(Medine’de inmiştir, 176 âyettir)
{يَاأَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ وَخَلَقَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَبَثَّ مِنْهُمَا رِجَالًا كَثِيرًا وَنِسَاءً وَاتَّقُوا اللَّهَ الَّذِي تَسَاءَلُونَ بِهِ وَالْأَرْحَامَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلَيْكُمْ رَقِيبًا (1)}.
1- Ey insanlar! Sizi tek bir candan yaratan ve ondan da zevcesini var eden, her ikisinden de birçok erkek ve kadın türeten Rabbinizden korkun. Kendisi adına birbirinizden dileklerde bulunduğunuz Allah’tan ve akrabalık
(bağını kesmekten) sakının. Şüphesiz Allah üzerinizde tam bir gözetleyicidir.
#
{1} افتتحَ تعالى هذه السورةَ بالأمر بتقواه والحثِّ على عبادتِهِ والأمرِ بصلةِ الأرحام والحثِّ على ذلك، وبيَّن السبب الداعيَ الموجبَ لكلٍّ من ذلك، وأن الموجب لتقواه: لأنه ربُّكم {الذي خلقكم} ورزقكم وربَّاكم بنعمِهِ العظيمة التي من جملتها خَلْقُكم {من نفس واحدة} وجعل {منها زوجها} ليناسِبَها فيسكنَ إليها وتتمَّ بذلك النعمة ويحصل به السرور؛ وكذلك من الموجب الداعي لتقواه تساؤلُكم به وتعظيمكم، حتى إنكم إذا أردتم قضاء حاجاتكم ومآربكم؛ توسَّلتم بها بالسؤال [باللهِ]، فيقول من يريد ذلك لغيره: أسألك بالله أن تفعل الأمر الفلاني؛ لعلمه بما قام في قلبه من تعظيم الله الداعي أن لا يردَّ من سأله بالله؛ فكما عظَّمتموه بذلك؛ فلتعظِّموه بعبادتِهِ وتقواه. وكذلك الإخبار بأنه رقيبٌ؛ أي: مطَّلع على العباد في حال حركاتهم وسكونهم وسرِّهم وعلنهم وجميع الأحوال مراقباً لهم فيها، مما يوجب مراقبتَهُ وشدةَ الحياء منه بلزوم تقواه؛ وفي الإخبار بأنه خلقهم من نفس واحدة، وأنه بثَّهم في أقطار الأرض مع رجوعهم إلى أصل واحدٍ ليعطِّفَ بعضَهم على بعض، ويرقِّقَ بعضَهم على بعض.
وقرن الأمر بتقواه بالأمر ببرِّ الأرحام والنهي عن قطيعتها ليؤكد هذا الحق، وأنه كما يلزم القيام بحق الله كذلك يجب القيام بحقوق الخلق، خصوصاً الأقربين منهم، بل القيام بحقوقهم هو من حقِّ الله الذي أمر الله به. وتأمل كيف افتتح هذه السورةَ بالأمر بالتقوى، وصلة الأرحام، والأزواج عموماً، ثم بعد ذلك فصَّل هذه الأمور أتمَّ تفصيل من أول السورة إلى آخرها؛ فكأنها مبنيَّةٌ على هذه الأمور المذكورة، مفصِّلةٌ لما أُجْمِلَ منها، موضِّحةٌ لما أُبْهِمَ.
وفي قوله: {وخلق منها زوجها}: تنبيه على مراعاة حقِّ الأزواج والزوجات والقيام به؛ لكون الزوجات مخلوقاتٍ من الأزواج؛ فبينهم وبينهنَّ أقربُ نسب وأشدُّ اتصال وأوثق علاقة.
1. Şanı Yüce Allah bu sûrenin başında kendisinden korkmayı
(takvâyı) emretmekte, kendisine ibâdeti teşvik etmekte, akrabalık bağını gözetmeyi de emir ve teşvik etmektedir. Ayrıca bütün bunları gerektiren sebebi de açıklamıştır ki kendisinden korkmayı
(takvâyı) gerektiren sebebi şöyle beyan etmektedir:
“Sizi tek bir candan yaratan” ve size rızık verip sizi yaratmış olmasının da aralarında yer aldığı büyük nimetleri ile besleyip büyüten
“ve ondan da” birbirine münasib düşsünler ve eşi onunla sükûn bulsun, böylelikle de nimet tamamlansın ve mutluluk gerçekleşsin diye
“zevcesini var eden, her ikisinden de bir çok erkek ve kadın türeten Rabbinizden korkun.”
Sizin Allah adına birbirinizden bir şeyler istemeniz ve O’nu tazim etmeniz de O’ndan korkmayı gerektiren sebepler arasındadır. Öyle ki ihtiyaç ve maksatlarınızı gerçekleştirmek istediğiniz vakit O’nun adına, O’nu vesile edinerek birbirinizden birşeyler istemektesiniz.
Bu maksatla biri diğerine: Allah için senden şu işi yapmanı istiyorum, der. Çünkü o, karşısındakinin kalben Allah adına yapılan isteği geri çevirmeyecek derecede Allah’ı tâzim ettiğini bilmektedir. İşte sizler bu şekilde Allah’ı tazim ettiğiniz gibi, O’ndan korkmak
(takvâ) ve O’na ibâdet etmek ile de O’nu tazim etmelisiniz.
Yüce Allah, tam bir gözetleyici
(Rakib) olduğunu da bildirmiştir. Yâni O, hareket ve sükunet her bir hallerinde kullarını gören, gizli ve açık bütün hallerini bilen, bu hallerde onları gözetleyendir. İşte bu da kulun, O’nun gözetimi altında olduğunu bilerek O’na karşı takvâlı olmaktan ayrılmayıp O’ndan en ileri derecede utanması gerektiğini ifade etmektedir. Yüce Allah’ın insanları tek bir candan yarattığını ve tek bir asıldan gelmekle birlikte onları yeryüzünün dört bir yanına yaydığını haber vermesi de birbirlerine karşı şefkatli olmaları ve birinin diğerine yumuşak davranması içindir.
Yüce Allah kendisinden korkma
(takvâ) emri ile birlikte akrabalık bağlarını gözetme emrini de vermektedir. Akrabalık bağını kesmeyi ise yasaklamaktadır. Böylelikle bu hakkı daha bir pekiştirmektedir. Yüce Allah’ın hakkını yerine getirmek gerektiği gibi, insanların da özellikle de akraba olanların haklarını da öylece yerine getirmek gerekir. Hatta onların haklarını yerine getirmek Yüce Allah’ın yerine getirilmesini emrettiği ken hakları arasında yer alır.
Yüce Allah’ın bu sûrenin başında takvâ, akrabalık bağlarını ve genel olarak da eşler arasındaki hakları gözetme emrini verdikten sonra, bu hususları sûrenin başından sonuna kadar etraflı bir şekilde nasıl açıklamış olduğu dikkate değer bir husustur. Âdeta sûrenin tümü, sözü geçen bu hususlar üzerine kuruludur ve bu emirlerin mücmel
(genel ve özlü) yanlarını açıklamakta, üstü kapalı olan hususları da geniş geniş izah etmektedir.
Yüce Allah’ın: “ve ondan da zevcesini var eden” buyruğunda eşlerin karşılıklı olarak haklarına riâyet etmelerinin ve bu hakları yerine getirmenin gereğine dikkat çekilmektedir. Çünkü zevceler kocalarından yaratılmışlardır. Bu nedenle kocalarla zevceleri arasında çok yakın bir nesep bağı, çok güçlü bira yakınlık ve çok sağlam bir ilişki bulunmaktadır.
{وَآتُوا الْيَتَامَى أَمْوَالَهُمْ وَلَا تَتَبَدَّلُوا الْخَبِيثَ بِالطَّيِّبِ وَلَا تَأْكُلُوا أَمْوَالَهُمْ إِلَى أَمْوَالِكُمْ إِنَّهُ كَانَ حُوبًا كَبِيرًا (2)}.
2- Yetimlere, mallarını verin. Temizi murdar olanla değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin. Muhakkak bu, büyük bir günahtır.
#
{2} هذا أول ما أوصى به من حقوق الخلق في هذه السورة، وهم اليتامى الذين فقدوا آباءهم الكافلين لهم، وهم صغارٌ ضعافٌ، لا يقومون بمصالحهم، فأمر الرءوف الرحيم عباده أن يحسِنوا إليهم، وأن لا يَقْرَبوا أموالهم إلا بالتي هي أحسن، وأن يؤتوهم أموالهم ـ إذا بلغوا ورَشَدوا ـ كاملةً موفرةً، وأن لا يتبدلوا الخبيث الذي هو أكلُ مال اليتيم بغير حقٍّ {بالطيب} وهو الحلال الذي ما فيه حرجٌ ولا تَبِعة {ولا تأكلوا أموالهم إلى أموالكم}؛ أي: مع أموالكم، ففيه تنبيهٌ لقبح أكل مالِهم بهذه الحالة، التي هي قد استغنى بها الإنسان بما جعل الله له من الرزق في ماله؛ فمَنْ تجرَّأ على هذه الحالة؛ فقد أتى {حوباً كبيراً}؛ أي: إثماً عظيماً ووزراً جسيماً.
ومن استبدال الخبيث بالطيِّب أن يأخذ الوليُّ من مال اليتيم النفيسِ ويجعلَ بدلَه من ماله الخسيسَ.
وفيه الولايةُ على اليتيم؛ لأنَّ من لازم إيتاء اليتيم ماله ثبوتَ ولاية المؤتي على ماله. وفيه الأمرُ بإصلاح مال اليتيم؛ لأنَّ تمام إيتائِهِ مالَه حفظُه والقيامُ به بما يصلحه ويُنَمِّيه وعدم تعريضه للمخاوف والأخطار.
2. Yüce Allah bu âyet-i ile bu sûrede insanların hakları arasında ilk olarak yetimlerin haklarının yerine getirilmesini emretmektedir. Yetimler; bakımlarını üstlenen babalarını yitirmiş küçük, zayıf ve kendi işlerini göremeyen kimselerdir. İşte son derece şefkatli
(Raûf) ve merhametli olan Yüce Allah kullarına, yetimlere iyilikte bulunmalarını ve en güzel yoldan olması müstesna onların mallarına yaklaşmamalarını, ergenlik çağına gelip reşid oldukları takdirde de mallarını tam ve eksiksiz olarak onlara vermelerini,
temizi pis olanla değiştirmemeyi emretmektedir:
“Temizi” yani herhangi bir sorumluluk ve günah gerektirmeyen helâli “murdar olanla” yani haksız yere yetimin malını yemekle
“değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza katarak” mallarınızla birlikte
“yemeyin.” Bu buyruk böyle bir durumda, yâni insanın, Allah’ın kendisine rızık olarak ihsan ettiği mal varken, yetimin malına da ihtiyacı yokken onların mallarını yemenin ne kadar çirkin olduğuna dikkat çekmektedir. Her kim böyle bir işe kalkışma cesaretini gösterecek olursa “büyük bir günah” işlemiş, ağır bir vebal yüklenmiş olur. Yetimin velisinin, yetimin iyi mallarını alarak onun yerine kendi malından bayağı ve adi olan bir malı koyması da temizi murdar olanla değiştirmek kabilindendir.
Bu buyrukta yetimin velâyet altında tutulması da söz konusu edilmektedir. Çünkü yetime malını verme görevi, o malı veren kimsenin yetimin malı üzerinde velayet sahibi olmasını gerektirir. Yine bu buyrukta yetimin malının ıslah edilme emri de vardır. Çünkü yetime malını eksiksiz vermenin bir gereği de onu korumak, yetimin malını ıslah edip onu artıracak işleri yapmak, onun malını tehlikelere ve âkıbetinden korkulacak hallere maruz bırakmamaktır.
{وَإِنْ خِفْتُمْ أَلَّا تُقْسِطُوا فِي الْيَتَامَى فَانْكِحُوا مَا طَابَ لَكُمْ مِنَ النِّسَاءِ مَثْنَى وَثُلَاثَ وَرُبَاعَ فَإِنْ خِفْتُمْ أَلَّا تَعْدِلُوا فَوَاحِدَةً أَوْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُكُمْ ذَلِكَ أَدْنَى أَلَّا تَعُولُوا (3) وَآتُوا النِّسَاءَ صَدُقَاتِهِنَّ نِحْلَةً فَإِنْ طِبْنَ لَكُمْ عَنْ شَيْءٍ مِنْهُ نَفْسًا فَكُلُوهُ هَنِيئًا مَرِيئًا (4)}.
3- Eğer yetim kızlara
(onlarla evlendiğiniz takdirde) adaletli davranamayacağınızdan korkarsanız, size helâl olan beğendiğiniz kadınlardan ikişer, üçer ve dörder olmak üzere nikâhlayın. Şâyet adaletli olamayacağınızdan korkarsanız o zaman bir tane ile yahut sahibi olduğunuz
(cariyelerle) yetinin. Bu, haksızlık yapmamanız için daha uygundur.
4- Kadınlara mehirlerini gönül hoşluğu ile verin. Bununla beraber onlar, gönül hoşluğu ile size onun bir kısmını bağışlarlarsa onu da afiyetle yiyin.
#
{3} أي: وإن خفتم ألا تعدلوا في يتامى النساء [اللاتي] تحت حُجوركم وولايتكم، وخفتم أن لا تقوموا بحقِّهن لعدم محبتكم إياهنَّ، فاعدلوا إلى غيرهنَّ وانكحوا {ما طاب لكم من النساء}؛ أي: ما وقع عليهن اختياركم من ذوات الدين والمال والجمال والحَسَب والنَّسَب وغير ذلك من الصفات الداعية لنكاحهنَّ؛ فاختاروا على نظركم، ومن أحسن ما يُختار من ذلك صفة الدين؛ كما قال النبي - صلى الله عليه وسلم -: «تُنْكَحُ المرأةُ لأربع: لمالِها ولِجمالِها ولحسبِها ولدينِها؛ فاظفرْ بذاتِ الدينِ تَرِبَتْ يمينُك». وفي هذه الآية أنه ينبغي للإنسان أن يختار قبل النكاح، بل قد أباح له الشارعُ النظرَ إلى مَنْ يريد تزوجها؛ ليكون على بصيرة من أمره.
ثم ذكر العدد الذي أباحه من النساء، فقال: {مثنى وثلاث ورباع}، أي: من أحب أن يأخذ ثنتين؛ فليفعل، أو ثلاثاً؛ فليفعل، أو أربعاً؛ فليفعل، ولا يزيد عليها؛ لأن الآية سيقت لبيان الامتنان؛ فلا يجوز الزيادة على غير ما سمى الله تعالى إجماعاً، وذلك لأن الرجل قد لا تندفع شهوتُه بالواحدة، فأبيح له واحدة بعد واحدة، حتى تبلغ أربعاً؛ لأن في الأربع غُنيةً لكل أحد إلا ما ندر، ومع هذا؛ فإنما يباح له ذلك إذا أمن على نفسه الجَوْر والظلم ووثق بالقيام بحقوقهن؛ فإن خاف شيئاً من هذا؛ فليقتصر على واحدة أو على ملك يمينه؛ فإنه لا يجب عليه القَسْم في ملك اليمين، {ذلك}؛ أي: الاقتصار على واحدة أو ما ملكتِ اليمينُ {أدنى ألاَّ تعولوا}؛ أي: تظلموا، وفي هذا أنَّ تعرَّضَ العبد للأمر الذي يُخافُ منه الجورُ والظلم وعدم القيام بالواجب ولو كان مباحاً؛ أنه لا ينبغي له أن يتعرَّضَ له، بل يلزم السعةُ والعافيةُ؛ فإنَّ العافية خير ما أعطي العبد.
3.
“Eğer yetim kızlara (onlarla evlendiğiniz takdirde) adaletli davranamayacağınızdan korkarsanız” Yâni himayeniz ve velâyetiniz altında bulunan yetim kızlar hakkında adaleti sağlayamayacağınızdan, onları sevmediğinizden ötürü haklarını yerine getiremeyeceğinizden korkarsanız, onları bırakın ve
“size helâl olan beğendiğiniz” başka
“kadınlardan... nikâhlayın” Yâni dine bağlılık, mal, güzellik, mevki ve neseb sahibi olmak ve bunun dışında onları nikâhlamanızı gerektiren diğer özelliklere sahip olan kadınlardan beğendiklerinizle evlenin. Kendi görüşünüze göre tercihte bulunun. Bunlar arasında tercihe değer en güzel özellik ise dindar olmadır.
Nitekim Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in de şöyle buyurmuştur: “Kadın dört şey dolayısı ile nikâhlanır: Malı, güzelliği, konumu ve dinine bağlılığı dolayısı ile. Sen dindar olanını nikâhlamaya bak!.”
Bu âyet-i kerimede insanın nikâhtan önce seçimde bulunması gerektiği belirtilmektedir. Hatta Şar’î evlenmek istenilen kadına bakmayı da mubah kılmıştır. Tâ ki evlenecek kişi kiminle evleneceği konusunda basiret sahibi olsun.
Daha sonra Yüce Allah nikâhlanması mubah olan kadınların sayısını söz konusu ederek: “İkişer, üçer, dörder olmak üzere...” buyurmuştur. Yâni iki hanım almak isteyen alsın, üç hanım almak isteyen alsın, dört hanım almak isteyen alsın. Ancak bundan fazlası ile evlenemez. Çünkü âyet-i kerime ilâhi lütfu beyan etmek için zikredilmektedir. O bakımdan Yüce Allah’ın belirlediği bu sayıdan fazlası ile evlenmek icmâ ile câiz değildir. Çok evliliğin sebebine gelince, kişinin arzusu kimi zaman tek bir kadın ile karşılanamaz. O bakımdan dörde ulaşıncaya kadar ona evlenmek mubah kılınmıştır. Çünkü dört kadın -çok nadir kimseler dışında- herkese yeterli gelir.
Bununla birlikte birden fazla kadınla evlenmenin mubah olması kişinin haksızlık ve zulüm yapmayacağından emin olması, her birinin haklarını gereği gibi yerine getireceğine güvenmesi halinde mubahtır. Eğer herhangi bir şekilde zulümden korkar yahut haklarnı yerine getirmekten yana kendisine güvenemeyecek olursa ya tek bir kadın ile evlenmekle yetinmelidir yahut da sahip olduğu cariyeleri ile yetinmelidir. Çünkü cariyeler hakkında hür kadınlar hakkındaki kadar mükellefiyet yoktur.
“Bu” yâni tek bir kadınla yahut cariye ile yetinmek “haksızlık yapmamanız” zulme düşmemeniz
“için daha uygundur.” Buna göre kul eğer zulüm ve haksızlık yapmaktan, görevini yerine getirememekten korktuğu bir iş ile karşı karşıya kalırsa -yapacağı iş mubah olsa bile- böyle bir işi yapmaya kalkışmamalıdır. Aksine o işten uzak kalmayı ve esenlik yolunu seçmelidir. Çünkü esenliğe kavuşmak, kula ihsan edilen şeylerin en hayırlısıdır.
#
{4} ولما كان كثير من الناس يظلمون النساء ويهضمونهنَّ حقوقَهنَّ، خصوصاً الصداق الذي يكون شيئاً كثيراً ودفعةً واحدةً يشقُّ دفعُه للزوجةِ؛ أمرهم وحثَّهم على إيتاء النساء {صَدُقاتهنَّ}، أي: مهورهنَّ {نِحْلَةً}؛ أي: عن طيب نفس وحال طمأنينة؛ فلا تمطلوهنَّ أو تبخسوا منه شيئاً؛ وفيه أن المهر يُدْفَع إلى المرأة إذا كانت مكلفةً، وأنها تملكه بالعقد؛ لأنه أضافه إليها، والإضافة تقتضي التمليك؛ {فإن طبن لكم عن شيء منه}؛ أي: من الصداق {نفساً}؛ بأن سَمَحْنَ لكم عن رضا واختيار بإسقاط شيء منه أو تأخيره أو المعاوضة عنه؛ {فكلوه هنيئاً مريئاً}؛ أي: لا حرج عليكم في ذلك ولا تَبِعَة. وفيه دليل على أن للمرأة التصرف في مالها ولو بالتبرع إذا كانت رشيدةً؛ فإن لم تكن كذلك؛ فليس لعطيَّتِها حكم، وأنه ليس لوليها من الصداق شيء غير ما طابت به. وفي قوله: {فانكحوا ما طاب لكم من النساء}: دليلٌ على أن نكاح الخبيثة غير مأمور به، بل منهيٌّ عنه كالمشركة وكالفاجرة؛ كما قال تعالى: {ولا تنكحوا المشركات حتى يؤمنَّ}، وقال: {الزانية لا ينكحها إلا زانٍ أو مشركٌ}.
4. İnsanların pek çoğu kadınlara zulmettiği ve mehir konusunda onlara haksızlık ettiği için -özellikle çok miktarda ve bir defada verilen ve kocanın ödemekte zorluk çektiği mehirlerde durum böyledir-
Yüce Allah şöyle emretmektedir: “Kadınlara mehirlerini gönül hoşluğu” gönül rızasıyla ve içten gelerek
“verin.” Onlara mehirlerini vermeyi savsaklamayın yahut onu eksik vermeye kalkışmayın. Buradan anlaşıldığına göre eğer kadın mükellef ise mehir kadının kendisine verilir ve kadın bu mehire nikah akdi ile mâlik olur. Çünkü Yüce Allah mehri kadına izafe etmektedir. İzafe ise buu, onun mülkiyetine vermeyi gerektirmektedir.
“Bununla beraber onlar, gönül hoşluğu ile size onun bir kısmını bağışlarlarsa” yâni kendi rızaları ve kendi irâdeleri ile mehirlerinin bir bölümünü düşürmek yahut ertelemek yahut karşılıksız olarak bağışlamak sureti ile almayacak olurlarsa
“onu da afiyetle yiyin” yâni bu konuda sizin için herhangi bir vebal ve sorumluluk yoktur. Bu buyrukta kadının reşid olması halinde -bağış yoluyla dahi olsa- malında tasarruf yetkisine sahip olduğuna delil vardır. Eğer kadın reşid değilse o takdirde onun yapacağı bu bağışın bir hükmü olmaz. Yine bu buyruktan anlaşıldığına göre kadının velisinin -kadının gönül hoşluğu ile verdikleri müstesna- kadının mehrinde hiçbir hak sahibi olmadığına da delil vardır.
Yüce Allah’ın: “Size helâl olan beğendiğiniz kadınlardan... nikâhlayın” buyruğunda helâl olmayan kadının nikâhlanmasının yasaklandığına delil vardır. Mesela müşrik veya ahlaksız kadın gibi.
Nitekim Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: “Müşrik kadınları iman etmedikçe nikâhlamayın.” (el-Bakara, 2/221) Yine bir başka yerde de:
“Zina eden kadını da ancak zina eden veya müşrik olan bir erkek nikâhlar” (en-Nur, 24/3) buyrulmaktadır.
{وَلَا تُؤْتُوا السُّفَهَاءَ أَمْوَالَكُمُ الَّتِي جَعَلَ اللَّهُ لَكُمْ قِيَامًا وَارْزُقُوهُمْ فِيهَا وَاكْسُوهُمْ وَقُولُوا لَهُمْ قَوْلًا مَعْرُوفًا (5)}.
5- Allah’ın sizin için geçimlik kıldığı mallarınızı sefihlere vermeyin. Onlara bu
(mal)lardan yedirin ve giydirin. Bir de onlara güzel söz söyleyin.
#
{5} السفهاء: جمع سفيه، وهو من لا يحسن التصرف في المال: إما لعدم عقله كالمجنون والمعتوه ونحوهما، وإما لعدم رشده؛ كالصغير وغير الرشيد، فنهى الله الأولياء أن يؤتوا هؤلاء أموالَهم خشيةَ إفسادها وإتلافها؛ لأنَّ الله جعل الأموال قياماً لعباده في مصالح دينهم ودنياهم، وهؤلاء لا يُحْسِنُون القيام عليها وحفظَها، فأمر الله الولي أن لا يؤتيهم إياها، بل يرزقهم منها ويكسوهم ويبذل منها ما يتعلَّق بضروراتهم وحاجاتهم الدينيَّة والدنيويَّة، وأن يقولوا لهم قولاً معروفاً؛ بأن يعدوهم إذا طلبوها أنهم سيدفعونها لهم بعد رُشْدِهم ونحوِ ذلك، ويلطفوا لهم في الأقوال جبراً لخواطرهم.
وفي إضافته تعالى الأموال إلى الأولياء إشارة إلى أنه يجب عليهم أن يعملوا في أموال السفهاء ما يفعلونه في أموالهم من الحفظ والتصرف وعدم التعريض للأخطار.
وفي الآية دليل على أن نفقة المجنون والصغير والسفيه في مالهم إذا كان لهم مال، لقوله: {وارزقوهم فيها واكسوهم}.
وفيه دليلٌ على أنَّ قول الوليِّ مقبول فيما يدعيه من النفقة الممكنة والكسوة؛ لأن الله جعله مؤتَمَناً على مالهم، فلزم قبول قول الأمين.
5.
“Sefih”, deli, bunak vb. kimselerde olduğu gibi akıl yetersizliği yahut da küçük ve reşit olmayan çocuklarda olduğu gibi olgunluğa erişmemiş olmak gibi nedenlerden dolayı malda gereği gibi uygun tasarrufta bulunamayan kimse demektir. İşte Şanı Yüce Allah, velilere böylelerine mallarını vermelerini yasaklamaktadır. Çünkü mallarını ifsad ve telef etmelerinden korkulur. Halbuki Yüce Allah malları, kullarının din ve dünya maslahatlarını ayakta tutmaya sebep kılmıştır. Böyleleri ise mallarını gereği gibi idare edip koruyamazlar. O bakımdan Yüce Allah bu kimselere mallarının verilmemesini, bunun yerine o mallardan onların yiyeceklerinin ve giyeceklerinin temin edilmesini, dini ve dünyevi zorunluluklarla ihtiyaçlarını ilgilendiren harcamaların yapılmasını emretmektedir. Bir de onlara güzel söz söylenmesini, yâni mallarını isteyecek olurlarsa, onlara reşid olmalarından sonra mallarını kendilerine vereceklerini vaadederek ve benzeri uygun sözler söyleyerek gönüllerini hoş etmek maksadı güzel karşılık vermelerini emretmektedir.
Allah Teala’nın malları velilere izafe etmesinde onların, sefihlerin mallarını koruma, onlarda tasarrufta bulunma ve onları tehlikelerden koruma konusunda onlarda kendi malları gibi muamele etmeleri gerektiğine işaret vardır.
Bu ayette delinin, küçük çocuğun ve reşit olmayanların nafakasının -şâyet kendilerine ait malları varsa- kendi mallarından karşılanacağına delil vardır. Çünkü Yüce Allah: “Onlara bu (mal)lardan yedirin ve giydirin” buyurmaktadır. Yine bu buyrukta velinin makul harcama ve giyim masrafları ile ilgili yaptığını iddia ettiği masraflara dair sözünün kabul edileceğine delil vardır. Çünkü Yüce Allah velileri bu gibi kimselerin malları üzerinde emin kabul etmiştir. O bakımdan emin kabul edilen kimsenin sözünün de kabul edilmesi gerekmektedir.
{وَابْتَلُوا الْيَتَامَى حَتَّى إِذَا بَلَغُوا النِّكَاحَ فَإِنْ آنَسْتُمْ مِنْهُمْ رُشْدًا فَادْفَعُوا إِلَيْهِمْ أَمْوَالَهُمْ وَلَا تَأْكُلُوهَا إِسْرَافًا وَبِدَارًا أَنْ يَكْبَرُوا وَمَنْ كَانَ غَنِيًّا فَلْيَسْتَعْفِفْ وَمَنْ كَانَ فَقِيرًا فَلْيَأْكُلْ بِالْمَعْرُوفِ فَإِذَا دَفَعْتُمْ إِلَيْهِمْ أَمْوَالَهُمْ فَأَشْهِدُوا عَلَيْهِمْ وَكَفَى بِاللَّهِ حَسِيبًا (6)}.
6- Yetimleri evlilik çağına erişinceye kadar sınayın. Şâyet onlarda bir reşidlik görürseniz mallarını kendilerine teslim edin. Büyüyecekler
(de mallarını alacaklar) diye onları israf ederek ve tez elden yemeyin. Zengin olan gözütok davransın, fakir olan da örfe uygun yesin. Mallarını kendilerine teslim ettiğiniz zaman da onlara karşı şahit bulundurun. Hesap sorucu olarak Allah yeter.
#
{6} الابتلاء هو: الاختبار والامتحان، وذلك بأن يُدْفَعَ لليتيم المقارب للرشد الممكن رشده شيء من ماله، ويتصرف فيه التصرف اللائق بحاله، فيتبين بذلك رشده من سفهه؛ فإن استمر غير محسن للتصرف؛ لم يدفع إليه ماله، بل هو باق على سفهه، ولو بلغ عمراً كثيراً؛ فإن تبيَّن رشدُه وصلاحُه في ماله وبلغ النكاح؛ {فادفعوا إليهم أموالهم} كاملة موفرة، {ولا تأكلوها إسرافاً}؛ أي: مجاوزة للحدِّ الحلال الذي أباحه الله لكم من أموالكم إلى الحرام الذي حرمه الله عليكم من أموالهم؛ {وبِداراً أن يكبروا}، أي: ولا تأكلوها في حال صغرهم التي لا يمكنهم فيها أخذها منكم، ولا منعكم من أكلها تبادرون بذلك أن يكبروا فيأخذوها منكم ويمنعوكم منها، وهذا من الأمور الواقعة من كثير من الأولياء الذين ليس عندهم خوف من الله ولا رحمة ومحبة للمولَّى عليهم، يرون هذه الحالَ حالَ فرصةٍ، فيغتنمونها ويتعجلون ما حرم الله عليهم، فنهى الله تعالى عن هذه الحالة بخصوصها.
6. Sınamaktan kasıt, denemek ve imtihan etmek demektir. Bu da reşidliği yaklaşmış ve olgun davranması mümkün görülen yetine malından bir miktar verilerek yapılır. Böylece malında haline uygun bir şekilde tasarrufta bulunup bulunmadığı ortaya konmuş olur. Bu sayede onun reşid olup olmadığı ortaya çıkar. Eğer hala malında güzel tasarrufta bulunamıyorsa malı ona verilmez, aksine o kimsenin yaşı oldukça ilerlese dahi
“sefih” sayılır. Şâyet reşid olduğu ve malında uygun tasarrufta bulunduğu ortaya çıkar ve evlenecek çağa da gelirse o takdirde “mallarını kendilerine teslim edin”, eksiksiz olarak verin.
“Büyüyecekler (de mallarını alacaklar) diye onları israf ederek ve tez elden yemeyin.” Allah’ın sizin için mubah kıldığı helâl sınırı aşarak Yüce Allah’ın size helâl kıldığı mallarınızı bırakıp onların mallarından size haram kıldığı sınıra geçmeyin. Onlar mallarını sizden alma imkanını bulamayacakları, sizi kendi mallarını yemekten de engelleyemeyecekleri küçüklük çağlarında iken, acele ederek onlar büyümeden önce mallarını yiyip tüketmeye kalkışmayın. Buna benzer haller, Allah’tan korkmayan, velâyetleri altında bulunanlara da merhamet ve sevgileri bulunmayan birçok veli kimsede görülmektedir. Onlar bu durumu bir fırsat olarak değerlendirirler. Onu ganimet belleyerek Allah’ın kendilerine haram kıldığı o malları çabucak yiyip tüketmeye bakarlar. İşte Yüce Allah özellikle böyle bir halde bu yasağı getirmektedir.
{لِلرِّجَالِ نَصِيبٌ مِمَّا تَرَكَ الْوَالِدَانِ وَالْأَقْرَبُونَ وَلِلنِّسَاءِ نَصِيبٌ مِمَّا تَرَكَ الْوَالِدَانِ وَالْأَقْرَبُونَ مِمَّا قَلَّ مِنْهُ أَوْ كَثُرَ نَصِيبًا مَفْرُوضًا (7)}.
7- Erkekler için baba ve anne ile yakın akrabaların bıraktıklarından bir pay olduğu gibi kadınlar için de baba ve anne ile yakın akrabaların bıraktıklarından -az ya da çok- bir pay vardır. Bu farz kılınmış bir paydır.
#
{7} كان العرب في الجاهلية من جبريَّتِهم وقسوتهم لا يورِّثون الضعفاء كالنساء والصبيان، ويجعلون الميراث للرجال الأقوياء؛ لأنهم بزعمهم أهل الحرب والقتال والنهب والسلب، فأراد الرب الرحيم الحكيم أن يشرع لعباده شرعاً يستوي فيه رجالهم ونساؤهم وأقوياؤهم وضعفاؤهم، وقدم بين يدي ذلك أمراً مجملاً لتتوطَّن على ذلك النفوس فيأتي التفصيل بعد الإجمال قد تشوقت له النفوس وزالت الوحشة التي منشؤها العادات القبيحة، فقال: {للرجال نصيب}؛ أي: قسط وحصة، {مما ترك}؛ أي: خلَّفَ، {الوالدان}؛ أي: الأب والأم، {والأقربون}؛ عموماً بعد خصوص، {وللنساء نصيب مما ترك الوالدان والأقربون}، فكأنه قيلَ: هل ذلك النصيب راجعٌ إلى العُرف والعادة وأن يرضخوا لهم ما يشاؤون أو شيئاً مقدَّراً؟ فقال تعالى: {نصيباً مفروضاً}؛ أي: قد قدَّره العليم الحكيم. وسيأتي إن شاء الله تقدير ذلك. وأيضاً؛ فهنا توهُّم آخر: لعل أحداً يتوهَّم أن النساء والولدان ليس لهم نصيب إلا من المال الكثير، فأزال ذلك بقوله: {مما قلَّ منه أو كَثُر}؛ فتبارك الله أحسن الحاكمين.
7. Araplar cahiliye döneminde zorbalıkları ve katı kalplilikleri dolayısı ile kadınlar ve küçük çocuklar gibi güçsüz kimseleri mirasçı kabul etmez, onlara mirastan bir şey vermezlerdi. Mirası yalnızca güçlü erkeklere tahsis ederlerdi. Çünkü - iddialarına göre- erkekler savaş, çarpışma, talan ve baskın yapmaya ehil kimselerdi.
Merhameti ve hikmeti sonsuz olan yüce Rabbimiz ise kullarına erkeklerin ve kadınların, güçlülerin ve zayıfların eşitlikle muamele görecekleri bir hüküm koymayı irâde buyurdu. Bundan önce de nefislerin bu emirleri rahatlıkla kabul edebilmeleri için özlü bir açıklamada bulundu. Çünkü etraflı açıklamalar bu özlü ifadelerden sonra gelir. Esasen nefisler de böyle bir açıklamayı beklemekte idi. Böylece çirkin adetlerin kaynaklık ettiği o barbarlık hali sona ermiş oldu.
İşte bu bakımdan Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Erkekler için baba ve anne ile yakın akrabaların” özel yakınlar olan ana-babadan sonra genel bir ifade kullanılmıştır
“bıraktıklarından bir pay” bir hisse
“olduğu gibi kadınlar için de baba ve anne ile yakın akrabaların bıraktıklarından -az ya da çok- bir pay vardır.”
Sanki: Acaba bu pay örfe ve âdete bağlı bir pay mıdır ve bunlara istenilen miktarda bir pay mı verilecektir yoksa bu miktarı belli bir şey midir? diye farazi bir soru varid olmuştur ve Yüce Allah da cevaben:
“Bu, farz kılınmış bir paydır” buyurmuştur. Yâni bu miktarı her şeyi bilen ve hikmeti sonsuz olan Allah takdir edilmiş bir paydır. Yüce Allah’ın izni ile bu miktara dair açıklamalar ilerde gelecektir. Yine burada da bir kimse,
kadınlarla çocukların ancak çok miktardaki malda paylarının olabileceği vehmine kapılabilme ihtimali olduğu için Yüce Allah devamla: “az ya da çok” buyurarak böyle bir vehmi ortadan kaldırmaktadır.
Yüce Allah’ın şanı yücedir, O, en güzel hüküm koyandır.
{وَإِذَا حَضَرَ الْقِسْمَةَ أُولُو الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينُ فَارْزُقُوهُمْ مِنْهُ وَقُولُوا لَهُمْ قَوْلًا مَعْرُوفًا (8)}.
8-
(Miras) paylaşımı sırasında yakınlar, yetimler ve yoksullar da hazır bulunurlarsa onları o maldan nasiplendirin ve onlara güzel sözler söyleyin.
