ عاقبتُهُ كفر ما آتيناهم، ومقابلة النعمة بالإساءة، وليكملوا تمتُّعهم في الدُّنيا، الذي هو كتمتُّع الأنعام، ليس لهم همٌّ إلا بطونُهم وفروجُهم. {فسوف يعلمونَ}: حين ينتقِلون من الدُّنيا إلى الآخرة شدَّة الأسف وأليم العقوبة.
65-66. Daha sonra Yüce Allah, denizde yolculuk yaptıkları ve dalgaların ardı arkasına geldiği sırada ölmekten korkan müşriklerin, dinlerini Allah’a halis kılıp bütün koştukları ortakları terk ettiklerini, buna karşılık Allah’a hiçbir ortak koşmaksızın ihlâsla dua ettiklerini bildirerek bunu, onlara karşı bağlayıcı bir delil olmak üzere ortaya koymaktadır. Zira ihlasla dua edip yalvardıkları zat onları bu sıkıntılı halden kurtarıp karaya çıkarınca onlar, bu durumdan kendilerini kurtaramayan ve hiçbir sıkıntılarını gideremeyen varlıkları O’na ortak koşarlar. Peki, bunların hem rahat hem sıkıntılı, hem kolay hem zor zamanlarında Allah’a ihlâsla dua etmeleri ve böylelikle cezasından uzak kalmış, mükâfatını hak etmiş gerçek mü’minlerden olmaları gerekmez miydi? Denizdeki tehlikeden kurtarılmak sureti ile onlara ihsan edilen bu nimetten sonra tekrar şirk koşmaları, neticede onlara verilen nimetlere bir nankörlüktür. İyiliğe kötülükle karşılık vermektir. Bunun sebebi ise dünya hayatından daha iyi yararlanmalarıdır. Onların dünya hayatından faydalanmaları ise hayvanlarınkine benzer. Onların, midelerini doldurmaktan ve nefsi arzularını tatmin etmekten başka hiçbir düşünceleri yoktur. “Ama yakında bilecekler.” Dünyadan ayrılıp âhirete yönelecekleri vakit ne kadar üzüleceklerini ve görecekleri cezanın ne kadar can yakıcı olduğunu anlayacaklar.
#
{67} ثم امتنَّ عليهم بحرمه الآمن، وأنَّهم أهلُه في أمنٍ وسعةٍ ورزقٍ، والناس من حولهم يُتَخَطَّفونَ ويخافون، أفلا يعبدونَ الذي أطعمهم من جوعٍ وآمَنَهم من خوفٍ؟! {أفبالباطل يؤمنونَ}: وهو ما هم عليه من الشركِ والأقوالِ والأفعالِ الباطلةِ، {وبنعمةِ الله}: هم {يكفرونَ}؟ فأينَ ذهبتْ عقولهم، وانسلختْ أحلامُهم حيث آثروا الضلال على الهدى، والباطلَ على الحقِّ والشَّقاء على السعادة، وحيث كانوا أظلمَ الخلق؟!
67. Daha sonra Yüce Allah, onlara güvenilir bir harem bölgesi lütfetmiş olduğunu, onların da burada yaşayanlar olarak güvenlik ve bol rızık içerisinde bulunduklarını hatırlatmaktadır. Halbuki çevrelerinde bulunan insanlar korku içerisindedirler ve yırtıcı bir kuşun avını kapması gibi düşmanları tarafından kapılıp götürülmektedirler. O halde neden açlığa karşı kendilerini doyurana, korkuya karşı kendilerine güvenlik verene ibadet etmiyorlar? “Hala” izlemekte oldukları şirk, batıl söz ve fiilleri ihtiva eden “bâtıla inanıp Allah’ın” üzerlerindeki “nimetine nankörlük mü edecekler?” Akılları nerede bunların? Zira sapıklığı hidâyete, batılı hakka, bedbahtlığı bahtiyarlığa tercih etmişler ve böylelikle insanların en zalimi olmuşlardır!
