Ayet:
3- ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ
3- ÂL-İ İMRÂN SÛRESİ
(Medine’de inmiştir, 200 âyettir)
Ayet: 1 - 6 #
{الم (1) اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ الْحَيُّ الْقَيُّومُ (2) نَزَّلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ وَأَنْزَلَ التَّوْرَاةَ وَالْإِنْجِيلَ (3) مِنْ قَبْلُ هُدًى لِلنَّاسِ وَأَنْزَلَ الْفُرْقَانَ إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا بِآيَاتِ اللَّهِ لَهُمْ عَذَابٌ شَدِيدٌ وَاللَّهُ عَزِيزٌ ذُو انْتِقَامٍ (4) إِنَّ اللَّهَ لَا يَخْفَى عَلَيْهِ شَيْءٌ فِي الْأَرْضِ وَلَا فِي السَّمَاءِ (5) هُوَ الَّذِي يُصَوِّرُكُمْ فِي الْأَرْحَامِ كَيْفَ يَشَاءُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ (6)}.
1- Elif, Lâm, Mîm. 2- Allah... O’ndan başka (hak) ilâh yoktur, Hayy’dır, Kayyûm’dur. 3, 4- O, sana Kitab’ı hak ile öncekileri tasdik edici olarak indirdi. Tevrat ve İncil’i de bundan önce, insanlara yol gösterici olarak indirmişti. Furkan’ı da indirdi. Allah’ın âyetlerini inkar edenler için hiç şüphesiz şiddetli bir azap var. Allah Azizdir, intikam sahibidir. 5- Şüphe yok ki ne yerde ne de gökte hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz. 6- Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren O’dur. O’ndan başka (hak) ilâh yoktur; Azîz’dir, Hakîm’dir.
#
{1} {الم}؛ من الحروف التي لا يعلم معناها إلا الله.
1. “Elif, lâm, mim” bunlar anlamlarını Allah’tan başka hiçbir kimsenin bilmediği harflerdir.
#
{2} فأخبر تعالى أنه {الحي}؛ كامل الحياة {القيوم}؛ القائم بنفسه المقيم لأحوال خلقه، وقد أقام أحوالهم الدينية وأحوالهم الدنيوية والقدرية، فأنزل على رسوله محمد - صلى الله عليه وسلم - الكتاب بالحق الذي لا ريب فيه وهو مشتمل على الحق.
2. Yüce Allah kendisinin “Hayy” yani kâmil bir hayat sahibi olduğunu, “Kayyum” yani zatı ile kâim ve kullarının hallerini idare edip düzene koyan olduğunu haber vermektedir. O, onların gerek dini hallerini gerekse de dünyevî ve kaderî hallerini idare edip düzene koymuştur.
#
{3 ـ 4} {مصدقاً لما بين يديه}؛ من الكتب أي شهد بما شهدت به ووافقها وصدق من جاء بها من المرسلين. وكذلك {أنزل التوراة والإنجيل من قبل} هذا الكتاب، {هدى للناس}؛ وأكمل الرسالة وختمها بمحمد - صلى الله عليه وسلم - وكتابه العظيم الذي هدى الله به الخلق من الضلالات واستنقذهم به من الجهالات، وفرق به بين الحق والباطل والسعادة والشقاوة، والصراط المستقيم وطرق الجحيم، فالذين آمنوا به، واهتدوا حصل لهم به الخير الكثير والثواب العاجل والآجل و {الذين كفروا بآيات الله}؛ التي بينها في كتابه وعلى لسان رسوله {لهم عذاب شديد والله عزيز ذو انتقام}؛ ممن عصاه.
3-4. Rasûlü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e kendisinde hiçbir şüphe bulunmayan bir surette hak ile Kitab’ı indirmiştir. Bu Kitabın kendisi hakkı kapsamaktadır ve “öncekileri” indirilmiş kitapları da “tasdik edici olarak” indirilmiş bulunmaktadır. Yani bu kitap da ondan önceki kitapların tanıklık ettiği hususlara tanıklık etmiştir, onlara uygundur ve o kitapları getiren peygamberleri de tasdik etmiştir. Aynı şekilde “Tevrat ve İncil’i de bundan” yani bu kitaptan “önce insanlara yol gösterici olarak indirmişti.” Yüce Allah, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ve ona indirdiği büyük Kitab ile risaleti kemale erdirmiş ve sonlandırmıştır. İndirdiği bu Kitabı sayesinde Allah bütün insanlara sapıklıklardan hidâyete çıkma ve cehaletlerden kurtulma yolunu göstermiştir. Hak ile batılı, mutluluk ile bedbahtlığı, Sırat-ı Müstakim ile cehenneme giden yolu birbirinden ayırt etmiştir. Bu Kitaba iman edip hidâyet bulan kimseler bu yolla pek çok hayır elde ederler, dünya ve âhiretin mükâfaatını kazanırlar. “Allah’ın” Kitabında ve Rasûlü vasıtası ile açık seçik bildirdiği “âyetlerini inkar edenler için hiç şüphesiz şiddetli bir azap var. Allah Azîzdir” kendisine isyan edenlere karşı “intikam sahibidir.”
#
{5 ـ 6} ومن تمام قيوميته تعالى أن علمه محيط بالخلائق {لا يخفى عليه شيء في الأرض ولا في السماء}؛ حتى ما في بطون الحوامل فهو {الذي يصوركم في الأرحام كيف يشاء}؛ من ذكر وأنثى وكامل الخلق وناقصه متنقلين في أطوار خلقته وبديع حكمته، فمن هذا شأنه مع عباده واعتناؤه العظيم بأحوالهم من حين أنشأهم إلى منتهى أمورهم لا مشارك له في ذلك فيتعين أنه لا يستحق العبادة إلا هو {لا إله إلا هو العزيز}؛ الذي قهر الخلائق بقوته، واعتز عن أن يوصف بنقص، أو ينعت بذم. {الحكيم}؛ في خلقه وشرعه.
5-6. Yüce Allah’ın Kayyûm oluşunun bir gereği olarak O’nun ilmi, bütün yaratılmışları kuşatmıştır. “ne yerde ne de gökte hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz” gebelerin karnındakilere varıncaya kadar her şeyi bilir. “sizi dilediği gibi” erkek ya da dişi, yaratılışı tam yahut eksik olarak “şekillendiren O’dur.” Sizler O’nun yaratmasının çeşitli aşamalarının ve hikmetinin harikulade hallerinin birinden diğerine geçersiniz. İşte kullarını bu şekilde yaratan ve onları yarattığı andan itibaren en nihaî hallerine kadar bütün aşamalarda ileri derecede itina gösteren zatın bu hususların hiçbirisinde ortağı olamaz. O nedenle de O’ndan başka hiçbir kimse de ibadete hak sahibi olamaz: “O’ndan başka (hak) ilâh yoktur.” “Azîz’dir” Gücü ile bütün mahlukatı emrine boyun eğdiren, herhangi bir eksiklikle vasfedilmekten yahut yerilmekten uzak olandır, “Hakîm’dir” yaratmasında ve şeriatında hikmeti sonsuz olandır.
Ayet: 7 - 8 #
{هُوَ الَّذِي أَنْزَلَ عَلَيْكَ الْكِتَابَ مِنْهُ آيَاتٌ مُحْكَمَاتٌ هُنَّ أُمُّ الْكِتَابِ وَأُخَرُ مُتَشَابِهَاتٌ فَأَمَّا الَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ زَيْغٌ فَيَتَّبِعُونَ مَا تَشَابَهَ مِنْهُ ابْتِغَاءَ الْفِتْنَةِ وَابْتِغَاءَ تَأْوِيلِهِ وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلَّا اللَّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ يَقُولُونَ آمَنَّا بِهِ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ رَبِّنَا وَمَا يَذَّكَّرُ إِلَّا أُولُو الْأَلْبَابِ (7) رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ إِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً إِنَّكَ أَنْتَ الْوَهَّابُ (8)}.
7- Sana Kitabı indiren O’dur. Ondan bir kısım âyetler muhkemdir. Bunlar Kitabın anasıdır. Diğer bir kısmı da müteşabihtir. Kalbinde eğrilik bulunanlar sırf fitne aramak ve onu te’vil etmek için onun müteşabih olanına uyarlar. Halbuki onun te’vilini Allah’tan başkası bilmez. İlimde derinleşmiş olanlar ise: “Biz ona iman ettik, hepsi Rabbimiz katındandır” derler. Olgun akıllılardan başkası düşünüp öğüt almaz. 8- “Rabbimiz! Bizi doğru yola ulaştırdıktan sonra kalplerimizi saptırma! Bize katından bir rahmet bağışla! Şüphesiz Vehhâb olan yalnız Sensin!”
#
{7} يخبر تعالى عن عظمته وكمال قيوميته أنه هو الذي تفرد بإنزال هذا الكتاب العظيم، الذي لم يوجد، ولن يوجد له نظير أو مقارب في هدايته وبلاغته وإعجازه وإصلاحه للخلق، وأن هذا الكتاب يحتوي على المحكم الواضح المعاني، البين الذي لا يشتبه بغيره، ومنه آيات متشابهات تحتمل بعض المعاني، ولا يتعين منها واحد من الاحتمالين بمجردها حتى تضم إلى المحكم، فالذين في قلوبهم مرض وزيغ وانحراف لسوء قصدهم يتبعون المتشابه منه؛ فيستدلون به على مقالاتهم الباطلة، وآرائهم الزائفة، طلباً للفتنة وتحريفاً لكتابه، وتأويلاً له على مشاربهم ومذاهبهم ليَضِلوا ويُضِلوا. وأما أهل العلم الراسخون فيه الذين وصل العلم واليقين إلى أفئدتهم، فأثمر لهم العمل والمعارف فيعلمون أن القرآن كله من عند الله وأنه كله حق محكمه ومتشابهه، وأن الحق لا يتناقض ولا يختلف، فلعلمهم أن المحكمات معناها في غاية الصراحة والبيان، يردون إليها المشتبه الذي تحصل فيه الحيرة لناقص العلم وناقص المعرفة، فيردون المتشابه إلى المحكم فيعود كله محكماً ويقولون: {آمنا به كل من عند ربنا وما يذكر}؛ للأمور النافعة والعلوم الصائبة {إلا أولو الألباب}؛ أي: أهل العقول الرزينة، ففي هذا دليل على أن هذا من علامة أولي الألباب وأن اتباع المتشابه من أوصاف أهل الآراء السقيمة والعقول الواهية والقصود السيئة. وقوله: {وما يعلم تأويله إلا الله}؛ إن أريد بالتأويل معرفة عاقبة الأمور وما تنتهي وتؤول إليه تعين الوقوف على {إلا الله} حيث هو تعالى المتفرد بالتأويل بهذا المعنى، وإن أريد بالتأويل معنى التفسير ومعرفة معنى الكلام كان العطف أولى؛ فيكون هذا مدحاً للراسخين في العلم، أنهم يعلمون كيف ينزلون نصوص الكتاب والسنة محكمها ومتشابهها. ولما كان المقام مقام انقسام إلى منحرفين ومستقيمين دعوا الله تعالى أن يثبتهم على الإيمان فقالوا:
7. Yüce Allah, azametinin ve kayyûmiyetinin kemalinin bir tecellisi olarak bu yüce Kitab’ı indirenin yalnız kendisi olduğunu haber vermektedir. Bu, öyle bir Kitaptır ki hidâyete iletmesi, belağatı, i’cazı, insanların durumlarını ıslah edip düzeltmesi bakımından benzeri veya ona yakın bir eşi bulunmamaktadır ve bulunmayacaktır. Bu Kitap anlamları gâyet açık seçik, başkasına benzeşip karışmayan muhkem buyruklar ihtiva eder. Bu Kitabın bir bölüm âyetleri de müteşabihtir. Farklı birkaç anlama gelme ihtimali vardır; fakat muhkemlerin ışığında ele alınmadıkları sürece yalnızca müteşabihlerin ele alınması halinde iki ihtimalden herhangi birisini tayin etmek imkânı yoktur. İşte kalplerinde hastalık, eğrilik ve sapma bulunan kimseler, kötü maksatları dolayısı ile müteşabih olana uyarlar ve o buyrukları kendi batıl kanaatlerine, asılsız görüşlerine delil gösterirler. Bundan maksatları ise Kitab’ı tahrif etmek, hem başkalarını saptırsınlar, hem kendileri sapsınlar diye onu kendi meşreb ve görüşlerine uygun te’vil etmektir. İlim ehli olup o kitapta derin bilgi sahibi bulunan ve kesin yakîn ile bilginin kalplerinin derinliklerine yerleşerek salih amellerde bulunmalarını ve marifet sahibi olmalarını sağladığı kimseler ise Kur’ân-ı Kerîm’in tümünün Allah tarafından geldiğini, muhkemi ile müteşabihi ile hepsinin hak olduğunu, hakkın bünyesi içerisinde ise çelişki ve tutarsızlık olmayacağını çok iyi bilirler. Onlar muhkem buyrukların anlam itibarıyla gâyet açık ve beyanlarının da gâyet sarih olduğunu bildikleri için, eksik bilgi ve az marifet dolayısı ile şaşkınlığa düşmeye sebep teşkil eden müteşabihleri o muhkemlere havale ederler. Müteşabih buyrukları muhkemin ışığında anlamak sureti ile de Kur’ân-ı Kerîm tümüyle muhkem olur. Ayrıca onlar: “Biz ona iman ettik, hepsi Rabbimiz katındandır, derler. Olgun akıllılardan” sağlam akıl sahibi kimselerden “başkası” faydalı hususları ve isabetli bilgileri “düşünüp öğüt almaz.” İşte bu buyrukta bu şekilde davranmanın, olgun akıl sahibi olmanın alâmetlerinden olduğuna, müteşabihlere tabi olmanın da hastalıklı görüş ve basit akıl sahibi, kötü maksatlı kimselerin niteliklerinden olduğuna delil vardır. Yüce Allah’ın: “Halbuki O’nun tevilini Allah’tan başkası bilmez” buyruğunda geçen “te’vil” kelimesi ile işlerin âkıbetinin, hakikatinin ve nereye varacaklarının bilinmesi kast edilecek olursa o takdirde: “إلا اللّٰه” üzerinde vakıf yapmak gerekir. Çünkü bu anlamı ile te’vili yalnızca Allah bilir. Şâyet te’vil ile tefsir ve sözün anlamının bilinmesi kastedilir ise o takdirde vakıf yapılmadan okunması daha uygun olur. Zira o takdirde bu, “ilimde derinleşmiş olanlar” hakkında bir övgü olur. (Buna göre anlam şöyle olur: “Hâlbuki onun te’vilini (tefsirini ve anlamını) ancak Allah ve ilimde derinleşmiş olanlar bilir.”) Böylece ilimde derinleşmiş olanların muhkem ve müteşabihleri ile Kitap ve Sünnetin naslarını nasıl anlayacaklarını bildikleri ifade edilmiş olur. İşte bu konumda insanların, sapanlar ve istikamet üzere olanlar olmak üzere ikiye ayrılmaları söz konusu olduğundan dolayı ilimde derinleşmiş olanlar Yüce Allah’a iman üzere kendilerine sebat vermesini dileyerek şöylece dua ederler:
#
{8} {ربنا لا تزغ قلوبنا}؛ أي: لا تملها عن الحق إلى الباطل {بعد إذ هديتنا وهب لنا من لدنك رحمة} تصلح بها أحوالنا؛ {إنك أنت الوهاب}؛ أي: كثير الفضل والهبات. وهذه الآية تصلح مثالاً للطريقة التي يتعين سلوكها في المتشابهات، وذلك أن الله تعالى ذكر عن الراسخين أنهم يسألونه أن لا يزيغ قلوبهم بعد إذ هداهم؛ وقد أخبر في آيات أخر الأسباب التي بها تزيغ قلوب أهل الانحراف وأن ذلك بسبب كسبهم كقوله: {فلما زاغوا أزاغ الله قلوبهم}؛ {ثم انصرفوا صرف الله قلوبهم}؛ {ونقلب أفئدتهم وأبصارهم كما لم يؤمنوا به أول مرة}؛ فالعبد إذا تولى عن ربه، ووالى عدوه، ورأى الحق فصدف عنه ورأى الباطل فاختاره ولاه الله ما تولى لنفسه، وأزاغ قلبه عقوبة له على زيغه، وما ظلمه الله ولكنه ظلم نفسه، فلا يلم إلا نفسه الأمارة بالسوء. والله أعلم.
8. “Rabbimiz, Bizi doğru yola ulaştırdıktan sonra kalplerimizi saptırma” haktan batıla doğru meylettirme, çevirme; “bize katından” kendisi vasıtası ile hallerimizin ıslah olacağı “bir rahmet bağışla. Şüphesiz Vehhâb olan yalnız Sensin!” yani lütfu ve bağışı pek çok olan Sensin. İşte bu âyet-i kerime müteşabih buyruklar ile ilgili izlenmesi gereken yola bir örnek olarak gösterilebilir. Şöyle ki Yüce Allah, ilimde derinleşmiş olan kimselerin kendisinden, kendilerine hidâyet verdikten sonra kalplerini saptırmamasını istediklerini bildirmektedir. Başka bir takım âyet-i kerimelerde ise sapık kimselerin kalplerinin sapmalarına sebep teşkil eden hususları haber vermekte ve esasen bunun kendi kazandıkları ameller yüzünden olduklarını belirtmektedir: “Onlar sapıp eğrilince Allah da kalplerini saptırdı.” (es-Saff, 61/5); “Ve sonra yüz çevirip giderler, Allah da onların kalblerini ters çevirir.” (et-Tevbe, 9/127); “İlk defa ona iman etmedikleri gibi (yine iman etmezler) biz de onların kalplerini ve gözlerini (haktan) çeviririz (de onu ne görür ne de kavrarlar).” (el-En’am, 6/110) Buna göre kul, Rabbinden yüz çevirip O’nun düşmanları ile dost olur, hakkı gördüğünde haktan yüz çevirir, batılı gördüğünde onu seçip tercih edecek olursa Yüce Allah kendisi için seçtiği şeye onu yöneltir, kalbini -sapmasının bir cezası olarak- haktan saptırıp uzaklaştırır. Bununla Allah o kimseye zulmetmiş olmaz. Aksine o kendi kendisine zulmetmiştir. O bakımdan kötülüğü çokça emreden nefsinden başka hiçbir kimseyi kınamamalıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
Ayet: 9 #
{رَبَّنَا إِنَّكَ جَامِعُ النَّاسِ لِيَوْمٍ لَا رَيْبَ فِيهِ إِنَّ اللَّهَ لَا يُخْلِفُ الْمِيعَادَ (9)}.
9- “Rabbimiz; kendisinde hiçbir şüphe olmayan bir günde insanları toplayacak olan muhakkak Sensin. Elbette Allah sözünden dönmez.”
#
{9} هذا من تتمة كلام الراسخين في العلم، وهو يتضمن الإقرار بالبعث والجزاء واليقين التام، وأن الله لا بد أن يوقع ما وعد به، وذلك يستلزم موجبه ومقتضاه من العمل والاستعداد لذلك اليوم، فإن الإيمان بالبعث والجزاء أصل صلاح القلوب، وأصل الرغبة في الخير والرهبة من الشر اللذين هما أساس الخيرات.
9. “Rabbimiz; kendisinde hiçbir şüphe olmayan bir günde insanları toplayacak olan muhakkak Sensin…” Bu, ilimde derinleşmiş onların sözlerinin bir devamıdır. Bu dua öldükten sonra dirilişin ve amellerin karşılığının verilmesinin ikrarı, tam bir yakîni ve Yüce Allah’ın mutlaka vaad ettiği şeyi gerçekleştireceğine imanı ihtiva etmektedir. Böyle bir iman ise bunun gereği olan ameli ve böyle bir güne tam bir hazırlığı beraberinde getirir. Öldükten sonra diriliş ve amellerin karşılığının görüleceğine dair iman kalplerin ıslahının esasıdır. Hayra rağbet edip ona yönelmenin, şerden kaçınmanın da temelidir. Bunlar ise bütün hayırların başını teşkil etmektedir.
Ayet: 10 - 11 #
{إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا لَنْ تُغْنِيَ عَنْهُمْ أَمْوَالُهُمْ وَلَا أَوْلَادُهُمْ مِنَ اللَّهِ شَيْئًا وَأُولَئِكَ هُمْ وَقُودُ النَّارِ (10) كَدَأْبِ آلِ فِرْعَوْنَ وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ كَذَّبُوا بِآيَاتِنَا فَأَخَذَهُمُ اللَّهُ بِذُنُوبِهِمْ وَاللَّهُ شَدِيدُ الْعِقَابِ (11)}.
10- Kâfirlere ne mallarının, ne de evlatlarının Allah’a karşı hiçbir faydası olmayacaktır. İşte ateşin yakacağı da onlardır. 11- Tıpkı Firavun hanedanı ve onlardan önce gelenlerin yaptıkları gibi. Âyetlerimizi yalanladılar. Allah da onları günahlarından dolayı yakalayıverdi. Allah cezası pek şiddetli olandır.
#
{10 ـ 11} لما ذكر يوم القيامة، ذكر أن جميع من كفر بالله، وكذب رسل الله لا بد أن يدخلوا النار ويصلوها، وأن أموالهم وأولادهم لن تغني عنهم شيئاً من عذاب الله، وأنه سيجري عليهم في الدنيا من الأخْذات والعقوبات ما جرى على فرعون وسائر الأمم المكذبة بآيات الله، {أخذهم الله بذنوبهم}؛ وعجل لهم العقوبات الدنيوية متصلة بالعقوبات الأخروية {والله شديد العقاب}؛ فإياكم أن تَسْتَهْوِنوا بعقابه فيهون عليكم الإقامة على الكفر والتكذيب.
10-11. Yüce Allah Kıyamet gününü söz konusu ettikten sonra Allah’a küfredenlerin, peygamberlerini yalanlayanların cehenneme girmelerinin ve orayı boylamalarının kaçınılmaz olduğunu zikretmektedir. Bunların malları ve evlatları Allah’ın azabına karşı kendilerine herhangi bir fayda sağlamayacaktır. Dünya hayatında da başlarına, Firavun’un ve Allah’ın âyetlerini yalanlayan diğer ümmetlerin başına gelen ceza ve azapların benzerinin geleceğini bildirmektedir ki “Allah onları günahlarından dolayı yakalayıverdi” ve onlara uhrevi cezalar ile birleştirilecek şekilde dünyevi cezaları da derhal verdi. “Allah cezası pek şiddetli olandır.” Sakın O’nun cezasını küçümsemeye kalkışmayın, böyle yaparsanız küfür ve yalanlamayı sürdürmek size kolay gelir.
Ayet: 12 - 13 #
{قُلْ لِلَّذِينَ كَفَرُوا سَتُغْلَبُونَ وَتُحْشَرُونَ إِلَى جَهَنَّمَ وَبِئْسَ الْمِهَادُ (12) قَدْ كَانَ لَكُمْ آيَةٌ فِي فِئَتَيْنِ الْتَقَتَا فِئَةٌ تُقَاتِلُ فِي سَبِيلِ اللَّهِ وَأُخْرَى كَافِرَةٌ يَرَوْنَهُمْ مِثْلَيْهِمْ رَأْيَ الْعَيْنِ وَاللَّهُ يُؤَيِّدُ بِنَصْرِهِ مَنْ يَشَاءُ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَعِبْرَةً لِأُولِي الْأَبْصَارِ (13)}.
12- O kâfirlere de ki: “Yakında yenileceksiniz ve toplanıp cehenneme sürüleceksiniz. O ne kötü döşektir!” 13- (Bedir’de) karşılaşan iki toplulukta sizin için gereçkten bir ibret vardır: Bir topluluk Allah yolunda savaşıyordu, diğeri ise kâfirdi ve onlar, diğerlerini (Allah yolunda savaşanları) gözleri ile kendilerinin iki katı görüyorlardı. Allah yardımı ile dilediğini destekler. Şüphesiz bunda basiret sahipleri için bir ibret vardır.
#
{12 ـ 13} وهذا خبر وبشرى للمؤمنين، وتخويف للكافرين أنهم لا بد أن يغلبوا في هذه الدنيا، وقد وقع كما أخبر الله فغلبوا غلبة لم يكن لها مثيل ولا نظير، وجعل الله تعالى ما وقع في بدر من آياته الدالة على صدق رسوله، وأنه هو على الحق وأعداؤه على الباطل حيث التقت فئتان فئة المؤمنين لا يبلغون إلا ثلاثمائة وبضعة عشر رجلاً مع قلة عُددهم، وفئة الكافرين يناهزون الألف مع استعدادهم التام في السلاح وغيره، فأيد الله المؤمنين بنصره فهزموهم بإذن الله. ففي هذا عبرة لأهل البصائر، فلولا أن هذا هو الحق الذي إذا قابل الباطل أزهقه، واضمحل الباطل لكان بحسب الأسباب الحسية الأمر بالعكس.
12-13. Bu buyruklar mü’minler için bir hayır ve müjde, kâfirler için de bir korkutmadır. Allah Dünya’da kafirlerin mutlaka yenileceklerini bildirmektedir. Nitekim iş Yüce Allah’ın haber verdiği şekilde gerçekleşmiş ve benzeri görülmedik bir şekilde yenik düşmüşlerdir. Yüce Allah Bedir’de meydana gelen olayları, Peygamberinin doğruluğuna, onun hak üzere bulunduğuna, düşmanlarının da batıl üzere olduklarına delalet eden ilâhi belgelerden birisi kılmıştır. O savaşta iki kesim karşı karşıya gelmişti. Mü’minler tarafı ancak üç yüz on küsür kişi idi ve hazırlıkları da azdı. Onlar az olmakla birlikte kâfirler bin kişiye yakın idiler. Ayrıca silâh ve diğer gereçleri itibari ile de hazırlıkları tamdı. Yüce Allah yardımı ile mü’minleri destekledi ve Allah’ın izni ile mü’minler kâfirleri yendi. İşte bu olayda basiret sahibi kimselere büyük bir ibret vardır. Şâyet bu, batıl ile karşılaştığında onu darmadağın ve yok eden hakkın ta kendisi olmasa idi sonucun -maddi sebeplere göre- tam aksi olması gerekirdi.
Ayet: 14 - 15 #
{زُيِّنَ لِلنَّاسِ حُبُّ الشَّهَوَاتِ مِنَ النِّسَاءِ وَالْبَنِينَ وَالْقَنَاطِيرِ الْمُقَنْطَرَةِ مِنَ الذَّهَبِ وَالْفِضَّةِ وَالْخَيْلِ الْمُسَوَّمَةِ وَالْأَنْعَامِ وَالْحَرْثِ ذَلِكَ مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَاللَّهُ عِنْدَهُ حُسْنُ الْمَآبِ (14) قُلْ أَؤُنَبِّئُكُمْ بِخَيْرٍ مِنْ ذَلِكُمْ لِلَّذِينَ اتَّقَوْا عِنْدَ رَبِّهِمْ جَنَّاتٌ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا وَأَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَرِضْوَانٌ مِنَ اللَّهِ وَاللَّهُ بَصِيرٌ بِالْعِبَادِ (15)}.
14- Kadınlar, oğullar, yığın yığın yüklerle altın ve gümüş, salma güzel atlar, davarlar ve ekinler gibi arzulanan şeylere düşkünlük, insanlara süslü gösterildi. Bunlar dünya hayatının (geçici) faydalarıdır. Güzel dönüş yeri ise Allah nezdindedir. 15- De ki: “Size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi? Takvâ sahipleri için Rableri nezdinde altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Orada ebedi kalacaklardır. Onlar için tertemiz zevceler ve Allah’tan da bir rıza vardır. Allah kullarını hakkıyla görendir.
#
{14} أخبر تعالى في هاتين الآيتين عن حالة الناس في إيثار الدنيا على الآخرة، وبين التفاوت العظيم والفرق الجسيم بين الدارين، فأخبر أن الناس زينت لهم هذه الأمور فرمقوها بالأبصار، واستحلوها بالقلوب، وعكفت على لذاتها النفوس، كل طائفة من الناس تميل إلى نوع من هذه الأنواع، قد جعلوها هي أكبر همهم ومبلغ علمهم، وهي مع هذا متاع قليل مُنْقَضٍ في مدة يسيرة، فهذا {متاع الحياة الدنيا والله عنده حسن المآب}.
14. Yüce Allah bu iki âyet-i kerimede dünya hayatını âhirete tercih hususunda insanların durumunu ve iki yurt arasındaki büyük farklılığı ve muazzam ayrılığı haber vermektedir. Yine insanlara bu dünyevi süslerin, cazip ve güzel gösterildiğini, onların da gözlerini bunlara diktiklerini, kalplerine tatlı geldiğini, nefislerin bunlarla zevk alıp lezzetlerine varmaya yöneldiklerini haber vermektedir. Her bir kesim bu türlerden birisine meyleder, bu süslü gördükleri şeyi elde etmek için bütün gayretlerini ortaya koyar ve bunun bilgilerinin vardığı son nokta olarak kabul ederler. Buna rağmen bütün bunlar dünya hayatının az olan faydasıdır ve kısa bir süre içerisinde geçip gidecektir. İşte “Bunlar dünya hayatının (geçici) faydalarıdır. Güzel dönüş yeri ise Allah nezdindedir.”
#
{15} ثم أخبر عن ذلك بأن المتقين لله القائمين بعبوديته لهم خير من هذه اللذات، فلهم أصناف الخيرات والنعيم المقيم مما لا عين رأت ولا أذن سمعت ولا خطر على قلب بشر، ولهم رضوان الله الذي هو أكبر من كل شيء، ولهم الأزواجُ المطهرةُ من كل آفة ونقص، جميلاتُ الأخلاق كاملاتُ الخلائق، لأن النفي يستلزم ضده، فتطهيرها من الآفات مستلزم لوصفها بالكمالات. {والله بصير بالعباد}؛ فييسر كلًّا منهم لما خلق له، أما أهل السعادة فييسرهم للعمل لهذه الدار الباقية ويأخذون من هذه الحياة الدنيا ما يعينهم على عبادة الله وطاعته، وأما أهل الشقاوة والإعراض فيقيضهم لعمل أهل الشقاوة، ويرضون بالحياة الدنيا، ويطمئنون بها، ويتخذونها قراراً.
15. Daha sonra Yüce Allah, Allah’tan sakınan, O’na kulluk eden takva sahipleri için bu zevk ve lezzetlerden daha hayırlı olanlarının hazılanmış olduğunu haber vermektedir. Onlar için çeşit çeşit, hayırlı ve kalıcı nimetler hazırlanmıştır. Hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın hatırına bile gelmedik ebedi nimetler vardır. Onlar için Allah’tan bir razı oluş da vardır. Bu ise her şeyden daha büyüktür. Onlara her türlü rahatsızlık ve eksiklikten tertemiz kılınmış zevceler de vardır. Onların huyları güzel, yaratılışları da mükemmeldir. Zira bir şeyin nefyedilmesi (olmadığının söylenmesi) onun zıddının varlığını gerektirir. İşte bu zevcelerin rahatsızlık verici hususlardan arındırılmış olmaları da kemal sıfatları ile nitelendirilmelerini gerektirmektedir. “Allah kullarını hakkıyla görendir.” Dolaysıyla da onlardan her birisi ne için yaratılmış ise onu, o kimselere kolaylaştırır. Mutlu ve bahtiyar olanlara bu kalıcı âhiret yurdu için amelde bulunmayı kolaylaştırır. Onlar da bu dünya hayatından Allah’a ibadet ve O’na itaatte kendilerine yardım ve destek sağlayacak şeyleri alırlar. Bedbaht ve haktan yüz çeviren kimselere gelince onlar da kendilerine yaraşır amelleri işlerler, dünya hayatından razı ve memnun olur, bu hayata meyleder ve bu hayatı kalıcı kabul ederler.
Ayet: 16 - 17 #
{الَّذِينَ يَقُولُونَ رَبَّنَا إِنَّنَا آمَنَّا فَاغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ (16) الصَّابِرِينَ وَالصَّادِقِينَ وَالْقَانِتِينَ وَالْمُنْفِقِينَ وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْأَسْحَارِ (17)}.
16, 17- Onlar: “Rabbimiz, biz gerçekten iman ettik, günahlarımızı bağışla ve bizi ateş azabından koru.” diyen, sabreden, sadık olan, kunut eden, infak eden ve seher vakitlerinde mağfiret dileyen kimselerdir.
#
{16} أي: هؤلاء الراسخون في العلم أهل العلم والإيمان يتوسلون إلى ربهم بإيمانهم لمغفرة ذنوبهم ووقايتهم عذاب النار، وهذا من الوسائل التي يحبها الله أن يتوسل العبد إلى ربه بما منَّ به عليه من الإيمان والأعمال الصالحة إلى تكميل نعم الله عليه بحصول الثواب الكامل واندفاع العقاب.
16-17. İlimde derinleşmiş, ilim ve iman ehli kimseler, günahlarının bağışlanması ve cehennem azabından korunmak için imanları ile Rablerine yalvarır ve yönelirler. İşte bu, Yüce Allah’ın sevdiği vesilelerden (tevessül çeşitlerinden)dir. Kul Rabbine, Allah’ın kendisine lütfetmiş olduğu iman ve salih amelleri vesile kılarak Allah’ın kendi üzerindeki nimetlerini -mükâfaatın elde edilmesi ve cezanın da uzaklaştırılması sureti ile- tamamlamasını ister. Daha sonra Yüce Allah bu hayırlı kullarını en güzel nitelikler ile vasfetmektedir ki bunların ilki “Allah’ın rızasını isteyerek nefsi, Allah’ın sevdiği şeylerin sınırında tutmak” demek olan sabırdır. Onlar Allah’a itaat üzere sabrederler, O’nun masiyetlerine karşı sabrederler ve can yakıcı ilahi takdire sabrederler. Söz ve fiillerde “sıdk/doğruluk” da onların sıfatlarındandır. “Sıdk”, iç ile dışın aynı olması ve Sırat-i Müstakimi izlemekte samimi ve kararlı olmak demektir. Yine “gönülden boyun eğmek ve itaat üzere devam etmek” demek olan kunût da onların sıfatları arasındadır. Hayır yollarında fakirlere ve muhtaçlara infak etmek, özellikle de seher vakitlerinde Allah’tan mağfiret dilemek de bu hayırlı kulların nitelikleri arasındadır. Bunlar gece namazlarını seher vaktine kadar devam ettirirler ve bu vakitte de oturup Yüce Allah’tan mağfiret dilerler.
Ayet: 18 #
{شَهِدَ اللَّهُ أَنَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ وَالْمَلَائِكَةُ وَأُولُو الْعِلْمِ قَائِمًا بِالْقِسْطِ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ (18)}.
18- Allah adaleti ortaya koyarak kendisinden başka (hak) ilâh olmadığına şehadet etti. Melekler ve ilim sahipleri de (buna şahitlik ettiler). O’ndan başka (hak) ilâh yoktur, Azîz’dir, Hakîm’dir.
#
{18} هذه أجل الشهادات الصادرة من الملك العظيم، ومن الملائكة، وأهل العلم على أجلِّ مشهود عليه وهو توحيد الله وقيامه بالقسط، وذلك يتضمن الشهادةَ على جميع الشرع وجميع أحكام الجزاء، فإن الشرع والدين أصله وقاعدته توحيد الله وإفراده بالعبودية والاعتراف بانفراده بصفات العظمة والكبرياء والمجد والعز والقدرة والجلال وبنعوت الجود والبر والرحمة والإحسان والجمال، وبكماله المطلق الذي لا يحصي أحد من الخلق أن يحيطوا بشيء منه أو يبلغوه أو يصلوا إلى الثناء عليه، والعبادات الشرعية والمعاملات وتوابعها والأمر والنهي كله عدل وقسط لا ظلمَ فيه ولا جورَ بوجه من الوجوه، بل هو في غاية الحكمة والإحكام، والجزاء على الأعمال الصالحة والسيئة كله قِسط وعدل، {قل أي شيء أكبر شهادة قل الله}؛ فتوحيد الله ودينه وجزاؤه قد ثبت ثبوتاً لا ريب فيه وهو أعظم الحقائق وأوضحها، وقد أقام الله على ذلك من البراهين والأدلة ما لا يمكن إحصاؤه وعده. وفي هذه الآية فضيلة العلم والعلماء لأن الله خصهم بالذكر من دون البشر، وقرن شهادتهم بشهادته وشهادة ملائكته وجعل شهادتهم من أكبر الأدلة والبراهين على توحيده ودينه وجزائه، وأنه يجب على المكلفين قبول هذه الشهادة العادلة الصادقة، وفي ضمن ذلك تعديلهم وأن الخلق تبع لهم وأنهم هم الأئمة والمتبوعون، وفي هذا من الفضل والشرف وعلو المكانة ما لا يقادر قدره.
18. “Allah adaleti ortaya koyarak kendisinden başka (hak) ilâh olmadığına şehadet etti.” İşte bu yüce ve mutlak egemen el-Melik’in, meleklerin ve ilim ehlinin yaptıkları şehadetlerin en büyüğüdür. Şahitlik ettikleri şey de hakkında şahitlik edilenlerin en üstün ve en değerlisidir. O da Yüce Allah’ın tevhidi ve O’nun adaleti ayakta tuttuğudur. Bu aynı zamanda şeriatın bütün hükümlerine ve amellerin karşılıklarına dair bütün ahkâma şehadet etmeyi de kapsar. Çünkü şeriat ve dinin aslı ve temeli, Yüce Allah’ı tevhid, yalnız O’na ibadet etmek, azamet ve kibriya sıfatlarına tek başına O’nun sahip olduğunu itiraf etmektir. Bunlar; şeref, izzet, kudret, celal, cömertlik sıfatları, iyilik, rahmet, ihsan, cemal ve yaratılmışlardan hiçbir kimsenin sayamayacağı, kısmen dahi kuşatamayacağı yahut ulaşamayacağı ya da O’na övgünün nihaî derecesine varamayacağı mutlak kemal sıfatlarının yalnız O’na ait olduğunu kabul etmektir. Şeriatın öngördüğü ibadetler, muamelat ve bunlara dair diğer hükümler, emir ve nehiyler gibi şeyler de mutlak adalettir. Bunlarda herhangi bir şekilde zulüm ve haksızlık yoktur. Aksine bütün bunlar son derece hikmetli ve muhkemdir. Aynı şekilde iyi ve kötü amellere verilecek karşılıkların hepsi de adalettir. “De ki: Kimin şahitliği en büyüktür. De ki: Allah...” (el-En’âm, 6/19) Buna göre Allah’ın tevhidi, dini ve amellere tespit ettiği karşılıkların verilmesi hususları, en ufak bir şüpheyi taşımayacak şekilde sabit olmuştur ve bunlar, hakikatlerin en büyüğü ve en açık olanıdır. Allah buna dair sayılamayacak ve hesap edilemeyecek kadar kat’i delil ve belgeyi ortaya koymuştur. Bu âyet-i kerimede ilim ve ilim adamlarının fazileti de ortaya çıkmaktadır. Çünkü Allah sair insanlar arasından özellikle onları zikretmiş ve onların şahitliklerini kendisinin ve meleklerin şahitliği ile birlikte söz konusu etmiş, ilim adamlarının şahitliğini Allah’ın tevhidine, dinine, amellerin karşılığının verileceğine dair en büyük delil ve belgeler arasında değerlendirmiş, böylece mükelleflerin bu adil ve doğru şahitliği kabul etmeleri gerektiğini vurgulamıştır. Yine bunun kapsamında ilim adamlarının adil oldukları, diğer insanların onlara tabi oldukları, ilim adamlarının ise kendilerine uyulması gereken önderler oldukları ortaya konmaktadır. Bu ise değeri ve kadri tespit edilemeyecek kadar büyük bir fazileti, şerefi ve üstün bir mevkiyi ifade eder.
Ayet: 19 #
{إِنَّ الدِّينَ عِنْدَ اللَّهِ الْإِسْلَامُ وَمَا اخْتَلَفَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ إِلَّا مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَهُمُ الْعِلْمُ بَغْيًا بَيْنَهُمْ وَمَنْ يَكْفُرْ بِآيَاتِ اللَّهِ فَإِنَّ اللَّهَ سَرِيعُ الْحِسَابِ (19)}.
19- Şüphesiz Allah katında din İslâmdır. Kendilerine Kitap verilenler ancak kendilerine ilim geldikten sonra aralarındaki kıskançlıktan dolayı ayrılığa düştüler. Kim Allah’ın âyetlerini inkâr ederse muhakkak Allah hesabı pek çabuk görendir.
#
{19} يخبر تعالى {إن الدين عند الله}؛ أي الدين الذي لا دين لله سواه ولا مقبول غيره هو {الإسلام}؛ وهو الانقياد لله وحده ظاهراً وباطناً بما شرعه على ألسنة رسله، قال تعالى: {ومن يبتغ غير الإسلام ديناً فلن يقبل منه وهو في الآخرة من الخاسرين}؛ فمن دان بغير دين الإسلام فهو لم يدن لله حقيقة لأنه لم يسلك الطريق الذي شرعه على ألسنة رسله. ثم أخبر تعالى أن أهل الكتاب يعلمون ذلك وإنما اختلفوا فانحرفوا عنه عناداً وبغياً. وإلا فقد جاءهم العلم المقتضي لعدم الاختلاف الموجب للزوم الدين الحقيقي، ثم لما جاءهم محمد - صلى الله عليه وسلم - عرفوه حق المعرفة، ولكن الحسد والبغي والكفر بآيات الله هي التي صدتهم عن اتباع الحق {ومن يكفر بآيات الله فإن الله سريع الحساب}؛ أي: فلينتظروا ذلك فإنه آت وسيجزيهم الله بما كانوا يعملون.
19. “Şüphesiz Allah katında din İslâmdır.” Yüce Allah, katında kendisinden başka gerçek dinin bulunmadığı ve kendisinden başkasının makbul sayılmayacağı dinin İslam olduğunu haber veriyor. İslâm ise zahiren ve batınen Allah’ın peygamberleri vasıtası ile teşrî buyurduğu şekilde yalnızca Allah’a boyun eğmektir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Kim İslâm’dan başka bir din ararsa o, ondan asla kabul olunmaz ve o, âhirette zarara uğrayanlardan olur.” (Âl-i İmran, 3/85) Buna göre İslâm dininden başka bir dine bağlanan kimse gerçekte Allah’a boyun eğmemiş olur. Çünkü o, Allah’ın peygamberi vasıtası ile teşrî buyurduğu yolu izlememektedir. Daha sonra Yüce Allah, Kitap ehlinin bunu bildiklerini, onların inat ederek ve kıskançlıkları sebebi ile anlaşmazlığa düşüp bu doğru yoldan saptıklarını haber vermektedir. Çünkü anlaşmazlığa düşmemelerini gerektiren ve gerçek dine bağlı kalmalarını ön gören bilgi onlara ulaşmıştır. Diğer taraftan Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem de onlara peygamber olarak geldiğinde onu tam olarak tanıdılar. Kıskançlık, haksızlık ve Allah’ın âyetlerini inkara sapmaları, onları hakka uymaktan alıkoydu. “Kim Allah’ın âyetlerini inkâr ederse muhakkak Allah hesabı pek çabuk görendir.” O halde artık bunu beklesinler, şüphesiz ki o gün gelecektir ve Allah dünyada yaptıklarının karşılığı ile onları cezalandıracaktır.
Ayet: 20 #
{فَإِنْ حَاجُّوكَ فَقُلْ أَسْلَمْتُ وَجْهِيَ لِلَّهِ وَمَنِ اتَّبَعَنِ وَقُلْ لِلَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ وَالْأُمِّيِّينَ أَأَسْلَمْتُمْ فَإِنْ أَسْلَمُوا فَقَدِ اهْتَدَوْا وَإِنْ تَوَلَّوْا فَإِنَّمَا عَلَيْكَ الْبَلَاغُ وَاللَّهُ بَصِيرٌ بِالْعِبَادِ (20)}.
20- Şayet seninle münakaşaya kalkışırlarsa de ki: “Ben yüzümü/kendimi Allah’a teslim ettim, bana uyanlar da.” Kendilerine Kitap verilenlerle ümmilere de de ki: “Siz de İslâm/teslim oldunuz mu?” Eğer İslâm/teslim olurlarsa muhakkak hidâyet bulmuş olurlar. Şâyet yüz çevirirlerse artık sana düşen ancak tebliğdir. Allah kulları çok iyi görendir.
#
{20} لما بين أن الدين الحقيقي عنده الإسلام، وكان أهل الكتاب قد شافهوا النبي - صلى الله عليه وسلم - بالمجادلة وقامت عليهم الحجة فعاندوها، أمره الله تعالى عند ذلك أن يقول ويعلن أنه قد أسلم وجهه أي ظاهره وباطنه لله، وأن من اتبعه كذلك قد وافقوه على هذا الإذعان الخالص، وأن يقول للناس كلهم من أهل الكتاب والأميين أي الذين ليس لهم كتاب من العرب وغيرهم إن أسلمتم فأنتم على الطريق المستقيم والهدى والحق وإن توليتم فحسابكم على الله، وأنا ليس عليَّ إلا البلاغ، وقد أبلغتكم وأقمت عليكم الحجة.
20. “Şayet seninle münakaşaya kalkışırlarsa…” Yüce Allah, nezdinde geçerli olacak gerçek dinin İslâm olduğunu beyan etmiş, Kitap ehli de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile sözlü olarak tartışmaya girişmişler, bu konuda onlara karşı susturucu deliller ortaya konulmuş, ancak onlar bu delillere karşı inatla karşı koymuşlardır. Yüce Allah bunun üzerine Peygamber’e “yüzünü” yani zahiri ve batını ile kendisini Yüce Allah’a teslim ettiğini, kendisine tabi olanların durumunun da aynı olduğunu söyleyip bunu ilan etmesini emretti. Zira onlar da bu katıksız itaat ve boyun eğme hususunda ona muvafakat etmişlerdir. Yine ona bütün insanlara, hem Kitap ehline hem de “ümmilere” yani kendilerine kitap gönderilmemiş olan Araplara ve Arap olmayanlara şöyle demesini emretmiştir: Eğer İslam/teslim olursanız, dosdoğru yol, hidâyet ve hak üzeresiniz demektir. Eğer yüz çevirecek olursanız, hesabınızı görmek Allah’a aittir. Bana düşen ancak tebliğde bulunmaktır ve ben de size tebliğimi yaptım ve delili ortaya koydum.
Ayet: 21 - 22 #
{إِنَّ الَّذِينَ يَكْفُرُونَ بِآيَاتِ اللَّهِ وَيَقْتُلُونَ النَّبِيِّينَ بِغَيْرِ حَقٍّ وَيَقْتُلُونَ الَّذِينَ يَأْمُرُونَ بِالْقِسْطِ مِنَ النَّاسِ فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ (21) أُولَئِكَ الَّذِينَ حَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ وَمَا لَهُمْ مِنْ نَاصِرِينَ (22)}.
21- Allah’ın âyetlerini inkâr edenlere, haksız yere peygamberleri öldürenlere ve insanlar arasında adaletle emreden kimseleri öldürenlere can yakıcı bir azabı müjdele! 22- İşte onlar dünyada da, âhirette de amelleri heder olmuş kimselerdir. Onların hiçbir yardımcıları da yoktur.
#
{21 ـ 22} أي: الذين جمعوا بين هذه الشرور: الكفر بآيات الله، وتكذيب رسل الله، والجناية العظيمة على أعظم الخلق حقًّا على الخلق وهم الرسل وأئمة الهدى، الذين يأمرون الناس بالقسط الذي اتفقت عليه الأديان والعقول فهؤلاء قد {حبطت أعمالهم في الدنيا والآخرة}؛ واستحقوا العذاب الأليم، وليس لهم ناصر من عذاب الله ولا منقذ من عقوبته.
21-22. Yani Allah’ın âyetlerini inkar etmek, Allah’ın peygamberlerini yalanlamak, bütün insanlar üzerinde gerçekten en büyük hakka sahip olan ve insanlara, bütün din ve akılların ittifakla kabul ettiği bir değer olan adaleti emreden peygamberleri ve hidâyet önderlerini öldürmek gibi şerleri kendilerinde toplayanlar, işte bu büyük cinâyeti işleyenler “dünyada da âhirette de amelleri heder olmuş kimselerdir.” Bundan dolayı da can yakıcı azabı hak etmişlerdir. Allah’ın azabına karşı bunlara yardımcı olacak ve onları Allah’ın azabından kurtaracak bir kimse de yoktur.
Ayet: 23 - 25 #
{أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ أُوتُوا نَصِيبًا مِنَ الْكِتَابِ يُدْعَوْنَ إِلَى كِتَابِ اللَّهِ لِيَحْكُمَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ يَتَوَلَّى فَرِيقٌ مِنْهُمْ وَهُمْ مُعْرِضُونَ (23) ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ قَالُوا لَنْ تَمَسَّنَا النَّارُ إِلَّا أَيَّامًا مَعْدُودَاتٍ وَغَرَّهُمْ فِي دِينِهِمْ مَا كَانُوا يَفْتَرُونَ (24) فَكَيْفَ إِذَا جَمَعْنَاهُمْ لِيَوْمٍ لَا رَيْبَ فِيهِ وَوُفِّيَتْ كُلُّ نَفْسٍ مَا كَسَبَتْ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ (25)}.
23- Kendilerine Kitaptan bir pay verilenleri görmedin mi? Aralarında hüküm vermesi için Allah’ın Kitabına davet olunuyorlar da sonra onlardan bir grup yüz çevirip gerisin geri gidiyor. 24- Bu onların: “Sayılı günler dışında bize asla ateş dokunmayacak” demelerindendir. Uydurageldikleri şeyler, dinleri hususunda kendilerini aldatmıştır. 25- Geleceğinde hiçbir şüphe olmayan ve herkese kazandığı -hiçbir zulme uğramaksızın- eksiksiz ödeneceği bir gün için kendilerini topladığımızda (bakalım halleri) nasıl olacak?
#
{23 ـ 25} أي: ألا تنظر وتعجب من هؤلاء {الذين أوتوا نصيباً من الكتاب} و {يدعون إلى كتاب الله}؛ الذي يصدق ما أنزله على رسله {ثم يتولى فريق منهم وهم معرضون}؛ عن اتباع الحق فكأنه قيل: لأي داعٍ دعاهم إلى هذا الإعراض وهم أحق بالاتباع وأعرفهم بحقيقة ما جاء به محمد - صلى الله عليه وسلم -؟ فذكر لذلك سببين: أمنهم وشهادتهم الباطلة لأنفسهم بالنجاة وأن النار لا تمسهم إلا أياماً معدودة حددوها بحسب أهوائهم الفاسدة، كأنَّ تدبير الملك راجع إليهم حيث قالوا: {لن يدخل الجنة إلا من كان هوداً أو نصارى}؛ ومن المعلوم أن هذه أمانيّ باطلة شرعاً وعقلاً. والسبب الثاني: أنهم لما كذبوا بآيات الله، وافتروا عليه زين لهم الشيطان سوء عملهم، واغتروا بذلك وتراءى لهم أنه الحق عقوبة لهم على إعراضهم عن الحق، فهؤلاء كيف يكون حالهم إذا جمعهم الله يوم القيامة، ووفّى العاملين ما عملوا وجرى عدل الله في عباده؟ فهنالك لا تسأل عما يصلون إليه من العقاب وما يفوتهم من الخير والثواب، وذلك بما كسبت أيديهم، وما ربك بظلام للعبيد.
23. Yani sen şu “kendilerine kitaptan bir pay verilenlere” bakmaz ve yaptıklarına hayret etmez misin? “Aralarında hüküm vermesi için” Allah’ın daha önceki rasûllerine indirdiklerini tasdik eden “Allah’ın kitabına çağrılıyorlar da sonra içlerinden bir grup yüz çevirip gerisin geri gidiyor” hakka uymayıp sırt çeviriyor. Bununla sanki şöyle denmektedir: “Onları bu şekilde yüz çevirmeye iten nedir? Hâlbuki ona herkesten çok onların tabi olmaları gerekir ve Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in getirdiklerinin gerçek olduğunu bütün insanlar arasında en çok onlar bilmektedirler.” Âyet-i kerime buna dair iki sebebi söz konusu etmektedir: 24. Bunların birincisi: Kendilerinin kurtulacaklarına dair batıl şahitlikleri, kendilerini bu konuda güven altında hissetmeleri, ateşin kendi bozuk hevalarına göre belirledikleri sayılı birkaç gün dışında kendilerine dokunmayacağını ileri sürmeleridir. Sanki mülkün tedbir ve takdiri onların elindeymiş gibi! Zira onlar: “Yahudi ve hıristiyan olandan başkası asla cennete giremez” (el-Bakara, 2/111) demişlerdir. Bilindiği gibi bunlar, dinen de aklen de batıl ve geçersiz temenniler, boş kuruntulardır. İkinci sebeb ise Allah’ın âyetlerini yalanlayıp Allah’a iftirada bulunduklarından şeytan kötü amellerini kendilerine süslü ve güzel gösterdi ve onlar da buna aldandılar. Yaptıklarının hak olduğu zannına kapıldılar. Bu ise onların haktan yüz çevirişlerinin bir cezasıdır. 25. Peki, böylelerinin hali ne olacak? Allah Kıyamet gününde onları bir araya toplayıp herkese amellerinin karşılıklarını eksiksiz verdiğinde, Allah’ın adaleti de kulları arasında uygulanacağında, işte o vakit onların karşı karşıya kalacakları ceza ile kaybedecekleri hayır ve mükâfaatları takdir etmeye imkân olmayacaktır. Bunun sebebi de onların kendi elleri ile kazandıklarıdır. Yoksa “Rabbin kullara zulmedici değildir.” (Fussilet, 41/46)
Ayet: 26 - 27 #
{قُلِ اللَّهُمَّ مَالِكَ الْمُلْكِ تُؤْتِي الْمُلْكَ مَنْ تَشَاءُ وَتَنْزِعُ الْمُلْكَ مِمَّنْ تَشَاءُ وَتُعِزُّ مَنْ تَشَاءُ وَتُذِلُّ مَنْ تَشَاءُ بِيَدِكَ الْخَيْرُ إِنَّكَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (26) تُولِجُ اللَّيْلَ فِي النَّهَارِ وَتُولِجُ النَّهَارَ فِي اللَّيْلِ وَتُخْرِجُ الْحَيَّ مِنَ الْمَيِّتِ وَتُخْرِجُ الْمَيِّتَ مِنَ الْحَيِّ وَتَرْزُقُ مَنْ تَشَاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ (27)}.
26- De ki: “Ey hükümranlığın sahibi olan Allah’ım! Sen hükümranlığı dilediğine verirsin, dilediğinden de hükümranlığı çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini de zelil edersin. Hayır (tümüyle) senin elindedir. Şüphesiz Sen her şeye kadirsin. 27- Geceyi gündüze eklersin, gündüzü de geceye eklersin. Ölüden diri çıkarırsın, diriden ölü çıkarırsın ve dilediğine de hesapsız rızık verirsin.”
#
{26 ـ 27} يأمر تعالى نبيه - صلى الله عليه وسلم - أصلاً وغيره تبعاً أن يقول عن ربه معلناً بتفرده بتصريف الأمور، وتدبير العالم العلوي والسفلي، واستحقاقه باختصاصه بالملك المطلق والتصريف المحكم، وأنه يؤتي الملك من يشاء، وينزع الملك ممن يشاء، ويعز من يشاء ويذل من يشاء، فليس الأمر بأماني أهل الكتاب ولا غيرهم، بل الأمر أمر الله، والتدبير له، فليس له معارض في تدبيره، ولا معاون في تقديره وأنه كما أنه المتصرف بمداولة الأيام بين الناس فهو المتصرف بنفس الزمان: يولج النهار في الليل ويولج الليل في النهار؛ أي: يدخل هذا على هذا ويحل هذا محل هذا ويزيد في هذا ما ينقص من هذا ليقيم بذلك مصالح خلقه، ويخرج الحي من الميت كما يخرج الزروع والأشجار المتنوعة من بذورها والمؤمن من الكافر والميت من الحي، كما يخرج الحبوب والنوى والزروع والأشجار والبيضة من الطائر، فهو الذي يخرج المتضادات بعضها من بعض، وقد انقادت له جميع العناصر. وقوله: {بيدك الخير}؛ أي: الخير كله منك ولا يأتي بالحسنات والخيرات إلا الله، وأما الشر فإنه لا يضاف إلى الله تعالى لا وصفاً ولا اسماً ولا فعلاً، ولكنه يدخل في مفعولاته ويندرج في قضائه وقدره، فالخير والشر كله داخل في القضاء والقدر فلا يقع في ملكه إلا ما شاءه، ولكن الشرَّ لا يضاف إلى الله، فلا يقال بيدك الخير والشر، بل يقال بيدك الخير كما قاله الله وقاله رسوله، وأما استدراك بعض المفسرين حيث قال: وكذلك الشر بيد الله فإنه وهم محض، ملحظهم حيث ظنوا أن تخصيص الخير بالذكر ينافي قضاءه وقدره العام، وجوابه ما فصلناه. وقوله: {وترزق من تشاء بغير حساب}؛ وقد ذكر الله في غير هذه الآية الأسباب التي ينال بها رزقه كقوله: {ومن يتق الله يجعل له مخرجاً ويرزقه من حيث لا يحتسب}؛ {ومن يتوكل على الله فهو حسبه}؛ فعلى العباد أن لا يطلبوا الرزق إلا من الله، ويسعوا فيه بالأسباب التي يسرها الله وأباحها.
26-27. Yüce Allah asaleten peygamberine tebean da ümmetine hitaben işleri çekip çevirmenin, tasarrufta bulunmanın, ulvi ve süfli alemi idare etmenin yalnızca Rabbinin hakkı olduğunu, mutlak hükümranlığın ve egemenliğin, muhkem tasarrufun sadece O’nun elinde bulunduğunu, hükümranlığı dilediğine verip dilediğinden de çekip aldığını, dilediğini aziz ve dilediğini de zelil kıldığını ilan etmesini emretmektedir. O halde durum ne Kitap ehlinin ne de başkalarının temennileri ile olacak şey değildir. Aksine emir Allah’ın emridir, tedbir onun tedbiridir. Tedbir ve idaresinde kimse O’na karşı çıkamaz. Takdirinde de yardımcıya ihtiyacı yoktur. Günleri insanlar arasında dönüp dolaştırmak sureti ile mutlak tasarrufta bulunan O olduğu gibi, bizzat zamanın kendisi üzerinde de tasarruf O’nun elindedir. Şöyle ki O, gündüzü geceye, geceyi de gündüze ekler. Yani birini ötekinin yerine geçirir ve o diğerinin yerini alır, diğer taraftan birinden eksiltip diğerine ilave eder. Böylelikle yarattıklarının maslahatlarını gerçekleştirmiş olur. Yine Yüce Allah ölüden diri çıkartır. Meselâ ekini ve ağaçları tohumlarından çıkartır. Kâfirden mü’min çıkartır. Diriden de ölü çıkartır. Meselâ ekinlerden ve ağaçlardan tohumları ve çekirdekleri, uçan kuştan da yumurtayı çıkartır... Kısacası birbirine zıt şeylerin birini diğerinden çıkartan O’dur ve her şey O’na itaatle boyun eğmiştir. Yüce Allah’ın: “Hayır (tümüyle) senin elindedir” buyruğu; hayrın tamamı Sendendir demektir. İyilikleri, hayır ve güzellikleri veren yalnız Allah’tır. Şerre gelince o, Yüce Allah’a ne sıfat olarak, ne isim olarak ne de fiil olarak izafe edilmez. Ancak şer, O’nun fiillerinin sonuçlarına, kader ve kazasının kapsamına dahildir. Hayır da şer de kaza ve kaderin kapsamı içerisindedir. Allah’ın hükümranlığında O’nun dilediğinden başkası meydana gelmez. Fakat şer (edeben) Allah’a izafe edilmez. O bakımdan “hayır ve şer senin elindedir” denmez, bunun yerine Yüce Allah’ın buyurduğu ve Rasûlünün de söylediği gibi “hayır senin elindedir” denir. Bazı müfessirlerin bu konuda “şer de aynı şekilde Allah’ın elindedir” diyerek araya bir ifade yerleştirmeleri bir yanılgıdır. Zira onlar, bunu söylerken özellikle hayrın anılmasının, Allah’ın umumi (hayrı da şerri de içine alan) kaza ve kaderine aykırı olduğunu sanmışlardır. Bu kanaatlerinin cevabı ise az önce yaptığımız açıklamadadır. “Dilediğine de hesapsız rızık verirsin” buyruğuna gelince; Yüce Allah başka âyet-i kerimelerde hangi sebeplerle Allah’ın rızkına kavuşulduğunu söz konusu etmektedir. Mesela: “Kim Allah’tan sakınırsa (takvalı olursa) Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder ve ona ummadığı bir yerden rızık verir. Kim Allah’a tevekkül ederse O kendisine yeter” (et-Talak, 65/2-3) buyruklarında olduğu gibi. O halde kullara düşen, rızkı ancak Yüce Allah’tan talep etmek ve Allah’ın kolaylaştırıp mubah kıldığı sebepler ile rızık elde etmek için çalışmaktır.