#
{8} وهذا من أحكام الله الحسنة الجليلة الجابرة للقلوب، فقال: {وإذا حضر القسمة}؛ أي: قسمة المواريث، {أولو القربى}؛ أي: الأقارب غير الوارثين بقرينة قوله: {القسمة}؛ لأن الوارثين من المقسوم عليهم، {واليتامى والمساكين}؛ أي: المستحقون من الفقراء؛ {فارزقوهم منه}؛ أي: أعطوهم ما تيسَّر من هذا المال الذي جاءكم بغير كدٍّ ولا تعب ولا عَناءٍ ولا نَصَبٍ؛ فإنَّ نفوسَهم متشوفةٌ إليه وقلوبَهم متطلعةٌ؛ فاجبُروا خواطرهم بما لا يضركم وهو نافعهم. ويؤخذ من المعنى أنَّ كل مَنْ له تطلُّع وتشوُّف إلى ما حضر بين يدي الإنسان ينبغي له أن يعطِيَهُ منه ما تيسَّر؛ كما كان النبي - صلى الله عليه وسلم - يقول: «إذا جاء أحدكم خادمه بطعامه؛ فليُجْلِسْه معه؛ فإن لم يُجْلِسْه معه؛ فليناوله لقمة أو لقمتين» ، أو كما قال. وكان الصحابة رضي الله عنهم إذا بدأت باكورة أشجارهم؛ أتوا بها رسول الله - صلى الله عليه وسلم -، فَبَرَّكَ عليها، ونظر إلى أصغر وليد عنده، فأعطاه ذلك؛ علماً منه بشدة تشوفه لذلك، وهذا كله مع إمكان الإعطاء؛ فإن لم يمكن ذلك لكونه حقَّ سفهاء أو ثَمَّ أهمُّ من ذلك؛ فليقولوا لهم {قولاً معروفاً}؛ يردُّونهم ردًّا جميلا بقول حسن غير فاحش ولا قبيح.
8. Bu da Yüce Allah’ın kalpleri hoşnut eden oldukça üstün ve güzel hükümlerinden birisidir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “(Miras) paylaşımı sırasında yakınlar” buradaki
“paylaşım” ifadesi gereği bu yakınlardan kasıt, mirasçı olmayan akrabalardır. Zira mirasçılar kendilerine paylaşım yapılan kimseler arasındadırlar. “yetimler ve yoksullar” yâni kendilerine bir şeyler verilme hakkına sahip olan fakirler de
“hazır bulunurlarsa onları o maldan nasiplendirin” yâni herhangi bir çaba, gayret ve yorgunluk söz konusu olmaksızın elinize geçen bu maldan kolayınıza gelen bir şeyler verin. Çünkü onların canları da böyle bir malı çekmekte ve bir şeyler verilmesini beklemektedirler. Sizler de size zarar vermeyecek ve onlara da fayda sağlayacak bir miktarı vermek sureti ile gönüllerini hoş edin.
Bu buyruğun anlamından anlaşıldığına göre bir kimsenin elinde bulunan bir şeyi bir başkası görür de ondan bir şeyler arzuladığı fark edilirse ona mümkün mertebe bir şeyler vermek gerekir.
Nitekim Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur: “Sizden herhangi birisine hizmetçi yemeğini getirecek olursa onu kendisi ile birlikte oturtsun. Kendisi ile birlikte oturtmayacak olursa bile ona bir yahut iki lokma veriversin.”
Ashab-ı Kiram da ağaçlarından ilk mahsulleri topladıkları vakit onu Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e getirir, o da onlara bereket ihsan edilmesi için duada bulunur sonra da orada bulunan en küçük çocuğu bulup o meyveyi ona verirdi. Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem o küçük çocuğun bunu iştiyakla arzuladığını bilirdi.
Bütün bunlar ise vermenin mümkün olması halinde söz konusudur. Şâyet böyle bir şeye imkan bulunmazsa -mesela o, sefih kimselerin hakkı olabilir yahut da daha önemli bir durum söz konusu olabilir- o takdirde böylelerine “güzel söz” söylenmelidir. Yani güzel sözle, çirkin ve kötü olmayan ifadelerle ve iyilikle onlara karşılık vermek gerekir.
{وَلْيَخْشَ الَّذِينَ لَوْ تَرَكُوا مِنْ خَلْفِهِمْ ذُرِّيَّةً ضِعَافًا خَافُوا عَلَيْهِمْ فَلْيَتَّقُوا اللَّهَ وَلْيَقُولُوا قَوْلًا سَدِيدًا (9) إِنَّ الَّذِينَ يَأْكُلُونَ أَمْوَالَ الْيَتَامَى ظُلْمًا إِنَّمَا يَأْكُلُونَ فِي بُطُونِهِمْ نَارًا وَسَيَصْلَوْنَ سَعِيرًا (10)}.
9- Arkalarında, kendileri hakkında endişe edecekleri âciz ve küçük çocuklar bırakacak olanlar korksunlar da Allah’a karşı takvâlı olsunlar ve doğru söz söylesinler.
10- Şüphe yok ki yetimlerin mallarını zulümle yiyenlerin yiyip de karınlarına
(doldurdukları şey) ancak ateştir. Onlar alevli bir ateşe de gireceklerdir.
#
{9} قيل: إن هذا خطاب لمن يحضُرُ من حَضَرَهُ الموت، وأجنف في وصيته أن يأمره بالعدل في وصيته والمساواة فيها؛ بدليل قوله: {وليقولوا قولاً سديداً}؛ أي: سداداً موافقاً للقسط والمعروف، وأنهم يأمرون من يريد الوصية على أولاده بما يحبُّون معاملةَ أولادهم بعدهم. وقيل: إن المراد بذلك أولياء السفهاء من المجانين والصغار والضعاف أن يعاملوهم في مصالحهم الدينية والدنيوية بما يحبون أن يعامل به مَنْ بعدهم مِنْ ذُرِّيَّتهم الضعاف؛ {فليتقوا الله}: في ولايتهم لغيرهم؛ أي: يعاملونهم بما فيه تقوى الله من عدم إهانتهم والقيام عليهم وإلزامهم لتقوى الله.
9. Bir görüşe göre burada hitap, ölümü yaklaşmış ve vasiyetinde haksızlıkta bulunmuş kimselerin yanında hazır bulunan kimseleredir. Böyle bir kimsenin yanında hazır bulunanlar ölmek üzere olan kimseye vasiyetinde adaletli davranmasını ve bu konuda eşitliğe riâyet etmesini emretmelidirler.
Buna delil ise Yüce Allah’ın: “doğru söz söylesinler” buyruğudur. Yâni adalete ve örfe uygun doğru söz söylesinler. Bunlar çocukları aleyhine vasiyette bulunmak isteyen kimseye kendilerinden sonra kendi çocuklarına yapılmasını istedikleri muameleye uygun şekilde vasiyet etmesini salık vermelidirler.
Bir diğer görüşe göre bu buyruk ile kast edilenler deli, küçük ve zayıf gibi sefihlere velilik eden kimselerdir. Bu velilere, velâyetleri altında bulunan kimselere dini ve dünyevi maslahatları hakkında, geride bırakacakları kendi güçsüz evlatlarına yapılmasını arzuladıkları muamele ne ise öylece davranmaları emredilmektedir. O halde onlar başkalarının üzerindeki velayetlerinde
“Allah’a karşı takvâlı olsunlar” yâni onları küçük düşürmemek, onların işlerini çekip çevirmek ve onları Allah’a karşı takvâlı davranmaya teşvik etmek şekilde takvâlı kimselere yakışan tarzda davransınlar.
#
{10} ولما أمرهم بذلك زجرهم عن أكل أموال اليتامى وتوعَّد على ذلك أشد العذاب، فقال: {إنَّ الذين يأكلون أموال اليتامى ظلماً}؛ أي: بغير حق، وهذا القيد يخرُجُ به ما تقدَّم من جواز الأكل للفقير بالمعروف، ومن جواز خلط طعامهم بطعام اليتامى؛ فمن أكلها ظُلماً؛ فإنما {يأكلون في بطونهم ناراً}؛ أي: فإن الذي أكلوه نار تتأجَّج في أجوافهم، وهم الذين أدخلوه في بطونهم، {وسيصلون سعيراً}؛ أي: ناراً محرقة متوقدة. وهذا أعظم وعيد ورد في الذنوب يدل على شناعة أكل أموال اليتامى وقُبحها وأنها موجبة لدخول النار، فدلَّ ذلك أنها من أكبر الكبائر، نسأل الله العافية.
10.
Şanı Yüce Allah velilere bu şekilde emir verdikten sonra yetimlerin mallarını yemelerini yasaklayarak tehditte bulunmakta ve bunun için en ağır azabın verileceğini haber vermektedir: “Şüphe yok ki yetimlerin mallarını zulümle yiyenler” yani haksız yolla onların mallarını yiyenler, demektir. Bu kayıt ile bundan önce geçen fakir kimsenin maruf bir şekilde yetimin malından yemesinin ve velilerin yiyeceklerini yetimlerinin yiyecekleri ile bir arada bulundurmalarının caiz olduğu hükmü dışarda kalmaktadır.
Ancak haksız yere yetimlerin mallarını yiyen kimselere gelince onların
“yiyip de karınlarına (doldurdukları şey) ancak ateştir” yâni onların yedikleri aslında bir ateştir ve bu ateş karınlarında alev alev yanmaktadır. Bu ateşi karınlarına sokanlar da onlardır.
“Onlar alevli bir ateşe de gireceklerdir.” Yakıcı ve alev alev yanan bir ateşe gireceklerdir. Bu da günahlar hakkında varid olmuş en büyük tehdit olup yetimlerin mallarını yemenin ne kadar ağır bir vebal ve çirkin bir şey olduğuna ve bunun cehenneme girmeyi gerektirdiğine delildir. Bu da yetimlerin mallarını yemenin en büyük günahlardan olduğunun delilidir. Yüce Allah’tan âfiyet ve esenlik dileriz.
{يُوصِيكُمُ اللَّهُ فِي أَوْلَادِكُمْ لِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ الْأُنْثَيَيْنِ فَإِنْ كُنَّ نِسَاءً فَوْقَ اثْنَتَيْنِ فَلَهُنَّ ثُلُثَا مَا تَرَكَ وَإِنْ كَانَتْ وَاحِدَةً فَلَهَا النِّصْفُ وَلِأَبَوَيْهِ لِكُلِّ وَاحِدٍ مِنْهُمَا السُّدُسُ مِمَّا تَرَكَ إِنْ كَانَ لَهُ وَلَدٌ فَإِنْ لَمْ يَكُنْ لَهُ وَلَدٌ وَوَرِثَهُ أَبَوَاهُ فَلِأُمِّهِ الثُّلُثُ فَإِنْ كَانَ لَهُ إِخْوَةٌ فَلِأُمِّهِ السُّدُسُ مِنْ بَعْدِ وَصِيَّةٍ يُوصِي بِهَا أَوْ دَيْنٍ آبَاؤُكُمْ وَأَبْنَاؤُكُمْ لَا تَدْرُونَ أَيُّهُمْ أَقْرَبُ لَكُمْ نَفْعًا فَرِيضَةً مِنَ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلِيمًا حَكِيمًا (11) وَلَكُمْ نِصْفُ مَا تَرَكَ أَزْوَاجُكُمْ إِنْ لَمْ يَكُنْ لَهُنَّ وَلَدٌ فَإِنْ كَانَ لَهُنَّ وَلَدٌ فَلَكُمُ الرُّبُعُ مِمَّا تَرَكْنَ مِنْ بَعْدِ وَصِيَّةٍ يُوصِينَ بِهَا أَوْ دَيْنٍ وَلَهُنَّ الرُّبُعُ مِمَّا تَرَكْتُمْ إِنْ لَمْ يَكُنْ لَكُمْ وَلَدٌ فَإِنْ كَانَ لَكُمْ وَلَدٌ فَلَهُنَّ الثُّمُنُ مِمَّا تَرَكْتُمْ مِنْ بَعْدِ وَصِيَّةٍ تُوصُونَ بِهَا أَوْ دَيْنٍ وَإِنْ كَانَ رَجُلٌ يُورَثُ كَلَالَةً أَوِ امْرَأَةٌ وَلَهُ أَخٌ أَوْ أُخْتٌ فَلِكُلِّ وَاحِدٍ مِنْهُمَا السُّدُسُ فَإِنْ كَانُوا أَكْثَرَ مِنْ ذَلِكَ فَهُمْ شُرَكَاءُ فِي الثُّلُثِ مِنْ بَعْدِ وَصِيَّةٍ يُوصَى بِهَا أَوْ دَيْنٍ غَيْرَ مُضَارٍّ وَصِيَّةً مِنَ اللَّهِ وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَلِيمٌ (12)}.
11-
Çocuklarınız hakkında Allah size şöyle emrediyor: Erkeğe iki kadının payı
(kadar miras) vardır. Eğer kadınlar ikiden fazla iseler ölenin bıraktığı
(mirasın) üçte ikisi onlarındır. Şâyet kadın tek ise mirasın yarısı onundur. Ölenin çocuğu varsa anne ile babasının her birine mirasın altıda biri verilir. Çocuğu olmayıp da anne ve babası ona mirasçı olursa üçte biri annesinindir. Şâyet kardeşleri varsa o vakit altıda biri annesinindir. Bu, ölenin yapacağı vasiyetten veya
(varsa) borçlarından sonradır. Babalarınızdan ve oğullarınızdan hangisinin size daha faydalı olacağını bilemezsiniz. Bunlar Allah’tan bir farz olarak
(tayin edilmiştir). Şüphesiz ki Allah her şeyi bilendir, sonsuz hikmet sahibidir.
12- Eğer çocukları yoksa hanımlarınızın geriye bıraktıklarının yarısı sizindir. Şâyet çocukları varsa, bıraktıklarının dörtte biri sizindir. Bunlar yaptıkları vasiyetlerden yahut borçtan sonradır. Eğer sizin çocuğunuz yoksa geriye bıraktığınızın dörtte biri de onlarındır. Şâyet çocuğunuz varsa yapacağınız vasiyet ve borçtan sonra sekizde biri onlarındır. Eğer bir erkek veya kadına çocuğu ve babası olmadığı
(kelâle olduğu) halde mirasçı olunuyorsa ve bunların erkek veya kız kardeşi varsa, bunların her birine altıda bir düşer. Şâyet bundan daha çok iseler o halde hepsi, yapılan vasiyet ve borçtan sonra üçte birde ortak olurlar. Bunlar
(varislere) zarar verici olmamalıdır. Allah’tan bir vasiyet olarak
(gelen buyruklardır bunlar). Allah her şeyi bilendir, Halîmdir.
[Mirasa Dair Hükümler ve Miras Hakkına Sahip Olanlar:]
Buradan itibaren zikredilen âyetler ile Nisa sûresinin sonundaki âyeti kerime miras hükümlerini ihtiva eden âyetleri teşkil etmektedir. Bu âyet-i kerimeler -Buharî’nin Sahih’inde sabit olup Abdullah b. Abbas yolu ile gelen: “Farz hisseleri sahiplerine verin. Geriye bir şey artarsa bu, en yakın erkeğedir.” hadis-i şerifi ile birlikte- miras ahkamının çok büyük bir bölümünü hatta -ilerde görüleceği üzere- hepsini ihtiva etmektedirler. Sadece ninelerin mirası müstesnâdır; çünkü ninelerin mirası bu ayetlerde söz konusu edilmemektedir. Ancak Sünen kitaplarında Muğire b. Şu’be ile Muhammed b. Mesleme’den rivâyet edildiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem nineye altıda bir hisse vermiştir. İlim adamlarının da bu hususta icmaları vardır.
[Kız ve Erkek Çocukların Miras Hükümleri:]
#
{11} فقوله تعالى: {يوصيكم الله في أولادكم}؛ أي: أولادكم يا معشر الوالدين عندكم ودائع قد وصاكم الله عليهم لتقوموا بمصالحهم الدينيَّة والدنيويَّة، فتعلِّمونهم وتؤدِّبونهم وتكفُّونهم عن المفاسد وتأمرونَهم بطاعة الله وملازمة التقوى على الدوام؛ كما قال تعالى: {يا أيُّها الذين آمنوا قوا أنفسكم وأهليكم ناراً وَقودها الناس والحجارةُ}؛ فالأولاد عند والِديهم موصىً بهم؛ فإمَّا أن يقوموا بتلك الوصية؛ فلهم جزيل الثواب، وإمَّا أن يضيِّعوها؛ فيستحقوا بذلك الوعيد والعقاب. وهذا مما يدلُّ على أن الله تعالى أرحم بعباده من الوالِدينِ، حيث أوصى الوالِدينِ مع كمال شفقتهم عليهم.
ثم ذكر كيفية إرثهم، فقال: {للذكر مثل حظ الأنثيين}؛ أي: الأولاد للصلب والأولاد للابن، للذكر مثل حظِّ الأنثيين إن لم يكن معهم صاحبُ فرض، أو ما أبقت الفروض يقتسمونه كذلك، وقد أجمع العلماء على ذلك، وأنه مع وجود أولاد الصلب؛ فالميراث لهم، وليس لأولاد الابن شيء؛ حيث كان أولاد الصلب ذكوراً وإناثاً. هذا مع اجتماع الذكور والإناث. وهنا حالتان: انفراد الذكور. وسيأتي حكمها، وانفراد الإناث. وقد ذكره بقوله: {فإن كنَّ نساءً فوق اثنتين}؛ أي: بنات صلب أو بنات ابن ثلاثاً فأكثر؛ {فلهن ثلثا ما ترك وإن كانت واحدة}؛ أي: بنتاً أو بنت ابن؛ {فلها النصف}. وهذا إجماع.
بقي أن يُقال: من أين يُستفاد أنَّ للابنتين الثِّنْتَيْنِ الثلثين بعد الإجماع على ذلك؟ فالجواب: أنه يستفاد من قوله: {إن كانت واحدةً فلها النصف}؛ فمفهوم ذلك أنه إن زادت على الواحدة؛ انتقل الفرض عن النصف، ولا ثَمَّ بعده إلا الثلثان. وأيضاً؛ فقوله: {للذكر مثل حظ الأنثيين}: إذا خلَّفَ ابناً وبنتاً؛ فإن الابن له الثلثان، وقد أخبر الله أنه مثل حظ الأنثيين، فدلَّ ذلك على أن للبنتين الثلثين. وأيضاً؛ فإن البنت إذا أخذت الثلث مع أخيها وهو أزيد ضرراً عليها من أختها، فأخْذُها له مع أختها من باب أولى وأحرى. وأيضاً؛ فإن قوله تعالى في الأختين: {فإن كانتا اثنتينِ فلهما الثلثانِ مما ترك}: نصٌّ في الأختين الثنتين؛ فإذا كان الأختان الثنتان مع بعدهما يأخذان الثلثين؛ فالابنتان مع قربهما من باب أولى وأحرى. وقد أعطى النبيُّ - صلى الله عليه وسلم - ابنتي سعد الثلثين؛ كما في «الصحيح».
بقي أن يُقال: فما الفائدة في قوله: {فوق اثنتين}؟ قيل: الفائدة في ذلك والله أعلم: أنه لِيُعْلَمَ أن الفرض الذي هو الثلثان لا يزيد بزيادتهن على الثنتين، بل من الثنتين فصاعداً.
ودلت الآية الكريمة أنه إذا وُجِدَ بنتُ صلبٍ واحدة وبنتُ ابن أو بناتُ ابن؛ فإن لبنت الصلب النصف، ويبقى من الثلثين اللذين فرضهما الله للبنات أو بنات الابن السدس، فيعطى بنت الابن أو بنات الابن، ولهذا يسمى هذا السدس تكملةَ الثلثين. ومثل ذلك بنت الابن مع بنات الابن اللاتي أَنْزَلُ منها. وتدلُّ الآية أنه متى استغرقَ البناتُ أو بناتُ الابن الثلثين: أنه يسقُطُ من دونهنَّ من بنات الابن؛ لأن الله لم يفرض لهن إلا الثلثين، وقد تم؛ فلو لم يسقطن؛ لزم من ذلك أن يفرضَ لهنَّ أزيدُ من الثلثين، وهو خلاف النص. وكل هذه الأحكام مجمع عليها بين العلماء، ولله الحمد.
ودل قوله: {مما ترك}: أن الوارثين يرثون كل ما خلف الميت من عقار وأثاث وذهب وفضة وغير ذلك، حتى الدية التي لم تجب إلا بعد موته، وحتى الديون التي في الذمة.
ثم ذكر ميراث الأبوين، فقال: {ولأبويه}؛ أي: أبوه وأمه، {لكل واحد منهما السدس مما ترك إن كان له ولد}؛ أي: ولد صلب أو ولد ابن ذكراً كان أو أنثى واحداً أو متعدداً: فأما الأم؛ فلا تزيد على السدس مع أحد من الأولاد، وأما الأب؛ فمع الذكور منهم لا يستحق أزيد من السدس؛ فإن كان الولد أنثى أو إناثاً، ولم يبق بعد الفرض شيء؛ كأبوين وابنتين؛ لم يبق له تعصيب، وإن بقي بعد فرض البنت أو البنات شيء؛ أخذ الأب السدس فرضاً والباقي تعصيباً؛ لأننا ألحقنا الفروض بأهلها؛ فما بقي؛ فلأولى رجل ذكر، وهو أولى من الأخ والعم وغيرهما. {فإن لم يكن له ولدٌ وورثه أبواه فلأمه الثلث}؛ أي: والباقي للأب؛ لأنه أضاف المال إلى الأب والأم إضافة واحدة، ثم قدر نصيب الأم، فدل ذلك على أن الباقي للأب، وعُلم من ذلك أن الأب مع عدم الأولاد لا فرضَ له، بل يرث تعصيباً المالَ كلَّه، أو ما أبقت الفروض.
لكن لو وُجِدَ مع الأبوين أحدُ الزوجين ـ ويعبَّر عنهما بالعمريَّتين ـ؛ فإن الزوج أو الزوجة يأخذ فرضه، ثم تأخذ الأم ثلث الباقي والأب الباقي، وقد دل على ذلك قوله: {وورثه أبواه فلأمه الثلث}؛ أي: ثلث ما ورثه الأبوان، وهو في هاتين الصورتين: إما سدس في زوج وأم وأب، وإما ربع في زوجة وأم وأب، فلم تدل الآية على إرث الأم ثلث المال كاملاً مع عدم الأولاد حتى يقالَ: إنَّ هاتين الصورتين قد اسْتُثنِيتا من هذا. ويوضح ذلك أن الذي يأخذه الزوج أو الزوجة بمنزلة ما يأخذه الغرماء، فيكون من رأس المال، والباقي بين الأبوين. ولأنَّا لو أعطينا الأم ثلث المال؛ لزم زيادتها على الأب في مسألة الزوج أو أخذ الأب في مسألة الزوجة زيادة عنها نصف السدس، وهذا لا نظير له؛ فإن المعهود مساواتها للأب أو أخذه ضعف ما تأخذه الأم.
{فإن كان له إخوة فلأمه السدس}: أشقاء أو لأب أو لأم ذكوراً كانوا أو إناثاً وارثين أو محجوبين بالأب أو الجد. لكن قد يُقال: ليس ظاهر قوله: {فإن كان له إخوة}: شاملاً لغير الوارثين، بدليل عدم تناولها للمحجوب بالنصف؛ فعلى هذا لا يحجبها عن الثلث من الإخوة إلا الإخوة الوارثون. ويؤيده أن الحكمة في حجبهم لها عن الثلث لأجل أن يتوفَّر لهم شيء من المال، وهو معدوم. والله أعلم. ولكن بشرط كونهم اثنين فأكثر.
ويشكل على ذلك إتيان لفظ الإخوة بلفظ الجمع. وأجيب عن ذلك بأن المقصود مجرد التعدد لا الجمع، ويصدق ذلك باثنين، وقد يطلق الجمع ويراد به الاثنان؛ كما في قوله تعالى عن داود وسليمان: {وكُنَّا لِحُكْمِهم شاهدين}. وقال في الإخوة للأم: {وإن كان رجل يورَث كَلالةً أو امرأةٌ وله أخ أو أختٌ فلكل واحد منهما السدس فإن كانوا أكثر من ذلك فهم شركاء في الثلث}: فأطلق لفظ الجمع، والمراد به اثنان فأكثر بالإجماع. فعلى هذا؛ لو خلَّف أمًّا وأباً وإخوةً؛ كان للأم السدس والباقي للأب، فحجبوها عن الثلث مع حجب الأب إياهم؛ إلا على الاحتمال الآخر؛ فإن للأم الثلث والباقي للأب.
ثم قال تعالى: {من بعد وصية يوصى بها أو دين}؛ أي: هذه الفروض والأنصباء والمواريث، إنما ترد وتستحق بعد نزع الديون التي على الميت لله أو للآدميين، وبعد الوصايا التي قد أوصى الميت بها بعد موته؛ فالباقي عن ذلك هو التركة الذي يستحقه الورثة. وقدم الوصية مع أنها مؤخرة عن الدين للاهتمام بشأنها لكون إخراجها شاقًّا على الورثة، وإلاَّ؛ فالديون مقدَّمة عليها، وتكون من رأس المال، وأما الوصية؛ فإنها تصح من الثلث فأقل للأجنبي الذي هو غير وارث، وأما غير ذلك؛ فلا ينفذ إلا بإجازة الورثة.
قال تعالى: {آباؤكم وأبناؤكم لا تدرون أيهم أقرب لكم نفعاً}؛ فلو رُدَّ تقدير الإرث إلى عقولكم واختياركم؛ لحصل من الضرر ما الله به عليم؛ لِنَقْصِ العقولِ وعدم معرفتها بما هو اللائق الأحسن في كل زمان ومكان، فلا يدرون أي الأولاد أو الوالدين أنفع لهم وأقرب لحصول مقاصدهم الدينية والدنيوية.
{فريضة من الله إنَّ الله كان عليماً حكيماً}؛ أي: فرضها الله الذي قد أحاط بكل شيء علماً وأحكم ما شرعه وقدَّر ما قدَّره على أحسن تقدير، لا تستطيع العقول أن تقترح مثل أحكامه الصالحة الموافقة لكل زمان ومكان وحال.
11.
“Çocuklarınız hakkında Allah size şöyle emrediyor...” Ey anne ve babalar, çocuklarınız sizin yanınızda emanettirler. Allah onlar hakkında size vasiyet ve emirde bulunmuştur ki onların dini ve dünyevi maslahatlarını yerine getiresiniz. Onlara ilim öğretesiniz, onları terbiye edesiniz ve kötülüklere karşı da onları koruyasınız. Onlara Allah’a itaati emredesiniz ve devamlı olarak takvâdan ayrılmamalarını öğütleyesiniz.
Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler, yakacağı insanlarla taşlar olan ateşten kendinizi ve ailenizi koruyun.” (et-Tahrim, 66/6)
Buna göre anne ve babanın yanında çocuklar, haklarında ilâhi vasiyette bulunulan emanetlerdir. Anne ve babalar ya bu vasiyetin gereğini yerine getirecekler ki o takdirde onlar için çok büyük mükâfatlar vardır yahut da bunu zayi edeceklerdir ki bundan dolayı da tehdit ve cezayı hak ederler. İşte bu da Yüce Allah’ın kullarına anne ve babadan daha bir merhametli olduğunu gösteren delillerdendir. Çünkü Yüce Allah, anne babanın çocuklarına tam anlamıyla şefkatli olmalarına rağmen yine de onlara çocukları hakkında tavsiyede bulunmaktadır.
Daha sonra Yüce Allah çocukların alacakları miras payını söz konusu ederek: “Erkeğe iki kadının payı (kadar miras) vardır.” buyurmaktadır. Yâni öz oğullar ile oğulun erkek çocukları için -beraberlerinde farz hisse sahibi kimse bulunmadığı takdirde- erkeğe iki dişinin payı kadar verilir. Farz hisseler dağıtıldıktan sonra geriye kalan miktar da kendi aralarında böylece paylaştırılır.
İlim adamlarının bu hususta icmaı vardır. Öz çocuklar varsa miras onlarındır, oğulun çocuklarının
(torunların) mirastan pay almaları sözkonusu değildir. Çünkü -erkek ve kız- öz çocuklar bulunmaktadır. Bu pay, erkek ve kız çocukların beraberce bulunması halinde böyledir.
Zira bukonuda iki durum vardır: Yalnızca erkek çocukların bulunması hali -ki buna dair hüküm ileride gelecektir-
ve kız çocukların tek başına bulunmaları hali ki bunu da şanı Yüce Allah şu buyruğu ile söz konusu etmektedir:
“Eğer kadınlar ikiden fazla iseler” öz kız çocuklar veya oğlun kızları üç ve daha fazla iseler
“mirasın üçte ikisi onlarındır. Şâyet kız tek ise” yâni yalnızca tek bir kız yahut oğlun bir kızı var ise
“mirasın yarısı onundur.” Bu konuda da icma vardır.
Geriye şöyle bir soru kalmaktadır: Bu konuda icma bulunduğuna göre iki kız çocuğuna mirasın üçte ikisinin verileceği nereden anlaşılmaktadır?
Cevap: Bu Yüce Allah’ın:
“Şâyet kız tek ise mirasın yarısı onundur” buyruğundan anlaşılmaktadır.
Bunun mefhumu şudur: Eğer kız çocukları birden fazla olursa o takdirde farz hisse yarım olmaktan çıkar. Yarımdan sonraki hisse ise ancak üçte ikidir.
Aynı şekilde Yüce Allah’ın: “Erkeğe iki kadının payı (kadar miras) vardır.” buyurması da bunu göstermektedir. Çünkü bir kimse geriye bir erkek ve iki kız çocuğu bırakacak olursa erkek üçte iki hisse alır. Zira Yüce Allah onun payının iki kız payı kadar olduğunu bildirmiştir. Bu da iki kız çocuğunun üçte iki alacaklarını göstermektedir. Aynı şekilde kız çocuğu erkek kardeşi ile birlikte -ki erkek kardeş onun miras payını kız kardeşten daha fazla eksiltir- üçte bir aldığına göre onun, kız kardeşi ile birlikte üçte bir pay alması öncelikle söz konusu olur.
Yine Şanı Yüce Allah’ın iki kızkardeş hakkındaki: “Eğer kızkardeşler iki tane iseler erkek kardeşin bıraktığının üçte ikisini alırlar” (en-Nisa, 4/176) buyruğu da iki kızkardeşe üçte iki verileceği hususunda açık bir nastır. Buna göre ölenin iki kız kardeşi -
(ölene) uzaklıklarına rağmen- üçte iki aldıklarına göre iki kız çocuğun -
(babaya) yakınlıkları nedeniyle- üçte iki pay almaları öncelikle söz konusu olur. Ayrıca Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de sahih bir hadiste geçtiği üzere Sa’d’ın iki kızına üçte iki hisse vermiştir.
Geriye şu soru kalmaktadır: Peki,
Yüce Allah’ın: “ikiden fazla iseler” buyruğunun ifade ettiği anlam nedir? Cevap: Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır ama bunun anlamı şudur: Farz hisse olan üçte iki, kız çocuklarının ikiden fazla olmaları halinde artmaz. Aksine bu üçte iki, iki ve daha yukarı sayıdaki kız çocuklar için değişmez bir orandır.
Âyet-
i kerime ayrıca şuna delildir: Öz olan tek bir kız ile birlikte oğuldan bir veya birkaç kızı bulunacak olursa öz kıza mirasın yarısı verilir. Yüce Allah’ın kız çocuklarına yahut da oğlun kızlarına farz olarak tayin etmiş oluğu üçte ikiden geriye altıda bir kalır. İşte bu da oğlun kızına yahut da kızlarına verilir. O bakımdan bu altıda bire
“üçte ikinin tamamlayıcı bölümü” denilir. Oğlun kızı ile birlikte bulunan ve ondan daha aşağıda olan oğlun kızlarının payı da bu şekildedir.
Âyet-
i kerime şunu da göstermektedir: Kız çocukları yahut oğlun kızları üçte ikiyi tamamen alacak olurlarsa, oğlun bunlardan daha aşağıda kalan kızlarına pay düşmez. Çünkü Allah onlar için üçte ikiden fazlasını farz hisse olarak tayin etmemiştir. Bu da tamamen alınmış bulunmaktadır. Şâyet onlara da pay düşecek olursa, o takdirde onlara üçte ikiden daha fazla bir hisse ayrılması gerekir ki bu da nassa aykırıdır.
Bütün bu hükümler ilim adamları tarafından icma ile kabul edilmiştir. Yüce Allah’a hamd olsun.
Yüce Allah’ın: “ölenin bıraktığı” ifadesi mirasçıların, ölenin geriye bıraktığı gayr-i menkul, ev eşyası, altın, gümüş ve buna benzer her bir şeye mirasçı olduklarına, hatta ancak ölümünden sonra sabit olan diyetten ve zimmetindeki borçlardan da sorumlu olduklarına delildir.
[Ana-Babanın Miras Hükümleri:]
Daha sonra Yüce Allah ana-
babanın miraslarını şöylece söz konusu etmektedir: Ölenin
“çocuğu varsa” yâni öz çocuğu yahut oğlunun çocuğu -erkek veya kız, tek veya daha çok fark etmez-
“anne ve babanın her birine mirasın altıda biri” verilir. Çocuklardan herhangi birisinin bulunması halinde anne hiçbir şekilde altıda birden daha fazla pay alamaz. Babanın ise erkek çocuklarla birlikte altıda birden daha fazla hakkı yoktur. Şâyet çocuk bir yahut daha çok sayıda kız ise ve farz hisseden sonra da geriye bir şey kalmıyorsa -anne-baba ve iki kız çocuğunun olması halinde olduğu gibi- asabe olmak hasebi ile babaya bir şey kalmaz. Eğer kızın yahut kız çocukların farz hisselerinden sonra geriye bir şey kalacak olursa, baba altıda biri farz hissesi olarak geriye kalanı da asabe olarak alır. Çünkü farz hisseleri sahiplerine verdiğimizde geriye kalanı en yakın erkek akrabaya vermemiz gerekir. Baba da kardeş, amca ve diğer erkek akrabalardan önce gelir.
“Çocuğu olmayıp da anne ve babası ona mirasçı olursa üçte biri annesinindir.” geri kalan da babaya aittir. Çünkü burada Yüce Allah malı baba ve anneye tek bir izafe ile izafe etmiştir. Daha sonra da annenin payını takdir etmiştir. Bu da geriye kalanın babaya ait olduğuna delildir. Buradan da anlaşıldığına göre baba, çocukların olmaması halinde farz hisseye sahip değildir. Aksine o asabe olması hasebi ile malın tamamına yahut farz paylardan geri kalan bölümüne mirasçı olur. Ancak anne baba ile birlikte eşlerden birisi bulunacak olursa -ki bunlara Ömeriyeteyn
(Ömer’in karşılaştığı iki mesele) adı verilir- o takdirde koca yahut zevce farz hissesini alır. Daha sonra anne geri kalanın üçte birini, baba da ondan geri kalanı alır.
Buna da Yüce Allah’ın: “anne ve babası ona mirasçı olursa üçte biri annesinindir” buyruğu delil teşkil etmektedir.
Yâni anne babanın mirasçı olduğu miktarın üçte biri annenindir ki bu da şu iki şekilde olur: Koca, anne ve baba bulunması halinde altıda bir; hanım, anne ve baba bulunması halinde de dörtte bir şeklinde olur. Âyet-i kerime annenin mirasının, çocukların bulunmaması halinde malın üçte birinin tamamı olacağına delil teşkil etmemektedir ki bu iki şekil bu halden istisna edilmiştir, densin.
Bunu da şöyle açıklayabiliriz: Kocanın yahut hanımın aldığı hisse, alacaklıların alacağı konumundadır. Bu da ana mirastan alınır, geri kalanı da anne ile baba arasında paylaştırılır. Ayrıca bizler anneye malın üçte birini verecek olursak onun, kocanın bulunması halinde babanın aleyhine olacak şekilde daha fazla alması gerekir. Hanımın bulunması halinde de baba, anneden altıda birin yarısı kadar bir fazlalık almış olur. Böyle bir payın ise benzeri bir hisse şekli yoktur. Çünkü bilinen durum, annenin babaya eşit olması yahut da babanın annenin aldığının iki katı kadarını almasıdır.
“Şâyet kardeşleri varsa, o vakit altıda biri annesinindir.” İster anne-baba bir kardeş olsunlar, ister baba, ister anne bir olsunlar; ister erkek ister kız olsunlar, ister miras alabilsinler isterse de baba veya dede nedeniyle hacbedilsinler
(mirastan engellensinler) fark etmez.
Ancak şöyle denilebilir: Yüce Allah’ın:
“Şâyet kardeşleri varsa” buyruğunun zahiri mirasçı olmayanları kapsamaz. Buna delil ise sıfatı sebebi ile hacbedilen kimseleri kapsamayışıdır. Buna göre annenin üçte bir payını ancak miras alabilen kardeşler hacbedebilir.