#
{68} فمن {أظلم ممَّن افترى على الله كذباً}: فنسب ما هو عليه من الضَّلال والباطل إلى الله، {وكذَّب بالحقِّ لما جاءه}: على يد رسولِهِ محمدٍ - صلى الله عليه وسلم -، ولكنَّ هذا الظالمَ العنيدَ أمامه جهنَّم، {أليس في جهنَّم مثوىً للكافرينَ}: يُؤخَذُ بها منهم الحقُّ، ويُخْزَوْن بها، وتكون منزلهم الدائم الذي لا يخرجون منه؟
68. “Allah’a karşı yalan uyduran” ve izlemekte olduğu sapıklık ve batılı Allah’a nispet eden “yahut kendisine” Allah’ın Rasûlü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem vasıtası ile “gelmiş olan hakkı yalanlayan kimseden daha zalim kim olabilir?!” İşte bu inatçı ve zalimin önünde cehennem vardır. “Kâfirler için cehennemde yer mi yok?” Orada onlardan üzerlerindeki haklar alınır ve rezil perişan edilirler. Orası onların asla çıkamayacakları, ayrılamayacakları, aksine sürekli kalacakları yerleri olur.
#
{69} {والذين جاهدوا فينا}: وهم الذين هاجروا في سبيل الله وجاهدوا أعداءَهم وبَذَلوا مجهودَهم في اتِّباع مرضاتِهِ؛ {لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنا}؛ أي: الطرق الموصلة إلينا، وذلك لأنَّهم محسنونَ. والله مع المحسنينَ: بالعون والنصر والهداية. دلَّ هذا على أنَّ أحرى الناس بموافقة الصواب أهلُ الجهاد، وعلى أنَّ مَنْ أحسنَ فيما أُمِرَ به؛ أعانه الله ويَسَّرَ له أسبابَ الهداية، وعلى أنَّ مَنْ جدَّ واجتهد في طلب العلم الشرعيِّ؛ فإنَّه يحصُلُ له من الهداية والمعونة على تحصيل مطلوبِهِ أمورٌ إلهيَّةٌ خارجةٌ عن مدرك اجتهادِهِ، وتيسَّر له أمر العلم؛ فإنَّ طلب العلم الشرعيِّ من الجهاد في سبيل الله، بل هو أحدُ نوعي الجهاد، الذي لا يقومُ به إلا خواصُّ الخلق، وهو الجهادُ بالقول واللسان للكفار والمنافقين، والجهادُ على تعليم أمور الدين وعلى ردِّ نزاع المخالفين للحقِّ، ولو كانوا من المسلمين.
69. “Uğrumuzda cihad edenler” Allah yolunda hicret eden, düşmanları ile cihad eden ve Allah’ın rızasına uyma yolunda bütün gayretlerini ortaya koyanlar, “elbette Biz onları yollarımıza” Bize ulaştıran yollara “iletiriz.” Çünkü onlar ihsan sahibi kimselerdir. “Şüphesiz Allah” yardımı, zafer ve hidâyeti ile “ihsan sahipleriyle beraberdir.” Bu buyruk, şuna delildir: İnsanlar arasında hakkı isabet ettirmeye en layık kimseler cihad ehli kimselerdir. Emrolunduğu hususlarda ihsan ile hareket eden kimselere Yüce Allah yardım eder ve onlara hidâyete ulaştıran yolları kolaylaştırır. Şer’i ilimleri tahsil etme uğrunda olanca gayretini ortaya koyan kimse, maksadını elde etme hususunda kendi gayreti ile elde edemeyeceği ilâhî birtakım lütuflara, hidâyet ve yardıma mazhar olur, ilim elde etme işi de ona kolaylaştırılır. Çünkü şer’i ilimleri öğrenmek, Allah yolunda cihadın bir bölümüdür. Hatta o, ancak seçkin insanların yerine getirdiği cihadın iki bölümünden biridir. Bunlar ise kâfirlere ve münafıklara karşı sözle ve dille yapılan cihadla din işlerini öğretmek ve müslüman olsalar dahi hakka muhalif olanların tartışmalarını reddetmek üzere cihaddır.
Ankebût Sûresi’nin tefsiri -Yüce Allah’ın yardımı ile- burada sona ermiştir.
***