Ayet: 28 #
{لَا يَتَّخِذِ الْمُؤْمِنُونَ الْكَافِرِينَ أَوْلِيَاءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِنِينَ وَمَنْ يَفْعَلْ ذَلِكَ فَلَيْسَ مِنَ اللَّهِ فِي شَيْءٍ إِلَّا أَنْ تَتَّقُوا مِنْهُمْ تُقَاةً وَيُحَذِّرُكُمُ اللَّهُ نَفْسَهُ وَإِلَى اللَّهِ الْمَصِيرُ (28)}.
28- Mü’minler, mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler. Kim bunu yaparsa Allah ile olan bağını koparmış olur. Ancak onlardan gelecek bir zarardan korunmaya çalışmanız müstesnâ. Allah sizi kendisinden sakındırıyor. Nihâyet dönüş yalnız Allah’adır.
#
{28} هذا نهي من الله وتحذير للمؤمنين أن يتخذوا الكافرين أولياء من دون المؤمنين، فإن المؤمنين بعضهم أولياء بعض، والله وليهم {ومن يفعل ذلك}؛ التولي، {فليس من الله في شيء}؛ أي: فهو بريء من الله، والله بريء منه كقوله تعالى: {ومن يتولهم منكم فإنه منهم}؛ وقوله: {إلا أن تتقوا منهم تقاة}؛ أي: إلا أن تخافوا على أنفسكم في إبداء العداوة للكافرين فلكم في هذه الحال الرخصة في المسالمة والمهادنة لا في التولي الذي هو محبة القلب الذي تتبعه النصرة، {ويحذركم الله نفسه}؛ أي: فخافوه واخشوه وقدموا خشيته على خشية الناس فإنه هو الذي يتولى شؤون العباد، وقد أخذ بنواصيهم وإليه يرجعون وسيصيرون إليه، فيجازي من قدم خوفه ورجاءه على غيره بالثواب الجزيل، ويعاقب الكافرين ومن تولاهم بالعذاب الوبيل.
28. “Mü’minler, mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler.” Bu, Yüce Allah’ın mü’minlere koyduğu bir yasak ve bir sakındırmadır. Onlar, mü’minleri bırakıp kâfirleri dostlar edinmemelidirler. Çünkü mü’minler birbirlerinin dostlarıdır. Allah da onların dostudur. “Kim bunu” kâfirleri dost edinmeyi “yaparsa Allah ile olan bağını koparmış olur.” Yani o Allah’tan uzaktır, Allah da ondan uzaktır. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde: “İçinizden kim onları dost edinirse muhakkak o da onlardandır” (el-Maide, 5/51) buyurmaktadır. “Ancak onlardan gelecek bir zarardan korunmaya çalışmanız müstesnâ” buyruğu da şu demektir: Ancak kâfirlere düşmanlığınızı açıkça ortaya koymanız halinde kendinize gelecek bir zarardan korkacak olursanız, bu durumda onlarla antlaşmanız ve iyi geçinmenizde size ruhsat vardır. Yoksa beraberinde yardımlaşma ve destek vermeyi de gerektiren ve kalbi sevgi demek olan dost edinmeye ise ruhsat yoktur. “Allah sizi kendisinden sakındırıyor.” O halde siz de O’ndan korkun. O’ndan korkmayı insanlardan korkmanın önüne geçirin; çünkü kulların işlerini çekip çeviren O’dur. Onların idarelerini elinde tutan O’dur, O’na döneceklerdir ve O’nun huzuruna varacaklardır. O’ndan korkmayı ve mükâfatını ummayı başka şeylerden önde tutanları pek büyük ecirlerle mükâfatlandıracaktır. Kâfirleri ve onları dost edinenleri ise dehşetli azaplarla cezalandıracaktır.
Ayet: 29 - 30 #
{قُلْ إِنْ تُخْفُوا مَا فِي صُدُورِكُمْ أَوْ تُبْدُوهُ يَعْلَمْهُ اللَّهُ وَيَعْلَمُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَاللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (29) يَوْمَ تَجِدُ كُلُّ نَفْسٍ مَا عَمِلَتْ مِنْ خَيْرٍ مُحْضَرًا وَمَا عَمِلَتْ مِنْ سُوءٍ تَوَدُّ لَوْ أَنَّ بَيْنَهَا وَبَيْنَهُ أَمَدًا بَعِيدًا وَيُحَذِّرُكُمُ اللَّهُ نَفْسَهُ وَاللَّهُ رَءُوفٌ بِالْعِبَادِ (30)}.
29- De ki: “Göğüslerinizindekini gizleseniz de açığa vursanız da Allah onu bilir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsini bilir. Allah her şeye kadirdir.” 30- Her nefis yaptığı iyiliği de işlediği kötülüğü de önüne konmuş olarak bulacağı gün ister ki işlediği kötülükle arasında uzak bir mesafe bulunsun. Allah sizi kendisinden sakındırıyor. Allah kullarına karşı Raûftur.
#
{29 ـ 30} يخبر تعالى بإحاطة علمه بما في الصدور سواء أخفاه العباد أو أبدوه، كما أن علمه محيط بكل شيء في السماء والأرض فلا تخفى عليه خافية، ومع إحاطة علمه فهو العظيم القدير على كل شيء الذي لا يمتنع عن إرادته موجود. ولما ذكر لهم من عظمته وسعة أوصافه ما يوجب للعباد أن يراقبوه في كل أحوالهم، ذكر لهم أيضاً داعياً آخر إلى مراقبته وتقواه وهو أنهم كلهم صائرون إليه وأعمالهم حينئذ من خير وشر محضرة، فحينئذ يغتبط أهل الخير بما قدموه لأنفسهم، ويتحسر أهل الشر إذا وجدوا ما عملوه محضراً، ويودون أن بينهم وبينه أمداً بعيداً. فإذا عرف العبد أنه ساعٍ إلى ربه وكادحٌ في هذه الحياة، وأنه لا بد أن يلاقي ربه ويلاقي سعيه أوجب له أخذ الحذر والتوقي من الأعمال التي توجب الفضيحة والعقوبة، والاستعداد بالأعمال الصالحة التي توجب السعادة والمثوبة، ولهذا قال تعالى: {ويحذركم الله نفسه}؛ وذلك بما يبدي لكم من أوصاف عظمته وكمال عدله وشدَّة نكاله، ومع شدَّة عقابه فإنه رءوف رحيم، ومن رأفته ورحمته أنه خوَّف العباد، وزجرهم عن الغيِّ والفساد، كما قال تعالى لما ذكر العقوبات: {ذلك يخوِّف الله به عباده، يا عباد فاتقون}؛ فرأفته ورحمته سهلت لهم الطرق التي ينالون بها الخيرات، ورأفته ورحمته حذرتهم من الطرق التي تفضي بهم إلى المكروهات. فنسأله تعالى أن يتمم علينا إحسانه بسلوك الصراط المستقيم والسلامة من الطرق التي تفضي بسالكها إلى الجحيم.
29. “De ki: “Göğüslerinizindekini gizleseniz de açığa vursanız da Allah onu bilir.” Yüce Allah, kullar ister gizlesinler, ister açıklasınlar kalplerde bulunan şeyleri bilgisi ile kuşattığını haber vermektedir. O’nun bilgisi göklerde ve yerde bulunan her şeyi kuşatmıştır ve gizli sanılan hiçbir şey O’na gizli değildir. Bilgisinin kuşatıcılığı ile birlikte O yücedir ve her şeye gücü yetendir. Hiçbir varlık O’nun iradesine karşı koyamaz. 30. Yüce Allah kullarının, bütün hallerinde gözetimi altında olduklarını bilmelerini gerektirecek şekilde azamet ve sıfatlarının kapsamlılığını söz konusu ettikten sonra; yine O’nun gözetimi altında olduklarını hatırlamalarını ve O’ndan korkmalarını gerektiren bir başka hususu da sözkonusu etmektedir. O da; onların hepsinin huzuruna gelecekleri gerçeğidir. O vakit de amelleri hayır olsun şer olsun hazır olacaktır. İşte o vakit hayır işlemiş olanlar, kendileri için dünyada iken gönderdiklerinden ötürü sevinecektirler. Şer ehli ise işlediklerinin hazır olduğunu görecekleri vakit pişman olacaklar ve kendileri ile o kötü amelleri arasında çok büyük bir mesafe bulunmasını arzu edeceklerdir. Kul Rabbine doğru yol aldığını, bu dünya hayatında çalışıp çabaladığını ve Rabbinin huzuruna çıkmasının ameli ile karşılaşmasının kaçınılmaz olduğunu bilecek olursa, bu hususta gereken tedbirlerini alması gerekir. Bu onun; rezil olmasını ve ceza görmesini gerektirecek amellerden sakınmasını, ebedi mutluluğu ve ilâhi mükâfaatları gerektiren salih amelleri de işleyerek hazırlanmasını gerektirir. İşte bundan dolayı Yüce Allah: “Allah sizi kendisinden sakındırıyor” diye buyurmaktadır. Çünkü size açıkladığı azametine dair sıfatları, eksiksiz adaleti, şiddetli cezalandırması bunu gerektirmektedir. Cezasının çetin olması ile birlikte O Rauftur, Rahîmdir. Kullarını korkutması, sapıklık ve fesattan uzak durmalarını söylemesi de O’nun şefkat ve rahmetindendir. Nitekim Yüce Allah bir takım suçların cezalarını söz konusu ettikten sonra: “İşte Allah bununla kullarını korkutuyor, ey Benim kullarım, Benden korkun.” (ez-Zümer, 39/16) buyurmaktadır. Allah’ın şefkat ve rahmeti onlara, izledikleri takdirde hayırlara ulaşabilecekleri yolları kolaylaştırmıştır. Yine O, şefkat ve rahmetinin gereği olarak kendilerini hoş olmayacak sonuçlara götürecek yollardan sakındırmıştır. Yüce Rabbimizden Sırat-i Müstakimi izlemeyi kolaylaştırmakla ve izleyenlerini cehenneme götüren yollardan kurtarmak suretiyle üzerimizdeki ihsanını tamamlamasını niyaz ederiz.
Ayet: 31 - 32 #
{قُلْ إِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللَّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللَّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ (31) قُلْ أَطِيعُوا اللَّهَ وَالرَّسُولَ فَإِنْ تَوَلَّوْا فَإِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ الْكَافِرِينَ (32)}.
31- De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız Bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah Ğafurdur, Rahimdir.” 32- De ki: “Allah’a ve Rasûl’e itaat edin.” Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.
#
{31 ـ 32} هذه الآية هي الميزان التي يُعرَف بها من أحب الله حقيقة ومن ادعى ذلك دعوى مجردة؛ فعلامة محبة الله اتباع محمد - صلى الله عليه وسلم - الذي جعل متابعته وجميع ما يدعو إليه طريقاً إلى محبته ورضوانه فلا تُنال محبة الله ورضوانه وثوابه إلا بتصديق ما جاء به الرسول من الكتاب والسنة وامتثال أمرهما واجتناب نهيهما، فمن فعل ذلك أحبه الله وجازاه جزاء المحبين، وغفر له ذنوبه وستر عليه عيوبه، فكأنه قيل: ومع ذلك فما حقيقة اتباع الرسول وصفتها؟ فأجاب بقوله: {قل أطيعوا الله والرسول}؛ بامتثال الأمر واجتناب النهي وتصديق الخبر {فإن تولوا}؛ عن ذلك؛ فهذا هو الكفر والله {لا يحب الكافرين}.
31. Bu âyet Allah’ı gerçek anlamı ile sevenler ile bunu mücerred bir iddia olarak ileri sürenlerin kendisi vasıtası ile bilinip ayırt edildiği bir ölçüdür. Zira Allah’ı sevmenin alâmeti Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e tabi olmaktır. Yüce Allah O’na ve O’nun davet ettiği şeylerin tümüne tabi olmayı kendi sevgisine ve rızasına giden bir yol olarak tespit etmiştir. Allah’ın sevgisine, rıza ve mükâfaatına mazhar olmak ancak Allah Rasûlü’nün getirmiş olduğu Kitap ve Sünneti tasdik etmek, onların emirlerine uyup yasaklarından kaçınmakla mümkün olabilir. Bunu yapanı Allah sever ve sevenlerin mükâfaatı ile mükâfatlandırır, günahlarını bağışlar ve kusurlarını örter. 32. Burada: Peki, bununla beraber Allah Rasûlüne tabi olmanın gerçek mahiyeti ve niteliği nedir? diye bir soru farz edilmiş gibidir. Böyle bir soruya da Yüce Allah şöylece cevap vermektedir: “De ki: Allah’a ve Rasûl’e” emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmak ve verdikleri haberleri tasdik etmek sureti ile “itaat edin. Eğer” bundan “yüz çevirirlerse” işte bu küfrün tâ kendisi olur ve “bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.”
Ayet: 33 - 55 #
{إِنَّ اللَّهَ اصْطَفَى آدَمَ وَنُوحًا وَآلَ إِبْرَاهِيمَ وَآلَ عِمْرَانَ عَلَى الْعَالَمِينَ (33) ذُرِّيَّةً بَعْضُهَا مِنْ بَعْضٍ وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ (34) إِذْ قَالَتِ امْرَأَتُ عِمْرَانَ رَبِّ إِنِّي نَذَرْتُ لَكَ مَا فِي بَطْنِي مُحَرَّرًا فَتَقَبَّلْ مِنِّي إِنَّكَ أَنْتَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ (35) فَلَمَّا وَضَعَتْهَا قَالَتْ رَبِّ إِنِّي وَضَعْتُهَا أُنْثَى وَاللَّهُ أَعْلَمُ بِمَا وَضَعَتْ وَلَيْسَ الذَّكَرُ كَالْأُنْثَى وَإِنِّي سَمَّيْتُهَا مَرْيَمَ وَإِنِّي أُعِيذُهَا بِكَ وَذُرِّيَّتَهَا مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ {(36) فَتَقَبَّلَهَا رَبُّهَا بِقَبُولٍ حَسَنٍ وَأَنْبَتَهَا نَبَاتًا حَسَنًا وَكَفَّلَهَا زَكَرِيَّا كُلَّمَا دَخَلَ عَلَيْهَا زَكَرِيَّا الْمِحْرَابَ وَجَدَ عِنْدَهَا رِزْقًا قَالَ يَامَرْيَمُ أَنَّى لَكِ هَذَا قَالَتْ هُوَ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ يَرْزُقُ مَنْ يَشَاءُ بِغَيْرِ حِسَابٍ (37) هُنَالِكَ دَعَا زَكَرِيَّا رَبَّهُ قَالَ رَبِّ هَبْ لِي مِنْ لَدُنْكَ ذُرِّيَّةً طَيِّبَةً إِنَّكَ سَمِيعُ الدُّعَاءِ (38) فَنَادَتْهُ الْمَلَائِكَةُ وَهُوَ قَائِمٌ يُصَلِّي فِي الْمِحْرَابِ أَنَّ اللَّهَ يُبَشِّرُكَ بِيَحْيَى مُصَدِّقًا بِكَلِمَةٍ مِنَ اللَّهِ وَسَيِّدًا وَحَصُورًا وَنَبِيًّا مِنَ الصَّالِحِينَ (39) قَالَ رَبِّ أَنَّى يَكُونُ لِي غُلَامٌ وَقَدْ بَلَغَنِيَ الْكِبَرُ وَامْرَأَتِي عَاقِرٌ قَالَ كَذَلِكَ اللَّهُ يَفْعَلُ مَا يَشَاءُ (40) قَالَ رَبِّ اجْعَلْ لِي آيَةً قَالَ آيَتُكَ أَلَّا تُكَلِّمَ النَّاسَ ثَلَاثَةَ أَيَّامٍ إِلَّا رَمْزًا وَاذْكُرْ رَبَّكَ كَثِيرًا وَسَبِّحْ بِالْعَشِيِّ وَالْإِبْكَارِ (41) وَإِذْ قَالَتِ الْمَلَائِكَةُ يَامَرْيَمُ إِنَّ اللَّهَ اصْطَفَاكِ وَطَهَّرَكِ وَاصْطَفَاكِ عَلَى نِسَاءِ الْعَالَمِينَ (42) يَامَرْيَمُ اقْنُتِي لِرَبِّكِ وَاسْجُدِي وَارْكَعِي مَعَ الرَّاكِعِينَ (43) ذَلِكَ مِنْ أَنْبَاءِ الْغَيْبِ نُوحِيهِ إِلَيْكَ وَمَا كُنْتَ لَدَيْهِمْ إِذْ يُلْقُونَ أَقْلَامَهُمْ أَيُّهُمْ يَكْفُلُ مَرْيَمَ وَمَا كُنْتَ لَدَيْهِمْ إِذْ يَخْتَصِمُونَ (44) إِذْ قَالَتِ الْمَلَائِكَةُ يَامَرْيَمُ إِنَّ اللَّهَ يُبَشِّرُكِ بِكَلِمَةٍ مِنْهُ اسْمُهُ الْمَسِيحُ عِيسَى ابْنُ مَرْيَمَ وَجِيهًا فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ وَمِنَ الْمُقَرَّبِينَ (45) وَيُكَلِّمُ النَّاسَ فِي الْمَهْدِ وَكَهْلًا وَمِنَ الصَّالِحِينَ (46) قَالَتْ رَبِّ أَنَّى يَكُونُ لِي وَلَدٌ وَلَمْ يَمْسَسْنِي بَشَرٌ قَالَ كَذَلِكِ اللَّهُ يَخْلُقُ مَا يَشَاءُ إِذَا قَضَى أَمْرًا فَإِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ (47) وَيُعَلِّمُهُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَالتَّوْرَاةَ وَالْإِنْجِيلَ (48) وَرَسُولًا إِلَى بَنِي إِسْرَائِيلَ أَنِّي قَدْ جِئْتُكُمْ بِآيَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ أَنِّي أَخْلُقُ لَكُمْ مِنَ الطِّينِ كَهَيْئَةِ الطَّيْرِ فَأَنْفُخُ فِيهِ فَيَكُونُ طَيْرًا بِإِذْنِ اللَّهِ وَأُبْرِئُ الْأَكْمَهَ وَالْأَبْرَصَ وَأُحْيِ الْمَوْتَى بِإِذْنِ اللَّهِ وَأُنَبِّئُكُمْ بِمَا تَأْكُلُونَ وَمَا تَدَّخِرُونَ فِي بُيُوتِكُمْ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَةً لَكُمْ إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ (49) وَمُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيَّ مِنَ التَّوْرَاةِ وَلِأُحِلَّ لَكُمْ بَعْضَ الَّذِي حُرِّمَ عَلَيْكُمْ وَجِئْتُكُمْ بِآيَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ فَاتَّقُوا اللَّهَ وَأَطِيعُونِ (50) إِنَّ اللَّهَ رَبِّي وَرَبُّكُمْ فَاعْبُدُوهُ هَذَا صِرَاطٌ مُسْتَقِيمٌ (51) فَلَمَّا أَحَسَّ عِيسَى مِنْهُمُ الْكُفْرَ قَالَ مَنْ أَنْصَارِي إِلَى اللَّهِ قَالَ الْحَوَارِيُّونَ نَحْنُ أَنْصَارُ اللَّهِ آمَنَّا بِاللَّهِ وَاشْهَدْ بِأَنَّا مُسْلِمُونَ (52) رَبَّنَا آمَنَّا بِمَا أَنْزَلْتَ وَاتَّبَعْنَا الرَّسُولَ فَاكْتُبْنَا مَعَ الشَّاهِدِينَ (53) وَمَكَرُوا وَمَكَرَ اللَّهُ وَاللَّهُ خَيْرُ الْمَاكِرِينَ (54) إِذْ قَالَ اللَّهُ يَاعِيسَى إِنِّي مُتَوَفِّيكَ وَرَافِعُكَ إِلَيَّ وَمُطَهِّرُكَ مِنَ الَّذِينَ كَفَرُوا وَجَاعِلُ الَّذِينَ اتَّبَعُوكَ فَوْقَ الَّذِينَ كَفَرُوا إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ ثُمَّ إِلَيَّ مَرْجِعُكُمْ فَأَحْكُمُ بَيْنَكُمْ فِيمَا كُنْتُمْ فِيهِ تَخْتَلِفُونَ (55)}.
33- Gerçekten Allah Âdem’i, Nûh’u, İbrahim ve İmrân ailelerini seçip âlemlere üstün kıldı. 34- Hepsi birbirinden gelmiş tek bir zürriyyettir. Allah hakkıyla işitendir, bilendir. 35- Hani İmran’ın hanımı: “Rabbim ben karnımdakini her kayıttan azade olarak sana adadım. Benden kabul buyur. Muhakkak Sen işitensin, bilensin.” demişti. 36- Fakat onu doğurunca: “Rabbim ben kız doğurdum -Halbuki Allah ne doğurduğunu daha iyi biliyordu- Erkek ise kız gibi değildir. Ben, adını Meryem koydum. Ben onu da zürriyetini de kovulmuş şeytandan Sana sığındırırım.” dedi. 37- Rabbi de onu güzel bir kabul ile kabul etti. Güzel bir şekilde yetiştirdi ve onu Zekeriyya’nın bakımına verdi. Zekeriya her ne zaman onun yanına mihraba girse, yanında bir rızık buluyordu. “Ey Meryem! Bu sana nereden geliyor?” dedi. O da: “O, Allah katındandır.” dedi. Şüphesiz Allah dilediğine hesapsız rızık verir. 38- Orada, Zekeriyya Rabbine dua etti: “Rabbim, bana katından tertemiz bir soy bağışla! Şüphesiz Sen duaları işitensin.” dedi. 39- O mihrabda durmuş namaz kılarken melekler ona şöyle seslendiler: “Allah sana, katından bir kelimeyi tasdik edici, efendi, nefsini sakındıran ve salihlerden bir peygamber olmak üzere Yahya’yı müjdeliyor.” 40- “Rabbim, gerçekten ben kocamış iken ve eşim de kısır olduğu halde benim nasıl bir oğlum olur?” dedi. Buyurdu ki: “Öyle, Allah dilediğini yapar.” 41- “Rabbim, bana bir alâmet ver” dedi. Buyurdu ki: “Senin alâmetin insanlarla üç gün süre ile işaret dışında konuşamamandır. Rabbini çokça an ve sabah akşam tesbih et”. 42- Hani melekler şöyle demişti: “Ey Meryem! Şüphesiz ki Allah seni seçti, seni arındırdı ve seni âlemlerin kadınlarından üstün kıldı.” 43- “Ey Meryem, Rabbine kunut et, secdeye kapan ve rükû edenlerle beraber rükû et.” 44- Bunlar sana vahyetmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. Onlar Meryem’in bakımını hangisi üzerine alacak diye kalemlerini atarlarken sen yanlarında olmadığın gibi, onlar çekişirlerken de sen yanlarında değildin. 45- Hani melekler şöyle demişti: “Ey Meryem, Allah katından bir kelime ile seni müjdeliyor. Onun adı, Meryem oğlu İsa Mesih’tir. Dünyada da âhirette de şanı yücedir ve mukarreblerdendir. 46- Beşikte iken de yetişkinliğinde de insanlarla konuşacaktır ve salihlerdendir.” 47- Dedi ki: “Rabbim, bana hiçbir beşer dokunmamışken benim nasıl çocuğum olur?” Buyurdu ki: “Öyle, Allah dilediğini yaratır. O, bir işe hükmedince ona yalnızca “Ol” der, o da oluverir. 48- (Bir de Allah) ona kitabı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğretecek. 49- (Allah onu) İsrailoğullarına peygamber olarak gönderecek (ve o da şöyle diyecek): “Ben size Rabbinizden bir mucize ile geldim. Size çamurdan kuş şekli yapar ve ona üfürürüm. Allah’ın izni ile o da derhal bir kuş olur. Yine Allah’ın izni ile anadan doğma körü ve alacalıyı iyi eder ve ölüyü diriltirim. Evlerinizde yediğiniz ve biriktirdiğiniz şeyleri size haber veririm. Elbette bunlarda sizin için (büyük bir) delil vardır, eğer iman eden kimseler iseniz. 50- Benden önce gelen Tevrat’ı tasdik edici olarak ve size (önceden) haram kılınan bazı şeyleri helâl kılmak için geldim. Size Rabbinizden bir âyetle geldim. O halde Allah’tan korkup sakının ve bana itaat edin. 51- Şüphesiz Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyle ise O’na ibadet edin. Dosdoğru yol işte budur.” 52- İsa onlardan küfrü sezince: “Allah’a (giden yolda) bana yardım edecekler kimlerdir?” dedi. Havariler şöyle dediler: “Biz, Allah’ın yardımcılarıyız. Allah’a iman ettik, sen de bizim müslümanlar olduğumuza şahit ol! 53- Rabbimiz, indirdiğine iman ettik ve Rasul’e tabi olduk. Artık bizi şahitlerle beraber yaz!” 54- Onlar tuzak kurdular, Allah da tuzak kurdu. Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır. 55- O vakit Allah şöyle buyurdu: “Ey İsa! Seni vefat ettireceğim, kendime yükselteceğim ve seni o kâfirler arasından tertemiz çıkaracağım. Sana uyanları da Kıyamet gününe kadar kâfirlerin üstünde tutacağım. Sonra hepinizin dönüşü bana olacak ve Ben de ayrılığa düştüğünüz konularda aranızda hüküm vereceğim.”
#
{33 ـ 55} لله تعالى من عباده أصفياء يصطفيهم ويختارهم ويمن عليهم بالفضائل العالية والنعوت السامية والعلوم النافعة والأعمال الصالحة والخصائص المتنوعة، فذكر هذه البيوت الكبار وما احتوت عليه من كُمَّل الرجال الذين حازوا أوصاف الكمال، وأن الفضل والخير تسلسل في ذراريهم، وشمل ذكورهم ونساءهم وهذا من أجل مننه وأفضل مواقع جوده وكرمه {والله سميع عليم}؛ يعلم من يستحق الفضل والتفضيل فيضع فضله حيث اقتضت حكمته. فلما قرر عظمة هذه البيوت ذكر قصة مريم وابنها عيسى - صلى الله عليه وسلم - وكيف تسلسلا من هذه البيوت الفاضلة، وكيف تنقلت بهما الأحوال من ابتداء أمرهما إلى آخره، وأن امرأة عمران قالت متضرعة إلى ربها متقربة إليه بهذه القربة التي يحبها، التي فيها تعظيم بيته وملازمة طاعته: {إني نذرت لك ما في بطني محرراً}؛ أي خادماً لبيت العبادة المشحون بالمتعبدين {فتقبل مني}؛ هذا العمل أي اجعله مؤسساً على الإيمان والإخلاص مثمراً للخير والثواب {إنك أنت السميع العليم. فلما وضعتها قالت رب إني وضعتها أنثى والله أعلم بما وضعت وليس الذكر كالأنثى}؛ كأن في هذا الكلام نوع تضرع منها وانكسار نفس حيث كان نذرها بناءً على أنه يكون ذكراً يحصل منه من القوة والخدمة والقيام بذلك ما يحصل من أهل القوة، والأنثى بخلاف ذلك، فجبر الله قلبها وتقبل الله نذرها، وصارت هذه الأنثى أكمل وأتم من كثير من الذكور، بل من أكثرهم، وحصل بها من المقاصد أعظم مما يحصل بالذكر، ولهذا قال: {فتقبلها ربها بقبول حسن وأنبتها نباتاً حسناً}؛ أي: ربيت تربية عجيبة دينية أخلاقية أدبية، كملت بها أحوالها، وصلحت بها أقوالها وأفعالها، ونما فيها كمالها، ويسر الله لها زكريا كافلاً، وهذا من مِنَّةِ الله على العبد أن يجعل من يتولى تربيته من الكاملين المصلحين. ثم إن الله تعالى أكرم مريم وزكريا حيث يسَّر لمريم من الرزق الحاصل بلا كدٍّ ولا تعب، وإنما هو كرامة أكرمها الله به، إذ {كلما دخل عليها زكريا المحراب}؛ وهو محل العبادة وفيه إشارة إلى كثرة صلاتها وملازمتها لمحرابها {وجد عندها رزقاً}؛ هنيئاً معدًّا قال: {أنى لك هذا قالت هو من عند الله إن الله يرزقُ من يشاء بغير حساب}؛ فلما رأى زكريا هذه الحال والبر واللطف من الله بها، ذكَّرَه أن يسأل الله تعالى حصول الولد على حين اليأس منه فقال: {رب هَب لي من لَدُنك ذرية طيبة إنك سميعُ الدُّعاء. فنادته الملائكة وهو قائم يصلي في المحراب أنَّ الله يبشرك بيحيى مصدقاً بكلمة من الله}؛ اسمه أي: الكلمة التي مِنَ الله عيسى بن مريم فكانت بشارته بهذا النبي الكريم تتضمن البشارة بعيسى بن مريم والتصديق له والشهادة له بالرسالة، فهذه الكلمة من الله كلمة شريفة اختص الله بها عيسى بن مريم، وإلا فهي من جملة كلماته التي أوجد بها المخلوقات، كما قال تعالى: {إن مثل عيسى عند الله كمثل آدم خلقه من تراب ثم قال له كن فيكون}. وقوله: {وسيداً وحصوراً}؛ أي: هذا المبَشَّر به وهو يحيى سيد من فضلاء الرسل وكرامهم، والحصور قيل هو الذي لا يولد له ولا شهوة له في النساء، وقيل هو الذي عصم وحفظ من الذنوب والشهوات الضارة، وهذا أليق المعنيين، {ونبياً من الصالحين}؛ الذين بلغوا في الصلاح ذروته العالية، {قال رب أنى يكون لي غلام وقد بلغني الكبر وامرأتي عاقر}؛ فهذان مانعان فمن أي طريق يا رب يحصل لي ذلك مع ما ينافي ذلك {قال كذلك الله يفعل ما يشاء}؛ فإنه كما اقتضت حكمته جريان الأمور بأسبابها المعروفة، فإنه قد يخرق ذلك لأنه الفعَّالُ لما يريد، الذي قد انقادت الأسباب لقدرته، ونفذت فيها مشيئته وإرادته فلا يتعاصى على قدرته شيء من الأسباب ولو بلغت في القوة ما بلغت {قال رب اجعل لي آية}؛ ليحصل السرور والاستبشار وإن كنت يا رب متيقناً ما أخبرتني به ولكن النفس تفرح، ويطمئن القلب إلى مقدمات الرحمة واللطف، {قال آيتك أن لا تكلم الناس ثلاثة أيام إلا رمزاً}؛ وفي هذه المدة {اذكر ربك كثيراً وسبح بالعشي والإبكار}؛ أول النهار وآخره، فمنع من الكلام في هذه المدة، فكان في هذا مناسبة لحصول الولد من بين الشيخ الكبير والمرأة العاقر، وكونه لا يقدر على مخاطبة الآدميين ولسانه منطلق بذكر الله وتسبيحه آية أخرى، فحينئذ حصل له الفرح والاستبشار، وشكر الله، وأكثر من الذكر والتسبيح بالعشايا والإبكار. وكان هذا المولود من بركات مريم بنت عمران على زكريا، فإن ما منَّ الله به عليها من ذلك الرزق الهني الذي يحصل بغير حساب ذكَّره وهيَّجه على التضرع والسؤال، والله تعالى هو المتفضل بالسبب والمسبب ولكنه يقدر أموراً محبوبة على يد من يحبه ليرفع الله قدره ويُعْظِمَ أجره، ثم عاد تعالى إلى ذكر مريم وأنها بلغت في العبادة والكمال مبلغاً عظيماً فقال تعالى: {وإذ قالت الملائكة يا مريم إن الله اصطفاك}؛ أي: اختارك ووهب لك من الصفات الجليلة والأخلاق الجميلة {وطهرك}؛ من الأخلاق الرذيلة {واصطفاك على نساء العالمين}؛ ولهذا قال - صلى الله عليه وسلم -: «كمل من الرجال كثير، ولم يكمل من النساء إلا مريم بنت عمران وآسية بنت مزاحم وخديجة بنت خويلد، وفضل عائشة على النساء كفضل الثريد على سائر الطعام» ، فنادتها الملائكة عن أمر الله لها بذلك لتغتبط بنعم الله وتشكر الله، وتقوم بحقوقه، وتشتغل بخدمته، ولهذا قال الملائكة: {يا مريم اقنتي لربك}؛ أي: أكثري من الطاعة والخضوع والخشوع لربك وأديمي ذلك {واركعي مع الراكعين}؛ أي: صلي مع المصلين فقامت بكل ما أمرت به وبرزت وفاقت في كمالها. ولما كانت هذه القصة وغيرها من أكبر الأدلة على رسالة محمد - صلى الله عليه وسلم - حيث أخبر بها مفصلة محققة لا زيادة فيها ولا نقص، وما ذاك إلا لأنه وحي من الله العزيز الحكيم لا بتعلم من الناس قال تعالى: {ذلك من أنباء الغيب نوحيه إليك، وما كنت لديهم إذ يلقون أقلامهم أيهم يكفل مريم}؛ حيث جاءت بها أمها فاختصموا أيهم يكفلها لأنها بنت إمامهم ومقدمهم، وكلهم يريد الخير والأجر من الله حتى وصلت بهم الخصومة إلى أن اقترعوا عليها فألقوا أقلامهم مقترعين، فأصابت القرعة زكريا رحمة من الله به وبها فأنت ـ يا أيها الرسول ـ لم تحضر تلك الحالة لتعرفها فتقصها على الناس، وإنما الله نبأك بها، وهذا هو المقصود الأعظم من سياق القصص أنه يحصل بها العبرة، وأعظم العبر والاستدلال بها على التوحيد والرسالة والبعث وغيرها من الأصول الكبار {إذ قالت الملائكة يا مريم إن الله يبشرك بكلمة منه اسمه المسيح عيسى ابن مريم وجيهاً في الدنيا والآخرة ومن المقربين}؛ أي: له الوجاهة والجاه العظيم في الدنيا والآخرة عند الخلق، ومع ذلك فهو عند الله من المقربين الذين هم أقرب الخلائق إلى الله وأعلاهم درجة، وهذه بشارة لا يشبهها شيء من البشارات، ومن تمام هذه البشارة أنه {يكلم الناس في المهد}؛ فيكون تكليمه آية من آيات الله ورحمة منه بأمه وبالخلق، وكذلك يكلمهم {كهلاً}؛ أي: في حال كهولته، وهذا تكليم النبوة والدعوة والإرشاد، فكلامه في المهد فيه آيات وبراهين على صدقه ونبوته وبراءة أمِّه مما يظن بها من الظنون السيئة، وكلامه في كهولته فيه نفعه العظيم للخلق وكونه واسطة بينهم وبين ربهم في وحيه وتبليغ دينه وشرعه، ومع ذلك فهو {من الصالحين}؛ الذين أصلح الله قلوبهم بمعرفته وحبه، وألسنتهم بالثناء عليه وذكره وجوارحهم بطاعته وخدمته {قالت رب أنى يكون لي ولد ولم يمسسني بشر}؛ وهذا هو من الأمور المستغربة {قال كذلك الله يخلق ما يشاء}؛ ليعلم العباد أنه على كل شيء قدير وأنه لا ممانع لإرادته {إذا قضى أمراً فإنما يقول له كن فيكون. ويعلمه الكتاب}؛ أي: جنس الكتب السابقة والحكم بين الناس ويعطيه النبوة ويجعله {رسولاً إلى بني إسرائيل}؛ ويؤيده بالآيات البينات والأدلة القاهرة حيث قال: {أني قد جئتكم بآية من ربكم}؛ تدلكم أني رسول الله حقاً، وذلك {أني أخلق لكم من الطين كهيئة الطير فأنفخ فيه فيكون طيراً بإذن الله وأبرئ الأكمه}؛ وهو ممسوح العينين الذي فقد بصره وعيناه {والأبرص وأحيي الموتى بإذن الله وأنبئكم بما تأكلون وما تدخرون في بيوتكم، إن في ذلك}؛ المذكور {لآية لكم إن كنتم مؤمنين. ومصدقاً لما بين يدي من التوراة}؛ فأيده الله بجنسين من الآيات والبراهين الخوارق المستغربة التي لا يمكن لغير الأنبياء الإتيان بها، والرسالة والدعوة والدين الذي جاء به وأنه دين التوراة ودين الأنبياء السابقين، وهذا أكبر الأدلة على صدق الصادقين، فإنه لو كان من الكاذبين لخالف ما جاءت به الرسل ولناقضهم في أصولهم وفروعهم، فعلم بذلك أنه رسول الله وأن ما جاء به حق لا ريب فيه، وأيضاً فقوله: {ولأحل لكم بعض الذي حرم عليكم}؛ أي: ولأخفف عنكم بعض الآصار والأغلال {فاتقوا الله وأطيعون. إن الله ربي وربكم فاعبدوه}؛ وهذا ما يدعو إليه جميع الرسل عبادة الله وحده لا شريك له وطاعتهم، وهذا هو الصراط المستقيم الذي من سلكه أوصله إلى جنات النعيم. فحينئذ اختلفت أحزاب بني إسرائيل في عيسى فمنهم من آمن به واتبعه ومنهم من كفر به وكذبه ورمى أمه بالفاحشة كاليهود {فلما أحس عيسى منهم الكفر}؛ والاتفاق على رد دعوته {قال}؛ نادباً لبني إسرائيل على مؤازرته: {من أنصاري إلى الله، قال الحواريون}؛ أي: الأنصار: {نحن أنصار الله آمنَّا بالله واشهد بأنا مسلمون}؛ وهذا من مِنَّةِ الله عليهم وعلى عيسى حيث ألهم هؤلاء الحواريين الإيمان به والانقياد لطاعته والنصرة لرسوله {ربنا آمنا بما أنزلت واتبعنا الرسول}؛ وهذا التزام تام للإيمان بكل ما أنزل الله ولطاعة رسوله {فاكتبنا مع الشاهدين}؛ لك بالوحدانية ولنبيك بالرسالة ولدينك بالحق والصدق. وأما من أحسَّ عيسى منهم الكفرَ وهم جمهور بني إسرائيل فإنهم {مكروا}؛ بعيسى {ومكر الله}؛ بهم {والله خير الماكرين}؛ فاتفقوا على قتله وصلبه، وشُبِّهَ لهم شَبَهُ عيسى فقبضوا على من شُبِّهَ لهم به وقال الله لعيسى: {إني متوفيك ورافعك إليَّ ومطهرك من الذين كفروا}؛ فرفعه الله إليه، وطهره من الذين كفروا، وصلبوا من قتلوه، ظانِّين أنه عيسى، وباؤوا بالإثم العظيم. وسينزل عيسى بن مريم في آخر هذه الأمة حكماً عدلاً يقتل الخنزير ويكسر الصليب ويتبع ما جاء به محمد - صلى الله عليه وسلم -، ويعلم الكاذبون غرورَهم وخداعَهم وأنهم مغرورون مخدوعون. وقوله: {وجاعل الذين اتبعوك فوق الذين كفروا إلى يوم القيامة}؛ المراد بمن اتبعه الطائفة التي آمنت به ونصرهم الله على من انحرف عن دينه، ثم لما جاءت أمة محمد - صلى الله عليه وسلم - كانوا هم أتباعه حقًّا فأيدهم ونصرهم على الكفار كلهم، وأظهرهم بالدين الذي جاءهم به محمد - صلى الله عليه وسلم - {وعد الله الذين آمنوا منكم وعملوا الصالحات ليستخلفنهم في الأرض}؛ الآية. ولكن حكمة الله عادلة فإنها اقتضت أن من تمسك بالدين نصره النصر المبين، وأن من ترك أمره ونهيه ونبذ شرعه وتجرأ على معاصيه أن يعاقبه ويسلط عليه الأعداء. والله عزيز حكيم. وقوله: {ثم إليَّ مرجعكم فأحكم بينكم فيما كنتم فيه تختلفون}.
33-34. Yüce Allah’ın kulları arasından seçtiği kimseler vardır. O üstün faziletlerle, yüce sıfatlarla, faydalı bilgilerle, salih amellerle ve çeşitli özelliklerle onlara ihsan ve lütufta bulunur, onları beğenip seçer. Yüce Allah bu buyruklarda bu büyük aileleri, bunların arasındaki kemal sıfatlarını elde etmiş üstün ve kâmil erkeklerin bazılarını söz konusu etmektedir. Faziletin ve hayrın bu üstün şahsiyetlerin zürriyetlerinde müteselsilen devam ettiğini, onların erkek ve kadınlarını da kapsamına aldığını ortaya koymaktadır. İşte bu Yüce Allah’ın en üstün lütuflarından, cömertlik ve kereminin en değerlilerinden birisidir. “Allah hakkıyla işitendir, bilendir.” Kimin fazilete ve üstün kılınmaya layık olduğunu çok iyi bilir. O hikmetinin gerektirdiği yerde de lütfunu ve faziletini ihsan eder. 35. Yüce Allah zikri geçen ailelerin büyüklüğünü vurguladıktan sonra Meryem ile oğlu İsa’nın kıssasını ve onların bu faziletli aileler arasında nasıl bir silsileden geldiklerini, başından sonuna kadar hangi durumlardan geçtiklerini söz konusu etmektedir. İmran’ın hanımının, Rabbine niyaz ederek, O’nun Beytini tazim ve O’na itaate devamı ihtiva eden ve Allah’ın sevdiği, O’na yakınlaştırıcı bir ibadet ile O’na yakınlaşmak niyetiyle şöyle dediğini zikretmektedir: “Rabbim ben karnımdakini her kayıttan azade olarak sana adadım.” Yani ben karnımdakini ibadet edenlerle dolup taşan ibadet evinin bir hizmetkârı olarak adadım. “Benden kabul buyur.” Bu amelimi kabul et. Yani bu amelimin temelini iman ve ihlâs kıl, hayır ve sevaplar ile onu sonuçlandır. 36. “Fakat onu doğurunca: “Rabbim ben kız doğurdum…” İmran’ın hanımının bu sözlerinde sanki bir çeşit niyaz ve bir çeşit burukluk vardır. Çünkü o adağını karnındaki yavrunun erkek olacağını düşüncesiyle yapmıştı. Erkek ise güç ve kuvvet sahibi kimselerin ortaya koydukları gibi bu işleri yaparken güçlü bir şekilde gerçekleştirir, hizmetini ve bu hizmeti gerçekleştirmek için gerekli işleri güçlü ve yetkin bir şekilde yapar. Kız ise böyle değildir. 37. Yüce Allah onun kalbinin burukluğunu gidererek adağını kabul etti ve bu kız, birçok erkekten daha doğrusu erkeklerin birçoğundan daha mükemmel ve daha eksiksiz hizmetler ifa etti. Onun varlığı ile Allah, erkekler ile elde edilenden çok daha büyük maksatları gerçekleştirdi. Bundan dolayıdır ki Yüce Allah burada: “Rabbi onu güzel bir kabul ile kabul etti. Güzel bir şekilde yetiştirdi” buyurmaktadır. Yani din, ahlâk, edep yönünden hayret edilecek bir terbiyeden geçti. Bu terbiye ile bütün halleri kemal derecesine ulaştı, bu sayede salih sözlere ve fiillere sahip oldu, gelişip kemale erdi. Allah Zekeriyya aleyhisselam’ı onun bakımıyla görevlendirdi. Bir kimsenin terbiyesini, kamil ve ıslah edici kimselerden birisinin üzerine alması Yüce Allah’ın o kuluna ihsan ettiği lütuflardan biridir. Diğer taraftan Yüce Allah, hem Meryem’e hem de Zekeriyya’ya ikramda bulunmuştur. Çünkü Meryem’e hiçbir şekilde yorulmadan, çabalamadan rızık ihsan etmişti. Bu, Yüce Allah’ın Meryem’i kendisi ile taltif ettiği bir keramettir. Zira: “Zekeriyya her ne zaman onun yanına, mihraba girse” ibadet mahalline bu ifade, Meryem’in çokça namaz kıldığına ve ibadet mahallinden ayrılmadığına işaret etmektedir. “yanında” afiyetle yiyeceği hazırlanmış “bir rızık buluyordu. “Ey Meryem! Bu sana nereden geliyor?” dedi. O da: “O, Allah katındandır.” dedi. Şüphesiz Allah dilediğine hesapsız rızık verir.” 38. Zekeriyya bu durumu, yani Allah’ın Meryem’e olan büyük iyilik ve lütfunu görünce Yüce Allah’tan çocuk sahibi olmaktan ümidini kestiği bir zamanda çocuk sahibi olmayı dilemeyi hatırına getirdi ve şöyle dua etti: “Rabbim, bana katından tertemiz bir soy bağışla!…” 39. “katından bir kelimeyi tasdik edici” Allah katından olan kelime İsa b. Meryem’dir. Zekeriyya’nın bu şerefli peygamberle müjdelenmesi aynı zamanda Meryem oğlu İsa ile müjdelenmeyi, onu tasdik etmeyi, onun risaletine dair tanıklıkta bulunmayı da ihtiva etmektedir. Allah’tan gelen bu kelime, şerefli bir kelimedir. Allah bunu özel olarak Meryem oğlu İsa’ya tahsis etmiştir. Yoksa o da esas itibari ile bütün yaratıkları kendisi ile var etmiş olduğu kelimelerinden bir kelimedir. Nitekim Yüce Allah, İsa’nın bu özelliğine şöylece dikkat çekmektedir: “Muhakkak ki İsa’nın misali Allah nezdinde Âdem’in misali gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ona “Ol” dedi, o da oluverdi. (Aynı şekilde İsa’ya da “Ol” dedi, o da oluverdi)” (Al-i İmran, 3/59) “efendi, nefsini sakındıran” yani doğacağı müjdelenen kişi olan Yahya, peygamberlerin en faziletlilerinden ve en şereflilerinden olan efendi birisidir. (“Nefsini sakındıran” anlamı verilen) “حصور”, bir görüşe göre çocuğu olmayan ve kadınlara karşı arzusu bulunmayan kimse demektir. Bir diğer açıklamaya göre ise günahlardan ve zarar verici arzulardan korunup muhafaza edilmiş kimse demektir ki iki anlamdan en uygun olanı da budur. “salihlerden bir peygamber” yani salih olmada üstün bir zirveye ulaşmış kimselerden. 40. “Rabbim, gerçekten ben kocamış iken ve eşim de kısır olduğu halde benim nasıl bir oğlum olur?” Bu ikisi çocuk sahibi olmaya engeldir. Peki, ey Rabbim durumum çocuk sahibi olmaya elverişli değilken hangi yolla benim oğlum olacak? “Öyle, Allah dilediğini yapar.” Yüce Allah’ın hikmeti, her bir işin bilinen sebeplerine bağlı olarak cereyan etmesini gerektirmesine rağmen bazen bu sebeplerin dışına çıkmayı gerektirdiği de olur. Çünkü O dilediğini yapandır. Sebepler kudretine boyun eğmiştir, O’nun meşiet ve iradesinin etkisi altındadır. Ne kadar güçlü olursa olsun hiçbir sebep, O’nun kudretine karşı koyamaz. 41. “Rabbim, bana bir alâmet ver” ki onunla sevineyim ve müjdeye kavuşayım. Ey Rabbim, ben bana bildirdiğin habere kesinlikle inanıyorum; ama rahmetin öncü haberleri ve lütfun mukaddimeleri ile ruh sevinir, kalp de mutmain olur. “Senin alâmetin insanlarla üç gün süre ile işaret dışında konuşamamandır.” Bu süre içerisinde sen de “Rabbini çokça an ve sabah akşam tesbih et.” Günün başında da sonunda da O’nu tesbih et. Bu süre zarfında konuşamaması, böyle bir durumda kocamış yaşlı bir erkek ile kısır bir kadından doğacak çocuğa uygun bir alâmet idi. Diğer taraftan dili ile Yüce Allah’ı anıp O’nu tesbih etmekle birlikte insanlarla konuşamaması diğer bir alâmet idi. İşte o zaman sevindi, Yüce Allah’a şükretti, sabah ve akşam vakitlerinde çokça Allah’ı anıp tesbih etti. Bu çocuğun (Yahya) dünyaya gelişi de İmran kızı Meryem’in, Zekeriyya’ya ulaşmasına vesile olduğu bereketlerden biri idi. Çünkü Yüce Allah’ın Meryem’e lütfettiği o hesapsızca verilen güzel rızık, Zekeriyya’yı Allah’a niyazda ve dilekte bulunmak için heyecana getirdi ve bu dilekte bulunmayı hatırlamasını sağladı. Sebebi de sonucu da lütfeden Yüce Allah’tır. Ancak O, sevdiği kimseler vasıtası ile sevilecek bir takım işleri takdir eder. Böylelikle Allah o kimsenin kadrini yükseltip ecrini çoğaltır. Daha sonra Yüce Allah, tekrar Meryem’i söz konusu etmeye ve ibadet ve kemalde onun çok büyük bir dereceye ulaştığına dair açıklamalara dönerek şöyle buyurmaktadır: 42. “Hani melekler şöyle demişti: Ey Meryem! Şüphesiz ki Allah seni seçti” sana üstün nitelikler ve güzel bir ahlâk verdi, buna karşılık kötü huylardan da “seni arındırdı ve seni âlemlerin kadınlarına üstün kıldı.” Bundan dolayı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Erkeklerden kemale eren çok kişi olmuştur, kadınlardan kemale erenler ise yalnızca İmran kızı Meryem, Muzahim kızı Âsiye ve Huveylid kızı Hatice’dir. Âişe’nin sair kadınlara üstünlüğü ise tiridin diğer yemeklere üstünlüğü gibidir.” 43. Melekler bu hususta ona Allah’ın emri ile seslendiler ki o, Yüce Allah’ın nimetleri dolayısı ile sevinsin, Allah’a şükretsin, O’nun haklarını yerine getirsin ve O’na ibadet ile meşgul olsun. Bundan dolayı melekler devamla: “Ey Meryem, Rabbine kunut et” Rabbine çokça itaat et, gönülden gelen bir sevgi ile O’na boyun eğ ve bunu sürekli yap “secdeye kapan ve rüku edenlerle beraber rükû et” yani namaz kılanlarla birlikte sen de namaz kıl. Meryem de emrolunduğu her bir hususu yerine getirdi; böylelikle kemal ve olgunluğu ile belirli bir konuma yükseldi, üstün bir noktaya geldi. 44. Bu kıssa ve diğerleri Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in risaletinin en büyük delillerindendir. Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bu kıssayı tafsilatlı ve gerçeğe uygun olarak bildirmiştir. Ne bir fazla ne bir eksik. Bunun böyle olması ise Kur’ân-ı Kerîm’in Aziz ve Hakim olan Allah tarafından vahiy ile bildirilmesinden ötürüdür. Yoksa insanlardan öğrenerek anlatılmış değildir. Bunun tek sebebi budur. İşte bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Bunlar sana vahyetmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. Onlar Meryem’in bakımını hangisi üzerine alacak diye kalemlerini atarlarken sen yanlarında olmadığın gibi, onlar çekişirlerken de sen yanlarında değildin.” Annesi Meryem’i getirdiğinde hangileri onun bakımını üstlenecek diye kendi aralarında tartışmaya koyuldular. Çünkü Meryem önderlerinin ve başlarının kızı idi. Hepsi de Allah’tan hayır ve ecir kazanmak istiyorlardı. Nihâyet aralarındaki tartışma bu hususta kur’a çekme noktasına kadar geldi. Kur’a çekmek üzere kalemlerini attılar ve kur’a -Yüce Allah’ın hem Zekeriyya’ya hem de Meryem’e bir rahmeti olarak- Zekeriyya’ya çıktı. İşte ey Peygamber; bunlar olurken sen orada değildin ki bunu bilesin ve insanlara bunu anlatasın. Sana bunu bildiren ancak Allah Teala’dır. İşte kıssaların nakledilmesindeki en büyük maksat, onlardan ibret alınmasıdır. En büyük ibret ise bu kıssaları tevhide, risalete, öldükten sonra dirilişe ve bunun dışındaki diğer önemli temel konulara delil görebilmektir. 45-46. “Dünyada da âhirette de şanı yücedir ve mukarreblerdendir.” Yani dünyada da âhirette de insanlar nezdinde şerefli ve büyük bir mevkiye sahiptir. Bununla birlikte O, Allah nezdinde de yaratılmışların Yüce Allah’a en yakınları, derece itibarı ile de en üstünleri olan “mukarreb” kimselerdendir. Şüphesiz ki bu, benzersiz bir müjdedir. Bu müjdeyi daha da mükemmelleştiren bir husus ise onun: “Beşikte iken de...” insanlarla konuşmasıdır. Onun insanlarla bu şekilde konuşması Allah’ın mucizelerinden bir mucize, onun annesine ve diğer insanlara olan bir rahmetidir. Aynı şekilde İsa “yetişkinliğinde de insanlarla konuşacaktır.” Bu konuşma ise onun peygamber olarak davet ve irşad kastı ile konuşmasıdır. Beşikteki konuşması, onun doğruluğuna, peygamberliğine, annesinin ise hakkında kötü zanlardan beri olduğuna dair açık mucizelerden ve kesin delillerdendir. Yetişkinliğindeki konuşması ise insanlara oldukça büyük faydaları ihtiva eder. İnsanlar ile Rab’leri arasında Allah’ın vahyi, dininin ve şeriatının tebliği hususunda vasıta oluşunun insanlara faydası elbetteki pek büyüktür. Bununla birlikte o “salihlerdendir.” Yani öyle kimselerdendir ki Allah onların kalplerini marifeti ve muhabbeti ile dillerini övgüsü ve zikri ile azalarını da itaati ve kendi uğruna hizmet ile ıslah etmiştir. 47. “Dedi ki: “Rabbim, bana hiçbir beşer dokunmamışken benim nasıl çocuğum olur?” Çünkü bu, hayret edilecek bir husustur. “Öyle, Allah dilediğini yaratır...” Böylelikle kullar O’nun herşeye kadir olduğunu bilsinler ve O’nun iradesine hiçbir şeyin engel olamayacağını kavrasınlar. “O, bir işe hükmedince ona yalnızca “Ol” der, o da oluverir.” 48. (Bir de Allah) ona kitabı... öğretecek.” Yani kendinden önceki kitapları, insanlar arasında hüküm vermeyi öğretecek, ona peygamberlik ihsan edecektir. 49. Ve Allah onu “İsrailoğullarına peygamber olarak gönderecek” apaçık âyetlerle ve karşı konulamaz delillerle destekleyecektir. Çünkü İsa şöyle diyecekti: “Ben size Rabbinizden bir mucize ile geldim” ve bu benim gerçekten size Allah’ın göndermiş olduğu bir peygamberi olduğumu göstermektedir. Şöyle ki: “Size çamurdan kuş şekli yapar ve ona üfürürüm. Allah’ın izni ile o da derhal bir kuş olur. Yine Allah’ın izni ile anadan doğma körü” âyet-i kerimedeki “الأكمه”; hem görme yetisini hem de gözlerini tamamıyla kaybetmiş, gözleri silme kör olan kimse demektir. “alacalıyı iyi eder ve ölüyü diriltirim. Evlerinizde yediğiniz ve biriktirdiğiniz şeyleri size haber veririm. Elbette bunlarda” sözü geçen hususlarda (büyük bir) delil vardır, eğer iman eden kimseler iseniz.” 50-51. “Benden önce gelen Tevrat’ı tasdik edici olarak...” Yüce Allah onu iki tür mucize ve delille desteklemiştir. İlki peygamber olmayanların göstermesine imkân olmayan harikulade haller. İkincisi de onun getirdiği risalet, davet ve din ki bu da Tevrat ve önceki peyamberlerin dinidir. İşte bu da doğru söyleyenlerin doğruluğunun en büyük bir delilidir. Çünkü eğer o yalan söyleyen kimselerden olsa idi, onun getirdiklerinin, peygamberlerin getirdiğine muhalif olması, inanç esaslarında ve fer’î meselelerde onlarla çelişmesi gerekirdi. İşte böylelikle onun Allah’ın peygamberi olduğu ve onun getirdiklerinin de hiçbir şüphe söz konusu olmayan hakkın tâ kendisi olduğu ortaya çıkmıştır. “ve size (önceden) haram kılınan bazı şeyleri helâl kılmak için geldim” yani üzerinizdeki bazı ağır yükleri, sırtınızdaki sorumlulukları hafifletmeye geldim. “O halde Allah’tan korkup sakının ve bana itaat edin. Şüphesiz Allah benim de Rabbim sizin de Rabbinizdir. Öyle ise O’na ibadet edin.” İşte bütün peygamberlerin kendisine davet ettikleri şey budur. Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmaksızın yalnızca O’na ibadet etmek ve peygamberlere itaat etmek. İşte dosdoğru yol budur ve bu yol, izleyeni Naîm cennetlerine ulaştırır. 52. İsrailoğullarının çeşitli fırkaları İsa hakkında görüş ayrılığına düştüler. Onlardan kimisi ona iman edip tabi oldu; kimisi de küfredip yalanladı ve annesini de Yahudiler gibi fuhuş işlemekle itham etti. “İsa onlardan küfrü” ve davetini reddetmek üzere ittifak üzere olduklarını “sezince” İsrailoğullarına kendisini desteklemeye teşvik eden bir üslûpla şöyle dedi: “Allah’a (giden yolda) bana yardım edecekler kimlerdir? Havariler” yani yardımcıları “şöyle dediler: Biz, Allah’ın yardımcılarıyız. Allah’a iman ettik, sen de bizim müslümanlar olduğumuza şahit ol!” Bu da Yüce Allah’ın hem onlara hem de İsa’ya bir lütfudur. Çünkü havarilere kendisine iman edip itaatine boyun eğmelerini, peygamberine de yardımcı olmalarını ilham etmişti. 53. “Rabbimiz, indirdiğine iman ettik ve Rasul’e tabi olduk” Bu da Yüce Allah’ın bütün indirdiklerine imana ve rasûlüne de itaate tam bir bağlılığı ifade eder. “Artık bizi” senin vahdaniyetine, peygamberinin risaletine, dininin hak ve gerçek olduğuna dair şahitlik eden “şahitlerle beraber yaz!” 54. İsa’nın küfürlerini sezdiği kimselere gelince onlar İsrailoğullarının çoğunluğunu teşkil ediyorlardı. İşte “onlar” İsa’ya “tuzak kurdulur. Allah da” onlara “tuzak kurdu. Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır.” İsrailoğulları İsa’yı öldürüp onu haça germek konusunda görüş birliğine vardılar; ancak yakaladıkları kimse İsa’ya benzer gösterildi ve böylelikle onlar İsa’ya benzettikleri kimseyi yakaladılar. Allah da İsa’ya hitaben şöyle buyurdu: 55. “Seni vefat ettireceğim, kendime yükselteceğim ve seni o kâfirler arasından tertemiz çıkaracağım.” Böylece Yüce Allah İsa’yı kendisine yükseltti, kâfirler arasından onu tertemiz çıkardı, onlar ise İsa sandıkları bir başkasını öldürüp çarmıha gerdiler ve böylelikle büyük bir günah işlediler. Bu ümmetin son dönemlerinde Meryem oğlu İsa aleyhisselam adaletli bir yönetici olarak inecektir. Domuzu öldürecek, haçı kıracak, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in getirdiklerine tâbî olacaktır. Yalancılar da aldanış ve aldatmalarının farkına varacak, kendilerinin aldandıklarını ve aldanışa düştüklerini anlayacaklardır. “Sana uyanları da Kıyamet gününe kadar kâfirlerin üstünde tutacağım.” İsa’ya uyanlardan kasıt ona iman eden ve Yüce Allah’ın İsa’nın dininden sapanlara karşı kendilerine yardım ve destek verdiği kimselerdir. Daha sonra Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in ümmeti geldiğinde artık gerçek manada ona tâbî olanlar onlar oldular. Allah da onlara destek verdi ve bütün kâfirlere karşı onlara yardımcı oldu. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in kendilerine getirmiş olduğu din ile onlara üstünlük ve zafer verdi: “Allah içinizden iman edip salih amel işleyenlere onları kesinlikle yeryüzünde halife kılacağını vaat etti...” (en-Nur, 24/55) Ancak Yüce Allah’ın hikmetinde adalet de vardır ki O’nun hikmeti şunu hükme bağlamıştır: Dine sımsıkı yapışan kimselere Allah apaçık bir zafer verir ve onlara yardımcı olur. O’nun emir ve yasaklarını terk edip şeriatını bir kenara atan, O’na isyan etmek cesaretini gösteren kimseleri ise cezalandırır ve düşmanları ona musallat kılar. Allah Azîzdir, Hakimdir. “Sonra hepinizin dönüşü bana olacak ve Ben de ayrılığa düştüğünüz konularda aranızda hüküm vereceğim.”