Bunu şu da teyid etmektedir: Miras alan kardeşlerin annenin üçte bir payını hacbetmeleri onlara bir miktar malın kalması içindir. Burada ise o mal yoktur. -En iyisini bilen Allah’tır- Ancak bu hususta kardeşlerin iki ve daha fazla olmaları şarttır. Bununla birlikte
“kardeşler” lafzının çoğul olarak gelmesi müşkil bir durum ortaya çıkarmaktadır. Buna da şu şekilde cevap verilmektedir: Bundan kasıt (üç ve daha fazla anlamında) çoğul değil, birden fazla oluştur. Bu da iki kişi hakkında kullanılabilir. Çünkü bazen çoğul lafzı kullanılarak iki kişi kastedilebilir. Yüce Allah’ın Davud ile Süleyman aleyhisselam hakkındaki şu buyruğunda olduğu gibi: ﴾ وَكُنَّا لِحُكۡمِهِمۡ شَٰهِدِينَ ﴿ / “Biz onların hükümlerine tanık idik” (el-Enbiya, 21/78)
Yüce Allah anne bir kardeşler hakkında da
(bir sonraki âyette) şöyle buyurmaktadır:
“Eğer bir erkek veya kadına çocuğu ve babası olmadığı (kelâle olduğu) halde mirasçı olunuyorsa ve bunların da (ana bir) erkek veya kız kardeşi varsa, bunların her birine altıda bir düşer. Şâyet bundan daha çok iseler o halde hepsi yapacağı vasiyet ve borçtan sonra üçte bire ortak olurlar.” Görüldüğü gibi Yüce Allah burada -icma ile de kabul edildiği üzere- iki ve daha fazlasını kastetmekle birlikte, çoğul lafzını mutlak olarak kullanmıştır. Buna göre ölen kişi geriye anne, baba ve birden çok kardeş bırakacak olursa, anne altıda bir alır, baba da kalanı alır. Kardeşler annelerinin paylarını üçte birden hacbederlerken onlar da babaları tarafından hacbedilirler. Ancak diğer ihtimale göre anne üçte bir alır, geri kalan da babaya ait olur.
Daha sonra Yüce Allah: “Bu, ölenin yapacağı vasiyetten veya (varsa) borçlarından sonradır” buyurmaktadır. Yâni ölen kimsenin Allah’a yahut insanlara dönük borçlarının ödenmesinden ve ölümünden sonra yerine getirilmesini istediği vasiyetlerin yerine getirilmesinden sonra mirasçılar, bu farz paylara ve mirasa hak kazanabilirler. İşte bunlardan sonra geriye kalan, mirasçıların hak ettikleri terikedir. Vasiyetin, esas itibari ile borçtan sonra gelmekle birlikte önce zikredilmesi, vasiyete verilen önemden dolayıdır. Çünkü vasiyetin yerine getirilmesi mirasçılara ağır gelir. Yoksa borçlar vasiyetten önce gelir ve ana sermayeden verilir. Vasiyet de miras almayan yabancı durumundaki kimseler için üçte bir veya daha az bir oranda yapılması halinde geçerli olur. Üçte birden fazla olan vasiyet ise ancak mirasçıların kabul etmesi ile yerine getirilebilir.
Yüce Allah devamla şöyle buyurmaktadır: “Babalarınızdan ve oğullarınızdan hangisinin size daha faydalı olacağını bilemezsiniz.” Yâni eğer mirasın miktarlarının tespit edilmesi sizin akıl ve tercihlerinize havale edilecek olsaydı Allah’tan başka kimsenin bilemediği zararlar ortaya çıkardı. Çünkü akıllar eksiktir, neyin uygun ve neyin daha iyi olduğunu - bütün zaman ve mekanlarda- bilemezler. Onlar dini ve dünyevi maksatlarının elde edilebilmesi için de çocuklar mı yoksa anne baba mı kendilerine daha yakındır bunu da idrak edemezler.
“Bunlar Allah’tan bir farz olarak (tayin edilmiştir). Şüphesiz ki Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.” Yâni bunları farz kılıp takdir eden, ilmi ile herşeyi kuşatan Allah’tır. Şer’î hükümlerini muhkem ve sapasağlam yapan, takdir ettiğini en güzel şekilde takdir edendir. Akıllar her zamana, her yere ve her duruma uygun ve elverişli olan bu hükümlerin benzerlerini ortaya koyamazlar.
#
{12} ثم قال تعالى: {ولكم} أيها الأزواج {نصف ما ترك أزواجكم إن لم يكن لهن ولد فإن كان لهن ولد فلكم الربع مما تركن من بعد وصية يوصين بها أو دين ولهن الربع مما تركتم إن لم يكن لكم ولد، فإن كان لكم ولد فلهن الثمن مما تركتم من بعد وصية توصون بها أو دين}، ويدخل في مسمى الولد المشروط وجوده أو عدمه ولد الصلب، أو ولد الابن، الذكر والأنثى، الواحد، والمتعدد الذي من الزوج أو من غيره، ويخرج عنه ولد البنات إجماعاً.
ثم قال تعالى: {وإن كان رجل يورث كلالة أو امرأة وله أخ أو أخت}؛ أي: من أم؛ كما هي في بعض القراءات، وأجمع العلماء على أن المراد بالإخوة هنا الإخوة للأم؛ فإذا كان يورث كلالة؛ أي: ليس للميت والد ولا ولد؛ أي: لا أب ولا جد ولا ابن ولا ابن ابن ولا بنت ولا بنت ابن وإن نزلوا، وهذه هي الكلالة كما فسرها بذلك أبو بكر الصديق رضي الله عنه، وقد حصل على ذلك الاتفاق ولله الحمد، {فلكل واحد منهما}؛ أي؛ من الأخ والأخت {السدس، فإن كانوا أكثر من ذلك}؛ أي: من واحد؛ {فهم شركاء في الثلث}؛ أي: لا يزيدون على الثلث ولو زادوا عن اثنين. ودل قوله: {فهم شركاء في الثلث}: أن ذكرهم وأنثاهم سواء؛ لأن لفظ الشريك يقتضي التسوية. ودل لفظ {الكلالة} على أن الفروع وإن نزلوا، والأصول الذكور وإن علوا، يسقطون أولاد الأم؛ لأن الله لم يورثهم إلا في الكلالة؛ فلو لم يكن يورث كلالة؛ لم يرثوا منه شيئاً اتفاقاً. ودل قوله: {فهم شركاء في الثلث}: أن الإخوة الأشقاء يسقطون في المسألة المسماة بالحمارية، وهي زوج وأم وإخوة لأم وإخوة أشقاء: للزوج النصف، وللأم السدس، وللإخوة للأم الثلث، ويسقط الأشقاء لأن الله أضاف الثلث للإخوة من الأم؛ فلو شاركهم الأشقاء؛ لكان جمعاً لما فرق الله حكمه. وأيضاً؛ فإن الإخوة للأم أصحاب فروض والأشقاء عصبات، وقد قال النبي - صلى الله عليه وسلم -: «ألحقوا الفرائض بأهلها؛ فما بقي؛ فلأولى رجل ذكر».
وأهل الفروض هم الذين قدر الله أنصباءهم؛ ففي هذه المسألة لا يبقى بعدهم شيء، فيسقط الأشقاء، وهذا هو الصواب في ذلك. وأما ميراث الإخوة والأخوات الأشقاء أو لأب؛ فمذكور في قوله: {يستفتونك قل الله يفتيكم في الكلالة ... } الآية؛ فالأخت الواحدة شقيقة أو لأب لها النصف، والثنتان لهما الثلثان، والشقيقة الواحدة مع الأخت للأب أو الأخوات تأخذ النصف والباقي من الثلثين للأخت أو أخوات الأب وهوالسدس تكملة الثلثين، وإذا استغرقت الشقيقات الثلثين؛ تسقط الأخوات للأب؛ كما تقدم في البنات وبنات الابن، وإن كان الإخوة رجالاً ونساء؛ فللذكر مثل حظ الأنثيين.
فإن قيل: فهل يستفاد حكم ميراث القاتل والرقيق والمخالف في الدين والمُبَعَّضُ والخنثى والجد مع الإخوة لغير أُمٍّ والعَوْل والردِّ وذوي الأرحام وبقية العَصَبة والأخوات لغير أم مع البنات أو بنات الابن من القرآن أم لا؟ قيل: نعم فيه تنبيهات وإشارات دقيقة يَعْسُرُ فهمُها على غير المتأمل تدلُّ على جميع المذكورات:
فأما القاتل والمخالف في الدين؛ فيُعْرَفُ أنهما غير وارثين من بيان الحكمة الإلهية في توزيع المال على الورثة بحسَبِ قربهم ونفعهم الديني والدنيوي، وقد أشار تعالى إلى هذه الحكمة بقوله: {لا تدرونَ أيُّهم أقربُ لكم نفعاً}، وقد عُلِمَ أن القاتلَ قد سعى لموروثه بأعظم الضَّرر، فلا ينتهضُ ما فيه من موجب الإرث أن يقاوم ضرر القتل الذي هو ضد النفع الذي رُتِّبَ عليه الإرثُ، فُعِلمَ من ذلك أن القتل أكبر مانع يمنع الميراث ويقطع الرحم الذي قال الله فيه: {وأولو الأرحام بعضُهم أولى ببعضٍ في كتاب الله}، مع أنه قد استقرَّتِ القاعدة الشرعية: أن من استعجل شيئاً قبل أوانه؛ عوقب بحرمانه.
وبهذا ونحوه يُعْرَفُ أن المخالف لدين الموروث لا إرثَ له، وذلك أنه قد تعارض الموجبُ الذي هو اتصال النسب الموجب للإرث والمانعُ الذي هو المخالفة في الدين الموجبةُ للمباينة من كلِّ وجه، فقوي المانع، ومنع موجِبَ الإرث الذي هو النسب، فلم يعمل الموجِبُ لقيام المانع. يوضِّحُ ذلك أن الله تعالى قد جعل حقوق المسلمين أولى من حقوق الأقارب الكفار الدنيوية؛ فإذا مات المسلم؛ انتقلَ مالُهُ إلى من هو أولى وأحق به، فيكون قوله تعالى: {وأولو الأرحام بعضُهم أولى ببعض في كتاب الله}: إذا اتَّفقت أديانُهم، وأما مع تبايُنِهِم؛ فالأخوَّةُ الدينيةُ مقدَّمة على الأخوَّة النسبيَّة المجرَّدة.
قال ابن القيم في «جلاء الأفهام»: «وتأمَّل هذا المعنى في آية المواريث وتعليقه سبحانه التوارثَ فيها بلفظِ الزوجة دون المرأةِ؛ كما في قوله تعالى: {وَلكم نصفُ ما تَرَكَ أزواجكم}: إيذانٌ بأن هذا التوارثَ إنَّما وقع بالزوجيةِ المقتضيةِ للتشاكل والتناسب، والمؤمِنُ والكافر لا تشاكلَ بينهما ولا تناسبَ، فلا يقع بينهما التوارثُ، وأسرار مفردات القرآن ومركباته فوق عقول العالمين». انتهى.
وأما الرقيق؛ فإنه لا يَرِثُ ولا يورث: أما كونه لا يورث؛ فواضحٌ؛ لأنه ليس له مال يورث عنه، بل كل ما معه فهو لسيده. وأما كونه لا يرث؛ فلأنه لا يملك؛ فإنه لو ملك لكان لسيده، وهو أجنبيٌّ من الميت، فيكون مثل قوله تعالى: {للذكر مثل حظ الأنثيين} {ولكم نصف ما ترك أزواجكم} {فلكل واحد منهما السدس} .... ونحوها لمن يتأتَّى منه التملُّك، وأما الرقيق؛ فلا يتأتَّى منه ذلك، فعُلِمَ أنه لا ميراث له.
وأما من بعضُهُ حرٌّ وبعضُهُ رقيقٌ؛ فإنَّه تتبعَّض أحكامُه؛ فما فيه من الحرية يستحقُّ بها ما رتبه الله في المواريث؛ لكون ما فيه من الحرية قابلاً للتملُّك وما فيه من الرقِّ؛ فليس بقابل لذلك؛ فإذاً يكون المبَعَّض يرث ويورِّث ويحجب بقدر ما فيه من الحرية، وإذا كان العبد يكون محموداً ومذموماً مثاباً ومعاقباً بقدر ما فيه من موجبات ذلك؛ فهذا كذلك.
وأمَّا الخنثى؛ فلا يخلو إما أن يكون واضحاً ذكوريَّته أو أنوثيَّته أو مشكلاً؛ فإن كان واضحاً؛ فالأمر فيه واضحٌ: إن كان ذكراً؛ فله حكم الذكور، ويشمله النص الوارد فيهم، وإن كانت أنثى؛ فلها حكم الإناث، ويشملها النص الوارد فيهن. وإن كان مشكلاً؛ فإن كان الذكر والأنثى لا يختلف إرثهما ـ كالإخوة للأم ـ؛ فالأمر فيه واضح، وإن كان يختلف إرثه بتقدير ذكوريَّته وبتقدير أنوثيَّته، ولم يبق لنا طريق إلى العلم بذلك؛ لم نعطه أكثر التقديرين لاحتمال ظلم من معه من الورثة، ولم نعطه الأقل لاحتمال ظلمنا له، فوجب التوسُّط بين الأمرين وسلوك أعدل الطريقين، قال تعالى: {اعْدِلوا هو أقربُ للتقوى}؛ فليس لنا طريق إلى العدل في مثل هذا أكثر من هذا الطريق المذكور، ولا يكلفُ الله نفساً إلا وسعها؛ فاتقوا الله ما استطعتم.
وأما ميراث الجد مع الإخوة الأشقاء أو لأب، وهل يرثون معه أم لا؟ فقد دلَّ كتاب الله على قول أبي بكر الصديق رضي الله عنه ، وأن الجد يحجب الإخوة أشقاء أو لأب أو لأم كما يحجبهم الأبُ، وبيان ذلك أن الجد أبٌ في غير موضع من القرآن؛ كقوله تعالى: {إذ حَضَرَ يعقوبَ الموتُ إذ قال لبنيه ما تعبدون من بعدي قالوا نعبد إلهك وإله آبائك إبراهيم وإسماعيل وإسحق ... } الآية، وقال يوسف عليه السلام: {واتبعتُ ملة آبائي إبراهيم وإسحق ويعقوب}، فسمى الله الجدَّ وجدَّ الأب أباً، فدل ذلك على أن الجد بمنزلة الأب، يرث ما يرثه الأب، ويحجب من يحجبه، وإذا كان العلماء قد أجمعوا على أن الجدَّ حكمُهُ حكم الأب عند عدمه في ميراثه مع الأولاد وغيرهم من بين الإخوة والأعمام وبنيهم وسائر أحكام المواريث؛ فينبغي أيضاً أن يكون حكمُهُ حكمَهُ في حجب الإخوة لغير أم، وإذا كان ابن الأب بمنزلة ابن الصلب؛ فلم لا يكون الجد بمنزلة الأب؟ وإذا كان جد الأب مع ابن الأخ قد اتفق العلماء على أنه يحجبه؛ فلم لا يحجب جد الميت أخاه؟ فليس مع من يورِّث الإخوة مع الجدِّ نصٌّ ولا إشارة ولا تنبيه ولا قياس صحيح.
وأمَّا مسائل العَوْل؛ فإنه يُستفاد حكمها من القرآن، وذلك أن الله تعالى قد فرض وقدر لأهل المواريث أنصباء، وهم بين حالتين: إما أن يحجب بعضهم بعضاً، أو لا؛ فإن حجب بعضهم بعضاً؛ فالمحجوب ساقط لا يزاحم ولا يستحق شيئاً، وإن لم يحجب بعضهم بعضاً؛ فلا يخلو: إما أن لا تستغرق الفروض التركة، أو تستغرقها من غير زيادة ولا نقص، أو تزيد الفروض على التركة؛ ففي الحالتين الأوليين كلٌّ يأخذ فرضَه كاملاً، وفي الحالة الأخيرة، وهي ما إذا زادت الفروض على التركة؛ فلا يخلو من حالين:
إما أن ننقص بعض الورثة عن فرضه الذي فرضه الله له ونكمل للباقين منهم فروضهم، وهذا ترجيحٌ بغير مرجح، وليس نقصان أحدهم بأولى من الآخر، فتعينت الحال الثانية، وهو أننا نعطي كل واحد منهم نصيبه بقدر الإمكان، ونحاصص بينهم؛ كديون الغرماء الزائدة على مال الغريم، ولا طريق موصل إلى ذلك إلا بالعول، فعلم من هذا أن العول في الفرائض قد بينه الله في كتابه.
وبعكس هذه الطريقة بعينها يُعْلَمُ الردُّ؛ فإن أهل الفروض إذا لم تستغرق فروضُهم التركة، وبقي شيءٌ ليس له مستحقٌّ من عاصبٍ قريب ولا بعيد؛ فإن ردَّه على أحدهم ترجيح بغير مرجِّح، وإعطاءه غيرهم ممن ليس بقريب للميت جَنَفٌ وميل ومعارضة لقوله: {وأولو الأرحام بعضهم أولى ببعض في كتاب الله}، فتعيَّن أن يُرَدَّ على أهل الفروض بقدر فروضهم، ولما كان الزوجان ليسا من القرابة؛ لم يستحق الزيادة على فرضهم المقدَّر [عند القائلين بعدم الرد عليهم، وأما على القول الصحيح أن حكم الزوجين حكم باقي الورثة في الرد؛ فالدليل المذكور شامل للجميع كما شملهم دليل العول].
وبهذا يُعْلَمُ أيضاً ميراث ذوي الأرحام؛ فإنَّ الميت إذا لم يخلِّف صاحب فرض ولا عاصباً، وبقي الأمر دائراً بين كون ماله يكون لبيت المال لمنافع الأجانب وبين كون ماله يرجع إلى أقربائه المُدْلين بالورثة المجمع عليهم؛ تعين الثاني، ويدل على ذلك قوله تعالى: {وأولو الأرحام بعضُهم أولى ببعضٍ في كتاب الله}، فصرفه لغيرهم تركٌ لمن هو أولى من غيره، فتعيَّن توريثُ ذوي الأرحام، وإذا تعيَّن توريثُهم؛ فقد علم أنه ليس لهم نصيب مقدر بأعيانهم في كتاب الله، وأن بينهم وبين الميت وسائط صاروا بسببها من الأقارب، فينزَّلُون منزلة من أدْلَوا به من تلك الوسائط. والله أعلم.
وأمّا ميراث بقية العَصَبَة؛ كالبنوة والأخوة وبنيهم والأعمام وبنيهم ... إلخ؛ فإن النبي - صلى الله عليه وسلم - قال: «ألحقوا الفرائض بأهلها، فما بقي؛ فلأولى رجل ذكر» ، وقال تعالى: {ولكلٍّ جعلنا موالي مما ترك الوالدان والأقربون}؛ فإذا ألحقنا الفروض بأهلها ولم يبق شيءٌ؛ لم يستحق العاصب شيئاً، وإن بقي شيءٌ؛ أخذه أولي العَصَبة بحسب جهاتهم ودرجاتهم؛ فإنَّ جهات العصوبة خَمْسٌ: البنوة، ثمَّ الأبوة، ثمَّ الأخوة وبنوهم، ثمَّ العمومة وبنوهم، ثمَّ الولاء، ويقدم منهم الأقرب جهة؛ فإن كانوا في جهة واحدة؛ فالأقرب منزلة؛ فإن كانوا بمنزلة واحدة؛ فالأقوى، وهو الشقيق؛ فإن تساووا من كل وجه؛ اشتركوا؛ والله أعلم.
وأمَّا كون الأخوات لغير أم مع البنات أو بنات الابن عصبات يأخذن ما فضل عن فروضهنَّ؛ فلأنه ليس في القرآن ما يدل على أن الأخوات يَسْقُطْن بالبنات؛ فإذا كان الأمر كذلك، وبقي شيء بعد أخذ البنات فرضهنَّ؛ فإنه يُعطى للأخوات ولا يُعْدَلُ عنهنَّ إلى عَصَبَةٍ أبعد منهن كابن الأخ والعم ومن هو أبعد منهم. والله أعلم.
[Koca ve Hanımın Miras Hükümleri:]
12.
Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Ey kocalar
“Eğer çocukları yoksa hanımlarınızın geriye bıraktıklarının yarısı sizindir. Şâyet çocukları varsa, bıraktıklarının dörtte biri sizindir. Bunlar yaptıkları vasiyetlerden yahut borçtan sonradır. Eğer sizin çocuğunuz yoksa geriye bıraktığınızın dörtte biri de onlarındır. Şâyet çocuğunuz varsa yapacağınız vasiyet ve borçtan sonra sekizde biri onlarındır.” Zikri geçen ve olup olmamasına göre hükmün değiştiği
“çocuk” (الولد) kelimesinin kapsamına erkek olsun kız olsun öz çocuklar, oğlun çocukları, kocadan yahut başkasından olma bir ya da daha çok sayıdaki çocuklar dâhildir. Ancak kız çocukların çocukları bu kapsamın dışındadır. Bu hususta icmâ vardır.
[“Kelâle”nin anlamı ve Mirastaki Payı:]
Daha sonra Yüce Allah:
“Eğer bir erkek veya kadına çocuğu ve babası olmadığı (kelale olduğu) halde mirasçı olunuyorsa ve bunların erkek veya kız kardeşi varsa” bazı kıraatlerde olduğu gibi bu, anne bir kardeşleri varsa… demektir. İlim adamları da burada sözü geçen kardeşlerden kastın, anne bir kardeşler olduğunu icma ile kabul etmişlerdir. Eğer kelaleye yâni babası ve çocuğu bulunmayan, diğer bir deyişle babası da dedesi de oğlu da oğlunun oğlu da kızı da kızının oğlu da -ne kadar aşağıya inerlerse insinler- bulunmayan kelaleye -Ebû Bekr es-Sıddîk radıyallahu anh kelâleyi böylece yorumlamıştır ve bu hususta ittifak hasıl olmuştur, Yüce Allah’a hamd olsun- mirasçı olunuyor ise
“bunların” yâni erkek ve kız kardeşlerin “her birine altıda bir düşer.”
“Şâyet bundan” bir kişiden
“daha çok iseler o halde hepsi yapılan vasiyet ve borçtan sonra üçte birde ortak olurlar.” Yâni üçte birden fazlasını alamazlar, kendileri sayıca ikiden fazla olsalar dahi bu böyledir.
Yüce Allah’ın: “Üçte birde ortak olurlar” buyruğu erkek ve kızların alacakları payın eşit olacağına delildir. Çünkü
“ortak” tabiri, eşitliği gerektirmektedir. “Kelâle” lafzı usulün
(aşağıya doğru çocuk ve torunların), füruun
(yukarı doğru da baba ve dedelerin), annenin çocuklarını mirastan düşürdüklerine delildir. Çünkü Yüce Allah onları sadece kelâlede mirasçı kılmıştır. Eğer kelâleye mirasçı olunmuyor ise onlar da bu durumda ittifakla miras alamazlar.
Yüce Allah’ın: “...sonra üçte birde ortak olurlar” buyruğu da anne baba bir kardeşlerin Himariye diye bilinen meselede mirastan düştüklerine delildir. Bu mesele ise koca, anne, anne bir kardeşler ve anne baba bir kardeşlerin mirasçı olma halidir. Bu durumda koca mirasın yarısını alır. Anne altıda bir, anne bir kardeşler de üçte biri alırlar. Anne baba bir kardeşler ise pay alamazlar. Çünkü Yüce Allah burada üçte biri anne bir kardeşlere izafe etmiştir. Şâyet anne baba bir kardeşler de onlara ortak olursa bu Yüce Allah’ın farklı hükümler tahsis ettiği ayrı mirasçıları bir arada toplamak olur. Aynı şekilde anne bir kardeşler farz hisse sahibidirler. Anne baba bir kardeşler ise
(burada) asabedirler.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur: “Farz hisselerini sahiplerine verin, geriye kalanı ise en yakın erkeğe verin.” Farz hisse sahipleri ise Yüce Allah’ın paylarının miktarını tespit ettiği kimselerdir. Bu meselede ise anne bir kardeşlerden geriye mirastan herhangi bir miktar kalmamaktadır. O halde anne baba bir kardeşler mirasçı olmaktan düşmektedirler. Bu hususta doğru olan budur.
Anne baba bir yahut baba bir erkek ve kızkardeşlerin mirası ise Yüce Allah’ın: “Senden fetva isterler: De ki: Allah size kelâle hakkında şunu açıklar: ...” (en-Nisa, 4/176) buyruğunda söz konusu edilmektedir. Buna göre anne baba bir yahut baba bir tek bir kız kardeş mirasın yarısını alır. İki kızkardeş olurlar ise üçte ikisini alırlar. Anne baba bir kızkardeş ile baba bir kızkardeş yahut kızkardeşler beraber olmaları halinde tek başına kız kardeş yarıyı alır. Üçte birden geri kalan ise baba bir tek kız kardeş veya kızkardeşlerindir. Bu da üçte ikiyi tamamlayıcı miktar olan altıda birdir. Eğer anne baba bir kızkardeşler üçte ikinin tamamını alacak olurlarsa -daha önce kız kardeşlerle oğlun kızkardeşleri ile ilgili açıklamalarda geçtiği üzere- baba bir kızkardeşler pay alamaz. Eğer kardeşler erkek ve kız iseler, o takdirde erkek iki kızın payını alır.
[Mirasla İlgili Farklı Durumların Hükmü:]
Katilin, kölenin, farklı dinden olanın, kısmen azad edilmiş kölenin, hunsanın, baba bir erkek kardeşlerle birlikte dedenin, avl ve red meselelerinin, zevi’l-erhamın, asabenin geri kalanlarının, kız çocuklarla birlikte baba bir kızkardeşlerin yahut oğlun kızlarının miraslarının hükümleri, Kur’ân-
ı Kerîm’den anlaşılabilmekte midir? diye sorulacak olursa cevabımız şudur:
Evet, Kur’ân-ı Kerîm sözü geçen bütün bu hususlara delalet eder. Ancak bu, dikkatle düşünmeyen kimseler tarafından kavranılması zor, ince işaretler ve dikkat çekmeler şeklinde yer almaktadır.
[Katilin ve Dini Farklı Olan Akrabaların Mirastaki Hükmü:]
Mirasçısı olduğu kişiyi öldüren katil ve mirasçısından farklı dine mensup olanlar mirasçı olamazlar. Bu, malın mirasçılara yakınlıklarına, dini ve dünyevi faydalarına uygun olarak taksim edilmesi hususunda gözetilen ilâhi hikmetin beyanından açıkça anlaşılmaktadır.
Nitekim Yüce Allah bu hikmete: “Babalarınızdan ve oğullarınızdan hangisinin size daha faydalı olacağını bilemezsiniz.” buyruğuyla işaret etmektedir. Bilindiği gibi katil, kendisine miras bırakan şahsa en büyük zarar veren kişidir. O bakımdan katil hakkında miras almayı gerektiren hususun varlığı söz konusu olamaz. Çünkü katil, mirasın gerekçesi durumunda olan menfaat sağlamanın zıttı olan öldürme zararını irtikâb etmiştir. İşte buradan öldürmenin,
mirasın en büyük engeli olduğu ve Yüce Allah’ın hakkında: “Akrabalar Allah’ın Kitabınca (miras konusunda) birbirlerine daha yakındırlar.” (el-Enfal, 8/75) buyurduğu akrabalık bağını kestiği bilinen bir husustur.
Bununla birlikte şu şer’i kaide de İslâm hukukunda önemli bir yer etmiştir: “Bir kimse vaktinden evvel herhangi bir şeyi ele geçirmeye çalışacak olursa ondan mahrum bırakılmakla cezalandırılır.”
İşte bu ve benzeri hususlardan, ölenin dininden farklı bir dine mensup olan akrabaların da miras alamayacağı anlaşılmaktadır. Çünkü farklı dinden oluş engeli, miras almayı gerektiren sebebe aykırıdır. Bu sebep ise miras almayı gerektiren nesep bağıdır. Farklı dinden oluş ise her bakımdan ayrı oluşu gerektirir. O bakımdan miras almaya engel teşkil eden sebep
(farklı dinden oluş), miras almayı gerektiren nesep bağı sebebini ortadan kaldırmaktadır. Engelin varlığı dolayısı ile diğer sebebin herhangi bir etkisi olmaz.
Bunu şöylece açıklayabiliriz: Şanı Yüce Allah müslümanların haklarını kâfir akrabaların dünyevi haklarından önde tutmuştur. O bakımdan bir müslüman ölecek olursa onun malı, daha yakın ve onda daha fazla hak sahibi olana intikal eder.
Buna göre Yüce Allah’ın: “Akrabalar Allah’ın Kitabınca (miras konusunda) birbirlerine daha yakındırlar.” Buyruğu, akrabaların dinleri aynı olması halinde göz önünde bulundurulur. Dinlerinin farklı olması halinde ise din kardeşliği hiç şüphesiz nesep kardeşliğinden önce gelir.
İbnu’l- Kayyım, Cilau’l-
Efham’da şöyle demektedir: “Biz bu hususu miras âyetinden ve şanı Yüce Allah’ın bu âyette mirası “kadın” lafzı ile değil de
“zevce” lafzı ile irtibatlandırmasından -dikkatle düşündüğümüz takdirde- anlayabiliriz. Mesela Yüce Allah’ın: “Hanımlarınızın geriye bıraktıklarının yarısı sizindir” buyruğunda olduğu gibi. İşte bu buyrukta miras almanın ancak benzerlik ve birbiri ile uyumu gerektiren zevciyet dolayısı ile gerçekleştiğini ortaya koymaktadır. Mü’min ile kâfir arasında ise herhangi bir benzerlik ve uyum söz konusu değildir. O bakımdan da aralarında mirasçı olma söz konusu olmaz. Kur’ân-ı Kerîm’in kelime ve terkiblerinin sırları gerçekten aklı erenlerin akıllarının çok üstündedir.”
[Kölelerin Hükmü:]
Köle ne miras alır ne de ona mirasçı olunur. Köleye mirasçı olunamayacağı açıktır. Çünkü kölenin miras alınacak bir malı yoktur. Aksine köle beraberindekilerle birlikte efendisine aittir. Miras almamasına gelince köle, bağımsız olarak mülk sahibi olamaz. Eğer mülk sahibi olsaydı o da efendisine ait olurdu. Ayrıca köle, ölenin yabancısıdır.
O bakımdan Yüce Allah’ın: “Erkeğe (mirasta) iki kadının payı kadar (vardır)” buyruğu ile
“hanımlarınızın geriye bıraktıklarının yarısı sizindir”;
“bunların her birine altıda bir düşer” buyruğu ve benzerleri, mülk edinmeleri söz konusu olan kimseler hakkında olur. Kölelerin mülk edinmeleri ise söz konusu değildir. Böylelikle kölenin miras alamayacağı da anlaşılmış olmaktadır.
Bir kısmı hürriyete kavuşturulmuş, bir kısmı köle olan kimseye gelince bunun da ahkamı kısımlara ayrılır. Onun hürriyete kavuşmuş olan bölümü dolayısı ile Allah’ın miraslarda onun için tayin ettiği miktarını hak eder. Buna sebep ise ondaki kısmi hürriyet ve bu yönde mülk edinmesinin kabil olmasıdır. Ondaki kısmi kölelik ise mülk edinme kabiliyetini ortadan kaldırır. O halde kısmen hürriyetine kavuşmuş köle hem miras alır, hem ondan miras alınır, hem de hacbeder. Bu da onun sahip olduğu hürriyet miktarına göre değişir. Kölenin -kendisi hakkında gerektirici sebeplere göre- övülmesi, yerilmesi, mükâfaat kazanması ve cezalandırılması söz konusu olduğu gibi bu hususta da aynı durum söz konusudur.
[Hunsa ve Müşkil Kimsenin Durumu:]
Hunsa olan kimsenin ya erkekliği ya da dişiliği açıktır yahut da ikisi de belli değildir, müşkildir. Eğer erkeklik ya da dişiliği açık ise onun hükmü de açıktır. Şâyet erkek olduğu tespit edilmişse hakkında erkeklerin hükmü cereyan eder ve erkekler hakkındaki nas onu da kapsar. Eğer kadın ise kadınların hükmünü alır ve kadınlar hakkında varid olan nas onu da kapsar. Şâyet müşkil ise eğer erkek ve kızın -anne bir kardeşler durumunda olduğu gibi- miras paylarında farklılık yoksa onun da durumu açıktır. Eğer erkek kabul edilirse farklı, kadın kabul edilirse farklı miras alması söz konusu olup bizim de artık bunu tespit etme imkanımız kalmamış ise biz ona her iki takdirin daha fazla olanını vermeyiz. Çünkü bu durumda diğer mirasçılara haksızlık etme ihtimali vardır. Ona her iki takdirin daha az olanını da vermeyiz. Çünkü bu takdirde de ona zulmetme ihtimali vardır. O bakımdan her ikisi arasında orta bir yol ve iki yolun adalete daha yakın olanını izlememiz gerekir.
Çünkü Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: “Adaletli olun; çünkü o takvâya daha yakındır” (el-Maide, 5/8) Bizim böyle bir durumda ise sözü geçen bu yoldan daha fazla adalete yol bulma imkanımız yoktur.
Zaten Yüce Allah da: “Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez.” (el-Bakara, 2/286);
“Gücünüz yettiğince Allah’tan korkun” (et-Tahrim, 64/16) buyurmaktadır.
[Dedenin Mirası:]
Anne baba bir yahut baba bir kardeşlerle birlikte dede bulunursa kardeşler dede ile birlikte miras alırlar mı, almazlar mı? Yüce Allah’ın Kitabı bu hususta Ebu Bekir es-
Sıddik’in radıyallahu anh şu şekildeki görüşüne delil teşkil etmektedir: Dede, anne baba bir yahut baba bir ya da anne bir kardeşleri -tıpkı babanın onları hacbettiği gibi- hacbeder.
Bunu şöylece açıklayalım: Dede, Kur’ân-ı Kerîm’de bir kaç yerde baba olarak zikredilmektedir.
Yüce Allah’ın şu buyruklarında olduğu gibi: “Yoksa siz ölüm Yakub’a gelip çattığı zaman orada hazır mıydınız? Hani o oğullarına: Benden sonra siz neye ibâdet edeceksiniz? dediği zaman onlar: Senin ilâhına ve babaların İbrahim, İsmail ve İshak’ın ilâhına, bir tek olan ilâha ibâdet edeceğiz... demişlerdi.” (el-Bakara, 2/133) “Babalarım İbrahim, İshak ve Yakub’un dinine uydum.” (Yusuf, 12/38) Böylelikle Yüce Allah hem dedeyi hem de babanın dedesini
“baba” diye ifade etmiştir. İşte bu da dedenin baba konumunda olduğunu, babanın aldığı mirası dedenin de alabileceğini ve babanın -olmaması halinde- hacbettiği kimseleri dedenin de hacbedebileceğini ortaya koymaktadır.
Babanın yokluğu halinde dedenin de çocuklar ve onların dışında kalan kardeşler, amcalar ve onların çocukları arasında ve diğer miras hükümlerinde babanın hükmünü taşıdığı hususunda ilim adamları icma ettiğine göre, değişik annelerden olma kardeşlerini hacbetmek hususunda da dedenin hükmü ile babanın hükmünün aynı olması gerekir. Oğlun oğlu da öz oğul seviyesinde olduğuna göre dede niye baba durumunda olmasın?
Babanın dedesi, kardeşin oğlu ile birlikte olursa, ilim adamları dedenin kardeş oğlunu hacbedeceğini ittifakla kabul etmişlerdir. O halde ölenin dedesi, niçin ölenin kardeşini hacbetmesin? Dede ile birlikte kardeşlerin de mirasçı olacağını kabul edenleri ise destekleyen ne bir nas, ne bir işaret, ne bir uyarı, ne de bir kıyas vardır.
[Avl ve Hükümleri:]
Avl meselelerinin hükmü de Kur’ân-ı Kerîm’den anlaşılmaktadır. Şöyle ki Yüce Allah bazı hisseleri farz olarak tayin etmiş ve mirasçılara paylarını takdir etmiştir. Bunlar iki durumla karşı karşıyadırlar: Ya birbirlerini hacbederler yahut etmezler. Şâyet birbirlerini hacbedecek olurlarsa hacbolunan kişi düşer ve o, bu konuda başkasına engel olamaz ve herhangi bir şey de hak etmez. Eğer birbirlerini hacbetmeyecek olurlarsa ya farz hisseler terikenin tamamını kapsamaz (geriye birşeyler artar) yahut da herhangi bir fazlalık ve eksiklik söz konusu olmaksızın terikenin tamamını kapsar yahut da farz hisseler terikeden daha fazla olur. İlk iki halde herkes farz hissesini tam olarak alır. Sonuncu halde ise -ki bu da farz hisselerin terikeden daha fazla olması halidir- iki hal söz konusudur: Ya bazı mirasçıların Allah’ın kendisine tayin etmiş olduğu farz hisselerini eksiltecek ve geri kalanlarının farz hisselerini tamamlayacağız. Ancak bu tercih etmeyi gerektiren bir gerekçe olmaksızın tercihe gitmektir. Birinin hissesini eksiltmek diğerininkini eksiltmekten daha evla değildir. O halde ikinci durum söz konusudur. İkinci durum ise her birisine payını mümkün olduğu kadarı ile verir ve aralarında hisselerine uygun oranda bölüşme yoluna gideriz. Tıpkı alacaklıların alacaklarının, borçlunun malından daha fazla olması halinde olduğu gibi.
Buna ise avl diye bilinen yoldan başkasıyla ulaşmamıza imkân yoktur. İşte buradan feraizde avli, şanı Yüce Allah’ın Kitab-ı Kerîm’inde açıklamış olduğunu öğreniyoruz.
[Farz Hisse Sahiplerine Red Hükümleri:]
Avl konusundaki yolun tam aksi ile de mirastaki reddi öğrenebilmekteyiz. Şöyle ki eğer farz hisse sahiplerinin hisseleri terikenin tamamını kapsamıyorsa, geriye hak sahibi yakın ya da uzak asabe olmaksızın bir şeyler kalıyorsa, artan bu miktarı onlardan birisine geri çevirmemiz (red), tercih edici bir gerekçe olmaksızın tercih yoluna gitmektir. Onlardan başka ölünün akrabası olmayan birisine, artanı vermek ise bir haksızlıktır, haktan sapmaktır ve şanı Yüce Allah’ın: “Akrabalar Allah’ın Kitabınca birbirlerine (mirasta) daha yakındırlar” (el-Enfal, 8/75) buyruğuna da aykırı düşmektir. Buna göre artan miktarın farz hisse sahiplerine farz hisse kadarı ile geri verilmesi
(red edilmesi) tek yol olarak karşımıza çıkmaktadır.
Eşler, akrabalardan sayılmadıklarından dolayı onlara red yapılmayacağını kabul edenlerin görüşlerine göre bunlar kendilerine takdir edilmiş bulunan farz hisselerinden fazlasını hak edemezler. Ancak sahih olan görüşe göre red konusunda da karı-kocanın hükmü, diğer mirasçıların hükmü gibidir. Çünkü sözü geçen delil hepsini kapsamaktadır. Tıpkı avl ile ilgili delilin onları da kapsadığı gibi.
[Mirasta Zevi’l-Erham:]
Yine aynı yolla zevi’l-erhamın
(ölüye mirasçı olmayan uzak akrabaların) mirası da bilinebilmektedir. Şöyle ki ölen kişi eğer geriye ne farz hisse sahibi ne de bir asabe bırakmamış ise o takdirde mirası ya yabancıların menfaatlerine harcanmak üzere beytülmale ait olur ya da icma ile mirasçı oldukları sabit akrabalar vasıtasıyla ona yakın sayılan kimselere verilecektir. Kabul edilmesi gereken yol da bu ikincisidir.
Buna da şanı Yüce Allah’ın: “Allah’ın Kitabınca akrabalar birbirlerine (mirasta) daha yakındırlar” (el-Enfal, 8/75) buyruğu delil teşkil etmektedir.
Bu mirası onlardan başkasına harcamak, daha öncelikli olanları terk etmek demektir. O bakımdan zevi’l-erhamın mirasçı kabul edilmesi, uygulanması gereken yol olarak karşımıza çıkmaktadır. Onların mirasçı oldukları bu şekilde kesinleştiğine bununla birlikte Allah’ın Kitabında onlar için ayrı ayrı belirli bir pay olmadığını da bildiğimize göre bu durumda kendileri ile ölü arasında birtakım aracı yakınlar olduğu için -ki onlar bu aracılar sebebi ile akrabalardan sayılmışlardır- işte zevi’l-erham kendileri sebebi ile akraba sayıldıkları bu aracı yakınlar seviyesinde kabul edilirler. Doğrusunu en iyi bilen Allah’dır.
[Ölenin Asabeleri ve Mirastaki Hükümleri:]
Oğullar, kardeşler, onların oğulları
(yeğenler), amcalar, onların oğulları vb.
gibi asabenin geri kalanlarının mirasına gelince Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Farz hisseleri sahiplerine verin. Geriye bir şey kalırsa onu da en yakın erkek akrabaya verin.” Yüce Allah da:
“Anne babanın ve yakın akrabaların geriye bıraktıklarından her biri için mirasçılar kıldık” (en-Nisa, 4/33) diye buyurmaktadır. Buna göre biz farz hisseleri sahiplerine verdikten sonra geriye bir şey kalmayacak olursa, asabe olan kimse herhangi bir şey hak etmez. Eğer geriye bir şey kalacak olursa, cihetlerine ve yakınlık derecelerine göre en önce gelen asabe onu alır.
Asabe ciheti ise beş türlüdür: Önce oğullar, sonra babalar, sonra kardeşler ve onların oğulları, sonra amcalar ve oğulları sonra da velâ gelir. Bunların arasından daha yakın cihette olanlara öncelik tanınır. Eğer aynı cihetten iseler derece itibari ile daha yakın olana bakılır. Aynı derecede iseler daha kuvvetli olana bakılır ki bu da öz olandır. Her bakımdan eşit olurlarsa o takdirde ortak olurlar.
Farklı annelerden olan kız kardeşlerin, kızlarla birlikte yahut oğlun kızları ile birlikte asabe olmaları halinde ise bunlar farz paylarından artanı alırlar. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de kızkardeşlerin kızlar sebebi ile mirasçılıktan düşeceklerine delil teşkil edecek bir husus yoktur. Durum böyle olduğuna göre kız çocuklarının farz hisselerini almalarından sonra geriye bir şey kalacak olursa, kızkardeşlere verilir. Kız kardeşler bırakılarak onlardan daha uzak asabe olan kardeş oğlu, amca ve onlardan daha uzak olanlar, mirasçı kabul edilmez. Doğrusunu en iyi bilen Allah’dır.
{تِلْكَ حُدُودُ اللَّهِ وَمَنْ يُطِعِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ يُدْخِلْهُ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا وَذَلِكَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ (13) وَمَنْ يَعْصِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَيَتَعَدَّ حُدُودَهُ يُدْخِلْهُ نَارًا خَالِدًا فِيهَا وَلَهُ عَذَابٌ مُهِينٌ (14)}.
13- İşte bunlar Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’a ve Rasûlüne itaat ederse Allah, onu orada ebediyyen kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur.
14- Kim de Allah’a ve Rasûlüne isyan eder ve O’nun sınırlarını aşarsa Allah onu da orada ebedi kalmak üzere bir ateşe sokar. Onun için alçaltıcı bir azap da vardır.
#
{13} أي: تلك التفاصيل التي ذكرها في المواريث حدود الله التي يجب الوقوف معها، وعدم مجاوزتها ولا القصور عنها، وفي ذلك دليل على أن الوصية للوارث منسوخة بتقديره تعالى أنصباء الوارثين. ثم قوله تعالى: {تلك حدود الله فلا تعتدوها}؛ فالوصية للوارث بزيادة على حقه يدخل في هذا التعدي مع قوله - صلى الله عليه وسلم -: «لا وصيةَ لوارث». ثم ذكر طاعة الله ورسوله ومعصيتهما عموماً؛ ليدخل في العموم لزوم حدوده في الفرائض أو ترك ذلك، فقال: {ومن يطع الله ورسوله}: بامتثال أمرهما الذي أعظمه طاعتهما في التوحيد ثم الأوامر على اختلاف درجاتها، واجتناب نهيهما الذي أعظمه الشرك بالله ثم المعاصي على اختلاف طبقاتها. {يُدْخِلْهُ جناتٍ تجري من تحتها الأنهار خالدين فيها}: فمن أدَّى الأوامر واجتنب النواهي؛ فلا بد له من دخول الجنة والنجاة من النار. {وذلك الفوز العظيم}: الذي حصل به النجاة من سخطه وعذابه والفوز بثوابه ورضوانه بالنعيم المقيم الذي لا يصفه الواصفون.
13. Yâni şanı Yüce Allah’ın mirasa dair sözünü ettiği bu etraflı hükümler Allah’ın; sınırında durulması, aşılmaması ve kusurlu davranılmaması gereken sınırlarıdır. Bu buyrukta -Yüce Allah’ın mirasçıların paylarının miktarını tespit etmesi nedeniyle- mirasçılara yönelik vasiyetin neshedildiğine delil vardır.
Diğer taraftan Yüce Allah: “İşte bunlar Allah’ın sınırlarıdır, onları aşmayın” (el-Bakara, 2/229) buyurmaktadır ki mirasçıya hakkına ek olarak bir de vasiyette bulunmak bu haddi aşma kapsamına girer.
Zaten Peygamber de: “Hiçbir mirasçıya vasiyet yoktur” diye buyurmaktadır.
Daha sonra Yüce Allah genel bir çerçeve içerisinde Allah ve Rasûlüne itaati ve onlara isyanda bulunmamayı söz konusu etmektedir. Böylelikle miras hukukunda O’nun sınırlarına bağlı kalmak ya da bunu terk etmek de bu genel çerçeve kapsamına girmektedir.
İşte bu bakımdan: “Kim Allah’a ve Rasûlüne” onların emirlerine uymak sureti ile -ki bu emirlerin en büyüğü olan tevhidde onlara itaat, sonra da değişik dereceleri ile diğer emirlere itaat gelir- ve en büyüğü Allah’a şirk olan yasaklarından sonra da farklı kategorileri ile diğer günahlardan uzak durmak sureti ile
“itaat ederse Allah onu orada ebediyyen kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar.” Emirleri yerine getirip yasaklardan sakınan kimse mutlaka cennete girer, cehennem ateşinden kurtulur.
“İşte” Yüce Allah’ın gazab ve azabından kurtularak hiçbir kimsenin nitelendiremeyeceği ebedi nimetlere nail olmak ve O’nun rıza ve mükâfaatını elde etmek sureti ile ulaşılan “en büyük kurtuluş budur.”
#
{14} {ومن يعص الله ورسوله ... } إلخ، ويدخل في اسم المعصية الكفر فما دونه من المعاصي؛ فلا يكون فيها شبهة للخوارج القائلين بكفر أهل المعاصي؛ فإنَّ الله تعالى رتَّب دخول الجنة على طاعته وطاعة رسوله، ورتب دخول النار على معصيته ومعصية رسوله؛ فمن أطاعه طاعة تامة؛ دخل الجنة بلا عذاب، ومن عصى الله ورسوله معصية تامة يدخل فيها الشرك فما دونه؛ دخل النار وخُلِّد فيها، ومن اجتمع فيه معصية وطاعة؛ كان فيه من موجب الثواب والعقاب بحسب ما فيه من الطاعة والمعصية.
وقد دلت النصوص المتواترة على أن الموحِّدين الذين معهم طاعةُ التوحيد غيرُ مخلَّدين في النار؛ فما معهم من التوحيد مانع لهم من الخلود فيها.
14.
“Kim de Allah’a ve Rasûlüne isyan eder...” İsyanın kapsamına küfür ve ondan aşağıda olan diğer günahlar girer. Dolayısı ile günahkar kimselerin kâfir olacağını söyleyen Haricilerin bu ayeti herhangi bir şekilde delil göstermeleri mümkün değildir. Çünkü Yüce Allah cennete girmeyi kendisine ve Rasûlüne itaate bağlı kılmıştır. Cehenneme girmeyi ise kendisine ve rasulüne isyana bağlı kılmıştır. Allah’a ve Rasûlüne tam anlamıyla itaat eden bir kimse azapsız olarak cennete girer. Allah’a ve Rasûlüne tam anlamıyla isyan eden de -ki bunun kapsamına şirk ve ondan aşağıda olan diğer günahlar girer- cehenneme girer ve orada ebedi kalır. Hem isyanda bulunan hem de itaat eden bir kimsede ise kendisindeki itaat ve isyan özellikleri oranında mükâfaatı da cezalandırmayı da gerektiren nitelikler bulunuyor demektir. Tevatür yolu ile gelen naslar da tevhid itaatine sahip olan muvahhidlerin cehennemde ebediyyen kalmayacaklarını ortaya koymaktadır. Çünkü onların sahip oldukları tevhid inancı, cehennemde ebediyyen kalmalarına engeldir.
{وَاللَّاتِي يَأْتِينَ الْفَاحِشَةَ مِنْ نِسَائِكُمْ فَاسْتَشْهِدُوا عَلَيْهِنَّ أَرْبَعَةً مِنْكُمْ فَإِنْ شَهِدُوا فَأَمْسِكُوهُنَّ فِي الْبُيُوتِ حَتَّى يَتَوَفَّاهُنَّ الْمَوْتُ أَوْ يَجْعَلَ اللَّهُ لَهُنَّ سَبِيلًا (15) وَاللَّذَانِ يَأْتِيَانِهَا مِنْكُمْ فَآذُوهُمَا فَإِنْ تَابَا وَأَصْلَحَا فَأَعْرِضُوا عَنْهُمَا إِنَّ اللَّهَ كَانَ تَوَّابًا رَحِيمًا (16)}.
15- Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara karşı içinizden dört şahit getirin. Şâyet şahitlik ederlerse ölüm onları alıp götürünceye yahut Allah onlara bir çıkar yol gösterinceye kadar onları evlerde alıkoyun.
16- İçinizden fuhuş yapanların her ikisine de eziyet edin. Eğer tevbe eder ve hallerini düzeltirlerse artık onları bırakın. Şüphesiz Allah tevbeleri çokça kabul edendir, pek merhametlidir.
#
{15} أي: النساء {اللاتي يأتين الفاحشة}؛ أي: الزنا، فوصفها بالفاحشة لشناعتها وقبحها. {فاستشهدوا عليهن أربعة منكم}؛ أي: من رجالكم المؤمنين العدول. {فإن شهدوا فأمسكوهنَّ في البيوت}؛ أي: احبسوهن عن الخروج الموجب للريبة، وأيضاً؛ فإن الحبس من جملة العقوبات. {حتَّى يتوفاهنَّ الموت}؛ أي: هذا منتهى الحبس. {أو يجعلَ الله لهن سبيلاً}؛ أي: طريقاً غير الحبس في البيوت.
فهذه الآية ليست منسوخة؛ فإنَّما هي مُغَيَّاة إلى ذلك الوقت، فكان الأمر في أول الإسلام كذلك، حتى جعل الله لهن سبيلاً، وهو رجم المحصن وجلد غير المحصن.
15.
“Kadınlarınızdan fuhuş yapanlara” yani zina edenlere. Zinanın fuhuş diye nitelendirilmesi onun oldukça çirkin ve iğrenç bir fiil oluşundan dolayıdır.
“karşı içinizden” adaletli mü’min erkekler arasından
“dört şahit getirin. Şâyet şehadet ederlerse ölüm onları alıp götürünceye yahut Allah onlara bir çıkar gösterinceye kadar onları evlerde alıkoyun.” Yâni onları kendileri hakkında şüpheye yol açan evden dışarı çıkmaktan alıkoyun ki onları hapsetmek onlar için öngörülen cezalar arasındadır. Bu alıkoyup hapsetmenin son vakti ise ölümün onları alıp götürmesi yahut da Allah'ın onlara evlerde hapsedilmenin dışında bir yol göstermisidir.
Bu âyet-i kerime neshedilmiş değildir. Sadece belli vakte kadar geçerli olmak üzere emredilmiş bir buyruktur. İslâm’ın ilk döneminde durum böyle idi. Allah onlara bir başka yol gösterinceye kadar da böyle devam etti. Sözü geçen yol ise muhsan erkek ve kadının recm edilmesi, muhsan olmayanların ise celde
(sopa) cezası ile cezalandırılmalarıdır.
#
{16} {و} كذلك {اللذان يأتيانها}؛ أي: الفاحشة {منكم}: من الرجال والنساء. {فآذوهما}: بالقول والتوبيخ والتعيير والضرب الرادع عن هذه الفاحشة. فعلى هذا يكون الرجال إذا فعلوا الفاحشة يؤذَوْن والنساء يُحْبَسْن ويؤذين؛ فالحبس غايته للموت ، والأذية نهايتها إلى التوبة والإصلاح. ولهذا قال: {فإن تابا}؛ أي: رجعا عن الذنب الذي فعلاه وندما عليه وعزما أن لا يعودا، {وأصلحا}: العمل الدالَّ على صدق التوبة. {فأعرضوا عنهما}؛ أي: عن أذاهما. {إن الله كان تواباً رحيماً}؛ أي: كثير التوبة على المذنبين الخطائين، عظيم الرحمة والإحسان الذي من إحسانه، وفَّقهم للتوبة، وقبلها منهم، وسامحهم عن ما صدر منهم.
ويؤخذ من هاتين الآيتين أن بَيِّنة الزنا [لابُدَّ] أن تكون أربعة رجال مؤمنين، ومن باب أولى وأحرى اشتراط عدالتهم؛ لأن الله تعالى شدَّد في أمر هذه الفاحشة ستراً لعباده، حتى إنه لا يقبل فيها النساء منفردات ولا مع الرجل ولا مع دون أربعة، ولا بد من التصريح بالشهادة كما دلت على ذلك الأحاديث الصحيحة وتومئ إليه هذه الآية: لِمَا قال: {فاستشهدوا عليهن أربعة منكم}؛ لم يكتف بذلك، حتى قال: {فإن شهدوا}؛ أي: لا بدَّ من شهادة صريحة عن أمر يشاهد عِياناً من غير تعريض ولا كناية.
ويؤخذ منهما أن الأذَّية بالقول والفعل والحبس قد شرعه الله تعزيراً لجنس المعصية التي يحصل به الزجر.
16. Aynı şekilde
“İçinizden fuhuş yapanların” erkek veya kadın olsunlar
“her ikisine de” sözle azarlayarak, ayıplayarak ve bu hayasızlıktan vazgeçirecek şekilde vurarak
“eziyet edin.” Buna göre erkekler fuhuş işlediklerinde onlara eziyet yapılır, kadınlar da hapsedilir ve onlara da eziyet edilir. Hapsin nihai süresi ölüme kadardır, eziyetin nihai süresi ise tevbe edip hali düzeltinceye kadardır.
İşte bundan dolayı da şöyle buyrulmuştur:
“Eğer tevbe eder” yani işledikleri günahtan vazgeçerek pişman olup bir daha o günaha dönmemeye karar verir
“ve hallerini düzeltirlerse” yâni tevbede samimi olduklarına delil teşkil eden ameller işlerlerse
“artık onları” yâni onlara
“eziyet etmeyi bırakın. Şüphesiz Allah tevbeleri çok kabul edendir, pek merhametlidir.” Günah ve hata işleyenlerin tevbelerini çokça kabul edendir, rahmet ve ihsanı pek büyük ve bol olandır. Böylelerini tevbe etmeye muvaffak kılması, tevbelerini kabul etmesi ve işlediklerini müsamaha ile karşılaması da O’nun bu lütuf ve ihsanları arasındadır.
Bu iki âyet-i kerimeden zinaya dair delilin, dört mü’min erkeğin şahitliği olduğu anlaşılmaktadır. Onların adil olmalarının şart koşulması ise öncelikli olarak söz konusudur. Çünkü şanı Yüce Allah kullarının ayıplarını örtmek üzere bu hayâsızlığın durumunu oldukça sıkı tutmuştur. O kadar ki bu konuda yalnızca kadınların ya da erkeklerle birlikte kadınların yahut dörtten daha az erkeklerle beraber olan kadınların şahitliği kabul edilmez. Ayrıca bu husustaki sahih hadislerin açıkça delalet ettiği gibi bu işe dair şahitlikte açık lafızların kullanılması da kaçınılmazdır. Nitekim âyet-
i kerimedeki: “Fuhuş yapanlara karşı içinizden dört şahit getirin” ifadesi de buna işaret etmektedir.
Zira bununla yetinilmeyerek daha sonra: “Şehadet ederlerse” buyrulmaktadır. Yani üstü kapalı ifade ve kinaye söz konusu olmaksızın gözle görülen bir durumun açıkça dile getirilmesi ve açık lafızlaırn kullanılması şarttır.
Bu iki âyet-i kerimeden ayrıca söz, fiil ve hapis ile yapılacak eziyetin, Yüce Allah tarafından kötü fiilden alıkoymayı gerçekleştirecek şekilde isyan türleri için geçerli bir tazir cezası olarak meşru kılınmış olduğu da anlaşılmaktadır.
{إِنَّمَا التَّوْبَةُ عَلَى اللَّهِ لِلَّذِينَ يَعْمَلُونَ السُّوءَ بِجَهَالَةٍ ثُمَّ يَتُوبُونَ مِنْ قَرِيبٍ فَأُولَئِكَ يَتُوبُ اللَّهُ عَلَيْهِمْ وَكَانَ اللَّهُ عَلِيمًا حَكِيمًا (17) وَلَيْسَتِ التَّوْبَةُ لِلَّذِينَ يَعْمَلُونَ السَّيِّئَاتِ حَتَّى إِذَا حَضَرَ أَحَدَهُمُ الْمَوْتُ قَالَ إِنِّي تُبْتُ الْآنَ وَلَا الَّذِينَ يَمُوتُونَ وَهُمْ كُفَّارٌ أُولَئِكَ أَعْتَدْنَا لَهُمْ عَذَابًا أَلِيمًا (18)}.
17- Allah’ın kabul edeceği tevbe, ancak kötülüğü cehaletle yapıp sonra da çarçabuk tevbe eden kimselerinkidir. İşte Allah’ın tevbelerini kabul edeceği kimseler bunlardır. Allah hakkıyla bilendir, hikmet sahibidir
18-
Yoksa kötülükleri işleyip de nihâyet onlardan birine ölüm gelip çattığında: “Ben, şimdi tevbe ettim” diyenlerin ve kâfir olarak ölenlerin tevbesi
(geçerli) değildir. İşte biz onlar için çok acıklı bir azap hazırlamışızdır.
#
{17 ـ 18} توبة الله على عباده نوعان: توفيقٌ منه للتوبة، وقبول لها بعد وجودها من العبد. فأخبر هنا أن التوبة المستحقَّة على الله حقًّا أَحقَّه على نفسه كرماً منه وجوداً لمن عمل السوء؛ أي: المعاصي {بجهالة}؛ أي: جهالة منه لعاقبتها وإيجابها لسخط الله وعقابه، وجهل منه لنظر الله ومراقبته له، وجهل منه بما تؤول إليه من نقص الإيمان أو إعدامه؛ فكل عاصٍ لله فهو جاهل بهذا الاعتبار وإن كان عالماً بالتحريم، بل العلم بالتحريم شرطٌ لكونها معصيةً معاقَب عليها. {ثم يتوبون من قريبٍ}: يُحتمل أن يكونَ المعنى: ثمَّ يتوبون قبل معاينة الموت؛ فإن الله يقبل توبة العبد إذا تاب قبل معاينة الموت والعذاب قطعاً، وأما بعد حضور الموت؛ فلا يُقْبَلُ من العاصين توبةٌ ولا من الكفار رجوعٌ؛ كما قال تعالى عن فرعون: {فلمَّا أدركَه الغرقُ قال آمنتُ أنه لا إله إلا الذي آمنت به بنو إسرائيل وأنا من المسلمين ... } الآية، وقال تعالى: {فلما رأوا بأسنا قالوا آمنّا بالله وحده وكفرنا بما كنّا به مشركين. فلم يكن ينفعُهم إيمانُهم لمَّا رأوا بأسنا سنةَ الله التي قد خلتْ في عبادِهِ}، وقال هنا: {وليست التوبة للذين يعملون السيئات}؛ أي: المعاصي فيما دون الكفر. {حتى إذا حضر أحدهم الموت قال إني تبت الآن ولا الذين يموتون وهم كفار فأولئك أعتدنا لهم عذاباً أليماً}، وذلك أن التوبة في هذه الحال توبةُ اضطرارٍ لا تنفع صاحِبَها، إنما تنفع توبةُ الاختيار.
ويُحتمل أن يكون معنى قوله: {من قريبٍ}؛ أي: قريب من فعلهم للذنب الموجب للتوبة، فيكون المعنى: أنَّ مَن بادر إلى الإقلاع من حين صدور الذنب وأناب إلى الله وندم عليه؛ فإنَّ الله يتوبُ عليه؛ بخلاف من استمرَّ على ذنبه وأصرَّ على عيوبه حتى صارت فيه صفات راسخة؛ فإنه يَعْسُرُ عليه إيجاد التوبة التامة، والغالب أنه لا يوفَّق للتوبة ولا ييسَّر لأسبابها؛ كالذي يعمل السوء على علم قائم ويقين متهاون بنظر الله إليه؛ فإنه يسدُّ على نفسه باب الرحمة. نعم؛ قد يوفِّق اللهُ عبده المصرَّ على الذنوب عن عمد ويقينٍ للتوبة النافعة التي يمحو بها ما سَلَفَ من سيئاته وما تقدَّم من جناياتِهِ، ولكنَّ الرحمة والتوفيق للأول أقرب، ولهذا ختم الآية الأولى بقوله: {وكان الله عليماً حكيماً}؛ فمن علمِهِ أنه يعلم صادقَ التوبة وكاذبَها، فيجازي كلاًّ منهما بحسب ما استحقَّ بحكمتِهِ، ومن حكمته أن يوفِّق من اقتضت حكمتُهُ ورحمتُهُ توفيقَه للتوبة، ويخذلَ من اقتضت حكمتُهُ وعدلُهُ عدم توفيقه. والله أعلم.
17-18.
Allah’ın kullarının tevbesini kabul etmesi iki türlüdür: Birisi kullarını tevbe etmeye muvaffak kılması, diğeri ise kulunun tevbe etmesinden sonra o tevbeyi kabul etmesidir. Şanı Yüce Allah burada, bir lütfu ve cömertliği olarak kabul etmeyi üzerine bir hak olarak takdir ettiği tevbenin mahiyetini bize haber vermektedir. Bu tevbe
“kötülüğü” yâni günahları “cehaletle” işleyenlerin tevbesidir. Günahın cehaletle işlenmesi, kişinin o günahın âkıbetini, Allah’ın gazap ve cezasını gerektirdiğini; ayrıca Allah’ın kendisini görüp gözettiğini ve sonunda bu günahın imanını eksilteceğini ya da yok edeceğini bilmemesidir. Bu itibarla günah işleyen herkes -o günahın haram olduğunu bilse dahi- cahildir. Hatta onun haram olduğunun bilinmesi cezayı gerektiren bir günah sayılması için şarttır.
“Sonra da çarçabuk tevbe eden kimseler” buyruğunun şu anlamda olma ihtimali vardır: Ölümü görmeden önce tevbe eden kimseler... İşte Yüce Allah kul kesin olarak öleceğini ve azap göreceğini anlamadan önce tevbe edecek olursa tevbesini kabul eder. Ölüm halinde ise isyankârların tevbeleri de kâfirlerin dönüşleri de kabul olunmaz.
Nitekim Yüce Allah Firavun hakkında şöyle buyurmaktadır: “Nihâyet boğulacağı anda şöyle dedi: İsrailoğullarının iman ettiğinden başka bir ilâhın olmadığına inandım, ben de müslümanlardanım.” (Yunus, 10/90) Bir başka yerde de Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Onlar bizim azabımızı gördüklerinde: Bir olarak Allah’a inandık, O’na eş tutmakta olduğumuz şeyleri de inkâr ettik, dediler. Ama bizim azabımızı gördüklerinde imanları onlara fayda vermedi. Bu Allah’ın kulları hakkında geçerli olagelen sünneti/kanunudur.” (el-Mümin, 40/85)
Burada da şöyle buyurmaktadır:
“Yoksa kötülükleri işleyip de” yâni küfrün dışındaki günahları işlemeye devam edip
“nihâyet onlardan birine ölüm gelip çattığında: Ben şimdi tevbe ettim diyenlerin ve kâfir olarak ölenlerin tevbesi (geçerli) değildir. İşte biz onlar için çok acıklı bir azap hazırlamışızdır.” Çünkü böyle bir durumda yapılan tevbe, zoraki bir tevbedir. Bu tevbenin de sahibine hiçbir faydası yoktur. Zira ancak gönülden yapılan tevbe fayda verir.
Yüce Allah’ın: “Sonra da çarçabuk tevbe eden” ifadesinin şu anlama gelme ihtimali de vardır: Tevbe etmeyi gerektiren günahı işlemelerinden kısa bir süre sonra tevbe edenlerinki...
Bu durumda anlam şöyle olur: Bir kimse günahı işledikten itibaren elini çabuk tutarak o işten vazgeçmeyi kararlaştırıp Yüce Allah’a döner ve bundan dolayı pişman olursa, şüphe yok ki Allah onun tevbesini kabul eder. Bu ise günahını sürdürüp devam ettiren, kusurları üzere ısrar eden kimsenin durumundan farklıdır. Böyle bir kimsenin işlediği bu günahlar sonunda kendisinde kalıcı birer nitelik halini alır ve artık onun tam anlamıyla tevbe etmesi çok zor olur. Çoğunlukla da tevbe etmeye muvaffak kılınmaz ve tevbenin sebepleri ona kolaylaştırılmaz. Tıpkı bile bile kötülük işleyen ve Allah’ın kendisini görmesine aldırış etmeyen kimsenin kötülük işlemesi gibi. Böyle bir kimse kendi yüzüne karşı rahmet kapılarını kapatmış olur.
Evet, Yüce Allah, kasten ve kesin bilgisine rağmen günahlar üzere ısrar edip duran kulunu, geçmiş bütün günahlarını ve suçlarını kendisi sebebi ile sileceği faydalı bir tevbeye muvaffak kılması mümkündür. Fakat bu ilâhi rahmet ve tevfik böyle olmayan kişiye daha yakındır. Bundan dolayı bir önceki âyet-
i kerime: “Allah hakkıyla bilendir, hikmet sahibidir” diye sona ermektedir. Şanı Yüce Allah kimin samimi olarak tevbe ettiğini ve kimin tevbesinin de sahte olduğunu çok iyi bilir. O bakımdan herkese hikmetine uygun olarak hak ettiği şekilde karşılık verir. Yine hikmet ve rahmetinin tevbeye muvaffak kılınmasını gerektirdiği kimseyi tevbeye muvaffak kılması da hikmetinin bir parçasıdır. Hikmet ve adaletinin tevbeye muvaffak kılmamayı gerektirdiği kimseyi de böyle bir muvaffakiyetten mahrum bırakır.
{يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا يَحِلُّ لَكُمْ أَنْ تَرِثُوا النِّسَاءَ كَرْهًا وَلَا تَعْضُلُوهُنَّ لِتَذْهَبُوا بِبَعْضِ مَا آتَيْتُمُوهُنَّ إِلَّا أَنْ يَأْتِينَ بِفَاحِشَةٍ مُبَيِّنَةٍ وَعَاشِرُوهُنَّ بِالْمَعْرُوفِ فَإِنْ كَرِهْتُمُوهُنَّ فَعَسَى أَنْ تَكْرَهُوا شَيْئًا وَيَجْعَلَ اللَّهُ فِيهِ خَيْرًا كَثِيرًا (19) وَإِنْ أَرَدْتُمُ اسْتِبْدَالَ زَوْجٍ مَكَانَ زَوْجٍ وَآتَيْتُمْ إِحْدَاهُنَّ قِنْطَارًا فَلَا تَأْخُذُوا مِنْهُ شَيْئًا أَتَأْخُذُونَهُ بُهْتَانًا وَإِثْمًا مُبِينًا (20) وَكَيْفَ تَأْخُذُونَهُ وَقَدْ أَفْضَى بَعْضُكُمْ إِلَى بَعْضٍ وَأَخَذْنَ مِنْكُمْ مِيثَاقًا غَلِيظًا (21)}.
19- Ey iman edenler! Kadınlara zorla mirasçı olmanız size helâl değildir. Onlar apaçık bir hayâsızlık işlemedikçe kendilerine verdiğinizin bir kısmını geri almak için onları sıkıştırmayın. Onlarla iyi geçinin. Şâyet onlardan hoşlanmadınızsa
(sabredin), çünkü hoşunuza gitmeyen bir şeyde Allah pekçok hayır takdir etmiş olabilir.
20- Bir eş bırakıp da yerine başka bir eş almak isterseniz, öncekine yüklerle
(mehir) vermiş olsanız bile ondan hiçbir şey almayın. İftira ve apaçık bir günah olduğu halde onu alacak mısınız?
21- Hem birbirinizle kaynaşmış ve onlar sizden kuvvetli bir söz almış iken onu nasıl alabilirsiniz?
#
{19} كانوا في الجاهلية إذا مات أحدهم عن زوجته؛ رأى قريبُهُ كأخيه وابن عمه ونحوهما ـ أنه أحقُّ بزوجته من كل أحدٍ، وحماها عن غيره، أحبت أو كرهت؛ فإن أحبَّها؛ تزوجها على صداق يحبُّه دونها، وإن لم يرضها؛ عَضَلَها فلا يزوِّجها إلاَّ مَن يختاره هو، وربما امتنع من تزويجها حتى تبذل له شيئاً من ميراث قريبه أو من صداقها. وكان الرجل أيضاً يعضُلُ زوجته التي يكون يكرهُها ليذهبَ ببعض ما آتاها. فنهى الله المؤمنين عن جميع هذه الأحوال إلا حالتين: إذا رضيت واختارت نكاح قريب زوجها الأول كما هو مفهومُ قولِهِ: {كَرْهاً}. وإذا أتَيْنَ بفاحشة مبيِّنةٍ كالزنا والكلام الفاحش وأذيتها لزوجها؛ فإنه في هذه الحال يجوز له أن يعضُلَها عقوبةً لها على فعلها، لتفتدي منه إذا كان عضلاً بالعدل.
ثم قال: {وعاشروهنَّ بالمعروف}: وهذا يشمل المعاشرةَ القوليَّة والفعليَّة، فعلى الزوج أن يعاشر زوجته بالمعروف من الصحبة الجميلة وكفِّ الأذى وبذل الإحسان وحسن المعاملة، ويدخل في ذلك النفقة والكسوة ونحوهما، فيجب على الزوج لزوجته المعروف من مثلِهِ لمثلها في ذلك الزمان والمكان، وهذا يتفاوت بتفاوت الأحوال. {فإن كرهتموهنَّ فعسى أن تكرهوا شيئاً ويجعلَ الله فيه خيراً كثيراً}؛ أي: ينبغي لكم أيها الأزواج أن تُمْسِكوا زوجاتِكم مع الكراهة لهنَّ؛ فإنَّ في ذلك خيراً كثيراً: من ذلك امتثالُ أمر الله وقَبولُ وصيَّته التي فيها سعادة الدنيا والآخرة. ومنها: أن إجباره نفسه مع عدم محبَّته لها فيه مجاهدةُ النفس والتخلُّق بالأخلاق الجميلة، وربما أن الكراهة تزول وتخلُفُها المحبةُ كما هو الواقع في ذلك، وربما رُزِقَ منها ولداً صالحاً، نفع والديه في الدنيا والآخرة.
19. Cahiliye döneminde bir kimse ölüp de geriye hanımını bırakacak olursa kardeşi, amcasının oğlu ya da bunlara benzer herhangi bir yakını ölenin hanımının herkesten daha çok kendi hakkı olduğunu düşünür ve kadın ister hoşlansın ister hoşlanmasın onu alıkoyardı. Şayet kendisi isterse kadının rızasına bakmaksızın uygun göreceği bir mehir verip onunla evlenirdi. Şâyet kadını beğenmeyecek olursa da onu evlenmekten alıkoyar, ancak kendisinin arzu ettiği biri çıkarsa evlenmesine müsaade ederdi. Bazen de ölen yakınının mirasından yahut kendi mehrinden ona bir şeyler vermedikçe onu evlendirmeye yanaşmazdı. Kişi aynı zamanda hoşlanmadığı karısına vermiş olduğu mehrin bir bölümünü geri almak kastı ile onu sıkıştırırdı.
İşte Yüce Allah mü’minlere bütün bu halleri şu iki durum dışında yasakladı:
1. Eğer kadının kendisi ilk kocasının yakını ile evlenmeye razı olur ve onun nikâhı altına girmeyi kabul ederse.
Nitekim Yüce Allah’ın: “zorla” ifadesinden anlaşılan da budur.
2. Eğer kadın, zina etmek veya çirkin ve ahlaksız sözler söylemek ya da kocasına eziyet etmek gibi apaçık bir hayasızlık işleyecek olursa. İşte bu durumda kocasının onun yaptığına ceza olmak üzere -eğer bu adalete dayanıyorsa- mehrinden bazı şeyler vermesini sağlamak kastı ile onu sıkıştırması caiz olur.
Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Onlarla iyi geçinin.” Bu hem söz ile hem davranış ile geçinmeyi kapsar. Kocanın hanımı ile güzel arkadaşlık etmesi, eziyetten geri durması, iyilikte bulunması, güzel davranması vb. gibi şekilllerde hanımı ile iyi geçinmesi bir görevidir. Marûf bir şekilde hanımın nafakasını, giyimini ve benzeri ihtiyaçlarını karşılaması da buna dahildir. Kocanın, kendisi durumunda olan erkeklerin, hanımı durumundaki kadınlara karşı maruf olan iyilikleri zaman ve mekân şartları çerçevesinde yerine getirmesi gerekir. Bu da durumların değişmesi ile değişiklik gösterir.
“Şâyet onlardan hoşlanmadınızsa (sabredin); çünkü hoşunuza gitmeyen bir şeyde Allah pek çok hayır takdir etmiş olabilir.” Yâni ey kocalar, onlardan hoşlanmasanız bile hanımlarınızı nikâhınız altında tutmalısınız. Çünkü bunda büyük bir hayır vardır. Allah’ın emrine uymak, Yüce Allah’ın dünya ve âhiret mutluluğunun kaynağı olan emirlerini kabul etmek bu hayrın bir parçasıdır. Kişinin sevmemekle birlikte, kendisini evli kalmaya zorlaması, nefsine karşı bir cihaddır ve güzel ahlaka sahip olmak için bir çabadır. Bu da bu hayırlar arasında yer alır. Belki de bu hoşlanmayış zamanla ortadan kalkar ve -kimi vakalarda görüldüğü üzere- bunun yerini sevgi alabilir. Belki Allah o hoşlanmadığı hanımdan kendisine salih bir evlat verir ve o, bu dünyada da âhirette de ebeveynine faydalı olabilir. Bütün bunlar böyle bir hanımı nikâh altında tutmanın mümkün olması, sakıncalı olmaması halinde söz konusudur. Eğer mutlaka ayrılık zorunlu ise ve böyle bir hanımı nikâh altında tutmanın hiçbir yolu yok ise bu durumda nikâh altında tutmak şart değildir.
O takdirde Yüce Allah’ın şu buyruğu bize yol göstermektedir:
#
{20} وهذا كله مع الإمكان في الإمساك وعدم المحذور، فإنْ كان لا بدَّ من الفراق وليس للإمساك محلٌّ؛ فليس الإمساك بلازم، بل متى {أردتم استبدال زوج مكان زوج}؛ أي: تطليق زوجة وتزوُّج أخرى؛ أي: فلا جُناح عليكم في ذلك ولا حرج، ولكن إذا {آتيتم إحداهن}؛ أي: المفارِقة أو التي تزوجها {قنطاراً}؛ أي: مالاً كثيراً. {فلا تأخذوا منه شيئاً}، بل وفِّروه لهن ولا تَمْطُلوا بهنَّ.
وفي هذه الآية دلالة على عدم تحريم كثرة المهر، مع أن الأفضل واللائق الاقتداء بالنبي - صلى الله عليه وسلم - في تخفيف المهر، ووجه الدلالة أنَّ الله أخبر عن أمر يقعُ منهم ولم ينكِرْه عليهم، فدل على عدم تحريمه.
لكن قد ينهى عن كثرة الصداق إذا تضمن مفسدة دينية وعدم مصلحةٍ تقاوم. ثم قال: {أتأخذونه بهتاناً وإثماً مبيناً}؛ فإنَّ هذا لا يحلُّ، ولو تحيَّلتم عليه بأنواع الحيل؛ فإن إثمه واضح.
20.
“Bir eşi” boşayarak “bırakıp da yerine” evlenerek
“başka bir eş almak isterseniz” bunda sizin için bir günah, bir zorluk, bir vebal yoktur. Ama
“öncekine” yâni kendisinden ayrıldığınız hanıma veya ikinci olarak evleneceğiniz hanıma “yüklerle” pek çok malı mehir olarak
“vermiş olsanız bile ondan hiçbir şey almayın.” Aksine bu malı onlara bırakın, mehri tastamam verin ve bu konuda onları savsaklamayın.
Faziletli ve uygun olan, mehri az tutmak sureti ile Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e uymak olmakla birlikte bu aytte, yüklü miktarda mehir vermenin haram olmadığına delil vardır.
Delalet yönü de şudur: Yüce Allah kocaların yapabilecekleri bir durumu haber vermekte ve onların bu durumlarını reddetmemektedir. O halde bu da çok miktarda mehir vermenin haram olmadığının delilidir. Eğer dini bakımdan bir fesat ve karşı konulamayacak kadar maslahata aykırılık ihtiva edecek olursa çok miktarda mehir vermek yasaklanabilir.
Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “İftira ve apaçık bir günah olduğu halde onu alacak mısınız?” Böyle bir şey helâl olmaz. Eğer sizler çeşitli hile yollarına başvurarak alsanız dahi böyle bir işin günahı gâyet açıktır.
Yüce Allah,
bu yasağın hikmetini de şöyle beyan etmektedir:
#
{21} وقد بيَّن تعالى حكمة ذلك بقوله: {وكيف تأخذونه وقد أفضى بعضكم إلى بعض وأخذن منكم ميثاقاً غليظاً}، وبيان ذلك أن الزوجة قبل عقد النكاح محرمةٌ على الزوج، ولم ترضَ بحلِّها له إلا بذلك المهر الذي يدفعُهُ لها؛ فإذا دخل بها وأفضى إليها وباشرها المباشرة التي كانت حراماً قبل ذلك والتي لم ترض ببذلها إلاَّ بذلك العوض؛ فإنَّه قد استوفى المعوَّض، فثبت عليه العِوَض؛ فكيف يَسْتَوفي المعوَّض ثم بعد ذلك يرجع على العوض؟ هذا من أعظم الظلم والجور، وكذلك أخذ الله على الأزواج ميثاقاً غليظاً بالعقد والقيام بحقوقها. ثم قال تعالى:
21.
Bunu şöylece açıklayabiliriz: Nikah akdinden önce hanım kocaya haramdır. Kocaya helâl olmayı, ancak kocanın kendisine vereceği mehir ile kabul edebilmektedir. Koca hanımı ile gerdeğe girip onunla kaynaştıktan ve mehirden önce haram olan ilişkiyi kurduktan sonra ise -kadın ancak bu bedelin verilmesi karşılığında böyle bir işe razı olduğuna göre- bu durumda koca bedelin/mehrin karşılığını tamamıyla almış olur ve bu bedeli ödemekle de yükümlü olur. Peki, verdiği bedelin karşılığını tamamıyla aldıktan sonra nasıl verdiği bu bedeli geri almak isteyebilir? Şüphesiz ki bu zulüm ve haksızlığın en büyüğüdür. Ayrıca Yüce Allah nikah akdi ile de kocadan hanımının haklarını yerine getireceğine dair ağır bir söz almıştır.
{وَلَا تَنْكِحُوا مَا نَكَحَ آبَاؤُكُمْ مِنَ النِّسَاءِ إِلَّا مَا قَدْ سَلَفَ إِنَّهُ كَانَ فَاحِشَةً وَمَقْتًا وَسَاءَ سَبِيلًا (22)}.
22- Babalarınızın nikâhladığı kadınları nikâhlamayın. Ancak geçmiş olan müstesnâ. Çünkü bu, bir hayasızlık ve gazaba sebep olan iğrenç bir iştir ve kötü bir yoldur.
#
{22} أي: لا تتزوَّجوا من النساء ما تزوَّجهنَّ آباؤكم؛ أي: الأب وإن علا. {إنه كان فاحشة}؛ أي: أمراً قبيحاً يفحُشُ ويعظُمُ قبحُهُ. {ومَقْتاً}: من الله لكم، ومن الخلق، بل يَمْقُتُ بسبب ذلك الابن أباه والأب ابنه مع الأمر ببرِّه. {وساء سبيلاً}؛ أي: بئس الطريق طريقاً لمن سلكه؛ لأنَّ هذا من عوائد الجاهلية التي جاء الإسلام بالتنزُّه عنها والبراءة منها.
22.
“Babalarınızın” yâni ne kadar yukarı doğru giderse gitsin babalarınızın
(ve dedelerinizin) evlendikleri kadınlarla evlenmeyin.
“Çünkü bu, bir hayasızlık” oldukça çirkin ve kötü bir işti.
“gazaba sebep olan iğrenç bir iştir” hem Allah’ın hem de insanların gazabına sebep olan bir davranıştır. Hatta bu davranış sebebi ile oğul babasına, baba da oğluna gazap eder. Halbuki oğlun ona iyi davranması emrdilmiştir.
“ve kötü bir yoldur.” Bu yolu izleyen kimseler için oldukça kötü bir yoldur. Zira bu, İslâm’ın uzak durulmasını emrettiği ve yaklaşılmamasını istediği cahili adetlerdendir.
{حُرِّمَتْ عَلَيْكُمْ أُمَّهَاتُكُمْ وَبَنَاتُكُمْ وَأَخَوَاتُكُمْ وَعَمَّاتُكُمْ وَخَالَاتُكُمْ وَبَنَاتُ الْأَخِ وَبَنَاتُ الْأُخْتِ وَأُمَّهَاتُكُمُ اللَّاتِي أَرْضَعْنَكُمْ وَأَخَوَاتُكُمْ مِنَ الرَّضَاعَةِ وَأُمَّهَاتُ نِسَائِكُمْ وَرَبَائِبُكُمُ اللَّاتِي فِي حُجُورِكُمْ مِنْ نِسَائِكُمُ اللَّاتِي دَخَلْتُمْ بِهِنَّ فَإِنْ لَمْ تَكُونُوا دَخَلْتُمْ بِهِنَّ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ وَحَلَائِلُ أَبْنَائِكُمُ الَّذِينَ مِنْ أَصْلَابِكُمْ وَأَنْ تَجْمَعُوا بَيْنَ الْأُخْتَيْنِ إِلَّا مَا قَدْ سَلَفَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ غَفُورًا رَحِيمًا (23) وَالْمُحْصَنَاتُ مِنَ النِّسَاءِ إِلَّا مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُكُمْ كِتَابَ اللَّهِ عَلَيْكُمْ وَأُحِلَّ لَكُمْ مَا وَرَاءَ ذَلِكُمْ أَنْ تَبْتَغُوا بِأَمْوَالِكُمْ مُحْصِنِينَ غَيْرَ مُسَافِحِينَ فَمَا اسْتَمْتَعْتُمْ بِهِ مِنْهُنَّ فَآتُوهُنَّ أُجُورَهُنَّ فَرِيضَةً وَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ فِيمَا تَرَاضَيْتُمْ بِهِ مِنْ بَعْدِ الْفَرِيضَةِ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلِيمًا حَكِيمًا (24)}.
23- Anneleriniz, kızlarınız, kızkardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, erkek kardeş kızları, kızkardeş kızları, sizi emziren sütanneleriniz, süt kızkardeşleriniz, eşlerinizin anaları ve kendileri ile zifafa girdiğiniz eşlerinizden himayenizde bulunan üvey kızlarınız
(la evlenmek) size haram kılındı. Eğer o kadınlarla zifafa girmemiş iseniz sizin için bir vebal yoktur. Öz oğullarınızın hanımları ve iki kız kardeşi birlikte almanız da
(size haramdır). Ancak geçmişte olanlar müstesnâ. Şüphesiz Allah mağfiret edendir, çok merhametlidir.
24- Evli kadınlar da
(size haramdır). Sahip olduğunuz cariyeler müstesnâ. Bunlar Allah’ın size
(farz olarak) yazdıklarıdır. Geriye kalan
(kadın)lara gelince iffetinizi koruyarak ve zinaya sapmaksızın mallarınızla
(onları nikâhlama yolunu) aramanız size helâl kılındı. O halde onlardan hangisi ile faydalandı iseniz bundan dolayı onlara tayin edildiği şekilde mehirlerini verin. Onun miktarını tayin ettikten sonra gönül hoşluğu ile
(eksiltme ya da artırma konusunda) uzlaşmanızda size bir vebal yoktur. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, mutlak hüküm ve hikmet sahibidir.
Bu âyet-i kerimeler hem nesepten, emzirmeden, evlilik bağından kaynaklanan akrabalıktan ve bir arada tutulmadan dolayı kendileri ile evlenilmesi haram kılınan kadınları hem de evlenilmeleri helâl olan kadınları açıklamaktadır.
#
{23} فأما المحرمات في النسب؛ فهنَّ السبعُ اللاتي ذكرهنَّ الله: الأمُّ: يدخل فيها كلُّ من لها عليك ولادةٌ وإن بَعُدَتْ. ويدخل في البنت كلُّ من لك عليها ولادة. والأخوات الشقيقات أو لأبٍ أو لأمٍ. والعمة: كلُّ أختٍ لأبيك أو لجدِّك وإن علا. والخالة: كلُّ أخت لأمِّك أو جدَّتك وإن علت وارثة أم لا. وبناتُ الأخ وبناتُ الأخت؛ أي: وإن نزلت. فهولاء هنَّ المحرَّمات من النسب بإجماع العلماء؛ كما هو نصُّ الآية الكريمة، وما عداهنَّ؛ فيدخُلُ في قولِهِ: {وأحِلَّ لكم ما وراء ذلكم}، وذلك كبنت العمَّة والعمِّ وبنت الخال والخالة.
وأما المحرَّمات بالرَّضاع؛ فقد ذكر الله منهنَّ الأمَّ والأخت، وفي ذلك تحريم الأم، مع أنَّ اللبن ليس لها، إنَّما هو لصاحب اللبن، دلَّ بتنبيهه على أن صاحب اللبن يكون أباً للمرتضع؛ فإذا ثبتت الأبوة والأمومة؛ ثبت ما هو فرعٌ عنهما؛ كأخوتهما وأصولهما وفروعهما ، وقال النبي - صلى الله عليه وسلم -: «يحرُمُ من الرَّضاع ما يحرُمُ من النسب» ، فينتشر التحريم من جهة المرضعة ومَن له اللبن كما ينتشر في الأقارب وفي الطفل المرتضع إلى ذريَّته فقط، لكن بشرط أن يكون الرضاعُ خمسَ رَضَعات في الحولين؛ كما بيَّنت السنة.
وأما المحرمات بالصهر؛ فهنَّ أربع: حلائل الآباء وإن علوا، وحلائل الأبناء وإن نزلوا وارثين أو محجوبين، وأمهات الزوجة وإن علون؛ فهؤلاء الثلاث يَحْرُمْنَ بمجرَّد العقد، والرابعة الربيبة، وهي بنت زوجته وإن نزلت؛ فهذه لا تحرُمُ حتى يدخلَ بزوجتِهِ؛ كما قال هنا: {وربائبُكُمُ اللاَّتي في حجورِكُم من نسائِكُمُ اللاتي دخلتم بهن ... } الآية. وقد قال الجمهور: إن قوله: {اللاتي في حجوركم}: قيدٌ خَرَجَ بمخرَج الغالب لا مفهوم له؛ فإن الربيبة تحرُمُ ولو لم تكن في حجره، ولكن للتقييد بذلك فائدتان: إحداهما: [فيه] التنبيه على الحكمة في تحريم الربيبة، وأنها كانت بمنزلة البنت؛ فمن المستقبح إباحتها. والثانية: فيه دلالة على جواز الخَلْوة بالربيبة، وأنها بمنزلة من هي في حجره من بناته ونحوهن. والله أعلم.
وأمّا المحرمات بالجمع؛ فقد ذكر الله الجمع بين الأختين وحرَّمه، وحرَّم النبي - صلى الله عليه وسلم - الجمع بين المرأة وعمتها أو خالتها ؛ فكل امرأتين بينهما رحمٌ محرَّم، لو قُدِّرَ إحداهُما ذكراً والأخرى أنثى حَرُمَتْ عليه؛ فإنه يحرُمُ الجمع بينهما، وذلك لما في ذلك من أسباب التقاطع بين الأرحام.
23.
Nesepten dolayı kendileri ile evlenilmesi haram olan kadınlar: Bunlar,
Yüce Allah’ın sözünü ettiği şu yedi kimsedir: Anne; ne kadar yukarı çıkarsa çıksın
(nineler de dahil) kendisi vasıtası ile dünyaya gelinen kadındır. Ne kadar aşağı giderse gitsin
(torunlarla birlikte) tüm kız çocuklar. Anne baba bir yahut baba bir ya da baba bir kızkardeşler. Babanın kızkardeşleri yahut dedenin kız kardeşleri olan halalar. Annenin kızkardeşi yahut ninenin kızkardeşi olan teyzeler ki ister mirasçı olsunlar ister olmasınlar fark etmez. Erkek kardeşin kızları ve kızkardeşin kızları, ne kadar aşağı giderlerse gitsinler
(yani kız yeğenler ve onların kızları ile torunları).
İşte âyet-i kerimede ifade edilen bu kadınlar, ilim adamlarının icmasıyla nesep yolu ile haram kılınan kadınlardır.
Nesep bağı olup da bu sayılanların dışında kalanlar ise Yüce Allah’ın: “Geriye kalan (kadın)lara gelince... size helâl kılındı” buyruğunun kapsamına girmektedir. Mesela hala kızı, amca kızı, dayı ve teyze kızları gibi.
Süt emme dolayısıyla haram kılınan kadınlar: Yüce Allah bunlar arasından sadece sütanneyi ve süt kız kardeşi zikretmiştir. Süt, anneye ait olmayıp
(sütannenin) kocasına ait olmasına rağmen sütannenin haram kılınması, sütün sahibinin
(sütannenin kocasının), süt emenin
(süt) babası olduğunun delilidir. Emme yoluyla babalık ve annelik sabit olduğuna göre onların yakın akrabalarının da akrabalığı
(süt emen hakkında) sabit olur. Mesela sütanne ve süt babanın kardeşleri, usul ve füruları gibi.
Nitekim Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de: “Neseb yoluyla haram olan, süt emme yoluyla da haram olur” buyurmaktadır. Bu durumda evlenme haramlığı, süt emziren kadınla onun kocası yönünden nesep bağı olan akrabalar arasında olduğu şekilde geçerlidir. Süt emen çocuk yönünden ise yalnızca onun zürriyetinden gelenler için geçerlidir
(süt emen çoğun diğer kardeşleri hakkında ise haramlık söz konusu değildir). Bununla birlikte süt emmenin -sünnetin beyan ettiği üzere- ilk iki yıl içinde en az beş defa gerçekleşmiş olması şartı vardır.
Evlilik bağından kaynaklanan akrabalık sebebi ile haram kılınan kadınlar: Bunlar da dört tanedir: Ne kadar yukarı doğru giderlerse gitsinler babaların hanımları ve ne kadar aşağı inerlerse insinler oğulların hanımları -ki bunlar ister miras alsınlar ister hacbedilsinler fark etmez-, ne kadar yukarı doğru giderlerse gitsinler hanımların anneleri
(ve nineleri). İşte bu üçü, sırf nikâh akdinin yapılması ile
(ilişki olmasa da) haram olurlar. Dördüncüsü ise üvey kızdır. Bu da ne kadar aşağı giderse gitsin zevcenin başka kocadan olma kızıdır. Koca, annesi ile gerdeğe girmedikçe bunlar haram olmazlar.
Nitekim Yüce Allah da şöyle buyurmuştur: “ve kendileri ile zifafa girdiğiniz eşlerinizden himayenizde bulunan üvey kızlarınız size haram kılındı.”
Cumhur der ki: Yüce Allah’ın:
“Himayenizde bulunan üvey kızlarınız” kaydı ile çoğunlukla görülen duruma işaret edilmiştir. Yoksa bunun mefhumunun
(şart olarak) alınmaması gerekir. Zira bir kimse üvey kızını himayesine almasa dahi onunla evlenmesi haramdır.
Ancak bu kaydın getirilmesinin iki faydası vardır:
1. Himayede bulunan üvey kızın haram kılınış hikmetine dikkat çekilmekte ve bunun tıpkı kız evlat gibi olduğu anlatılmaktadır. O bakımdan böyle bir kızla evlenmenin mubah kabul edilmesi oldukça çirkin bir şeydir.
2. İkinci bir husus ise bu, himayede bulunan üvey kızla başbaşa kalmanın caiz olduğuna delildir ve böyle bir kız bir kişinin kendi himayesinde bulunan öz kızları gibidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
Aynı anda nikâh altında bulundurulması haram kılınan kadınlar: Şanı Yüce Allah iki kızkardeşi aynı nikâh altında bulundurmayı söz konusu ederek, bunu haram kılmıştır. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de bir kadının, halası ve teyzesi ile birlikte aynı nikâh altında bulundurulmasını haram kılmıştır. Faraza biri erkek diğeri kadın kabul edildiği takdirde birbirleri ile evlenmeleri haram olan her iki kadının aynı anda aynı nikâh altında bulundurulmaları haramdır. Bunun sebebi ise bu evliliklerin akrabalık bağlarının kopartılmasına yol açmasıdır.
#
{24} ومن المحرَّمات في النكاح {المحصناتُ من النساء}؛ أي: ذوات الأزواج؛ فإنَّه يَحْرُمُ نكاحهنَّ ما دمنَ في ذمة الزوج حتى تَطْلُقَ وتنقضيَ عِدَّتُها؛ {إلا ما ملكت أيمانكُم}؛ أي: بالسبي؛ فإذا سُبِيَتِ الكافرةُ ذات الزوج؛ حلَّت للمسلمين بعد أن تُسْتَبْرأ، وأما إذا بيعت الأمة المزوَّجةَ أو وُهِبَتْ؛ فإنَّه لا ينفسخُ نكاحُها؛ لأنَّ المالك الثاني نزل منزلة الأول، ولقصة بَريرة حين خيَّرها النبيُّ - صلى الله عليه وسلم -.
وقوله: {كتاب الله عليكم}؛ أي: الزموه واهتدوا به؛ فإن فيه الشفاء والنور، وفيه تفصيل الحلال من الحرام.
ودخل في قوله: {وأحِلَّ لكم ما وراء ذلكم}: كلُّ ما لم يُذْكَرْ في هذه الآية؛ فإنه حلال طيب؛ فالحرام محصورٌ، والحلال ليس له حدٌّ ولا حصرٌ؛ لطفاً من الله ورحمة وتيسيراً للعباد. وقوله: {أن تبتغوا بأموالكم}؛ أي: تطلُبوا مَن وَقَعَ عليه نظرُكُم واختيارُكُم من اللاتي أباحهنَّ الله لكم حالة كونكم {محصنينَ}؛ أي: مستعفين عن الزنا ومعفين نساءكم. {غير مسافحين}: والسفحُ سفحُ الماء في الحلال والحرام؛ فإنَّ الفاعل لذلك لا يحصن زوجته؛ لكونه وضع شهوته في الحرام، فتضعف داعيته للحلال، فلا يبقى محصناً لزوجته. وفيها دلالة على أنه لا يزوَّج غيرُ العفيف؛ لقوله تعالى: {الزاني لا ينكح إلا زانيةً أو مشركةً والزانيةُ لا ينكِحُها إلا زانٍ أو مشركٌ}.
{فما استمتعتم به منهن}؛ أي: من تزوَّجْتُموها. {فآتوهنَّ أجورهنَّ}؛ أي: الأجور في مقابلة الاستمتاع، ولهذا إذا دخل الزوج بزوجته؛ تقرَّر عليه صداقها {فريضةً}؛ أي: إتيانكم إياهنَّ أجورهنَّ فرضٌ فرضه الله عليكم، ليس بمنزلة التبرُّع الذي إن شاء أمضاه وإن شاء ردَّه، أو معنى قوله: {فريضةً}؛ أي: مقدَّرة، قد قدَّرتموها، فوجبت عليكم؛ فلا تنقصوا منها شيئاً. {ولا جُناح عليكم فيما تراضيتم به من بعد الفريضة}؛ أي: بزيادةٍ من الزوج أو إسقاطٍ من الزوجة عن رضا وطيب نفس. هذا قولُ كثيرٍ من المفسِّرين. وقال كثيرٌ منهم: إنها نزلت في متعة النساء التي كانت حلالاً في أول الإسلام، ثم حرَّمها النبي - صلى الله عليه وسلم -، وأنه يؤمر بتوقيتها وأجرها، ثم إذا انقضى الأمد الذي بينهما، فتراضيا بعد الفريضة؛ فلا حرج عليهما. والله أعلم. {إنَّ الله كان عليماً حكيماً}؛ أي: كامل العلم واسعه، كامل الحكمة؛ فمن علمه وحكمته شرع لكم هذه الشرائع، وحدَّ لكم هذه الحدود الفاصلة بين الحلال والحرام. ثم قال تعالى:
24.
Kendileri ile evlenilmesi haram kılınan kadınlar arasında: “evli kadınlar” yâni kocası bulunan kadınlar da vardır. Bir kocanın nikâhı altında bulunduğu sürece bir kadının nikâhlanması haramdır. Boşanmadıkça ve iddeti tamamlanmadıkça başkası tarafından nikâhlanamaz.
“Sahip olduğunuz cariyeler müstesnâ.” Yâni savaş esiri olarak aldığınız cariyeler bu hükümden müstesnâdır. Zira kocası bulunan kâfir bir kadın, esir alınacak olursa istibradan
(hamile olmadığı anlaşıldıktan) sonra müslümanlara helâl olur. Ancak kocası bulunan bir cariye satılacak yahut hibe edilecek olursa bu takdirde onun nikâhı fesholmaz. Çünkü ikinci mâlik, birincisi durumundadır
(yâni nikâhını feshettirecek farklı bir konumu yoktur). Ayrıca Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in
(cariye olan) Berîre’yi muhayyer bıraktığı olay da bunu göstermektedir.
“Bunlar Allah’ın size (farz olarak) yazdıklarıdır.” O halde bunlara bağlı kalın ve O’nun yazdıkları ile hidâyet bulun. Çünkü şifâ ve nûr bundadır. Helâl ve haram, Allah’ın kitabı ile geniş geniş açıklanmış ve gösterilmiştir.
Yüce Allah’ın: “Geriye kalan (kadın)lara gelince... size helâl kılındı” buyruğunun kapsamına bu âyet-i kerimede sözü edilmeyen bütün kadınlar girmekte olup bunlarla evlenmek helâldir. Haram olanlar sınırlıdır. Helâl olanların ise Yüce Allah’ın lütuf ve rahmeti, kullarına kolaylık dilemesi dolayısı ile sınırlandırılması söz konusu değildir.
“Mallarınızla (onları nikâhlama yolunu) aramanız” yâni Allah’ın size mubah kıldığı kadınlardan uygun görüp tercih ettiklerinizle evlenme yoluna gitmeniz
“size helâl kılındı”. Şu şartla ki bunu
“iffetinizi koruyarak” hem kendinizin hem eşlerinizi iffetini koruyarak
“ve zinaya sapmaksızın” yapmalısınız. Çünkü suyunu harama akıtan bir kimse, hiç şüphesiz eşinin iffetini korumuş olmaz. Çünkü kendi şehvetini haramla tatmin olmuş olur. Böylelikle helâl yoldan ihtiyacını karşılama isteğinde bir zayıflama olur ve bunun sonucunda hanımının iffetini korumamış olur. Bu buyrukta ancak iffetli kimselerin evlendirileceğine delil vardır.
Çünkü Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Zina eden erkek ancak zina eden veya müşrik olan bir kadını nikâhlayabilir. Zina eden kadını da ancak zina eden veya müşrik olan bir erkek nikâhlayabilir.” (en-Nur, 24/3)
“O halde onlardan hangisi ile faydalanır iseniz” yâni kimlerle evlendi iseniz
“bundan dolayı onlara tayin edildiği şekilde mehirlerini” onlardan faydalanmanın karşılığı olarak
“verin.” İşte bundan dolayı koca hanımı ile gerdeğe girdi mi artık onun mehrini ödemesi gerekir. “Tayin edildiği şekilde” ifadesi onların mehirlerini tayin edilen şekilde vermenin, Allah’ın farz kıldığı bir hüküm olduğunu göstermektedir. Yoksa bu, kişinin dilerse yerine getireceği, dilerse kabul etmeyeceği bir bağış kabilinden değildir.
Bu ifadeye şöyle mana vermek de mümkündür: Onların mehirlerini tayin etmiş olduğunuz miktarlarda ödeyin. Bu miktarı ödemeniz sizin için farz olmuştur. O nedenle bu miktarı hiçbir şekilde eksiltmeye kalkışmayın.
“Onun miktarını tayin ettikten sonra gönül hoşluğu ile (eksiltme ya da artırma konusunda) uzlaşmanızda size bir vebal yoktur.” Yâni kocanın tayin edilen miktardan fazlasını vermesi yahut da hanımın bu miktarı düşürmesi ve bunu gönül hoşluğu ile yapmasının bir mahzuru yoktur. Çoğu müfessirlerin görüşü bu şekildedir.
Yine onların önemli bir kesimi de şöyle demektedir: Bu âyet-i kerime İslâm’ın ilk dönemlerinde helâl olan mut’â
(anlaşmaya dayalı geçici) nikâhı hakkında inmiştir. Daha sonra Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bunu haram kılmıştır. İşte haram kılınmadan önce bu mut’â nikâhının süresinin ve mehrinin tespit edilmesi emredilmiştir. Aralarında tayin ettikleri bu süre bitip de birbirleri ile uzlaşacak olurlarsa yine onlara bir vebal yoktur, demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’dır.
“Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir” ilmi kâmil ve geniştir.
“mutlak hüküm ve hikmet sahibidir.” Hikmeti tam ve eksiksizdir. İşte ilim ve hikmetinin bir tecellisi olarak sizin için bu hükümleri teşrî’ buyurmuş ve helâl ile haramı birbirinden ayıran bu sınırları çizmiştir.
Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
{وَمَنْ لَمْ يَسْتَطِعْ مِنْكُمْ طَوْلًا أَنْ يَنْكِحَ الْمُحْصَنَاتِ الْمُؤْمِنَاتِ فَمِنْ مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُكُمْ مِنْ فَتَيَاتِكُمُ الْمُؤْمِنَاتِ وَاللَّهُ أَعْلَمُ بِإِيمَانِكُمْ بَعْضُكُمْ مِنْ بَعْضٍ فَانْكِحُوهُنَّ بِإِذْنِ أَهْلِهِنَّ وَآتُوهُنَّ أُجُورَهُنَّ بِالْمَعْرُوفِ مُحْصَنَاتٍ غَيْرَ مُسَافِحَاتٍ وَلَا مُتَّخِذَاتِ أَخْدَانٍ فَإِذَا أُحْصِنَّ فَإِنْ أَتَيْنَ بِفَاحِشَةٍ فَعَلَيْهِنَّ نِصْفُ مَا عَلَى الْمُحْصَنَاتِ مِنَ الْعَذَابِ ذَلِكَ لِمَنْ خَشِيَ الْعَنَتَ مِنْكُمْ وَأَنْ تَصْبِرُوا خَيْرٌ لَكُمْ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ (25)}.
25- İçinizden hür olan mü’min kadınları nikâhlayacak imkânı bulamayanlar sahip olduğunuz mü’min cariyelerinizden alsın. Allah imanınızı çok iyi bilendir. Siz birbirinizdensiniz. Zinadan kaçınan, gizli dost edinmeyen namuslu kadınlar olmaları halinde onları velilerinin izni ile nikâhlayın ve mehirlerini de güzellikle kendilerine verin. Şâyet evlendikten sonra fuhuş işlerlerse onlara evli ve hür kadınlara verilen cezanın yarısı verilir. Bu, içinizden günaha girmekten korkanlar içindir. Sabretmeniz ise sizin için daha hayırlıdır. Allah çok bağışlayandır, pek merhametlidir.
#
{25} أي: ومن لم يستطع الطَّول ـ الذي هو المهر ـ لنكاح المحصنات؛ أي: الحرائر المؤمنات، وخاف على نفسه العنت؛ أي: الزنا والمشقة الكثيرة؛ فيجوز له نكاح الإماء المملوكات المؤمنات، وهذا بحسب ما يظهر، وإلاَّ؛ فالله أعلم بالمؤمن الصادق من غيره؛ فأمور الدنيا مبنيَّة على ظواهر الأمور، وأحكام الآخرة مبنيَّة على ما في البواطن. {فانكِحوهنَّ}؛ أي: المملوكات {بإذن أهلهنَّ}؛ أي: سيِّدهن واحداً أو متعدداً. {وآتوهنَّ أجورهنَّ بالمعروف}؛ أي: ولو كنَّ إماءً؛ فإنه كما يجب المهر للحرة؛ فكذلك يجب للأمة، ولكن لا يجوز نكاح الإماء إلاَّ إذا كنَّ {محصنات}؛ أي: عفيفات عن الزنا، {غير مسافِحاتٍ}؛ أي: زانيات علانية، {ولا متَّخذاتِ أخدانٍ}؛ أي: أخلاء في السرِّ.
فالحاصل أنه لا يجوز للحرِّ المسلم نكاح أمةٍ إلاَّ بأربعة شروط ذكرها الله: الإيمان بهنّ، والعفة ظاهراً وباطناً، وعدم استطاعة طَوْل الحرة، وخوف العنت؛ فإذا تمت هذه الشروط؛ جاز له نكاحهنَّ، ومع هذا؛ فالصبر عن نكاحهنَّ أفضلُ؛ لما فيه من تعريض الأولاد للرقِّ، ولما فيه من الدناءة والعيب، وهذا إذا أمكن الصبر؛ فإن لم يمكن الصبر عن الحرام إلاَّ بنكاحهنَّ؛ وجب ذلك، ولهذا قال: {وأن تصبروا خير لكم والله غفور رحيم}.
وقوله: {فإذا أحْصِنَّ}؛ أي: تزوَّجن أو أسلمن؛ أي: الإماء. فعليهن نصف ما على المحصنات؛ أي: الحرائر {من العذاب}. وذلك الذي يمكن تنصيفُهُ وهو الجلد، فيكون عليهن خمسون جلدةً، وأما الرجم؛ فليس على الإماء رجمٌ؛ لأنه لا يتنصَّف؛ فعلى القول الأول: إذا لم يتزوَّجن؛ فليس عليهن حدٌّ، إنما عليهن تعزيرٌ يردعهنَّ عن فعل الفاحشة. وعلى القول الثاني: إن الإماء غير المسلمات إذا فعلن فاحشةً أيضاً عزِّرْن.
وختم هذه الآية بهذين الاسمين الكريمين: الغفور، والرحيم؛ لكون هذه الأحكام رحمة بالعباد وكرماً وإحساناً إليهم، فلم يضيِّق عليهم، بل وسَّع غاية السعة. ولعل في ذكر المغفرة بعد ذكر الحدِّ إشارة إلى أن الحدود كفاراتٌ يغفرُ الله بها ذنوبَ عباده كما وردَ بذلك الحديث.
وحُكم العبد الذَّكر في الحد المذكور حُكم الأمة لعدم الفارق بينهما.
25.
“İçinizden hür olan mü’min kadınları nikâhlayacak imkânı bulamayanlar...” Yâni aranızdan namuslu hür ve mü’min kadınları nikâhlayabilmek için gerekli imkan demek olan mehri bulamayanlar ve bununla birlikte de zinaya düşmekten ve zorluk çekmekten korkan kimselerin mü’min ve mülkiyet altında bulunan cariyeleri nikâhlamaları caizdir. Bu zahire göre böyledir. Zira samimi olan mü’min ile samimi olmayan mü’minleri en iyi bilen, Yüce Allah'tır. Çünkü dünya işlerinde esas olan zahir hallerdir, âhiret hükümleri ise kalpte saklı olan hallere mebnidir.
Bu cariyeleri
“velilerinin” yâni ister bir kişi ister birden fazla olsun efendilerinin
“izni ile nikâhlayın ve mehirlerini de güzellikle kendilerine verin” yâni cariye dahi olsalar hür kadına mehir vermek icabettiği gibi cariyeye de mehir vermek icabeder. Ancak cariyeleri nikâhlamanın caiz olması onların zinadan uzak duran iffetli
“Zinadan kaçınan, gizli dost edinmeyen namuslu kadınlar olmaları” şartına bağlıdır. Yâni ne açıktan ne de gizli bir şekilde zina işleyen kimselerden olmamaları gerekir.