Yüce Allah onlara ne yapacağını beyan ederek şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 56 - 57 #
{فَأَمَّا الَّذِينَ كَفَرُوا فَأُعَذِّبُهُمْ عَذَابًا شَدِيدًا فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ وَمَا لَهُمْ مِنْ نَاصِرِينَ (56) وَأَمَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَيُوَفِّيهِمْ أُجُورَهُمْ وَاللَّهُ لَا يُحِبُّ الظَّالِمِينَ (57)}.
56- Kafirlere dünyada da âhirette de şiddetli bir azapla azap edeceğim. Onların hiçbir yardımcıları da olmayacaktır. 57- İman edip salih ameller işleyenlere gelince Allah onların ecirlerini eksiksiz verecektir. Allah zalimleri sevmez.
#
{56 ـ 57} وهذا الجزاء عام لكل من اتصف بهذه الأوصاف من جميع أهل الأديان السابقة. ثم لما بعث سيد المرسلين وخاتم النبيين، ونسخت رسالته الرسالات كلها، ونسخ دينه جميع الأديان صار المتمسك بغير هذا الدين من الهالكين. وقوله تعالى:
56-57. Bu, söz konusu niteliklere sahip olan geçmiş din mensuplarının tümü hakkında genel bir cezadır. Yüce Allah peygamberlerin efendisi ve sonuncusunu peygamber olarak gönderip onun risaleti bütün risaletleri, dini bütün dinleri nesh ettikten sonra ise artık bu dinden başkasına sarılan kimseler helâk edilenlerden olur.
Ayet: 58 #
{ذَلِكَ نَتْلُوهُ عَلَيْكَ مِنَ الْآيَاتِ وَالذِّكْرِ الْحَكِيمِ (58)}.
58- Bunlar sana okuduğumuz âyetlerden ve hikmet dolu zikirdendir.
#
{58} أي: هذا القرآن العظيم الذي فيه نبأ الأولين والآخرين والأنبياء والمرسلين هو آيات الله البينات، وهو الذي يذكر العباد كل ما يحتاجونه، وهو الحكيم المحكم صادق الأخبار، حسن الأحكام.
58. Yani öncekilerin ve sonrakilerin haberlerinin, peygamberlerin ve rasûllerin haberlerinin yer aldığı bu yüce Kur’ân-ı Kerîm, Allah’ın apaçık âyetleridir. Kulların gerek duydukları her şeyi açıklayıp öğüt veren odur. Bu Kitap hikmet dolu, muhkem, haberleri dosdoğrudur ve hükümlerin en güzelini ihtiva eder.
Ayet: 59 - 63 #
{إِنَّ مَثَلَ عِيسَى عِنْدَ اللَّهِ كَمَثَلِ آدَمَ خَلَقَهُ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ قَالَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ (59) الْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ فَلَا تَكُنْ مِنَ الْمُمْتَرِينَ (60) فَمَنْ حَاجَّكَ فِيهِ مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَكَ مِنَ الْعِلْمِ فَقُلْ تَعَالَوْا نَدْعُ أَبْنَاءَنَا وَأَبْنَاءَكُمْ وَنِسَاءَنَا وَنِسَاءَكُمْ وَأَنْفُسَنَا وَأَنْفُسَكُمْ ثُمَّ نَبْتَهِلْ فَنَجْعَلْ لَعْنَتَ اللَّهِ عَلَى الْكَاذِبِينَ (61) إِنَّ هَذَا لَهُوَ الْقَصَصُ الْحَقُّ وَمَا مِنْ إِلَهٍ إِلَّا اللَّهُ وَإِنَّ اللَّهَ لَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ (62) [فَإِنْ تَوَلَّوْا فَإِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ بِالْمُفْسِدِينَ (63)] }.
59- Doğrusu Allah katında İsa’nın durumu Âdem’in durumu gibidir: Onu topraktan yarattı, sonra ona: Ol, dedi, o da oluverdi. 60- Bu (anlatılanlar) Rabbinden gelen haktır. Öyle ise şüphe edenlerden olma. 61- Sana gelen ilimden sonra artık kim seninle onun hakkında çekişirse de ki: “Gelin, hem siz hem biz, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı çağıralım. Sonra niyaz edelim de Allah’ın lanetinin yalan söyleyenlerin üzerine olmasını isteyelim. 62- İşte doğru olan kıssa budur. Allah’tan başka (hak) ilâh yoktur ve şüphesiz Allah Azîzdir, Hakîmdir. 63- Artık yüz çevirirlerse (bilsinler ki) şüphesiz Allah fesatçıları çok iyi bilendir.
#
{59 ـ 62} لما ذكر قصة مريم وعيسى ونبأهما الحق، وأنه عبد أنعم الله عليه، وأن من زعم أن فيه شيئاً من الإلهية فقد كذب على الله، وكذب جميع أنبيائه وكذب عيسى - صلى الله عليه وسلم - فإن الشبهة التي عرضت لمن اتخذه إلهاً شبهة باطلة، فلو كان لها وجه صحيح لكان آدم أحق منه فإنه خلق من دون أم ولا أب، ومع ذلك فاتفق البشر كلُّهم على أنه عبد من عباد الله، فدعوى إلهية عيسى بكونه خلق من أم بلا أب دعوى من أبطل الدعاوي، وهذا هو الحق الذي لا ريب فيه أن عيسى كما قال عن نفسه: {ما قلت لهم إلا ما أمرتني به أن اعبدوا الله ربي وربكم}؛ وكان قد قدم على النبي - صلى الله عليه وسلم - وفد نصارى نجران ، وقد تصلبوا على باطلهم بعدما أقام عليهم النبي - صلى الله عليه وسلم - البراهين بأن عيسى عبد الله ورسوله حيث زعموا إلهيته، فوصلت به وبهم الحال إلى أن أمره الله تعالى أن يباهلهم فإنه قد اتضح لهم الحق ولكن العناد والتعصب منعاهم منه، فدعاهم رسول الله - صلى الله عليه وسلم - إلى المباهلة بأن يحضر هو وأهله وأبناؤه، وهم يحضرون بأهلهم وأبنائهم ثم يدعون الله تعالى أن ينزل عقوبته ولعنته على الكاذبين، فتشاوروا هل يجيبونه إلى ذلك، فاتفق رأيهم أن لا يجيبوه لأنهم عرفوا أنه نبي الله حقًّا، وأنهم إن باهلوه هلكوا هم وأولادهم وأهلوهم فصالحوه وبذلوا له الجزية، وطلبوا منه الموادعة والمهادنة فأجابهم - صلى الله عليه وسلم - ولم يحرجهم لأنه حصل المقصود من وضوح الحق، وتبين عنادهم حيث صمموا على الامتناع عن المباهلة، وذلك يبرهن على أنهم كانوا ظالمين. ولهذا قال تعالى: {إن هذا لهو القصص الحق}؛ أي: الذي لا ريب فيه، {وإن الله لهو العزيز} الذي قهر بقدرته وقوته جميع الموجودات وأذعنت له سكان الأرض والسماوات، ومع ذلك فهو {الحكيم}؛ الذي يضع الأشياء مواضعها وينزلها منازلها.
59. Yüce Allah Meryem ile İsa’nın kıssasını ve onların gerçek haberlerini söz konusu edip İsa’nın Allah’ın kendisine nimet ihsan ettiği bir kulu olduğunu belirttikten sonra, İsa’nın ulûhiyetini iddia eden kimselerin, Allah’a karşı yalan ve iftira düzüp bütün peygamberleri ve İsa’yı yalanlamış olacağını zikretmiştir. Çünkü İsa’yı ilâh edinen kimselerin bu konudaki şüpheleri batıl bir şüphedir. Eğer bu şüphenin haklı bir yönü olsaydı Âdem, ilah olmaya ondan daha layık olurdu. Çünkü Adem hem annesiz, hem de babasız yaratılmıştır. Bununla birlikte bütün insanlar Âdem’in Allah’ın kullarından bir kul olduğunu ittifakla kabul etmektedirler. Dolayısı ile babasız ama bir anneden yaratılmış olduğuna dayanarak İsa’nın ilâhlığını iddia etmek, iddiaların en batıl olanlarındandır. 60. İşte hiçbir şüphe taşımayan hakkın ta kendisi, budur. İsa bizzat kendisinin de kendi hakkında söylediği gibi asla bir ilâh değildir: “Ben onlara bana emrettiğin (şu emirden) başkasını söylemedim: Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a ibadet edin...” (el-Maide, 5/17) 61-63. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in yanına Necran hıristiyanlarından bir heyet gelmişti. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem onlara karşı İsa’nın Allah’ın kulu ve Rasûlü olduğuna dair apaçık delilleri ortaya koymasına rağmen onlar batıl inançlarından taviz vermediler. Zira onlar İsa’nın ilâh olduğunu iddia etmişlerdi. Nihâyet her iki taraf da öyle bir noktaya geldiler ki, sonunda Yüce Allah, Peygamber’e onlarla mübahale yapmasını emretti. Çünkü onlar için hak açıklık kazanmış bulunmaktaydı. Fakat inat ve taassupları onları hakkı kabul etmekten alıkoymuştu. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de onları mübahaleye davet etti. Şöyle ki kendisi, aile halkını ve çocuklarını getirecek onlar da kendi aile halkını ve çocuklarını getirecekler ve sonra hep birlikte Yüce Allah’a, yalan söyleyenlerin üzerine cezasını ve lanetini indirmesi için dua edeceklerdi. Bu isteği kabul etsinler mi diye kendi aralarında istişare ettiler. Nihâyet onun bu isteğini kabul etmemekte görüş birliğine vardılar. Çünkü onlar Peygamber’in Allah’ın gerçek peygamberi olduğunu anlamışlardır. Yine anlamışlardı ki eğer onunla mübahalede bulunacak olsalardı helâk olurlardı, hem kendileri hem de aile halkları ve çoluk çocukları. O nedenle onunla sulh yaptılar, ona cizye vermeyi kabul ettiler ve ondan iyi ilişkiler içinde olmayı istediler. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de onların isteklerini kabul etti ve onları zora koşmadı. Çünkü maksat olan hakkın açığa çıkması tahakkuk etmişti ve onların inatları da ortaya çıkmıştı. Zira mübahaleyi kabul etmemeyi kararlaştırmışlardı. Bu ise onların zalim olduklarının apaçık delilidir. İşte bundan dolayı Yüce Allah devamla şöyle buyurmaktadır: “İşte doğru olan kıssa budur” ve bu kıssada hiçbir şüphe yoktur. “Şüphesiz Allah Azîzdir” kudret ve kuvvetiyle bütün mevcudatı emrine boyun eğdirmiştir, yeryüzünün ve göklerin bütün sakinleri O’na itaat etmişlerdir. Bununla birlikte O “Hakîmdir” her şeyi yerli yerince koyandır ve olmaları gereken yerlere yerleştirendir.
Ayet: 64 #
{قُلْ يَاأَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْا إِلَى كَلِمَةٍ سَوَاءٍ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ أَلَّا نَعْبُدَ إِلَّا اللَّهَ وَلَا نُشْرِكَ بِهِ شَيْئًا وَلَا يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضًا أَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللَّهِ فَإِنْ تَوَلَّوْا فَقُولُوا اشْهَدُوا بِأَنَّا مُسْلِمُونَ (64)}.
64- De ki: “Ey Ehl-i kitap! Bizimle sizin aranızda ortak bir kelimeye gelin: Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim ve O’na hiçbir şeyi ortak tutmayalım. Kimimiz de kimimizi Allah’ın yanı sıra rabler edinmesin.” Eğer yüz çevirirlerse: “Şahit olun ki biz müslümanlarız” deyin.
#
{64} هذه الآية الكريمة كان النبي - صلى الله عليه وسلم - يكتب بها إلى ملوك أهل الكتاب. وكان يقرأ أحياناً في الركعة الأولى من سنة الفجر {قولوا آمنا بالله}؛ الآية؛ ويقرأ بها في الركعة الآخرة من سنة الصبح لاشتمالها على الدعوة إلى دين واحد، قد اتفقت عليه الأنبياء والمرسلون، واحتوت على توحيد الإلهية المبني على عبادة الله وحده لا شريك له، وأن يعتقد أن البشر وجميع الخلق كلهم في طور البشرية لا يستحق منهم أحد شيئاً من خصائص الربوبية ولا من نعوت الإلهية، فإن انقاد أهل الكتاب وغيرهم إلى هذا فقد اهتدوا و {إن تولوا فقولوا اشهدوا بأنا مسلمون}؛ كقوله تعالى: {قل يا أيها الكافرون ... }؛ إلى آخرها.
64. Bu âyet-i kerimeyi peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Kitap ehlinin hükümdarlarına yazdığı mektuplarında kaydederdi. Bazen de sabah namazının sünnetinin birinci rekâtinde: “Deyin ki: Biz Allah’a... iman ettik” (el-Bakara, 2/136) âyetini, ikinci rekâtinde de bu ayeti okurdu. Çünkü bu âyet-i kerime, bütün peygamberlerin ve rasûllerin üzerinde ittifak ettiği tek dine daveti ihtiva etmektedir. Yine o, yalnızca Allah’a ibadet etmek ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamak esasına dayanan uluhiyet tevhidini de ihtiva etmektedir. Bütün insanların birer beşer olduklarına, hiçbir kimsenin rububiyet özelliğine hak kazanamayacağına ve ulûhiyetin hiçbir niteliğine sahip olamayacağına inanmaları gerektiğini de ihtiva etmektedir. İşte Kitab ehli ve başkaları bunu kabul edecek olurlarsa hidâyet bulmuş olurlar. “Eğer yüz çevirirlerse: “Şahit olun ki biz müslümanlarız, deyin” Bu da Yüce Allah’ın: “De ki! Ey kâfirler...” (el-Kâfirun, 109/1-6) suresinde dile getirilen buyrukların benzerini ifade etmektedir.
Ayet: 65 - 68 #
{يَاأَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تُحَاجُّونَ فِي إِبْرَاهِيمَ وَمَا أُنْزِلَتِ التَّوْرَاةُ وَالْإِنْجِيلُ إِلَّا مِنْ بَعْدِهِ أَفَلَا تَعْقِلُونَ (65) هَاأَنْتُمْ هَؤُلَاءِ حَاجَجْتُمْ فِيمَا لَكُمْ بِهِ عِلْمٌ فَلِمَ تُحَاجُّونَ فِيمَا لَيْسَ لَكُمْ بِهِ عِلْمٌ وَاللَّهُ يَعْلَمُ وَأَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ (66) مَا كَانَ إِبْرَاهِيمُ يَهُودِيًّا وَلَا نَصْرَانِيًّا وَلَكِنْ كَانَ حَنِيفًا مُسْلِمًا وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكِينَ (67) إِنَّ أَوْلَى النَّاسِ بِإِبْرَاهِيمَ لَلَّذِينَ اتَّبَعُوهُ وَهَذَا النَّبِيُّ وَالَّذِينَ آمَنُوا وَاللَّهُ وَلِيُّ الْمُؤْمِنِينَ (68)}.
65- Ey Kitap ehli! İbrahim hakkında niçin tartışıp duruyorsunuz? Hâlbuki Tevrat da İncil de ancak ondan sonra indirildi. Akıl erdiremiyor musunuz? 66- Hadi siz bilginiz olan bir hususta tartıştınız diyelim; peki hiçbir bilginiz olmayan bir hususta ne diye tartışıyorsunuz? Allah bilir, siz bilmezsiniz. 67- İbrahim ne yahudi idi, ne de Hıristiyan. Aksine o müslüman bir hanif idi. Müşriklerden de değildi. 68- Şüphesiz insanlar arasında İbrahim’e en yakın olanlar, elbette onun izinden gidenler, şu peygamber ve iman edenlerdir. Allah mü’minlerin dostudur.
#
{65 ـ 68} كانت الأديان كلها اليهود والنصارى والمشركون وكذلك المسلمون كلهم يدعون أنهم على ملة إبراهيم، فأخبر الله تعالى أن أولى الناس به محمد - صلى الله عليه وسلم - وأتباعه وأتباع الخليل قبل محمد - صلى الله عليه وسلم -، وأما اليهود والنصارى والمشركون فإبراهيم بريء منهم ومن ولايتهم لأن دينه الحنيفية السمحة التي فيها الإيمان بجميع الرسل وجميع الكتب، وهذه خصيصة المسلمين، وأما دعوى اليهود والنصارى أنهم على ملة إبراهيم فقد علم أن اليهودية والنصرانية التي هم يدعون أنهم عليها لم تؤسس إلا بعد الخليل، فكيف يحاجون في هذا الأمر الذي يعلم به كذبهم وافتراؤهم، فهب أنهم حاجوا فيما لهم به علم فكيف يحاجون في هذه الحالة، فهذا قبل أن ينظر ما احتوى عليه قولهم من البطلان يعلم فساد دعواهم، وفي هذه الآية دليل على أنه لا يحل للإنسان أن يقول أو يجادل فيما لا علم له به. وقوله: {والله ولي المؤمنين}؛ فكلما قوي إيمان العبد تولاه الله بلطفه، ويسره لليسرى وجنبه العسرى.
65-68. Bütün dinlerin ehli; yahudiler, hıristiyanlar, müşrikler ve aynı şekilde müslümanlar hep kendilerinin İbrahim’in dini üzere olduklarını iddia ediyorlardı. İşte Yüce Allah insanlar arasında İbrahim’e en yakın olanların, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ile onun tabileri ve Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’den önce İbrahim’e uyanlar olduğunu haber vermektedir. Yahudiler, hıristiyanlar ve müşriklere gelince; İbrahim aleyhisselam onlardan uzaktır, onların dostu da değildir. Çünkü İbrahim’in dini, bütün peygamberlere ve bütün kitaplara imanı ihtiva eden müsamahakar Haniflik idi ki bu da Müslümanlara has bir özelliktir. Yahudi ve hıristiyanların İbrahim’in dini üzere oldukları iddialarına gelince, izlemekte oldukları yahudiliğin ve hıristiyanlığın ancak İbrahim’den sonra ortaya çıktığı bilinen bir husustur. Peki, yalancı oldukları ve iftirada bulundukları açıkça bilinen bir hususta nasıl tartışmaya koyulabilmektedirler? Hadi diyelim ki onlar bilgileri bulunan bir hususta tartıştılar. Peki, böyle bir durumda nasıl tartışırlar? Çünkü daha onların iddialarının ihtiva ettiği tutarsızlığa bakmadan önce bile bu iddialarının yersiz ve tutarsız olduğu açıkça belli olmaktadır. Bu âyet-i kerimede insanın bilgisi bulunmayan hususlar hakkında söz söylemesinin yahut tartışmaya girişmesinin helâl olmadığına delil vardır. Yüce Allah’ın: “Allah mü’minlerin dostudur” buyruğu şu demektir. Kulun imanı güçlendiği oranda Allah lütfu ile onu kendisine dost eder, kolay olan hidâyet yolunu ona kolaylaştırır ve zor olan sapıklık yolundan da onu uzaklaştırır.
Ayet: 69 - 74 #
{وَدَّتْ طَائِفَةٌ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ لَوْ يُضِلُّونَكُمْ وَمَا يُضِلُّونَ إِلَّا أَنْفُسَهُمْ وَمَا يَشْعُرُونَ (69) يَاأَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تَكْفُرُونَ بِآيَاتِ اللَّهِ وَأَنْتُمْ تَشْهَدُونَ (70) يَاأَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تَلْبِسُونَ الْحَقَّ بِالْبَاطِلِ وَتَكْتُمُونَ الْحَقَّ وَأَنْتُمْ تَعْلَمُونَ (71) وَقَالَتْ طَائِفَةٌ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ آمِنُوا بِالَّذِي أُنْزِلَ عَلَى الَّذِينَ آمَنُوا وَجْهَ النَّهَارِ وَاكْفُرُوا آخِرَهُ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ (72) وَلَا تُؤْمِنُوا إِلَّا لِمَنْ تَبِعَ دِينَكُمْ قُلْ إِنَّ الْهُدَى هُدَى اللَّهِ أَنْ يُؤْتَى أَحَدٌ مِثْلَ مَا أُوتِيتُمْ أَوْ يُحَاجُّوكُمْ عِنْدَ رَبِّكُمْ قُلْ إِنَّ الْفَضْلَ بِيَدِ اللَّهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ وَاللَّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ (73) يَخْتَصُّ بِرَحْمَتِهِ مَنْ يَشَاءُ وَاللَّهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ (74)}.
69- Ehl-i kitaptan bir zümre sizi saptırabilmeyi arzu etmektedirler. Onlar kendilerinden başkasını saptıramazlar da hâlâ farkında değiller. 70- Ey Ehl-i kitap, görüp durduğunuz halde Allah’ın ayetlerini niçin inkâr ediyorsunuz? 71- Ey Ehl-i kitap, niçin bile bile hakkı batılla karıştırıyor ve hakkı gizliyorsunuz? 72- Ehl-i kitaptan bir zümre dedi ki: “İman edenlere indirilene gündüzün başında iman edin, sonunda da onu inkâr edin. Olur ki dönerler. 73- Ve dininize uyandan başkasına da inanmayın.” De ki: Gerçek hidâyet Allah’ın hidâyetidir. “Size verilenin benzerinin başkasına verilmiş olduğuna yahut onların Rabbiniz nezdinde size karşı deliller getireceklerine de (inanmayın).” De ki: “Şüphesiz lütuf Allah’ın elindedir ve O, onu dilediğine verir. Allah Vâsidir, Alîmdir.” 74- O, rahmetini dilediğine has kılar. Allah, büyük lütuf sahibidir.
#
{69 ـ 74} هذا من منة الله على هذه الأمة حيث أخبرهم بمكر أعدائهم من أهل الكتاب وأنهم من حرصهم على إضلال المؤمنين ينوعون المكرات الخبيثة فقالت طائفة منهم: {آمنوا بالذي أنزل على الذين آمنوا وجه النهار}؛ أي: أوله وارجعوا عن دينهم آخر النهار فإنهم إذا رأوكم راجعين وهم يعتقدون فيكم العلم استرابوا بدينهم وقالوا لولا أنهم رأوا فيه ما لا يعجبهم ولا يوافق الكتب السابقة لم يرجعوا، هذا مكرهم والله تعالى هو الذي يهدي من يشاء وهو الذي بيده الفضل يختص به من يشاء، فخصكم يا هذه الأمة بما لم يخص به غيركم، ولم يدر هؤلاء الماكرون أن دين الله حق إذا وصلت حقيقته إلى القلوب لم يزدد صاحبه على طول المدى إلا إيماناً ويقيناً، ولم تزده الشبه إلا تمسكاً بدينه وحمداً لله وثناء عليه حيث منَّ به عليه. وقولهم: {أن يؤتى أحد مثل ما أوتيتم أو يحاجوكم عند ربكم}؛ يعني أن الذي حملهم على هذه الأعمال المنكرة الحسد والبغي وخشية الاحتجاج عليهم، كما قال تعالى: {ود كثير من أهل الكتاب لو يردونكم من بعد إيمانكم كفاراً حسداً من عند أنفسهم من بعد ما تبين لهم الحق}؛ الآية.
69-74. Yüce Allah’ın bu ümmete, Kitap ehline mensup düşmanlarının hile ve tuzaklarını ve onların mü’minleri saptırma konusundaki aşırı tutkuları dolayısıyla son derece kötü ve çeşitli tuzaklar kurduğunu haber vermesi bu ümmete olan lütuflarındandır. İşte onlardan bir kesim şöyle demişlerdi: “İman edenlere indirilene gündüzün başında iman edin.” Gündüzün son saatlerinde de onların dinlerinden geri dönün. Çünkü onlar sizlerin bilgi sahibi olduğunuza inandıkları için dinlerinden döndüğünüzü görecek olurlarsa, kendi dinleri hakkında şüpheye düşerler ve şöyle derler: “Eğer onlar bizim bu dinimizde beğenmedikleri bir şey görmüş ve önceki kitaplara uygun düşmeyen şeyler tespit etmiş olmasalardı dönmezlerdi.” İşte Kitap ehlinin tuzakları budur. Dilediğini hidâyete erdiren ise Yüce Allah’tır. Lütuf O’nun elindedir ve bunu dilediğine tahsis eder. İşte siz ey Muhammed ümmeti, size de sizden başkalarına vermediği özellikler tahsis etmiştir. Ancak bu tuzak kuranlar şunu bilmemektedirler: Allah’ın dini haktı ve bu dinin hakikati kalplere ulaştı mı, zaman geçtikçe sahibinin bu dine olan iman ve yakîni gittikçe artar. Dini ile ilgili ileri sürülen şüpheler de ancak onun dinine bağlılığını artırır; Yüce Allah’a olan hamd-ü senasını -bu din ile kendisine lütufta bulunduğundan dolayı- daha da çoğaltır. Onların söyledikleri nakledilen: “Size verilenin benzerinin başkasına verilmiş olduğuna yahut onların Rabbiniz nezdinde size karşı deliller getireceklerine de (inanmayın).” sözleri şu anlama gelmektedir: Onları bu kötü işleri yapmaya iten şey; kıskançlıkları, azgınlıkları ve kendilerine karşı delil getirilmesi korkusudur. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Kitap ehlinden birçoğu hak kendilerine besbelli olmuşken içlerinde yerleşmiş olan kıskançlıktan dolayı sizi imanınızdan sonra kâfirlere döndürmeyi çok isterler...” (el-Bakara, 2/109)
Ayet: 75 - 76 #
{وَمِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ مَنْ إِنْ تَأْمَنْهُ بِقِنْطَارٍ يُؤَدِّهِ إِلَيْكَ وَمِنْهُمْ مَنْ إِنْ تَأْمَنْهُ بِدِينَارٍ لَا يُؤَدِّهِ إِلَيْكَ إِلَّا مَا دُمْتَ عَلَيْهِ قَائِمًا ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ قَالُوا لَيْسَ عَلَيْنَا فِي الْأُمِّيِّينَ سَبِيلٌ وَيَقُولُونَ عَلَى اللَّهِ الْكَذِبَ وَهُمْ يَعْلَمُونَ (75) بَلَى مَنْ أَوْفَى بِعَهْدِهِ وَاتَّقَى فَإِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُتَّقِينَ (76)}.
75- Kitap ehlinden öyle kimseler vardır ki, sen ona bir kantar (altın) emanet etsen, onu sana (eksiksiz) öder. Yine onlardan öyle kimseler vardır ki ona tek bir altın emanet etsen, sen onu ısrarla istemedikçe onu sana ödemez. Bunun sebebi onların: “Ümmiler hakkında bize bir vebal yoktur” demeleridir. Onlar bile bile Allah’a karşı yalan söylüyorlar. 76- Hayır! Kim ahdini yerine getirir ve sakınırsa şüphesiz Allah sakınanları sever.
#
{75} يخبر تعالى عن أهل الكتاب أن منهم طائفة أمناء بحيث لو أمنته على قناطير من النقود وهي المال الكثير يؤده إليك، ومنهم طائفة خونة يخونك في أقل القليل، ومع هذه الخيانة الشنيعة فإنهم يتأولون بالأعذار الباطلة فيقولون: {ليس علينا في الأميين سبيل}؛ أي: ليس علينا جناح إذا خناهم واستبحنا أموالهم، لأنهم لا حرمة لهم، قال تعالى: {ويقولون على الله الكذب وهم يعلمون}؛ أن عليهم أشد الحرج، فجمعوا بين الخيانة وبين احتقار العرب وبين الكذب على الله، وهم يعلمون ذلك ليسوا كمن فعل ذلك جهلاً وضلالاً.
75. Yüce Allah, Kitap ehli hakkında bize şöyle haber vermektedir: Onlardan bir kesim, güvenilir kimselerdir. Öyle ki onlardan birine çok miktarda altın para güvenip teslim edecek olursan, onu sana tamamıyla öder. Onlardan bir kesimin de hain kimseler olduklarını haber vermektedir ki bunlar en ufak bir bir miktarda dahi hainlik ederler. Bu son derece çirkin hainliklerine rağmen onlar bir de batıl gerekçelerle yaptıklarını tevil ederek mazeret gösterirler ve: “Ümmiler hakkında bize bir vebal yoktur” derler. Yani biz bu ümmilere (Araplara) hainlik edecek ve onların mallarını helâl kabul edip yiyecek olursak, bize bir günah olmaz. Çünkü onların saygı duyulması gereken bir hakları, dokunulmazlıkları yoktur. Yüce Allah ise şöyle demektedir: “Onlar bile bile Allah’a karşı yalan söylüyorlar.” Yani böyle bir şey yaptıkları takdirde büyük bir vebal altında olduklarını bildikleri halde bunu söylerler. Böylelikle onlar bir taraftan hainlik etmekte, diğer taraftan Arapları hakir görmektedirler. Üstelik Allah’a karşı da yalan söylemektedirler ve bunu bile bile yapmaktadırlar. Yoksa böyle bir şeyi bilgisizliklerinden ve şaşkınlıklarından yapan kimseler gibi değildirler.
#
{76} ثم قال تعالى: {بلى}؛ أي: ليس الأمر كما قالوا. {من أوفى بعهده واتقى}؛ أي: قام بحقوق الله وحقوق خلقه فإن هذا هو المتقي والله يحبه، أي: ومن كان بخلاف ذلك فلم يف بعهده وعقوده التي بينه وبين الخلق ولا قام بتقوى الله، فإن الله يمقته، وسيجازيه على ذلك أعظم النكال.
76. “Hayır” yani durum dedikleri gibi değildir. Çünkü “kim ahdini yerine getirir ve sakınırsa” yani hem Allah’ın haklarını hem de kullarının haklarını yerine getirirse işte sakınan (takvâ sahibi olan) kişi budur ve Allah böylelerini sever. Öte yandan kim bunun aksine hareket eder de kendisi ile insanlar arasındaki ahit ve akitlerini yerine getirmeyecek olursa ve Allah’tan da sakınmazsa işte Allah böylelerine de gazap eder ve bu tutum dolayısı ile onları en ağır ve ibretlik şekilde cezalandırır.
Ayet: 77 #
{إِنَّ الَّذِينَ يَشْتَرُونَ بِعَهْدِ اللَّهِ وَأَيْمَانِهِمْ ثَمَنًا قَلِيلًا أُولَئِكَ لَا خَلَاقَ لَهُمْ فِي الْآخِرَةِ وَلَا يُكَلِّمُهُمُ اللَّهُ وَلَا يَنْظُرُ إِلَيْهِمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَلَا يُزَكِّيهِمْ وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ (77)}.
77- Şüphesiz Allah’a olan ahitlerini ve yeminlerini az bir pahaya değiştirenler var ya, işte onlar için âhirette hiçbir nasip yoktur. Allah Kıyamet günü onlarla konuşmaz, onlara bakmaz ve onları temize çıkarmaz. Onlar için can yakıcı bir azap da vardır.
#
{77} أي: إن الذين يشترون الدنيا بالدين فيختارون الحطام القليل من الدنيا ويتوسلون إليها بالأيمان الكاذبة والعهود المنكوثة فهؤلاء {لا يكلمهم الله ولا ينظر إليهم يوم القيامة ولا يزكيهم ولهم عذاب أليم}؛ أي: قد حق عليهم سخط الله ووجب عليهم عقابه، وحرموا ثوابه، ومنعوا من التزكية، وهي التطهير. بل يردون القيامة متلوثون بالجرائم، متدنسون بالذنوب العظائم.
77. Yani dinlerini dünyalık karşılığında değiştirerek, dünyanın azıcık menfaatini tercih eden ve yalan yeminlerle, yerine getirilmeyen ahit ve sözlerle dünyalık elde edenlerle, işte “Allah Kıyamet günü onlarla konuşmaz, onlara bakmaz ve onları temize çıkarmaz. Onlar için can yakıcı bir azap da vardır.” Yani Allah’ın bunlara gazap etmesi hak olmuştur. Allah’ın bunları cezalandırması kaçınılmaz olmuştur. Onlar Allah’ın mükâfaatından mahrum kalacaklardır. Allah tarafından temize çıkarılma imkânını da kaybetmişlerdir. Aksine onlar Kıyamet gününde günahlara bulanmış olarak, büyük hatalarla ve suçlarla kirlenmiş olarak geleceklerdir.
Ayet: 78 #
{وَإِنَّ مِنْهُمْ لَفَرِيقًا يَلْوُونَ أَلْسِنَتَهُمْ بِالْكِتَابِ لِتَحْسَبُوهُ مِنَ الْكِتَابِ وَمَا هُوَ مِنَ الْكِتَابِ وَيَقُولُونَ هُوَ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ وَمَا هُوَ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ وَيَقُولُونَ عَلَى اللَّهِ الْكَذِبَ وَهُمْ يَعْلَمُونَ (78)}.
78- Onlardan öyle bir zümre vardır ki Kitabı (okurken) siz (okuduklarını) Kitaptan sanasınız diye dillerini eğip bükerler. Hâlbuki o (okudukları) kitaptan değildir. “Bu, Allah'ın katındandır” derler, hâlbuki o Allah katından değildir. Onlar Allah’a karşı bile bile yalan söylerler.
#
{78} أي: وإن من أهل الكتاب فريقاً محرفون لكتاب الله {يلوون ألسنتهم بالكتاب لتحسبوه من الكتاب}؛ وهذا يشمل التحريف اللفظي والتحريف المعنوي، ثم هم مع هذا التحريف الشنيع، يوهمون أنه من الكتاب وهم كذبة في ذلك ويصرحون بالكذب على الله، وهم يعلمون حالهم وسوء مغبتهم.
78. Yani Kitap ehlinden Allah’ın Kitabını tahrif eden bir kesim vardır. “tabı (okurken) siz (okuduklarını) Kitaptan sanasınız diye dillerini eğip bükerler.” Bu, hem lafzî tahrifi hem de manevi tahrifi kapsar. Diğer taraftan bunlar bu çirkin tahriflerine rağmen bu tahriflerinin Kitaptan olduğu vehmini verirler. Hâlbuki bunu yaparken yalan söylemekte ve açıktan açığa da Allah’a yalan isnat etmektedirler. Bunu yaparken kendi vahim durumlarını ve kötü hallerini de çok iyi bilmektedirler.
Ayet: 79 - 80 #
{مَا كَانَ لِبَشَرٍ أَنْ يُؤْتِيَهُ اللَّهُ الْكِتَابَ وَالْحُكْمَ وَالنُّبُوَّةَ ثُمَّ يَقُولَ لِلنَّاسِ كُونُوا عِبَادًا لِي مِنْ دُونِ اللَّهِ وَلَكِنْ كُونُوا رَبَّانِيِّينَ بِمَا كُنْتُمْ تُعَلِّمُونَ الْكِتَابَ وَبِمَا كُنْتُمْ تَدْرُسُونَ (79) وَلَا يَأْمُرَكُمْ أَنْ تَتَّخِذُوا الْمَلَائِكَةَ وَالنَّبِيِّينَ أَرْبَابًا أَيَأْمُرُكُمْ بِالْكُفْرِ بَعْدَ إِذْ أَنْتُمْ مُسْلِمُونَ (80)}.
79- Allah'ın kendisine kitab, hüküm ve peygamberlik verdiği hiçbir beşerin insanlara: “Allah’ı bırakın da bana kul olun!” demesi, olacak şey değildir. Aksine o: (Başkalarına) öğretmekte ve okuyup öğrenmekte olduğunuz Kitap sayesinde Rabbânîler olun” (der). 80- O, size melekleri ve peygamberleri rabler edinmenizi de emretmez. Müslüman olduktan sonra size küfrü emreder mi hiç?!
#
{79 ـ 80} أي: يمتنع ويستحيل كل الاستحالة لبشر منَّ الله عليه بالوحي والكتاب والنبوة وأعطاه الحكم الشرعي، أن يأمر الناس بعبادته ولا بعبادة النبيين والملائكة واتخاذهم أرباباً، لأن هذا هو الكفر، فكيف وقد بعث بالإسلام المنافي للكفر من كل وجه فكيف يأمر بضده، هذا من الممتنع لأن حاله وما هو عليه وما منَّ الله به عليه من الفضائل والخصائص تقتضي العبودية الكاملة والخضوع التام لله الواحد القهار، وهذا جواب لوفد نجران حين تمادى بهم الغرور ووصلت بهم الحال والكبر أن قالوا أتأمرنا يا محمد أن نعبدك حين أمرهم بعبادة الله وطاعته، فبين الباري انتفاء ما قالوا وأن كلامهم وكلام أمثالهم في هذا ظاهر البطلان.
79. Yani Allah’ın vahyi, Kitabı ve peygamberliği lütfettiği, ona şer’î hükümleri verdiği bir insanın, diğer insanlara kendisine ibadet etmelerini, peygamberlere ve meleklere ibadet edip onları rabler edinmelerini emretmesi son derece imkânsız ve hiç olmayacak bir şeydir. Çünkü bu, bizatihi küfürdür. İşte bu peygamber de nasıl böyle bir şey yapabilir ki? Yüce Allah ona her yönden küfrün zıddı olan İslâm’ı göndermiş iken o nasıl olur onun zıddı olan küfrü emredebilir? Böyle bir şeye imkân yoktur; çünkü onun durumu ve üzerinde bulunduğu gerçek, Allah’ın kendisine lütfetmiş olduğu faziletler ve özellikler tam bir ubudiyeti gerektirir, bir ve tek, gücü her şeye yeten Allah’a tam anlamı ile boyun eğip itaati gerektirir. Bu, Necran heyetine verilen bir cevaptır. Zira Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem onlara yalnızca Allah’a ibadet edip O’na itaat etmelerini emrettiğinde gururları onların imana yönelmelerini engellemiş ve kibirleri dolayısı ile: Ey Muhammed, sana ibadet etmemizi mi emrediyorsun? demişlerdi. Şanı Yüce Allah böylelikle onların söylediklerinin geçersiz olduğunu, onların ve benzerlerinin bu husustaki sözlerinin açıkça bâtıl olduğunu ifade buyurmuştur.
Ayet: 81 - 82 #
{وَإِذْ أَخَذَ اللَّهُ مِيثَاقَ النَّبِيِّينَ لَمَا آتَيْتُكُمْ مِنْ كِتَابٍ وَحِكْمَةٍ ثُمَّ جَاءَكُمْ رَسُولٌ مُصَدِّقٌ لِمَا مَعَكُمْ لَتُؤْمِنُنَّ بِهِ وَلَتَنْصُرُنَّهُ قَالَ أَأَقْرَرْتُمْ وَأَخَذْتُمْ عَلَى ذَلِكُمْ إِصْرِي قَالُوا أَقْرَرْنَا قَالَ فَاشْهَدُوا وَأَنَا مَعَكُمْ مِنَ الشَّاهِدِينَ (81) فَمَنْ تَوَلَّى بَعْدَ ذَلِكَ فَأُولَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ (82)}.
81- Hani Allah peygamberlerden: “Size verdiğim kitap ve hikmetten sonra size beraberinizdekini tadik edici bir peygamber gelirse ona mutlak iman edecek ve yardım edeceksiniz” diye söz aldığı zaman: (Bunu) kabul edip bu ağır sorumluluğu yüklendiniz mi?” demişti. Onlar da: “Kabul ettik” demişlerdi. O da: Öyleyse şahit olun, ben de sizinle birlikte şahit olanlardanım.” buyurmuştu. 82- Artık kim bundan sonra yüz çevirirse işte onlar fasıkların tâ kendileridirler.
#
{81 ـ 82} هذا إخبار منه تعالى أنه أخذ عهد النبيين وميثاقهم كلِّهم بسبب ما أعطاهم، ومنَّ به عليهم من الكتاب والحكمة المقتضي للقيام التام بحق الله وتوفيته، أنه إن جاءهم رسول مصدق لما معهم بُعِثَ بما بعثوا به من التوحيد والحق والقسط والأصول التي اتفقت عليها الشرائع أنهم يؤمنون به وينصرونه، فأقروا على ذلك، واعترفوا، والتزموا، وأشهدهم، وشهد عليهم، وتوعد من خالف هذا الميثاق. وهذا أمر عام بين الأنبياء أن جميعهم طريقهم واحد وأن دعوة كل واحد منهم قد اتفقوا وتعاقدوا عليها، وعموم ذلك أنه أخذ على جميعهم الميثاق بالإيمان والنصرة لمحمد - صلى الله عليه وسلم -، فمن ادعى أنه من أتباعهم فهذا دينهم الذي أخذه الله عليهم وأقروا به واعترفوا، فمن تولى عن اتباع محمد ممن يزعم أنه من أتباعهم فإنه فاسق خارج عن طاعة الله مكذب للرسول الذي يزعم أنه من أتباعه مخالف لطريقه، وفي هذا إقامة الحجة والبرهان على كل من لم يؤمن بمحمد - صلى الله عليه وسلم - من أهل الكتب والأديان، وأنه لا يمكنهم الإيمان برسلهم الذين يزعمون أنهم أتباعهم حتى يؤمنوا بإمامهم وخاتمهم - صلى الله عليه وسلم -.
81-82. Yüce Allah şöyle haber vermektedir: O, bütün peygamberlerden söz ve ahit almıştır. Buna sebep ise onlara verdiği ve lütfettiği kitap ve hikmettir. Bu kitap ve hikmet ise Allah’ın hakkını eksiksiz olarak yerine getirmeyi ve bunu tastamam ifa etmeyi gerektirir. Şöyle ki şâyet onlara beraberlerinde bulunanı tasdik eden, kendileri ile gönderilen tevhidi, hak ve adaleti, şeriatlerin ittifakla kabul ettikleri esasları doğrulayan buyruklar getiren peygambere iman edecekler ve ona yardım edeceklerdir. Onlar da kendilerinden alınan bu sözü kabul ettiklerini söylemiş, itiraf etmiş ve bu söze bağlı kalacaklarını belirtmişlerdi. Buna dair onları şahit tuttuğu gibi bizzat kendisi de onlara karşı şahitlik etmiştir. Bu söze muhalefet edenleri de tehdit etmişti. Bu, bütün peygamberler arasında ortak bir husustur. Onların hepsinin izledikleri yol aynıdır. Onların her birisinin davetini hepsi ittifakla kabul etmiş ve onaylamışlardır. Bunun kapsamına şu da girmektedir: Yüce Allah bütün peygamberlerden Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e iman edeceklerine ve onun dinine (yetiştikleri takdirde) yardımcı olacaklarına dair söz almıştır. Buna göre peygamberlere tâbi olduğunu kim iddia ederse, işte peygamberlerin dini budur; Allah’ın onlardan yerine getirmelerini istediği ve onların da ikrar ve itiraf ettikleri din budur. O halde önceki peygamberlere uyduğunu iddia ettiği halde Muhammed’e uymaktan yüz çeviren kimse hiç şüphesiz fasıktır, Allah’a itaatın dışına çıkmıştır. Uyduğunu iddia ettiği peygamberi de yalanlamış ve onun yoluna muhalefet etmiştir. İşte bu kitap ehli ve diğer din mensupları arasından Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e iman etmeyen herkese karşı getirilmiş kesin bir delil ve belgedir. Onlar, peygamberlerin önderi ve sonuncusu olan Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e iman etmedikleri sürece uyduklarını iddia ettikleri kendi peygamberlerine de iman etmiş olamazlar.
Ayet: 83 - 85 #
{أَفَغَيْرَ دِينِ اللَّهِ يَبْغُونَ وَلَهُ أَسْلَمَ مَنْ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ طَوْعًا وَكَرْهًا وَإِلَيْهِ يُرْجَعُونَ (83) قُلْ آمَنَّا بِاللَّهِ وَمَا أُنْزِلَ عَلَيْنَا وَمَا أُنْزِلَ عَلَى إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ وَالْأَسْبَاطِ وَمَا أُوتِيَ مُوسَى وَعِيسَى وَالنَّبِيُّونَ مِنْ رَبِّهِمْ لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِنْهُمْ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ (84) وَمَنْ يَبْتَغِ غَيْرَ الْإِسْلَامِ دِينًا فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْهُ وَهُوَ فِي الْآخِرَةِ مِنَ الْخَاسِرِينَ (85)}.
83- Onlar Allah’ın dininden başkasını mı arıyorlar? Hâlbuki göklerde ve yerde kim varsa hepsi ister istemez O’na teslim olmuştur ve hepsi de O’na döndürülecektir. 84- De ki: “Biz, Allah’a iman ettik. Bize indirilene, İbrahim’e, İsmâil’e, İshâk’a, Yakûb’a ve oğullarına indirilene; Musâ’ya, İsâ’ya ve peygamberlere Rablerinden verilenlere de (iman ettik). Onlardan hiçbiri arasında ayrım yapmayız. Biz yalnız O’na teslim olmuşlarız.” 85- Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, ondan asla kabul olunmaz ve o, âhirette zarara uğrayanlardan olur.
#
{83 ـ 85} قد تقدم في سورة البقرة أن هذه الأصول التي هي أصول الإيمان التي أمر الله بها هذه الأمة قد اتفقت عليها الكتب والرسل، وأنها هي الغرض الموجه لكل أحد وأنها هي الدين والإسلام الحقيقي، وأن من ابتغى غيرها فعمله مردود وليس له دين يعول عليه، فمن زهد عنه ورغب عنه فأين يذهب؟ إلى عبادة الأشجار والأحجار والنيران، أو إلى اتخاذ الأحبار والرهبان والصلبان، أو إلى التعطيل لرب العالمين، أو إلى الأديان الباطلة التي هي من وحي الشياطين؟ وهؤلاء كلهم في الآخرة من الخاسرين.
83-85. Yüce Allah’ın bu ümmete emretmiş olduğu imanın esaslarından olan bu esaslar, Bakara Sûresi’nde de geçmiş bulunmaktadır. Bütün kitaplar ve peygamberler bunları ittifakla kabul etmiştir. Herkesin hedeflemesi gereken hususlar bunlardır, gerçek İslâm dini de bunlardır. Kim bunlardan başkasını arayacak olursa onun ameli reddolunur. Onun itibar olunacak bir dini olmaz. Kim bunu kabul etmez ve bundan yüz çevirecek olursa nereye gidecektir? Ağaçlara, taşlara ve ateşe ibadete mi? Yoksa hahamları, rahipleri, haçları ilâh mı edinecek? Yoksa âlemlerin Rabbini inkâra mı yönelecek? Yoksa şeytanların telkinlerinden ibaret olan batıl dinlere mi yönelecek? İşte bütün bunlar, âhirette hüsrana uğrayanlardan olacaklardır.
Ayet: 86 - 91 #
{كَيْفَ يَهْدِي اللَّهُ قَوْمًا كَفَرُوا بَعْدَ إِيمَانِهِمْ وَشَهِدُوا أَنَّ الرَّسُولَ حَقٌّ وَجَاءَهُمُ الْبَيِّنَاتُ وَاللَّهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ (86) أُولَئِكَ جَزَاؤُهُمْ أَنَّ عَلَيْهِمْ لَعْنَةَ اللَّهِ وَالْمَلَائِكَةِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِينَ (87) خَالِدِينَ فِيهَا لَا يُخَفَّفُ عَنْهُمُ الْعَذَابُ وَلَا هُمْ يُنْظَرُونَ (88) إِلَّا الَّذِينَ تَابُوا مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ وَأَصْلَحُوا فَإِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ (89) إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا بَعْدَ إِيمَانِهِمْ ثُمَّ ازْدَادُوا كُفْرًا لَنْ تُقْبَلَ تَوْبَتُهُمْ وَأُولَئِكَ هُمُ الضَّالُّونَ (90) إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا وَمَاتُوا وَهُمْ كُفَّارٌ فَلَنْ يُقْبَلَ مِنْ أَحَدِهِمْ مِلْءُ الْأَرْضِ ذَهَبًا وَلَوِ افْتَدَى بِهِ أُولَئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ وَمَا لَهُمْ مِنْ نَاصِرِينَ (91)}.
86- Peygamberin hak olduğuna şehadet edip de kendilerine apaçık deliller gelmiş iken imanlarından sonra küfre giren bir topluluğa Allah nasıl hidâyet versin ki? Allah zalimler topluluğuna hidâyet vermez. 87- İşte böylelerinin cezası; Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lanetinin üzerlerine olmasıdır. 88- Onlar onun içinde ebediyyen kalacaklardır. Onların ne azabı hafifletilir ve ne de onlara süre tanınır. 89- Ancak bundan sonra tevbe edenler ve ıslâh edenler müstesnâdır. Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, pek merhametlidir. 90- Şüphesiz imanlarından sonra kâfir olan, sonra küfürlerini daha da artıranların tevbeleri asla kabul edilmez. İşte onlar sapmış olanların tâ kendileridir. 91- Şüphesiz küfre girip de kâfir olarak ölenler, yeryüzü dolusu altını fidye olarak verseler bile hiçbirinden asla kabul edilmez. İşte onlar için acıklı bir azap vardır, onların hiçbir yardımcıları da yoktur.
#
{86 ـ 88} يعني أنه يبعد كل البعد أن يهدي الله قوماً عرفوا الإيمان، ودخلوا فيه وشهدوا أن الرسول حق ثم ارتدوا على أعقابهم ناكصين ناكثين، لأنهم عرفوا الحق فرفضوه، ولأن من هذه الحالة وصفه فإن الله يعاقبه بالانتكاس وانقلاب القلب جزاء له إذ عرف الحق فتركه، والباطل فآثره فولاه الله ما تولى لنفسه، فهؤلاء {عليهم لعنة الله والملائكة والناس أجمعين}؛ خالدين في اللعنة والعذاب {لا يخفف عنهم العذاب ولا هم ينظرون}؛ إذا جاءهم أمر الله، لأن الله عمرهم ما يتذكر فيه ما تذكر، وجاءهم النذير.
86-88. İmanı öğrenen, imana giren, peygamberin hak olduğuna şahitlik eden, bütün bunlardan sonra imanlarını bozarak, arkalarını dönerek ökçeleri üzere gerisin geri dönen bir topluluğa Allah’ın hidâyet vermesi çok mu çok uzaktır! Çünkü bunlar hakkı öğrenmişler ve reddetmişlerdir. Diğer taraftan bu durum ve nitelikte olan kimseleri hiç şüphesiz Yüce Allah, ceza olmak üzere kalplerini tersyüz etmek ve baş aşağı çevirmekle cezalandırır. Çünkü böyle bir kimse hakkı bilmiş ve terk etmiş, batılı tercih etmiştir. Allah da onu kendisine yöneldiği şeye yönlendirmiştir. “Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti” böyle kimselerin üzerindedir ve onlar lanet ve azapta ebediyen kalacaklardır. “Onların ne azabı hafifletilir ne de onlara süre tanınır.” Allah’ın emri gelecek olursa onlara mühlet verilmez. Çünkü Yüce Allah öğüt alacak kimsenin öğüt alacağı kadar bir süre onlara ömür vermişti. Üstelik uyarıcı peygamber de gelmiştir onlara.
#
{89 ـ 91} ثم إنه تعالى استثنى من هذا الوعيد التائبين من كفرهم وذنوبهم المصلحين لعيوبهم فإن الله يغفر لهم ما قدموه ويعفو عنهم ما أسلفوه، ولكن من كفر وأصر على كفره، ولم يزدد إلا كفراً حتى مات على كفره، فهؤلاء هم الضالون عن طريق الهدى السالكون لطريق الشقاء، وقد استحقوا بهذا العذاب الأليم، فليس لهم ناصر من عذاب الله ولو بذلوا ملء الأرض ذهباً ليفتدوا به لم ينفعهم شيئاً. فعياذًا بالله من الكفر وفروعه.
89-91. Diğer taraftan Yüce Allah, küfür ve günahlarından tevbe edip kusurlarını ıslah eden kimseleri bu tehditten istisna etmektedir. Allah, onların işledikleri günahları bağışlayacak ve geçmişteki hatalarını affedecektir. Ancak kâfir olup da küfrü üzere ısrar eden, ölünceye kadar da küfrünü artırmaktan başka bir şey yapmayanlar ise hidâyet yolundan sapmış ve bedbahtlık yolunu izlemiş kimselerdir. Böylece onlar bu acı verici azabı hak etmişlerdir. Allah’ın azabına karşı kimse onlara yardım edemeyecektir. Hatta fidye verip kurtulmak kastı ile yeryüzü dolusu kadar altını harcamaya kalkışsalar bile bunun onlara faydası olmayacaktır. Küfürden ve küfrün şubelerinden Allah’a sığınırız.
Ayet: 92 #
{لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتَّى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ وَمَا تُنْفِقُوا مِنْ شَيْءٍ فَإِنَّ اللَّهَ بِهِ عَلِيمٌ (92)}.
92- Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar Birr’e kavuşamazsınız. Her ne infak ederseniz muhakkak ki Allah onu çok iyi bilendir.
#
{92} يعني {لن تنالوا} وتدركوا {البر}، الذي هو اسم جامع للخيرات وهو: الطريق الموصل إلى الجنة {حتى تنفقوا مما تحبون} من أطيب أموالكم وأزكاها، فإن النفقة من الطيب المحبوب للنفوس من أكبر الأدلة على سماحة النفس واتصافها بمكارم الأخلاق ورحمتها ورقتها، ومن أدل الدلائل على محبة الله وتقديم محبته على محبة الأموال التي جبلت النفوس على قوة التعلق بها، فمن آثر محبة الله على محبة نفسه فقد بلغ الذروة العليا من الكمال وكذلك من أنفق الطيبات وأحسن إلى عباد الله أحسن الله إليه ووفقه أعمالاً وأخلاقاً لا تحصل بدون هذه الحالة. وأيضاً فمن قام بهذه النفقة على هذا الوجه كان قيامه ببقية الأعمال الصالحة والأخلاق الفاضلة من طريق الأولى والأحرى، ومع أن النفقة من الطيبات هي أكمل الحالات فمهما أنفق العبد من نفقة قليلة أو كثيرة من طيب أو غيره {فإن الله به عليم}، وسيجزي كل منفق بحسب عمله، سيجزيه في الدنيا بالخلف العاجل وفي الآخرة بالنعيم الآجل.
92. Bütün hayırları kapsayan bir isim olup cennete ulaştıran yol olan Birr’e (iyiliğe) sevdiğiniz en güzel ve en temiz mallarınızdan infak etmedikçe ulaşamazsınız. Çünkü nefislerin sevdiği güzel şeylerin infak edilmesi, kişinin cömertliğinin, en üstün ahlâki değerlere sahip olduğunun, merhamet ve yumuşak kalpliliğinin en büyük delillerdendir. Aynı şekilde bu, Allah’ı sevmenin ve O’nun sevgisini mal sevgisinden önde tutmanın en önde gelen delillerindendir. Zira nefislerin mala olan sevgi ve tutkunluğu nefsin yapısında bulunan bir husustur. İşte Allah’ın sevgisini kendi nefsinin sevdiklerine tercih eden kimse, kemalin en yüksek zirvesine ulaşmış olur. Aynı şekilde hoş ve temiz şeyleri infak edip Allah’ın kullarına ihsanda bulunan kimselere de Allah ihsan eder. Onu böyle bir hale gelmeksizin elde edilemeyen pek çok amel ve ahlaki davranışlara muvaffak kılar. Aynı şekilde böyle bir infakta bulunan bir kimsenin diğer salih amelleri ve üstün ahlaki değerleri yerine getirmesi öncelikle söz konusudur. Bununla birlikte hoş ve temiz şeylerin infak edilmesi en mükemmel hallerden biridir. Kul güzel olsun veya olmasın, az ya da çok olsun her neyi infak ederse şüphesiz “Allah onu çok iyi bilendir.” O nedenle infak eden herkese ameline uygun karşılığını verecektir. Dünyada infak ettiğinin yerine başkasını ona ihsan etmekle, âhirette de pek büyük nimetlerle o kimseyi mükâfaatlandıracaktır.
Ayet: 93 - 94 #
{كُلُّ الطَّعَامِ كَانَ حِلًّا لِبَنِي إِسْرَائِيلَ إِلَّا مَا حَرَّمَ إِسْرَائِيلُ عَلَى نَفْسِهِ مِنْ قَبْلِ أَنْ تُنَزَّلَ التَّوْرَاةُ قُلْ فَأْتُوا بِالتَّوْرَاةِ فَاتْلُوهَا إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ (93) فَمَنِ افْتَرَى عَلَى اللَّهِ الْكَذِبَ مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ فَأُولَئِكَ هُمُ الظَّالِمُونَ (94)}.
93- Tevrat indirilmeden önce İsrail’in kendisine haram kıldığından başka bütün yiyecekler İsrailoğullarına helâl idi. De ki: “Eğer siz doğru söylüyorsanız Tevrat’ı getirin de onu okuyun.” 94- Kim bundan sonra Allah’a karşı yalan uydurursa işte onlar, zalimlerin tâ kendileridir.
#
{93 ـ 94} من جملة الأمور التي قدح فيها اليهود بنبوة عيسى ومحمد - صلى الله عليه وسلم - أنهم زعموا أن النسخ باطل، وأنه لا يمكن أن يأتي نبي يخالف النبي الذي قبله. فكذبهم الله بأمر يعرفونه، فإنهم يعترفون بأن جميع الطعام قبل نزول التوراة كان حلالاً لبني إسرائيل إلا أشياء يسيرة، حرمها إسرائيل وهو يعقوب عليه السلام على نفسه ومنعها إياه لمرض أصابه، ثم إن التوراة فيها من التحريمات التي نسخت ما كان حلاًّ قبل ذلك شيء كثير. قل لهم إن أنكروا ذلك {فأتوا بالتوراة فاتلوها إن كنتم صادقين}؛ بزعمكم أنه لا نسخ ولا تحليل ولا تحريم. وهذا من أبلغ الحجج أن يحتج على الإنسان بأمر يقوله ويعترف به ولا ينكره، فإن انقاد للحق فهو الواجب، وإن أبى ولم ينقد بعد هذا البيان تبين كذبه وافتراؤه وظلمه وبطلان ما هو عليه، وهو الواقع من اليهود.
93-94. Yahudilerin İsa ile Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in peygamberliğine dil uzattığı hususlardan birisi de, onların neshin batıl olduğunu iddia etmeleri ve bir peygamberin kendisinden önceki peygambere muhalif bir hüküm getirmesinin imkânsız olduğunu söylemeleridir. Yüce Allah ise onları, bildikleri bir hususu hatırlatarak yalanlamaktadır. Şöyle ki onlar, Tevrat’ın inişinden önce bütün yiyeceklerin İsrailoğullarına helâl olduklarını biliyorlardı. Bunlardan ancak İsrail diye bilinen Yakub aleyhisselam’ın yakalandığı bir hastalıktan ötürü kendisine yasak kıldığı cüz’i bazı şeyler müstesna idi. Diğer taraftan Tevrat da önceden helâl olan pek çok şeyi nesh edip bunların haram olduklarını belirten birçok hüküm ihtiva etmektedir. Şimdi eğer onlar bu hususu inkâr edecek olurlarsa kendilerine: “Eğer siz doğru söylüyorsanız Tevrat’ı getirin de onu okuyun.” de! Yani sizler neshin olmadığı, yeniden bir takım şeylerin helâl veya haram kılınmadığı iddiasında doğru söylüyorsanız haydi Tevrat’ı getirin ve okuyun. Bir kimsenin dillendirip kabul ettiği ve reddetmediği bir hususu ona karşı delil getirmek, delil getirmenin en ileri derecelerinden birisidir. Eğer bu kimse bu durumda hakka boyun eğerse, yapması gerekeni yerine getirmiş olur. Şâyet bu açıklamadan sonra kabul etmeyip hakka boyun eğmezse, o kimsenin artık yalan söylediği, itiraz ettiği, zulme yöneldiği ve izlediği yolun batıl olduğu açıkça ortaya çıkmış olur ki, yahudilerin yaptığı da işte budur.
Ayet: 95 #
{قُلْ صَدَقَ اللَّهُ فَاتَّبِعُوا مِلَّةَ إِبْرَاهِيمَ حَنِيفًا وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكِينَ (95)}.
95- De ki: “Allah doğru söylemiştir. O halde hanif olan İbrahim’in dinine uyun. O müşriklerden değildi.”
#
{95} أي: قل صدق الله في كل ما قاله ومن أصدق من الله قيلاً وحديثاً؟ وقد بين في هذه الآيات من الأدلة على صحة رسالة محمد - صلى الله عليه وسلم - وبراهين دعوته وبطلان ما عليه المنحرفون من أهل الكتاب الذين كذبوا رسوله وردوا دعوته، فقد صدق الله في ذلك وأقنع عباده على ذلك ببراهين وحجج تتصدع لها الجبال وتخضع لها الرجال، فتعين عند ذلك على الناس كلهم اتباع ملة إبراهيم من توحيد الله وحده لا شريك له، وتصديق كل رسول أرسله الله، وكل كتاب أنزله والإعراض عن الأديان الباطلة المنحرفة، فإن إبراهيم كان معرضاً عن كل ما يخالف التوحيد متبرئاً من الشرك وأهله.
95. Yani de ki: Yüce Allah bütün söylediklerini doğru söylemiştir. Esasen Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir ki? O, bu âyet-i kerimelerde Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in risaletinin doğruluğuna dair pek çok delilleri, çağrısının hak olduğuna dair pek çok kesin belgeleri açıkça ortaya koymaktadır. Yine bu âyet-i kerimelerde Rasûlünü yalanlayan ve davetini reddedip haktan sapan Kitap ehlinin yolunun batıl olduğuna dair belgeleri de ortaya koymaktadır. Allah bunları ortaya koyarken doğruyu söylemiştir. Bunun doğru olduğuna kullarını da açık delil ve belgelerle ikna etmiştir. Dağlar dahi bu deliller karşısında paramparça olur, yiğit insanlar onların önünde boyun eğer. İşte böyle bir durumda bütün insanlar için İbrahim’in dinine uyulması kaçınılmaz bir hal almaktadır. Onun dini de tevhid, Allah’a hiçbir şekilde ortak koşulmaması, Allah’ın gönderdiği bütün rasûller ile indirdiği bütün kitapların tasdik edilmesi ve batıl olan diğer bütün dinlerden yüz çevirilmesidir. Çünkü İbrahim aleyhisselam, tevhide uymayan her bir şeyden yüz çeviren, şirkten ve müşriklerden uzak olduğunu açıkça ortaya koyan bir kimse idi.
Ayet: 96 - 97 #
{إِنَّ أَوَّلَ بَيْتٍ وُضِعَ لِلنَّاسِ لَلَّذِي بِبَكَّةَ مُبَارَكًا وَهُدًى لِلْعَالَمِينَ (96) فِيهِ آيَاتٌ بَيِّنَاتٌ مَقَامُ إِبْرَاهِيمَ وَمَنْ دَخَلَهُ كَانَ آمِنًا وَلِلَّهِ عَلَى النَّاسِ حِجُّ الْبَيْتِ مَنِ اسْتَطَاعَ إِلَيْهِ سَبِيلًا وَمَنْ كَفَرَ فَإِنَّ اللَّهَ غَنِيٌّ عَنِ الْعَالَمِينَ (97)}.
96- Şüphesiz insanlar için kurulan ilk ev, Mekke’de bulunan, mübarek ve âlemlere hidâyet olan (Kabe)dir. 97- Orada apaçık alâmetler ve İbrahim’in makamı vardır. Kim oraya girerse emin olur. Ona bir yol bulabilenlerin o Evi hac etmesi Allah’ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır. Kim de inkâr ederse şüphesiz ki Allah âlemlere muhtaç değildir.
#
{96 ـ 97} يخبر تعالى بعظمة بيته الحرام، وأنه أول البيوت التي وضعها الله في الأرض لعبادته وإقامة ذكره، وأن فيه من البركات وأنواع الهدايات وتنوع المصالح والمنافع للعالمين شيء كثير وفضل غزير، وأن فيه آيات بينات تُذَكِّر بمقامات إبراهيم الخليل وتنقلاته في الحج ومن بعده تذكر بمقامات سيد الرسل وإمامهم، وفيه الأمن الذي من دخله كان آمناً قدراً مؤمناً شرعاً وديناً. فلما احتوى على هذه الأمور التي هذه مجملاتها وتكثر تفصيلاتها، أوجب الله حجّه على المكلفين المستطيعين إليه سبيلاً، وهو الذي يقدر على الوصول إليه بأي مركوب يناسبه وزاد يتزوده، ولهذا أتى بهذا اللفظ الذي يمكنه تطبيقه على جميع المركوبات الحادثة والتي ستحدث، وهذا من آيات القرآن حيث كانت أحكامه صالحة لكل زمان وكل حال ولا يمكن الصلاح التام بدونها. فمن أذعن لذلك وقام به فهو من المهتدين المؤمنين، ومن كفر فلم يلتزم حج بيته فهو خارج عن الدين، {ومن كفر فإن الله غني عن العالمين}.
96-97. Yüce Allah Beyt-i Haramının azametini ve onun, Yüce Allah’ın yeryüzünde kendisine ibadet edilmesi ve zikrinin yüceltilmesi için kurduğu ilk ev olduğunu, bunda bütün âlemler için birçok bereketlerin, çeşitli hidâyet sebeplerinin, türlü maslahat ve menfaatlerin, pek çok faziletlerin bulunduğunu, bu Beytte apaçık alâmetlerin de var olduğunu haber vermektedir. Bu alametler, İbrahim’in hacdaki makamlarını ve hac için gidip gelişlerini hatırlatmaktadır. Ondan sonra da peygamberlerin efendisi ve önderi (Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in) makamlarını ve konumlarını da hatırlatmaktadır. Burada Harem diye bilinen bir yer de vardır ki buraya giren ilhi kader gereği güven içinde olur, şer’an ve dinen de emniyet altına alınır. Özetle bu özellikleri ihtiva eden bu Beyti -ki onun üstün değerlerinin etraflıca sayılması uzun sürer- Yüce Allah ona yol bulabilen, güç yetirebilen mükelleflere onu haccetmeyi farz kılmıştır. Ona yol bulabilenler ise kendisine uygun herhangi bir binek ve edineceği azık ile oaraya ulaşabilme gücünü bulabilen herkestir. Bundan dolayı Yüce Allah önceden var olan ve gelecekte var olacak bütün bineklere uygulanması mümkün olan bir ifade tarzı kullanmış bulunmaktadır. Bu da Kur’ân-ı Kerîm’in mucizelerinden birisidir. Çünkü Kur’ân’ın hükümleri bütün zamanlara ve bütün hallere elverişlidir. Bunlar olmaksızın mükemmel bir salaha da imkân yoktur. Kim bunlara kulak verir ve haccı ifa ederse elbette ki o hidâyet bulan mü’minlerdendir. Kim de inkâr eder ve Allah’ın evini haccetme emrine uymazsa o da dinin dışına çıkmış bir kimse olur. Kim de inkâr edip kâfir olursa şüphesiz Allah’ın hiç kimseye ve hiçbir şeye ihtiyacı yoktur.
Ayet: 98 - 99 #
{قُلْ يَاأَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تَكْفُرُونَ بِآيَاتِ اللَّهِ وَاللَّهُ شَهِيدٌ عَلَى مَا تَعْمَلُونَ (98) قُلْ يَاأَهْلَ الْكِتَابِ لِمَ تَصُدُّونَ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ مَنْ آمَنَ تَبْغُونَهَا عِوَجًا وَأَنْتُمْ شُهَدَاءُ وَمَا اللَّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ (99)}.
98- De ki: “Ey Kitap ehli! Allah bütün yaptıklarınıza şahit iken niçin Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz?” 99- De ki: “Ey Kitap ehli! Kendiniz (doğruluğuna) şahit olduğunuz halde Allah’ın yolunu eğri göstermeye yeltenerek, niçin iman edenleri o yoldan döndürmek istiyorsunuz? Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.”
#
{98 ـ 99} لمّا أقام فيما تقدم الحجج على أهل الكتاب مع أنهم قبل ذلك يعرفون النبي - صلى الله عليه وسلم -، كما يعرفون أبناءهم، وَبَّخَ المعاندين منهم بكفرهم بآيات الله وصدهم الخلق عن سبيل الله لأن عوامهم تبع لعلمائهم، والله تعالى يعلم أحوالهم وسيجازيهم على ذلك أتمَّ الجزاء وأوفاه.
98-99. Bundan önceki buyruklarda Kitap ehline karşı deliller ortaya konmuştur. Ancak onlar bu delillerden önce de peygamber Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i tıpkı kendi öz oğullarını tanıdıkları gibi tanıyorlardı. İşte bu delillerin ortaya konulmasından sonra Yüce Allah, Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri sebebi ile Kitap ehlinden inada giden kimseleri azarlamakta, insanları Allah’ın yolundan alıkoyduklarından ötürü yaptıklarını kötülemektedir. Çünkü bu kitap ehlinin avamı, onların alimlerinin arkasından gitmektedir. Ancak Yüce Allah onların bütün hallerini bilmektedir ve bu yaptıklarından ötürü onları eksiksiz olarak cezalandıracaktır.
Ayet: 100 - 101 #
{يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِنْ تُطِيعُوا فَرِيقًا مِنَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ يَرُدُّوكُمْ بَعْدَ إِيمَانِكُمْ كَافِرِينَ (100) وَكَيْفَ تَكْفُرُونَ وَأَنْتُمْ تُتْلَى عَلَيْكُمْ آيَاتُ اللَّهِ وَفِيكُمْ رَسُولُهُ وَمَنْ يَعْتَصِمْ بِاللَّهِ فَقَدْ هُدِيَ إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ (101)}.
100- Ey iman edenler! Eğer siz Kitap ehlinden bir kesime itaat edecek olursanız onlar, imanınızdan sonra sizi kâfir yaparlar. 101- Allah’ın âyetleri size okunuyor ve O’nun peygamberi de aranızda bulunuyor iken nasıl olur da inkâr edersiniz? Kim Allah’a sımsıkı sarılırsa dosdoğru yola iletilmiş olur.
#
{100 ـ 101} لمّا أقام الحجج على أهل الكتاب ووبَّخهم بكفرهم وعنادهم، حذر عباده المؤمنين عن الاغترار بهم، وبين لهم أن هذا الفريق منهم حريصون على إضراركم وردكم إلى الكفر بعد الإيمان، ولكن ولله الحمد أنتم يا معشر المؤمنين، بعدما منَّ الله عليكم بالدين ورأيتم آياته ومحاسنه ومناقبه وفضائله، وفيكم رسول الله الذي أرشدكم إلى جميع مصالحكم، واعتصمتم بالله وبحبله الذي هو دينه يستحيل أن يردوكم عن دينكم، لأن الدين الذي بني على هذه الأصولِ والدعائمِ الثابتة الأساس، المشرقة الأنوار تنجذب إليه الأفئدة، ويأخذ بمجامع القلوب، ويوصل العباد إلى أجل غاية وأفضل مطلوب. {ومن يعتصم بالله}؛ أي: يتوكل عليه ويحتمي بحماه {فقد هدي إلى صراط مستقيم}؛ وهذا فيه الحث على الاعتصام به وأنه السبيل إلى السلامة والهداية.
100-101. Yüce Allah Kitap ehline karşı delilleri ortaya koyup küfür ve inatları sebebi ile onları azarladıktan sonra, mü’min kullarını da onlara aldanmaktan yana sakındırmakta, Kitap ehlinden bu kesimin esas itibari ile onlara zarar vermeyi ve imandan sonra onları küfre döndürmeyi çokça arzu ettiklerini beyan etmektedir. Ama sizler -Allah’a hamd olsun ki- ey mü’minler! Allah size bu dini lütfedip siz bu dinin üstün belgelerini ve güzelliklerini, erdemlerini, değerlerini gördükten sonra, maslahatınıza olan bütün şeylere sizi ileten Allah Rasûlü de aranızda bulunduktan, siz de Allah’a ve onun dini olan ipine sımsıkı sarıldıktan sonra, artık onların sizleri dininizden geri çevirmelerine imkân yoktur. Çünkü apaydınlık ve sapasağlam esaslar ve kaideler üzerinde yükselen bu dine kalpler kendiliğinden meyleder. Bu din kalplere bütünü ile hakim olur. Kulları en üstün amaçlara ve en üstün maksatlara ulaştırır. “Kim Allah’a sımsıkı sarılırsa” yani kim O’na tevekkül eder ve O’nun himayesine sığınırsa “dosdoğru yola iletilmiş olur.” İşte bu ifade O’na sımsıkı sarılmayı teşvik etmekte, hidâyetin ve kurtuluşun yolunun bu olduğunu ortaya koymaktadır.
Ayet: 102 - 105 #
{يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وَلَا تَمُوتُنَّ إِلَّا وَأَنْتُمْ مُسْلِمُونَ (102) وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللَّهِ جَمِيعًا وَلَا تَفَرَّقُوا وَاذْكُرُوا نِعْمَتَ اللَّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ كُنْتُمْ أَعْدَاءً فَأَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَأَصْبَحْتُمْ بِنِعْمَتِهِ إِخْوَانًا وَكُنْتُمْ عَلَى شَفَا حُفْرَةٍ مِنَ النَّارِ فَأَنْقَذَكُمْ مِنْهَا كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللَّهُ لَكُمْ آيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ (103) وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ أُمَّةٌ يَدْعُونَ إِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ (104) وَلَا تَكُونُوا كَالَّذِينَ تَفَرَّقُوا وَاخْتَلَفُوا مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَهُمُ الْبَيِّنَاتُ وَأُولَئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ (105)}.
102- Ey iman edenler! Allah’tan hakkıyla korkun ve ancak müslüman olarak ölün. 103- Hep beraber Allah’ın ipine sarılın, bölünmeyin. Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın: Hani siz düşman idiniz de O kalplerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti ile kardeş olmuştunuz. Yine siz ateşten bir çukurun kenarında idiniz de oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah hidâyet bulasınız diye size âyetlerini böylece apaçık bildiriyor. 104- Sizden hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten alıkoyan bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir. 105- Siz, kendilerine apaçık deliller geldikten sonra bölünüp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır.
#
{102 ـ 105} هذه الآيات فيها حث الله عباده المؤمنين أن يقوموا بشكر نعمه العظيمة بأن يتقوه حق تقواه، وأن يقوموا بطاعته وترك معصيته مخلصين له بذلك، وأن يقيموا دينهم ويستمسكوا بحبله الذي أوصله إليهم، وجعله السبب بينهم وبينه وهو دينه وكتابه، والاجتماع على ذلك وعدم التفرق، وأن يستديموا ذلك إلى الممات. وذكرهم ما هم عليه قبل هذه النعمة وهو أنهم كانوا أعداء متفرقين فجمعهم بهذا الدين وألّف بين قلوبهم وجعلهم إخواناً، وكانوا على شفا حفرة من النار فأنقذهم من الشقاء، ونهج بهم طريق السعادة؛ لذلك بين {الله لكم آياته لعلكم تهتدون}؛ إلى شكر الله والتمسك بحبله. وأمرهم بتتميم هذه الحالة، والسبب الأقوى الذي يتمكنون به من إقامة دينهم بأن يتصدى منهم طائفة يحصل فيها الكفاية {يدعون إلى الخير}؛ وهو الدين: أصوله وفروعه وشرائعه {ويأمرون بالمعروف}؛ وهو ما عرف حسنه شرعاً وعقلاً {وينهون عن المنكر}؛ وهو ما عرف قبحه شرعاً وعقلاً {وأولئك هم المفلحون}؛ المدركون لكل مطلوب الناجون من كل مرهوب، ويدخل في هذه الطائفة أهل العلم والتعليم والمتصدون للخطابة ووعظ الناس عموماً وخصوصاً والمحتسبون، الذين يقومون بإلزام الناس بإقامة الصلوات وإيتاء الزكاة والقيام بشرائع الدين، وينهونهم عن المنكرات. فكل من دعا الناس إلى خير على وجه العموم أو على وجه الخصوص، أو قام بنصيحة عامة أو خاصة فإنه داخل في هذه الآية الكريمة. ثم نهاهم عن سلوك مسلك المتفرقين الذين جاءهم الدين والبينات الموجب لقيامهم به واجتماعهم، فتفرقوا واختلفوا وصاروا شيعاً، ولم يصدر ذلك عن جهل وضلال وإنما صدر عن علم وقصد سيئ وبغي من بعضهم على بعض، ولهذا قال: {وأولئك لهم عذاب عظيم}؛ ثم بين متى يكون هذا العذاب العظيم ويمسهم هذا العذاب الأليم فقال:
102-103. Bu âyet-i kerimelerde Yüce Allah mü’min kullarını, üzerlerindeki büyük nimetlere karşılık şükür borçlarını yerine getirmeye teşvik etmektedir. Bunun da O’ndan hakkıyla korkmaları, takvâ sahibi olmaları, O’na gereği gibi itaat etmeleri, O’na isyandan kaçınmaları ve bütün bunlarda O’na karşı ihlâslı olmaları ile olacağını bildirmekte ve dinlerini dosdoğru uygulayarak kendilerine ulaştırmış olduğu ipine sımsıkı sarılmalarını istemektedir. Çünkü O, bu ipi onlarla kendi zatı arasında bir yol kılmıştır. Allah’ın ipinden kasıt da O’nun dini, Kitabı ve bunlar etrafında toplanıp bölünmemek demektir. İşte Allah onlardan bunu ölünceye dek sürdürmelerini istemektedir. Yine Yüce Allah, bu nimetten önceki hallerini de onlara hatırlatmaktadır ki, bundan önce onlar birbirlerine düşman idiler ve darmadağınık haldeydiler. Bu din vasıtası ile O, onları bir araya getirdi, kalplerini birbirine kaynaştırdı ve onları kardeş yaptı. Onlar dibinde ateş bulunan bir uçurumun kenarında idiler. İşte onları böyle bir bedbahtlıktan çekip kurtardı ve mutluluk yoluna ulaştırdı. “İşte Allah” Allah’a şükre ve O’nun ipine sımsıkı sarılmaya götüren yolu izleyip de “hidâyet bulasınız diye size âyetlerini böylece apaçık bildiriyor.” 104. Yüce Allah devamla müminlere bu hallerini tamamlamalarını ve dinlerini tam anlamı ile uygulama imkânını sağlayacak olan en büyük sebebi yerine getirmelerini emretmektedir. Şöyle ki “Sizden hayra” yani dine, onun itikadi ve fer’i bütün hükümlerine “çağıran, iyiliği emreden” iyilik (maruf) dinen ve aklen güzel olduğu bilinen her şeydir, “kötülükten alıkoyan” kötülük (münker) ise dinen ve aklen çirkin olduğu bilinen her şeydir, “bir topluluk” yeterli sayıda bir kesim “bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir.” Yani bütün istediklerini elde eden ve korktukları her bir şeyden kurtulan kimseler onlardır. İlim öğrenen ve öğretenler, insanlara özel ve genel olarak ders, hutbe ve vaaz verenler, insanların namaz kılıp zekât vermelerini ve dinin hükümlerini uygulamalarını sağlamak için Allah rızasını elde etmek gayesi ile gayret gösteip onları kötülüklerden alıkoyanlar, zikre geçen bu kesimin kapsamına girmektedir. Buna göre genel olsun, özel olsun insanları hayra çağıran yahut da genel veya özel bir nasihatta bulunan herkes bu âyet-i kerimenin kapsamına girmektedir. 105. Yüce Allah, mü’min kullarına tefrikaya düşenlerin yollarını izlemelerini yasaklamaktadır. Hâlbuki onlara din ve apaçık belgeler gelmişti, bunlar gereği gibi dini uygulamalarını ve birlik olmalarını gerektirdiği halde onlar ayrılığa düştüler, ihtilaf ettiler ve gruplara ayrıldılar. Ancak bu durumları bilgisizlik ve sapıklıklarının bir sonucu değildi. Aksine onlar bunu bilerek ve kötü maksat gözeterek yapmışlardı. Birbirlerini kıskanarak ve haksızlığa saparak bu hale gelmişlerdi. Bundan dolayı Yüce Allah: “İşte onlar için büyük bir azap vardır.” buyurmaktadır. Daha sonra Yüce Allah, bu büyük azabın ne zaman gerçekleşeceğini, bu can yakıcı azabın ne zaman onlara dokunacağını açıklayarak şöyle buyurmaktadır
Ayet: 106 - 107 #
{يَوْمَ تَبْيَضُّ وُجُوهٌ وَتَسْوَدُّ وُجُوهٌ فَأَمَّا الَّذِينَ اسْوَدَّتْ وُجُوهُهُمْ أَكَفَرْتُمْ بَعْدَ إِيمَانِكُمْ فَذُوقُوا الْعَذَابَ بِمَا كُنْتُمْ تَكْفُرُونَ (106) وَأَمَّا الَّذِينَ ابْيَضَّتْ وُجُوهُهُمْ فَفِي رَحْمَةِ اللَّهِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ (107)}.
106- O gün kimi yüzler ağaracak, kimi yüzler kararacaktır. Yüzleri kararanlara: “İmanınızdan sonra kâfir oldunuz ha! O halde kâfir olmanızdan ötürü azabı tadın” (denir). 107- Yüzleri ağaranlar ise Allah’ın rahmetindedirler. Onlar orada ebediyen kalacaklardır.
#
{106 ـ 107} يخبر تعالى بتفاوت الخلق يوم القيامة في السعادة والشقاوة، وأنه تبيض وجوه أهل السعادة، الذين آمنوا بالله، وصدقوا رسله وامتثلوا أمره واجتنبوا نهيه، وأن الله تعالى يدخلهم الجنات ويفيض عليهم أنواع الكرامات وهم فيها خالدون، وتسود وجوه أهل الشقاوة الذين كذبوا رسله وعصوا أمره وفرقوا دينهم شيعاً وأنهم يوبخون فيقال: {أكفرتم بعد إيمانكم}؛ فكيف اخترتم الكفر على الإيمان {فذوقوا العذاب بما كنتم تكفرون}.
106-107. “O gün kimi yüzler ağaracak kimi yüzler kararacaktır...” Yüce Allah Kıyamet gününde insanların mutluluk ve bedbahtlık noktasında birbirlerinden farklı olacaklarını bildirmektedir. Allah’a iman eden, Rasûlünü tasdik eden, emirlerini yerini getirip yasaklarından uzak duran mutlu ve bahtiyarların yüzlerinin ağaracağını haber vermektedir. Yüce Allah bunları cennetlere koyacak, pek çok ilâhi lütufları onlara bol bol ihsan edecektir ve onlar orada ebediyyen kalacaklardır. Allah’ın peygamberlerini yalanlayan, O’nun emrine karşı gelip isyan eden, dinlerinde fırka fırka bölüp ayrılığa düşen bedbaht kimselerin de o gün yüzlerinin kararacağını, azarlanacaklarını ve kendilerine: “İmanınızdan sonra kâfir oldunuz ha!” denilecektir. Yani Nasıl küfrü imana tercih ettiniz? Yine onlara: “O halde kâfir olmanızdan ötürü azabı tadın” denilecektir.
Ayet: 108 - 109 #
{تِلْكَ آيَاتُ اللَّهِ نَتْلُوهَا عَلَيْكَ بِالْحَقِّ وَمَا اللَّهُ يُرِيدُ ظُلْمًا لِلْعَالَمِينَ (108) وَلِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَإِلَى اللَّهِ تُرْجَعُ الْأُمُورُ (109)}.
108- Bunlar Allah’ın âyetleridir ki onları sana hak ile okuyoruz. Allah âlemlere zulmetmek istemez. 109- Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Bütün işler yalnız Allah’a döndürülür.
#
{108} يثني تعالى على ما قصه على نبيه من آياته التي حصل بها الفرقان بين الحق والباطل وبين أولياء الله وأعدائه، وما أعده لهؤلاء من الثواب وللآخرين من العقاب، وأن ذلك مقتضى فضله وعدله وحكمته، وأنه لم يظلم عباده ولم ينقصهم من أعمالهم أو يعذب أحداً بغير ذنبه أو يحمل عليه وزر غيره. ولما ذكر أن له الأمر والشرع ذكر أن له تمام الملك والتصرف والسلطان فقال:
108. Yüce Allah peygamberine okumuş olduğu âyetlerinden övgü ile söz etmektedir. Bu ayetler hak ve batılı, Allah’ın dostları ile düşmanlarını birbirinden ayırmakta, Allah'ın bir tarafa hazırladığı mükâfaatları, diğerlerine ise hazırladığı cezayı bildirmektedir. Yine Allah, bunları lütuf, adalet ve hikmetinin gerektirdiğini, O’nun kullarına asla zulmetmediğini, amellerinin karşılığını eksik vermeyeceğini yahut da hiçbir kimseye suç yere azap etmeyeceğini yahut da başkasının günahını ona yüklemeyeceğini de haber vermektedir. Şanı Yüce Allah emir vermenin ve şeriat koymanın kendi hak ve yetkisi olduğunu söz konusu ettikten sonra eksiksiz mülkiyet, egemenlik, tasarruf ve saltanatın da yalnız kendisinin olduğunu söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{109} {ولله ما في السموات وما في الأرض وإلى الله ترجع الأمور}؛ فيجازي المحسنين بإحسانهم والمسيئين بعصيانهم، وكثيراً ما يذكر الله أحكامه الثلاثة مجتمعة يبين لعباده أنه الحاكم المطلق فله الأحكام القدرية والأحكام الشرعية والأحكام الجزائية، فهو الحاكم بين عباده في الدنيا والآخرة، ومن سواه من المخلوقات محكوم عليها ليس لها من الأمر شيء.
109. “Bütün işler yalnız Allah’a döndürülür” O da yilik yapanlara iyiliklerinin karşılığını verir, kötülük yapanları da isyanları dolayısı ile cezalandırır. Şanı Yüce Allah, üç türlü hüküm ve tasarrufunu sık sık bir arada söz konusu etmekte ve böylelikle kullarına mutlak hâkimin kendisi olduğunu beyan etmektedir. Buna göre gerek kaderî hükümler, gerek şer’î hükümler, gerekse de cezaî hükümler yalnız O’nundur. O dünyada da âhirette de kulları arasında hüküm verendir. O’nun dışındaki diğer yaratıklar ise haklarında hüküm verilenlerdir. Bunların emretmek adına bir şeye sahip olmaları söz konusu değildir.
Ayet: 110 - 111 #
{كُنْتُمْ خَيْرَ أُمَّةٍ أُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَتُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَلَوْ آمَنَ أَهْلُ الْكِتَابِ لَكَانَ خَيْرًا لَهُمْ مِنْهُمُ الْمُؤْمِنُونَ وَأَكْثَرُهُمُ الْفَاسِقُونَ (110) لَنْ يَضُرُّوكُمْ إِلَّا أَذًى وَإِنْ يُقَاتِلُوكُمْ يُوَلُّوكُمُ الْأَدْبَارَ ثُمَّ لَا يُنْصَرُونَ (111)}.
110- Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirir ve Allah’a iman edersiniz. Eğer Kitap ehli de iman etmiş olsalardı, kendileri için daha hayırlı olurdu. Onlardan iman edenler olmakla birlikte onların çoğu fasıktır. 111- Onlar (dil ile) eziyet etmenin dışında size asla zarar veremezler. Şayet sizinle savaşacak olurlarsa size arkalarını dönüp kaçarlar, sonra onlara yardım da edilmez.
#
{110 ـ 111} هذا تفضيل من الله لهذه الأمة بهذه الأسباب، التي تميزوا بها وفاقوا بها سائر الأمم، وأنهم خير الناس للناس نصحاً ومحبة للخير ودعوة وتعليماً وإرشاداً وأمراً بالمعروف ونهياً عن المنكر وجمعاً بين تكميل الخلق والسعي في منافعهم بحسب الإمكان، وبين تكميل النفس بالإيمان بالله والقيام بحقوق الإيمان، وأن أهل الكتاب لو آمنوا بمثل ما آمنتم به لاهتدوا وكان خيراً لهم ولكن لم يؤمن منهم إلا القليل، وأما الكثير فهم فاسقون خارجون عن طاعة الله وطاعة رسوله محاربون للمؤمنين ساعون في إضرارهم بكل مقدورهم، ومع ذلك فلن يضروا المؤمنين إلا أذى باللسان، وإلا فلو قاتلوهم لولوا الأدبار ثم لا ينصرون. وقد وقع ما أخبر الله به، فإنهم لما قاتلوا المسلمين ولوا الأدبار ونصر الله المسلمين عليهم.
110-111. Yüce Allah bu ayetlerde zikrettiği vasıflarla bu ümmeti üstün kılmıştır. Onlar bu özellikler sayesinde temayüz etmiş ve diğer ümmetlerden üstte olmuşlardır. Onlar, insanlar içinde nasihat, hayrı istemek, davet, öğretim, irşat, iyiliği emretme, kötülüğü engelleme konularında insanlara en fazla hayrı dokunan kimselerdir. Onlar, hem imkan ölçüsünde insanların yararına olan işlerde koşuşturmak suretiyle ahlaklarını kemale erdirmişlerdir, hem de Allah'a iman etmek ve imanın gereklerini yerine getirmek suretiyle nefislerini kemale erdirmişlerdir. Şayet ehli kitap da onlar gibi iman edecek olsalardı onlar da doğru yolu bulurlardı ve bu da onlar için çok hayırlı olurdu. Ancak onlardan pek az kimse iman etmiştir. Çoğu ise fasık, Allah'a ve Rasul’e itaatten çıkan, müminlere savaş açan ve onlara var güçleriyle zarar vermeye çalışan kimselerdir. Buna rağmen onlar, müminlere dilleriyle eziyet etmekten başka bir zarar veremezler. Zira onlarla savaşacak olsalar arkalarını dönüp kaçarlar. Onlara kimse yardım da etmez. Nitekim Allah'ın haber verdiği gibi de olmuştur. Onlar Müslümanlarla savaştıkları vakit arkalarını dönüp kaçmışlar ve Allah, onlara karşı Müslümanlara zafer ihsan etmiştir.
Ayet: 112 #
{ضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الذِّلَّةُ أَيْنَ مَا ثُقِفُوا إِلَّا بِحَبْلٍ مِنَ اللَّهِ وَحَبْلٍ مِنَ النَّاسِ وَبَاءُوا بِغَضَبٍ مِنَ اللَّهِ وَضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الْمَسْكَنَةُ ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ كَانُوا يَكْفُرُونَ بِآيَاتِ اللَّهِ وَيَقْتُلُونَ الْأَنْبِيَاءَ بِغَيْرِ حَقٍّ ذَلِكَ بِمَا عَصَوْا وَكَانُوا يَعْتَدُونَ (112)}.
112- Onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar zillet damgası üzerlerine vurulmuştur. Ancak Allah’ın ahdine ve insanların emanına sığınmış olmaları müstesna. Onlar Allah’ın gazabına uğramışlar ve üzerlerine fakirlik damgası vurulmuştur. Bunun sebebi onların Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri ve peygamberleri haksız yere öldürmeleridir. Bu, onların isyan etmiş ve aşırı gitmiş olmalarındandır.
#
{112} هذا إخبار من الله تعالى أن اليهود ضربت عليهم الذلة فهم خائفون أينما ثقفوا، ولا يؤمنهم شيء إلا معاهدة وسبب يأمنون به يرضخون لأحكام الإسلام ويعترفون بالجزية أو بحبلٍ {من الناس}؛ أي: إذا كانوا تحت ولاية غيرهم ونظارتهم كما شوهد حالهم سابقاً ولاحقاً، فإنهم لم يتمكنوا في الوقت الأخير من الملك المؤقت في فلسطين إلا بنصر الدول الكبرى وتمهيدهم لهم كل سبب {وباؤوا بغضب من الله}؛ أي: قد غضب الله عليهم وعاقبهم بالذلة والمسكنة، والسبب في ذلك كفرهم بآيات الله وقتلهم الأنبياء {بغير حق}، أي: ليس ذلك عن جهل وإنما هو بغي وعناد، تلك العقوبات المتنوعة عليهم {بما عصوا وكانوا يعتدون}؛ فالله تعالى لم يظلمهم ويعاقبهم بغير ذنب، وإنما الذي أجراه عليهم بسبب بغيهم وعدوانهم وكفرهم وتكذيبهم للرسل وجناياتهم الفظيعة.
112. Bu buyrukta Yüce Allah yahudilere zillet damgası vurulmuş olduğunu haber vermektedir. Bu nedenle onlar nerede olurlarsa olsunlar korku içerisindedirler. Herhangi bir antlaşma yahut İslâm’ın hükmüne boyun eğip cizye vermeyi kabul etmek suretiyle güven sağlayacak bir sebebe sarılmaları dışında hiçbir şey onları güven altında bulundurmaz. Yahut da “insanların emanına sığınmış olmaları müstesna” Yani başkalarının yönetim ve nezaretleri altında bulunmaları halinde kendilerini emniyet altında hissedebilirler. Nitekim öteden beri durumlarının böyle olduğu görülmüştür. Son dönemlerde Filistin’de elde ettikleri geçici egemenliği de ancak diğer büyük devletlerin yardım ve desteği ile ve bu büyük devletlerin onlara her türlü imkânı hazırlamaları sonucu elde edebilmişlerdir. “Onlar Allah’ın gazabına uğramışlar.” Allah onlara gazap etmiştir. Zillet ve fakirlik ile onları cezalandırmıştır. Buna sebep ise Allah’ın âyetlerini inkâr etmeleri ve haksız yere peygamberleri öldürmeleridir. Onlar bunu bilgisizliklerinden dolayı yapmıyorlardı. Haddi aşmalarından ve inatlarından dolayı yapıyorlardı. Onlara verilen bu çeşitli cezalar “onların isyan etmiş ve aşırı gitmiş olmalarındandır.” Şanı Yüce Allah onlara asla zulmetmemiş ve suçsuz yere onları cezalandırmamıştır. Onlara verdiği bu cezalar, onların haddi aşmaları, düşmanlık etmeleri, küfre sapmaları, peygamberleri yalanlamaları ve korkunç cinâyetler işlemelerinden dolayıdır.
Ayet: 113 - 115 #
{لَيْسُوا سَوَاءً مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ أُمَّةٌ قَائِمَةٌ يَتْلُونَ آيَاتِ اللَّهِ آنَاءَ اللَّيْلِ وَهُمْ يَسْجُدُونَ (113) يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُسَارِعُونَ فِي الْخَيْرَاتِ وَأُولَئِكَ مِنَ الصَّالِحِينَ (114) وَمَا يَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ فَلَنْ يُكْفَرُوهُ وَاللَّهُ عَلِيمٌ بِالْمُتَّقِينَ (115)}.
113- Onların hepsi bir değildir. Kitap ehlinden bir zümre vardır ki (hak üzere) dosdoğru yürürler. Gece saatlerinde de secde ederek Allah’ın âyetlerini okurlar. 114- Allah’a ve âhiret gününe iman ederler. İyiliği emrederler, kötülükten alıkoyarlar ve hayırlı işlerde ellerini çabuk tutarlar. İşte onlar salihlerdendir. 115- Onlar her ne hayır işlerlerse ondan mahrum bırakılmayacaklardır. Allah takvâ sahiplerini çok iyi bilendir.
#
{113 ـ 114} لما ذكر الله المنحرفين من أهل الكتاب بيَّن حالة المستقيمين منهم وأن منهم أمة مقيمون لأصول الدين وفروعه {يؤمنون بالله واليوم الآخر ويأمرون بالمعروف}؛ وهو الخير كله، وينهون عن المنكر وهو جميع الشر، كما قال تعالى: {ومن قوم موسى أمة يهدون بالحق وبه يعدلون}؛ و {يسارعون في الخيرات}؛ والمسارعة إلى الخيرات قدر زائد على مجرد فعلها، فهو وصف لهم بفعل الخيرات والمبادرة إليها وتكميلها بكل ما تتم به من واجب ومستحب.
113-114. Yüce Allah Kitap ehlinden sapanları söz konusu ettikten sonra, aralarından dosdoğru yolda gidenlerin halini açıklamakta, onlardan dinin aslî ve fer’î hükümlerini dosdoğru uygulayan kimselerin bulunduğunu bildirmektedir: “Allah’a ve âhiret gününe iman ederler. İyiliği emrederler,” İyilik (ma’ruf) bütün hayırlı şeylerdir “kötülükten alıkoyarlar” kötülük (münker) de kötü ve şer olan her şeydir. Aynı anlamda Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Mûsâ’nın kavminden de (insanları) hakka yönelten ve hak gereğince adaletle hükmeden bir topluluk vardır.” (el-Araf, 7/159) “Hayırlı işlerde ellerini çabuk tutarlar.” Hayırlı işlerde elleri çabuk tutmak, bunları işlemekten daha ileri bir şeydir. Bu onların hem hayırları işlediklerini, hem de bu konuda ellerini çabuk tuttuklarını ayrıca farz olsun müstehab olsun bunların tamamlayıcı bütün unsurlarını da yerine getirdiklerini belirten bir vasıftır.
#
{115} ثم بين تعالى أن كل ما فعلوه من خير قليل أو كثير فإن الله تعالى سيقبله حيث كان صادراً عن إيمان وإخلاص، {فلن يكفروه}؛ يعني لن ينكر ما عملوه ولن يهدر {والله عليم بالمتقين}؛ وهم الذين قاموا بالخيرات وتركوا المحرمات لقصد رضا الله وطلب ثوابه.
115. Daha sonra Yüce Allah az olsun, çok olsun hayır türünden işledikleri her bir şeyi, iman ve ihlâs ile yapılmış olması şartı ile kabul edeceğini haber vermektedir. “Ondan mahrum bırakılmayacaklardır.” Yani onların işledikleri asla inkâr olunmayacak ve boşa gitmeyecektir. “Allah takvâ sahiplerini çok iyi bilendir.” Takvâ sahipleri ise hayırları işleyen, haramları terk eden ve bunları da Allah’ın rızasını ve mükafatını elde etmek maksadıyla yapanlardır.
Ayet: 116 - 117 #
{إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا لَنْ تُغْنِيَ عَنْهُمْ أَمْوَالُهُمْ وَلَا أَوْلَادُهُمْ مِنَ اللَّهِ شَيْئًا وَأُولَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ (116) مَثَلُ مَا يُنْفِقُونَ فِي هَذِهِ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا كَمَثَلِ رِيحٍ فِيهَا صِرٌّ أَصَابَتْ حَرْثَ قَوْمٍ ظَلَمُوا أَنْفُسَهُمْ فَأَهْلَكَتْهُ وَمَا ظَلَمَهُمُ اللَّهُ وَلَكِنْ أَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ (117)}.
116- Kâfirlerin mallarının da oğullarının da Allah’(ın azabın)a karşı kendilerine asla bir faydası olmayacaktır. Onlar ateş ehlidirler ve onlar orada ebediyyen kalacaklardır. 117- Onların bu dünya hayatında harcadıkları, kendilerine zulmeden bir kavmin ekinlerini vurup da helâk eden kavurucu bir rüzgâra benzer. Allah onlara zulmetmemiştir; fakat onlar kendilerine zulmediyorlar.
#
{116 ـ 117} بين تعالى أن الكفار الذين كفروا بآيات الله وكذبوا رسله أنه لا ينقذهم من عذاب الله منقذ ولا ينفعهم نافع ولا يشفع لهم عند الله شافع، وأن أموالهم وأولادهم التي كانوا يعدونها للشدائد والمكاره لا تفيدهم شيئاً وأن نفقاتهم التي أنفقوها في الدنيا لنصر باطلهم ستضمحل، وأن مثلها {كمثل}؛ حرث أصابته {ريح}؛ شديدة {فيها صر}؛ أي: برد شديد أو نار محرقة فأهلكت ذلك الحرث وذلك بظلمهم فلم يظلمهم الله، ويعاقبهم بغير ذنب، وإنما ظلموا أنفسهم. وهذه كقوله تعالى: {إن الذين كفروا ينفقون أموالهم ليصدوا عن سبيل الله فسينفقونها ثم تكون عليهم حسرة ثم يغلبون}.
116-117. Yüce Allah kâfirlerin Allah’ın âyetlerini inkâr edip peygamberlerini yalanlayan kimseleri hiçbir şeyin, Allah’ın azabından kurtaramayacağını, hiçbir kimsenin onlara bir fayda sağlayamayacağını ve Allah nezdinde hiçbir kimsenin onlara şefaatçi olmayacağını beyan etmektedir. Zorlu zamanlar ve hoşlanmadıkları haller için hazırladıkları mallarının ve evlatlarının da kendilerine hiçbir faydasının olmayacağını, dünyada iken batıllarının zaferi için harcadıkları bütün mallarının da zayi olup gideceğini ifade etmektedir. Onların bu harcamalarının misali ise “kavurucu” çok soğuk yahut da yakıcı bir ateş içeren oldukça şiddetli bir rüzgârın isabet ettiği ekine benzer ki böyle bir rüzgâr o ekini mahveder. Bütün bunların sebebi ise onların zulümleridir. Allah onlara zulmetmemiş, günahsız yere onları cezalandırmamıştır, asıl onlar kendi kendilerine zulmetmektedirler. Bu Yüce Allah’ın şu buyruğunu andırmaktadır: “O kâfirler, şüphesiz mallarını Allah yolundan alıkoymak için harcarlar, yakında da onları harcayacaklar, sonra bu onlara bir yürek acısı olacaktır. Sonra da yenilgiye uğrayacaklardır...” (el-Enfal, 8/36)
Ayet: 118 - 120 #
{يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا بِطَانَةً مِنْ دُونِكُمْ لَا يَأْلُونَكُمْ خَبَالًا وَدُّوا مَاعَنِتُّمْ قَدْ بَدَتِ الْبَغْضَاءُ مِنْ أَفْوَاهِهِمْ وَمَا تُخْفِي صُدُورُهُمْ أَكْبَرُ قَدْ بَيَّنَّا لَكُمُ الْآيَاتِ إِنْ كُنْتُمْ تَعْقِلُونَ (118) هَاأَنْتُمْ أُولَاءِ تُحِبُّونَهُمْ وَلَا يُحِبُّونَكُمْ وَتُؤْمِنُونَ بِالْكِتَابِ كُلِّهِ وَإِذَا لَقُوكُمْ قَالُوا آمَنَّا وَإِذَا خَلَوْا عَضُّوا عَلَيْكُمُ الْأَنَامِلَ مِنَ الْغَيْظِ قُلْ مُوتُوا بِغَيْظِكُمْ إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ (119) إِنْ تَمْسَسْكُمْ حَسَنَةٌ تَسُؤْهُمْ وَإِنْ تُصِبْكُمْ سَيِّئَةٌ يَفْرَحُوا بِهَا وَإِنْ تَصْبِرُوا وَتَتَّقُوا لَا يَضُرُّكُمْ كَيْدُهُمْ شَيْئًا إِنَّ اللَّهَ بِمَا يَعْمَلُونَ مُحِيطٌ (120)}.
118- Ey iman edenler! Kendinizden başkasını sırdaş edinmeyin. Onlar size zarar vermekten hiç geri kalmazlar ve size sıkıntı verecek şeyleri arzu ederler. Onların kinleri ağızlarından (taşıp) açığa çıkmıştır. Göğüslerinde gizledikleri (kin) ise daha büyüktür. Şâyet düşünürseniz işte size âyetlerimizi açıkladık. 119- İşte siz onları seviyorsunuz, ama onlar sizi sevmiyorlar. Siz kitapların hepsine iman edersiniz, onlar ise sizinle karşılaştıkları zaman “İman ettik” derler; fakat başbaşa kaldıklarında (size duydukları) kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki: “Kininizle geberin!” Şüphesiz Allah göğüslerde olanı çok iyi bilendir. 120- Size bir iyilik dokunursa bu, onları üzer. Şayet size bir kötülük isabet ederse ondan dolayı sevinirler. Eğer siz sabreder ve takvalı olursanız onların tuzaklarının size zararı olmaz. Şüphesiz Allah, onların bütün yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.
#
{118 ـ 119} هذا تحذير من الله لعباده عن ولاية الكفار واتخاذهم بطانة أو خصيصة وأصدقاء، يسرون إليهم ويفضون لهم بأسرار المؤمنين، فوضح لعباده المؤمنين الأمور الموجبة للبراءة من اتخاذهم بطانة، بأنهم {لا يألونكم خبالاً} أي حريصون غير مقصرين في إيصال الضرر بكم، وقد بدت البغضاء من كلامهم وفلتات ألسنتهم وما تخفيه صدورهم من البغضاء والعداوة {أكبر} مما ظهر لكم من أقوالهم وأفعالهم، فإن كانت لكم فهوم وعقول فقد وضح الله لكم أمرهم، وأيضاً فما الموجب لمحبتهم واتخاذهم أولياء وبطانة، وقد تعلمون منهم الانحراف العظيم في الدين وفي مقابلة إحسانكم؟ فأنتم مستقيمون على أديان الرسل تؤمنون بكل رسول أرسله الله وبكل كتاب أنزله الله وهم يكفرون بأجلّ الكتب وأشرف الرسل، وأنتم تبذلون لهم من الشفقة والمحبة ما لا يكافئونكم على أقل القليل منه، فكيف تحبونهم وهم لا يحبونكم وهم يداهنونكم وينافقونكم، فإذا لقوكم {قالوا آمنا وإذا خلوا} مع بني جنسهم {عضوا عليكم الأنامل} من شدة الغيظ والبغض لكم ولدينكم، قال تعالى: {قل موتوا بغيظكم}؛ أي: سترون من عز الإسلام وذل الكفر ما يسوءكم، وتموتون بغيظكم فلن تدركوا شفاء ذلك بما تقصدون {إن الله عليم بذات الصدور}؛ فلذلك بين لعباده المؤمنين ما تنطوي عليه صدور أعداء الدين من الكفار والمنافقين.
118. Bu buyrukla Yüce Allah kullarını kâfirleri sırdaş edinmekten, onlarla içli dışlı olmaktan yahut da onlara gizliliklerini açacakları, mü’minlerin sırlarını açıklayacakları samimi ve özel arkadaş edinmekten sakındırmaktadır. Yüce Allah mü’min kullarına bunları sırdaş edinmekten uzak durmayı gerektiren hususları da şöyle açıklamaktadır: “Onlar size zarar vermekten hiç geri kalmazlar.” Yani onlar size zarar vermek hususunda ellerinden geleni yapmaktan geri durmazlar, aksine buna can atarlar. Üstelik sizlere karşı duydukları kin, sözlerinden ve zaman zaman dillerinden kaçırdıkları ifadelerden açıkça ortaya çıkmıştır. Kalplerinin gizlediği kin ve düşmanlık ise söz ve davranışlarında gördüklerinizden çok daha büyüktür. Eğer sizler anlayan ve aklı eren kimseler iseniz işte Allah onların durumlarını sizlere açıkça anlatmış bulunmaktadır. 119. Diğer taraftan onları sevmeye, onları dost ve sırdaş edinmeye iten, bunu gerektiren sebep nedir? Çünkü siz onların dinde büyük bir sapıklık içerisinde olduklarını ve sizin iyiliklerine verdikleri karşılıkları bilmektesiniz. Sizler bütün peygamberlerin bildirdikleri din üzere dosdoğru yürümektesiniz. Allah’ın göndermiş olduğu bütün peygamberlere ve Allah’ın indirmiş olduğu bütün kitaplara iman etmektesiniz. Onlar ise kitapların en üstününü, Rasûllerin en şereflisini inkâr etmektedir. Sizler onlara karşı şefkatlisiniz, onlara sevgi beslersiniz. Halbuki onlar bunun karşılığını asgari ölçülerde dahi vermemektedirler. O halde onlar sizi sevmezken siz onları nasıl seversiniz? Onlar size karşı riyâkarlık ve münafıklık yapmaktadırlar: “sizinle karşılaştıkları zaman “İman ettik” derler; fakat” kendileriyle aynı yolu izleyenler ile “başbaşa kaldıklarında” size ve dininize karşı olan aşırı kin ve öfkelerinden dolayı “parmaklarının uçlarını ısırırlar.” “De ki: Kininizle geberin.” Yani siz İslâm’ın aziz olduğunu, küfrün de zelil olduğunu görecek ve bundan hoşlanmayacaksınız. Kin ve öfkenizle geberip gideceksiniz. Hiçbir zaman maksadınıza erişerek gönülleriniz rahat edemeyecektir. “Şüphesiz Allah göğüslerde olanı çok iyi bilendir.” O nedenle de mü’min kullarına din düşmanı olan kâfir ve münafıkların kalplerinin sakladıklarını beyan etmiştir.
#
{120} {إن تمسسكم حسنة}؛ عز ونصر وعافية وخير {تسؤهم، وإن تصبكم سيئة}؛ من إدالة العدو أو حصول بعض المصائب الدنيوية {يفرحوا بها}؛ وهذا وصف العدو الشديدة عداوته. لما بين تعالى شدة عداوتهم، وشرح ما هم عليه من الصفات الخبيثة أمر عباده المؤمنين بالصبر ولزوم التقوى، وأنهم إذا قاموا بذلك فلن يضرهم كيد أعدائهم شيئاً، فإن الله محيط بهم وبأعمالهم وبمكائدهم التي يكيدونكم فيها، وقد وعدكم عند القيام بالتقوى أنهم لا يضرونكم شيئاً فلا تشكوا في حصول ذلك.
120. “Size bir iyilik” güç, yardım, afiyet ve hayır “dokunursa bu, onları üzer. Eğer size” düşmanın galip gelmesi yahut da birtakım dünyevi musibetler şeklinde “bir kötülük isabet ederse ondan dolayı sevinirler.” İşte bu, aşırı derecede düşman kimsenin düşmanlığını ifade etmektedir. Şanı Yüce Allah onların ileri derecedeki düşmanlıklarını ve çirkin özelliklerini beyan ettikten sonra mü’min kullarına sabırlı olmalarını ve takvâdan ayrılmamalarını emretmiş ve bunları yerine getirdikleri takdirde düşmanlarının hile ve tuzaklarının kendilerine hiçbir şekilde zarar veremeyeceğini beyan etmiştir. Çünkü Allah onların amellerini de kurmakta oldukları hile ve tuzakları da “çepeçevre kuşatmıştır.” Ayrıca sizlere takvâyı yerine getirdiğiniz takdirde onların size hiçbir şekilde zarar vermeyeceklerini vaad etmiştir. O halde bunun gerçekleşeceğinden şüpheniz olmasın.
Ayet: 121 - 127 #
{وَإِذْ غَدَوْتَ مِنْ أَهْلِكَ تُبَوِّئُ الْمُؤْمِنِينَ مَقَاعِدَ لِلْقِتَالِ وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ (121) إِذْ هَمَّتْ طَائِفَتَانِ مِنْكُمْ أَنْ تَفْشَلَا وَاللَّهُ وَلِيُّهُمَا وَعَلَى اللَّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ (122) وَلَقَدْ نَصَرَكُمُ اللَّهُ بِبَدْرٍ وَأَنْتُمْ أَذِلَّةٌ فَاتَّقُوا اللَّهَ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ (123) إِذْ تَقُولُ لِلْمُؤْمِنِينَ أَلَنْ يَكْفِيَكُمْ أَنْ يُمِدَّكُمْ رَبُّكُمْ بِثَلَاثَةِ آلَافٍ مِنَ الْمَلَائِكَةِ مُنْزَلِينَ (124) بَلَى إِنْ تَصْبِرُوا وَتَتَّقُوا وَيَأْتُوكُمْ مِنْ فَوْرِهِمْ هَذَا يُمْدِدْكُمْ رَبُّكُمْ بِخَمْسَةِ آلَافٍ مِنَ الْمَلَائِكَةِ مُسَوِّمِينَ (125) وَمَا جَعَلَهُ اللَّهُ إِلَّا بُشْرَى لَكُمْ وَلِتَطْمَئِنَّ قُلُوبُكُمْ بِهِ وَمَا النَّصْرُ إِلَّا مِنْ عِنْدِ اللَّهِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ (126) لِيَقْطَعَ طَرَفًا مِنَ الَّذِينَ كَفَرُوا أَوْ يَكْبِتَهُمْ فَيَنْقَلِبُوا خَائِبِينَ (127)}.
121- Hani sen erkenden mü’minleri savaş yerlerine yerleştirmek üzere ailenden ayrılmıştın. Allah hakkıyla işitendir, her şeyi bilendir. 122- O zaman içinizden iki zümre bozulmaya yüz tutmuştu. Hâlbuki Allah onların yardımcılarıydı. Mü’minler ancak Allah’a tevekkül etsinler. 123- Andolsun ki Allah size Bedir’de siz zayıfken yardım etmişti. O halde Allah’tan sakının ki şükretmiş olasınız. 124- Hani sen mü’minlere: “İndirilen üç bin melekle Rabbinizin size yardım etmesi size yetmez mi?” diyordun. 125- Evet, siz sabreder ve sakınırsanız, onlar hemen şimdi üzerinize gelseler dahi Rabbiniz işaretlenmiş beş bin melekle size yardım eder. 126- Allah bunu ancak size müjde olsun ve kalpleriniz onunla huzur bulsun diye yaptı. Yoksa yardım yalnız Aziz ve Hakim olan Allah katındandır. 127- (Bir de) Allah kâfirlerden bir kısmını helâk etsin veya onları bozguna uğratıp perişan etsin de zarara uğramışlar olarak dönüp gitsinler diye.
#
{121} وذلك يوم أحد حين خرج - صلى الله عليه وسلم - بالمسلمين، حين وصل المشركون بجمعهم إلى قريب من أحد، فنزَّلهم - صلى الله عليه وسلم - منازلهم، ورتبهم في مقاعدهم، ونظمهم تنظيماً عجيباً، يدل على كمال رأيه وبراعته الكاملة في علوم السياسة، كما كان كاملاً في كل المقامات، {والله سميع عليم}؛ لا يخفى عليه شيء من أموركم.
121. Burada Uhud günü Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in müslümanlarla birlikte çıkışı söz konusu edilmektedir. Müşrikler orduları ile birlikte Uhud’a yakın bir yere ulaştıklarında Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Ashab-ı Kiramı yerlerine yerleştirmiş, onları sıraya koyarak almaları gereken yerleri göstermiş ve onları görülmedik bir düzene sokmuştu. Bu ise Peygamberin idare ve savaş teknikleri konusunda da son derece mükemmel ve üstün bir görüşe sahip olduğunun bir göstergesidir. Tıpkı bütün hususlarda kâmil olduğu gibi. “Allah hakkıyla işitendir, her şeyi bilendir” işlerinizden hiçbir şey O’na gizli kalmaz.
#
{122} {إذ همت طائفتان منكم أن تفشلا}؛ وهم بنو سلمة وبنو حارثة لكن تولاهما الباري بلطفه ورعايته وتوفيقه، {وعلى الله فليتوكل المؤمنون}؛ فإنهم إذا توكلوا عليه كفاهم وأعانهم وعصمهم من وقوع ما يضرهم في دينهم ودنياهم. وفي هذه الآية ونحوها وجوب التوكل وأنه على حسب إيمان العبد يكون توكله، والتوكل: هو اعتماد العبد على ربه في حصول منافعه ودفع مضاره.
122. “O zaman içinizden iki zümre bozulmaya yüz tutmuştu.” Bunlar Selime oğulları ile Harise oğullarıdır. Ancak Yüce Allah, lütuf, riâyet ve tevfiki ile onları korumuştu. “Mü’minler ancak Allah’a tevekkül etsinler.” Çünkü mü’minler Allah’a güvenip dayanacak olurlarsa Allah onlara yeter, onlara yardım eder ve onları din ve dünyalarında zarar verecek şeylere karşı korur. Bu âyet-i kerime ve benzerlerinde Yüce Allah’a tevekkülün farz olduğu ortaya konmakta ve kulun imanına göre tevekkül sahibi olduğu açıklanmaktadır. Tevekkül ise kişinin menfaatlerinin elde edilmesi, zararlarının da defedilmesi hususunda Rabbine dayanıp güvenmesi demektir.
Yüce Allah mü’minlerin Uhud’daki durumlarını ve onların başlarından geçen musibeti söz konusu ettikten sonra arada Bedir günü onlara olan yardımını ve onlara ihsan ettiği nimetini hatırlatmaktadır ki, Rablerine şükreden kimseler olsunlar ve böylelikle kendilerine hatırlatılan bu husus, onların yaşadıkları musibetlerini hafifletsin. İşte Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
#
{123} وإذ {نصركم الله ببدر وأنتم أذلة}؛ في عَددكم وعِددكم، فكانوا ثلاثمائة وبضعة عشر في قلة ظهْرٍ ورثاثة سلاح، وأعداؤهم يناهزون الألف في كمال العدة والسلاح {فاتقوا الله لعلكم تشكرون}؛ الذي أنعم عليكم بنصره.
123. “Andolsun ki Allah size Bedir’de siz” sayınızla ve silâh, araç ve gerecinizle “zayıfken yardım etmişti.” O sırada mü’minlerin sayısı 310 küsur kişi idi, binekleri azdı ve silâhları da oldukça basitti. Düşmanları ise mükemmel silâh ve techizata sahip olarak 1000 kişi dolaylarında idiler. “O halde Allah’tan sakının ki” size ihsan etmiş olduğu yardım ve zafer nimetine “şükretmiş olasınız.”
#
{124} {إذ تقول} مبشراً {للمؤمنين}؛ مثبتاً لجنانهم: {ألن يكفيكم أن يمدكم ربكم بثلاثة آلاف من الملائكة منزلين}.
124-126. “Hani sen” müjde vererek “mü’minlere” kalplerine sebat vermek üzere “İndirilen üç bin melekle Rabbinizin size yardım etmesi size yetmez mi? diyordun. Evet, siz sabreder ve sakınırsanız, onlar hemen şimdi üzerinize gelseler dahi” yani bu şekilde ani bir hamle yapıp üzerinize gelecek olurlarsa “Rabbiniz işaretlenmiş beş bin melekle” yani kahramanların alâmeti olan işaretlerle işaretlenmiş “beş bin melekle size yardım eder.” Bu yardımda bizzat melekler doğrudan doğruya savaşa katılmışlar mıdır -ki bazı müfessirler böyle söylemiştir- yoksa o, Allah’ın mü’min kullarına sebat vermek, buna karşılık müşriklerin kalplerine de korku yerleştirmek için midir -nitekim çoğu müfessirler de böyle demiştir- işte bu konuda ihtilaf vardır. Ancak Yüce Allah’ın devamla gelen şu buyruğu çoğunluğun kabul ettiği görüşe delil teşkil etmektedir: “Allah bunu ancak size müjde olsun ve kalpleriniz onunla huzur bulsun diye yaptı. Yoksa yardım yalnız Aziz ve Hakim olan Allah katındandır.” Bu buyrukta kulun sebeplere itimat etmemesi, aksine Yüce Allah’a itimat etmesi gerektiğini ortaya koyan bir işaret vardır. Sebepler ve sebeplerin gerçekleşmesi ise sadece kalplere bir huzur ve itminan verir, hayır üzerinde sebata yardımcı olur.