Özetleyecek olursak müslüman hür bir erkeğin,
bir cariyeyi nikâhlayabilmesi Yüce Allah’ın sözünü ettiği şu dört şartın yerine gelmesi halinde caizdir: Bu cariyelerin mü’min olmaları, zahiren ve batınen iffetli olmaları, hür kadını nikâhlayabilecek imkanın bulunamaması ve evlenememekten dolayı çok zorluk ve sıkıntı çekilmesidir. Bu şartlar tahakkuk ettiği takdirde cariyelerin nikâhlanmaları caiz olur. Bununla birlikte cariyelerle nikâhlanmayıp sabretmek daha faziletlidir. Çünkü cariyelerle evlenmek, doğacak çocukları köle olmakla karşı karşıya bırakır ve böyle bir nikâh, bir ayıp ve aşağılanma sebebidir. Bu, sabretmek mümkün ise böyledir. Eğer ancak cariyelerle evlenmek sureti ile harama karşı direnebiliniyor ise o takdirde onlarla nikâhlanmak şart olur.
İşte bundan dolayı Yüce Allah: “Sabretmeniz ise sizin için daha hayırlıdır. Allah çok bağışlayandır, pek merhametlidir” buyurmuştur.
“Şâyet evlendikten sonra” yâni evlenirseler -veya müslüman olursalar- ve
“fuhuş işlerlerse onlara evli ve hür kadınlara verilen cezanın yarısı verilir.” Bu, yarısı mümkün olan cezadır ki o da celde
(sopa) cezasıdır. Cariyeler zina ettikleri takdirde onlara elli sopa vurulur. Recme gelince cariyeler hakkında bu, söz konusu değildir. Çünkü recmin ikiye bölünmesi mümkün değildir. Birinci görüşe göre eğer cariyeler evlenmeyecek olurlarsa haklarında had cezası olmaz. Onlar için sadece kendilerini fuhuş işlemekten alıkoyacak kadar bir tazir cezası söz konusudur. İkinci görüşe göre cariyeler müslüman kadınlardan farklıdır. Onlar bir hayasızlık ve fuhuş işleyecek olurlarsa tazir olunurlar.
Âyet-i kerime Yüce Allah’ın
“Ğafur ve Rahim” ismi kerimleri ile sona ermektedir. Çünkü bu hükümler kullara bir rahmet, ilâhi bir kerem ve ihsandır. Yüce Allah onlar aleyhine işi dar tutmamaış, aksine olabildiğince geniş tutmuştur. Haddin söz konusu edilmesinden sonra Allah’ın bağışlayıcılığının söz konusu edilmesi, hadlerin keffaret olduğuna ve Allah’ın hadler vasıtası ile kullarının günahlarını bağışladığına bir işaret olabilir. Nitekim bu hususta hadis de varid olmuştur. Sözü geçen had konusunda erkek kölenin hükmü de cariyenin hükmü gibidir. Çünkü bu açıdan aralarında her hangi bir fark yoktur.
{يُرِيدُ اللَّهُ لِيُبَيِّنَ لَكُمْ وَيَهْدِيَكُمْ سُنَنَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ وَيَتُوبَ عَلَيْكُمْ وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ (26) وَاللَّهُ يُرِيدُ أَنْ يَتُوبَ عَلَيْكُمْ وَيُرِيدُ الَّذِينَ يَتَّبِعُونَ الشَّهَوَاتِ أَنْ تَمِيلُوا مَيْلًا عَظِيمًا (27) يُرِيدُ اللَّهُ أَنْ يُخَفِّفَ عَنْكُمْ وَخُلِقَ الْإِنْسَانُ ضَعِيفًا (28)}.
26- Allah size açıkça bildirmek, sizi sizden öncekilerin yollarına iletmek ve tevbelerinizi kabul etmek ister. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
27- Allah tevbelerinizi kabul etmek ister. Şehvetlerine uyanlar ise sizin büyük bir sapıklığa düşmenizi isterler.
28- Allah sizden hafifletmek ister. Zaten insan zayıf yaratılmıştır.
#
{26} يخبر تعالى بمنَّته العظيمة ومنحته الجسيمة وحسن تربيته لعباده المؤمنين وسهولة دينه، فقال: {يريد الله لِيبيِّنَ لكم}؛ أي: جميع ما تحتاجون إلى بيانه من الحق والباطل والحلال والحرام. {ويهدِيَكم سنن الذين من قبلكم}؛ أي: الذين أنعم الله عليهم من النبيِّين وأتباعهم في سِيَرِهم الحميدة وأفعالهم السديدة وشمائلهم الكاملة وتوفيقهم التام؛ فلذلك نفَّذ ما أراده، ووضَّح لكم، وبيَّن بياناً كما بين لمن قبلكم، وهداكم هدايةً عظيمة في العلم والعمل.
{ويتوبَ عليكم}؛ أي: يلطف [بكم] في أحوالكم وما شَرَعَه لكم، حتى تتمكَّنوا من الوقوف على ما حدَّه الله والاكتفاء بما أحلَّه، فتقلَّ ذنوبُكم بسبب ما يسَّر الله عليكم؛ فهذا من توبته على عباده، ومن توبته عليهم أنهم إذا أذنبوا فتح لهم أبواب الرحمة، وأوزع قلوبَهم الإنابة إليه والتذلُّل بين يديه، ثم يتوب عليهم بقبول ما وفَّقهم له؛ فله الحمد والشكر على ذلك. وقوله: {والله عليم حكيم}؛ أي: [كامل العلم]، كامل الحكمة؛ فمن علمه أن عَلَّمكم ما لم تكونوا تعلمون، ومنها هذه الأشياء والحدود. ومن حكمته أنه يتوبُ على من اقتضت حكمته ورحمته التوبة عليه، ويخذلُ من اقتضت حكمته وعدلُه أن لا يصلُحَ للتوبة.
26. Şanı Yüce Allah o büyük lütfu ve muazzam ihsanlarını,
mü’min kullarını güzel terbiye edişini ve dininin kolaylığını şöylece bildirmektedir: “Allah size açıkça bildirmek” hakkı, batılı, helâli, haramı vb. gibi açıklanmasına ihtiyaç duyduğunuz her şeyi açıklamak
“sizi sizden öncekilerin” yâni kendilerine nimet vermiş olduğu peygamberlerin ve onlara tâbî olanların
“yollarına” övülmeye değer davranış ve doğru fiillerine, mükemmel nitelik ve özelliklerine ve eksiksiz muvaffakiyetlerine “iletmek ve tevbelerinizi kabul etmek ister.” Bundan dolayı da O, irâdesini tahakkuk ettirmiş, size açıklamalar yapmış ve beyanlarda bulunmuştur. Tıpkı sizden öncekilere beyanda bulunduğu gibi. İlim ve amel itibari ile de sizi çok büyük bir hidâyete mazhar kılmıştır.
“Tevbelerinizi kabul etmek ister.” Hallerinizde ve sizin için gönderdiği şer’î hükümlerde size lütfu ile muamele etmek ister. Tâ ki Allah’ın çizdiği sınırlarda durmak, O’nun helâl kıldığı şeyler ile yetinme imkânını elde edesiniz. Böylelikle de Allah’ın size sağlayacağı kolaylık sayesinde günahlarınız azalsın. İşte bu da Allah’ın kullarının tevbesini kabul etmesinin bir parçasıdır. Yine onların tevbelerini kabul etmesinin bir parçası olmak üzere günah işledikleri takdirde onlara rahmet kapılarını açar. Kalplerine kendisine yönelip huzurunda tevazuyla boyun eğme duygusunu yerleştirir, sonra da onlara verdiği bu muvaffakiyeti kabul ederek tevbelerini de kabul buyurur. Bundan dolayı hamd ve şükür yalnız O’nadır.
“Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” Yâni ilmi ve hikmeti eksiksiz ve tam olandır. Size daha önceden bilmediğiniz şeyleri öğretmiş olması da O’nun ilminin bir tecellisidir. İşte burada sayılanlar ve hadler de bunlardandır. Hikmet ve rahmetinin, tevbesini kabul etmeyi gerektirdiği kimselerin tevbelerini kabul etmesi de O’nun hikmetindendir. Tevbeye elverişli olmayanları da hikmet ve adaletinin de gerektirdiği şekilde yardımsız bırakması da O’nun hikmetindendir.
#
{27} وقوله: {والله يريدُ أن يتوبَ عليكم}؛ أي: توبةً تلمُّ شَعَثَكُم وتجمع متفرِّقكم وتقرِّب بعيدكم. {ويريد الذين يتَّبِعون الشهواتِ}؛ أي: يميلون معها حيث مالت، ويقدِّمونها على ما فيه رضا محبوبهم ويعبُدون أهواءَهم من أصناف الكَفَرَةِ والعاصينَ المقدِّمين لأهوائهم على طاعة ربهم؛ فهؤلاء يريدون {أن تميلوا ميلاً عظيماً}؛ أي: أن تنحرِفوا عن الصراط المستقيم إلى صراط المغضوب عليهم والضالين، يريدون أن يصرفوكم عن طاعة الرحمن إلى طاعة الشيطان، وعن التزام حدود مَن السعادةُ كلُّها في امتثال أوامره إلى مَن الشقاوة كلُّها في اتباعه؛ فإذا عرفتم أنَّ الله تعالى يأمرُكم بما فيه صلاحُكم وفلاحُكم وسعادتكم، وأنَّ هؤلاء المتبعين شهواتهم يأمرونكم بما فيه غايةُ الخَسَارِ والشقاء؛ فاختاروا لأنفسكم أَوْلَى الداعيين وتخيَّروا أحسن الطريقتين.
27.
“Allah tevbelerinizi kabul etmek ister” sizin perişanlığınızı giderecek, dağınıklığınızı bir araya toplayacak ve uzaklarınızı yakın edecek bir tevbe nasib etmek ister.
“Şehvetlerine uyanlar ise” şehvetleri ve nefsi arzuları ne tarafa giderse onların arkasından gidenler, onları sevdikleri Rablerinin rızasının önüne geçirenler, hevâlarına tapınanlar, kâfir, isyankâr ve hevâlarını Rablerine itaatin önüne geçiren çeşitli kimseler, işte bunlar
“ise sizin büyük bir sapıklığa düşmenizi” dosdoğru yoldan saparak kendilerine gazap olunan ve sapıtmış kimselerin yollarına düşmenizi “isterler.” Bunlar sizleri Rahmân olan Allah’ın itaatinden, şeytanın itaatine çevirmek isterler. Mutluluğun tümü emirlerini yerine getirmekte olan zatın sınırlarından uzaklaştırarak tam bir bedbahtlık olan şeytana tâbî olmaya yöneltmek isterler. Sizler Yüce Allah’ın sizin salâhınızı, felâhınızı ve mutluluğunuzu gerektiren fiilleri emrettiğini; şehvetlerinin peşinden giden bu kimselerin ise sizlere alabildiğine hüsran ve bedbahtlığı ihtiva eden şeyleri emrettiğini öğrendiğinize göre artık bu iki davetçiden istediğinizi tercih edin ve bu iki yoldan daha iyi bulduğunuzu seçin.
#
{28} {يريدُ الله أن يخفِّفَ عنكم}؛ أي: بسهولة ما أمركم به وما نهاكم عنه، ثم مع حصول المشقة في بعض الشرائع أباح لكم ما تقتضيه حاجتكم كالميتة والدم ونحوهما للمضطر وكتزوج الأمة للحر بتلك الشروط السابقة وذلك لرحمته التامة وإحسانه الشامل وعلمه وحكمته بضعف الإنسان من جميع الوجوه، ضعف البنية وضعف الإرادة وضعف العزيمة وضعف الإيمان وضعف الصبر فناسب ذلك أن يخفف الله عنه ما يضعف عنه، وما لا يطيقه إيمانه وصبره وقوته.
28.
“Allah” size vermiş olduğu emirler ile size koyduğu yasakların kolaylığı sebebi ile “sizden hafifletmek ister.” Diğer taraftan şer’î bazı hükümlerin yerine getirilmesinde eğer bir zorluk meydana geliyor ise ihtiyacınızın gerektirdiği şeyleri size mubah kılmıştır. Leş, kan ve benzeri şeyleri yemenin zaruret halinde mübah olması, hür bir kimsenin yukarda belirtilen şartlar çerçevesinde cariye ile evlenmesinin mubah kılınması vb. gibi. Bunlar ise O’nun mükemmel rahmeti, kapsamlı ihsanı, ilim ve hikmeti ile insanın bünyesi, irâdesi, azmi, imanı, sabrı kısaca bütün yönleri ile zayıf olduğunu bilmesi dolayısı iledir. Bu da Yüce Allah’ın insanın altından kalkamayacağı; iman, sabır ve gücünün kaldıramayacağı şeyleri hafifletmesini uygun ve münasip kılmaktadır.
{يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَأْكُلُوا أَمْوَالَكُمْ بَيْنَكُمْ بِالْبَاطِلِ إِلَّا أَنْ تَكُونَ تِجَارَةً عَنْ تَرَاضٍ مِنْكُمْ وَلَا تَقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ إِنَّ اللَّهَ كَانَ بِكُمْ رَحِيمًا (29) وَمَنْ يَفْعَلْ ذَلِكَ عُدْوَانًا وَظُلْمًا فَسَوْفَ نُصْلِيهِ نَارًا وَكَانَ ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ يَسِيرًا (30)}.
29- Ey iman edenler! Mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyin. Aranızda karşılıklı anlaşma ile gerçekleştirdiğiniz bir ticaret olması müstesnâ. Kendinizi öldürmeyin. Şüphe yok ki Allah size karşı çok merhametlidir.
30- Kim sınırları aşarak ve haksızlık ederek bunu yaparsa biz onu ateşe sokacağız. Bu da Allah’a pek kolaydır.
#
{29} ينهى تعالى عباده المؤمنين أن يأكلوا أموالهم بينهم بالباطل، وهذا يشمل أكلَها بالغصوب والسرقات وأخذَها بالقمار والمكاسب الرديئة، بل لعله يدخل في ذلك أكل مال نفسِك على وجه البطر والإسراف؛ لأن هذا من الباطل، وليس من الحق. ثم إنه لما حرَّم أكلها بالباطل؛ أباح لهم أكلها بالتجارات والمكاسب الخالية من الموانع المشتملة على الشروط من التراضي وغيره.
{ولا تقتلوا أنفسكم}؛ أي: لا يقتل بعضكم بعضاً، ولا يقتل الإنسان نفسه، ويدخل في ذلك الإلقاء بالنفس إلى التهلكة وفعل الأخطار المفضية إلى التلف والهلاك {إنَّ الله كان بكم رحيماً}: ومن رحمته أن صان نفوسَكم وأموالكم ونهاكم عن إضاعتها وإتلافها ورتَّب على ذلك ما رتَّبه من الحدود. وتأمل هذا الإيجاز والجمع في قوله {لا تأكلوا أموالكم} {ولا تقتلوا أنفسكم}؛ كيف شمل أموال غيرك ومال نفسك وقتل نفسك وقتل غيرك بعبارة أخصر من قوله: لا يأكل بعضكم مال بعض ولا يقتل بعضكم بعضاً؛ مع قصور هذه العبارة على مال الغير ونفس الغير، مع أن إضافة الأموال والأنفس إلى عموم المؤمنين فيه دلالة على أنَّ المؤمنين في توادِّهم وتراحمهم وتعاطفهم ومصالحهم كالجسد الواحد؛ حيث كان الإيمان يجمعهم على مصالحهم الدينية والدنيوية.
ولما نهى عن أكل الأموال بالباطل التي فيها غاية الضرر عليهم، على الآكل ومن أخذ ماله؛ أباح لهم ما فيه مصلحتهم من أنواع المكاسب والتجارات وأنواع الحرف والإجارات، فقال: {إلا أن تكون تجارةً عن تراضٍ منكم}؛ أي: فإنها مباحة لكم. وشَرَطَ التراضي مع كونها تجارةً لدلالة أنه يشترط أن يكون العقد غير عقد رباً، لأنَّ الربا ليس من التجارة، بل مخالفٌ لمقصودها، وأنه لا بدَّ أن يرضى كلٌّ من المتعاقدين ويأتي به اختياراً، ومن تمام الرِّضا أن يكون المعقودُ عليه معلوماً؛ لأنه إذا لم يكن كذلك؛ لا يتصوَّرُ الرِّضا، مقدوراً على تسليمه؛ لأنَّ غير المقدور عليه شبيهٌ ببيع القمار؛ فبيع الغرر بجميع أنواعه خالٍ من الرِّضا فلا ينفذ عقده. وفيها أنه تنعقد العقودُ بما دلَّ عليها من قول أو فعل؛ لأن الله شرط الرِّضا، فبأيِّ طريق حصل الرِّضا؛ انعقد به العقد.
ثم ختم الآية بقوله: {إن الله كان بكم رحيماً}: ومن رحمتِهِ أن عصم دماءكم وأموالَكم، وصانَها، ونهاكُم عن انتهاكِها.
29. Yüce Allah mü’min kullarına mallarını aralarında batıl yollarla yemelerini yasaklamaktadır. Bu yasak gasb, hırsızlık, kumar ve âdi kazanç yolları ile başkasının malını almayı ve yemeyi kapsar. Hatta bunun kapsamına bir kimsenin kendi malını azgınlık ve israf yollarında yemesi dahi girebilir. Çünkü bu da batıl yollardandır ve hak değildir. Yüce Allah malları batıl yolla yemeyi haram kılmakla birlikte diğer taraftan da ticaretle ve karşılıklı rıza gibi şartları içeren ve engellerden de uzak olan kazanç yolları ile malları yemeyi müslümanlara mubah kılmıştır.
“Kendinizi öldürmeyin” yâni hem biriniz diğerini öldürmesin, hem de kimse kendisini öldürmesin
(intihar etmesin). Kişinin kendisini tehlikeye atması, telef ve yok olmaya götürecek tehlikeli işler yapması da bunun kapsamına girmektedir.
“Şüphe yok ki Allah size karşı çok merhametlidir.” Canlarınızı, mallarınızı koruma altına alması, size bunları boşa harcamaktan ve telef etmekten men etmesi ve buna bağlı olarak bir takım ceza ve sınırlar getirmiş olması da O’nun rahmetinin bir tecellisidir.
Burada
“mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyin” ve
“kendinizi öldürmeyin” özlü ifadeleri üzerinde düşünelim. Bu ifadelerde hem başkasının mallarını, hem de kişinin kendi malını yemesi, hem kişinin kendisini öldürmesi, hem de başkasını öldürmesi oldukça kısa bir şekilde yasaklanmaktadır.
Zira bu ifadeler: “Kiminiz kiminizin malını yemesin” ibaresi ile
“Kiminiz kiminizi öldürmesin” ibarelerinden daha kısadır. Üstelik bu ibareler başkalarının malı ile başkalarının canını ifade etmede yetersiz kalmaktadır. Çünkü ayette malların ve canların, mü’minlere izafe edilmesi, mü’minlerin karşılıklı sevgi, merhamet, şefkat ve maslahatları itibari ile tek bir vücut gibi olduklarını ifade etmektedir. Zira iman onları hem dini hem de dünyevi maslahatlar etrafında bir araya getirmektedir.
Şanı Yüce Allah batıl yollarla malları yemeyi yasakladıktan sonra -ki bu hem malı batıl yollarla yiyen için hem de malı alınan kimse için son derece zararlıdır- onlara maslahatlarını gerçekleştirecek çeşitli kazanç yollarını, ticareti,
çeşitli meslekleri ve ücretle iş yaptırma yollarını mubah kılarak: “Aranızda karşılıklı anlaşma ile gerçekleştirdiğiniz bir ticaret olması müstesna” buyurmaktadır. Yani bu şekildeki mal kazanma yolları sizin için mubah kılınmıştır. Ticarette karşılıklı rıza şartının aranması, yapılan akdin faiz akdi olmamasının şart olduğuna delalet etmesi içindir. Çünkü faizli akitler, ticaret türünden değildir. Aksine ticaretin esas maksadına aykırıdır. Diğer taraftan akit taraflarının razı olmaları ve bu akdi hür tercihleri ile yapmaları da şarttır.
Akit konusu olan varlığın bilinmesi de bu rızanın tamamlayıcı unsurlarından biridir. Çünkü akde konu olan şey bilinmiyorsa o şeyin teslim edilebileceğin dair bir rızanın oluşması düşünülemez. Çünkü teslim edilmesi mümkün olmayan şeyin satışı, kumarın satışına benzer. Bütün çeşitleri ile garar
(tehlikeli, bir tarafa zararlı) satış ise rıza ile yapılmaktan uzaktır. O bakımdan bu gibi akitler geçerli olamaz.
Yine bu âyet-i kerimede akitlerin ona delalet edebilecek söz ya da fiille gerçekleşebileceğini ortaya koymaktadır. Çünkü Yüce Allah karşılıklı rızayı şart koşmaktadır. Rıza hangi yolla gerçekleşirse akit de o yolla gerçekleşmiş olur.
Daha sonra Yüce Allah: “Şüphe yok ki Allah size karşı çok merhametlidir” buyruğu ile âyeti sona erdirmektedir. İşte kanlarınızı ve mallarınızı himaye altına alması, onları koruması ve onları haksızca çiğnemenizi yasaklaması da O’nun merhametindendir.
Daha sonra da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{30} ثم قال: {ومَن يفعل ذلك}؛ أي: أكل الأموال بالباطل وقتل النفوس. {عدواناً وظلماً}؛ أي: لا جهلاً ونسياناً {فسوف نصليه ناراً}؛ أي: عظيمة كما يفيده التنكير. {وكان ذلك على الله يسيراً}.
30.
“Kim” bilmeyerek ve unutarak değil de “sınırları aşarak ve haksızlık ederek bunu yaparsa” batıl yollarla malları yer ve cana kıyma yoluna başvurursa
“biz onu ateşe sokacağız.” Buradaki
“ateş” anlamındaki “نارا” kelimesinin belirtisiz gelmesi onun çok büyük bir ateş olduğunu ifade etmektedir.
“Bu da Allah’a pek kolaydır.”
{إِنْ تَجْتَنِبُوا كَبَائِرَ مَا تُنْهَوْنَ عَنْهُ نُكَفِّرْ عَنْكُمْ سَيِّئَاتِكُمْ وَنُدْخِلْكُمْ مُدْخَلًا كَرِيمًا (31)}.
31- Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız sizin
(küçük) günahlarınızı örteriz ve sizi şerefli bir mekâna sokarız.
#
{31} وهذا من فضل الله وإحسانه على عباده المؤمنين، وَعَدَهم أنهم إذا اجتنبوا كبائر المنهيَّات؛ غفر لهم جميع الذنوب والسيئات، وأدخلهم مُدخلاً كريماً كثير الخير، وهو الجنة، المشتملة على ما لا عينٌ رأت ولا أذنٌ سمعت ولا خطر على قلب بشر.
ويدخُلُ في اجتناب الكبائِر فعلُ الفرائض التي يكون تاركُها مرتكباً كبيرةً؛ كالصَّلوات الخمس والجمعة ورمضانَ؛ كما قال النبي - صلى الله عليه وسلم -: «الصلوات الخمس، والجمعة إلى الجمعة، ورمضان إلى رمضان؛ مكفراتٌ لما بينهن، ما اجتُنِبَتِ الكبائر».
وأحسنُ ما حُدَّتْ به الكبائر: أنَّ الكبيرةَ ما فيه حدٌّ في الدُّنيا أو وعيدٌ في الآخرة أو نفيُ إيمان أو ترتيبُ لعنةٍ أو غضبٍ عليه.
31. Şanı Yüce Allah mü’minlere kendilerine yasak kılınan büyük günahlardan uzak kaldıkları takdirde diğer bütün küçük günahlarını bağışlayacağı, onları oldukça şerefli bir mekana, hayrı pek bol olan cennete sokacağı vaadinde bulunmaktadır. O cennet ki hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın hatırından geçirmediği güzellikler ihtiva etmektedir. Bu da Allah'ın mümin kullarına olan bir lütuf ve ihsanıdır.
Büyük günahlardan uzak durmanın kapsamına farzları işlemek de girmektedir. Çünkü farzları terk eden kimse büyük günah işlemiş olur. Beş vakit namaz, cuma namazı, Ramazan orucu vb. gibi. Nitekim Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur.
“Beş vakit namaz, Cumadan Cumaya (kılınan Cuma namazı) ramazandan ramazana (tutulan Ramazan orucu) büyük günahlardan uzak kalındığı sürece aralarındaki (küçük günahlara) keffarettir.”
Büyük günahlar için yapılan tanımların en güzeli şudur: Büyük günah, dünyada hakkında had cezası, âhirete yönelik olarak da hakkında tehdit bulunan, kendisi nedeniyle imanın ortada kalkacağının bildirildiği, hakkında lânetin söz konusu olduğu ve gazabı gerektirdiği belirtilen bütün günahlardır.
{وَلَا تَتَمَنَّوْا مَا فَضَّلَ اللَّهُ بِهِ بَعْضَكُمْ عَلَى بَعْضٍ لِلرِّجَالِ نَصِيبٌ مِمَّا اكْتَسَبُوا وَلِلنِّسَاءِ نَصِيبٌ مِمَّا اكْتَسَبْنَ وَاسْأَلُوا اللَّهَ مِنْ فَضْلِهِ إِنَّ اللَّهَ كَانَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمًا (32)}.
32- Allah’ın kendisi ile kiminizi kiminize üstün kıldığı şeyleri temenni etmeyin. Erkeklere kazandıklarından bir pay olduğu gibi kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır. Allah’tan, O’nun lütfunu isteyin. Şüphesiz Allah her şeyi çok iyi bilendir.
#
{32} ينهى تعالى المؤمنين عن أن يتمنَّى بعضُهم ما فضَّل الله به غيره من الأمور الممكنة وغير الممكنة؛ فلا تتمنَّى النساءُ خصائص الرجال التي بها فضَّلهم على النساء، ولا صاحب الفقر والنقص حالة الغنيِّ والكامل تمنياً مجرداً؛ لأنَّ هذا هو الحسد بعينه؛ تمني نعمة الله على غيرك أن تكونَ لك ويُسْلَبَ إياها، ولأنه يقتضي السَّخَطَ على قدر الله، والإخلاد إلى الكسل، والأماني الباطلة التي لا يقترن بها عمل ولا كسب، وإنما المحمود أمران: أن يسعى العبدُ على حسب قدرته بما ينفعه من مصالحه الدينيَّة والدنيويَّة، ويسألَ الله تعالى من فضلِهِ؛ فلا يتَّكل على نفسه ولا على غير ربِّه، ولهذا قال تعالى: {للرجال نصيبٌ مما اكتسبوا}؛ أي: من أعمالهم المنتجة للمطلوب. {وللنساء نصيبٌ مما اكتسبنَ}؛ فكل منهم لا يناله غير ما كسبه وتعب فيه. {واسألوا الله من فضله}؛ أي: من جميع مصالحكم في الدين والدنيا؛ فهذا كمال العبد وعنوانُ سعادته، لا من يترك العمل أو يتَّكِلُ على نفسه غير مفتقرٍ لربِّه أو يجمع بين الأمرين؛ فإنَّ هذا مخذولٌ خاسرٌ. وقوله: {إنَّ الله كان بكل شيءٍ عليماً}: فيعطي من يعلمُهُ أهلاً لذلك، ويمنعُ من يعلَمُهُ غير مستحقٍّ.
32. Şanı Yüce Allah mü’minlere Allah’ın başkalarını üstün kıldığı hususları mümkün olsun ya da olmasın temenni etmelerini yasaklamaktadır. Buna göre kadınların, erkeklerin -kendileri sebebi ile kadınlara üstün kılındıkları- özelliklerini temenni etmemeleri, fakir ve ihtiyaç sahibi kimselerin de zengin ve iyi durumda olan kimselerin halini temenni etmemeleri gerekir. Çünkü bu şekildeki kuru temenniler bizatihi kıskançlıktır. Zira kıskançlık
(haset), Allah’ın başkası üzerindeki nimetini senin, kendinin olmasını temenni etmen ve o nimetin o kimseden alınmasını istemendir. Diğer taraftan kıskançlık Allah’ın kaderine öfkelenmeye, tembelliğe ve batıl temennilere meyletmeye yol açar. Bu ise beraberinde hayırlı bir ameli ve kazancı getirmez.
Övülmeye değer olan iki özellik vardır: Kulun gücü oranında dini ve dünyevi maslahatlarına, kendisine fayda sağlayacak işleri yapmaya çalışması ve Yüce Allah’tan, lütfundan ihsanda bulunmasını dilemesi, ne kendisine ne de Rabbinden başka hiçbir kimseye de güvenmemesidir.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmuştur: “Erkeklere kazandıklarından” yani istenen sonuçları verecek amellerinden
“bir pay olduğu gibi kadınlara da kazandıklarından bir pay vardır.” Hiçbir kimse kazandığından ve çalışıp didindiğinden başka bir şeye nail olamaz.
“Allah’tan O’nun lütfunu isteyin.” Yani din ve dünyaya dair bütün maslahatlarınızda O’nun lütfundan isteyin. İşte kulun kemali ve mutluluğunun adresi budur. Yoksa ameli terk eden, kendisine güvenen, Rabbine muhtaç olduğunu hatırına getirmeyen yahut da her iki olumsuz tavrı da birlikte takınan bir kimse, hiç şüphesiz ilâhi yardıma mazhar olamaz ve hüsrana uğrar.
Yüce Allah’ın: “Şüphesiz Allah her şeyi çok iyi bilendir” buyruğu da şunu ifade etmektedir: O, ehil olduğunu bildiği kimselere lütfunu ihsan eder, layık olmadığını bildiği kimselere ise lütfunu vermez.
{وَلِكُلٍّ جَعَلْنَا مَوَالِيَ مِمَّا تَرَكَ الْوَالِدَانِ وَالْأَقْرَبُونَ وَالَّذِينَ عَقَدَتْ أَيْمَانُكُمْ فَآتُوهُمْ نَصِيبَهُمْ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدًا (33)}.
33- Anne babanın ve yakın akrabaların geriye bıraktıklarından her biri için mirasçılar kıldık. Yeminlerinizle mirasçı kıldıklarınıza da paylarını verin. Şüphesiz Allah her şeye şahittir.
#
{33} أي: {ولكلٍّ}: من الناس {جعلنا مواليَ}؛ أي: يتولَّوْنَهُ ويتولاَّهم بالتعزُّز والنُّصرة والمعاونة على الأمور، {ممَّا ترك الوالدن والأقربون}: وهذا يشملُ سائر الأقارب من الأصول والفروع والحواشي، هؤلاء الموالي من القرابة. ثم ذكر نوعاً آخر من الموالي، فقال: {والذين عَقدَت أيمانُكم}؛ أي: حالفتُموهم بما عَقَدْتُم معهم من عقد المحالفة على النُّصرة والمساعدة والاشتراك بالأموال وغير ذلك، وكل هذا من نعم الله على عباده؛ حيث كان الموالي يتعاونون بما لا يقدِرُ عليه بعضُهم مفرداً. قال تعالى: {فآتوهم نصيبَهم}؛ أي: آتوا الموالي نصيبهم الذي يجب القيام به من النُّصرة والمعاونة والمساعدة على غير معصيةِ الله والميراث للأقارب الأدْنَيْنَ من الموالي. {إنَّ الله كان على كلِّ شيءٍ شهيداً}؛ أي: مطَّلعاً على كلِّ شيءٍ بعلمه لجميع الأمور وبصرِهِ لحركات عبادِهِ وسمعه لجميع أصواتهم.
33.
“Anne babanın ve yakın akrabaların geriye bıraktıklarından her biri için” yani biz bütün insanlar için güçlerinden yararlanmak, yardımlarını almak, işler üzerinde karşılıklı yardımlaşmak için dost edindikleri
“mirasçılar kıldık.” Bu buyruk usul, furû ve nisbeten uzak bütün diğer akrabaları da kapsamaktadır. Sözü geçen
“mirasçılar (موالي)” da yakın akrabaları kapsamaktadır. Daha sonra Yüce Allah
“mevali”den başka bir türü şöylece söz konusu etmektedir:
“Yeminlerinizle mirasçı kıldıklarınıza da” yani kendileri ile yardımlaşmak, karşılıklı destek olmak, mallarda ortaklaşmak ve buna benzer şartlar ile akitleşip antlaştığınız ve ittifak ettiğiniz kimselere de... Bütün bunlar Yüce Allah’ın kulları üzerindeki nimetlerindendir. Çünkü mevali, bir kimsenin tek başına güç yetiremediği hususlarda birbirleri ile yardımlaşırlar. İşte bunlara
“da paylarını verin.” Yani bu mevaliye de yerine getirilmesi gereken yardım, dayanışma ve destek olma gibi -Allah’a isyanı gerektirmeyen hususlarda- hak ettiklerini verin. Miras ise bu tür mevaliden daha yakın olan akrabaların hakkıdır.
“Şüphesiz Allah her şeye şahittir.” O ilmi ile bütün hususlara muttali olandır, kullarının bütün davranışlarını görendir ve onların bütün sözlerini işitendir.
{الرِّجَالُ قَوَّامُونَ عَلَى النِّسَاءِ بِمَا فَضَّلَ اللَّهُ بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ وَبِمَا أَنْفَقُوا مِنْ أَمْوَالِهِمْ فَالصَّالِحَاتُ قَانِتَاتٌ حَافِظَاتٌ لِلْغَيْبِ بِمَا حَفِظَ اللَّهُ وَاللَّاتِي تَخَافُونَ نُشُوزَهُنَّ فَعِظُوهُنَّ وَاهْجُرُوهُنَّ فِي الْمَضَاجِعِ وَاضْرِبُوهُنَّ فَإِنْ أَطَعْنَكُمْ فَلَا تَبْغُوا عَلَيْهِنَّ سَبِيلًا إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلِيًّا كَبِيرًا (34)}.
34- Erkekler kadınlar üzerinde yöneticidirler. Bu, Allah’ın bazılarını bazılarına üstün kılmış olmasından ve erkeklerin mallarından harcamalarından dolayı böyledir. Saliha kadınlar, itaatli olan ve Allah’ın koruması ile kendileri de gizli olanı koruyanlardır. Serkeşlik etmelerinden endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın ve onları dövün. Eğer size itaat ederlerse artık aleyhlerine bir yol aramayın. Şüphe yok ki Allah çok yücedir, çok büyüktür.
#
{34} يخبر تعالى أنَّ {الرجال قوامون على النساء}؛ أي: قوَّامون عليهنَّ بإلزامهنَّ بحقوق الله تعالى من المحافظة على فرائضه وكفِّهِنَّ عن المفاسد، والرجال عليهم أن يُلْزِموهنَّ بذلك، وقوَّامون عليهنَّ أيضاً بالإنفاق عليهنَّ والكسوة والمسكن. ثم ذكر السبب الموجب لقيام الرجال على النساء، فقال: {بما فضَّل الله بعضَهم على بعض وبما أنفقوا من أموالهم}؛ أي: بسبب فضل الرجال على النساء وإفضالهم عليهنَّ؛ فتفضيل الرجال على النساء من وجوهٍ متعدِّدة: من كون الولايات مختصَّة بالرجال، والنبوَّة، والرسالة، واختصاصهم بكثيرٍ من العبادات كالجهاد والأعياد والجمع، وبما خصَّهم الله به من العقل والرَّزانة والصَّبر والجَلَد الذي ليس للنساء مثله، وكذلك خصَّهم بالنفقات على الزوجات، بل وكثير من النفقات يختصُّ بها الرجال ويتميَّزون عن النساء، ولعل هذا سرُّ قوله: {بما أنفقوا}، وحذف المفعول؛ ليدلَّ على عموم النفقة، فعُلِمَ من هذا كلِّه أنَّ الرجل كالوالي والسيِّد لامرأتِهِ، وهي عنده عانية أسيرةٌ خادمةٌ، فوظيفتُهُ أن يقومَ بما استرعاه الله به، ووظيفتُها القيام بطاعة ربِّها وطاعة زوجها؛ فلهذا قال: {فالصالحاتُ قانتاتٌ}؛ أي: مطيعات لله تعالى، {حافظاتٌ للغيب}؛ أي: مطيعات لأزواجهنَّ حتى في الغيب، تحفظُ بعلَها بنفسها ومالِهِ، وذلك بحفظ الله لهنَّ وتوفيقه لهنَّ لا من أنفسهنَّ؛ فإنَّ النفس أمارةٌ بالسوء، ولكن من توكَّل على الله؛ كفاه ما أهمَّه من أمر دينه ودنياه.
ثم قال: {واللاَّتي تخافونَ نُشوزهنَّ}؛ أي: ارتفاعهن عن طاعة أزواجهنَّ؛ بأن تعصيه بالقول أو الفعل؛ فإنه يؤدِّبها بالأسهل فالأسهل. {فعظوهنَّ}؛ أي: ببيان حكم الله في طاعة الزوج ومعصيته، والترغيب في الطاعة، والترهيب من المعصية؛ فإن انتهت؛ فذلك المطلوب، وإلاَّ؛ فيهجُرُها الزوجُ في المضجع؛ بأن لا يضاجِعَها ولا يجامِعَها بمقدار ما يحصُلُ به المقصود، وإلاَّ؛ ضربها ضرباً غير مبرِّح؛ فإن حصل المقصود بواحد من هذه الأمور وأطعنكم؛ {فلا تبغوا عليهنَّ سبيلاً}؛ أي: فقد حصل لكم ما تحبُّون؛ فاتركوا معاتبتها على الأمور الماضية والتنقيب عن العيوب التي يضرُّ ذكرُها، ويَحْدُثُ بسببه الشرُّ.