#
{127} {ليقطع طرفا من الذين كفروا أو يكبتهم فينقلبوا خائبين}؛ أي: نصر الله لعباده المؤمنين لا يعدو أن يكون قطعاً لطرف من الكفار، أو ينقلبوا بغيظهم لم ينالوا خيراً كما أرجعهم يوم الخندق بعد ما كانوا قد أتوا على حرد قادرين أرجعهم الله بغيظهم خائبين.
127. Yani Yüce Allah’ın mü’min kullarına yardım edip zafer vermesi ya kâfirlerin bir kısmını helâk etmesi içindir yahut herhangi bir hayır elde etmemiş olarak kin ve öfkeleri ile geri dönsünler diyedir. Nitekim onlar, Hendek günü de istediklerini elde edebilecekleri bir şekilde geldikten sonra Yüce Allah onları herhangi bir hayır elde etmeksizin zarara uğramışlar olarak kin ve öfkeleri ile geri döndürmüştür.
Ayet: 128 #
{لَيْسَ لَكَ مِنَ الْأَمْرِ شَيْءٌ أَوْ يَتُوبَ عَلَيْهِمْ أَوْ يُعَذِّبَهُمْ فَإِنَّهُمْ ظَالِمُونَ (128)}.
128- O işten sana hiçbir şey düşmez. (Allah) ya tevbelerini kabul eder veya zalim olduklarından dolayı onlara azap eder.
#
{128} لما أصيب - صلى الله عليه وسلم - يوم أحد وكسرت رباعيته وشج رأسه جعل يقول: «كيف يفلح قوم شجوا وجه نبيهم وكسروا رباعيته »؛ فأنزل الله تعالى هذه الآية، وبيَّن أن الأمر كله لله وأن الرسول - صلى الله عليه وسلم - ليس له من الأمر شيء، لأنه عبد من عبيد الله والجميع تحت عبودية ربهم مدبَّرون لا مدبِّرون، وهؤلاء الذين دعوت عليهم أيها الرسول أو تباعدت فلاحهم وهدايتهم إن شاء الله تاب عليهم ووفقهم للدخول في الإسلام، وقد فعل، فإن أكثر أولئك هداهم الله فأسلموا، وإن شاء الله عذبهم فإنهم ظالمون مستحقون لعقوبات الله وعذابه.
128. Uhud günü Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in dişi kırılıp başı yarıldığında: “Peygamberlerinin başını yarıp dişini kıran bir kavim nasıl iflah olur?” demişti. Bunun üzerine Allah bu âyet-i kerimeyi indirdi ve emrin tümüyle Allah’a ait olduğunu, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’ın ise emirden hiçbir şeye sahip olmadığını açıkladı. Çünkü o da Allah’ın kullarından bir kuldur. Hepsi Rablerinin kulluğu altındadır ve onların işleri Allah tarafından idare edilir. Onlar ise herhangi bir şeyi idare edip düzene koyamazlar. Senin -ey Peygamber- kendilerine beddua ettiğin yahut kurtuluş ve hidâyetlerini uzak bir ihtimal olarak gördüğün bu kimselerin tevbelerini Yüce Allah dilerse kabul eder ve İslâm’a girmek hususunda onlara tevfikini nasip eder. Nitekim öyle de olmuştur. Onların büyük bir çoğunluğuna Yüce Allah hidâyet vermiş ve İslâm’a girmişlerdir. Ya da Allah dilerse bunlara azap eder; çünkü onlar zalim kimselerdir ve o nedenle de Yüce Allah’ın ceza ve azabını hak etmiş kimselerdir.
Ayet: 129 #
{وَلِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ يَغْفِرُ لِمَنْ يَشَاءُ وَيُعَذِّبُ مَنْ يَشَاءُ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ (129)}.
129- Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. O, dilediğini bağışlar, dilediğine de azap eder. Allah çok bağışlayıcıdır, pek merhametlidir.
#
{129} يخبر تعالى أنه هو المتصرف في العالم العلوي والسفلي وأنه يتوب على من يشاء فيغفر له ويخذل من يشاء فيعذبه، {والله غفور رحيم} فمن صفته اللازمة كمال المغفرة والرحمة ووجود مقتضياتها في الخلق والأمر يغفر للتائبين ويرحم من قام بالأسباب الموجبة للرحمة، قال تعالى: {وأطيعوا الله والرسول لعلكم تُرحمون}.
129. Yüce Allah göklerde ve yerde, yani bütün kâinatta yalnız kendisinin tasarruf sahibi olduğunu, dilediği kimselerin tevbesini kabul edip onu mağfiret ederek günahlarını bağışlayacağını, dilediği kimseyi de yardımsız bırakıp azaba düçar edeceğini haber vermektedir. “Allah çok bağışlayıcıdır, pek merhametlidir.” Mağfiret ve rahmetinin kemal derecesinde oluşu ve bunların gereklerinin yaratma ile emretmesinde mevcut oluşu O’nun zatının ayrılmaz sıfatlarındandır. O tevbe edenlere mağfiret eder. Rahmeti gerektirici sebepleri yerine getirenlere de merhamet eder. Nitekim O şöyle buyurmuştur: “Allah'a ve Rasul’e itaat edin ki rahmete nail olasınız.” (Âl-i İmran, 3/132)
***
Ayet: 130 - 136 #
{يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَأْكُلُوا الرِّبَا أَضْعَافًا مُضَاعَفَةً وَاتَّقُوا اللَّهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ (130) وَاتَّقُوا النَّارَ الَّتِي أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ (131) وَأَطِيعُوا اللَّهَ وَالرَّسُولَ لَعَلَّكُمْ تُرْحَمُونَ (132) وَسَارِعُوا إِلَى مَغْفِرَةٍ مِنْ رَبِّكُمْ وَجَنَّةٍ عَرْضُهَا السَّمَاوَاتُ وَالْأَرْضُ أُعِدَّتْ لِلْمُتَّقِينَ (133) الَّذِينَ يُنْفِقُونَ فِي السَّرَّاءِ وَالضَّرَّاءِ وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ وَاللَّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ (134) وَالَّذِينَ إِذَا فَعَلُوا فَاحِشَةً أَوْ ظَلَمُوا أَنْفُسَهُمْ ذَكَرُوا اللَّهَ فَاسْتَغْفَرُوا لِذُنُوبِهِمْ وَمَنْ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ إِلَّا اللَّهُ وَلَمْ يُصِرُّوا عَلَى مَا فَعَلُوا وَهُمْ يَعْلَمُونَ (135) أُولَئِكَ جَزَاؤُهُمْ مَغْفِرَةٌ مِنْ رَبِّهِمْ وَجَنَّاتٌ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا وَنِعْمَ أَجْرُ الْعَامِلِينَ (136)}.
130- Ey iman edenler! Faizi kat kat fazlası ile yemeyin. Allah’tan sakının ki kurtulasınız. 131- Kâfirler için hazırlanmış olan ateşten de sakının. 132- Allah’a ve Rasul’e itaat edin ki rahmete nail olasınız. 133- Rabbinizden bir mağfiret ve takvâ sahipleri için hazırlanmış eni göklerle yer (kadar) olan cennete koşun. 134- O (takva sahipleri) bollukta ve darlıkta infak eden, öfkelerini yutan ve insanları affeden kimselerdir. Allah iyilik edenleri sever. 135- Onlar çirkin bir günah işledikleri yahut nefislerine zulmettikleri vakit Allah’ı hatırlayarak hemen günahları için bağışlanma dilerler. Zaten günahları Allah’tan başka kim bağışlar ki? Bir de işledikleri (günah) üzerinde bile bile ısrar etmezler. 136- İşte bunların mükâfatı Rablerinden bir mağfiret ve altlarından ırmaklar akan cennetlerdir ki orada ebediyyen kalacaklardır. Amel işleyenlerin mükâfatı ne güzeldir!
#
{130} تقدم في مقدمة هذا التفسير: أن العبدَ ينبغي له مراعاة الأوامر والنواهي في نفسه وفي غيره، وأن الله تعالى إذا أمره بأمر وجب عليه أولاً أن يعرف حدَّه وما هو الذي أُمِر به ليتمكن بذلك من امتثاله، فإذا عرف ذلك اجتهد واستعان بالله على امتثاله في نفسه وفي غيره بحسب قدرته وإمكانه. وكذلك إذا نُهِيَ عن أمر عرف حده وما يدخل فيه وما لا يدخل، ثم اجتهد واستعان بربه في تركه. وأن هذا ينبغي مراعاته في جميع الأوامر الإلهية والنواهي. وهذه الآيات الكريمات قد اشتملت على أوامر وخصال من خصال الخير، أمر الله بها وحثَّ على فعلها، وأخبر عن جزاء أهلها، وعلى نواهٍ حثَّ على تركها. ولعل الحكمةَ ـ والله أعلم ـ في إدخال هذه الآيات أثناء قصة أحد أنه قد تقدم أن اللهَ تعالى وعدَ عبادَه المؤمنين أنهم إذا صبروا واتقوا نصرهم على أعدائهم وخذلَ الأعداءَ عنهم، كما في قوله تعالى: {وإن تصبروا وتتقوا لا يضركم كيدهم شيئاً}، ثم قال: {وإن تصبروا وتتقوا ويأتوكم من فورهم هذا يمددكم ربكم ... } الآيات. فكأن النفوس اشتاقت إلى معرفة خصال التقوى التي يحصل بها النصر والفلاح والسعادة، فذكر الله في هذه الآيات أهم خصال التقوى التي إذا قام العبد بها، فقيامه بغيرها من باب أولى وأحرى. ويدل على ما قلنا أن الله ذكر لفظ التقوى في هذه الآيات ثلاث مرات، مرة مطلقة، وهي قول: {أعدت للمتقين}، ومرتين مقيدتين فقال: {واتقوا الله} {واتقوا النار}. فقوله تعالى: {يا أيها الذين آمنوا} كل ما في القرآن من قوله تعالى: يا أيها الذين آمنوا افعلوا كذا أو اتركوا كذا يدل على أن الإيمان هو السبب الداعي والموجب لامتثال ذلك الأمر واجتناب ذلك النهي، لأن الإيمان هو التصديق الكامل بما يجب التصديق به المستلزم لأعمال الجوارح، فنهاهم عن أكل الربا أضعافاً مضاعفة، وذلك هو ما اعتاده أهل الجاهلية ومن لا يبالي بالأوامر الشرعية، من أنه إذا حل الدَّين على المعسر ولم يحصل منه شيء، قالوا له إما أن تقضي ما عليك من الدين، وإما أن نزيد في المدة ونزيد ما في ذمتك فيضطر الفقير ويستدفع غريمه ويلتزم ذلك اغتناماً لراحته الحاضرة فيزداد بذلك ما في ذمته أضعافاً مضاعفة من غير نفع وانتفاع. ففي قوله: {أضعافاً مضاعفة}؛ تنبيه على شدة شناعته بكثرته وتنبيه لحكمة تحريمه، وأن تحريم الربا حكمته أن الله منع منه لما فيه من الظلم، وذلك أن الله أوجب إنظار المعسر وبقاء ما في ذمته من غير زيادة، فإلزامه بما فوق ذلك ظلم متضاعف، فيتعين على المؤمن المتقي تركه وعدم قربانه لأن تركه من موجبات التقوى، والفلاح متوقف على التقوى، فلهذا قال: {واتقوا الله لعلكم تفلحون}.
130-132. Bu tefsirin mukaddimesinde şu açıklamayı yapmıştık: Kulun gerek kendisi hakkındaki gerekse de başkaları hakkındaki emir ve yasaklara riâyet etmesi gerekir. Şanı Yüce Allah ona herhangi bir emir verecek olursa, öncelikle bu emrin sınırlarını ve kendisine emrolunan şeyin ne olduğunu bilmesi gerekir ki bu sayede o emri yerine getirme imkânını bulabilsin. Bunu öğrendikten sonra da gerek kendisi gerek başkaları hakkındaki bu emri -güç ve imkânları çerçevesinde- yerine getirebilmek için de Allah’tan yardım ister. Aynı şekilde Yüce Allah bir hususu yasaklayacak olursa, kulun o yasağın sınırlarını, onun kapsamına neyin girdiğini, neyin girmediğini de öğrenmesi gerekir. Bundan sonra da o yasağı terk etmekte Rabbinden yardım dileyerek bütün gayretini ortaya koyar. Bu ilkelere ilâhi bütün emir ve yasaklarda riâyet etmek gerekir. İşte buradaki âyet-i kerimeler bir takım emirleri ve hayırlı bir takım hasletleri içermektedir ki Allah onları yapmayı emretmiş ve onlara teşvik etmiştir. Bunları yerine getirenlerin mükâfaatlarını da haber vermiştir. Yine bu âyet-i kerimeler bir takım yasaklar da ihtiva etmektedir ki Allah bu yasakları terk etmeye teşvikte bulunmaktadır. Doğrusunu en iyi Allah bilir ama bu âyet-i kerimelerin Uhud kıssasından söz eden buyruklar arasında yer almasının hikmeti şu olabilir: Yüce Allah daha önce mü’min kullarına sabredip takvâ sahibi oldukları takdirde düşmanlarına karşı yardımcı olacağını, onları zafere götüreceğini, buna karşılık düşmanlarının da onlara karşı yenik düşmelerini sağlayacağını vaadetmişti. Meselâ şu ayetlerde olduğu gibi: “Eğer sabreder ve sakınırsanız onların hilelerinin size zararı olmaz.” (Âl-i İmran, 3/120); “Siz sabreder ve sakınırsanız, onlar hemen şimdi üzerinize gelseler bile Rabbiniz işaretlenmiş beş bin melekle size yardım edecektir.” (Âl-i İmran, 3/125) İşte sanki nefisler, kendisi sebebi ile zaferin, kurtuluşun ve mutluluğun elde edileceği takvânın özelliklerinin neler olduğunu bilmek istemiş gibi bu âyet-i kerimelerde takvânın en önemli özellikleri söz konusu edilmektedir ki kul bunları yerine getirecek olursa diğerlerini de ifa edip yerine getirmesi öncelikle söz konusu olur. Şanı Yüce Allah’ın bu âyet-i kerimelerde “takvâ” lafzını bir seferinde mutlak olarak: “Takvâ sahipleri için hazırlanmış” (133. âyet) şeklinde; iki seferinde de: “Allah’tan sakının (takvalı olun) (130. âyet) ve “ateşten de sakının” (131. âyet) şeklinde kayıtlı olarak gelmesi de bu söylediklerimize delildir. Yüce Allah’ın: “Ey iman edenler” buyruğu ile ilgili olarak şunları belirtelim: Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan: “Ey iman edenler” şeklindeki buyruklarından sonra “şunu yapın” yahut “şunu terk edin” ifadesinin gelmesi, bu emri itaatle yerine getirmeyi ve bu yasaktan uzak durmayı gerektiren sebebin, iman olduğuna delil teşkil etmektedir. Çünkü iman, tasdik edilmesi gereken şeyleri tam anlamı ile tasdik etmek demektir ki bu tasdik, azaların amellerini de beraberinde getirir. İşte burada da Yüce Allah faizi kat kat yemelerini yasaklamaktadır. Bu, cahiliye dönemi insanları ile şer’î emirlere aldırmayanların alışageldikleri faiz şeklidir. Ödeme zorluğu çeken kimsenin, borcunu ödemesi gereken vade gelip de ondan herhangi bir şey alamayacak olurlarsa borçluya: Ya borcunu ödersin, ya da vadeyi uzatırız ama buna karşılık borcun da artar, derlerdi. Bu durumda fakir kimse de bu şartı kabul etmek zorunda kalır ve böylelikle alacaklısının yakasını bırakmasını sağlamak ve bir süre de olsa rahata ermek için bu isteğe boyun eğerdi. Bu suretle zimmetinde bulunan borç da herhangi bir fayda sağlamaksızın kat kat artar dururdu. Yüce Allah’ın: “kat kat fazlası ile” buyruğu, faizin bu şekilde çok artırılmasının son derece çirkin bir şey olduğuna ve haram kılınışının hikmetine dikkat çekmektedir. Zira faizin haram kılınış hikmeti şudur: Yüce Allah faizin yapısındaki zulüm ve haksızlık dolayısıyla onu men etmiştir. Çünkü Yüce Allah ödeme zorluğu çeken borçluya mühlet vermeyi ve zimmetindeki borcun da herhangi bir artış söz konusu olmaksızın olduğu gibi kalmasını emretmiştir. Borçluyu asıl borcundan fazlasını ödemek zorunda bırakmak, ona kat kat yapılan bir zulümdür. O bakımdan takvâ sahibi olan mü’minin faizi terk etmesi ve ona hiçbir şekilde yaklaşmaması gerekir. Çünkü faizi terk etmek, takvâ sahibi olmanın gereklerindendir. Kurtuluş da takvâlı olmaya bağlıdır. Bundan dolayıdır ki Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah’tan sakının (takvalı olun) ki kurtulasınız. Kâfirler için hazırlanmış olan ateşten de sakının.” Ateşten sakınmak da ateşe girmeyi gerektiren küfür ve değişik dereceleri ile günahları terk etmekle mümkün olur. Çünkü bütün günahlar, özellikle de büyük olanları kişiyi küfre doğru çeker. Hatta günahlar, Yüce Allah’ın, kâfirler için hazırlamış olduğu cehenneme götüren küfrün şubeleri arasında yer alırlar. Buna göre günahı gerektiren fiillerin terk edilmesi ateşten kurtarır ve mutlak egemen Allah’ın gazabından korur. Hayır ve itaat fiillerini işlemek ise Rahman olan Allah’ın rızasını, cennetlere girmeyi ve rahmetin hasıl olmasını beraberinde getirir. İşte bundan dolayı Yüce Allah: “Allah’a ve peygambere” emirleri yerine getirerek ve yasaklardan da sakınarak “itaat edin ki rahmete nail olasınız” buyurmaktadır. Allah’a ve Rasûlüne itaat, rahmetin elde edilmesinin sebepleri arasındadır. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Ben onu sakınanlara (takva sahiplerine), zekâtı verenlere bir de âyetlerimize iman edenlere yazacağım.” (el-Araf, 7/156-157)
#
{133} ثم أمرهم تعالى بالمسارعة إلى مغفرته وإدراك جنته التي عرضها السماوات والأرض، فكيف بطولها التي أعدها الله للمتقين؟! فهم أهلها وأعمال التقوى هي الموصلة إليها.
133. Daha sonra Yüce Allah mağfiretine ve cennetini elde etmeye koşuşmalarını emretmektedir. O cennet ki eni göklerle yer kadardır, peki ya uzunluğu ne kadardır? Allah bu cenneti takvâ sahipleri için hazırlamıştır. Bu cennete girecek olanlar onlardır. Takvânın gereği olan ameller ise cennete ulaştıran amellerdir.
#
{134} ثم وصف المتقين وأعمالهم فقال: {الذين ينفقون في السراء والضراء}؛ أي: في حال عسرهم ويسرهم إن أيسروا أكثروا من النفقة وإن أعسروا لم يحتقروا من المعروف شيئاً ولو قل، {والكاظمين الغيظ}: أي: إذا حصل لهم من غيرهم أذية توجب غيظهم، وهو امتلاء قلوبهم من الحنق الموجب للانتقام بالقول والفعل. هؤلاء لا يعملون بمقتضى الطباع البشرية بل يكظمون ما في القلوب من الغيظ، ويصبرون عن مقابلة المسيء إليهم. {والعافين عن الناس}، يدخل في العفو عن الناس العفو عن كل من أساء إليك بقول أو فعل، والعفو أبلغ من الكظم، لأن العفو ترك المؤاخذة مع السماحة عن المسيء، وهذا إنما يكون ممن تحلى بالأخلاق الجميلة وتخلى من الأخلاق الرذيلة، وممن تاجر مع الله وعفا عن عباد الله رحمة بهم وإحساناً إليهم، وكراهة لحصول الشر عليهم، وليعفو الله عنه ويكون أجره على ربه الكريم لا على العبد الفقير، كما قال تعالى: {فمن عفا وأصلح فأجره على الله}. ثم ذكر حالة أعم من غيرها وأحسن وأعلى وأجل، وهي الإحسان، فقال تعالى: {والله يحب المحسنين}، والإحسان نوعان: الإحسان في عبادة الخالق والإحسان إلى المخلوق. فالإحسان في عبادة الخالق فسرها النبي - صلى الله عليه وسلم - بقوله: «أن تعبد الله كأنك تراه، فإن لم تكن تراه فإنه يراك». وأما الإحسان إلى المخلوق فهو إيصال النفع الديني والدنيوي إليهم ودفع الشر الديني والدنيوي عنهم، فيدخل في ذلك أمرهم بالمعروف ونهيهم عن المنكر وتعليم جاهلهم ووعظ غافلهم والنصيحة لعامتهم وخاصتهم، والسعي في جمع كلمتهم وإيصال الصدقات والنفقات الواجبة والمستحبة إليهم على اختلاف أحوالهم وتباين أوصافهم، فيدخل في ذلك بذل الندى وكف الأذى واحتمال الأذى، كما وصف الله به المتقين في هذه الآيات، فمن قام بهذه الأمور فقد قام بحق الله وحق عبيده.
134. Daha sonra Yüce Allah takvâ sahiplerini ve onların amellerini şöyle anlatmaktadır: “O (takva sahipleri) bolluk ve darlıkta infak eden” eğer bolluk içerisinde olurlarsa çokça infak ederler, eğer darlık içinde olurlarsa az dahi olsa yapılan hiçbir iyiliği küçümsemezler ve infaktan uzak durmazlar. “Öfkelerini yutan” yani başkalarından öfkelenmelerini -ki öfke kalbin, söz veya fiil ile intikam almayı gerektiren kin ve hiddet ile dolması demektir- gerektirecek bir eziyet görürlerse işte o vakit bunlar beşeri tabiatlarının gereğini yerine getirmezler, aksine kalpte bulunan öfkeyi bastırırlar ve kendilerine kötülük yapana benzeri bir kötülükle karşılık vermeyip sabrederler. “ve insanları affeden kimselerdir” İnsanları affetmenin kapsamına söz veya fiil ile yapılan her türlü kötülüğü affetmek girmektedir. Affetmek öfkeyi yutmaktan daha ileri bir derecedir. Çünkü affetmek, kötülük yapanı cezalandırmayı terk etmenin yanı sıra onu müsamaha ile karşılamak demektir. Bu ise ancak güzel ahlak ile bezenen ve kötü huylardan uzak kalan, Allah ile kârlı bir alışverişe girmiş kimselerin yapabileceği bir iştir. İşte bunlar Allah’ın kullarını, onlara merhamet etme ve iyilikte bulunma arzusu ile affeder ve onlara kötülüğün ulaşmasını istemezler. Bunu yapanlar, Allah kendilerini affetsin ve mükâfatlarını Kerim olan Rabbleri versin diye yaparlar. İmkânları sınırlı ve muhtaç kulundan bir şey bekledikleri için değil. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Kim affedip düzeltirse artık onun mükâfaatını vermek Allah’a aittir.” (eş-Şura, 42/40) Daha sonra Yüce Allah diğerlerinden daha kapsamlı, daha güzel, daha üstün ve daha değerli bir hal olan “ihsan” halini söz konusu ederek: “Allah iyilik edenleri sever” buyurmaktadır. İyilik etmek (ihsan) iki türlüdür: Yaratıcıya ibadette ihsan ve yaratılmışlara ihsan. Yaratıcıya ibadette ihsanı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem: “Allah’ı görüyormuşçasına O’na ibadet etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyor isen de O seni görmektedir.” diye açıklamıştır. Yaratılmışlara ihsan (iyilik) ise dini ve dünyevi açıdan onlara faydalı olmak, dini ve dünyevi türden kötülükleri de onlardan uzaklaştırmak demektir. Onlara iyiliği emretmek, onları kötülükten alıkoymak, bilmeyenlere öğretmek, gaflette olanlara öğüt vermek, özel ve genel hepsine nasihatta bulunmak ve birliklerini sağlamak için çalışmak bunun kapsamına girer. Hallerinin farklılığına, niteliklerinin değişikliklerine göre farz ve müstehab olan sadaka ve nafakaları onlara ulaştırmak da bunun kapsamındadır. Yine Yüce Allah’ın bu âyet-i kerimelerde takvâ sahiplerini nitelendirdiği üzere malı insanlara bağışlamak, eziyetleri önlemek ve onların verecekleri eziyetlere katlanmak da ihsan kapsamına girmektedir. İşte bu hususları yerine getiren bir kimse hem Allah’ın hem de kullarının hakkını yerine getirmiş olur.
Daha sonra Yüce Allah böylelerinin işledikleri suç ve günahlarından ötürü Rablerine karşı mazeret beyan edişlerini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{135} {والذين إذا فعلوا فاحشة أو ظلموا أنفسهم}؛ أي: صدر منهم أعمال سيئة كبيرة أو ما دون ذلك، بادروا إلى التوبة والاستغفار، وذكروا ربهم وما توعد به العاصين، ووعد به المتقين فسألوه المغفرة لذنوبهم، والستر لعيوبهم، مع إقلاعهم عنها وندمهم عليها، فلهذا قال: {ولم يصروا على ما فعلوا وهم يعلمون}.
135. “Onlar çirkin bir günah işledikleri yahut nefislerine zulmettikleri vakit” yani ister büyük olsun ister daha aşağı türden olsun kötü ameller işleyecek olurlarsa tevbe edip Allah’tan mağfiret dilemekte acele ederler. Rablerini ve O’nun isyankârlara yaptığı tehditleri ve takvâ sahiplerine yaptığı vaatleri hatırlarlar. Böylece günahlarının bağışlanmasını, kusurlarının örtülmesini isterler, bununla birlikte o kötü işlerden vazgeçer ve yaptıklarından dolayı da pişmanlık duyarlar. Bundan dolayıdır ki şöyle buyurmaktadır “bir de işledikleri üzerinde bile bile ısrar etmezler.”
#
{136} {أولئك}؛ الموصوفون بتلك الصفات {جزاؤهم مغفرة من ربهم} تزيل عنهم كل محذور، {وجنات تجري من تحتها الأنهار} فيها من النعيم المقيم والبهجة والسرور والبهاء والخير والسرور والقصور والمنازل الأنيقة العاليات والأشجار المثمرة البهية والأنهار الجاريات في تلك المساكن الطيبات {خالدين فيها} لا يحولون عنها ولا يبغون بها بدلاً ولا يغير ما هم فيه من النعيم {ونعم أجر العاملين} عملوا لله قليلاً فأجروا كثيراً، فعند الصباح يحمَد القومُ السَّرى وعند الجزاء يجد العامل أجره كاملاً موفراً. وهذه الآيات الكريمات من أدلة أهل السنة والجماعة، على أن الأعمال تدخل في الإيمان خلافاً للمرجئة، ووجه الدلالة إنما يتم بذكر الآية التي في سورة الحديد نظير هذه الآيات وهي قوله: {سابقوا إلى مغفرة من ربكم وجنة عرضها كعرض السماء والأرض أعدت للذين آمنوا بالله ورسله}، فلم يذكر فيها إلا لفظ الإيمان به وبرسله، وهنا قال: {أُعدت للمتقين}، ثم وصف المتقين بهذه الأعمال المالية والبدنية، فدل على أن هؤلاء المتقين هم الموصوفين بهذه الصفات هم أولئك المؤمنون. ثم قال تعالى:
136. “İşte bunların” bu niteliklere sahip olanların “mükâfatı Rablerinden” çekinilen her bir şeyi kendilerinden uzaklaştıran “bir mağfiret ve altlarından ırmaklar akan” pek çok ebedi nimetlerin bulunduğu, güzelliklerin, rahatlığın göz kamaştırıcılığın, hayır ve sevincin, köşklerin, yüksek ve güzel meskenlerin, göz alıcı ve meyvesi bol ağaçların, ayrıca bu hoş ve güzel meskenler arasından akan nehirlerin bulunduğu “cennetlerdir ki, orada ebediyyen kalacaklardır.” Oradan ayrılmazlar, ona karşılık olarak başka bir şey istemezler ve içinde bulundukları nimetler de süreklidir, değişmez “Amel işleyenlerin mükâfaatı ne güzeldir!” Yüce Allah için yaptıkları az amel karşılığında onlara pek büyük bir ecir verilecektir. O gün geleceği vakit bu şekilde hareket edenler karşılaştıkları mükâfaattan memnun kalacaklar, amellerde bulunan kimseler ecirlerini tam ve eksiksiz alacaklardır. Bu âyet-i kerimeler, Mürcienin kanaatinin aksine amellerin de imanın kapsamı içerisinde olduğunu söyleyen Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin delilleri arasında yer alır. Bu delil, Hadid Sûresi’nde yer alan ve bu âyetleri andıran âyet-i kerime ile tam olarak anlaşılabilir. Söz konusu âyet-i kerime şöyledir: “Rabbinizden bir mağfiret ve eni yerle göğün eni gibi olan bir cennet için yarışın ki o, Allah’a ve Peygamberlerine iman edenler için hazırlanmıştır.” (el-Hadid, 57/21) Bu âyet-i kerimede yalnızca Allah’a ve peygamberlerine imandan söz edilmektedir. Buradaki ayette ise “takvâ sahipleri için hazırlanmış” buyrulmakta, daha sonra da sözü edilen birtakım mali ve bedeni ameller ile takvâ sahiplerinin sair nitelikleri belirtilmektedir. İşte bu da Hadid Sûresinde sözü edilen iman sahiplerinin, bu nitelikleri taşıyan takvâ sahipleri olduğunun delilini teşkil etmektedir. Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 137 - 138 #
{قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِكُمْ سُنَنٌ فَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّبِينَ (137) هَذَا بَيَانٌ لِلنَّاسِ وَهُدًى وَمَوْعِظَةٌ لِلْمُتَّقِينَ (138)}.
137- Sizden evvel birçok milletler gelip geçmiştir. Yeryüzünde gezip dolaşın da yalanlayanların akıbeti nice olmuş, bir bakın! 138- Bu, insanlar için bir açıklamadır, takvâ sahipleri için de bir hidâyet ve öğüttür.
#
{137} وهذه الآيات الكريمات، وما بعدها في قصة أحد، يعزي تعالى عباده المؤمنين، ويسليهم ويخبرهم أنه مضى قبلهم أجيال وأمم كثيرة امتحنوا، وابتلي المؤمنون منهم بقتال الكافرين، فلم يزالوا في مداولة ومجاولة حتى جعل الله العاقبة للمتقين والنصر لعباده المؤمنين، وآخر الأمر حصلت الدولة على المكذبين وخذلهم الله بنصر رسله وأتباعهم، {فسيروا في الأرض} بأبدانكم وقلوبكم {فانظروا كيف كان عاقبة المكذبين}، فإنكم لا تجدونهم إلا معذبين بأنواع العقوبات الدنيوية، قد خوت ديارهم وتبين لكل أحد خسارهم، وذهب عزهم وملكهم وزال بذخهم وفخرهم، أفليس في هذا أعظم دليل وأكبر شاهد على صدق ما جاءت به الرسل، وحكمة الله التي يمتحن بها عباده ليبلوهم ويتبين صادقهم من كاذبهم؟ ولهذا قال تعالى:
137. Bu âyet-i kerime ile bundan sonrakiler Uhud kıssası hakkındadır. Yüce Allah bunlarla mü’min kullarını teselli etmekte ve kendilerinden önce pek çok kavim ve nesillerin geçip gittiğini, bunların da türlü imtihanlarla karşı karşıya kaldıklarını, aralarından iman edenlerin, kâfirler ile savaşmakla sınandıklarını haber vermektedir. Zafer ve yenilgi mü’minlerle kâfirler arasında gidip gelmiştir ve nihâyet Allah güzel akibeti takvâ sahiplerine, zaferi mü’min kullara vermiştir. Sonunda yalanlayanlar yenilgiye uğramış, Yüce Allah rasûllerine ve onlara uyanlara yardım etmek sureti ile yalanlayanları bozguna uğratmış, yardımsız bırakmıştır. “Yeryüzünde” bedenlerinizle ve uyanık kalplerinizle “gezip dolaşın da yalanlayanların akıbeti nice olmuş, bir bakın!” Zira sizler bunların çeşitli dünyevi azaplar ile cezalandırılmış olduklarını ve yurtlarının harabe haline geldiğini göreceksiniz. Hüsrana uğradıklarını açıkça herkes görecektir. Güç ve egemenlikleri elden gitmiş, büyüklenme, böbürlenme ve tekebbürleri sona ermiştir. Bu, peygamberlerin getirdiklerinin doğruluğunun en büyük delili ve en büyük kanıtı değil midir? Buna sebep ise Allah’ın kullarını imtihan etmesi, sınaması, onlardan kimin doğru ve samimi, kimin de yalancı olduğunun açıkça ortaya çıkartılmasıdır. İşte bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{138} {هذا بيان للناس}؛ أي: دلالة ظاهرة تبين للناس الحق من الباطل، وأهل السعادة من أهل الشقاوة، وهو الإشارة إلى ما أوقع الله بالمكذبين، {وهدى وموعظة للمتقين}، لأنهم هم المنتفعون بالآيات، فتهديهم إلى سبيل الرشاد وتعظهم وتزجرهم عن طريق الغي، وأما باقي الناس فهي بيان لهم تقوم عليهم الحجة من الله ليهلك من هلك عن بينة، ويحتمل أن الإشارة في قوله: {هذا بيان للناس}، للقرآن العظيم والذكر الحكيم وأنه بيان للناس عموماً، وهدى وموعظة للمتقين خصوصاً، وكلا المعنيين حق.
138. “Bu, insanlar için bir açıklamadır” yani insanlar için hakkı batıldan ayıran, kimlerin mutlu kimlerin bedbaht olduklarını ortaya koyan açık bir delildir. Bu, ayrıca Allah’ın yalanlayanları içine düşürdüğü hallere de bir işarettir. “takvâ sahipleri için de bir hidâyet ve öğüttür.” Çünkü bunlardan esas yararlananlar onlardır. Zira bu âyetler, onları doğruluk yoluna ulaştırır, sapıklık yolundan alıkoyar ve onlara öğüt verir. Geri kalan insanlara ise bu âyetler bir açıklamadır. Bu açıklamalar ile Allah’ın onlara karşı delili böylelikle ortaya konulmuş olmaktadır ki helâk olan, apaçık bir delili gördükten sonra helâk olsun. Yüce Allah’ın: “Bu, insanlar için bir açıklamadır” buyruğundaki işaretin, Kur’ân-ı Kerîm’e ve hikmet dolu Zikre ait olma ihtimali de vardır. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm bütün insanlar için bir açıklama, özel olarak da takvâ sahipleri için bir hidâyet ve bir öğüttür. Her iki anlam da hak ve doğrudur.
Ayet: 139 - 143 #
{وَلَا تَهِنُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَأَنْتُمُ الْأَعْلَوْنَ إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ (139) إِنْ يَمْسَسْكُمْ قَرْحٌ فَقَدْ مَسَّ الْقَوْمَ قَرْحٌ مِثْلُهُ وَتِلْكَ الْأَيَّامُ نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِ وَلِيَعْلَمَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا وَيَتَّخِذَ مِنْكُمْ شُهَدَاءَ وَاللَّهُ لَا يُحِبُّ الظَّالِمِينَ (140) وَلِيُمَحِّصَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا وَيَمْحَقَ الْكَافِرِينَ (141) أَمْ حَسِبْتُمْ أَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَعْلَمِ اللَّهُ الَّذِينَ جَاهَدُوا مِنْكُمْ وَيَعْلَمَ الصَّابِرِينَ (142) وَلَقَدْ كُنْتُمْ تَمَنَّوْنَ الْمَوْتَ مِنْ قَبْلِ أَنْ تَلْقَوْهُ فَقَدْ رَأَيْتُمُوهُ وَأَنْتُمْ تَنْظُرُونَ (143)}.
139- Gevşemeyin ve üzülmeyin, eğer mü’min iseniz üstün olan sizsiniz. 140- Eğer siz (Uhud’da) yara aldıysanız o topluluk da (Bedir’de) benzeri bir yara aldı. O günleri biz insanlar arasında döndürür dururuz ki Allah mü’minleri ortaya çıkarsın ve aranızdan şehitler edinsin. Allah zalimleri sevmez. 141- Bir de Allah mü’minleri temizlesin ve kâfirleri de helâk etsin diye. 142- Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenlerle sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete girebileceğinizi mi sandınız? 143- Andolsun ki siz ölümü onunla karşılaşmadan önce temenni ediyordunuz. İşte bakıp dururken gördünüz onu.
#
{139} يقول تعالى مشجعاً لعباده المؤمنين ومقوياً لعزائمهم ومنهضاً لهممهم: {ولا تهنوا ولا تحزنوا}؛ أي: ولا تهنوا وتضعفوا في أبدانكم، ولا تحزنوا في قلوبكم عندما أصابتكم المصيبة، وابتليتم بهذه البلوى، فإن الحزن في القلوب والوهن على الأبدان زيادة مصيبة عليكم، وعون لعدوكم عليكم بل شجعوا قلوبكم وصبروها وادفعوا عنها الحزن وتصلبوا على قتال عدوكم، وذكر تعالى أنه لا ينبغي ولا يليق بهم الوهن والحزن وهم الأعلون في الإيمان ورجاء نصر الله وثوابه، فالمؤمن المبتغي ما وعده الله من الثواب الدنيوي والأخروي لا ينبغي له ذلك، ولهذا قال تعالى: {وأنتم الأعلون إن كنتم مؤمنين}.
139. Yüce Allah mü’min kullarını teşvik etmek, azimlerini güçlendirmek ve onları gayrete getirmek üzere şöyle buyurmaktadır: “Gevşemeyin ve üzülmeyin” Yani musibet başınıza gelip de bu bela ile karşı karşıya kaldığınız vakit kalplerinize üzüntü girmesin, bedenleriniz de zayıflayıp gevşemesin. Çünkü kalplerde üzüntü ve bedenlerde de gevşeme baş gösterecek olursa musibetiniz daha bir artar ve bu, düşmanınıza size karşı bir yardım ve moral olur. Bunun yerine kalplerinizdeki cesaret duyguları daha da yükselsin, kendinize sabır ve sebat vermeye çalışın ve kalplerinizden kederi uzaklaştırıp düşmanlarınızla savaş konusunda daha bir metin olun. Şanı Yüce Allah gevşeyip üzülmenin müminlere yakışmadığını söz konusu etmektedir. Çünkü onlar imanları itibari ile daha üstün olanlardır. Allah’ın yardım ve mükâfaatını umarlar. Allah’ın kendisine vaadetmiş olduğu dünyevi ve uhrevi mükâfaatları uman mü’minin ise bu duruma düşmemesi gerekir. Bundan dolayı Yüce Allah: “eğer mü’min iseniz üstün olan sizsiniz” buyurmaktadır.
#
{140} {إن يمسسكم قرح فقد مس القوم قرح مثله}، فأنتم وهم قد تساويتم في القرح، ولكنكم ترجون من الله ما لا يرجون كما قال تعالى: {إن تكونوا تألمون فإنهم يألمون كما تألمون وترجون من الله ما لا يرجون}. ومن الحكم في ذلك أن هذه الدار يعطي الله منها المؤمن والكافر والبر والفاجر فيداول الله الأيام بين الناس: يوم لهذه الطائفة ويوم للطائفة الأخرى، لأن هذه الدارَ الدنيا منقضية فانية، وهذا بخلاف الدار الآخرة فإنها خالصة للذين آمنوا. {وليعلم الله الذين آمنوا}، هذا أيضاً من الحكم أنه يبتلي الله عباده بالهزيمة والابتلاء ليتبين المؤمن من المنافق، لأنه لو استمر النصر للمؤمنين في جميع الوقائع لدخل في الإسلام من لا يريده، فإذا حصل في بعض الوقائع بعض أنواع الابتلاء تبين المؤمن حقيقة الذي يرغب في الإسلام في الضراء والسراء واليسر والعسر ممن ليس كذلك، {ويتخذ منكم شهداء}. وهذا أيضاً من بعض الحكم، لأن الشهادة عند الله من أرفع المنازل، ولا سبيل لنيلها إلا بما يحصل من وجود أسبابها، فهذا من رحمته بعباده المؤمنين، أن قيَّض لهم من الأسباب ما تكرهه النفوس، لينيلهم ما يحبون من المنازل العالية والنعيم المقيم. {والله لا يحب الظالمين}، الذين ظلموا أنفسهم وتقاعدوا عن القتال في سبيله، وكأن في هذا تعريضاً بذم المنافقين وأنهم مبغوضون لله، ولهذا ثبطهم عن القتال في سبيله، ولو أرادوا الخروج لأعدوا له عدة، ولكن كره الله انبعاثهم فثبطهم وقيل اقعدوا مع القاعدين.
140. Daha sonra Yüce Allah karşı karşıya kaldıkları yenilgi dolayısı ile onları teselli etmekte ve bunun sonucunda ortaya çıkan büyük hikmetleri beyan ederek şöyle buyurmaktadır: “Eğer siz (Uhud’da) yara aldıysanız o topluluk da (Bedir’de) benzeri bir yara aldı.” Böylelikle alınan yaralar bakımından siz de onlar da eşit bulunuyorsunuz. Ancak sizler onların Allah’tan ummadıkları şeyleri uman kimselersiniz. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Siz acı çekiyorsanız şüphesiz onlar da sizin çektiğiniz acı gibi acı çekiyorlar. Üstelik siz Allah’tan onların ümit edemeyecekleri şeyleri umuyorsunuz.” (en-Nisa, 4/104) Bu husustaki hikmetlerden birisi de şudur: Yüce Allah bu dünyadan mü’mine de kâfire de iyiye de kötüye de verir. Ve Allah günleri insanlar arasında döndürüp dolaştırır: Bir gün bu tarafın lehine, bir gün karşı tarafın lehine olur. Çünkü bu dünya yurdu geçicidir, fanidir. Âhiret yurdu ise böyle değildir. Âhiret yurdu yalnızca iman edenlere hastır. “ki Allah mü’minleri ortaya çıkarsın”; Bu da bu husustaki hikmetlerden birisidir. Yüce Allah kullarını yenilgi ile de imtihan eder. Bu imtihan ise mü’min ile münafığın birbirinden ayırt edilmesi içindir. Çünkü bütün savaşlarda sürekli olarak mü’minler zafer kazanacak olursa, İslâm’a gerçekte onu istemeyenler de girer. Bazı olaylarda birtakım bela ve imtihanlarla karşı karşıya kalınacak olursa, o takdirde sıkıntıda da rahatlık zamanlarında da kolaylıkta da zorlukta da İslâm’ı gerçekten benimseyen mü’minlerle böyle olmayanlar açıkça ortaya çıkar. “ve aranızdan şehitler edinsin”; Bu da bu konudaki hikmetlerden birisidir. Çünkü Allah nezdinde şehitlik, en üstün mevkilerden birisidir. Bu mevkiye ulaşmanın tek yolu ise onun sebeplerinin yerine getirilmesidir. İşte Yüce Allah’ın, mü’min kullarının arzuladıkları üstün konaklar ve ebedi nimetleri elde edebilmeleri için nefislerin hoşlanmayacağı birtakım sebepleri karşılarına çıkarması da mü’min kullarına olan rahmetinin bir tecellisidir. “Allah zalimleri” yani kendilerine zulmeden ve Allah yolunda savaşmayıp oturanları “sevmez.” Sanki burada üstü kapalı bir şekilde münafıklar yerilmekte ve onların Allah tarafından nefretle karşılandıkları ifade edilmektedir. Bu sebepledir k Allah onları cihaddan alıkoymuştur. Çünkü “eğer onlar (cihada) çıkmak isteselerdi elbette bunun için bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah onların çıkmalarını hoş görmedi de kendilerini alıkoydu ve (onlara): Oturanlarla beraber oturun dendi.” (et-Tevbe, 9/46)
#
{141} {وليمحص الله الذين آمنوا}، وهذا أيضاً من الحكم أن الله يمحص بذلك المؤمنين من ذنوبهم وعيوبهم، يدل ذلك على أن الشهادة والقتال في سبيل الله تكفر الذنوب وتزيل العيوب ، وليمحص الله أيضاً المؤمنين من غيرهم من المنافقين فيتخلصون منهم ويعرفون المؤمن من المنافق. ومن الحكم أيضاً أنه يقدر ذلك ليمحق الكافرين، أي: ليكون سبباً لمحقهم واستئصالهم بالعقوبة، فإنهم إذا انتصروا بغوا وازدادوا طغياناً إلى طغيانهم يستحقون به المعاجلة بالعقوبة رحمة بعباده المؤمنين. ثم قال تعالى:
141. “Bir de Allah mü’minleri temizlesin” buyruğu da Uhud bozgunundaki hikmetlerden birisini dile getirmektedir. Allah böylelikle mü’minleri günahlarından ve kusurlarından arındırıp temizlemek istemiştir. Buna delil de Allah yolunda cihad ve şehadetin günahları örtmesi ve kusurları gidermesidir. Yine Allah mü’minleri onların dışında kalan münafıklardan da arındırıp temizler, böylelikle mü’minler onlardan kurtulurlar. Kimin mü’min, kimin münafık olduğunu anlarlar. “kâfirleri de helâk etsin diye” Bu husustaki hikmetlerden birisi de Yüce Allah’ın bu yolla kâfirlerin helâk edilmesini takdir etmesidir. Yani böylelikle karşılaşacakları ceza ile kâfirler helâk edilip yok edilirler. Çünkü kâfirler zafere kavuşacak olurlarsa haddi aşarlar ve azgınlıklarına azgınlık katarlar. Bu sebepten dolayı da çabucak cezalandırılmayı hak ederler. Bu da Allah’ın mü’min kullarına olan bir rahmetidir.
#
{142} {أم حسبتم أن تدخلوا الجنة ولما يعلم الله الذين جاهدوا منكم ويعلم الصابرين}، هذا استفهام إنكاري، أي: لا تظنوا ولا يخطر ببالكم أن تدخلوا الجنة من دون مشقة واحتمال المكاره في سبيل الله، وابتغاء مرضاته، فإن الجنة أعلى المطالب وأفضل ما به يتنافس المتنافسون، وكلما عظم المطلوب عظمت وسيلته والعمل الموصل إليه، فلا يوصل إلى الراحة إلا بترك الراحة ولا يدرك النعيم إلا بترك النعيم، ولكن مكاره الدنيا التي تصيب العبد في سبيل الله، عند توطين النفس لها وتمرينها عليها ومعرفة ما تَؤول إليه تنقلب عند أرباب البصائر منحًا يسرون بها ولا يبالون بها، وذلك فضل الله يؤتيه من يشاء، ثم وبخهم تعالى على عدم صبرهم بأمر كانوا يتمنونه ويودون حصوله، فقال:
142. “Yoksa siz, Allah içinizden cihad edenlerle sabredenleri ortaya çıkarmadan cennete girebileceğinizi mi sandınız?” Bu buyruktaki soru, inkâr amaçlıdır. Yani Allah yolunda ve O’nun rızası uğrunda zorlukla karşılaşmaksızın, hoşlanılmayan şeylere tahammül etmeksizin cennete gireceğinizi zannetmeyin, böyle bir şeyi hatırınıza bile getirmeyin, demektir. Çünkü cennet dileklerin en yücesi ve yarışanların uğrunda yarıştıkları şeylerin en üstünüdür. Dilek ne kadar büyük olursa ona ulaştıran yol da o kadar zor olur. Ona götüren amel de o kadar büyük olur. Rahata, rahatı terk etmeksizin ulaşılamaz. Nimetler de nimetler terk edilmeksizin elde edilemez. Fakat Allah yolunda kula, dünya hayatında iken isabet eden hoş olmayan şeylere karşı nefis alıştırılması, bu hususta eğitilmesi ve varacağı yerin bilinmesi halinde -basiret erbabı nezdinde- bu sıkıntılar sonuçta kendilerini sevince ulaştıracak hediyelere dönüşür ve artık onlar o zorluklara aldırmazlar. Bu da Allah’ın bir lütfudur ve O lütfunu dilediği kimselere verir. Daha sonra Yüce Allah önceleri temenni edip de gerçekleşmesini arzu ettikleri bir husus üzerinde gereği gibi sabretmediklerinden ötürü onları azarlayarak şöyle buyurmaktadır:
#
{143} {ولقد كنتم تمنون الموت من قبل أن تلقوه}، وذلك أن كثيراً من الصحابة رضي الله عنهم ممن فاته بدر، يتمنون أن يحضرهم الله مشهداً يبذلون فيه جهدهم، قال الله تعالى لهم: {فقد رأيتموه}؛ [أي: رأيتم] ما تمنيتم بأعينكم {وأنتم تنظرون}، فما بالكم وترك الصبر؟ هذه حالة لا تليق ولا تحسن، خصوصاً لمن تمنى ذلك وحصل له ما تمنى، فإن الواجب عليه بذل الجهد واستفراغ الوسع في ذلك. وفي هذه الآية دليل على أنه لا يكره تمني الشهادة. ووجه الدلالة أن الله تعالى أقرهم على أمنيتهم، ولم ينكر عليهم، وإنما أنكر عليهم عدم العمل بمقتضاها والله أعلم. ثم قال تعالى:
143. “Andolsun ki siz ölümü onunla karşılaşmadan önce temenni ediyordunuz.” Ashab-ı Kiram radıyallahu anhum arasından Bedir’e katılmamış birçok kimse vardı ve bunlar Allah’tan, bütün güçlerini ortaya koyacakları bir savaşta bulunmayı temenni ediyorlardı. İşte Yüce Allah bunlara: “İşte bakıp dururken gördünüz onu!” diye buyurmaktadır. Yani bakıp dururken daha önce temenni ettiğiniz şeyi gözlerinizle görmüş bulunuyorsunuz. O halde ne diye sabrı terk ediyorsunuz? Bu, özellikle böyle bir temennide bulunanlara ve temenni ettiği şeyi ele geçiren kimselere yakışmayan ve uygun olmayan bir haldir. Bu temennide bulunan kimseye düşen, bütün gayretini ortaya koyması ve bu konuda gücünü son noktasına kadar harcamasıdır. Bu âyet-i kerimede şehid olmayı temenni etmenin mekruh olmadığına delil vardır. Buna delil yönü de şöyledir: Yüce Allah onların bu temennilerine karşı itiraz teşkil edecek bir ifade kullanmadığı gibi temennide bulunmalarından dolayı da onları kınamamıştır. Sadece onların bu temenninin gereğini yapmamalarına karşı çıkmıştır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
Ayet: 144 - 145 #
{وَمَا مُحَمَّدٌ إِلَّا رَسُولٌ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِ الرُّسُلُ أَفَإِنْ مَاتَ أَوْ قُتِلَ انْقَلَبْتُمْ عَلَى أَعْقَابِكُمْ وَمَنْ يَنْقَلِبْ عَلَى عَقِبَيْهِ فَلَنْ يَضُرَّ اللَّهَ شَيْئًا وَسَيَجْزِي اللَّهُ الشَّاكِرِينَ (144) وَمَا كَانَ لِنَفْسٍ أَنْ تَمُوتَ إِلَّا بِإِذْنِ اللَّهِ كِتَابًا مُؤَجَّلًا وَمَنْ يُرِدْ ثَوَابَ الدُّنْيَا نُؤْتِهِ مِنْهَا وَمَنْ يُرِدْ ثَوَابَ الْآخِرَةِ نُؤْتِهِ مِنْهَا وَسَنَجْزِي الشَّاكِرِينَ (145)}.
144- Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de nice peygamberler gelip geçmiştir. Eğer o ölür veya öldürülürse ökçeleriniz üstünde geriye mi döneceksiniz? Kim ökçeleri üzerinde geriye dönerse Allah’a hiçbir zarar veremez. Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır. 145- Allah’ın izni olmadıkça hiç kimse ölmez. Ölüm, vadesi ile yazılmış bir yazıdır. Kim dünya mükafatını dilerse ona ondan veririz. Kim de âhiret mükafatını dilerse ona da ondan veririz. Biz şükredenleri mükâfaatlandıracağız.
#
{144} يقول تعالى: {وما محمد إلا رسول قد خلت من قبله الرسل}؛ أي: ليس ببدع من الرسل، بل هو من جنس الرسل الذين قبله، وظيفتهم تبليغ رسالة ربهم وتنفيذ أوامره ليسوا بمخلدين، وليس بقاؤهم شرطاً في امتثال أوامر الله، بل الواجب على الأمم عبادة ربهم في كل وقت وبكل حال، ولهذا قال: {أفإن مات أو قُتل انقلبتم على أعقابكم}؛ بترك ما جاءكم به من إيمان أو جهاد أو غير ذلك، قال الله تعالى: {ومن ينقلب على عقبيه فلن يضر الله شيئاً}، إنما يضر نفسه، وإلا فالله تعالى غني عنه، وسيقيم دينه، ويعز عباده المؤمنين. فلما وبخ تعالى من انقلب على عقبيه، مدح من ثبت مع رسوله، وامتثل أمر ربه فقال: {وسيجزي الله الشاكرين}، والشكر لا يكون إلا بالقيام بعبودية الله تعالى في كل حال. وفي هذه الآية الكريمة إرشاد من الله تعالى لعباده أن يكونوا بحالة لا يزعزعهم عن إيمانهم أو عن بعض لوازمه فَقْدُ رئيس ولو عظم، وما ذاك إلا بالاستعداد في كل أمر من أمور الدين بعدة أناس من أهل الكفاءة فيه إذا فُقِدَ أحدُهم قام به غيره، وأن يكون عموم المؤمنين قصدهم إقامة دين الله والجهاد عنه بحسب الإمكان، لا يكون لهم قصد في رئيس دون رئيس، فبهذه الحال يستتب لهم أمرهم، وتستقيم أمورهم. وفي هذه الآية أيضاً أعظم دليل على فضيلة الصديق الأكبر أبي بكر وأصحابه الذين قاتلوا المرتدين بعد رسول الله - صلى الله عليه وسلم - لأنهم هم سادات الشاكرين.
144. “Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de nice peygamberler gelip geçmiştir.” Yani o ilk peygamber değildir. Aksine o da kendisinden önce gönderilmiş peygamberlerden birisidir. Peygamberlerin de görevi Rablerinin risaletini tebliğ etmek ve emirlerini uygulamaktır. Dünyada ebedi kalmak için gönderilmemişlerdir. Allah’ın emirlerine uymak için onların hayatta kalmaları şart değildir. Aksine ümmetlerin görevi her zaman ve her durumda Rablerine ibadet etmektir. Bundan dolayı devamla şöyle buyurmuştur: “Eğer o ölür veya öldürülürse” size getirmiş olduğu iman yahut cihad ya da bundan başka hükümleri terk etmek sureti ile “ökçeleriniz üstünde geriye mi döneceksiniz? Kim ökçeleri üzerinde geriye dönerse Allah’a hiçbir zarar veremez.” Aksine yalnızca kendi kendisine zarar verir. Çünkü Yüce Allah’ın ona ihtiyacı yoktur. O, dinini dimdik ayakta tutacak ve mü’min kullarını da aziz kılacaktır. Şanı Yüce Allah ökçeleri üzerinde geri dönenleri azarladıktan sonra Rasûlü ile birlikte sebat gösterip Rabbinin emrine uyan kimseleri de: “Allah şükredenleri mükâfatlandıracaktır” diyerek övmektedir. Şükür ise ancak her durumda Yüce Allah’a ubudiyetin gereğini yerine getirmekle gerçekleşir. Bu âyet-i kerimede şanı Yüce Allah, kullarını imanlarından yahut da imanın bazı gereklerini yerine getirmekten hiçbir şekilde alıkoyamayacak bir halde olmaları gerektiğine irşad etmektedir. İsterse bu yolda -ne kadar büyük olursa olsun- başkanlarını yitirmiş olsunlar. Bu da ancak dinin bütün hususlarında gerekli hazırlıkları yapmak ve başkanlık konusunda da yeterli birkaç kişiyi hazırlamakla olur ki onlardan birisi kaybedilecek olursa bir diğeri onun yerine geçer. Ayrıca bütün mü’minlerin asıl maksatları da Allah’ın dinini uygulamak ve imkân çerçevesinde o din uğrunda cihad etmek olmalıdır. Bu konuda maksatları, şu başkan olsun, bu olmasın şeklinde (şahıs eksenli) olmamalıdır. Ancak bu takdirde onların işleri tahakkuk eder ve istikamet üzere yürür. Yine bu âyet-i kerimede Sıddık-ı Ekber Ebu Bekir’in ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den sonra mürtedlerle savaşan arkadaşlarının faziletinin en büyük delillerinden birisi vardır. Zira bunlar şükredenlerin önderleridir.
#
{145} ثم أخبر تعالى أن النفوس جميعها معلقة بآجالها بإذن الله وقدره وقضائه، فمن حتم عليه بالقدر أن يموت مات ولو بغير سبب، ومن أراد بقاءه فلو وقع من الأسباب كل سبب لم يضره ذلك قبل بلوغ أجله، وذلك أن الله قضاه وقدره وكتبه إلى أجل مسمى إذا جاء أجلهم فلا يستأخرون عنه ساعة ولا يستقدمون. ثم أخبر تعالى أنه يعطي الناس من ثواب الدنيا والآخرة ما تعلقت به إرادتهم، فقال: {ومن يرد ثواب الدنيا نؤته منها ومن يرد ثواب الآخرة نؤته منها}، قال الله تعالى: {كلاًّ نمد هؤلاء وهؤلاء من عطاء ربك وما كان عطاء ربك محظوراً. انظر كيف فضلنا بعضهم على بعض وللآخرة أكبر درجات وأكبر تفضيلاً}. {وسنجزي الشاكرين}، ولم يذكر جزاءهم ليدل ذلك على كثرته وعظمته، وليعلم أن الجزاء على قدر الشكر قلة وكثرة وحسناً.
145. Daha sonra Yüce Allah bütün canların Allah’ın izni, kaderi ve kazası uyarınca ecellerine bağlı olduklarını haber vermektedir. Kesin olarak öleceği takdir edilen bir kimse sebepsiz dahi olsa ölür. Allah’ın hayatta kalmasını murad ettiği kimse ise ölümün bütün sebepleri ile karşı karşıya kalacak olsa dahi eceli gelmeden önce bu sebeplerin ona bir zararı olmaz. Çünkü Allah’ın kaza ve kaderi bunu gerektirir ve Allah ölümü belli bir vadeyle yazarak tespit etmiştir ki “Ecelleri geldiği zaman ne bir an geri kalabilirler ne de öne geçebilirler.” (Yunus, 10/49) Daha sonra Yüce Allah insanlara iradelerine uygun olarak dünya ve âhiret mükafatından verdiğini haber vererek şöyle buyurmaktadır: “Kim dünya mükafatını dilerse ona ondan veririz. Kim de âhiret mükafatını dilerse ona da ondan veririz.” Nitekim Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: “Her birine, onlara da bunlara da Rabbinin nimetinden veririz. Rabbinin bağışı kısıtlı değildir. Onların kimini kiminden nasıl üstün kıldığımıza bir bak! Elbette âhiret, derece bakımından daha büyüktür, üstün kılma bakımından da daha büyüktür.” (el-İsra, 17/20-21) “Biz şükredenleri mükâfaatlandıracağız.” Yüce Allah burada şükredenlerin mükâfaatlarını söz konusu etmemektedir. Bu da mükâfaatlarının çokluğuna ve azametine delil olsun ve verilecek mükâfaatın şükrün azlığına, çokluğuna ve güzelliğine göre değişklik gösterdiği bilinsin diyedir.
Ayet: 146 - 148 #
{وَكَأَيِّنْ مِنْ نَبِيٍّ قَاتَلَ مَعَهُ رِبِّيُّونَ كَثِيرٌ فَمَا وَهَنُوا لِمَا أَصَابَهُمْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ وَمَا ضَعُفُوا وَمَا {اسْتَكَانُوا وَاللَّهُ يُحِبُّ الصَّابِرِينَ (146) وَمَا كَانَ قَوْلَهُمْ إِلَّا أَنْ قَالُوا رَبَّنَا اغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَإِسْرَافَنَا فِي أَمْرِنَا وَثَبِّتْ أَقْدَامَنَا وَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ (147) فَآتَاهُمُ اللَّهُ ثَوَابَ الدُّنْيَا وَحُسْنَ ثَوَابِ الْآخِرَةِ وَاللَّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ (148)}.
146- Kendileri ile birlikte birçok alimin çarpıştığı nice peygamber vardır! Onlar, Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşemediler, zaafa uğramadılar, boyun da eğmediler. Allah sabredenleri sever. 147- Onlar yalnızca şöyle diyorlardı: “Rabbimiz, günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla. Ayaklarımıza sebat ver ve kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!” 148- Allah da onlara dünya mükâfatını ve âhiret mükâfatının da güzelliğini verdi. Allah iyilik edenleri sever.
#
{146} هذا تسلية للمؤمنين وحثٌّ على الاقتداء بهم والفعل كفعلهم، وأن هذا أمر قد كان متقدماً لم تزل سنة الله جارية بذلك، فقال: {وكأين من نبي}؛ أي: وكم من نبي {قاتل معه ربيون كثير}؛ أي: جماعات كثيرون من أتباعهم الذين قد ربتهم الأنبياء بالإيمان والأعمال الصالحة فأصابهم قتل وجراح وغير ذلك، {فما وهنوا لما أصابهم في سبيل الله وما ضعفوا وما استكانوا}؛ أي: ما ضعفت قلوبهم، ولا وهنت أبدانهم، ولا استكانوا؛ أي: ذلُّوا لعدوهم، بل صبروا وثبتوا وشجعوا أنفسهم، ولهذا قال: {والله يحب الصابرين}.
146. Bu ayet, mü’minlere bir teselli, böylelerine uymaya ve onların yaptıkları gibi yapmaya da bir teşviktir. Bu olay, geçmişte olmuş bir şeydir ve Yüce Allah’ın sünneti/kanunu aynı şekilde cereyan etmeye devam etmektedir. Şöyle ki “Kendileri ile birlikte birçok âlimin çarpıştığı nice” pek çok “peygamber vardır!” Yani peygamberlere tâbî olan ve peygamberlerin kendilerini iman ve salih amel ile terbiye etmiş olduğu pek çok topluluk, peygamberlerle birlikte çarpışmıştır. Onlardan öldürülenler, yaralananlar ve başka musibetlere uğrayanlar olmuştur. “Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşemediler, zaafa uğramadılar, boyun da eğmediler.” Ne kalpleri zaafa uğradı, ne bedenleri gevşedi ne de düşmanlarının önünde zelil düşüp boyun eğdiler. Aksine sabır ve sebat gösterdiler, cesaret duygularını diri tutarak kendilerini teşvik ettiler. Bundan dolayı Yüce Allah: “Allah sabredenleri sever” diye buyurmaktadır.
#
{147} ثم ذكر قولهم واستنصارهم لربهم فقال: {وما كان قولهم}؛ أي: في تلك المواطن الصعبة {إلا أن قالوا ربنا اغفر لنا ذنوبنا وإسرافنا في أمرنا}، والإسراف هو: مجاوزة الحد إلى ما حرم، علموا أن الذنوب والإسراف من أعظم أسباب الخذلان وأن التخلي منها من أسباب النصر، فسألوا ربهم مغفرتها. ثم إنهم لم يتكلوا على ما بذلوا جهدهم به من الصبر، بل اعتمدوا على الله، وسألوه أن يثبت أقدامهم عند ملاقاة الأعداء الكافرين، وأن ينصرهم عليهم، فجمعوا بين الصبر وترك ضده، والتوبة والاستغفار والاستنصار بربهم، لا جرم أن الله نصرهم، وجعل لهم العاقبة في الدنيا والآخرة ولهذا قال:
147. Daha sonra Yüce Allah bu (örnek savaşçıların) sözlerini, Rablerinden yardım dileyişlerini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Onlar” bu zorlu hallerde “yalnızca şöyle diyorlardı: Rabbimiz, günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla!” Taşkınlık (israf), haddi aşarak harama düşmektir. Onlar günah ve taşkınlığın, Allah’ın yardımından uzak kalmanın en büyük sebeplerinden olduğunu bildikleri gibi, bu gibi hallere düşmemenin de ilâhi yardımın sebeplerinden olduğunu biliyorlardı. İşte Rablerinden günah ve taşkınlıklarının bağışlanmasını bundan dolayı istediler. Diğer taraftan onlar bu konuda ortaya koymuş oldukları sabır ve benzeri gayretlerini söz konusu etmeyerek Allah’a güvenip dayanmışlar ve O’ndan kâfir düşmanlarla karşılaştıklarında ayaklarını sağlamlaştırıp kendilerine sebat vermesini, düşmanlarına karşı kendilerine yardım etmesini istemişlerdir. Böylelikle onlar hem sabrettiler, hem sabrın zıddı olan şeylerden uzak kaldılar, hem de tevbe, mağfiret dileme ve Rablerinden yardım dilemeyi ihmal etmediler. Hiç şüphesiz Allah da onlara yardım etti, dünya ve âhirette onları güzel akıbet ile mükâfaatlandırdı. Bundan dolayı Yüce Allah devamla şöyle buyurmaktadır:
#
{148} {فآتاهم الله ثواب الدنيا} من النصر والظفر والغنيمة {وحُسن ثواب الآخرة} وهو الفوز برضا ربهم والنعيم المقيم الذي قد سلم من جميع المنكدات، وما ذاك إلا أنهم أحسنوا له الأعمال فجازاهم بأحسن الجزاء، فلهذا قال: {والله يحب المحسنين} في عبادة الخالق ومعاملة الخلق، ومن الإحسان أن يفعل عند جهاد الأعداء كفعل هؤلاء المؤمنين. ثم قال تعالى:
148. “Allah da onlara” yardım, zafer ve ganimet gibi “dünya mükafatını ve âhiret mükafatının da güzelliğini verdi.” Bu ise Rablerinin rızasını ve ebedi nimetleri elde etmektir. Bu ebedi nimetler her türlü olumsuzluktan uzaktır. Bu mükafatın tek sebebi de onların Allah’a karşı amellerini ihsan ile güzelce yapmalarıdır. Allah da onları en güzel şekilde mükâfaatlandırmıştır. Bundan dolayı Yüce Allah: “Allah, iyilik edenleri” yaratıcıya ibadetlerini ve yaratılmışlara muamelelerini güzelce yapanları “sever.” İşte düşmanlarla cihad esnasında sözü geçen bu mü’minlerin yaptıklarının bir benzerini yapmak da iyilik (ihsan) kapsamı içerisindedir. Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 149 - 151 #
{يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِنْ تُطِيعُوا الَّذِينَ كَفَرُوا يَرُدُّوكُمْ عَلَى أَعْقَابِكُمْ فَتَنْقَلِبُوا خَاسِرِينَ (149) بَلِ اللَّهُ مَوْلَاكُمْ وَهُوَ خَيْرُ النَّاصِرِينَ (150) سَنُلْقِي فِي قُلُوبِ الَّذِينَ كَفَرُوا {الرُّعْبَ بِمَا أَشْرَكُوا بِاللَّهِ مَا لَمْ يُنَزِّلْ بِهِ سُلْطَانًا وَمَأْوَاهُمُ النَّارُ وَبِئْسَ مَثْوَى الظَّالِمِينَ (151)}.
149- Ey iman edenler! Eğer kâfirlere itaat edecek olursanız sizi ökçelerinizin üzerinde geri döndürürler de zarara uğrayanların durumuna düşersiniz. 150- Hâlbuki Allah sizin dost ve yardımcınızdır. O, yardım edenlerin en hayırlısıdır. 151- Allah’a haklarında hiçbir delil indirmediği şeyleri ortak koştuklarından dolayı kâfirlerin kalplerine korku salacağız. Onların barınağı cehennemdir. Zalimlerin dönüp varacağı yer ne kötüdür!
#
{149} وهذا نهي من اللَّهِ للمؤمنين، أن يطيعوا الكافرين من المنافقين والمشركين فإنهم إذا أطاعوهم لم يريدوا لهم إلا الشر، وهم قصدهم ردهم إلى الكفر الذي عاقبته الخيبة والخسران.
149. Yüce Allah: “Ey iman edenler! Eğer kâfirlere itaat edecek olursanız…” buyruğu ile mü’minlere münafık ve müşriklerin de aralarında bulunduğu kâfirlere itaat etmelerini yasaklamaktadır. Çünkü mü’minler bunlara itaat edecek olurlarsa bilmelidirler ki bunlar, mü’minler hakkında kötülükten başka bir şey istemezler. Onlar mü’minleri küfre geri döndürmek isterler ki küfrün âkıbeti ise zarardır, ziyandır.
#
{150} ثم أخبر أنه مولاهم وناصرهم، ففيه إخبار لهم بذلك وبشارة، بأنه يتولى أمورهم بلطفه ويعصمهم من أنواع الشرور، وفي ضمن ذلك الحث لهم على اتخاذه وحده وليًّا وناصراً من دون كل أحد.
150. Daha sonra Yüce Allah bizzat kendisinin mü’minlerin dost ve yardımcısı olduğunu haber vermektedir. Bu buyruk onlara bu gerçeği bildirdiği gibi, mü’minlerin işlerini lütfu ile üzerine alanın ve onları çeşitli şerlerden koruyacak olanın kendisi olduğuna dair bir müjdeyi de içermektedir. Bunun kapsamı içerisinde ise yalnızca O’nu -herkesi bir tarafa bırakmak sureti ile- dost ve yardımcı edinmeleri gerektiğine dair bir teşvik de vardır.
#
{151} فمن ولايته ونصره لهم أنه وعدهم أنه سيلقي في قلوب أعدائهم من الكافرين الرعب، وهو الخوف العظيم الذي يمنعهم من كثير من مقاصدهم، وقد فعل تعالى، وذلك أن المشركين بعد ما انصرفوا من وقعة أُحد تشاوروا بينهم، وقالوا: كيف ننصرف بعد أن قتلنا منهم من قتلنا وهزمناهم ولما نستأصلهم؟ فهَمُّوا بذلك، فألقى اللَّهُ الرعبَ في قلوبهم فانصرفوا خائبين. ولا شكَّ أن هذا من أعظم النصر، لأنه قد تقدم أن نصر الله لعباده المؤمنين لا يخرج عن أحد أمرين: إما أن يقطعَ طرفاً ممن كفروا أو يكبتهم فينقلبوا خائبين. وهذا من الثاني. ثم ذكر السبب الموجب لإلقاء الرعب في قلوب الكافرين فقال: {بما أشركوا بالله ما لم ينزل به سلطاناً}؛ أي: ذلك بسبب ما اتخذوا من دونه من الأنداد والأصنام التي اتخذوها على حسب أهوائهم وإراداتهم الفاسدة من غير حجة ولا برهان، وانقطعوا من ولاية الواحد الرحمن، فمن ثَمَّ كان المشرك مرعوباً من المؤمنين لا يعتمد على ركن وثيق، وليس له ملجأ عند كل شدة وضيق، هذا حاله في الدنيا وأما في الآخرة فأشد وأعظم، ولهذا قال: {ومأواهم النار}؛ أي: مستقرهم الذي يأوون إليه وليس لهم عنها خروج {وبئس مثوى الظالمين}، بسبب ظلمهم وعدوانهم؛ صارت النارُ مثواهم.
151. Allah’ın onlara dost ve yardımcı olmasının bir belirtisi de onlara kâfir olan düşmanlarının kalplerine büyük bir korku salacağı vaadinde bulunmasıdır. Bu büyük korku ise o kâfirleri maksatlarının birçoğunu gerçekleştirmekten alıkoyar. Nitekim Yüce Allah mü’minlere verdiği bu sözü gerçekleştirmiştir. Çünkü müşrikler Uhud’dan geri döndükten sonra kendi aralarında danışarak: “Onlardan birtakım kimseleri öldürdükten ve onları bozguna uğrattıktan sonra kökten onları imha etmeden nasıl geri döneriz?” demişler ve bunu gerçekleştirmek istemişlerdi. Ancak Allah kalplerine korku saldı ve istediklerini gerçekleştiremeden geri dönmek zorunda kaldılar. Şüphesiz bu, ilâhi yardımın en büyüklerindendir. Çünkü önceden de geçtiği gibi Allah’ın mü’min kullarına yardımı şu iki şekilden birisi ile olur: Ya kâfirlerin bir bölümünün öldürülmesini sağlar yahut da onları istediklerini gerçekleştirmekten alıkoyup zarar içerisinde geri dönmelerini sağlar. İşte buradaki yardım şekli bu ikinci türdendir. Daha sonra Yüce Allah kâfirlerin kalplerine korku salmayı gerektiren sebebi şöylece söz konusu etmektedir: “Allah’a haklarında hiçbir delil indirmediği şeyleri ortak koştuklarından dolayı...” Yani bu korku salmanın sebebi, onların herhangi bir delil ve belge olmaksızın sırf kendi hevâ ve bozuk iradeleri uyarınca ilâh diye edindikleri ortaklar ve putlardır. Böylelikle onlar bir ve tek olan Rahman’ın dostluk bağını koparmış oldular. İşte bundan dolayı müşrik, her zaman için mü’minden korkar. Sağlam bir dayanağı yoktur. Her türlü zorluk ve sıkıntı esnasında sığınacağı yeri de yoktur. Onun dünyadaki hali budur. Âhiretteki hali ise bundan daha zorlu ve daha ağırdır. İşte bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Onların barınağı cehennemdir” yani onların barınacakları ve duracakları yer cehennem olacaktır, onlar oradan çıkma imkânını bulamayacaklardır. “Zalimlerin dönüp varacağı yer ne kötüdür!” Onların zulüm ve düşmanlıkları sebebi ile varacakları yer ateştir.
Ayet: 152 #
{وَلَقَدْ صَدَقَكُمُ اللَّهُ وَعْدَهُ إِذْ تَحُسُّونَهُمْ بِإِذْنِهِ حَتَّى إِذَا فَشِلْتُمْ وَتَنَازَعْتُمْ فِي الْأَمْرِ وَعَصَيْتُمْ مِنْ بَعْدِ مَا أَرَاكُمْ مَا تُحِبُّونَ مِنْكُمْ مَنْ يُرِيدُ الدُّنْيَا وَمِنْكُمْ مَنْ يُرِيدُ الْآخِرَةَ ثُمَّ صَرَفَكُمْ عَنْهُمْ لِيَبْتَلِيَكُمْ وَلَقَدْ عَفَا عَنْكُمْ وَاللَّهُ ذُو فَضْلٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ (152)}.
152- Andolsun ki Allah size verdiği sözünü yerine getirmiştir. Hani o zaman onun izni ile onları öldürüyordunuz. Nihâyet arzu ettiğinizi size gösterdikten sonra yılgınlık gösterdiniz, verilen emir hakkında çekiştiniz ve isyan ettiniz. İçinizden kimi dünyayı istiyordu, kimi de âhireti istiyordu. Sonra sizi sınamak için sizi onlar(a galip gelmekten) alıkoydu. Bununla beraber sizi kesinlikle affetti. Allah mü’minlere karşı lütufkârdır.
#
{152} أي: {ولقد صدقكم الله وعده} بالنصر فنصركم عليهم حتى ولوكم أكتافهم، وطفقتم فيهم قتلاً حتى صرتم سبباً لأنفسكم وعوناً لأعدائكم عليكم، فلما حصل منكم الفشل وهو الضعف والخور {وتنازعتم في الأمر} الذي فيه ترك أمر الله بالائتلاف وعدم الاختلاف، فاختلفتم؛ فمن قائل نقيم في مركزنا الذي جعلنا فيه النبي - صلى الله عليه وسلم -، ومن قائل ما مقامنا فيه وقد انهزم العدو ولم يبق محذور، فعصيتم الرسول وتركتم أمره، من بعد ما أراكم الله ما تحبون، وهو انخذال أعدائكم، لأن الواجب على من أنعم الله عليه بما أحب أعظم من غيره، فالواجب في هذه الحال خصوصاً وفي غيرها عموماً امتثال أمر الله ورسوله، {منكم من يريد الدنيا}؛ وهم الذين أوجب لهم ذلك ما أوجب، {ومنكم من يريد الآخرة}؛ وهم الذين لزموا أمر رسول الله. وثبتوا حيث أُمروا، {ثم صرفكم عنهم}؛ أي: بعد ما وجدت هذه الأمور منكم، صرف الله وجوهكم عنهم، فصار الوجه لعدوكم ابتلاء من الله لكم وامتحاناً، ليتبين المؤمن من الكافر والطائع من العاصي، وليكفِّرَ الله عنكم بهذه المصيبة ما صدر منكم فلهذا قال: {ولقد عفا عنكم والله ذو فضل على المؤمنين}؛ أي: ذو فضل عظيم عليهم، حيث مَنَّ عليهم بالإسلام، وهداهم لشرائعه، وعفا عنهم سيئاتهم، وأثابهم على مصيباتهم، ومن فضله على المؤمنين أنه لا يُقَدِّرُ عليهم خيراً ولا مصيبةً إلا كان خيراً لهم، إن أصابتهم سرَّاء فشكروا، جازاهم جزاءَ الشاكرين، وإن أصابتهم ضرَّاء فصبروا، جازاهم جزاء الصابرين.
152. “Andolsun ki Allah size” yardım edeceğine dair “verdiği sözünü yerine getirmiştir.” Sizi onlara muzaffer kılmış ve nihâyet onlar size arkalarını dönerek kaçmış, siz de onları öldürmeye başlamıştınız. Ama nihayet siz kendi tehlikenize sebep olacak ve kendinize karşı düşmanlarınıza yardım edecek hale geldiniz. Zira “…yılgınlık” zayıflık ve korkaklık “gösterdiniz”, Allah’ın kaynaşmayı ve anlaşmazlığa düşmemeyi içeren emrini terk edip “verilen emir hakkında çekiştiniz” ve anlaşmazlığa düştünüz. Aranızdan kimisi: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in bizi yerleştirmiş olduğu bu yerimizde kalacağız, derken kimisi de: Artık düşman bozguna uğrayıp geri dönmüşken ve yerimizden ayrılmamızın bir sakıncası kalmamışken, bizim burada durmamızın anlamı yoktur, dedi ve böylece Peygamberin emrine karşı geldiniz, onun emrini terk ettiniz. Bu ise “arzu ettiğinizi size gösterdikten sonra” olmuştu. Arzu ettiğiniz şey ise düşmanlarınızın bozguna uğrayıp geri kaçmasıydı. Halbuki Yüce Allah bir kimseye istediği bir şeyi nimet olarak ihsan etmiş ise o kimseye düşen görev, diğerlerinden daha büyüktür. İşte özellikle bu durumda ve genel olarak diğer hallerde Allah’ın emrine ve Rasûlünün buyruğuna uymak icabeder. Ama o vakit “içinizden kimi dünyayı istiyordu” ki bunlar bu durumla karşı karşıya kalmalarına sebep olanlardır “kimi de âhireti istiyordu.” Bunlar da Allah Rasûlünün emrine bağlı kalan ve emrolundukları yerde sebat gösterenlerdi. “Sonra sizi sınamak için sizi onlar(a galip gelmekten) alıkoydu” yani sizin bu halleriniz ortaya çıktıktan sonra Allah sizi onlardan geri çevirdi; böylelikle düşmanı arkanıza almış oldunuz. Bu da Allah’tan sizin için bir deneme ve bir imtihandı. Tâ ki mü’min kâfirden, itaatkâr isyankârdan açık seçik ayırt edilsin ve bu musibet ile Allah sizden sadır olan kusurları affedip bağışlasın. İşte bundan dolayı da: “Bununla beraber sizi kesinlikle affetti. Allah mü’minlere karşı lütufkârdır.” buyurmaktadır. Yani onlara İslâm’ı lütfedip İslâm’ın şer’î hükümlerine ileterek, günahlarını affederek ve karşılaştıkları musibetler dolayısı ile onları mükâfaatlandırarak onlar üzerinde büyük bir lütfa sahiptir. Mü’minler üzerindeki lütfunun bir tecellisi de haklarında hayır veya musibet her ne takdir ettiyse mutlaka bu takdirin, onlar için hayırlı olmasıdır. Eğer onlara bir bolluk ve rahatlık isabet edecek olursa şükrederler. Allah da onlara şükredenlerin mükâfatını verir. Şâyet onlara bir sıkıntı isabet edecek olursa sabrederler, O da onları sabredenlerin mükâfatı ile mükâfatlandırır.
Ayet: 153 - 154 #
{إِذْ تُصْعِدُونَ وَلَا تَلْوُونَ عَلَى أَحَدٍ وَالرَّسُولُ يَدْعُوكُمْ فِي أُخْرَاكُمْ فَأَثَابَكُمْ غَمًّا بِغَمٍّ لِكَيْلَا تَحْزَنُوا عَلَى مَا فَاتَكُمْ وَلَا مَا أَصَابَكُمْ وَاللَّهُ خَبِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ (153) ثُمَّ أَنْزَلَ عَلَيْكُمْ مِنْ بَعْدِ الْغَمِّ أَمَنَةً نُعَاسًا يَغْشَى طَائِفَةً مِنْكُمْ وَطَائِفَةٌ قَدْ أَهَمَّتْهُمْ أَنْفُسُهُمْ يَظُنُّونَ بِاللَّهِ غَيْرَ الْحَقِّ ظَنَّ الْجَاهِلِيَّةِ يَقُولُونَ هَلْ لَنَا مِنَ الْأَمْرِ مِنْ شَيْءٍ قُلْ إِنَّ الْأَمْرَ كُلَّهُ لِلَّهِ يُخْفُونَ فِي أَنْفُسِهِمْ مَا لَا يُبْدُونَ لَكَ يَقُولُونَ لَوْ كَانَ لَنَا مِنَ الْأَمْرِ شَيْءٌ مَا قُتِلْنَا هَاهُنَا قُلْ لَوْ كُنْتُمْ فِي بُيُوتِكُمْ لَبَرَزَ الَّذِينَ كُتِبَ عَلَيْهِمُ الْقَتْلُ إِلَى مَضَاجِعِهِمْ وَلِيَبْتَلِيَ اللَّهُ مَا فِي صُدُورِكُمْ وَلِيُمَحِّصَ مَا فِي قُلُوبِكُمْ وَاللَّهُ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ (154)}.
153- Hani Peygamber arkanızdan size seslenip dururken siz, hiç kimseye dönüp bakmadan uzaklaşıyordunuz. Kaybettiklerinize ve başınıza gelenlere üzülmeyesiniz diye Allah, size keder üstüne keder vererek sizi cezalandırdı. Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır. 154- Sonra o kederin ardından üzerinize bir emniyet, içinizden bir grubu örtüp bürüyen bir uyuklama indirdi. Bir grup da canlarının sevdasına düşmüşlerdi. Allah’a karşı hakkın dışında cahiliyet zannı gibi bir zan besliyorlardı. “Bu işten bize bir şey var mı?” diyorlardı. De ki: “Her şey Allah’ın elindedir.” Onlar sana açıklamadıkları şeyi içlerinde gizliyorlar. “Bizim bu işten bir payımız olsaydı burada öldürülmezdik” diyorlar. De ki: “Evlerinizde olsaydınız bile üzerlerine öldürülmeleri yazılmış olanlar (ölüp) yatacakları yerlere çıkıp giderlerdi. Allah göğüslerinizdekini sınamak ve kalplerinizdekini temizlemek için (böyle yaptı). Allah kalplerin özünü çok iyi bilendir.”
#
{153} يذكرهم تعالى حالهم في وقت انهزامهم عن القتال، ويعاتبهم على ذلك فقال: {إذ تُصعدون}؛ أي: تَجِدُّون في الهرب {ولا تلوون على أحد}؛ أي: لا يلوي أحد منكم على أحد ولا ينظر إليه، بل ليس لكم هَمٌّ إلا الفرار والنجاء عن القتال، والحال أنه ليس عليكم خطر كبير، إذ لستم آخر الناس مما يلي الأعداء ويباشر الهيجاء، بل {الرسول يدعوكم في أخراكم}؛ أي: مما يلي القوم يقول: «إليَّ عباد الله» ، فلم تلتفتوا إليه ولا عرجتم عليه، فالفرار نفسه موجب للوم، ودعوة الرسول الموجبة لتقديمه على النفس أعظم لوماً بتخلفكم عنها {فأثابكم}؛ أي: جازاكم على فعلكم {غمًّا بغم}؛ أي: غمًّا يتبعه غمٌّ، غمٌّ بفوات النصر وفوات الغنيمة، وغمٌّ بانهزامكم، وغمٌّ أنساكم كل غمٍّ وهو سماعكم أن محمداً - صلى الله عليه وسلم - قد قتل. ولكن الله بلطفه وحسن نظره لعباده جعل اجتماع هذه الأمور لعباده المؤمنين خيراً لهم فقال: {لكيلا تحزنوا على ما فاتكم}؛ من النصر والظفر، {ولا ما أصابكم}؛ من الهزيمة والقتل والجراح إذا تحققتم أن الرسول - صلى الله عليه وسلم - لم يقتل، هانت عليكم تلك المصيبات، واغتبطتم بوجوده المسلي عن كل مصيبة ومحنة، فلله ما في ضمن البلايا والمحن من الأسرار والحكم، وكل هذا صادر عن علمه وكمال خبرته بأعمالكم وظواهركم وبواطنكم، ولهذا قال: {والله خبير بما تعملون}، ويحتمل أن معنى قوله: {لكيلا تحزنوا على ما فاتكم ولا ما أصابكم}؛ يعني: أنه قدَّر ذلك الغم والمصيبة عليكم، لكي تتوطن نفوسكم وتمَرَّنُوا على الصبر على المصيبات، ويخف عليكم تحمل المشقات.
153. Yüce Allah onların savaşta bozguna uğradıkları durumu hatırlatmakta ve bu sebeple onları azarlayarak şöyle buyurmaktadır: “Hani Peygamber arkanızdan size seslenip dururken” yani kaçanların arkasından “Ey Allah’ın kulları, bana dönün” diye seslenirken; siz ona dönüp bakmıyordunuz, ona doğru gitmiyordunuz. Esasında bizatihi kaçmak bile kınanmayı gerektiren bir husustur. Peygamberin çağrısının kabul edilmesi, kişinin kendisini kurtarmasından önce gelmelidir. O bakımdan sizin bu çağrıyı kabul etmekten geri kalmak sureti ile kınanmayı hak edişiniz, daha da ileri bir dereceyi bulmuştur. “Siz hiç kimseye dönüp bakmadan uzaklaşıyordunuz” gayretle kaçışıyor, kimseye dönüp bakmıyordunuz. Yani sizden kimse kimseye yönelmiyor, onun ne yaptığına bakmıyordu. Bütün yaptığınız kaçmaktan ve savaştan kurtulmaktan ibaretti. Hâlbuki sizin için büyük bir tehlike de yoktu. Çünkü siz düşmanın önünde bulunup onlarla savaşa girişen en son kimseler değildiniz. Bu şekilde Rasûlün çağrısına uymadığınız için “kaybettiklerinize” ilâhi yardım ve zafere “ve başınıza gelenlere” bozgun, öldürülme ve yaralanmalara “üzülmeyesiniz diye Allah size keder üstüne keder vererek cezalandırdı.” Ardı arkasına kederlerle sizi cezalandırdı. Zaferi ve ganimeti kaybetmek sebebi ile bir keder, yenilgiye uğramanız dolayısı ile bir keder ve bütün bu kederleri size unutturan bir keder ki o da Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in öldürüldüğünü işitmenizdi. Fakat Yüce Allah lütfu ile ve kullarına merhameti dolayısı ile bütün bu işlerin bir araya gelmesini mü’min kulları için hayırlı bir iş olarak takdir etmişti. Çünkü daha sonra kesin olarak Allah Rasûlü’nün öldürülmediğini anlayınca artık karşılaştığınız bütün musibetler size hafif geldi. Her türlü musibet ve mihnete karşı büyük bir teselli olan onun varlığı ile sevindiniz. Hiç şüphesiz Yüce Allah, bela ve mihnetler içerisinde pek çok sır ve hikmetleri de saklı tutar. Bütün bunlar Yüce Allah’ın sizin amellerinizden, zahir ve batınlarınızdan tam anlamı ile haberdar olmasının bir tecellisidir. Bundan dolayı Yüce Allah: “Allah bütün yaptıklarınızdan haberdardır” buyurmaktadır. Yüce Allah’ın: “Kaybettiklerinize ve başınıza gelenlere üzülmeyesiniz diye” buyruğunun şu anlama gelme ihtimali de vardır: O’nun, bu gam ve kederi hakkınızda takdir etmesi, musibetlere karşı sabretmeye alışmanız, nefislerinizin bu işlere yatkın hale gelmesi ve zorluklara kolaylıkla katlanabilmeniz içindir.
#
{154} {ثم أنزل عليكم من بعد الغم}، الذي أصابكم، {أمنة نُعاساً يغشى طائفة منكم}، ولا شك أن هذا رحمة بهم وإحسان وتثبيت لقلوبهم وزيادة طمأنينة، لأن الخائف لا يأتيه النعاس، لما في قلبه من الخوف، فإذا زال الخوف عن القلب أمكن أن يأتيه النعاس، وهذه الطائفة التي أنعم الله عليها بالنعاس، هم المؤمنون الذين ليس لهم إلا إقامة دين الله ورضا الله ورسوله ومصلحة إخوانهم المسلمين، وأما الطائفة الأخرى الذين {قد أهمتهم أنفسهم}، فليس لهم هَمٌّ في غيرها لنفاقهم أو ضعف إيمانهم، فلهذا لم يصبهم من النعاس ما أصاب غيرهم، {يقولون هل لنا من الأمر من شيء}، وهذا استفهام إنكاري، أي: ما لنا من الأمر، أي: النصر والظهور شيء، فأساؤوا الظنَّ بربهم وبدينه وبنبيه، وظنوا أن الله لا يتم أمر رسوله، وأن هذه الهزيمة هي الفيصلة والقاضية على دين الله. قال الله في جوابهم: {قل إن الأمر كله لله}، الأمر يشمل الأمر القدري والأمر الشرعي، فجميع الأشياء بقضاء الله وقدره، وعاقبتها النصر والظفر لأوليائه وأهل طاعته وإن جرى عليهم ما جرى، {يخفون} يعني المنافقين {في أنفسهم ما لا يبدون لك}، ثم بيَّن الأمر الذي يخفونه فقال: {يقولون لو كان لنا من الأمر شيء}؛ أي: لو كان لنا في هذه الواقعة رأي ومشورة {ما قتلنا ههنا}، وهذا إنكار منهم، وتكذيب بقدر الله، وتسفيه منهم لرأي رسول الله ورأي أصحابه، وتزكية منهم لأنفسهم، فرد الله عليهم بقوله: {قل لو كنتم في بيوتكم} التي هي أبعد شيء عن مظان القتل {لبرز الذين كتب عليهم القتل إلى مضاجعهم}، فالأسباب وإن عظمت إنما تنفع إذا لم يعارضها القدر والقضاء، فإذا عارضها القدر لم تنفع شيئاً، بل لا بد أن يمضي الله ما كتب في اللوح المحفوظ من الموت والحياة {وليبتلي الله ما في صدوركم}؛ أي: يختبر ما فيها من نفاق وإيمان وضعف إيمان، {وليمحص ما في قلوبكم} من وساوس الشيطان وما تأثر عنها من الصفات غير الحميدة {والله عليم بذات الصدور}؛ أي: بما فيها وما أكنته، فاقتضى علمه وحكمته أن قدر من الأسباب ما به تظهر مخبآت الصدور وسرائر الأمور. ثم قال تعالى:
154. “Sonra” size isabet eden “o kederin ardından üzerinize bir emniyet, içinizden bir grubu örtüp bürüyen bir uyuklama indirdi.” Şüphesiz ki bu, Allah’ın onlara bir rahmeti, bir ihsanı, kalplerine verdiği bir sebat ve ileri derecede bir huzur idi. Çünkü korkan bir kimse, içindeki korkudan dolayı uyuklayamaz. Korku kalpten gitti mi ancak o vakit uyuklama mümkün olur. Yüce Allah’ın kendilerine uyuklama nimetini verdiği bu kesim, Allah’ın dinini egemen kılmaktan, Allah ve Rasûlü’nün rızasını ve müslüman kardeşlerin maslahatını elde etmek düşüncesinden başka bir istekleri olmayan mü’minlerdir. “Canlarının sevdasına düşmüşlerdi” bu kesim, münafıklıkları yahut imanlarındaki zaaf sebebi ile canlarından başka bir şey düşünemiyorlardı. Bundan dolayı bunlara diğerlerine gelen uyuklama gelmemişti. Bunlar: “Bu işten bize bir şey var mı?” diyorlardı. Buradaki soruları inkâr amaçlıdır. Yani bizim bu işte; yardım, zafer ve üstünlükte hiçbir payımız olamaz, diyorlardı. Böylelikle Rableri, dini ve Rablerinin peygamberi hakkında kötü zan besliyorlar, Yüce Allah’ın peygamberinin dinini tamamlamayacağını ve bu bozgunun Allah’ın dini aleyhine nihai bir hüküm ve kesin bir sonuç olacağını zannediyorlardı. Yüce Allah böylelerine cevap olarak şöyle buyurmaktadır: “De ki: Her şey Allah’ın elindedir.” Buradaki “emir (şey) kelimesi hem kaderî hem de şer’î emirleri kapsamaktadır. Yani her bir şey, Allah’ın kaza ve kaderi iledir, demektir. Güzel sonuç olan yardım ve zafer, Allah’ın dostlarına ve ona itaat edenleredir. İsterse o olaylar başlarından geçmiş olsa dahi. “Onlar” münafıklar “sana açıklamadıkları şeyi içlerinde gizliyorlar.” Daha sonra Yüce Allah onların gizledikleri hususu açıklayarak şöyle buyurmaktadır: “Bizim bu işten bir payımız olsaydı burada öldürülmezdik diyorlar.” Yani eğer bu olay ile ilgili bizim görüşümüz ve bize danışılırken açıkladıklarımız kabul edilmiş olsa idi burada öldürülmezdik. Bu sözleri ile onlar inkâra sapmış oluyorlar, Allah’ın kaderini yalanlıyorlar, Allah Rasûlü’nün ve ashabının görüşlerinin mantıksız olduğunu söylemiş oluyorlar; diğer taraftan kendi kendilerini de tezkiye ediyorlardı. Yüce Allah ise onların bu kanaatlerini şöylece reddetmektedir: “De ki: evlerinizde” yani öldürülme ihtimalinin en uzak olduğu yer olan o yerlerde “olsaydınız bile üzerlerine öldürülmeleri yazılmış olanlar (ölüp) yatacakları yerlere çıkıp giderlerdi.” O halde sebepler -ne kadar büyük olursa olsun- ancak ve ancak kader ve kazaya aykırı olmadıkları takdirde fayda sağlayabilirler. Eğer sebepler ilâhi kadere ters ise hiçbir fayda sağlayamazlar; aksine Allah’ın Levh-i Mahfuz’da yazmış olduğu -ölüm ya da hayatta kalma- hükmü mutlaka yerini bulur. “Allah göğüslerinizdekini sınamak” kalplerinizde bulunan münafıklık, iman ve iman zaafiyetini imtihan etmek “kalplerinizdekini temizlemek” kalplerinizi şeytanın vesveselerinden ve bu vesveselerden etkilenen kötü niteliklerden temizlemek “için (böyle yaptı).” “Allah kalplerin özünü” kalplerinde bulunanları ve onların sakladıklarını “çok iyi bilendir.” O bakımdan O, ilim ve hikmetinin gereği olarak kalplerde gizli bulunanları ve işlerin sırlarını açığa çıkartacak sebepleri takdir etmiştir.
Ayet: 155 #
{إِنَّ الَّذِينَ تَوَلَّوْا مِنْكُمْ يَوْمَ الْتَقَى الْجَمْعَانِ إِنَّمَا اسْتَزَلَّهُمُ الشَّيْطَانُ بِبَعْضِ مَا كَسَبُوا وَلَقَدْ عَفَا اللَّهُ عَنْهُمْ إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ حَلِيمٌ (155)}.
155- İki ordunun karşılaştığı gün içinizden dönüp gidenleri ancak şeytan yaptıkları bazı işler yüzünden yoldan çıkarmak istemişti. Andolsun Allah onları affetti. Çünkü Allah Ğafurdur, Halimdir.
#
{155} يخبر تعالى عن حال الذين انهزموا يوم أُحد، وما الذي أوجب لهم الفرار وأنه من تسويل الشيطان، وأنه تسلط عليهم ببعض ذنوبهم، فهم الذين أدخلوه على أنفسهم ومكنوه بما فعلوا من المعاصي لأنها مركبة ومدخلة، فلو اعتصموا بطاعة ربهم لما كان له عليهم من سلطان، قال تعالى: {إن عبادي ليس لك عليهم سلطان}، ثم أخبر أنه عفا عنهم بعد ما فعلوا ما يوجب المؤاخذة، وإلا فلو آخذهم لاستأصلهم {إن الله غفور} للمذنبين الخطائين بما يوفقهم له من التوبة والاستغفار والمصائب المكفرة {حليم} لا يعاجل من عصاه بل يستأني به ويدعوه إلى الإنابة إليه والإقبال عليه، ثم إن تاب، وأناب قبل منه، وصيره كأنه لم يجر منه ذنب، ولم يصدر عنه عيب. فلله الحمد على إحسانه.
155. Yüce Allah bu buyruğu ile Uhud günü kaçan kimselerin halini ve onların kaçış sebebini, bu kaçışın şeytanın aldatması olduğunu ve bazı günahlarından ötürü şeytanın onlara musallat olduğunu haber vermektedir. Şeytanın üzerlerine gelmesine ve onlara olumsuz etkide bulunmasına sebep ise onlardı. Çünkü işledikleri masiyetler sebebi ona bu imkânı vermişlerdir. Çünkü şeytanın bineği ve giriş kapıları işlenen masiyetlerdir. Şâyet onlar Rablerine itaate sığınmış olsalardı, şeytanın onları herhangi bir şekilde etkileme gücü olmazdı. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Muhakkak benim kullarım üzerinde senin hiçbir otoriten olamaz.” (el-Hicr, 15/42) Daha sonra Yüce Allah sorgulanmalarını gerektirici işlerini affettiğini haber vermektedir. Çünkü bundan dolayı onları sorgulayacak olsaydı onları kökten helâk ederdi. “Çünkü Allah Ğafurdur” günah ve hata işleyen kimseleri tevbe etmeye, mağfiret dilemeye muvaffak kılmak sureti ile ve günahları bağışlayıcı musibetlere düçar etmek sureti ile günahları bağışlayandır, “Halimdir.” kendisine isyan edenleri cezalandırmakta acele etmez. Aksine cezayı erteleyip günahkârı kendisine dönmesine, Rabbine yönelmesine davet eder. Bilâhare eğer tevbe edip yönelecek olursa onun bu tevbe ve yönelişi kabul edilir ve Yüce Allah onu hiçbir günah işlememiş gibi, ondan hiçbir kusur sadır olmamış gibi kabul eder. Bu ihsan ve lütufları dolayısı ile Yüce Allah’a hamd olsun.
Ayet: 156 - 158 #
{يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَكُونُوا كَالَّذِينَ كَفَرُوا وَقَالُوا لِإِخْوَانِهِمْ إِذَا ضَرَبُوا فِي الْأَرْضِ أَوْ كَانُوا غُزًّى لَوْ كَانُوا عِنْدَنَا مَا مَاتُوا وَمَا قُتِلُوا لِيَجْعَلَ اللَّهُ ذَلِكَ حَسْرَةً فِي قُلُوبِهِمْ وَاللَّهُ يُحْيِي وَيُمِيتُ وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ (156) وَلَئِنْ قُتِلْتُمْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ أَوْ مُتُّمْ لَمَغْفِرَةٌ مِنَ اللَّهِ وَرَحْمَةٌ خَيْرٌ مِمَّا يَجْمَعُونَ (157) وَلَئِنْ مُتُّمْ أَوْ قُتِلْتُمْ لَإِلَى اللَّهِ تُحْشَرُونَ (158)}.
156- Ey iman edenler! Kâfir olup da yeryüzünde yolculuğa çıkan yahut gazada bulunan kardeşleri hakkında: “Yanımızda olsalardı ölmezlerdi yahut öldürülmezlerdi” diyen kimseler gibi olmayın. Allah bunu onların kalplerinde bir pişmanlık kılar. Dirilten de öldüren de Allah’tır. Allah yaptıklarınızı çok iyi görendir. 157- Andolsun ki Allah yolunda öldürülür yahut ölürseniz (bilin ki) Allah’tan bir mağfiret ve rahmet onların topladığı şeylerden daha hayırlıdır. 158- Andolsun siz ölür veya öldürülürseniz muhakkak Allah’ın huzurunda toplanacaksınız.
#
{156} ينهى تعالى عباده المؤمنين أن يشابهوا الكافرين، الذين لا يؤمنون بربهم ولا بقضائه وقدره من المنافقين وغيرهم، ينهاهم عن مشابهتهم في كل شيء وفي هذا الأمر الخاص وهم أنهم يقولون لإخوانهم في الدين أو في النسب {إذا ضربوا في الأرض}؛ أي: سافروا للتجارة {أو كانوا غزًّى}؛ أي: غزاة ثم جرى عليهم قتل أو موت يعارضون القدر ويقولون: {لو كانوا عندنا ما ماتوا وما قُتلوا} وهذا كذب منهم، فقد قال تعالى: {قل لو كنتم في بيوتكم لبرز الذين كتب عليهم القتل إلى مضاجعهم}، ولكن هذا التكذيب لم يفدهم، إلا أن الله يجعل هذا القول وهذه العقيدة حسرة في قلوبهم، فتزداد مصيبتهم، وأما المؤمنون فإنهم يعلمون أن ذلك بقدر الله فيؤمنون ويسلمون فيهدي الله قلوبهم ويثبتها ويخفف بذلك عنهم المصيبة، قال الله ردًّا عليهم: {والله يحيي ويُميت}؛ أي: هو المتفرد بذلك فلا يغني حذر عن قدر، {والله بما تعملون بصير}؛ فيجازيكم بأعمالكم وتكذيبكم.
156. Şanı Yüce Allah mü’min kullarına Rablerine, Rablerinin kaza ve kaderine iman etmeyen, münafık ve diğer türlü kâfirlere benzemelerini yasaklamaktadır. Her hususta onlara benzemelerini yasakladığı gibi özel olarak da bu konuda yasaklamıştır. Bu konu ise şudur: Onlar “yeryüzünde” ticaret maksadı ile “yolculuğa çıkan yahut gazada bulunan” sonra da ölen veya öldürülen din yahut nesep yoluyla kardeşleri olan kimseler hakkında kadere karşı çıkarak “Yanımızda olsalardı ölmezlerdi yahut öldürülmezlerdi” diyorlar. Oysa bu bir yalandır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “De ki: Evlerinizde olsaydınız bile üzerlerine öldürülmeleri yazılmış olanlar (ölüp de) yatacakları yerlere çıkıp giderlerdi.” (Ali İmran, 3/154) Ancak bu yalanlayışın onlara faydası olmadı. Aksine “Allah Bunu” yani onların bu sözlerini ve bu inanışlarını “kalplerinde bir pişmanlık” sebebi kıldı, o kadar. Böylelikle onların musibetleri daha bir arttı. Mü’minler ise bütün bunların Allah’ın kaderi ile olduğunu bilirler, iman eder ve teslim olurlar. O bakımdan Allah kalplerine hidâyet ve sebat verir. Bu yolla da onların musibetlerini hafifletmiş olur. Yüce Allah onların bu görüşlerini reddederek: “Dirilten de öldüren de Allah’tır.” buyurmaktadır. Yani bu işi yalnızca O yapar. Dolayısı ile herhangi bir tedbir ve sakınmanın kadere karşı bir faydası olmaz. “Allah yaptıklarınızı çok iyi görendir.” O bakımdan amellerinizin ve yalanlamalarınızın karşılığını ve cezasını verir.
#
{157} ثم أخبر تعالى أن القتل في سبيله أو الموت فيه، ليس فيه نقص ولا محذور، وإنما هو مما ينبغي أن يتنافس فيه المتنافسون، لأنه سبب مفضٍ وموصل إلى مغفرة الله ورحمته، وذلك خير مما يجمع أهل الدنيا من دنياهم.
157-158. Daha sonra Yüce Allah, kendi yolunda öldürülmenin yahut bu uğurda ölmenin herhangi bir eksiklik ve çekinilecek bir şey olmadığını haber vermektedir. Aksine bu, yarışanların uğrunda yarışmaları gereken şeylerdendir. Çünkü bu, Yüce Allah’ın mağfiret ve rahmetine götüren, ulaştıran bir yoldur. Bu da dünya ehlinin topladıkları dünyalıklardan daha hayırlıdır. Üstelik insanlar hangi durumda olurlarsa olsunlar ölür ya da öldürülürlerse, dönüşleri ancak Yüce Allah’adır ve O’nun huzuruna varacaklardır. O da herkese amelinin karşılığını verecektir. Peki, kaçış Allah’tan başka kimedir? İnsanlar Allah’ın ipine sarılmaktan başka neye sarılabilirler?
Ayet: 159 #
{فَبِمَا رَحْمَةٍ مِنَ اللَّهِ لِنْتَ لَهُمْ وَلَوْ كُنْتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لَانْفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الْأَمْرِ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ (159)}.
159- Allah’tan bir rahmet sayesinde sen onlara yumuşak davrandın. Şâyet kaba ve katı kalpli birisi olsaydın, elbette onlar etrafından dağılırlardı. O halde onları affet, onlar için (Allah’tan) mağfiret dile ve iş hususunda onlarla istişare et. Bir kere de azmettin mi artık Allah’a güvenip dayan. Şüphesiz Allah kendisine güvenip dayananları sever.
#
{159} أي: برحمة الله لك ولأصحابك، منَّ الله عليك أن ألنت لهم جانبك وخفضت لهم جناحك، وترققت عليهم، وحسنت لهم خلقك، فاجتمعوا عليك، وأحبوك وامتثلوا أمرك، {ولو كنت فظاً}؛ أي: سيئ الخلق {غليظ القلب}؛ أي: قاسيه، {لانفضوا من حولك} لأن هذا ينفرهم ويبغضهم لمن قام به هذا الخلق السيئ، فالأخلاق الحسنة من الرئيس في الدين تجذب الناس إلى دين الله وترغبهم فيه، مع ما لصاحبه من المدح والثواب الخاص، والأخلاق السيئة من الرئيس في الدين تنفر الناس عن الدين وتبغضهم إليه، مع ما لصاحبها من الذم والعقاب الخاص. فهذا الرسول المعصوم يقول الله له ما يقول، فكيف بغيره؟ أليس من أوجب الواجبات وأهم المهمات الاقتداء بأخلاقه الكريمة، ومعاملة الناس بما يعاملهم به - صلى الله عليه وسلم -، من اللين وحسن الخلق والتأليف؟ امتثالاً لأمر الله وجذباً لعباد الله لدين الله؟ ثم أمر الله تعالى بأن يعفو عنهم ما صدر منهم من التقصير في حقه - صلى الله عليه وسلم - ويستغفر لهم في التقصير في حق الله فيجمع بين العفو والإحسان، {وشاورهم في الأمر}؛ أي: الأمور التي تحتاج إلى استشارة ونظر وفكر، فإن في الاستشارة من الفوائد والمصالح الدينية والدنيوية ما لا يمكن حصره: منها: أن المشاورة من العبادات المتقرب بها إلى الله. ومنها: أن فيها تسميحاً لخواطرهم وإزالة لما يصير في القلوب عند الحوادث، فإنَّ مَنْ له الأمرُ على الناس إذا جمع أهل الرأي والفضل، وشاورهم في حادثة من الحوادث، اطمأنت نفوسهم وأحبوه وعلموا أنه ليس يستبد عليهم، وإنما ينظر إلى المصلحة الكلية العامة للجميع، فبذلوا جهدهم ومقدورهم في طاعته لعلمهم بسعيه في مصالح العموم، بخلاف من ليس كذلك فإنهم لا يكادون يحبونه محبة صادقة ولا يطيعونه، وإن أطاعوه فطاعة غير تامة. ومنها: أن في الاستشارة تنور الأفكار بسبب إعمالها فيما وضعت له، فصار في ذلك زيادة للعقول. ومنها: ما تنتجه الاستشارة من الرأي المصيب، فإن المشاور لا يكاد يخطئ في فعله، وإن أخطأ أو لم يتم له مطلوب فليس بملوم. فإذا كان الله يقول لرسوله - صلى الله عليه وسلم - ـ وهو أكمل الناس عقلاً وأغزرهم علماً وأفضلهم رأياً ـ: {وشاورهم في الأمر}، فكيف بغيره؟ ثم قال تعالى: {فإذا عزمت}؛ أي: على أمر من الأمور بعد الاستشارة فيه إن كان يحتاج إلى استشارة {فتوكل على الله}؛ أي: اعتمد على حول الله وقوته متبرئاً من حولك وقوتك، {إن الله يحب المتوكلين} عليه اللاجئين إليه.
159. “Allah’tan bir rahmet sayesinde sen onlara yumuşak davrandın.” Yani sana ve ashabına olan bir rahmet sayesinde Yüce Allah, sana onlara karşı yumuşak davranmayı, alçak gönüllü olmayı lütfetti. Sen de onlara karşı iyi davrandın ve onlara karşı güzel bir ahlâk sahibi oldun. O bakımdan onlar da senin etrafında toplandılar, seni sevdiler ve senin emrine uydular. “Şâyet kaba” yani kötü huylu “ve katı kalpli” sert ve haşin “birisi olsaydın elbette onlar etrafından dağılırlardı.” Çünkü böyle bir tutum onları uzaklaştırır ve bu kötü huyla kendilerine davranan kimseden nefret etmelerine sebep olur. Dini yönden önder konumunda olan kimsenin güzel huylu olması insanları Allah’ın dinine çeker ve Allah’ın dinini kabule teşvik eder. Ayrıca böyle bir huya sahip olan kimse, hem övülmeyi hak eder, hem de özel bir mükâfat da kazanır. Dini yönden önder konumunda olan kimsenin kötü huylu olması ise insanları dinden uzaklaştırır ve dinden nefret etmelerine sebep teşkil eder. Üstelik böyle bir huya sahip olan kimse yerilir ve özel olarak da cezalandırılır. İşte günahtan korunmuş o yüce Peygambere bile Yüce Allah bu buyrukları söylediğine göre başkalarının durumu ne olur, bir düşünün? Peygamberin, o üstün ve şerefli ahlakına uymak, onun insanlara karşı davranışlarındaki yumuşaklık, güzel ahlak ve kalpleri ısındırması şeklindeki sünnetine uymak, Yüce Allah’ın emrine uyarak Allah’ın kullarını da Allah’ın dinine çekmek kastı ile bunları yapmak, en önemli görev ve en mühim vazife değil midir? Daha sonra Yüce Allah Peygamberine kendi şahsına karşı işledikleri kusurlarını affedip Allah’ın buyrukları hususundaki kusurları dolayısı ile de onlara mağfiret dilemesini emretmekte ve böylelikle hem af hem de ihsan yolunu bir arada izlemesini istemektedir. “Ve iş hususunda onlarla istişare et.” Yani müşavereye/danışmaya gerek duyulan, üzerinde düşünülmesi ve incelenmesi gereken hususlarda onlarla istişare et. Çünkü istişarede dini ve dünyevi bakımdan sayılması mümkün olmayacak kadar fayda ve maslahatlar vardır: 1- İstişare, Yüce Allah’a yaklaştırıcı ibadetlerdendir. 2- İnsanların gönüllerini hoş tutup çeşitli olaylarda kalplerde meydana gelen olumsuz duyguları izale eder. Şöyle ki insanları yönetme hakkına sahip olan bir kimse, şâyet görüş ve fazilet sahibi kimseleri bir araya toplayıp herhangi bir olay hakkında onlarla istişare edecek olursa, insanların içlerinde ona karşı bir endişe, olumsuz bir duygu kalmaz ve onu severler. Üzerlerinde diktatörce bir otorite kullanmadığını aksine herkesin lehine olacak şekilde genel ve kapsamlı maslahatı göz önünde bulundurduğunu kabul ederler. Bundan dolayı ona itaat hususunda ellerinden geleni bütün gayretleri ile ortaya koyarlar. Çünkü onun, kamunun maslahatını gözettiğini ve bu uğurda çalıştığını bilirler. Bu şekilde davranmayan yöneticinin durumu ise tam aksinedir. Yönetilenler onu samimi olarak sevmezler, ona itaat etmezler. İtaat edecek olsalar bile bu tam bir itaat olmaz. 3- İstişare yoluyla fikirler, düşünceler aydınlanır. Çünkü böylelikle fikirler kendilerine has alanda kullanılır, geliştirilir. Bu da aklın kemalini daha bir arttırır. 4- İstişare sonucu ortaya çıkan görüş, isabetli görüştür. Çünkü danışan kişi davranışlarında hemen hemen hata yapmaz. Hata yapacak olsa yahut istediklerini tam anlamıyla gerçekleştiremeyecek olsa dahi bundan dolayı kınanmaz. Şanı Yüce Allah, insanlar arasında aklı en mükemmel, ilmi en çok ve görüşü en üstün olan Rasûlüne dahi “iş hususunda onlarla istişare et” emrini verdiğine göre başkalarının bu konudaki tutumları nasıl olmalıdır? Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Bir kere de azmettin mi” yani sen hakkında -gerekli ise- istişare yaptıktan sonra bir işi yapmayı da kararlaştırdın mı “artık Allah’a güvenip dayan” kendi güç ve yeteneklerinden uzaklaşarak Allah’ın güç ve kuvvetine güven,. “Şüphesiz Allah kendisine güvenip dayananları” ve kendisine sığınanları “sever.”
Ayet: 160 #
{إِنْ يَنْصُرْكُمُ اللَّهُ فَلَا غَالِبَ لَكُمْ وَإِنْ يَخْذُلْكُمْ فَمَنْ ذَا الَّذِي يَنْصُرُكُمْ مِنْ بَعْدِهِ وَعَلَى اللَّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ (160)}.
160- Allah size yardım ederse artık sizi yenecek kimse olamaz. Eğer sizi yardımsız bırakırsa O’ndan başka size kim yardım edebilir? Mü’minler yalnız Allah’a güvenip dayansınlar.
#
{160} أي: إن يمددكم الله بنصره ومعونته {فلا غالب لكم}، فلو اجتمع عليكم مَنْ في أقطارها وما عندهم من العَدَد والعُدَد لأن الله لا مغالب له، وقد قهر العباد وأخذ بنواصيهم، فلا تتحرك دابة إلا بإذنه، ولا تسكن إلا بإذنه، {وإن يخذلكم} ويكلكم إلى أنفسكم {فمن ذا الذي ينصركم من بعده}، فلا بد أن تنخذلوا ولو أعانكم جميع الخلق، وفي ضمن ذلك الأمر بالاستنصار بالله والاعتماد عليه والبراءة من الحول والقوة، ولهذا قال: {وعلى الله فليتوكل المؤمنون}، تقدم المعمول يؤذن بالحصر، أي: على الله توكلوا لا على غيره، لأنه قد علم أنه هو الناصر وحده، فالاعتماد عليه توحيد محصل للمقصود، والاعتماد على غيره شرك غير نافع لصاحبه بل ضار، وفي هذه الآية الأمر بالتوكل على الله وحده، وأنه بحسب إيمان العبد يكون توكله.
160. Yani eğer Yüce Allah yardım ve desteğini size ulaştıracak olursa “artık sizi yenecek kimse olamaz.” İsterse yeryüzünün her bir tarafından insanlar aleyhinize toplanmış olsunlar, sahip oldukları bütün araç ve gereçleri ile gelsinler, fark etmez. Çünkü Yüce Allah’ı kimse yenik düşüremez. O, bütün kulları emri ve idaresi altına almıştır. Hiçbir canlı O’nun izni olmaksızın hareket etmez ve yine O’nun izni olmaksızın durmaz. “Eğer sizi yardımsız” ve kendi halinize “bırakırsa O’ndan başka size kim yardım edebilir?” O vakit bütün insanlar size yardım edecek olsa dahi mutlaka yardımsız kalırsınız. Burada yalnız Allah’ın yardımını dilemek, yalnız O’na güvenip dayanmak, sahip olunan güç ve imkânlara bel bağlamamak gerektiği de ifade edilmektedir. Bundan dolayıdır ki Yüce Allah: “Mü’minler yalnız Allah’a güvenip dayansınlar.” buyurmaktadır. Buyrukta “Allah’a” kelimesinin (cümle içerisinde gelmesi gereken normal yerden) önce gelmiş olması, hasr ifade eder. Buna göre mana “Yalnız Allah’a tevekkül edin, başkasına değil” demek olur. Çünkü artık yardım edenin yalnız O olduğu bilinen bir gerçektir. O halde yalnız O’na güvenip dayanmak, maksadı gerçekleştiren bir tevhiddir. O’ndan başkasına güvenip dayanmak ise kişiye hiç faydası olmayan hatta zararı olan bir şirktir. Bu âyet-i kerimede yalnızca Yüce Allah’a tevekkül emredilmekte ve kişinin imanına göre tevekkül sahibi olduğu belirtilmektedir.
Ayet: 161 #
{وَمَا كَانَ لِنَبِيٍّ أَنْ يَغُلَّ وَمَنْ يَغْلُلْ يَأْتِ بِمَا غَلَّ يَوْمَ الْقِيَامَةِ ثُمَّ تُوَفَّى كُلُّ نَفْسٍ مَا كَسَبَتْ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ (161)}.
161- Bir peygamber için hıyanet etmek olacak şey değildir. Kim hıyanet ederse Kıyamet günü o hıyanet ettiği şeyle gelir. Sonra herkese ne kazandı ise eksiksiz ödenir ve onlara zulmedilmez.
#
{161} الغلول: هو الكتمان من الغنيمة والخيانة في كل مالٍ يتولاه الإنسان وهو محرَّم إجماعاً، بل هو من الكبائر كما تدل عليه هذه الآية الكريمة وغيرها من النصوص، فأخبر الله تعالى أنه ما ينبغي ولا يليق بنبي أن يغل، لأن الغلول ـ كما علمت ـ من أعظم الذنوب وشر العيوب. وقد صان الله تعالى أنبياءه عن كل ما يدنسهم ويقدح فيهم، وجعلهم أفضل العالمين أخلاقاً وأطهرهم نفوساً، وأزكاهم وأطيبهم ونزههم عن كل عيب، وجعلهم محل رسالته ومعدن حكمته، {الله أعلم حيث يجعل رسالته}، فبمجرد علم العبد بالواحد منهم يجزم بسلامتهم من كل أمر يقدح فيهم، ولا يحتاج إلى دليل على ما قيل فيهم من أعدائهم، لأن معرفته بنبوتهم مستلزم لدفع ذلك، ولذلك أتى بصيغة يمتنع معها وجود الفعل منهم فقال: {وما كان لنبي أن يغل}؛ أي: يمتنع ذلك ويستحيل على من اختارهم الله لنبوته. ثم ذكر الوعيد على من غل فقال: {ومن يغلل يأت بما غل يوم القيامة}؛ أي: يأت به حامله على ظهره حيواناً كان أو متاعاً أو غير ذلك يعذب به يوم القيامة {ثم توفى كل نفس ما كسبت}؛ الغالُّ وغيره كلٌّ يوفَّى أجره ووزره على مقدار كسبه {وهم لا يظلمون}؛ أي: لا يزداد في سيئاتهم ولا يهضمون شيئاً من حسناتهم. وتأمل حسن هذا الاحتراز في هذه الآية الكريمة لمَّا ذكر عقوبة الغالِّ وأنه يأتي يوم القيامة بما غله، ولمَّا أراد أن يذكر توفيته وجزاءه وكان اقتصاره على الغال يوهم بالمفهوم أن غيره من أنواع العاملين قد لا يوفون، أتى بلفظ عامٍّ جامع له ولغيره.