{إنَّ الله كان عليًّا كبيراً}؛ أي: له العلوُّ المطلق بجميع الوجوه والاعتبارات؛ علوُّ الذات وعلوُّ القدر، وعلوُّ القهر. الكبير: الذي لا أكبر منه ولا أجلَّ ولا أعظم، كبير الذات والصفات.
34.
“Erkekler kadınlar üzerinde yöneticidirler.” Yani erkekler kadınların Allah’ın haklarını yerine getirmelerini, Allah’ın farzlarını muhafaza etmelerini ve fesadı gerektirici işlerden uzak durmalarını sağlamak sureti ile onlar üzerinde idarecidirler. Zira erkekler, kadınları bu sınırlar çerçevesinde tutmakla yükümlüdürler. Aynı şekilde kadınlara harcamada bulunmaları, onların giyim ve mesken ihtiyaçlarını karşılamak sureti ile de idarecidirler.
Daha sonra Yüce Allah erkeklerin kadınlar üzerindeki bu idarecilik vasfını gerektiren sebebi söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
“Bu, Allah’ın bazılarını bazılarına üstün kılmış olmasından ve erkeklerin mallarından harcamalarından dolayı böyledir.” Yani erkeklerin kadınlar üzerindeki üstünlüğünden ve ayrıca onlara karşı faziletli davranmalarından dolayı bu böyledir.
Erkeklerin kadınlara üstün oluşlarının birkaç yönü vardır:
1- Evvela velâyet
(yönetici olmak) erkeklere hastır. Peygamberlik ve risalet de böyledir. Cihad, bayram namazları ve Cumalar gibi bir çok ibâdetler de erkeklere hastır.
2- Yüce Allah, kadınların benzerine sahip olmaları söz konusu olmayan akıl, ağırbaşlılık, sabır ve sıkıntılara katlanmak gibi özellikler vermiştir.
3- Yüce Allah kadınlara harcamada bulunmayı, onların nafakalarını sağlamayı da erkeklere özel bir görev olarak vermiştir. Hatta nafakaların birçoğunu karşılamak erkeklere has bir görevdir. Onlar bu yönleri ile kadınlardan ayrılmaktadırlar.
Yüce Allah’ın: “harcamalarından dolayı” buyurup da neyi harcadıklarını söz konusu etmeyişinin sırrı da bu olsa gerektir. Bu ifade bütün harcamalar hakkında delil olsun diye böyle gelmiştir.
İşte bütün bunlar erkeğin hanımı için bir yönetici ve bir efendi konumunda olduğunu göstermektedir. Hanımı ise onun yanında korunup gözetilmesi gereken bir varlıktır. O nedenle erkeğin görevi, Allah’ın gözetimi altına verdiği bu varlığın haklarını yerine getirmektir. Kadının görevi de hem Rabbine hem de kocasına itaat etmektir.
İşte bundan dolayı Yüce Allah: “Saliha kadınlar itaatlı olan” şanı Yüce Allah’a itaatkâr olan
“ve Allah’ın koruması ile kendileri de gizli olanı koruyanlardır.” Yani kocalarının gıyabında dahi onlara itaat eder, gerek kendi nefisleri hakkında gerekse de kocasının malı hususunda kocasını gereği gibi koruyup kollarlar. Bu da Allah’ın o kadınları koruması, onlara bu konuda muvaffakiyetler vermesi ile gerçekleşir. Çünkü kendiliklerinden bunu yapamazlar. Çünkü nefis kötülüğü emredicidir. Fakat kim Allah’a tevekkül ederse Allah da dini ve dünyası ile ilgili hususlarda onun için önemli olan hususlarda ona yeter.
Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Serkeşlik etmelerinden” yani söz ya da davranışları ile kocalarına itaat etmeyip baş kaldıracaklarından
“endişe ettiğiniz kadınlara öğüt verin.” Bu durumda kocaları kolaylık sırasına göre onları tedib eder. Önce Yüce Allah’ın kocaya itaat etme ve ona karşı gelme hususundaki hükmünü açıklayarak kocasına itaati teşvik edip ona karşı gelmekten sakındıran buyruklarını hatırlatarak öğüt verir. Şâyet başkaldırmasından vazgeçerse zaten istenen budur. Aksi takdirde koca -maksadı gerçekleştirecek kadarı ile- onunla birlikte yatmamak ve onunla ilişki kurmamak sureti ile ondan uzak durur. Bu da sonuç vermezse iz bırakmayacak şekilde onu döver.
Eğer bu yollardan herhangi birisi ile maksat hâsıl olursa ve kadınlar size itaat ederlerse
“artık aleyhlerine bir yol aramayın.” Yani bu durumda arzuladığınız amaç gerçekleşmiş demektir. O halde geçmişte olanlardan dolayı onlara sitem etmeyi, hatırlanması zarar verebilecek ve kötülüklerin ortaya çıkmasına neden olabilecek kusurları araştırmayı bırakın.
“Şüphe yok ki Allah çok yücedir, çok büyüktür.” Yâni bütün yönlerden ve her hususta mutlak yücelik ve üstünlük O’nundur. O, zatı ile yüce ve üsttedir, kadri ile yüce ve üstündür, kahredici gücü ile de yüce ve üstündür. Kendisinden daha büyük bir şey olmayan en büyüktür, O’ndan daha azametli ve daha yüce kimse kimse yoktur. O zatı ile de sıfatları ile de büyük ve yücedir.
{وَإِنْ خِفْتُمْ شِقَاقَ بَيْنِهِمَا فَابْعَثُوا حَكَمًا مِنْ أَهْلِهِ وَحَكَمًا مِنْ أَهْلِهَا إِنْ يُرِيدَا إِصْلَاحًا يُوَفِّقِ اللَّهُ بَيْنَهُمَا إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلِيمًا خَبِيرًا (35)}.
35- Eğer aralarının açılmasından endişe ederseniz o vakit erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden de bir hakem gönderin. Eğer her ikisi de onların aralarının düzelmesini isterlerse Allah onların arasını bulur. Şüphesiz ki Allah her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır.
#
{35} أي: وإن خفتم الشقاق بين الزوجين والمباعدة والمجانبة حتى يكون كل منهما في شقٍّ؛ {فابعثوا حكماً من أهله وحكماً من أهلها}؛ أي: رجلينِ مكلَّفينِ مسلمينِ عدلينِ عاقلينِ، يعرفان ما بين الزوجين، ويعرفان الجمع والتفريق، وهذا مستفادٌ من لفظ الحكم؛ لأنه لا يصلح حَكماً إلاَّ من اتَّصف بتلك الصفات، فينظران ما يَنْقُمُ كلٌّ منهما على صاحبه، ثم يُلْزِمان كلاًّ منهما ما يجب؛ فإن لم يستطع أحدهما ذلك؛ قنَّعا الزوج الآخر بالرِّضا بما تيسَّر من الرزق والخلق، ومهما أمكنهما الجمع والإصلاح؛ فلا يعدِلا عنه؛ فإن وصلت الحال إلى أنه لا يمكنُ اجتماعهما وإصلاحهما إلا على وجه المعاداة والمقاطعة ومعصية الله، ورأيا أنَّ التفريق بينهما أصلح؛ فرَّقا بينهما، ولا يُشْتَرَطُ رضا الزوج كما يدلُّ عليه أن الله سماهما الحكمين، والحكمُ يَحْكُمُ، وإن لم يرضَ المحكوم عليه، ولهذا قال: {إن يُريدا إصلاحاً يُوفِّقِ اللهُ بينَهما}؛ أي: بسبب الرأي الميمون والكلام الذي يجذِبُ القلوبَ ويؤلِّف بين القرينين. {إنَّ الله كان عليماً خبيراً}؛ أي: عالماً بجميع الظواهر والبواطن، مطلعاً على خفايا الأمور وأسرارها؛ فمن علمِهِ وخبرِهِ أن شرع لكم هذه الأحكام الجليلة والشرائع الجميلة.
35.
“Eğer aralarının açılmasından endişe ederseniz” Yani eşlerin aralarının açılmasından ve her birisi bir tarafa gidecek şekilde birbirlerinden iyice uzaklaşıp ayrı düşmelerinden korkacak olursanız
“o vakit erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden de bir hakem gönderin.” Yani mükellef, müslüman, adaletli, aklı başında, eşlerin arasında olup biteni bilen, bunları bir araya getirmeyi ve ayırmayı bilen iki erkek hakem gönderin. Bütün bu hususlar
“hakem” lafzından anlaşılmaktadır. Çünkü ancak bu niteliklere sahip olan bir kimse hakem olabilir. Bunlar her birisinin diğerine öfkelenmesini gerektiren hususları ele alırlar, sonra da her birisinin üzerine düşeni yerine getirmelerini isterler. Şâyet onlardan birisi bunu yapamayacak olursa bu sefer hakemler, eşlerden birisini mümkün olabilen geçimi için gerek duyduklarını sağlamak ve güzel huylu olmak ile razı ederek ikna yoluna gitmeye çalışırlar. Onları bir arada tutmayı ve aralarını düzeltmeyi bir şekilde başarırlarsa artık başka bir yola başvurmazlar. Şâyet durum eşlerin bir arada olmalarına, aralarının düzeltilmesine imkân vermeyecek bir noktaya ulaşmışsa, birbirlerine düşmanlık edecek, bağları koparacak ve Allah’a isyan edeceklerse, hakemler de ayrılmalarını daha uygun görüyorlarsa o takdirde onları birbirlerinden ayırırlar. Yüce Allah’ın bu iki kimseye “hakem” adını vermesinden de anlaşıldığı gibi bu durumda kocanın razı olması şartı da yoktur. Zira hakem, hakkında hüküm verilen kimse razı olmasa dahi hüküm verme yetkisine sahiptir.
İşte bundan dolayı Yüce Allah: “Eğer her ikisi de onların aralarının düzelmesini isterlerse” buyurmaktadır. Yani uygun olan görüşle, kalpleri bağlayan ve arkadaşları birbirine ısındıran sözlerle aralarının düzelmesini isterlerse
“Allah onların arasını bulur. Şüphesiz ki Allah her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır.” O gizli açık her şeyi bilir. Bütün işlerin gizli ve saklı yönlerine muttalidir. Bu üstün ve değerli hükümleri, bu güzel şeriatı teşrî’ buyurması da O’nun ilminden ve her şeyden haberdar olmasından dolayıdır.
{وَاعْبُدُوا اللَّهَ وَلَا تُشْرِكُوا بِهِ شَيْئًا وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَانًا وَبِذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَالْجَارِ ذِي الْقُرْبَى وَالْجَارِ الْجُنُبِ وَالصَّاحِبِ بِالْجَنْبِ وَابْنِ السَّبِيلِ وَمَا مَلَكَتْ أَيْمَانُكُمْ إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ مَنْ كَانَ مُخْتَالًا فَخُورًا (36) الَّذِينَ يَبْخَلُونَ وَيَأْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبُخْلِ وَيَكْتُمُونَ مَا آتَاهُمُ اللَّهُ مِنْ فَضْلِهِ وَأَعْتَدْنَا لِلْكَافِرِينَ عَذَابًا مُهِينًا (37) وَالَّذِينَ يُنْفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ رِئَاءَ النَّاسِ وَلَا يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَلَا بِالْيَوْمِ الْآخِرِ وَمَنْ يَكُنِ الشَّيْطَانُ لَهُ قَرِينًا فَسَاءَ قَرِينًا (38)}.
36- Allah’a ibâdet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa ve ellerinizin altında bulunanlara iyilik edin. Şüphesiz Allah büyüklenip böbürlenenleri sevmez.
37- Onlar hem kendileri cimrilik ederler, hem de insanlara cimriliği emrederler ve Allah’ın, lütfundan kendilerine verdiğini gizlerler. Biz kâfirler için alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.
38- Onlar mallarını insanlara gösteriş için harcarlar, Allah’a ve âhiret gününe de iman etmezler. Şeytan kime arkadaş olursa o, ne kötü bir arkadaştır!
#
{36 ـ 37} يأمر تعالى عباده بعبادتِهِ وحدَه لا شريك له، وهو الدخول تحت رقِّ عبوديَّتِهِ والانقياد لأوامره ونواهيه محبةً وذلًّا وإخلاصاً له في جميع العبادات الظاهرة والباطنة، وينهى عن الشرك به شيئاً، لا شركاً أصغر، ولا أكبر، لا مَلَكاً، ولا نبيًّا، ولا وليًّا، ولا غيرهم من المخلوقين الذين لا يملِكون لأنفسهم نفعاً ولا ضرًّا ولا موتاً ولا حياة ولا نشوراً، بل الواجبُ المتعيِّن إخلاصُ العبادة لمن له الكمالُ المطلق من جميع الوجوه، وله التدبير الكامل الذي لا يَشْرَكُه ولا يعينُهُ عليه أحدٌ.
ثم بعد ما أمر بعبادتِهِ والقيام بحقِّه أمر بالقيام بحقوق العبادِ الأقرب فالأقرب، فقال: {وبالوالدين إحساناً}؛ أي: أحسنوا إليهم بالقول الكريم والخطاب اللطيف والفعل الجميل، بطاعةِ أمرِهما واجتنابِ نهيِهِما، والإنفاق عليهما، وإكرام من له تعلُّق بهما، وصلة الرحم التي لا رحمَ لك إلاَّ بهما. وللإحسان ضدَّانِ الإساءةُ وعدمُ الإحسان، وكلاهما منهيٌّ عنه. {وبذي القربى} أيضاً إحساناً، ويشمل ذلك جميع الأقارب، قَرُبوا أو بَعُدوا، بأن يُحْسِنَ إليهم بالقول والفعل، وأنْ لا يقطعَ برحمه بقولِهِ أو فعلِهِ. {واليتامى}؛ أي: الذين فُقِدَ آباؤهم وهم صغارٌ، فلهم حقٌّ على المسلمين، سواءٌ كانوا أقارب أو غيرهم، بكفالتهم وبِرِّهم وجبرِ خواطرِهم وتأديبِهم وتربيتهم أحسن تربية في مصالح دينهم ودنياهم. {والمساكين}: وهم الذين أسكنتهم الحاجةُ والفقرُ، فلم يحصُلوا على كفايتهم ولا كفاية من يمونون، فأمر الله تعالى بالإحسان إليهم بسدِّ خلَّتهم وبدفع فاقتهم والحضِّ على ذلك والقيام بما يمكن منه. {والجار ذي القربى}؛ أي: الجار القريب الذي له حقَّان؛ حقُّ الجوار وحقُّ القرابة؛ فله على جارِهِ حقٌّ وإحسانٌ راجعٌ إلى العرف. وكذلك {الجار الجُنُب}؛ أي: الذي ليس له قرابةٌ، وكلَّما كان الجارُ أقربَ باباً؛ كان آكد حقًّا، فينبغي للجار أن يتعاهدَ جارَه بالهدية والصدقة والدعوة واللطافة بالأقوال والأفعال وعدم أذيَّتِهِ بقول أو فعل. {والصاحب بالجنب}: قيل: الرفيقُ في السفر، وقيل: الزوجة، وقيل: الصاحب مطلقاً، ولعله أولى؛ فإنه يَشْمَلُ الصاحبَ في الحضر والسفر ويَشْمَلُ الزوجةَ؛ فعلى الصاحب لصاحبه حقٌّ زائد على مجرَّد إسلامه، من مساعدته على أمور دينه ودنياه، والنصح له، والوفاء معه في اليسر والعسر والمنشط والمكره، وأن يحبَّ له ما يحبُّ لنفسه، ويكره له مايكره لنفسه، وكلَّما زادت الصحبة؛ تأكد الحق وزاد. {وابن السبيل}: وهو الغريب الذي احتاج في بلد الغربة أو لم يحتج؛ فله حقٌّ على المسلمين لشدَّة حاجتِهِ وكونِهِ في غير وطنه بتبليغه إلى مقصوده أو بعض مقصوده وبإكرامه وتأنيسه. {وما ملكت أيمانكم}؛ أي: من الآدميين والبهائم، بالقيام بكفايتهم وعدم تحميلهم ما يشقُّ عليهم، وإعانتُهم على ما تحمَّلوه وتأديبهم لما فيه مصلحتُهم؛ فَمَنْ قام بهذه المأمورات؛ فهو الخاضع لربه، المتواضع لعباد الله، المنقاد لأمر الله وشرعه، الذي يستحقُّ الثواب الجزيل والثناء الجميل، ومن لم يقم بذلك؛ فإنه عبد معرِضٌ عن ربه، غير منقاد لأوامره، ولا متواضع للخلق، بل هو متكبِّر على عباد الله، معجبٌ بنفسه، فخورٌ بقوله. ولهذا قال: {إنَّ الله لا يحبُّ من كان مختالاً}؛ أي: معجَباً بنفسه متكبراً على الخلق، {فخوراً}؛ يثني على نفسه ويمدحُها على وجه الفخر والبطرِ على عباد الله؛ فهؤلاء ما بهم من الاختيال والفخر يمنعُهم من القيام بالحقوق، ولهذا ذمَّهم بقوله: {الذين يبخلون}؛ أي: يمنعون ما عليهم من الحقوق الواجبة، {ويأمرون الناس بالبُخل}: بأقوالهم وأفعالهم، {ويكتُمون ما آتاهمُ الله من فضلِهِ}؛ أي: من العلم الذي يهتدي به الضالون ويسترشِدُ به الجاهلون، فيكتُمونه عنهم، ويُظْهِرون لهم من الباطل ما يَحولُ بينَهم وبين الحقِّ، فجمعوا بين البخل بالمال والبخل بالعلم وبين السعي في خسارة أنفسهم وخسارة غيرهم، وهذه هي صفات الكافرين؛ فلهذا قال تعالى: {وأعتَدْنا للكافرين عذاباً مهيناً}؛ أي: كما تكبَّروا على عباد الله، ومنعوا حقوقه، وتسبَّبوا في منع غيرِهم من البخل وعدم الاهتداء؛ أهانهم بالعذاب الأليم والخزي الدائم؛ فعياذاً بك اللهمَّ من كلِّ سوء.
36. Şanı Yüce Allah, kullarına hiçbir şeyi ortak koşmaksızın yalnızca kendisine ibâdet etmelerini emretmektedir. O’na ibâdet ise adeta O’nun köleliği altına girmek, zahiri ve batıni bütün ibâdetlerde ihlâsla, zilletle ve sevgiyle O’nun emir ve yasaklarına boyun eğmektir. Yine Yüce Allah küçük olsun, büyük olsun kendisine şirk koşmayı yasakladığı gibi, kişiye hiçbir fayda sağlayamayan, ondan hiçbir zararı önleyemeyen, ölüme, hayata ve öldükten sonra diriltme imkânına sahip bulunmayan varlıkları, ister melek olsun, ister peygamber olsun, ister veli olsun herhangi bir şeyin kendisine şirk koşulmasını da yasaklamaktadır. Kulların tek tek yerine getirmekle yükümlü oldukları ilk görev, mutlak kemale bütün yönleri ile sahip olan, tam ve mükemmel şekli ile kâinatı idare eden, hiç kimse kendisine ortak olmayan ve bu konuda kimsenin yardımına muhtaç olmayan zata ihlâsla ibâdet etmektir.
Yüce Allah kendisine ibâdeti ve hakkını yerine getirmeyi emrettikten sonra,
yakınlık sırasına göre kullarının haklarını yerine getirmeyi emretmekte ve şöyle buyurmaktadır:
“Ana babaya” güzel sözlerle, nazik hitaplarla, güzel davranışlarla, emirlerine itaatle, yasaklarından uzak durmakla, onlara harcamada bulunarak nafakalarını sağlamakla, onlarla alakası bulunanlara ikramda bulunmakla ve ancak kendileri vasıtası ile söz konusu olan akrabalık bağlarını gözetmek sureti ile onlara iyi davranın. İyi davranmanın
(ihsanın) zıttı olan iki şey vardır: kötü davranmak ve iyi davranmamak ki her ikisi de yasaktır.
“Akrabaya” da iyi davranmak gerekir. Bu yakın ya da uzak olsunlar bütün akrabalara sözlü ve fiili olarak iyilikte bulunmayı ve akrabalık bağını söz ya da davranış ile kesmemeyi gerektirmektedir.
“Yetimlere” yani küçükken babalarını kaybetmiş kimselere de iyilik yapın. Bunlar akraba olsunlar ya da olmasınlar, müslümanlar tarafından bakılmaya, kendilerine iyilikte bulunulmaya, gönüllerinin hoş edilmesine, güzel bir şekilde eğitilmeye, din ve dünya ile ilgili maslahatlarında en güzel şekilde terbiye edilmeye hak sahibidirler.
“Yoksullar” ihtiyacın ve fakirliğin kendilerini hareketsiz bıraktığı, yeterli ihtiyaçlarını elde edemeyen, bakmakla görevli oldukları kimselerin ihtiyaçlarını karşılayamayan kimselerdir. Yüce Allah bunların ihtiyaçlarını görmek, eksiklerini gidermek, bu konuda teşvikte bulunmak ve mümkün olanı da yerine getirmek sureti ile onlara iyilikte bulunmayı emretmektedir.
“Yakın komşuya” yani hem komşuluk hakkı hem akrabalık hakkı olmak üzere iki hak sahibi bulunan komşunuza iyi davranın. Böyle bir komşunun, komşusu üzerinde örfe raci olmak üzere iyilikte bulunulma hakkı vardır.
“ve uzak komşuya” yani akrabalık hakkı bulunmayan komşunuza iyilikte bulunun. Kapısı ne kadar yakın ise komşunun hakkı, o kadar güçlüdür. O bakımdan kulun, komşusunu hediye, sadaka, davet, söz ve davranışlarla nazik davranmak, söz ve davranışla ona eziyette bulunmamak suretiyle gözetmesi gerekir.
“Yanınızdaki arkadaşa” bundan kastın yol arkadaşı olduğu söylendiği gibi hanım olduğu da söylenmiştir. Mutlak olarak bütün arkadaşlardır diyenler de olmuştur ki bunun daha uygun olma ihtimali vardır. Çünkü bu ifade, hem ikamet hem yolculuk halinde bulunan arkadaşı kapsadığı gibi hanımı da kapsar. Arkadaşın, arkadaşına karşı müslümanlık hakkından başka, din ve dünya işlerinde ona yardımcı olmak, ona samimiyetle nasihat edip iyiliğini istemek, kolaylık ve zorlukta, hoşa giden ve gitmeyen hallerde ona vefalı olmak gibi hakları vardır. Yine kendisi için sevdiği şeyi arkadaşı için de sevmeli, kendisi adına hoşlanmadığı şeylerden arkadaşı adına da hoşlanmamalıdır. Arkadaşlık ne kadar ileri ise hak da o kadar güçlü ve o kadar ileri olur.
“Yolda kalmışa” bu, muhtaç olsun ya da olmasın yabancı olduğu bir beldede
(gurbette) bulunan yabancı kimsedir. Bunun da ihtiyacının ileri derecede olması,
yurdundan uzakta bulunması sebebi ile müslümanlar üzerinde hakları vardır: Gitmek istediği yere onu ulaştırmak yahut maksatlarını kısmen de olsa gerçekleştirmesine yardımcı olmak, ona ikramda bulunmak ve arkadaş olmak vb. gibi
“Ellerinizin altında bulunanlara” yani ister insan, ister hayvan olsun elleriniz altında bulunanların yeterli şekilde ihtiyaçlarını karşılamak, ağır gelecek şeyleri onlara yüklememek, yüklediğiniz takdirde onlara yardımcı olmak ve maslahatlarına uygun şekilde onları terbiye etmek sureti ile
“iyilik edin.”
Kim bütün bu emrolunan hususları yerine getirecek olursa işte o Rabbine itaat eden, Allah’ın kullarına karşı da alçak gönüllü davranan, Allah’ın emir ve şeriatına bağlı olan bir kimsedir. Böyle bir kimse pek büyük bir mükâfata ve çok güzel övgülere hak kazanır. Bunu gereği gibi yerine getirmeyen kimse ise Rabbinden yüz çeviren, emirlerine bağlı olmayan, insanlara karşı da alçak gönüllü davranmayan bir kimsedir. Aksine böyle bir kimse Allah’ın kullarına karşı büyüklenen, kendisini beğenen ve kendi sözleri ile böbürlenen bir kimsedir.
İşte bundan dolayı Yüce Allah devamla şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz Allah büyüklenip” kendisini beğenip insanlara karşı büyüklük taslayan
“böbürlenenleri” Allah’ın kullarına karşı şımararak, pnları küçük görerek kendisini övüp durap kimseleri
“sevmez.” İşte bu gibi kimselerin büyüklenip böbürlenmeleri, söz konusu hakları gereği gibi yerine getirmelerine engel olur. Bundan dolayı Yüce Allah onları şöylece yermektedir:
37. “Onlar hem” yerine getirmeleri gereken hakları yerine getirmeyerek
“kendileri cimrilik ederler, hem de insanlara” söz ve davranışları ile
“cimriliği emrederler ve Allah’ın, lütfundan kendilerine verdiğini” kendisi vasıtası ile sapmışların hidâyet bulduğu ve cahillerin doğru yolu gördükleri ilmi
“gizlerler.” Bu cimriler ilmi sapkın ve cahillerden gizlerken, onlara hakkı görmelerine engel teşkil edecek batılı açıklarlar. Böylelikle hem malda ve ilimde cimriliği, hem de gerek kendilerinin hüsrana uğraması, gerek başkalarının ziyana uğraması için çalışıp çabalamayı bir arada işlemiş olurlar. İşte bu da kâfirlerin nitelikleridir.
Bundan dolayı Yüce Allah: “Biz kafirler için alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.” buyurmuştur. Yani Allah’ın kullarına karşı büyüklenmeleri, Allah’ın haklarını yerine getirmemeleri, cimrilik yapmaları ve hidâyeti bulma konusunda başkalarına engel olmalarından dolayı Allah can yakıcı bir azap ve sürekli bir aşağılanma ile onları hakir kılmıştır. Allahım, her türlü kötülükten sana sığınırız.
Daha sonra Yüce Allah riyakarlık yaparak,
başkalarının işitmesi niyetiyle yapıklan ve Allah’a imandan kaynaklanmayan infaklar hakkında şöyle buyurmaktadır:
#
{38} ثم أخبر عن النفقة الصادرة عن رياءٍ وسُمْعَة وعدم إيمان به، فقال: {والذين ينفقون أموالهم رئاء الناس}؛ أي: ليروهم ويمدحوهم ويعظموهم. {ولا يؤمنون بالله ولا باليوم الآخِرِ}؛ أي: ليس إنفاقهم صادراً عن إخلاص وإيمان بالله ورجاء ثوابه؛ أي: فهذا من خطوات الشيطان وأعماله، التي يدعو حزبه إليها ليكونوا من أصحاب السعير، وصدرت منهم بسبب مقارنته لهم وأزِّهم إليها؛ فلهذا قال: {ومن يَكُنِ الشيطانُ له قريناً فساءَ قريناً}؛ أي: بئس المقارن والصاحب الذي يريد إهلاك مَن قارنه ويسعى فيه أشدَّ السعي؛ فكما أن مَن بخل بما آتاه الله وكَتَمَ ما منَّ به الله عليه عاصٍ آثمٌ مخالفٌ لربِّه؛ فكذلك من أنفق وتعبَّد لغير الله؛ فإنه آثم عاصٍ لربِّه مستوجبٌ للعقوبة؛ لأن الله إنما أمر بطاعتِهِ وامتثال أمره على وجه الإخلاص؛ كما قال تعالى: {وما أُمِروا إلا ليعبدوا الله مُخلصينَ له الدِّين}؛ فهذا العمل المقبول الذي يستحقُّ صاحبُهُ المدح والثواب؛ فلهذا حثَّ تعالى عليه بقوله:
38.
“Onlar mallarını insanlara gösteriş için” insanlar görsünler, kendilerini övsünler ve tazim etsinler diye
“harcarlar, Allah’a ve âhiret gününe de iman etmezler” yani infakları ihlâs, Allah’a iman ve O’nun mükâfatını umarak yapmazlar. Yani bu da şeytanın adımlarından ve amellerinden olup o, kendi taraftarlarını alevli ateş ehlinden olsunlar diye bunu işlemeye davet eder. Onların bu davranışları yapmalarının sebebi ise şeytanla arkadaş olmaları ve şeytanın onları bu davranışlara sürüklemesidir.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Şeytan kime arkadaş olursa o, ne kötü bir arkadaştır!” Arkadaşlık ettiği kimseyi helâk etmeye çalışan ve bu uğurda bütün gayreti ile çalışan arkadaş, elbetteki en kötü arkadaşdır.
Allah’ın ihsan ettiği şeyleri cimrilik ederek başkalarının faydasına sunmayan, Allah’ın kendisine lütfettiği şeyleri gizleyen bir kimse isyankâr, günahkâr ve Rabbine muhalefet eden bir kimsedir. Aynı şekilde Allah’tan başkası için infak ve ibâdette bulunan kimse de gühahkârdır, Rabbine karşı isyan etmiştir ve cezalandırılmayı hak etmiştir. Çünkü Yüce Allah ancak kendisine itaat etmeyi ve emrine ihlâslı bir şekilde uymayı emretmiştir.
Nitekim Yüce Allah: “Halbuki onlar onun dininde ancak ihlâs sahipleri olarak Allah’a ibâdet etmekle... emrolundular.” (el-Beyyine, 98/5) buyurmuştur. İşte kişiye övülme ve mükâfat kazanma hakkını kazandıran, Allah nezdinde makbul olan amel budur.
Bundan dolayı Yüce Allah böyle bir amele teşvikte bulunarak şöyle buyurmaktadır:
{وَمَاذَا عَلَيْهِمْ لَوْ آمَنُوا بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَأَنْفَقُوا مِمَّا رَزَقَهُمُ اللَّهُ وَكَانَ اللَّهُ بِهِمْ عَلِيمًا (39)}.
39- Onlar Allah’a ve âhiret gününe iman edip de Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiğinden infak etselerdi ne kaybederlerdi ki? Allah onları çok iyi bilendir.
#
{39} أي: أيُّ شيء عليهم وأيُّ حرج ومشَّقة تلحقُهم لو حَصَلَ منهم الإيمانُ بالله الذي هو الإخلاص وأنفقوا من أموالِهِم التي رَزَقَهم الله وأنعم بها عليهم، فجمعوا بين الإخلاص والإنفاق، ولما كان الإخلاص سرًّا بين العبد وبين ربِّه لا يطَّلع عليه إلا الله؛ أخبر تعالى بعلمِهِ بجميع الأحوال، فقال: {وكان الله بهم عليماً}.
39. Eğer onlar ihlâsın tâ kendisi olan Allah’a imana sarılsalardı, Allah’ın kendilerine rızık ve nimet olarak bağışladığı mallarından infak erselerdi, böylece hem ihlâslı olsalardı, hem de infak etselerdi, bundan ne zarar görürlerdi, hangi sıkıntıyla karşılaşırlardı ki?
İhlâs kul ile Rabbi arasında bir sırdır. Ona Allah’tan başka kimse muttali olmaz.
Bundan dolayı Yüce Allah bütün halleri bildiğini haber vererek devamla: “Allah onları çok iyi bilendir.” buyurmuştur.
{إِنَّ اللَّهَ لَا يَظْلِمُ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ وَإِنْ تَكُ حَسَنَةً يُضَاعِفْهَا وَيُؤْتِ مِنْ لَدُنْهُ أَجْرًا عَظِيمًا (40) فَكَيْفَ إِذَا جِئْنَا مِنْ كُلِّ أُمَّةٍ بِشَهِيدٍ وَجِئْنَا بِكَ عَلَى هَؤُلَاءِ شَهِيدًا (41) يَوْمَئِذٍ يَوَدُّ الَّذِينَ كَفَرُوا وَعَصَوُا الرَّسُولَ لَوْ تُسَوَّى بِهِمُ الْأَرْضُ وَلَا يَكْتُمُونَ اللَّهَ حَدِيثًا (42)}.
40- Allah şüphesiz zerre ağırlığı kadar dahi zulmetmez. Bir iyilik olursa da onu kat kat artırır ve katından büyük bir mükâfat verir.
41- Her ümmetten birer şahit, bunlara karşı da seni şahit getireceğimiz zaman halleri nice olacak?
42- Küfre saplananlar ve peygambere isyan edenler o gün yerle bir edilme temennisinde bulunacaklardır. Allah’tan hiçbir sözü de gizleyemeyeceklerdir.
#
{40} يخبر تعالى عن كمال عدلِهِ وفضله وتنزُّهه عما يضادُّ ذلك من الظلم القليل والكثير، فقال: {إنَّ الله لا يظلم مثقالَ ذرَّة}؛ أي: يَنْقُصُها من حسنات عبده أو يزيدُها في سيئاتِهِ؛ كما قال تعالى: {فَمَن يعمل مثقالَ ذَرَّةٍ خيراً يَرَه. ومَن يعمل مثقالَ ذرَّة شرًّا يَرَه}. {وإن تكُ حسنةً يضاعِفْها}؛ أي: إلى عشرة أمثالها، إلى أكثر من ذلك، بحسب حالها ونفعها وحال صاحبها إخلاصاً ومحبةً وكمالاً. {ويؤتِ من لَدُنْهُ أجراً عظيماً}؛ أي: زيادة على ثواب العمل بنفسه من التوفيق لأعمال أُخَرَ وإعطاء البرِّ الكثير والخير الغزير.
40. Yüce Allah kemal derecesinde adalete ve lütfa sahip olduğunu, bunların zıddı olan her türlü zulümden de -az olsun çok olsun-
münezzeh olduğunu bildirerek: “Allah şüphesiz zerre ağırlığı kadar dahi zulmetmez.” buyurmaktadır. Yani bu kadarcık bir şeyi kullarının hasenatından eksiltmeyeceği gibi onların kötülüklerine de bu kadarcık bir şey ilave etmez.
Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Kim zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa onu görecektir, kim de zerre ağırlığınca bir kötülük yaparsa onu görecektir.” (ez-Zilzal, 99/7-8)
“Bir iyilik olursa da onu” on misline kadar, hatta durumuna, faydasına, sahibinin ihlâsına, Allah'a olan sevgisine ve kemaline göre bundan daha fazlası ile
“kat kat artırır ve katından” bizatihi amelin mükâfatına ilave olmak üzere
“büyük bir mükâfaat verir.” Mesela başka bir takım hayırlı amelleri işleme tevfiki, ayrıca pek çok iyilikler ve uçsuz bucaksız hayırlar ihsan eder.
Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{41} ثم قال تعالى: {فكيف إذا جِئْنا من كلِّ أُمةٍ بشهيدٍ وجئنا بك على هؤلاء شهيداً}؛ أي: كيف تكون تلك الأحوالُ؟ وكيف يكونُ ذلك الحكم العظيم الذي جَمَعَ أنَّ مَن حكم به كامل العلم كامل العدل كامل الحكمةِ بشهادة أزكى الخلق وهُم الرسلُ على أُممِهِم مع إقرار المحكوم عليه؟ فهذا والله الحكم الذي هو أعمُّ الأحكام وأعدلها وأعظمها، وهناك يبقى المحكومُ عليهم مقرِّين له. بكمال الفضل والعدل والحمد والثناء، وهنالك يسعد أقوامٌ بالفوز والفلاح والعزِّ والنجاح ويشقى أقوام بالخِزْي والفضيحة والعذاب المُهين.
41. Yani ilmi kemal derecesinde, adaleti kemal derecesinde, hikmeti kemal derecesinde olan O Hâkimler Hâkimi, insanların en temizleri olan peygamberleri ümmetlerine karşı şahit getirdiği, aleyhlerine hüküm verilecek olanlar da kendi durumlarını ikrar edecekleri vakit, halleri ne olacaktır? Verilecek o büyük hüküm nasıl olacaktır? Hiç şüphesiz -Allah’a yemin ederiz ki- bu, hükümlerin en kapsamlı olanı, en adil olanı ve en büyüğü olacaktır. Orada aleyhlerinde hüküm verilecek olanlar da bu hükmü ikrar ve kabul ile karşılayacaklardır. Çünkü bu hükümdeki lütuf ve adalet, hamd ve sena kemal derecesinde olacaktır. Orada bir takım kimseler kurtuluş, felah, izzet ve başarı ile bahtiyar olurken başka kimseler de rezillik, rüsvaylık ve alçaltıcı azap ile bedbaht olacaklardır.