161. Hıyanet (الغلول); ganimetten bir şeyler alıp gizlemek ve bir insanın sorumluluğu altında olan herhangi bir malda hainlik etmesi demektir. Bu, icmâ ile haram kılınmıştır, hatta büyük günahlardan birisidir. Nitekim bu âyet-i kerime de bunun dışındaki naslar da buna delil teşkil etmektedir. İşte şanı Yüce Allah, hiçbir Peygamber hakkında hıyanetin söz konusu olmayacağını ve esasen böyle bir şeyin onlara yakışmayacağını haber vermektedir. Çünkü hıyanet -bilindigi gibi- en büyük günahlardan ve en çirkin kusurlardan birisidir. Şanı Yüce Allah ise peygamberlerini onlara leke getirecek, onların eleştirilmesine ve onlara dil uzatılmasına sebep teşkil edecek her bir husustan korumuştur. Ahlâkları itibari ile âlemlerin en faziletlileri, nefisleri itibariyle en temizleri, insanlar arasında en güzel, en hoş ve her türlü kusurdan en uzak ve nezih kimseler kılmıştır. Risaletini onlara vermiştir, hikmetinin kaynağını onlar kılmıştır: “Allah peygamberliğini kime vereceğini çok iyi bilendir.” (el-En’am, 6/124) Kulun yalnızca peygamberlerden birisini tanıması, onların hepsinin de kendileri hakkında olumsuz eleştirileri gerektirecek her bir husustan uzak olduklarına kesin hüküm vermesi için yeterlidir. Düşmanları tarafından haklarında söylenen her bir şeyin yersiz ve tutarsız olduğunu kabul etmek için ayrıca bir delile ihtiyacı olmaz. Çünkü bir kimsenin onların peygamberliğini bilmesi, bu gibi iddiaları reddetmeyi gerektirmektedir. Bundan dolayı Yüce Allah, peygamberlerden herhangi birisinin böyle bir fiili yapmalarının imkânsız olduğunu ifade eden bir üslupla: “Bir peygamber için hıyanet etmek olacak şey değildir” buyurmaktadır. Yâni böyle bir şey imkânsızdır; Yüce Allah onları peygamberliği için seçmişken böyle bir işi yapmalarına ihtimal olamaz. Daha sonra Yüce Allah hıyanet edip ganimetten çalan kimseler hakkındaki tehdidini söz konusu ederek: “Kim hıyanet ederse Kıyamet günü o hıyanet ettiği şeyle gelir” buyurmaktadır. Yâni hıyanet ederek elde ettiği o şey eğer bir hayvan, bir eşya ya da başka bir şey ise sırtında onu taşıyarak getirir ve Kıyamet gününde onunla azap görür. “Sonra herkese” ister hıyanet eden ister bir başkası olsun “ne kazandıysa eksiksiz ödenir.” Herkese kazancına uygun olarak ecri ve mükâfatı yahut da günahının karşılığı verilir. “ve onlara zulmedilmez.” Yani günahları artırılmayacağı gibi iyiliklerinden de herhangi birisi karşılıksız bırakılmaz. Bu âyet-i kerimede kullanılan ifadenin güzelliği üzerinde düşünelim. Şanı Yüce Allah hainlik edenin cezasını söz konusu edip Kıyamet gününde hıyanet ettiği şeyi getireceğini belirtmiş ve amelinin karşılığını ona tam olarak vererek onu cezalandıracağını zikretmiştir. Burada yalnızca hıyanet edenin söz konusu edilmesi -mefhumu itibari ile- diğer amelde bulunan şahısların amellerinin karşılığını tastamam almama ihtimalini hatıra getireceğinden dolayı devamla hem hıyanet edeni hem de başkalarını kapsayacak şekilde herkesi kapsayan bir ifade kullanılmıştır.
Ayet: 162 - 163 #
{أَفَمَنِ اتَّبَعَ رِضْوَانَ اللَّهِ كَمَنْ بَاءَ بِسَخَطٍ مِنَ اللَّهِ وَمَأْوَاهُ جَهَنَّمُ وَبِئْسَ الْمَصِيرُ (162) هُمْ دَرَجَاتٌ عِنْدَ اللَّهِ وَاللَّهُ بَصِيرٌ بِمَا يَعْمَلُونَ (163)}.
162- Hiç Allah’ın rızasına uyan kimse Allah’ın gazabına uğrayan ve barınağı cehennem olan kimse gibi olur mu? O ne kötü bir dönüş yeridir! 163- Onlar Allah katında derece derecedirler. Allah yaptıklarını çok iyi görendir.
#
{162 ـ 163} يخبر تعالى أنه لا يستوي من كان قصده رضوان رَبِّه والعمل على ما يرضيه كمن ليس كذلك ممن هو مكب على المعاصي مسخط لربه، هذان لا يستويان في حكم الله وحكمة الله وفي فِطَر عباد الله {أفمن كان مؤمناً كمن كان فاسقاً لا يستوون}؛ لهذا قال هنا: {هم درجات عند الله}؛ أي: كل هؤلاء متفاوتون في درجاتهم ومنازلهم بحسب تفاوتهم في أعمالهم. فالمتبعون لرضوان الله يسعون في نيل الدرجات العاليات والمنازل والغرفات، فيعطيهم الله من فضله وجوده على قدر أعمالهم، والمتبعون لمساخط الله يسعون في النزول في الدركات إلى أسفل سافلين كل على حسب عمله، والله بصير بأعمالهم لا يخفى عليه منها شيء، بل قد علمها وأثبتها في اللوح المحفوظ ووكل ملائكته الأمناء الكرام أن يكتبوها ويحفظوها ويضبطوها.
162-163. Şanı Yüce Allah, rızasını kazanmak, O’nu razı edecek işleri yapmak maksadına sahip olanın, öyle olmayan aksine masiyetlere dalmış ve Rabbini gazaplandıran kimse gibi olamayacağını haber vermektedir. Bu iki tür şahıs ne Allah’ın hükmünde ve hikmetinde ne de Allah’ın kullarının fıtratında eşit olamazlar: “Mü’min kimse fasık kimse gibi midir? Bunlar eşit değildirler.” (es-Secde, 32/18) İşte bundan dolayı daha sonra: “Onlar Allah katında derece derecededirler” buyurmaktadır. Yani bütün bunlar amelleri farklı farklı olduğu gibi, derece ve mevkilerinde de farklı farklıdırlar. Allah’ın rızasına tabi olanlar üstün dereceleri, yüksek köşk ve meskenleri elde etmek için çalışırlar. Yüce Allah da amellerine göre lütuf ve cömertliğinden onlara ihsanda bulunur. Allah’ı gazaplandıracak işler yapanlar ise aşağıların aşağısına kadar -herkes ameline uygun olarak- cehennemin alt tabakalarına inmek için gayret gösterirler. “Allah yaptıklarını çok iyi görendir.” Amellerinden hiçbir şey O’na saklı kalmaz. Aksine onların bütün yaptıklarını görür. Levh-i Mahfuz’da onları tespit etmiştir, güvenilir şerefli meleklerini de amellerinin yazılması ve tespit edilmesi için görevlendirmiştir.
Ayet: 164 #
{لَقَدْ مَنَّ اللَّهُ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ إِذْ بَعَثَ فِيهِمْ رَسُولًا مِنْ أَنْفُسِهِمْ يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِهِ وَيُزَكِّيهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَإِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلُ لَفِي ضَلَالٍ مُبِينٍ (164)}.
164- Andolsun ki Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Çünkü içlerinden onlara âyetlerini okuyan, onları arındıran, onlara Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermiştir. Halbuki daha önce onlar gerçekten apaçık bir sapkınlık içinde idiler.
#
{164} هذه المنَّةُ التي امتنَّ الله بها على عباده أكبر النعم بل أصلها، وهي الامتنان عليهم بهذا الرسول الكريم الذي أنقذهم الله به من الضلالة، وعصمهم به من الهلكة فقال: {لقد منَّ الله على المؤمنين إذ بعث فيهم رسولاً من أنفسهم}؛ يعرفون نسبه وحاله ولسانه من قومهم وقبيلتهم ناصحاً لهم مشفقاً عليهم يتلو عليهم آيات الله؛ يعلمهم ألفاظها ومعانيها {ويزكيهم}؛ من الشرك والمعاصي والرذائل وسائر مساوئ الأخلاق {ويعلمهم الكتاب}؛ إما جنس الكتاب الذي هو القرآن فيكون قوله: {يتلو عليهم آياته}؛ المراد به الآيات الكونية، أو المراد بالكتاب هنا الكتابة فيكون قد امتنَّ عليهم بتعليم الكتاب والكتابة التي بها تدرك العلوم وتحفظ {والحكمة}؛ هي: السنة التي هي شقيقة القرآن، أو وضع الأشياء مواضعها ومعرفة أسرار الشريعة فجمع لهم بين تعليم الأحكام وما به تُنَفَّذ الأحكام وما به تدرك فوائدها وثمراتها ففاقوا بهذه الأمور العظيمة جميع المخلوقين، وكانوا من العلماء الربانيين {وإن كانوا من قبل}؛ بعثة هذا الرسول {لفي ضلال مبين}؛ لا يعرفون الطريق الموصل إلى ربهم، ولا ما يزكي النفوس، ويطهرها، بل ما يزين لهم جهلهم فعلوه، ولو ناقض ذلك عقول العالمين!
164. Yüce Allah’ın kullarına hatırlattığı bu lütuf, nimetlerin en büyüğü, hatta bütün nimetlerin esasıdır. Zira Allah, bu peygamber aracılığı ile onları dalaletten kurtarmış ve helâk olmaktan korumuştur. “Çünkü içlerinden…” Onlar bu yüce Peygamberin nesebini, durumunu ve dilini biliyorlardı. Bu Peygamber hem onların kavim ve kabilesindendir, hem onların iyiliğini ister, hem de onlara karşı pek şefkatlidir. “âyetlerini okuyan” âyetlerin hem lafız hem de anlamlarını öğreten, “onları” şirkten, masiyetlerden, aşağılık davranış ve tutumlardan ve diğer kötü huylardan ”arındıran, onlara Kitap ve hikmeti öğreten”; Kitap’tan kasıt, Kur’ân-ı Kerîm olabilir. O takdirde “âyetlerini okuyan” kuyruğundan kasıt, “kevnî âyetler” olur. Ya da burada “kitap”tan kasıt, yazı yazmak da olabilir. O takdirde Yüce Allah, onlara hem Kitabı hem de ilimlerin kendisiyle elde edilip korunabildiği yazıyı öğretmiş olmak lütfunu hatırlatıyor, demektir. “Hikmet” ise Kur’ân’ın ayrılmaz parçası sünnettir ya da her şeyi yerli yerine koymak ve Şerîatın sırlarını bilmek demektir. Böylelikle Yüce Allah onlara hem ahkâmını, hem ahkâmın kendi aracılığı ile uygulanabildiği şeyleri, hem de onların fayda ve sonuçlarının ne ile elde edilebileceğini bir arada öğretme lütfunda bulunmuş olmaktadır. Böylece onlar, bu büyük ihsanlarla bütün insanlardan daha yücelere çıkma ve Rabbânî âlimlerden olma imkânına mazhar olmuşlardır. “Halbuki daha önce” bu yüce Peygamber gönderilmeden önce “onlar gerçekten apaçık bir sapkınlık içinde idiler.” Kendilerini Rablerine ulaştıracak yolu da nefisleri neyin arındırdığını da bilmiyorlardı. Aksine onlar, câhilliklerinin kendilerine süslü gösterdiği şeyleri -bütün insanlık o şeyleri akla aykırı görse dahi- tereddütsüz işliyorlardı.
Ayet: 165 - 168 #
{أَوَلَمَّا أَصَابَتْكُمْ مُصِيبَةٌ قَدْ أَصَبْتُمْ مِثْلَيْهَا قُلْتُمْ أَنَّى هَذَا قُلْ هُوَ مِنْ عِنْدِ أَنْفُسِكُمْ إِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (165) وَمَا أَصَابَكُمْ يَوْمَ الْتَقَى الْجَمْعَانِ فَبِإِذْنِ اللَّهِ وَلِيَعْلَمَ الْمُؤْمِنِينَ (166) وَلِيَعْلَمَ الَّذِينَ نَافَقُوا وَقِيلَ لَهُمْ تَعَالَوْا قَاتِلُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ أَوِ ادْفَعُوا قَالُوا لَوْ نَعْلَمُ قِتَالًا لَاتَّبَعْنَاكُمْ هُمْ لِلْكُفْرِ يَوْمَئِذٍ أَقْرَبُ مِنْهُمْ لِلْإِيمَانِ يَقُولُونَ بِأَفْوَاهِهِمْ مَا لَيْسَ فِي قُلُوبِهِمْ وَاللَّهُ أَعْلَمُ بِمَا يَكْتُمُونَ (167) الَّذِينَ قَالُوا لِإِخْوَانِهِمْ وَقَعَدُوا لَوْ أَطَاعُونَا مَا قُتِلُوا قُلْ فَادْرَءُوا عَنْ أَنْفُسِكُمُ الْمَوْتَ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ (168)}.
165- (Düşmanınızın) başına iki katını getirdiğiniz bir musibet gelip size çatınca: “Bu bize nereden geldi?” mi diyorsunuz? De ki: “O, kendinizdendir.” Şüphesiz Allah her şeye güç yetirendir. 166- İki ordunun karşılaştığı gün başınıza gelen musibet Allah’ın izni ile idi ve mü’minleri ayırt etmesi içindi. 167- Bir de münâfıklık yapanları açığa çıkarmak içindi. Onlara: “Gelin, Allah yolunda savaşın yahut savunun” denildiği vakit: “Eğer biz savaş olacağını bilseydik arkanızdan gelirdik” dediler. Onlar o gün imandan çok küfre daha yakındılar. Ağızları ile kalplerinde olmayanı söylüyorlardı. Allah onların gizlediklerini çok iyi bilendir. 168- Kendileri oturup da (öldürülen) kardeşleri için: “Eğer bize itaat etselerdi öldürülmezlerdi” diyenlere de ki: “Eğer (bu iddianızda) doğru iseniz kendinizden ölümü geri çevirin.”
#
{165} هذا تسلية من الله تعالى لعباده المؤمنين حين أصابهم ما أصابهم يوم أحد وقتل منهم نحو سبعين، فقال الله: إنكم {قد أصبتم}؛ من المشركين {مثليها} [يوم بدر]؛ فقتلتم سبعين من كبارهم وأسرتم سبعين، فَلْيَهُنِ الأمرُ ولِتَخِفَّ المصيبةُ عليكم مع أنكم لا تستوون أنتم وهم، فإن قتلاكم في الجنة وقتلاهم في النار، {قلتم أنى هذا}؛ أي: من أين أصابنا ما أصابنا وهزمنا؟ {قل هو من عند أنفسكم}؛ حين تنازعتم وعصيتم من بعد ما أراكم ما تحبون، فعودوا على أنفسكم باللوم واحذروا من الأسباب المردية {إن الله على كل شيء قدير}؛ فإياكم وسوء الظن بالله، فإنه قادر على نصركم، ولكن له أتم الحكمة في ابتلائكم ومصيبتكم ذلك، ولو شاء الله لانتصر منهم، ولكن ليبلوَ بعضكم ببعض.
165. Bu buyruk, Uhud günü mü’minler musibete uğrayıp da onlardan yaklaşık yetmiş kişinin öldürülmesi üzerine Allah’ın mü’min kullarına yönelik bir tesellisidir. Allah onlara şöyle buyurmaktadır: Siz müşriklerin “başına iki katını getirdiğiniz bir musibet…” yâni siz Bedir günü onların ileri gelenlerinden yetmiş kişiyi öldürmüş ve yetmiş kişiyi esir almıştınız. O bakımdan bu musibetiniz hafiflesin ve meselenin büyüklüğü gözünüzde küçülsün. Üstelik siz onlarla eşit de değilsiniz. Çünkü sizden öldürülenler cennette, onlardan öldürülenler ise ateştedir. “Bu bize nereden geldi?” Yâni bu başımıza gelen musibet nereden geldi ve biz nasıl yenildik, bozguna uğradık? “De ki: O, kendinizdendir.” Allah size sevdiğiniz şey olan zaferi gösterdikten sonra, ayrılığa düştünüz, emre itaatsizlik ettiniz. O bakımdan kendi kendinizi kınayın; helâke götüren sebeplerden sakınıp uzak durun. “Şüphesiz Allah her şeye güç yetirendir.” O bakımdan sakın Allah hakkında kötü zan beslemeyin. Şüphesiz ki O size yardıma, size zafer vermeye güç yetirendir. Ancak O, sizi imtihan edip musibete uğratmakta eksiksiz hikmet sahibidir. “Eğer Allah dileseydi elbette onlardan intikam alırdı. Fakat kiminizi kiminizle sınamak için (böyle yaptı).” (Muhammed, 47/4)
#
{166 ـ 167} ثم أخبر أن ما أصابهم يوم التقى الجمعان: جمعُ المسلمين وجمعُ المشركين في أحد من القتل والهزيمة، أنه بإذنه وقضائه وقدره، لا مرد له ولا بد من وقوعه، والأمر القدري إذا نفذ لم يبق إلا التسليم له وأنه قدَّره لحكم عظيمة وفوائد جسيمة، وأنه ليتبين بذلك المؤمن من المنافق الذين لما أمروا بالقتال {وقيل لهم تعالوا قاتلوا في سبيل الله}؛ أي: ذبًّا عن دين الله وحماية له وطلباً لمرضاة الله، {أو ادفعوا} عن محارمكم وبلدكم إن لم يكن لكم نية صالحة، فأبوا ذلك واعتذروا بأن: {قالوا لو نعلم قتالاً لاتبعناكم}؛ أي: لو نعلم أنكم يصير بينكم وبينهم قتال لاتبعناكم، وهم كذبة في هذا، قد علموا وتيقنوا، وعلم كل أحد أن هؤلاء المشركين قد مُلئوا من الحنق والغيظ على المؤمنين بما أصابوا منهم، وأنهم قد بذلوا أموالهم وجمعوا ما يقدرون عليه من الرجال والعدد، وأقبلوا في جيش عظيم قاصدين المؤمنين في بلدهم متحرقين على قتالهم، فمن كانت هذه حالهم كيف يتصور أنه لا يصير بينهم وبين المؤمنين قتال؟ خصوصاً وقد خرج المسلمون من المدينة وبرزوا لهم، هذا من المستحيل، ولكن المنافقين ظنوا أن هذا العذر يروج على المؤمنين، قال تعالى: {هم للكفر يومئذ}؛ أي: في تلك الحال التي تركوا فيها الخروج مع المؤمنين {أقرب منهم للإيمان، يقولون بأفواههم ما ليس في قلوبهم}، وهذه خاصة المنافقين يظهرون بكلامهم وفعالهم ما يبطنون ضده في قلوبهم وسرائرهم، ومنه قولهم: {لو نعلم قتالاً لاتبعناكم}، فإنهم قد علموا وقوع القتال. ويستدل بهذه الآية على قاعدة ارتكاب أخف المفسدتين، لدفع أعلاهما وفعل أدنى المصلحتين للعجز عن أعلاهما، لأن المنافقين أُمروا أن يقاتلوا للدين، فإن لم يفعلوا فللمدافعة عن العيال والأوطان {والله أعلم بما يكتمون}، فيبديه لعباده المؤمنين، ويعاقبهم عليه.
166-167. Daha sonra Yüce Allah müslümanların ordusu ile müşriklerin ordusunun Uhud’da bir araya gelip karşılaştıkları gün, mü’minlere isabet eden öldürülme ve bozgunun kendisinin izni, kaza ve kaderi ile olduğunu, bunun geri çevrilmesinin mümkün olmadığını ve mutlaka gerçekleşecek bir şey olduğunu haber vermektedir. İlahî kader gereği olan emir yerine geldi mi artık ona teslim olmaktan başka yapacak bir şey yoktur. O pek büyük hikmetler dolayısı ile ve muazzam faydalar için bu hususu takdir edip tayin buyurmuştur. Böylelikle mü’min ile münâfık da birbirinden ayırt edilmiş olur. Çünkü münâfıklara savaşmaları emredilip de: “Onlara: Gelin Allah yolunda” Allah’ın dinini korumak, onu himaye etmek ve Allah’ın rızasını elde etmek için “savaşın yahut” eğer böyle salih bir niyetiniz yoksa bari namusunuzu ve vatanınızı “savunun, denildiği vakit” bu isteği kabul etmeyerek “Eğer biz savaş olacağını bilseydik arkanızdan gelirdik” sözleri ile mazeret beyan etmişlerdir. Yâni eğer biz sizinle onlar arasında savaş olacağını bilseydik hiç şüphesiz peşinizden gelirdik. Hâlbuki onlar yalan söylemektedirler. Zira hem onlar hem de herkes müşriklerin, daha önce savaşta Müslümanlardan gördükleri zarar dolayısı ile onlara karşı kin ve öfke ile dolu olduklarını biliyorlardı. Yine bu uğurda mallarını feda edip bütün güç ve imkânları ile asker ve teçhizat toplayarak mü’minlere kendi şehirlerinde hücum etmek kastı ile büyük bir ordu eşliğinde ve onlarla savaşma isteği ile yanıp tutuşarak geldiklerini biliyorlardı. Bu durumda gelen kimselerle mü’minler arasında bir savaş olmamasını düşünmek nasıl mümkün olur? Üstelik müslümanlar Medine’nin dışına çıkmış ve onların karşısına çıkmaya gitmişlerdi. Savaş olmaması imkânsızdı. Ancak münâfıklar bu mazeretin, mü’minler tarafından kabul göreceğini zannetmişlerdi; fakat Yüce Allah: “Onlar o gün imandan çok küfre daha yakındılar” yâni onlar mü’minlerle birlikte savaşa çıkmayı terk ettikleri o hallerinde imandan çok küfre yakındırlar. “Onlar ağızları ile kalplerinde olmayanı söylüyorlardı.” Bu, münâfıkların bir özelliğidir. Onlar söz ve fiilleri ile içlerinde ve kalplerinde sakladıklarının zıddını açığa vururlar. İşte onların: “Eğer biz savaş olacağını bilseydik arkanızdan gelirdik” sözleri de bu kabildendir. Çünkü onlar gerçekten savaş olalacağını biliyorlardı. Bu âyet-i kerime: “İki kötülüğün daha büyük olanını defetmek için daha hafif olanı yapılır” şeklindeki kaideye ve “İki maslahattan daha yukarıda olanın yapılamaması halinde daha aşağıda olanın yapılabileceği” kaidesine delil gösterilir. Çünkü münâfıklara önce din için savaşmaları, eğer din için savaşmayacak olurlarsa hiç olmazsa çoluk çocuklarını ve vatanlarını savunmak için çarpışmaları söylenmişti. “Allah onların gizlediklerini çok iyi bilendir.” Bu gizlediklerini mü’min kullarına açıklar ve bu gizledikleri dolayısı ile onları cezalandırır.
#
{168} ثم قال تعالى: {الذين قالوا لإخوانهم وقعدوا لو أطاعونا ما قتلوا}؛ أي: جمعوا بين التخلف عن الجهاد وبين الاعتراض والتكذيب بقضاء الله وقدره، قال الله ردًّا عليهم: {قل فادرأوا}؛ أي: ادفعوا {عن أنفسكم الموت إن كنتم صادقين}، أنهم لو أطاعوكم ما قتلوا لا تقدرون على ذلك ولا تستطيعونه. وفي هذه الآيات دليل على أن العبد قد يكون فيه خصلة كفر وخصلة إيمان، وقد يكون إلى إحداهما أقرب منه إلى الأخرى.
168. “Kendileri oturup da…” Yâni hem cihaddan geri kalan hem de Allah’ın kaza ve kaderini yalanlayıp ona itiraz eden kimselere iddialarını reddetmek üzere: “de ki: Eğer (bu iddianızda) yâni “Bize itaat etselerdi öldürülmezlerdi”, sözlerinizde doğru söylüyorsanız “kendinizden ölümü geri çevirin” yani onu önleyin. Ancak buna gücünüz yetmez. Böyle bir şey yapamazsınız. Bu âyet-i kerimelerde kulda hem küfürden bir haslet hem de imandan bir haslet bulunabileceğine ve kimi zaman bunlardan birisine diğerinden daha yakın olabileceğine delil vardır.
Ayet: 169 - 171 #
{وَلَا تَحْسَبَنَّ الَّذِينَ قُتِلُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ أَمْوَاتًا بَلْ أَحْيَاءٌ عِنْدَ رَبِّهِمْ يُرْزَقُونَ (169) فَرِحِينَ بِمَا آتَاهُمُ اللَّهُ مِنْ فَضْلِهِ وَيَسْتَبْشِرُونَ بِالَّذِينَ لَمْ يَلْحَقُوا بِهِمْ مِنْ خَلْفِهِمْ أَلَّا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ (170) يَسْتَبْشِرُونَ بِنِعْمَةٍ مِنَ اللَّهِ وَفَضْلٍ وَأَنَّ اللَّهَ لَا يُضِيعُ أَجْرَ الْمُؤْمِنِينَ (171)}.
169- Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanma. Bilakis onlar Rableri katında diridirler, rızıklanırlar. 170- Allah’ın, lütfundan kendilerine verdiği (nimetlerle) sevinç içindedirler ve arkalarından henüz kendilerine katılmamış olanları: “Onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de” diye müjdelemek isterler. 171- Onlar Allah’tan bir nimet, bir lütuf ve Allah’ın mü’minlerin ecrini boşa çıkarmayacağı müjdesini de vermek isterler.
#
{169} هذه الآيات الكريمات فيها فضل الشهداء وكرامتهم، وما منَّ الله عليهم به من فضله وإحسانه، وفي ضمنها تسلية الأحياء عن قتلاهم وتعزيتهم وتنشيطهم للقتال في سبيل الله والتعرض للشهادة فقال: {ولا تحسبن الذين قتلوا في سبيل الله}؛ أي: في جهاد أعداء الدين قاصدين بذلك إعلاء كلمة الله، {أمواتاً}؛ أي: لا يخطر ببالك وحسبانك أنهم ماتوا، وفقدوا، وذهبت عنهم لذة الحياة الدنيا والتمتع بزهرتها، الذي يحذر من فواته من جبن عن القتال وزهد في الشهادة، {بل} قد حصل لهم أعظم مما يتنافس فيه المتنافسون، فهم {أحياء عند ربهم} في دار كرامته، ولفظ: عند ربهم، يقتضي علو درجتهم وقربهم من ربهم، {يرزقون} من أنواع النعيم الذي لا يعلم وصفه إلا من أنعم به عليهم.
169. Bu âyet-i kerimelerde şehitlerin faziletleri ve üstün değerleri dile getirilmekte, Allah’ın onlara ihsan ettiği lütuf ve nimetler anlatılmaktadır. Ayrıca bu âyetlerde hayatta kalanlara öldürülen yakınları için bir teselli, Allah yolunda savaşa ve şehadeti elde etmeye karşı da bir teşvik bulunmaktadır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah yolunda öldürülenleri” Yâni Allah’ın kelimesini yüceltmek kastı ile din düşmanları ile cihad ederken öldürülenleri “sakın ölü sanma!” Yâni sakın onların öldüklerini ve onları kaybettiğinizi hatırınıza getirmeyin. Dünya hayatının zevkini ve onun güzellikleri ile yararlanma imkanını kaybettiklerini düşünmeyin ki zaten bu zevkleri yitirmekten ancak savaştan korkan ve şehid olmaktan çekinen kimseler korkar. “Bilakis onlar Rableri katında diridirler.” Artık onlar için yarışanların kendisi için yarışa girdikleri en büyük maksatlar hasıl olmuştur. Onlar Allah’ın ikram yurdunda hayattadırlar. “Rableri katında” ifadesi onların derecelerinin yüksekliğini ve Rablerine yakınlıklarını ifade eder. “Rızıklanırlar” niteliğini onlara bu nimetleri ihsan edenden başka kimsenin bilmediği pek çok nimetler onlara ihsan edilir.
#
{170} ومع هذا {فرحين بما آتاهم الله من فضله}؛ أي: مغتبطين بذلك وقد قرت به عيونهم وفرحت به نفوسهم، وذلك لحسنه وكثرته وعظمته وكمال اللذة في الوصول إليه وعدم المنغص، فجمع الله لهم بين نعيم البدن بالرزق ونعيم القلب والروح بالفرح بما آتاهم من فضله، فتم له النعيم والسرور وجعلوا {يستبشرون بالذين لم يلحقوا بهم من خلفهم}؛ أي: يبشر بعضهم بعضاً بوصول إخوانهم الذين لم يلحقوا بهم وأنهم سينالون ما نالوا {ألا خوف عليهم ولا هم يحزنون}؛ أي: يستبشرون بزوال المحذور عنهم وعن إخوانهم المستلزم كمال السرور.
170. Ayrıca onlar “Allah’ın, lütfundan kendilerine verdiği (nimetlerle) sevinç içindedirler.” Bu nimetlerden dolayı mutludurlar, memnundurlar. Bunlarla gözleri aydın olmuş, ruhları sevince gark olmuştur. Buna sebep ise bu lütfun güzelliği, bolluğu ve büyüklüğüdür. Bunu elde etmek sureti ile lezzetlerinin kemal derecesinde olması ve bu lezzetlerini gölgelendirecek herhangi bir sıkıntının bulunmayışıdır. Böylece Yüce Allah hem verdiği rızıklarla bedeni nimetleri, hem de onlara ihsan etmiş olduğu lütuflardan kaynaklanan sevinçleri ile ruhi ve kalbî nimetleri bir arada onlara ihsan etmiştir. Bu suretle de nimet ve sevinçleri tam ve eksiksiz bir hale ulaşmıştır. Bu bakımdan onlar: “arkalarından henüz kendilerine katılmamış olanları: Onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de, diye müjdelemek isterler.” Yahut da onlar birbirlerine henüz kendilerine katılmamış bulunan kardeşlerinin kendilerine gelecekleri ve onların da kendilerinin nail oldukları nimetlere nail olacağı müjdesini verirler. Böylelikle sakınılacak şeylerin ortadan kalkacağı ve hem onların hem de kardeşlerinin tam bir sevince gark olacaklarının sevincini yaşarlar.
#
{171} {يستبشرون بنعمة من الله وفضل} أي: يهنئ بعضهم بعضاً بأعظم مهنأ به وهو نعمة ربهم وفضله وإحسانه {وأن الله لا يضيع أجر المؤمنين}؛ بل ينميه ويشكره، ويزيده من فضله ما لا يصل إليه سعيهم. وفي هذه الآيات إثبات نعيم البرزخ، وأن الشهداء في أعلى مكان عند ربهم، وفيه تلاقي أرواح أهل الخير، وزيارة بعضهم بعضاً، وتبشير بعضهم بعضاً.
171. “Onlar Allah’tan bir nimet, bir lütuf” yâni Rablerinin nimeti, lütuf ve ihsanı “ve Allah’ın mü’minlerin ecrini boşa çıkarmayacağı” aksine bunu artırıp mükâfatla karşılayacağı, lütfu ile kendi çabalarının ulaşamayacağı noktaya kadar ecirlerini artıracağı “müjdesini de vermek isterler.” Yâni birbirlerini en ileri derecede sevinçlerle tebrik ederler. Bu âyet-i kerimelerde berzah/kabir aleminde nimetlerin söz konusu olduğu ve şehidlerin de Rableri nezdinde en yüksek mevkide bulundukları ortaya konulmaktadır. Ayrıca hayır ehlinin ruhlarının birbirleri ile karşılaştıkları, birbirleri ile ziyaretleştikleri ve birbirlerini müjdeledikleri de ifade edilmektedir.
Ayet: 172 - 175 #
{الَّذِينَ اسْتَجَابُوا لِلَّهِ وَالرَّسُولِ مِنْ بَعْدِ مَا أَصَابَهُمُ الْقَرْحُ لِلَّذِينَ أَحْسَنُوا مِنْهُمْ وَاتَّقَوْا أَجْرٌ عَظِيمٌ (172) الَّذِينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ إِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ إِيمَانًا وَقَالُوا حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ (173) فَانْقَلَبُوا بِنِعْمَةٍ مِنَ اللَّهِ وَفَضْلٍ لَمْ يَمْسَسْهُمْ سُوءٌ وَاتَّبَعُوا رِضْوَانَ اللَّهِ وَاللَّهُ ذُو فَضْلٍ عَظِيمٍ (174) إِنَّمَا ذَلِكُمُ الشَّيْطَانُ يُخَوِّفُ أَوْلِيَاءَهُ فَلَا تَخَافُوهُمْ وَخَافُونِ إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ (175)}.
172- Yara aldıktan sonra yine Allah’ın ve Rasûlünün çağrısına koşanlar var ya onlardan iyilik yapanlar ve sakınanlar için büyük bir mükâfat vardır. 173- Onlar öyle kimselerdir ki insanlar kendilerine: “İnsanlar size karşı bir ordu hazırladılar. O halde onlardan korkun” dediler de bu, onların imanlarını artırdı ve: “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir” dediler. 174- Sonra da kendilerine hiçbir zarar dokunmaksızın Allah’tan bir nimet ve lütuf ile döndüler. Allah’ın rızasına da uydular. Allah pek büyük lütuf sahibidir. 175- Bu, ancak şeytandır. O, kendi dostlarını korkutur. O halde eğer mü’minseniz onlardan korkmayın, Benden korkun.
#
{172 ـ 173} لما رجع النبي - صلى الله عليه وسلم - من أحد إلى المدينة وسمع أن أبا سفيان ومن معه من المشركين قد هموا بالرجوع إلى المدينة ندب أصحابه إلى الخروج، فخرجوا على ما بهم من الجراح استجابة لله ولرسوله وطاعة لله ولرسوله، فوصلوا إلى حمراء الأسد ، وجاءهم من جاءهم وقال لهم: {إن الناس قد جمعوا لكم}؛ وهمُّوا باستئصالكم تخويفاً لهم وترهيباً، فلم يزدهم ذلك إلا إيماناً بالله واتكالاً عليه {وقالوا حسبنا الله}؛ أي: كافينا كل ما أهمنا {ونعم الوكيل}؛ المفوض إليه تدبير عباده والقائم بمصالحهم.
172-173. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, Uhud’dan Medine’ye döndüğünde Ebu Süfyan ve onunla beraber bulunan müşriklerin Medine’ye saldırmak istediklerini işitmiş ve ashâbını tekrar Medine’nin dışına sefere çıkmaya çağırmıştı. Onlar da Allah ve Rasûlü’nün çağrısına uyarak ve onlara itaat ederek yaralarına rağmen çıktılar ve Hamrau’l-Esed denilen yere kadar ulaştılar. Orada onlara birileri gelip: “İnsanlar size karşı bir ordu hazırladılar” sizi toptan imha etmek istiyorlar, diyerek onları korkutmak ve cesaretlerini kırmak istediler. Oysa bu, onların yalnızca imanlarını ve Allah’a olan tevekküllerini artırdı. “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir, dediler” Bizi endişelendiren her hususta O, bize yeter. Çünkü kullarının bütün işleri O’na havale edilmiştir, kullarının maslahatına olan işleri yapan da O’dur.
#
{174} {فانقلبوا}؛ أي: رجعوا {بنعمة من الله وفضل لم يمسسهم سوء}، وجاء الخبرُ المشركين: أن الرسول وأصحابه قد خرجوا إليكم وندم من تخلف منهم، فألقى الله الرعب في قلوبهم واستمروا راجعين إلى مكة، ورجع المؤمنون بنعمة من الله وفضل حيث منَّ عليهم بالتوفيق للخروج بهذه الحالة والاتكال على ربهم، ثم إنه قد كتب لهم أجر غزاة تامة، فبسبب إحسانهم بطاعة ربهم وتقواهم عن معصيتهم لهم أجر عظيم، وهذا فضل الله عليهم.
174. “Sonra da kendilerine hiçbir zarar dokunmaksızın Allah’tan bir nimet ve lütuf ile döndüler.” Müşriklere de Allah Rasûlü’nün ve ashâbının onları karşılamak için çıktıkları ve onlar arasından savaştan geri kalanların pişman oldukları haberi ulaştı. Böylelikle Allah onların kalplerine korku saldı ve müşrikler de Mekke’ye dönmeye karar verdiler. Mü’minler ise Allah’tan bir nimet ve bir lütuf ile geri döndüler. Çünkü Yüce Allah böyle bir halde Medine’nin dışına çıkma tevfikini onlara lütfettiği gibi, Rablerine tevekkül etmelerini de lütfetti. Diğer taraftan O, böylelikle onlara tam bir gaza yapmış gibi ecir de ihsan etti. Rablerine itaatleri sureti ile ihsanda bulunmaları ve O’na isyan etmekten sakınarak takvâlı davranmaları sebebi ile de onlar için çok büyük bir ecir vardır. Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{175} ثم قال تعالى: {إنما ذلكم الشيطان يُخوف أولياءه}؛ أي: إن ترهيب من رهب من المشركين ـ وقال: إنهم {جمعوا لكم ... } ـ داعٍ من دعاة الشيطان يخوف بها أولياءه الذين عُدِم إيمانهم أو ضعف، {فلا تخافوهم وخافون إن كنتم مؤمنين}؛ أي: فلا تخافوا المشركين أولياء الشيطان فإن نواصيهم بيد الله لا يتصرفون إلا بقدره، بل خافوا الله الذين ينصر أولياءه الخائفين له، المستجيبين لدعوته. وفي هذه الآية وجوب الخوف من الله وحده وأنه من لوازم الإيمان، فعلى قدر إيمان العبد يكون خوفه من الله، والخوف المحمود ما حجز العبد عن محارم الله.
175. “Bu, ancak şeytandır. O, kendi dostlarını korkutur.” Yâni müşriklere karşı korkutup da: Onlar size bir ordu hazırladı, diyen kişi, şeytanın davetçilerinden bir davetçidir ve o, imanları bulunmayan yahut zayıflamış bulunan kendi dostlarını korkutmaktadır. O bakımdan “eğer mü’minseniz onlardan korkmayın, Benden korkun” yâni şeytanın dostu olan müşriklerden korkmayın; çünkü nihâyet onların perçemleri Allah’ın elindedir. Ancak O’nun kaderi çerçevesinde tasarrufta bulunurlar. Aksine siz çağrısını kabul eden ve gerçek dostlarına yardımcı olan Allah’tan korkun. Bu âyet-i kerimede yalnızca Yüce Allah’tan korkmanın gerektiği ve bunun imanın gereği olduğu belirtilmektedir. Kişinin Allah’tan korkması da imanına göre olur. Övülmeye değer olan korku ise kulu Allah’ın haram kıldığı şeylerden uzak tutan, alıkoyan korkudur.
Ayet: 176 - 177 #
{وَلَا يَحْزُنْكَ الَّذِينَ يُسَارِعُونَ فِي الْكُفْرِ إِنَّهُمْ لَنْ يَضُرُّوا اللَّهَ شَيْئًا يُرِيدُ اللَّهُ أَلَّا يَجْعَلَ لَهُمْ حَظًّا فِي الْآخِرَةِ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ (176) إِنَّ الَّذِينَ اشْتَرَوُا الْكُفْرَ بِالْإِيمَانِ لَنْ يَضُرُّوا اللَّهَ شَيْئًا وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ (177)}.
176- Küfürde yarışan kimseler seni üzmesin. Onlar Allah’a hiçbir zarar veremezler. Allah onlara âhirette hiçbir pay bırakmamak ister. Onlar için çok büyük bir azap da vardır. 177- Şüphe yok ki iman karşılığında küfrü satın alanlar, Allah’a hiçbir zarar veremezler. Onlar için çok acıklı bir azab da vardır.
#
{176} كان النبي - صلى الله عليه وسلم - حريصاً على الخلق مجتهداً في هدايتهم، وكان يحزن إذا لم يهتدوا، قال الله تعالى: {ولا يحزنك الذين يسارعون في الكفر} من شدة رغبتهم فيه وحرصهم عليه {إنهم لن يضروا الله شيئاً} فالله ناصر دينه ومؤيد رسوله ومنفذ أمره من دونهم، فلا تبالهم ولا تحفل بهم، إنما يضرون ويسعون في ضرر أنفسهم بفوات الإيمان في الدنيا، وحصول العذاب الأليم في الأخرى، من هوانهم على الله وسقوطهم من عينه وإرادته أن لا يجعل لهم نصيباً في الآخرة من ثوابه؛ خذلهم فلم يوفقهم لما وفق إليه أولياءه، ومن أراد به خيراً عدلاً منه وحكمة، لعلمه بأنهم غير زاكين على الهدى ولا قابلين للرشاد لفساد أخلاقهم وسوء قصدهم.
176. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in insanlara düşkünlüğü pek fazlaydı. Onların hidâyet bulmaları için son derece gayret ederdi ve hidâyet bulmadıkları vakit de üzülürdü. O bakımdan Yüce Allah ona şöyle hitap etmektedir: “Küfürde” ona olan aşırı rağbetleri ve ona çokça düşkün olmaları sebebi ile “yarışan kimseler seni üzmesin. Onlar Allah’a hiçbir zarar veremezler.” Çünkü Allah dininin yardımcısıdır, Rasûlünü destekleyendir ve onlara rağmen emrini gerçekleştirendir. O bakımdan onlara aldırma, onları önemseme. Onlar dünyada imanı elden kaçırmaları, ahirette de can yakıcı azap ile karşı karşıya kalmaları sureti ile yalnızca kendilerine zarar verirler ve ancak bunun için çalışırlar. Allah nezdinde değersiz olmaları, O’nun gözünde kıymet ifade etmemeleri ve O’nun da âhirette onlara herhangi bir pay bırakmak istememesinden dolayı O, onları yardımsız bırakmış, gerçek dostları ve haklarında hayır murat ettiği kimseler arasına katılmaya onları muvaffak kılmamıştır. Bu ise onun bir adâleti ve hikmetinin bir tecellisidir. Çünkü Yüce Allah onların hidâyet bulacak kadar temizlenip arınmış ve doğruyu kabul eden kimseler olmadıklarını bilir. Buna sebep ise ahlaklarının bozukluğu ve niyetlerinin kötü oluşudur.
#
{177} ثم أخبر أن الذين اختاروا الكفر على الإيمان ورغبوا فيه رَغْبَةَ مَنْ بذلَ ما يحب من المال في شراء ما يحب من السلع {لن يضروا الله شيئاً}، بل ضرر فعلهم يعود على أنفسهم، ولهذا قال: {ولهم عذاب أليم}، وكيف يضرون الله شيئاً؟! وهم قد زهدوا أشد الزهد في الإيمان ورغبوا كل الرغبة بالكفر بالرحمن فالله غني عنهم، وقد قيض لدينه من عباده الأبرار الأزكياء سواهم وأعد له ممن ارتضاه لنصرته أهل البصائر والعقول، وذوي الألباب من الرجال الفحول، قال الله تعالى: {قل آمنوا به أو لا تؤمنوا إن الذين أوتوا العلم من قبله إذا يتلى عليهم يخرون للأذقان سجداً ... } الآيات.
177. Daha sonra Yüce Allah küfrü imana tercih edip onu sevdiği bir malı satın almak istiyormuş gibi karşılığında bir başka malını feda etmeyi göze alan kimsenin arzusu ile küfrü arzulayanların “Allah’a hiçbir zarar” veremeyeceklerini haber vermektedir. Aksine bunların yaptıklarının zararları kendilerine döner. Bundan dolayı Yüce Allah: “Onlar için çok acıklı bir azap da vardır” buyurmaktadır. Hem bunlar nasıl Allah’a herhangi bir şekilde zarar verebilirler ki? Çünkü onlar hiçbir şekilde imana rağbet etmediler. Aksine tam bir şevkle Rahman’ı inkâra yöneldiler. Allah’ın onlara ihtiyacı yoktur. Zaten Yüce Allah, onların dışında iyi ve tertemiz kulları arasından dinini kabul edip ona bağlananları, basiret ve akıl sahibi kimseler ile kahraman ve yiğit erlerden olgun akıl sahibi kimseleri dininin yardımcısı olmaları için seçip hazırlamıştır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “De ki: Ona ister iman edin ister iman etmeyin. Çünkü bundan önce kendilerine ilim verilmiş olanlara (ayetlerimiz) okununca çenelerinin üzerine yüzüstü secdeye kapanırlar...” (el-İsra, 17/107)
Ayet: 178 #
{وَلَا يَحْسَبَنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا أَنَّمَا نُمْلِي لَهُمْ خَيْرٌ لِأَنْفُسِهِمْ إِنَّمَا نُمْلِي لَهُمْ لِيَزْدَادُوا إِثْمًا وَلَهُمْ عَذَابٌ مُهِينٌ (178)}.
178- Sakın o inkâr edenler kendilerine mühlet vermemizi haklarında hayırlı sanmasınlar. Onlara mühlet vermemiz ancak günahlarını artırmaları içindir. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır.
#
{178} أي: ولا يظن الذين كفروا بربهم، ونابذوا دينه، وحاربوا رسوله أنَّ تركنا إياهم في هذه الحياة الدنيا وعدم استئصالنا لهم وإملائنا لهم خير لأنفسهم ومحبة منا لهم، كلا ليس الأمر كما زعموا، وإنما ذلك لشر يريده الله بهم وزيادة عذاب وعقوبة إلى عذابهم، ولهذا قال: {إنما نملي لهم ليزدادوا إثماً ولهم عذاب مهين}، فالله تعالى يملي للظالم حتى يزداد طغيانه، ويترادف كفرانه حتى إذا أخذه أخذه أخذ عزيز مقتدر، فليحذر الظالمون من الإمهال، ولا يظنوا أن يفوتوا الكبير المتعال.
178. Yâni Rablerini inkâr edip O’nun dînine karşı çıkanlar ve Rasûlüne savaş açanlar, bizim kendilerini bu dünyada bırakarak onları kökten imha etmeyişimizi, onlara mühlet verişimizi kendileri için hayırlı ve bunun, bizim onları sevdiğimizden ileri geldiğini sanmasınlar. Asla! Durum onların zannettikleri gibi değildir. Bu, Allah’ın haklarında dilediği bir kötülük ve azaplarına azap katarak cezalarını daha bir artırması içindir. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Onlara mühlet vermemiz ancak günahlarını artırmaları içindir. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır.” Şânı Yüce Allah azgınlığı artsın, inkârı sürüp gitsin diye zalime mühlet verir, sonra da güçlü ve kudretli kimsenin yakalayışı ile onu yakalar. Bundan dolayı zalimler kendilerine mühlet verilmesinden çekinsinler ve hiçbir zaman O, büyük ve en Yüce Allah’ın elinden kurtulacaklarını sanmasınlar.
Ayet: 179 #
{مَا كَانَ اللَّهُ لِيَذَرَ الْمُؤْمِنِينَ عَلَى مَا أَنْتُمْ عَلَيْهِ حَتَّى يَمِيزَ الْخَبِيثَ مِنَ الطَّيِّبِ وَمَا كَانَ اللَّهُ لِيُطْلِعَكُمْ عَلَى الْغَيْبِ وَلَكِنَّ اللَّهَ يَجْتَبِي مِنْ رُسُلِهِ مَنْ يَشَاءُ فَآمِنُوا بِاللَّهِ وَرُسُلِهِ وَإِنْ تُؤْمِنُوا وَتَتَّقُوا فَلَكُمْ أَجْرٌ عَظِيمٌ (179)}.
179- Allah mü’minleri üzerinde bulunduğunuz bu halde bırakacak değildir. Nihâyet murdarı temizden ayıracaktır. Allah size gaybı bildirecek de değildir; fakat Allah peygamberlerden dilediğini seçer. O halde Allah’a ve rasûllerine iman edin. Eğer iman edip sakınırsanız sizin için pek büyük bir mükâfat vardır.
#
{179} أي: ما كان في حكمة الله أن يترك المؤمنين على ما أنتم عليه من الاختلاط وعدم التمييز ، حتى يميز الخبيث من الطيب والمؤمن من المنافق والصادق من الكاذب، ولم يكن في حكمته أيضاً أن يطلع عباده على الغيب الذي يعلمه من عباده، فاقتضت حكمته الباهرة أن يبتلي عباده، ويفتنهم بما به يتميز الخبيث من الطيب من أنواع الابتلاء والامتحان، فأرسل الله رسله وأمر بطاعتهم والانقياد لهم والإيمان بهم، ووعدهم على الإيمان والتقوى الأجر العظيم، فانقسم الناس بحسب اتباعهم للرسل قسمين: مطيعين وعاصين ومؤمنين ومنافقين ومسلمين وكافرين، ليرتب على ذلك الثواب والعقاب، وليظهر عدله وفضله وحكمته لخلقه.
179. Yâni mü’minleri içinde bulunduğunuz bu karışık ve belirsiz halde bırakmak, Allah’ın hikmetine uygun bir şey değildir. O, önünde sonunda murdarı temizden, mü’mini münâfıktan, doğruyu yalancıdan ayırt edecektir. Aynı şekilde kulları hakkında sadece kendisinin bildiği gayba kullarını muttali kılması da O’nun hikmetine uygun değildir. O bakımdan O’nun göz kamaştırıcı hikmeti, murdarı temizden ayırt etmek için türlü imtihan ve sınamalar ile kullarını sınamayı gerektirmiştir. O nedenle de Yüce Allah, peygamberlerini göndermiş, onlara itaat edip emirlerine bağlanmayı ve onlara iman etmeyi emretmiştir. İmân ve takvâ karşılığında da onlara mükâfat vaadinde bulunmuştur. Böylece insanlar da peygamberlerine tâbî olma konusunda itaatkârlar ve isyankârlar, mü’minler ve münâfıklar, müslümanlar ve kâfirler olmak üzere iki kısma ayrılmışlardır. Böylelikle Yüce Allah buna göre mükâfat ve ceza verecek, kullarına adâlet, lütuf ve hikmetini açıkça gösterecektir.
Ayet: 180 #
{وَلَا يَحْسَبَنَّ الَّذِينَ يَبْخَلُونَ بِمَا آتَاهُمُ اللَّهُ مِنْ فَضْلِهِ هُوَ خَيْرًا لَهُمْ بَلْ هُوَ شَرٌّ لَهُمْ سَيُطَوَّقُونَ مَا بَخِلُوا بِهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَلِلَّهِ مِيرَاثُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرٌ (180)}.
180- Allah’ın lütfundan kendilerine verdiği şeylerde cimrilik edenler bunu haklarında hayırlı sanmasınlar. Bilakis bu, onlar için bir şerdir. Cimrilik ettikleri şeyler, Kıyâmet günü boyunlarına bir halka olarak geçirilecektir. Göklerin ve yerin mirası, Allah’ındır. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
#
{180} أي: ولا يظن الذين يبخلون؛ أي: يمنعون ما عندهم مما آتاهم الله من فضله من المال والجاه والعلم وغير ذلك، مما منحهم الله وأحسن إليهم به، وأمرهم ببذل ما لا يضرهم منه لعباده فبخلوا بذلك، وأمسكوه وضنوا به على عباد الله، وظنوا أنه خير لهم بل هو شر لهم في دينهم ودنياهم وعاجلهم وآجلهم، {سيطوقون ما بخلوا به يوم القيامة}؛ أي يجعل ما بخلوا به طوقاً في أعناقهم يعذبون به كما ورد في الحديث الصحيح: «إن البخيل يمثل له ماله يوم القيامة شجاعاً أقرع له زبيبتان يأخذ بلهزمته يقول: أنا مالك، أنا كنزك» ، وتلا رسول الله - صلى الله عليه وسلم - مصداق ذلك هذه الآية، فهؤلاء حسبوا أن بخلهم نافعهم ومجدٍ عليهم فانقلب عليهم الأمر، وصار من أعظم مضارهم وسبب عقابهم. {ولله ميراث السموات والأرض}؛ أي: هو تعالى مالك الملك وتردّ جميع الأملاك إلى مالكها وينقلب العباد من الدنيا ما معهم درهم ولا دينار ولا غير ذلك من المال. قال تعالى: {إنا نحن نرث الأرض ومن عليها وإلينا يرجعون}، وتأمل كيف ذكر السبب الابتدائي والسبب الغائي، الموجب كل واحد منهما أن لا يبخل العبد بما أعطاه الله. أخبر أولاً أن الذي عنده وفي يده فضل من الله ونعمة ليس ملكاً للعبد، بل لولا فضل الله عليه وإحسانه لم يصل إليه منه شيء. فمنْعُه ذلك منْعٌ لفضل الله وإحسانه، ولأن إحسانه موجب للإحسان إلى عبيده، كما قال تعالى: {وأحسن كما أحسن الله إليك}، فمن تحقق أن ما بيده فضل من الله لم يمنع الفضل الذي لا يضره بل ينفعه في قلبه وماله وزيادة إيمانه وحفظه من الآفات. ثم ذكر ثانياً أن هذا الذي بيد العباد، كلُّها ترجع إلى الله ويرثها تعالى وهو خير الوارثين، فلا معنى للبخل بشيء هو زائل عنك، منتقل إلى غيرك. ثم ذكر ثالثاً السبب الجزائي فقال: {والله بما تعملون خبير}، فإذا كان خبيراً بأعمالكم جميعها ويستلزم ذلك الجزاء الحسن على الخيرات والعقوبات على الشر لم يتخلف من في قلبه مثقال ذرة من إيمان عن الإنفاق الذي يجزي به الثواب ولا يرضى بالإمساك الذي به العقاب.
180. Cimrilik edenler yâni Allah’ın lütfundan kendilerine vermiş olduğu mal, mevki, ilim vb. gibi Allah’ın bağışı ve ihsanı olup da kendilerine zarar vermeyecek şekilde bunları kullarına vermelerini emretmiş olduğu şeyleri vermeyerek cimrilik yapanlar, bunları alıkoyanlar ve Allah’ın kullarından bunları esirgeyerek yaptıkları bu işin kendileri için hayırlı olduğunu zannedenler böyle zannetmesinler. Aksine bu, onlar için hem dünyalarında hem dinlerinde hem hâlihazırdaki hayatlarında, hem de uhrevi hayatlarında bir şerdir, kötülüktür. “Cimrilik ettikleri şeyler, Kıyamet günü boyunlarına bir halka olarak geçirilecektir.” Yâni cimrilik ederek vermedikleri o şeyler, kendisi ile azap görecekleri bir halka olarak boyunlarına geçirilecektir. Nitekim sahih bir hadiste şöyle geçmektedir: “Cimri kimseye Kıyâmet gününde malı başında tüy bulunmayan, gözleri üzerinde siyah iki nokta bulunan büyük bir yılan şeklinde gösterilir. Bu yılan onu çenesinden yakalayarak: “Ben senin malınım, ben senin hazinenim” der.” Daha sonra Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bunun doğruluğunu dair de bu âyet-i kerimeyi okumuştur. İşte bu kimseler, cimriliklerinin kendilerine fayda sağlayacağını ve işlerine yarayacağını zannetmişlerdir. Ama iş onların aleyhine dönmüş ve kendilerine en büyük zarar ve cezanın sebebi olmuştur. “Göklerin ve yerin mirası Allah’ındır.” Yâni mülkün mutlak mâliki O’dur. Bütün mülkler ise asıl mâlikine döner. Kullar ise beraberlerinde ne bir dirhem, ne bir dinar ne de bunun dışında herhangi bir mal olmaksızın gideceklerdir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Yeryüzüne ve üzerindekilerine elbet biz mirasçı oluruz ve onlar yalnız Bize döndürülürler.” (Meryem, 19/40) Yüce Allah’ın (cimrilik etmeme konusunda) ilk sebep ile son sebebi nasıl söz konusu ettiği üzerinde dikkatle düşünelim. Ki bunların her birisi de kulun Allah’ın kendisine ihsan ettiklerini esirgeyerek cimrilik etmemesini gerektirmektedir. Şöyle ki: Önce Allah, insanın elinde ve yanında bulunanların Allah’ın bir lütuf ve bir nimeti olduğunu, bunların kulun mülkü olmadığını haber vermiştir. Aksine Allah’ın lütuf ve ihsanı olmasaydı bu servetten insan eline hiçbir şey geçmezdi. Onun bunu alıkoyup infak etmemesi, Allah’ın lütuf ve ihsanını engellemesi demektir. Diğer taraftan Allah’ın ona ihsanda bulunması, onun da Allah’ın kullarına ihsanda bulunmasını gerektirmektedir. Nitekim Yüce Allah: “Allah’ın sana ihsan ettiği gibi sen de ihsanda bulun” (el-Kasas, 28/77) buyurmaktadır. Buna göre elinde bulunan nimetlerin kesinlikle Allah’ın lütfu olduğunu bilen bir kimse, kendisine zarar vermeyen, aksine kalbinde ve malında ona fayda sağlayan, imanını artıran ve pek çok afetlerden korunmasına sebep teşkil eden ihtiyaç fazlasını engellemez. Daha sonra Yüce Allah ikinci olarak kulların elinde bulunan bütün her şeyin Allah’a döneceğini ve Yüce Allah’ın ona mirasçı olacağını söz konusu etmektedir. O mirasçıların en hayırlısıdır. O halde herhangi bir şeyi esirgeyerek cimrilik etmenin bir anlamı yoktur. Çünkü elde bulunan her şey zeval bulacaktır ve başkasına intikal edecektir. Daha sonra yüce Allah üçüncü olarak da cezaî sebebi zikrederek: “Allah yaptıklarınızdan haberdardır” buyurmaktadır. O, bütün amellerinizden haberdar olduğuna göre bu, yapılan hayırların güzel bir şekilde mükâfatlandırılmasını ve kötülüklerin de cezalandırılmasını gerektirir. O halde kalbinde zerre ağırlığı kadar imandan eser bulunan herhangi bir kimse, mükâfatı gerektiren infaktan uzak durmamalı, cezalandırmayı gerektiren cimriliğe ve eli sıkılığa da razı olmamalıdır.
Ayet: 181 - 182 #
{لَقَدْ سَمِعَ اللَّهُ قَوْلَ الَّذِينَ قَالُوا إِنَّ اللَّهَ فَقِيرٌ وَنَحْنُ أَغْنِيَاءُ سَنَكْتُبُ مَا قَالُوا وَقَتْلَهُمُ الْأَنْبِيَاءَ بِغَيْرِ حَقٍّ وَنَقُولُ ذُوقُوا عَذَابَ الْحَرِيقِ (181) ذَلِكَ بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيكُمْ وَأَنَّ اللَّهَ لَيْسَ بِظَلَّامٍ لِلْعَبِيدِ (182)}.
181- “Allah fakirdir, biz ise zenginiz” diyenlerin sözlerini Allah andolsun ki işitmiştir. Onların o sözlerini ve haksız yere peygamberleri öldürmelerini yazacağız ve (onlara): “O yakıcı azabı tadın” diyeceğiz. 182- Bu, ellerinizin önden gönderdiğinin karşılığıdır. Şüphesiz Allah kullarına zulmedici değildir.
#
{181} يخبر تعالى عن قول هؤلاء المتمردين الذين قالوا أقبح المقالة وأشنعَها وأسمجَها، فأخبر أنه قد سمع ما قالوه، وأنه سيكتبه ويحفظه مع أفعالهم الشنيعة وهو قتلهم الأنبياء الناصحين، وأنه سيعاقبهم على ذلك أشد العقوبة وأنه يقال لهم بدل قولهم إن الله فقير ونحن أغنياء: {ذوقوا عذاب الحريق}؛ المحرق النافذ من البدن إلى الأفئدة، وأن عذابهم ليس ظلماً من الله لهم فإنه {ليس بظلام للعبيد}؛ فإنه منزه عن ذلك.
181. Şanı Yüce Allah en kötü, en çirkin ve en ağır sözü söylemiş bulunan bu azgın ve itaate gelmeyen topluluğun söyledikleri sözleri bize haber vermekte, onların bu sözlerini işittiğini, söyledikleri bu sözlerini diğer çirkin fiilleri ile birlikte yazıp tespit ettiğini bildirmektedir. Diğer çirkin fiilleri ise kendilerine samimiyetle öğüt veren peygamberleri öldürmeleridir. Bu sözleri ve yaptıkları dolayısı ile Allah, onları en ağır şekilde cezalandıracaktır ve onlara: “Allah fakirdir, biz ise zenginiz” sözlerine karşılık: “O yakıcı azabı tadın” denilecektir. Yâni bedenden kalplere kadar ulaşan yakıcı azabı tadın. Hiç şüphesiz ki onların göreceği bu azap, Allah’ın onlara yönelik bir zulmü olmayacaktır. Çünkü “Allah kullarına zulmedici değildir.” O zulmetmekten münezzehtir.
#
{182} وإنما {ذلك بما قدمت} أيديهم من المخازي والقبائح التي أوجبت استحقاقهم العذاب وحرمانهم الثواب. وقد ذكر المفسرون أن هذه الآية نزلت في قوم من اليهود تكلموا بذلك، وذكروا منهم فنحاص بن عازوراء من رؤساء علماء اليهود في المدينة ، وأنه لما سمع قول الله تعالى: {من ذا الذي يُقرض اللهَ قرضاً حسناً}، {وأقرضوا الله قرضاً حسناً}، قال على وجه التكبر والتجرهم هذه المقالة قبحه الله، فذكرها الله عنهم، وأخبر أنه ليس ببدعٍ من شنائعهم، بل قد سبق لهم من الشنائع ما هو نظير ذلك وهو قتلهم الأنبياء بغير حقٍّ، هذا القيد يراد به أنهم تجرؤوا على قتلهم مع علمهم بشناعته لا جهلاً وضلالاً بل تمرداً وعناداً.
182. Bu yaptıkları sadece kendi ellerinin önden gönderdikleri türlü rezil edici ve çirkin amellerin bir karşılığıdır. İşte bu amelleri onların azap görmelerine ve mükâfattan da mahrum kalmalarına sebep teşkil etmiştir. Müfessirlerin naklettiklerine göre bu âyet-i kerimeler, yahudilerden bu sözleri söyleyen bir kesim hakkında inmiştir. Yine onların naklettiklerine göre bu sözleri söyleyen kişiler arasında Medine’de yahudilerin ileri gelen ilim adamı ve önderlerinden birisi olan Finhas b. Âzurâ’dır. Finhas şanı Yüce Allah’ın: “Allah’a güzel bir borçla borç verecek kimdir?” (el-Hadid, 57/11; el-Bakara, 2/245) buyruğu ile: “Şüphesiz ki Allah’a güzel bir borçla borç verenlerin ecirleri...” (el-Hadid, 57/18) buyruklarını işitince büyüklenerek ve Allah’a karşı küstahça bir tavırla bu sözleri söylemiştir. Allah onu kahretsin! Yüce Allah da onların bu sözleri söylediklerini naklederek bu işin onların görülmedik çirkin davranışlarından olmadığını haber vermektedir. Aksine onların geçmişte buna benzer pek çok çirkin davranışları da görülmüştür ki; bu da haksız yere peygamberleri öldürmeleridir. Buradaki “haksız yere” kaydı ile onların peygamberleri öldürmeye, yaptıkları bu işin son derece çirkinliğini bile bile cesaret gösterdiklerini, bu işi cahillikle ve şaşkınlıkla değil, aksine inatla karşı koyarak yaptıklarını ifade etmektedir.
Ayet: 183 - 184 #
{الَّذِينَ قَالُوا إِنَّ اللَّهَ عَهِدَ إِلَيْنَا أَلَّا نُؤْمِنَ لِرَسُولٍ حَتَّى يَأْتِيَنَا بِقُرْبَانٍ تَأْكُلُهُ النَّارُ قُلْ قَدْ جَاءَكُمْ رُسُلٌ مِنْ قَبْلِي بِالْبَيِّنَاتِ وَبِالَّذِي قُلْتُمْ فَلِمَ قَتَلْتُمُوهُمْ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ (183) فَإِنْ كَذَّبُوكَ فَقَدْ كُذِّبَ رُسُلٌ مِنْ قَبْلِكَ جَاءُوا بِالْبَيِّنَاتِ وَالزُّبُرِ وَالْكِتَابِ الْمُنِيرِ (184)}.
183- “Allah bize, ateşin yiyeceği bir kurban getirinceye kadar hiçbir peygambere iman etmememizi emretti” diyenlere de ki: “Size benden önce nice peygamberler apaçık delilleri ve dediğiniz şeyi getirmişlerdi. Doğru söylüyor iseniz onları niçin öldürdünüz?” 184- Eğer onlar seni yalanlarsa (üzülme), senden önce apaçık delillerle, sahifelerle ve aydınlatıcı kitaplarla gelmiş nice peygamberler de yalanlanmıştı.
#
{183} يخبر تعالى عن حال هؤلاء المفترين القائلين {إن الله عهد إلينا}؛ أي: تقدم إلينا وأوصى أن لا نؤمن لرسول حتى يأتينا بقربان تأكله النار فجمعوا بين الكذب على الله وحصر آية الرسل بما قالوه من هذا الإفك المبين، وأنهم إن لم يؤمنوا برسول لم يأتهم بقربان تأكله النار فهم في ذلك مطيعون لربهم ملتزمون عهده، وقد علم أن كل رسول يرسله الله يؤيده من الآيات والبراهين ما على مثله آمن البشر، ولم يقصرها على ما قالوه، ومع هذا فقد قالوا إفكاً لم يلتزموه وباطلاً لم يعملوا به، ولهذا أمر الله رسوله أن يقول لهم: {قل قد جاءكم رسل من قبلي بالبينات} الدالات على صدقهم {وبالذي قلتم} بأن أتاكم بقربان تأكله النار {فلم قتلتموهم إن كنتم صادقين}؛ أي: في دعواكم الإيمان برسول يأتيكم بقربان تأكله النار، فقد تبين بهذا كذبهم وعنادهم وتناقضهم.
183. Şanı Yüce Allah bu iftiracı ve: “Allah bize... iman etmememizi emretti” diyenlerin halini haber vermektedir. Yâni; Ateşin yiyeceği bir kurbanı bize getirmedikçe hiçbir peygambere iman etmememiz konusunda Allah bize emir vermişti. Bu sözü söyleyenler, hem Allah’a yalan söylemişler hem de peygamberlerin getirdikleri mucizeleri apaçık iftira olduğu belli olan bu tek mucizeye hasretme cüretkârlığını göstermişlerdir. Ayrıca eğer ateşin yiyeceği bir kurbanı kendilerine getirmeyecek olursa hiçbir peygambere iman etmeyeceklerini, böyle yapmakla da -güya- Rablerine itaat edip O’nun emrini yerine getirdiklerini iddia etmişlerdir. Hâlbuki Yüce Allah’ın, gönderdiği her bir peygamberi birçok mucize ve belgelerle desteklediği bilinen bir husustur ki bu mucizelerin benzerlerini gören insanlar iman etmekten başka bir yol bulamazlar. Ayrıca bu mucizeler de onların söyledikleriyle sınırlı değildir. Bununla birlikte onlar hiç de riâyet etmedikleri bir iftira ve gereğini uygulamadıkları batıl bir iddiada bulunmuşlardır. İşte bundan dolayı şanı Yüce Allah, Rasûlüne onlara şu sözleri söylemelerini emretmektedir: “De ki: Size benden önce nice peygamberler apaçık delilleri” doğruluklarını açıkça ortaya koyan belgeleri “ve dediğiniz şeyi” yâni ateşin yiyip bitirdiği bir kurbanı “getirmişlerdi. Doğru söylüyor iseniz onları niçin öldürdünüz?” Eğer siz ateşin yiyeceği bir kurban getiren her peygambere iman edeceğiniz iddiasında doğru ve samimi iseniz niye iman etmediniz de onları öldürdünüz? İşte böylelikle onların yalancılıkları, inatları ve çelişkileri açıkça ortaya çıkmıştır.
#
{184} ثم سَلَّى رسولَه - صلى الله عليه وسلم - فقال: {فإن كذبوك فقد كُذِّبَ رسلٌ من قبلك}؛ أي: هذه عادة الظالمين ودأبهم الكفر بالله وتكذيب رسل الله، وليس تكذيبهم لرسل الله عن قصور بما أتوا به أو عدم تبين حجة، بل قد {جاءوا بالبينات}؛ أي: الحجج العقلية والبراهين النقلية {والزبر}؛ أي: الكتب المزبورة المنزلة من السماء التي لا يمكن أن يأتي بها غير الرسل، {والكتاب المنير} للأحكام الشرعية وبيان ما اشتملت عليه من المحاسن العقلية، ومنير أيضاً للأخبار الصادقة، فإذا كان هذا عادتهم في عدم الإيمان بالرسل الذين هذا وصفهم فلا يحزنك أمرهم ولا يهمنك شأنهم، ثم قال تعالى:
184. Daha sonra Yüce Allah, Peygamberine teselli vererek şöyle buyurmaktadır: “Eğer onlar seni yalanlarlarsa (üzülme), senden önce apaçık delillerle” akli deliller ve nakli burhanlarla “sahifelerle” yâni peygamberlerden başkalarının getirmelerine imkân bulunmayan, semâdan indirilmiş yazılı kitaplarla “aydınlatıcı” şer’î hükümleri açıklayan, bu hükümlerin ihtivâ ettiği akla uygun güzellikleri ortaya koyan ve aynı zamanda doğru haberleri dolayısı ile aydınlatıcı bulunan “kitaplarla gelmiş nice peygamberler de yalanlanmıştı.” Yâni zalimlerin âdeti, alışkanlığı hep Allah’ı inkâr etmek ve Allah’ın peygamberlerini yalanlamaktır. Yoksa onların Allah’ın peygamberlerini yalanlamaları, hiçbir şekilde onların getirdiklerinin eksik ve ksuurlu olmasından yahut da belge ve delillerinin açık olmamasından ötürü değildi. O halde onların bu özelliklere sahip peygamberleri yalanlama konusunda âdetleri ve durumları bu olduğuna artık onların bu durumu seni üzmesin ve sıkıntıya sokmasın. Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 185 #
{كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ وَإِنَّمَا تُوَفَّوْنَ أُجُورَكُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فَمَنْ زُحْزِحَ عَنِ النَّارِ وَأُدْخِلَ الْجَنَّةَ فَقَدْ فَازَ وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلَّا مَتَاعُ الْغُرُورِ (185)}.
185- Her can ölümü tadacaktır. Ecirleriniz size ancak kıyamet günü eksiksiz verilecektir. Artık kim ateşten uzaklaştırılır ve cennete konursa muhakkak ki o, kurtulmuştur. Dünya hayatı aldatıcı bir geçimden başka bir şey değildir.
#
{185} هذه الآية الكريمة فيها التزهيد في الدنيا بفنائها وعدم بقائها وأنها متاع الغرور، تفتن بزخرفها وتخدع بغرورها وتغر بمحاسنها، ثم هي منتقلِة ومنتقَل عنها إلى دار القرار التي توفَّى فيها النفوس ما عملت في هذه الدار من خير وشر {فمن زحزح}؛ أي: أخرج {عن النار وأدخل الجنة فقد فاز}؛ أي: حصل له الفوز العظيم بالنجاة من العذاب الأليم والوصول إلى جنات النعيم التي فيها ما لا عين رأت ولا أذن سمعت ولا خطر على قلب بشر. ومفهوم الآية: أن من لم يزحزح عن النار، ويدخل الجنة فإنه لم يفز بل قد شقي الشقاء الأبدي، وابتلي بالعذاب السرمدي. وفي هذه الآية إشارة لطيفة إلى نعيم البرزخ وعذابه وأن العاملين يجزون فيه بعض الجزاء مما عملوه ويقدم لهم أنموذج مما أسلفوه، يفهم هذا من قوله: {وإنما توفون أجوركم يوم القيامة}؛ أي: توفية الأعمال التامة إنما يكون يوم القيامة، وأما ما دون ذلك فيكون في البرزخ، بل قد يكون قبل ذلك في الدنيا كقوله: {ولنذيقنهم من العذاب الأدنى دون العذاب الأكبر}.
185. Bu âyet-i kerimede dünyanın fâni olduğu ve kalıcı olmadığı vurgulanarak ona rağbet edilmemesi gerektiği, dünyanın süsleri ile fitneye düşüren, aldatarak kandıran, güzellikleri ile aldatan bir geçimlik olduğu belirtilmektedir. Diğer taraftan dünya da değişip durmaktadır ve sonunda her bir nefis oradan ayrılıp dünyada işlediği hayır ve şerrin karşılığını eksiksiz olarak göreceği ebedilik yurduna göçecektir. “Kim ateşten uzaklaştırılır” yâni çıkartılır “ve cennete konursa muhakkak ki o, kurtulmuştur.” Can yakıcı azaptan kurtulmak ve içinde hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın da hatırına gelmeyecek türden pek çok nimetlerin bulunduğu cennete varmak sureti ile büyük ve muazzam kurtuluşu elde etmiş olur. Âyet-i kerimenin mefhumundan anlaşıldığına göre kim de cehennem ateşinden uzaklaştırılmaz ve cennete de giremez ise ebedi bir bedbahtlığa mahkum edilecek ve sonu gelmez bir azaba mahkum olacaktır. Bu âyet-i kerimede Berzah/kabir alemindeki nimetlere ve azaba, amelde bulunanların işlediklerinin bir bölümünün karşılığını o âlemde göreceklerine ve dünyada iken işlediklerinin mükafatından kendilerine bir numune takdim edileceğine dair ince bir işaret bulunmaktadır. Bu ise Yüce Allah’ın: “Ecirleriniz size ancak kıyamet günü eksiksiz verilecektir” buyruğundan anlaşılmaktadır. Yâni amellerin karşılıklarının eksiksik verilmesi ancak Kıyamet gününde gerçekleşecektir. Bundan daha dar bir çerçevede olmak üzere verilecek karşılıklar ise Berzah aleminde olacaktır. Hatta Berzah aleminden önce dünyada da bazı karşılıkların verilmesi söz konusudur: “Andolsun ki biz onlara en büyük azaptan önce yakın azaptan da mutlaka tattıracağız.” (es-Secde, 32/21)
Ayet: 186 #
{لَتُبْلَوُنَّ فِي أَمْوَالِكُمْ وَأَنْفُسِكُمْ وَلَتَسْمَعُنَّ مِنَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ مِنْ قَبْلِكُمْ وَمِنَ الَّذِينَ أَشْرَكُوا أَذًى كَثِيرًا وَإِنْ تَصْبِرُوا وَتَتَّقُوا فَإِنَّ ذَلِكَ مِنْ عَزْمِ الْأُمُورِ (186)}.
186- Andolsun ki siz mallarınız ve canlarınızla imtihan edileceksiniz ve sizden önce kendilerine kitab verilenlerden ve şirk koşanlardan çok ezalar işiteceksiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız işte bu, azmedilmeye değer işlerdendir.
#
{186} يخبر تعالى ويخاطب المؤمنين أنهم سيبتلون في أموالهم من النفقات الواجبة والمستحبة ومن التعريض لإتلافها في سبيل الله وفي أنفسهم من التكليف بأعباء التكاليف الثقيلة على كثير من الناس كالجهاد في سبيل الله والتعرض فيه للتعب والقتل والأسر والجراح وكالأمراض التي تصيبه في نفسه أو فيمن يحب، ولتسمعن من الذين أوتوا الكتاب والمشركين {أذى كثيراً} من الطعن فيكم وفي دينكم وكتابكم ورسولكم. وفي إخباره لعباده المؤمنين بذلك عدة فوائد: منها: أن حكمته تعالى تقتضي ذلك ليتميز المؤمن الصادق من غيره. ومنها: أنه تعالى يقدر عليهم هذه الأمور لما يريده بهم من الخير ليعلي درجاتهم ويكفر من سيئاتهم وليزداد بذلك إيمانهم ويتم به إيقانهم فإنه إذا أخبرهم بذلك ووقع كما أخبر، {قالوا هذا ما وعدنا الله ورسوله وصدق الله ورسوله وما زادهم إلا إيماناً وتسليماً}. ومنها: أنه أخبرهم بذلك لتتوطن نفوسهم على وقوع ذلك والصبر عليه إذا وقع لأنهم قد استعدوا لوقوعه فيهون عليهم حمله وتخف عليهم مؤنته ويلجؤون إلى الصبر والتقوى، ولهذا قال: {وإن تصبروا وتتقوا}؛ أي: إن تصبروا على ما نالكم في أموالكم وأنفسكم من الابتلاء والامتحان وعلى أذية الظالمين وتتقوا الله في ذلك الصبر بأن تنووا به وجه الله والتقرب إليه ولم تتعدوا في صبركم الحد الشرعي من الصبر في موضع لا يحل لكم فيه الاحتمال بل وظيفتكم فيه الانتقام من أعداء الله. {فإن ذلك من عزم الأمور}؛ أي: من الأمور التي يعزم عليها وينافس فيها ولا يوفق لها إلا أهل العزائم والهمم العالية، كما قال تعالى: {وما يلقاها إلا الذين صبروا وما يلقاها إلا ذو حظ عظيم}.
186. Şanı Yüce Allah mü’minlere hitap ederek gerek farz, gerek müstehab infaklarda bulunmak, malları Allah yolunda harcamakla karşı karşıya kalmak suretiyle mallarında, birçok insana ağır gelen Allah yolunda cihad, bu uğurda yorulmak, öldürülmek, esir alınmak, yaralanmakla karşı karşıya kalmak, kişinin kendine yahut da sevdiği kimselere isabet eden hastalık gibi hususlarla vb. nefsî mükellefiyetlerle karşı karşıya kalmak sureti ile de canlarında imtihana tabi tutulacaklarını haber vermektedir. “ve sizden önce kendilerine kitab verilenlerden ve şirk koşanlardan çok ezalar işiteceksiniz” Sizi, dininizi, Kitabınızı ve Rasûlünüzü tenkid ettiklerini işiteceksiniz. Yüce Allah’ın bu hususu mü’minlere haber vermesinin pek çok faydalı yönü vardır: 1. Yüce Allah’ın hikmetinin bunu gerektirmektedir. Çünkü samimi mü’min öyle olmayandan bu şekilde ayırt edilir. 2. Diğer taraftan şanı Yüce Allah'ın mü’minler hakkında bu gibi hususları takdir etmesi, onlar namına hayrı irade buyurmasından dolayıdır. Zira O, onların derecelerini yükseltmek, günahlarını affetmek, bu yolla da imanlarının artmasını ve yakinlerinin tamamlanmasını dilemektedir. Çünkü Yüce Allah onlara böyle bir durumu haber verip de bu husus O’nun haber verdiği şekilde de gerçekleşti mi “Derler ki: Allah’ın ve Rasülünün bize vaadettiği işte budur. Allah da Rasûlü de doğru söylemiştir. Bu onların ancak imanlarını ve teslimiyetlerini artırır.” (el-Ahzab, 33/22) 3. Şanı Yüce Allah onların ruhen, bu tür sıkıntılara hazırlanmaları, gerçekleştiği takdirde de sabretmeleri için bu hususu haber vermiştir. Çünkü onlar buna hazır oldukları takdirde bu gibi olayların altından kalkmaları, onlara tahammül etmeleri kolaylaşır. Sıkıntıları azalır, sabır ve takvâya sığınırlar. Bundan dolayıdır ki Yüce Allah devamla şöyle buyurmaktadır: “Eğer sabreder ve sakınırsanız”. Yâni eğer mal ve canlarınızda karşı karşıya kaldığınız türlü bela ve imtihanlarla zalimlerin eziyetlerine sabrederseniz, bu sabırda da Allah'ın rızasına ve O’na yakınlaşmaya niyet etmek suretiyle Allah’tan korkup takvâlı hareket ederseniz; yine bu sabrınızda sizin için tahammül etmenin helâl olmadığı aksine Allah’ın düşmanlarından intikam almakla görevli olduğunuz yerlerde de buna riayet etmek sureti ile şer’î sınırları aşmayarak takvâ ölçülerini muhafaza edecek olursanız “işte bu, azmedilmeye değer işlerdendir.” Yâni gerçekten üzerinde azim ve kararlılıkla durulması ve yarış edilmesi gereken işlerdendir. Bu gibi işlere de ancak kararlı ve üstün gayret sahibi kimseler muvaffak kılınırlar. Nitekim Yüce Allah: “Buna ancak sabredenler kavuşturulur, buna ancak büyük bir pay sahibi olanlar kavuşturulur” (Fussilet, 41/35) diye buyurmaktadır.
Ayet: 187 - 188 #
{وَإِذْ أَخَذَ اللَّهُ مِيثَاقَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ لَتُبَيِّنُنَّهُ لِلنَّاسِ وَلَا تَكْتُمُونَهُ فَنَبَذُوهُ وَرَاءَ ظُهُورِهِمْ وَاشْتَرَوْا بِهِ ثَمَنًا قَلِيلًا فَبِئْسَ مَا يَشْتَرُونَ (187) لَا تَحْسَبَنَّ الَّذِينَ يَفْرَحُونَ بِمَا أَتَوْا وَيُحِبُّونَ أَنْ يُحْمَدُوا بِمَا لَمْ يَفْعَلُوا فَلَا تَحْسَبَنَّهُمْ بِمَفَازَةٍ مِنَ الْعَذَابِ وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ (188)}.
187- Hani Allah kendilerine kitap verilenlerden: “Onu kesinlikle insanlara açıklayıp anlatacaksınız ve onu gizlemeyeceksiniz” diye söz (misak) almıştı. Onlar ise bu (sözü) kulak ardı ettiler ve onu az bir bedele sattılar. O aldıkları bedel ne kötüdür! 188- Yaptıkları ile mağrur olan ve yapmadıkları ile övülmekten de hoşlanan kimselerin azaptan kurtulacaklarını sanmayasın! Onlar için pek acıklı bir azap vardır.
#
{187} الميثاق: هو العهد الثقيل المؤكد، وهذا الميثاق أخذه الله تعالى على كل من أعطاه الله الكتب، وعلَّمه العلمَ أن يبين للناس ما يحتاجون إليه مما علمه الله ولا يكتمهم ذلك ويبخل عليهم به، خصوصاً إذا سألوه أو وقع ما يوجب ذلك، فإنَّ كلَّ من عنده علم يجب عليه في تلك الحال أن يبينه ويوضح الحق من الباطل. فأما الموفقون فقاموا بهذا أتم القيام وعلَّموا الناس مما علَّمَهم الله ابتغاء مرضاة ربهم وشفقة على الخلق وخوفاً من إثم الكتمان. وأما الذين أوتوا الكتاب من اليهود والنصارى ومن شابههم فنبذوا هذه العهود والمواثيق وراء ظهورهم فلم يعبؤوا بها فكتموا الحق وأظهروا الباطل تجرؤاً على محارم الله وتهاوناً بحقوقه تعالى وحقوق الخلق واشتروا بذلك الكتمان {ثمناً قليلاً} وهو ما يحصل لهم إن حصل من بعض الرياسات والأموال الحقيرة من سفلتهم المتبعين أهواءهم المقدمين شهواتهم على الحق {فبئس ما يشترون} لأنه أخسّ العوض والذي رغبوا عنه وهو بيان الحق الذي فيه السعادة الأبدية والمصالح الدينية والدنيوية أعظمُ المطالب وأجلُّها، فَلَمْ يختاروا الدني الخسيس ويتركوا العالي النفيس إلا لسوء حظهم وهوانهم وكونهم لا يصلحون لغير ما خلقوا له. ثم قال تعالى:
187. “Misak”, ağır ve pekiştirilmiş söz demektir. Bu, Yüce Allah’ın kendisine kitap verdiği ve ilim öğrettiği herkesten aldığı bir sözdür. Bu söz, onlardan insanlara Allah’ın kendisine öğrettiklerinden gerek duyacakları şeyleri öğreteceklerine, bu konuda onlardan bir şey gizlemeyeceklerine, bu bilgiyi cimrilik ederek onlardan saklamayacaklarına, özellikle de bir şey sorulduğunda yahut da açıklamada bulunması gereken bir hal olduğunda, bu bilgiyi açıklayacaklarına dair alınmış bir sözdür. Buna göre bir bilgiye sahip olan herkesin böyle bir durumda o bilgiyi açıklaması ve hakkı batıldan ayırt etmesi icab eder. Bu hususta Allah’ın kendilerine muvaffakiyet verdiği kimseler, bu emri tam anlamıyla yerine getirmiş, Allah’ın kendilerine öğrettiklerinden, Rablerinin rızasını arayarak, insanlara merhamet duyarak ve öğretilen bilgiyi gizleme günahından korkarak Allah’ın kendilerine öğrettiğini insanlara öğretmişlerdir. Kendilerine kitap verilmiş olan yahudiler, hıristiyanlar vb. kimseler ise bu sözleri arkalarına atmışlar, ona hiçbir şekilde önem vermemişlerdir. Aksine hakkı gizlemişler, batılı açığa vermişlerdir. Bunu Allah’ın yasaklarına karşı cüretkârca bir tutumla, Yüce Allah’ın haklarını önemsemeyerek ve insanların haklarına riâyet etmeyerek yapmışlar, bu gizleme karşılığında da az bir bedel almaya razı olmuşlardır. Söz konusu bu az bedel ise -o da eğer tahakkuk ederse- başkanlık ve üstün mevkiler, onların aşağılık takımlarından hevalarına uyan ve arzularını hakkın önüne geçiren kimselerden aldıkları önemsiz mallardır. “O aldıkları bedel ne kötüdür.” Çünkü bu bedellerin en değersizidir. Yüz çevirdikleri şey ise -ki o da hakkı açıklamaktır- ebedi mutluluğu ihtiva eden, dini ve dünyevi maslahatları taşıyan, arzulanan en büyük, en üstün ve değerli amaçtır. Ancak onların bu değersiz dünyevi menfaatleri tercih edip üstün ve son derece değerli şeyleri terk etmelerinin tek sebebi de kötülükleri, değersizlikleri ve bu işlerden başka hiçbir şeye elverişli olmayışlarıdır.
#
{188} {لا تحسبن الذين يفرحون بما أتوا}؛ أي: من القبائح والباطل القولي والفعلي {ويحبون أن يحمدوا بما لم يفعلوا}؛ أي: بالخير الذي لم يفعلوه والحق الذي لم يقولوه، فجمعوا بين فعل الشر وقوله والفرح بذلك ومحبة أن يحمدوا على فعل الخير الذي ما فعلوه، {فلا تحسبنهم بمفازة من العذاب}؛ أي: بمحلِّ نجوة منه وسلامة، بل قد استحقوه وسيصيرون إليه ولهذا قال: {ولهم عذاب أليم}. ويدخل في هذه الآية الكريمة أهل الكتاب الذين فرحوا بما عندهم من العلم ولم ينقادوا للرسول، وزعموا أنهم هم المحقون في حالهم ومقالهم، وكذلك كل من ابتدع بدعة قولية أو فعلية، وفرح بها، ودعا إليها، وزعم أنه محق وغيره مبطل كما هو الواقع من أهل البدع. ودلت الآية بمفهومها على أن من أحبَّ أن يحمدَ ويُثْنَى عليه بما فعله من الخير واتِّباع الحقِّ إذا لم يكن قصده بذلك الرياء والسمعة أنه غير مذموم، بل هذا من الأمور المطلوبة التي أخبر الله أنه يجزي بها المحسنين له الأعمال والأقوال، وأنه جازى بها خواص خلقه وسألوها منه كما قال إبراهيم عليه السلام: {واجعل لي لسان صدق في الآخرين}، وقال: {سلام على نوح في العالمين إنا كذلك نجزي المحسنين}، وقد قال عباد الرحمن: {واجعلنا للمتقين إماماً}، وهي من نعم الباري على عبده ومننه التي تحتاج إلى شكر.
188. “Yaptıkları ile” işledikleri çirkin işlerler, sözlü ve fiili batıllarla “mağrur olan ve yapmadıkları ile” işlemedikleri hayır ve söylemedikleri hak sözlerle de “övülmekten hoşlanan” yâni hem kötü davranıp kötü sözler söyleyen ve bundan dolayı sevinip şımaran, hem de işlemedikleri o hayırlar dolayısı ile de övülmeyi arzulayan “kimselerin azaptan kurtulacaklarını” herhangi bir şekilde azaba uğramayarak esenliğe kavuşacaklarını “sanmayasın.” Aksine onlar azabı hak etmişlerdir ve sonunda azaba uğrayacaklardır. İşte bundan dolayı da: “Onlar için pek acıklı bir azab vardır” buyurmaktadır. Bu âyet-i kerimenin kapsamına sahip oldukları bilgiden dolayı sevinip şımaran fakat Allah Rasûlüne boyun eğmeyen, bu hal ve sözlerinde de haklı olduklarını iddia eden kitap ehli girdiği gibi, sözlü veya fiili bir bid’at ortaya koyarak bundan dolayı sevinen, başkalarını da bu bid’ati işlemeye çağıran, kendisinin haklı olduğunu, başkalarının da batıl üzere olduğunu iddia eden -ki bid’at ehlinde görülen de budur- herkesi de kapsamına almaktadır. Âyet-i kerime mefhumu ile şuna delil teşkil etmektedir: İşlediği hayır ve hakka tâbî olmaktan ötürü -eğer bundan maksadı riyakarlık yapmak ve şöhret kazanmak değilse- övülüp kendisinden iyilikle söz edilmesini isteyen kimse, yerilmez. Hatta bu, yapılması beklenen işler arasındadır ki Yüce Allah, söz ve amel itibari ile iyilikte bulunanları bu şekilde mükâfatlandıracağını haber vermiştir. Ayrıca O’nun yarattığı insanların en özellerini bununla mükâfatlandırdığını ve onların Yüce Allah’tan böyle bir talepte bulunduklarını da görüyoruz. Nitekim İbrahim aleyhisselam şöyle buyurmuştur: “Sonrakiler arasında bana bir lisan-ı sıdk (ümmetler arasında güzel övgü ve anılış) bağışla!” (eş-Şuara, 26/84) diye dua etmiştir. Yüce Allah, Nuh’tan da şöyle söz etmektedir: “Âlemler içinde Nuh’a selam olsun. Muhakkak biz iyilik sahiplerini böyle mükâfatlandırırız.” (es-Saffat, 37/79-80) Rahmân olan Yüce Allah’ın iyi kullarının da: “Bizi takvâ sahiplerine önder yap!” (el-Furkan, 25/74) diye dua ettiklerini bize haber vermektedir. İşte bu güzel övgü, şânı Yüce Allah’ın kulları üzerindeki nimetlerinden ve şükrü gerektiren lütuflarından biridir.
Ayet: 189 #
{وَلِلَّهِ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَاللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (189)}.
189- Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. Allah her şeye kadirdir.
#
{189} أي: هو المالك للسماوات والأرض وما فيهما من سائر أصناف الخلق المتصرف فيهم بكمال القدرة وبديع الصنعة، فلا يمتنع عليه منهم أحد، ولا يعجزه أحد.
189. Yâni göklere, yere, onların içinde bulunan çeşitli yaratıklara sahip ve hükümran olan, onlarda eksiksiz kudreti ve harikulade sanatı ile dilediği gibi tasarrufta bulunan O’dur. O’nun yarattıklarından hiçbiri, O’na karşı gelemez. Hiçbirisi de O’nu aciz bırakamaz.
Ayet: 190 - 194 #
{إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَاخْتِلَافِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ لَآيَاتٍ لِأُولِي الْأَلْبَابِ (190) الَّذِينَ يَذْكُرُونَ اللَّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِهِمْ وَيَتَفَكَّرُونَ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ رَبَّنَا مَا خَلَقْتَ هَذَا بَاطِلًا سُبْحَانَكَ فَقِنَا عَذَابَ النَّارِ (191) رَبَّنَا إِنَّكَ مَنْ تُدْخِلِ النَّارَ فَقَدْ أَخْزَيْتَهُ وَمَا لِلظَّالِمِينَ مِنْ أَنْصَارٍ (192) رَبَّنَا إِنَّنَا سَمِعْنَا مُنَادِيًا يُنَادِي لِلْإِيمَانِ أَنْ آمِنُوا بِرَبِّكُمْ فَآمَنَّا رَبَّنَا فَاغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا وَكَفِّرْ عَنَّا سَيِّئَاتِنَا وَتَوَفَّنَا مَعَ الْأَبْرَارِ (193) رَبَّنَا وَآتِنَا مَا وَعَدْتَنَا عَلَى رُسُلِكَ وَلَا تُخْزِنَا يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّكَ لَا تُخْلِفُ الْمِيعَادَ (194)}.
190- Muhakkak göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün değişip durmasında elbette akıl sahipleri için deliller vardır. 191- Onlar ayakta iken, otururken ve yanları üstünde (yatar)ken Allah’ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler: “Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın. Sen münezzehsin, bizi ateş azabından koru” (derler). 192- “Rabbimiz! Şüphe yok ki Sen kimi ateşe sokarsan onu hakir kıldın demektir. Zulmedenlerin de hiçbir yardımcıları yoktur.” 193- “Rabbimiz, biz: Rabbinize iman edin, diye imana çağıran bir davetçiyi işittik ve hemen iman ettik. Rabbimiz, günahlarımızı bağışla, kötülüklerimizi ört ve ruhumuzu da iyilerle beraber al!” 194- Rabbimiz! Bize peygamberlerin aracılığı ile vaat ettiklerini de ver ve Kıyamet gününde bizi rüsvay etme. Şüphe yok ki sen vaadinden dönmezsin.
#
{190} يخبر تعالى: {إن في خلق السموات والأرض واختلاف الليل والنهار لآيات لأولي الألباب}، وفي ضمن ذلك حث العباد على التفكر فيها والتبصر بآياتها وتدبر خلقها. وأبهم قوله: {آيات}، ولم يقل على المطلب الفلاني إشارة لكثرتها وعمومها، وذلك لأن فيها من الآيات العجيبة ما يُبِهر الناظرين ويقنع المتفكرين ويجذب أفئدة الصادقين وينبه العقول النيرة على جميع المطالب الإلهية، فأما تفصيل ما اشتملت عليه فلا يمكِّن مخلوقاً أن يحصره ويحيط ببعضه، وفي الجملة فما فيها من العظمة والسعة وانتظام السير والحركة يدل على عظمة خالقها وعظمة سلطانه وشمول قدرته، وما فيها من الإحكام والإتقان وبديع الصنع ولطائف الفعل يدل على حكمة الله ووضعه الأشياء مواضعها وسعة علمه، وما فيها من المنافع للخلق يدل على سعة رحمة الله وعموم فضله وشمول بره ووجوب شكره، وكل ذلك يدل على تعلق القلب بخالقها ومبدعها وبذل الجهد في مرضاته، وأن لا يشرك به سواه ممن لا يملك لنفسه ولا لغيره مثقال ذرة في الأرض ولا في السماء، وخص الله بالآيات أولي الألباب وهم أهل العقول لأنهم هم المنتفعون بها الناظرون إليها بعقولهم لا بأبصارهم.
190. Şanı Yüce Allah göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün değişip durmasında akıl sahipleri için deliller olduğunu haber vermektedir. Bu da zımnen kulları bu yaratılanlar üzerinde düşünmeye, âyetleri ve delilleri üzerinde basiretle durup yaratılışları üzerinde tefekkür etmeye teşvik etmektedir. Şanı Yüce Allah’ın “deliller” kelimesini müphem bırakarak “filan maksada dair deliller” vs. buyurmaması bu delillerin çokluğuna ve genelliğine bir işarettir. Çünkü bu yaratılan varlıklarda öyle hayret verici deliller vardır ki bunlar, bakanların gözlerini kamaştırıp hayrete düşürür, tefekkür edenleri ikna eder, samimi iman sahiplerinin kalplerini cezbeder, aydınlık akılları da bütün ilâhi isteklere doğru aydınlatır. Bu delilleri etraflı bir şekilde açıklamaya ise hiçbir mahlûkun imkânı olmaz, onun bir bölümünü dahi gereği gibi kuşatamaz. Ancak özetle söylenecek olursa göklerin ve yerin genişliği ve büyüklüğü, bunlardaki düzenli hareket ve intizam, bunları yaratanın azametine, O’nun egemenliğinin ve kudretinin kapsamlılığının da büyüklüğüne delildir. Bu yaratılıştaki sağlamlık, her şeyin yerli yerinde olması, harikulade sanat, fiillerin letafet ve inceliği, Yüce Allah’ın hikmetine, her bir şeyi yerli yerine koymasına ve ilminin uçsuz bucaksız genişliğine delildir. Yine bunlarda bulunan mahlûkata ve insanlara yönelik faydalar da Yüce Allah’ın rahmetinin genişliğine, lütfunun ve iyiliğinin kapsamlılığına ve ayrıca O’na şükretmenin gereğine delildir. Bütün bunlar da kalbin bunları yaratana, eşsiz bir şekilde yoktan var edene bağlanması, O’nun rızası için bütün gücünü ortaya koyması, ne kendisi ne de başkası için, ne yerde ne de gökte zerre ağırlığı hiçbir şeye sahip olmayan herhangi bir varlığı O’na ortak koşmaması gerektiğine delildir. Yüce Allah’ın bu delillerin “akıl sahipleri”ne has olduğunu belirtmesi, bu delillerden yararlananların -yalnız gözleri ile değil- akılları ile bunlara dikkat edip bakanların onlar oluşundan dolayıdır. Daha sonra Yüce Allah bu akıl sahiplerini şöylece nitelendirmektedir:
#
{191} ثم وصف أولي الألباب بأنهم: {يذكرون الله} في جميع أحوالهم {قياماً وقعوداً وعلى جنوبهم}، وهذا يشمل جميع أنواع الذكر بالقول والقلب، ويدخل في ذلك الصلاة قائماً، فإن لم يستطع فقاعداً، فإن لم يستطع فعلى جنب، وأنهم: {يتفكرون في خلق السموات والأرض}؛ أي: ليستدلوا بها على المقصود منها، ودل هذا على أن التفكر عبادة من صفات أولياء الله العارفين، فإذا تفكروا بها عرفوا أن الله لم يخلقها عبثاً فيقولون: {ربنا ما خلقت هذا باطلاً سبحانك} عن كل ما لا يليق بجلالك بالحق وللحق بل خلقتها مشتملة على الحق {فقنا عذاب النار}، بأن تعصمنا من السيئات وتوفقنا للأعمال الصالحات لننال بذلك النجاة من النار. ويتضمن ذلك سؤال الجنة لأنهم إذا وقاهم الله عذاب النار حصلت لهم الجنة، ولكن لما قام الخوف بقلوبهم، دعوا الله بأهم الأمور عندهم:
191. Bu akıl sahipleri “ayakta iken, otururken, yanları üstünde (yatar)ken” yani bütün hallerinde “Allah’ı anarlar.” Bu, hem dille hem de kalple yapılan bütün zikir türlerini kapsamaktadır. Ayakta, buna gücü yetmiyor ise oturarak, buna da gücü yetmiyor ise yanı üstünde yatarak namaz kılmak da bu kapsam dahildir. Bu akıl sahipleri “göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler.” Böylece bunların yaratılışlarından, onların yaratılış amaçlarına delil çıkarırlar. Bu da tefekkürün Allah’ın irfan sahibi kullarının sıfatlarından olan bir ibadet olduğunun delilidir. Bu kullar bunlar üzerinde tefekkür ettikleri vakit şanı Yüce Allah’ın bunları boşuna yaratmadığını bilirler ve: “Rabbimiz, sen bunları boşuna yaratmadın. Sen” Celâline yakışmayan her şeyden “münezzehsin.” Sen bunları hak ile ve hak için yarattın. Hatta Sen bunları hakkı kapsayan bir şekilde yarattın. Günahlardan bizi korumak, salih amelleri işleme muvaffakiyetini vermek sureti ile ve böylece cehennemden kurtuluşa nail olalım diye “Bizi ateş azabından koru.” Bu aynı zamanda cenneti talep etmeyi de kapsamaktadır. Çünkü Yüce Allah onları ateş azabından koruyacak olursa cenneti elde etmiş olurlar. Ancak cehennem korkusu kalplerinde yer ettiğinden dolayı kendileri açısından en önemli olan duayı yaparlar.
#
{192} {ربنا إنك من تدخل النار فقد أخزيته}؛ أي: لحصوله على السخط من الله ومن ملائكته وأوليائه ووقوع الفضيحة التي لا نجاة منها ولا منقذ منها، ولهذا قال: {وما للظالمين من أنصار} ينقذونهم من عذابه، وفيه دلالة على أنهم دخلوها بظلمهم.
192. “…onu hakir kıldın demektir.” Çünkü o, Yüce Allah’ın gazabına uğramış olur. Allah’ın, meleklerinin ve dostlarının da gazabına uğramış olur. Kurtuluşun mümkün olmadığı ve kurtaracak kimsenin de bulunmadığı bir rezilliğe mahkûm olmuş olur. Bundan dolayı da: “zalimlerin” kendilerini Allah’ın azabından kurtaracak “hiçbir yardımcıları yoktur” buyurmaktadır. Bu buyrukta cehennemliklerin, oraya zulümleri sebebi ile gireceklerine delil vardır.
#
{193} {ربنا إننا سمعنا منادياً ينادي للإيمان} وهو محمد - صلى الله عليه وسلم -؛ [أي]: يدعو الناس إليه ويرغبهم فيه في أصوله وفروعه {فآمنا}؛ أي: أجبناه مبادرة وسارعنا إليه. وفي هذا إخبار منهم بمنة الله عليهم وتبجح بنعمته وتوسل إليه بذلك أن يغفر ذنوبهم ويكفر سيئاتهم لأن الحسنات يذهبن السيئات. والذي مَنَّ عليهم بالإيمان سيمنُّ عليهم بالأمان التام، {وتوفنا مع الأبرار}، يتضمن هذا الدعاء التوفيق لفعل الخير وترك الشر الذي به يكون العبد من الأبرار والاستمرار عليه والثبات إلى الممات.
193. “Rabbinize iman edin, diye imana çağıran bir davetçiyi” yâni insanları bu imana davet eden, bu imanın esaslarına ve teferruatına inanmaya teşvik eden Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i “işittik ve hemen iman ettik.” Biz de derhal onun çağrısını kabul ederek onun yanında yer aldık. Onlar bu sözleri ile Yüce Allah’ın kendilerine ihsan ettiği lütfunu, onun nimetleri içerisinde yüzdüklerini haber vermekte ve bunu vesile kılarak da günahlarını bağışlamasını, kötülüklerini örtmesini istemektedirler. Çünkü iyilikler kötülükleri giderir, onlara imanı lütfeden kişi elbette tam bir güvenliği de onlara lütfedecektir. “Ruhumuzu da iyilerle beraber al!” Bu dua, hayırları işleme ve kötülüğü terk etme muvaffakiyetini talep etmeyi ihtiva eder ki kul ancak bunlarla “iyiler”den olur. Yine bu iyilik üzere devam etmeyi ve ölünceye kadar da bu iyilik üzere sebat gösterme talebini de içerir.
#
{194} ولما ذكروا توفيق الله إياهم للإيمان وتوسلهم به إلى تمام النعمة، سألوه الثواب على ذلك، وأن ينجز لهم ما وعدهم به على ألسنة رسله من النصر والظهور في الدنيا، ومن الفوز برضوان الله وجنته في الآخرة، فإنه تعالى لا يخلف الميعاد، فأجاب الله دعاءهم وقبل تضرعهم فلهذا قال:
194. Onlar, Yüce Allah'ın kendilerini imana muvaffak kıldığını ve bu imanı vesile kılarak da nimetlerinin tamamlanmasını istediklerini söz konusu ettikten sonra Allah’tan bunun müfatatını dilemişler ve O’nun, peygamberleri vasıtası ile kendilerine vaadetmiş olduğu ilâhi yardım, zafer, dünyada (kâfirlere karşı) üstünlük, âhirette de Allah’ın rızasını ve cennetini elde etme şeklindeki vaadini gerçekleştirmesini istemişlerdir. Çünkü şüphesiz Yüce Allah vaadinden dönmez. Yüce Allah da onların dualarını kabul ettiğini ve niyazlarını gerçekleştireceğini haber vererek şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 195 #
{فَاسْتَجَابَ لَهُمْ رَبُّهُمْ أَنِّي لَا أُضِيعُ عَمَلَ عَامِلٍ مِنْكُمْ مِنْ ذَكَرٍ أَوْ أُنْثَى بَعْضُكُمْ مِنْ بَعْضٍ فَالَّذِينَ هَاجَرُوا وَأُخْرِجُوا مِنْ دِيَارِهِمْ وَأُوذُوا فِي سَبِيلِي وَقَاتَلُوا وَقُتِلُوا لَأُكَفِّرَنَّ عَنْهُمْ سَيِّئَاتِهِمْ وَلَأُدْخِلَنَّهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ ثَوَابًا مِنْ عِنْدِ اللَّهِ وَاللَّهُ عِنْدَهُ حُسْنُ الثَّوَابِ (195)}.
195- Rableri de dualarına şöyle karşılık verdi: İçinizden gerek erkek gerek kadın olsun amel işleyenin amelini (karşılıksız bırakarak) boşa çıkarmayacağım. Kiminiz kiminizdensiniz. Artık hicret edenlerin, yurtlarından çıkarılanların, Benim yolumda eziyet görenlerin, savaşanların ve öldürülenlerin elbette günahlarını örteceğim ve andolsun onları altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağım. Bu, Allah katından (özel) bir mükâfattır. Mükâfaatların en güzeli, Allah katındadır.
#
{195} أي: أجاب الله دعاءهم دعاء العبادة ودعاء الطلب وقال: {إني لا أُضيع عمل عامل منكم من ذكر أو أنثى} فالجميع سيلقون ثواب أعمالهم كاملاً موفراً، أي: كلكم على حد سواء في الثواب والعقاب، {فالذين هاجروا وأُخرجوا من ديارهم وأُوذوا في سبيلي وقاتلوا وقتلوا} فجمعوا بين الإيمان والهجرة ومفارقة المحبوبات من الأوطان والأموال طلباً لمرضاة ربهم وجاهدوا في سبيل الله {لأكفرنَّ عنهم سيئاتهم ولأدخلنهم جنات تجري من تحتها الأنهار ثواباً من عند الله} الذي يعطي عبده الثواب الجزيل على العمل القليل، {والله عنده حسن الثواب}، مما لا عين رأت ولا أُذن سمعت ولا خطر على قلب بشر، فمن أراد ذلك فليطلبه من الله بطاعته والتقرب إليه بما يقدر عليه العبد.
195. Yâni Allah onların gerek ibadet mahiyetindeki gerekse Allah’tan talep mahiyetindeki dualarını kabul ederek şöyle buyurmuştur: “İçinizden gerek erkek gerek kadın olsun amel işleyenin amelini (karşılıksız bırakarak) boşa çıkarmayacağım.” Yâni herkes amellerinin mükâfatını tam ve eksiksiz olarak görecektir; mükâfat ve ceza konusunda hepiniz birbirinize eşitsiniz. “Artık hicret edenlerin, yurtlarından çıkarılanların, benim yolumda eziyet görenlerin, savaşanların ve öldürülenlerin” Bunlar imanı, hicreti, sevdikleri vatanlarını ve mallarını Rablerinin rızası uğrunda terk etmeyi ve Allah yolunda cihadı bir arada işlemişlerdir “elbette günahlarını örteceğim ve andolsun onları altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağım. Bu, Allah katından (özel) bir mükâfattır.” Ki Allah, azıcık amele karşılık bile kuluna pek çok mükâfat verecektir. “Mükâfaatların en güzeli Allah katındadır.” Hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir kimsenin aklından geçirmediği mükâfatlar… O halde bu mükâfatı isteyen kimse itaatte bulunarak ve Allah’a, güç yetirebildiği hayırlı amellerle yaklaşarak Allah’tan niyazda bulunmalıdır.
Ayet: 196 - 198 #
{لَا يَغُرَّنَّكَ تَقَلُّبُ الَّذِينَ كَفَرُوا فِي الْبِلَادِ (196) مَتَاعٌ قَلِيلٌ ثُمَّ مَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ وَبِئْسَ الْمِهَادُ (197) لَكِنِ الَّذِينَ اتَّقَوْا رَبَّهُمْ لَهُمْ جَنَّاتٌ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا نُزُلًا مِنْ عِنْدِ اللَّهِ وَمَا عِنْدَ اللَّهِ خَيْرٌ لِلْأَبْرَارِ (198)}.
196- Kâfirlerin diyar diyar dolaşmaları sakın seni aldatmasın. 197- (Bu) azıcık bir geçimdir, sonra varacakları yer cehennemdir. O ne kötü döşektir! 198- Fakat Rablerinden korkanlara gelince onlar için altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Orada ebedi kalacaklardır. Bunlar, Allah katından bir ziyafettir. Allah katında olanlar iyiler için daha hayırlıdır.
#
{196} وهذه الآية المقصود منها التسلية عما يحصل للذين كفروا من متاع الدنيا وتنعمهم فيها، وتقلبهم في البلاد بأنواع التجارات والمكاسب واللذات وأنواع العز والغلبة في بعض الأوقات، فإن هذا كله:
196-197. Bu âyet-i kerimeden kasıt, kâfirlerin sahip oldukları dünya malı, onların dünyada nimet içerisinde bulunmaları, ticaret ve kazançlar sağlayarak ülkelerde rahatça dolaşmaları, türlü lezzet ve çeşitli imkânlara ve bazı hallerde de galibiyete kavuşmaları gibi durumlar hakkında müminlere teselli vermektir. Çünkü bütün bunlar “azıcık bir geçimdir.” Bunların kalıcılığı ve sebatı söz konusu değildir. Aksine kâfirler bunlarla azıcık bir süre yararlanırlar. Fakat bunun karşılığında çok uzun bir süre azap göreceklerdir. İşte bu, kâfirin ulaşabileceği en üstün haldir. Bu üstün halinin de sonunda nereye vardığı açıkça görülmektedir.
#
{198} وأما المتقون لربهم المؤمنون به فمع ما يحصل لهم من عز الدنيا ونعيمها {لهم جنات تجري من تحتها الأنهار خالدين فيها}؛ فلو قدر أنهم في دار الدنيا قد حصل لهم كلُّ بؤسٍ وشدَّةٍ وعَناءٍ ومشقةٍ، لكان هذا بالنسبة إلى النعيم المقيم والعيش السليم والسرور والحبور والبهجة نزراً يسيراً ومنحة في صورة محنة، ولهذا قال تعالى: {وما عند الله خير للأبرار} وهم الذين برّت قلوبهم فبرّت أقوالهم وأفعالهم فأثابهم البَرُّ الرحيم من بِرِّه أجراً عظيماً وعطاءً جسيماً وفوزاً دائماً.
198. Rablerinden korkan ve O’na iman eden takva sahiplerine gelince dünyada elde edecekleri izzet ve nimetlerin yanı sıra “onlar için altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Orada ebedi kalacaklardır.” Dünyada iken onların her türlü darlıkla, sıkıntılarla, zorluklarla, meşakketlerle karşı karşıya kaldıklarını kabul etsek dahi bu, o ebedi nimetlere, o rahat yaşayışa, o sevinç ve neşeye, o gönül hoşluğuna kıyas edilecek olursa onların yanında çok önemsiz kalır. Hatta onlar sıkıntı şeklindeki bir ödül gibi olur. Bundan dolayı Yüce Allah: “Allah katında olanlar iyiler için daha hayırlıdır” buyurmaktadır. “İyiler (الأبرار) kalpleri her türlü kötülükten uzak olan, söz ve fiilleri iyi olan kimselerdir. İşte iyiliklerin karşılığını veren (البر) ve çok merhametli olan Allah, iyiliğinden ötürü onlara çok büyük bir mükâfat, muazzam bir bağış ve ebedi bir kurtuluş ihsan edecektir.
Ayet: 199 - 200 #
{وَإِنَّ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ لَمَنْ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَمَا أُنْزِلَ إِلَيْكُمْ وَمَا أُنْزِلَ إِلَيْهِمْ خَاشِعِينَ لِلَّهِ لَا يَشْتَرُونَ بِآيَاتِ اللَّهِ ثَمَنًا قَلِيلًا أُولَئِكَ لَهُمْ أَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْ إِنَّ اللَّهَ سَرِيعُ الْحِسَابِ (199) يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اصْبِرُوا وَصَابِرُوا وَرَابِطُوا وَاتَّقُوا اللَّهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ (200)}.
199- Muhakkak Kitap ehlinden öyleleri vardır ki Allah’a, size indirilene ve kendilerine indirilene -Allah’a korku ile boyun eğerek- iman ederler. Allah’ın âyetlerini az bir bedel karşılığında satmazlar. İşte onların ecirleri Rableri katındandır. Şüphesiz Allah hesabı çabucak görendir. 200- Ey iman edenler, sabredin, sabırda yarışın, ribât yapın ve Allah'tan sakının ki kurtuluşa eresiniz.
#
{199} أي: {وإن من أهل الكتاب} طائفة موفقة للخير يؤمنون بالله ويؤمنون بما {أُنزل إليكم وما أُنزل إليهم}، وهذا الإيمان النافع لا كمن يؤمن ببعض الرسل والكتب ويكفر ببعض، ولهذا لما كان إيمانهم عامًّا حقيقيًّا صار نافعاً فأحدث لهم خشية الله وخضوعهم لجلاله الموجب للانقياد لأوامره ونواهيه والوقوف عند حدوده وهؤلاء أهل الكتاب والعلم على الحقيقة، كما قال تعالى: {إنما يخشى اللهَ من عباده العلماءُ}، ومن تمام خشيتهم لله أنهم {لا يشترون بآيات الله ثمناً قليلاً}، فلا يقدمون الدنيا على الدين كما فعل أهل الانحراف الذين يكتمون ما أنزل الله ويشترون به ثمناً قليلاً، وأما هؤلاء فعرفوا الأمر على الحقيقة وعلموا أن من أعظم الخسران الرضا بالدون عن الدين، والوقوف مع بعض حظوظ النفس السفلية وترك الحق الذي هو أكبر حظ وفوز في الدنيا والآخرة، فآثروا الحق وبينوه ودعوا إليه، وحذروا عن الباطل، فأثابهم الله على ذلك بأن وعدهم الأجر الجزيل والثواب الجميل، وأخبرهم بقربه وأنه {سريع الحساب} فلا يستبطئون ما وعدهم الله، لأن ما هو آت محقق حصوله فهو قريب.
199. Yâni hiç şüphesiz kitab ehlinden hayra ulaşmak muvaffakiyetini elde etmiş, Allah’a iman eden, hem size indirilene hem kendilerine indirilene inanan bir kesim de vardır. İşte kişiye fayda sağlayacak olan iman da budur. Yoksa peygamberlerin ve kitapların bir bölümüne iman edip de bir bölümünü inkâr edenlerin imanı hiçbir fayda sağlamaz. Bundan dolayıdır ki onların imanları kapsamlı ve gerçek bir iman olduğundan onlara fayda vermiş ve kalplerinde Allah korkusunu, O’nun celâli ve azameti önünde itaatle eğilme duygularını uyandırmıştır. Bu da O’nun emir ve yasaklarına itaatle bağlanmayı, O’nun sınırlarını aşmamayı beraberinde gtirmiştir. İşte gerçek anlamda kitap ve ilim ehli olanlar bunlardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Kulları arasında Allah’tan ancak âlim olanlar korkar.” (Fâtır, 35/28) Bunların Allah’a karşı korku ve itaatlerinin tam olmasının bir sonucu da şudur ki onlar, “Allah’ın âyetlerini az bir bedel karşılığında satmazlar.” Hiçbir zaman dünyayı dinlerinin önüne geçirerek Allah’ın indirdiklerini gizleyen ve O’nun indirdiklerini az bir bedele satan sapkınların yaptıkları gibi yapmazlar. Bunlar işi gerçek mahiyeti ile kavramışlar ve dinlerini bırakmak karşılığında değersiz dünyalıklara razı olmanın ve nefsin aşağılık birtakım arzularının yanında yer alarak hakkı terk etmenin en büyük hüsran olduğunu anlamışlardır. İşte onların bu yaptıkları dünya ve âhirette elde edilebilecek en büyük pay ve en büyük kurtuluştur. O nedenle onlar hakkı tercih ettiler, hakkı açıkladılar, hakka davet ettiler ve batıldan da sakındırdılar. Allah da onların bu hallerine karşılık pek büyük ve çok güzel mükâfatlar vaadederek amellerinin karşılığını vereceğini bildirmiştir. Ayrıca Yüce Allah onlara pek yakın olduğunu ve hesabı da pek çabuk göreceğini haber vermektedir ki onlar Allah’ın kendilerine vaadettiğinin, geç gelecek bir şey olduğunu sanmasınlar. Çünkü gelecek ve gerçekleşmesi muhakkak olan her bir şey, pek yakın demektir.
#
{200} ثم حض المؤمنين على ما يوصلهم إلى الفلاح، وهو الفوز بالسعادة والنجاح، وأن الطريق الموصل إلى ذلك لزوم الصبر: الذي هو حبس النفس على ما تكرهه من ترك المعاصي ومن الصبر على المصائب وعلى الأوامر الثقيلة على النفوس، فأمرهم بالصبر على جميع ذلك. والمصابرة: هي الملازمة والاستمرار على ذلك على الدوام، ومقاومة الأعداء في جميع الأحوال. والمرابطة: وهو لزوم المحل الذي يُخاف من وصول العدو منه وأن يراقبوا أعداءهم ويمنعوهم من الوصول إلى مقاصدهم، لعلهم يفلحون: يفوزون بالمحبوب الديني والدنيوي والأخروي وينجون من المكروه كذلك. فعلم من هذا أنه لا سبيل إلى الفلاح بدون الصبر والمصابرة والمرابطة المذكورات، فلم يفلح مَنْ أفلح إلا بها ولم يفت أحداً الفلاحُ إلا بالإخلال بها أو ببعضها.
200. Daha sonra Yüce Allah mü’minleri kurtuluşa ulaştıracak olan şeyleri yapmaya teşvik etmektedir. Kurtuluş (felah) ise kişinin mutluluğa kavuşması ve başarılı olması demektir. Ona ulaştıran yol ise sabırdan ayrılmamaktır. "Sabır ise kişinin nefsini hoşlanmadığı konularda kontrol altında tutmasıdır bu da günahları terk etmek, musibetlere katlanmak ve nefislere ağır gelen emirlerde sebat göstermek şeklinde olur. İşte Yüce Allah onlara bütün bu hallerde sabır göstermeyi emretmektedir. Sabır yarışı (musabere) ise bunu sürekli olarak yapmak, bu özelliği korumak ve bütün hallerde de düşmanlara karşı direnmek demektir. Ribat yapmak (murabata) ise düşmanın ulaşma ihtimali ve endişei bulunan yerden (özellikle sınır boylarından) ayrılmamak ve bu yerlerde düşmanlarını gözetleyerek onların maksatlarına ulaşmalarına engel olmaktır. Mü’minler bunları yerine getirmelidirler ki kurtuluşa erebilsinlir, yani dini, dünyevi ve uhrevi alanlarda sevdiklerini elde edip hoşlarına gitmeyen şeylerden kurtulsunlar. Buradan sözü geçen sabır, sabır yarışı ve ribatta bulunma olmaksızın kurtuluşa erme imkânı olmadığı anlaşılmaktadır. Kurtulanlar ancak bunlarla kurtulmuştur. Kurtuluş imkânını elden kaçıranlar da ancak bunları yerine getirmedikleri yahut bunların bir kısmını ihmal ettikleri için kaçırmışlardır. Muvaffakiyet Allah’tandır. İtaat etme gücü ve günahtan korunabilme imkânı ancak O’ndandır.
Âl-i İmran Sûresi’nin tefsiri burada sona ermektedir. Yüce Allah’a nimetleri dolayısı ile hamdeder, üzerimizdeki nimetlerini de tamamlamasını niyaz ederiz.
***