Bundan dolayı Yüce Allah bir sonraki âyette şöyle buyurmaktadır:
#
{42} ولهذا قال: {يومئذٍ يَوَدُّ الذين كفروا وعَصَوُا الرسولَ}؛ أي: جمعوا بين الكفر بالله وبرسوله ومعصية الرسول، {لو تُسَوَّى بهم الأرض}؛ أي: تبتلعهم ويكونون تراباً وعدماً؛ كما قال تعالى: {ويقولُ الكافرُ يا ليتني كنتُ تُراباً}. {ولا يكتمونَ اللهَ حديثاً}؛ أي: بل يقرُّون له بما عَمِلوا وتشهدُ عليهم ألسنتُهم وأيديهم وأرجُلُهم بما كانوا يعملونَ، يومئذٍ يوفِّيهم الله دينَهم، جزاءَهم الحقَّ، ويعلمون أنَّ الله هو الحقُّ المبينُ. فأما ما ورد من أنَّ الكفار يكتُمون كفرَهم وجحودَهم؛ فإنَّ ذلك يكون في بعض مواضع القيامةِ حين يظنُّون أن جحودَهم ينفعُهم من عذابِ الله؛ فإذا عرفوا الحقائقَ وشهِدَتْ عليهم جوارِحُهم، حينئذٍ ينجلي الأمر، ولا يبقى للكتمان موضعٌ ولا نفعٌ ولا فائدةٌ.
42.
“Küfre saplananlar ve peygambere isyan edenler” yani Allah’a ve Rasûlünü inkâr etmekle birlikte Peygambere de isyan edenler
“o gün yerle bir edilme temennisinde bulunacaklardır.” Yani yerin kendilerini yutmasını böylece toprağa karışıp yok olmayı temenni edeceklerdir.
Nitekim Yüce Allah bir başka yerde: “Ve kâfir: Ah keşke toprak olsaydım, diyecek!” (en-Nebe, 78/40) buruğu ile bu durumu dile getirmektedir.
“Allah’tan hiç bir sözü de gizleyemeyeceklerdir.” Aksine işlediklerini huzurunda itiraf edecekler; dilleri, el ve ayakları dünyada iken neler yaptıklarına dair tanıklıkta bulunacaklardır. O gün Allah hak ile onların amellerinin karşılığını verecektir ve onlar Allah’ın apaçık hakkın ta kendisi olduğunu bileceklerdir.
Kâfirlerin küfür ve inkârlarını gizleyeceklerine dair buyruklara gelince, bu gibi haller Kıyametin bazı konumlarında söz konusu olacak ve onlar bu inkârlarının, Allah’ın azabına karşı kendilerine bir fayda sağlayacağını zannettikleri bir sırada yapacaklardır. Ancak gerçekleri öğrenip kendi organları da aleyhlerine tanıklık yaptığı vakit her şey apaçık ortaya çıkacak ve inkârlarını gizlemeye mahal kalmayacaktır, bunun hiçbir faydasını da göremeyeceklerdir.
{يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَقْرَبُوا الصَّلَاةَ وَأَنْتُمْ سُكَارَى حَتَّى تَعْلَمُوا مَا تَقُولُونَ وَلَا جُنُبًا إِلَّا عَابِرِي سَبِيلٍ حَتَّى تَغْتَسِلُوا وَإِنْ كُنْتُمْ مَرْضَى أَوْ عَلَى سَفَرٍ أَوْ جَاءَ أَحَدٌ مِنْكُمْ مِنَ الْغَائِطِ أَوْ لَامَسْتُمُ النِّسَاءَ فَلَمْ تَجِدُوا مَاءً فَتَيَمَّمُوا صَعِيدًا طَيِّبًا فَامْسَحُوا بِوُجُوهِكُمْ وَأَيْدِيكُمْ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَفُوًّا غَفُورًا (43)}.
43- Ey iman edenler! Sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar ve bir de cünüp iken -yolcu olmanız müstesna- gusledinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta yahut yolculukta iseniz veya herhangi biriniz ayakyolundan gelirse ya da kadınlara dokunur da su bulamazsanız, temiz bir toprağa teyemmüm edin. Yüzlerinizi ve ellerinizi mesh edin. Şüphesiz Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır.
#
{43} ينهى تعالى عباده المؤمنين أن يَقْرَبوا الصلاة وهم سُكارى حتى يعلَموا ما يقولونَ، وهذا شاملٌ لِقُرْبانِ مواضع الصلاة؛ كالمسجد؛ فإنه لا يمكَّنُ السكرانُ من دخولِهِ، وشاملٌ لنفس الصلاة؛ فإنه لا يجوز للسكران صلاةٌ ولا عبادةٌ لاختلاط عقلِهِ وعدم علمِهِ بما يقول، ولهذا حدَّد تعالى ذلك وغيَّاه إلى وجود العلم بما يقول السكران.
وهذه الآية الكريمة منسوخةٌ بتحريم الخمر مطلقاً؛ فإنَّ الخمر في أول الأمر كان غير محرَّم، ثم إنَّ الله تعالى عَرَّضَ لعبادِهِ بتحريمِهِ بقوله: {يَسألونَكَ عن الخمرِ والمَيْسِرِ قُلْ فيهما إثمٌ كبيرٌ ومَنافعُ للنَّاسِ وإثْمُهُما أكبرُ مِنْ نَفعِهِما}، ثم إنَّه تعالى نهاهم عن الخمر عند حضورِ الصلاة كما في هذه الآية، ثم إنه تعالى حرَّمه على الإطلاق في جميع الأوقات في قوله: {يا أيُّها الذينَ آمنوا إنَّما الخمرُ والمَيْسِرُ والأنصابُ والأزلام رِجسٌ مِن عملِ الشيطانِ فاجتنبوهُ} الآية. ومع هذا؛ فإنه يشتدُّ تحريمه وقتَ حضور الصلاة؛ لتضمُّنه هذه المفسدة العظيمة بعدم حصول مقصود الصلاة الذي هو روحها ولبُّها، وهو الخشوع وحضور القلب؛ فإنَّ الخمر يُسْكِرُ القلبَ، ويصدُّ عن ذِكْرِ الله وعن الصلاة.
ويؤخَذُ من المعنى منعُ الدُّخول في الصلاة في حال النُّعاس المفرط الذي لا يشعُرُ صاحبه بما يقولُ ويفعل، بل لعلَّ فيه إشارة إلى أنه ينبغي لمن أراد الصلاة أن يقطعَ عنه كلَّ شاغل يَشْغَلُ فكره؛ كمدافعةِ الأخبثين والتَّوْق لطعام ونحوِهِ؛ كما ورد في ذلك الحديث الصحيح.
ثم قال: {ولا جُنُباً إلا عابري سبيل}؛ أي: لا تقربوا الصلاة حالة كونِ أحدِكم جُنباً إلاَّ في هذه الحال، وهو عابرُ السبيل؛ أي: تمرُّون في المسجد ولا تمكُثون فيه. {حتَّى تغتَسِلوا}؛ أي: فإذا اغتسلتم؛ فهو غاية المنع من قربانِ الصلاة للجُنُبِ، فيحلُّ للجُنُبِ المرورُ في المسجد فقط.
{وإن كنتُم مرضى أو على سفرٍ أو جاء أحدٌ منكم من الغائط أو لامستُمُ النساءَ فلم تجِدوا ماءً فتيمَّموا}: فأباح التيمُّم للمريض مطلقاً مع وجود الماء وعدمِهِ، والعلَّة المرضُ الذي يشقُّ مع استعمال الماء، وكذلك السفر؛ فإنه مَظِنَّة فقد الماء؛ فإذا فقده المسافر، أو وجد ما يتعلَّق بحاجته من شرب ونحوه؛ جاز له التيمُّم، وكذلك إذا أحدث الإنسان ببول أو غائطٍ أو ملامسة النساء؛ فإنه يُباح له التيمُّم إذا لم يجد الماء حضراً وسفراً؛ كما يدلُّ على ذلك عموم الآية. والحاصل أنَّ الله تعالى أباح التيمُّم في حالتين: حال عدم الماء، وهذا مطلقاً في الحضر والسفر. وحال المشقة باستعماله بمرض ونحوه.
واختلف المفسِّرون في معنى قوله: {أو لامستُمُ النساءَ}: هل المرادُ بذلك الجِماع؟ فتكونُ الآية نصًّا في جواز التيمُّم للجُنُب كما تكاثرت بذلك الأحاديث الصحيحة ، أو المراد بذلك مجردُ اللمس باليد، ويقيَّد ذلك بما إذا كان مَظِنَّة خروج المذي، وهو المس الذي يكون لشهوةٍ، فتكون الآيةُ دالةً على نقض الوضوء بذلك. واستدلَّ الفقهاء بقوله: {فلم تجدوا ماء}: بوجوب طَلَبِ الماء عند دخول الوقت؛ قالوا: لأنه لا يُقال: لم يجد لِمَنْ لم يطلب، بل لا يكون ذلك إلا بعد الطلب. واستدلَّ بذلك أيضاً على أن الماء المتغيِّرَ بشيء من الطاهرات يجوز ـ بل يتعيَّن ـ التطهُّر به لدخولِهِ في قوله: {فلم تجدوا ماءً}، وهذا ماء. ونوزع في ذلك بأنَّه ماء غير مطلق، وفي ذلك نظر.
وفي هذه [الآية] الكريمة: مشروعيَّة هذا الحكم العظيم الذي امتنَّ به الله على هذه الأمة، وهو مشروعية التيمُّم، وقد أجمع على ذلك العلماء، ولله الحمد.
وأنَّ التيمُّم يكون بالصَّعيد الطيب، وهو كل ما تصاعد على وجه الأرض، سواء كان له غبار أم لا، ويُحتمل أن يختصَّ ذلك بذي الغبار؛ لأن الله قال: {فامْسَحوا بوجوهِكم وأيديكم} منه، وما لا غبار له لا يُمْسَحُ به. وقوله: {فامسحوا بوجوهِكم وأيديكم} منه: هذا محل المسح في التيمُّم: الوجه جميعه واليدين إلى الكوعين؛ كما دلَّت على ذلك الأحاديث الصحيحة، ويستحبُّ أن يكون ذلك بضربةٍ واحدةٍ؛ كما دلَّ على ذلك حديث عمار ، وفيه أنَّ تيمُّم الجُنُب كتيمُّم غيره بالوجه واليدين.
فائدة: اعلم أن قواعد الطبِّ تدور على ثلاث قواعدَ: حفظ الصحة عن المؤذيات، والاستفراغ منها، والحميةُ عنها. وقد نبَّه تعالى عليها في كتابه العزيز: أمَّا حفظ الصحة والحمية عن المؤذي؛ فقد أمر بالأكل والشرب وعدم الإسراف في ذلك، وأباح للمسافر والمريض الفطر حفظاً لصحَّتهما باستعمال ما يُصْلِحُ البدن على وجه العدل، وحماية للمريض عما يضرُّه. وأما استفراغُ المؤذي؛ فقد أباح تعالى للمحرم المتأذِّي برأسه أن يحلِقَهُ لإزالة الأبخرة المحتقنة فيه؛ ففيه تنبيهٌ على استفراغ ما هو أولى منها من البول والغائط والقيء والمنيِّ والدم وغير ذلك. نبه على ذلك ابن القيم رحمه الله تعالى.
وفي الآية وجوبُ تعميم مسح الوجه واليدين، وأنَّه يجوز التيمُّم، ولو لم يضق الوقت، وأنه لا يخاطَب بطلب الماء إلا بعد وجود سبب الوجوب. والله أعلم.
ثمَّ ختم الآية بقوله: {إنَّ اللهَ كانَ عفُوًّا غَفوراً}؛ أي: كثير العفو والمغفرة لعباده المؤمنين بتيسير ما أمرهم به وتسهيلِهِ غايةَ التسهيل بحيثُ لا يَشُقُّ على العبد امتثالُه فيحرج بذلك، ومن عفوه ومغفرته أنْ رَحِمَ هذه الأمة بشرع طهارة التُّراب بدل الماء عند تعذُّر استعماله، ومن عفوِهِ ومغفرتِهِ أن فتح للمذنبين باب التوبة والإنابة ودعاهُم إليه ووعدهم بمغفرة ذنوبهم، ومن عفوه ومغفرته أنَّ المؤمن لو أتاه بقُراب الأرض خطايا ثم لَقِيَهُ لا يشرك به شيئاً؛ لأتاه بقرابها مغفرةً.
43. Yüce Allah mü’min kullarına sarhoş oldukları takdirde -kendilerine gelip ne söylediklerini bilinciye kadar- namaza yaklaşmalarını yasaklamaktadır. Bu yasağın kapsamına mescit gibi namaz kılınan yerlere yaklaşmak da girmektedir. Çünkü sarhoş bir kimsenin mescide girmesine müsaade edilmez. Aynı zamanda bu yasak, bizatihi namazı da kapsar. O bakımdan sarhoş bir kimsenin namaz kılması ve herhangi bir ibâdeti yapmaya kalkışması caiz değildir. Çünkü onun aklının düzeni bozulmuştur ve ne söylediğini bilmeyecek haldedir. Bundan dolayı Yüce Allah sarhoşun ne söylediğini bilmesini sınır olarak tespit etmiş ve bu gerçekleşmedikçe namaz kılmaktan uzak kalmasını istemiştir.
Bu âyet-i kerime mutlak olarak içkiyi haram kılan âyet ile nesh edilmiştir. Çünkü önceleri içki haram değildi.
Daha sonra Yüce Allah kullarına nispeten üstü kapalı bir ifade ile içkinin haram olduğuna şu buyruğu ile işaret etti: “Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: İkisinde de hem büyük bir günah ve hem de insanlar için bazı faydalar vardır. Ama günahları faydalarından daha büyüktür.” (el-Bakara, 2/219) Daha sonra Yüce Allah bu âyeti kerimede olduğu gibi namaz vaktinde içki içmelerini yasakladı.
Sonra Yüce Allah şu buyruğu ile bütün vakitlerde mutlak olarak içkiyi haram kıldı: “Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları şeytanın pis işlerindendir. Artık bunlardan kaçının.” (el-Maide, 5/90) Bununla birlikte namaz vakti yaklaştığında içkinin içilmesinin haramlığı daha bir ağırdır. Çünkü beraberinde böyle bir kötülüğü de getirmektedir. Zira namazın maksadı, ruhu ve özü olan huşu ve kalp huzuru sarhoşlukla birlikte gitmektedir. Zira içki kalbi sarhoş eder, Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoyar.
Buyruğun ifade ettiği manadan kişinin, ne söylediğinin ve ne yaptığının farkına varamayacağı derecede aşırı uykulu iken namaza başlamasının yasak olduğu da anlaşılmaktadır.
Hatta buradan şu işaret de anlaşılabilir: Namaz kılmak isteyen kimsenin, kafasını meşgul edecek her bir şeyi ortadan kaldırması gerekir. Küçük ve büyük abdestinin sıkıştırması, yemeği veya benzeri şeyin canının çekmesi gibi. Nitekim bu hususta sahih bir hadis de varid olmuştur.
Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “bir de cünüp iken -yolcu olmanız müstesna-” yani sizden herhangi birisi cünüp halde iken de namaza yaklaşmasın. Ancak o kimsenin yolcu olma hali müstesnadır. Yani bu durumda mescidden geçebilmekle birlikte orada kalmamalısınız.
“gusledinceye kadar” gusledecek olursanız o zaman namaz kılabilirsiniz. O halde bu, cünüp olan bir kimsenin namaza yaklaşma yasağının nihai noktasıdır. Buna göre cünüp olan bir kimsenin sadece mescidden geçmesi helâl olur.
“Eğer hasta yahut yolculukta iseniz veya herhangi biriniz ayakyolundan gelirse ya da kadınlara dokunur da su bulamazsanız, temiz bir toprağa teyemmüm edin.” Yüce Allah su ister bulunsun, ister bulunmasın hasta kimsenin mutlak olarak teyemmüm etmesini mubah kılmıştır. Bunun illeti
(sebebi) ise su kullanmayı zorlaştıran hastalıktır. Yolculuk da böyledir. Çünkü yolculukta su bulamama ihtimali kuvvetlidir. Yolcu olan bir kimse su bulamayacak olursa ya da sadece içme ve benzeri ihtiyacı için su bulmakla birlikte
(abdest ve benzeri için) bulamazsa teyemmüm yapabilir. Aynı şekilde bir kimsenin, küçük ya da büyük abdest yahut kadınlara dokunmak sureti ile abdesti bozulur da su bulamazsa -âyetin umumi ifadesinin delalet ettiği üzere ister mukim ister yolcu olsun- teyemmüm yapması mubah olur.
Özetle Yüce Allah teyemmümü şu iki halde mubah kılmıştır: İster ikamet halinde ister yolculukta olsun mutlak olarak su bulamama hali bir de hastalık ve benzeri sebepler dolayısı ile su kullanmanın zor ve sakıncalı olma hali.
Müfessirler Yüce Allah’ın: “ya da kadınlara dokunur da...” buyruğundan maksadın ne olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Acaba bundan kasıt cima mıdır? O takdirde âyeti kerime cünüp kimsenin teyemmüm etmesinin caiz olacağı hususunda açık bir nas olur. Nitekim bu konuda sahih hadisler de pek çoktur.
Bir diğer görüşe göre acaba maksat sadece el ile dokunmak mıdır ve bu da mezinin çıkma ihtimali olması kaydı ile birlikte mi söz konusudur? Ki böyle bir dokunma da ancak şehvetle dokunma halinde söz konusu olur. Bu durumda âyet-i kerime böyle bir dokunmanın abdesti bozduğuna delil teşkil eder mi? İşte bu hususlarda müfessirlerin farklı görüşleri vardır.
Fukahâ Yüce Allah’ın: “su bulamazsanız” buyruğunu namaz vaktinin girmesi ile birlikte su aramanın farz olduğuna delil göstermişler ve şöyle demişlerdir: Çünkü aramayan kimse için
“bulamadı” demeye imkân yoktur. Arama işi gerçekleştirilmedikçe böyle bir şeyden söz etmek mümkün olmaz.
Yine bu buyruk temiz şeylerden herhangi birisi ile değişikliğe uğrayan suyun abdest için kullanılmasının caiz hatta gerekli olduğuna delil gösterilmiştir. Çünkü neticede o da sudur ve “su bulamazsanız” buyruğunun kapsamına girmektedir. Ancak bu kanaati ileri sürenlere böyle bir suyun mutlak su olamayacağı belirtilerek itiraz edilmiştir ki bu tartışmaya açık bir görüştür.
Bu âyet-i kerimeden Yüce Allah’ın bu ümmete lütuf ve ihsan ettiği bu büyük hükmün yani teyemmümün meşru olduğu hükmü anlaşılmaktadır. İlim adamlarının bu konuda icmaı vardır. Yüce Allah’a hamd olsun.
Teyemmüm, temiz toprak ile olur. Buradak topraktan kasıt ise yeryüzü tabakasının üstünde bulunan her şeydir. Tozu bulunsun yahut bulunmasın fark etmez. Bununla birlikte bunun toz çıkarma özelliği ile tahsis edilebilme ihtimali de vardır. Çünkü Yüce Allah Maide Sûresinde yer alan abdest ile ilgili âyet-
i kerimede: “Bununla yüzlerinizi ve ellerinizi meshedin” (el-Maide, 5/6) buyurmaktadır. Toz çıkartmayan bir şeyle mesh yapılması ise söz konusu olmaz.
Yüce Allah’ın: “Yüzlerinizi ve ellerinizi mesh edin” buyruğu o temiz toprakla mesh edin demektir. Nitekim Maide Sûresi’nde yer alan âyet-i kerimede teyemmümdeki mesh yerleri de tespit edilmiştir ki bunlar, yüzün tamamı ile dirseklere kadar ellerdir. Sahih hadisler de buna delildir. Bunun Ammar yolu ile gelen hadisin delil olduğu üzere tek bir darbe ile yapılması da müstehabdır.
Ayrıca bu buyruktan cünüp bir kimsenin teyemmümünün cünüp olmayan kimsenin teyemmümü gibi olacağı ve yüz ile ellerine meshetmesinin yeterli geleceği de anlaşılmaktadır.
[Şeriat Ahkâmı ile İnsan Sağlığı:]
Faydalı bir not: Şu bilinmelidir ki tıbbın üç temel kaidesi vardır: Zararlı şeylere karşı sağlığı korumak, bunlarla karşılaşılması halinde bunları vücuttan uzaklaştırmak ve bunlara karşı bağışıklık kazanmak. Yüce Allah Kitab-ı Kerîm’inde bunlara dikkat çekmiştir.
Sağlığı korumak ve zararlı şeylere karşı kendini himaye etmek
(bağışıklık) için Yüce Allah yemeyi, içmeyi ve bunlarda israf ve aşırıya gitmemeyi emretmiştir. Yine yolculara ve hastalara, sağlıklarını muhafaza etmek üzere oruç açmalarını mubah kılmıştır. Bu suretle yolcunun dengeli bir şekilde bedeni muhafaza edeecek şeyleri kullanması sağlanmış olur ve hasta da kendisine zararlı olacak şeylerden korunmuş olur.
Zararlı şeylerden kurtulmaya gelince şanı Yüce Allah ihramlı iken başındaki herhangi bir sebepten ötürü rahatsız olan kimsenin başındaki rahatsızlık verici şeyleri uzaklaştırmak için başını traş etmesini mubah kılmıştır. Bu ise küçük ve büyük abdestin, bulantının, meninin, kan ve buna benzer şeylerin dışarı atılmasının daha da öncelikli olarak söz konusu olduklarına işaret etmektedir. Bu hususa İbnu’l-Kayyım dikkat çekmiştir. Yüce Allah’ın rahmeti üzerine olsun.
Âyet-i kerimede yüz ve ellerin her tarafının meshedilmesinin farz olduğuna, teyemmüm almanın vakit dar olmasa dahi caiz olacağına ve farz sebebi ortada olmadıkça su arama emrine muhatap olunmadığına da delil vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
Daha sonra Yüce Allah âyet-
i kerimeyi: “Şüphesiz Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır” buyruğu ile sona edirmektedir. Yani O, vermiş olduğu emirlerini kolaylaştırmak ve ilâhi emirleri yerine getirmekte kullara ağır gelmeyecek şekilde alabildiğine kolaylık sağlamak ve böylelikle onları zora koşmamak sureti ile mü’min kullarını çok affeden ve çok bağışlayandır.
Suyun kullanılmasının mümkün olmaması ya da zor ve zararlı olması halinde su yerine toprak ile teyemmümü meşru kılmakla bu ümmete rahmetini ihsan etmesi de Allah’ın affedici ve bağışlayıcı oluşunun bir tecellisidir. Yine günahkârlara karşı tevbe ve dönüş kapılarını açık bulundurması, onları kendisine dönmeye davet edip günahlarını bağışlayacağını vaad etmesi de O’nun affedici ve bağışlayıcılığının bir sonucudur. Mü’min, Yüce Allah’ın huzuruna yeryüzü dolusu günahla çıkacak olsa ama O’na hiçbir şeyi şirk koşmamış olsa, Allah da onu yeryüzü dolusu mağfiret ile karşılar ki bu da Allah’ın affedici ve bağışlayıcı olmasının bir tecellisidir.
{أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ أُوتُوا نَصِيبًا مِنَ الْكِتَابِ يَشْتَرُونَ الضَّلَالَةَ وَيُرِيدُونَ أَنْ تَضِلُّوا السَّبِيلَ (44) وَاللَّهُ أَعْلَمُ بِأَعْدَائِكُمْ وَكَفَى بِاللَّهِ وَلِيًّا وَكَفَى بِاللَّهِ نَصِيرًا (45) مِنَ الَّذِينَ هَادُوا يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ عَنْ مَوَاضِعِهِ وَيَقُولُونَ سَمِعْنَا وَعَصَيْنَا وَاسْمَعْ غَيْرَ مُسْمَعٍ وَرَاعِنَا لَيًّا بِأَلْسِنَتِهِمْ وَطَعْنًا فِي الدِّينِ وَلَوْ أَنَّهُمْ قَالُوا سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا وَاسْمَعْ وَانْظُرْنَا لَكَانَ خَيْرًا لَهُمْ وَأَقْوَمَ وَلَكِنْ لَعَنَهُمُ اللَّهُ بِكُفْرِهِمْ فَلَا يُؤْمِنُونَ إِلَّا قَلِيلًا (46)}.
44- Kendilerine kitaptan bir pay verilmiş olanları görmedin mi? Kendileri sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de doğru yoldan sapmanızı istiyorlar!
45- Allah düşmanlarınızı daha iyi bilir. Gerçek bir dost olarak Allah yeter, yardımcı olarak da Allah yeter.
46- Yahudi olanlardan kelimeleri yerlerinden oynatıp tahrif edenler vardır. Bunlar,
dillerini eğip bükerek ve dine saldırarak: “İşittik, isyan ettik! Dinle, dinlemez olası!” ve
“Râinâ!” derler. Eğer onlar: “İşittik ve itaat ettik, dinle ve bizi gözet!” deselerdi elbette kendileri için daha iyi ve daha doğru olurdu. Fakat Allah küfürleri yüzünden onları lanetlemiştir. Onların ancak pek azı iman eder.
#
{44} هذا ذمٌّ لمن {أوتوا نصيباً من الكتاب}، وفي ضمنه تحذيرُ عبادِهِ عن الاغترار بهم والوقوع في أشراكهم، فأخبر أنهم في أنفسهم {يشترون الضلالة}؛ أي: يحبُّونها محبةً عظيمةً ويؤثِرونها إيثار مَن يبذُلُ المال الكثير في طلب ما يحبُّه، فيؤثرون الضلال على الهدى والكفر على الإيمان والشقاء على السعادة، ومع هذا {يريدونَ أن تَضِلُّوا السبيل}؛ فهم حريصون على إضلالِكُم غايةَ الحرص، باذِلون جهدَهم في ذلك، ولكن لما كان الله وليَّ عباده المؤمنين وناصرهم؛ بيَّن لهم ما اشتملوا عليه من الضلال والإضلال.
44. Burada
“Kendilerine kitaptan bir pay verilmiş olanlar” yerilmektedir. Bu da Allah’ın kullarına onlara aldanıp kanmaları ve onların tuzaklarına düşmeleri konusunda bir uyarı içermektedir. Yüce Allah onların kendi nefisleri için
“sapıklığı satın alan” kimseler olduklarını haber vermektedir. Yani sapıklığı alabildiğine sevdiklerini ve sevdiği şeyi elde etmek için uğrunda çok miktarda mal harcayan kimse gibi onu tercih ettiklerini ifade etmektedir. O bakımdan onlar sapıklığı hidâyete, küfrü imana, bedbahtlığı ise mutluluğa tercih ederler. Bununla birlikte
“sizin de doğru yoldan sapmanızı istiyorlar.” Onlar bu konuda tüm gayretlerini ortaya koyarak, bütün güçleri ile sizleri saptırmaya çalışmaktadırlar. Ancak Yüce Allah mü’min kullarının dostu ve yardımcısı olduğundan dolayı onların sapıklıklarını da saptırma isteklerini de kullarına beyan etmektedir.
Bunun için de şöyle buyurmaktadır:
#
{45} ولهذا قال: {وكفى بالله وليًّا}؛ أي: يتولَّى أحوال عباده، ويلطف بهم في جميع أمورهم، وييسِّر لهم ما به سعادتهم وفلاحهم، {وكفى بالله نصيراً}: ينصرُهُم على أعدائهم، ويبيِّن لهم ما يحذَرون منهم، ويعينُهم عليهم؛ فولايتُهُ تعالى فيها حصول الخير، ونصرُهُ فيه زوال الشرِّ.
45.
“Gerçek bir dost olarak Allah yeter.” O, kullarına sahip çıkar, her işlerinde onlara ihsanda bulunur, mutluluk ve kurtuluşlarını sağlayacak hususları onlara kolaylaştırır.
“Yardımcı olarak da Allah yeter.” Düşmanlarına karşı onlara yardımcı olur. Düşmanlarından sakınmaları gereken şeyleri açıklar ve düşmanlarına karşı onlara yardım eder. Yüce Allah’ın dostluğu ile hayırlar elde edilir, yardımı ile de kötülükler ortadan kalkar.
#
{46} ثم بيَّن كيفية ضلالهم وعنادهم وإيثارهم الباطل على الحق، فقال: {من الذين هادوا}؛ أي: اليهود، وهم علماء الضلال منهم، {يُحرِّفون الكلمَ عن مواضعه}: إما بتغيير اللفظ أو المعنى أو هما جميعاً؛ فمن تحريفهم تنزيل الصفات التي ذُكِرَت في كتبهم التي لا تنطبق ولا تصدُقُ إلاَّ على محمد - صلى الله عليه وسلم - على أنه غيرُ مراد بها ولا مقصودٍ بها، بل أُريد بها غيره، وكتمانهم ذلك؛ فهذا حالهم في العلم شر حال، قلبوا فيه الحقائق، ونزَّلوا الحقَّ على الباطل، وجحدوا لذلك الحق. وأما حالهم في العمل والانقياد؛ فإنَّهم {يقولون سمعنا وعصينا}؛ أي: سمعنا قولك وعصينا أمرك، وهذا غاية الكفر والعناد والشرود عن الانقياد، وكذلك يخاطبون الرسول - صلى الله عليه وسلم - بأقبح خطاب وأبعده عن الأدب، فيقولون: {اسمع غير مُسْمَع}؛ قصدُهم: اسمع منا غير مُسْمَع ما تحبُّ بل مُسْمَع ما تكره.
{وراعنا}: [و] قصدهم بذلك الرعونةَ بالعيب القبيح، ويظنُّون أن اللفظ لما كان محتملاً لغير ما أرادوا من الأمور؛ أنه يَروج على الله وعلى رسوله، فتوصَّلوا بذلك اللفظ الذي يلوون به ألسنتهم إلى الطعن في الدين والعيب للرسول، ويصرِّحون بذلك فيما بينهم؛ فلهذا قال: {ليًّا بألسنتهم وطعناً في الدين}. ثم أرشدهم إلى ما هو خيرٌ لهم من ذلك، فقال: {ولو أنهم قالوا سمعنا وأطعنا واسمع وانظُرْنا لكان خيراً لهم وأقوم}: وذلك لما تضمَّنه هذا الكلام من حسن الخطاب والأدب اللائق في مخاطبة الرسول والدُّخول تحت طاعة الله والانقياد لأمره وحُسن التلطُّف في طلبهم العلم بسماع سؤالهم والاعتناء بأمرهم؛ فهذا هو الذي ينبغي لهم سلوكه، ولكن لما كانت طبائِعُهم غير زكيَّةٍ؛ أعرضوا عن ذلك وطردهم الله بكفرِهم وعنادِهم، ولهذا قال: {ولكن لعنهم الله بكفرهم فلا يؤمنون إلا قليلاً}.
46. Daha sonra Yüce Allah bunların sapıklık ve inatlarının keyfiyetini,
batılı hakka tercih edişlerini açıklayarak şöyle buyurmaktadır:
“Yahudi olanlardan” aralarından sapmış olan bilginler
“kelimeleri yerlerinden oynatıp tahrif edenler vardır” ya lafzı ya manayı yahut da her ikisini birlikte değiştirmek sureti ile bu işi yapanlar vardır. Kitaplarında söz konusu edilip de ancak Muhammad sallallahu aleyhi ve sellem’e uyan ve onun hakkında söz konusu olabilen sıfatlar hakkında, bunlarla onun kast edilmediğini, onun söz konusu edilmediğini aksine bunlarla başkasının kastedildiğini ifade etmeleri ve bu hususta gerçeği gizlemeleri onların bu tahrifleri arasında yer alır. İlmî bakımdan onların bu durumu çok kötü bir durumdur. Onlar hakikatlari tersyüz ettiler ve hakkı batıla dönüştürdüler. Böylece hakkı da inkâr ettiler.
Amel ve emirlere itaat açısından durumlarına gelince onlar: “İşittik, isyan ettik...” derler. Yani biz senin sözünü işitmekle birlikte emrine isyân ettik. Bu ise küfrün, inadın, itaatten çıkmanın en ileri noktasıdır.
Aynı şekilde onlar Allah Rasûlüne de en çirkin ve edebe en aykırı şekilde hitap ediyorlar ve: “Dinle, dinlemez olası!” diyorlardı. Bundan maksatları ise sevdiğin bir şeyi işitmeyesin, aksine hep hoşlanmayacağın şeyleri işitesin, demektir.
“ve “Râinâ!” derler.” Bundan kasıtları ise oldukça çirkin bir hakaret olan
“ahmak”tır. Onlar -maksatlarından başka anlamlara gelme ihtimali de bulunduğundan dolayı- bu lafzın Allah nezdinde de Peygamberi nezdinde de kabul göreceğini zannediyorlardı. Böylece dillerini eğip bükerek söyledikleri bu söz ile dine dil uzatmaya ve Rasûle hakarete kalkıştılar. Nitekim bu niyetlerini kendi aralarında açık açık ifade ediyorlardı. İşte bu bakımdan Yüce Allah: “dillerini eğip bükerek ve dine saldırarak” diye buyurmaktadır
Daha sonra Yüce Allah onlara kendileri için bundan daha hayırlı olan bir yol göstererek şöyle buyurmaktadır:
“Eğer onlar: “İşittik ve itaat ettik, dinle ve bizi gözet!” deselerdi elbette kendileri için daha iyi ve daha doğru olurdu.” Çünkü böyle bir ifadede hem güzel bir hitap, hem Allah Rasûlüne hitap esnasında uygun olan edeb söz konusudur. Hem de Allah’a itaat emrine bağlılık çerçevesine girmek söz konusudur. Ayrıca sorularının dinlenilmesi, işlerine itina gösterilmesini sağlamak sureti ile de ilim öğrenme hususunda güzel bir yol izleme de söz konusudur. İşte onların izlemeleri gereken yol bu idi. Ancak tabiat itibari ile temiz olmadıklarından, bunlardan yüz çevirdiler. Küfür ve inatları sebebi ile de Allah onları rahmetinden kovmuştur.
Bu nedenle O: “Fakat Allah küfürleri yüzünden onları lanetlemiştir. Onların ancak pek azı iman eder” buyurmaktadır.
{يَاأَيُّهَا الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ آمِنُوا بِمَا نَزَّلْنَا مُصَدِّقًا لِمَا مَعَكُمْ مِنْ قَبْلِ أَنْ نَطْمِسَ وُجُوهًا فَنَرُدَّهَا عَلَى أَدْبَارِهَا أَوْ نَلْعَنَهُمْ كَمَا لَعَنَّا أَصْحَابَ السَّبْتِ وَكَانَ أَمْرُ اللَّهِ مَفْعُولًا (47)}.
47- Ey kendilerine kitap verilenler! Biz birtakım yüzleri silerek tanınmaz hale getirip de arkalarına çevirmezden yahut cumartesi sahiplerini lanetlediğimiz gibi lanetlemezden önce
(gelin) beraberinizdekini doğrulayıcı olarak indirdiğimiz
(Kitab’a) iman edin. Allah’ın emri mutlaka yerine gelir.
#
{47} يأمُرُ تعالى أهل الكتاب من اليهود والنصارى أن يؤمنوا بالرسول محمد - صلى الله عليه وسلم - وما أنزل الله عليه من القرآن العظيم المهيمن على غيره من الكتب السابقة الذي صدقها؛ فإنها أخبرت به، فلما وقع المُخْبَرُ به؛ كان تصديقاً لذلك الخبر. وأيضاً؛ فإنهم إن لم يؤمنوا بهذا القرآن؛ فإنهم لم يؤمنوا بما في أيديهم من الكتب؛ لأنَّ كتب الله يصدِّق بعضها بعضاً، ويوافق بعضها بعضاً؛ فدعوى الإيمان ببعضها دون بعضٍ دعوى باطلة، لا يمكن صدقها.
وفي قوله: {آمنوا بما نزَّلنا مصدقاً لما معكم}: حثٌّ لهم، وأنهم ينبغي أن يكونوا قبل غيرهم مبادِرين إليه بسبب ما أنعم الله عليهم به من العلم والكتاب الذي يوجِبُ أن يكون ما عليهم أعظم من غيرهم، ولهذا توعَّدهم على عدم الإيمان، فقال: {من قبل أن نطمِسَ وجوهاً فنردَّها على أدبارِها}: وهذا جزاءٌ من جنس ما عملوا؛ كما تركوا الحقَّ وآثروا الباطل وقلبوا الحقائق فجعلوا الباطل حقًّا والحقَّ باطلاً، جُوزوا من جنس ذلك بطَمْس وجوههم كما طَمَسوا الحقَّ، وردِّها على أدبارها بأن تُجْعَلَ في أقفائهم، وهذا أشنع ما يكون. {أو نَلْعَنَهم كما لَعَنَّا أصحاب السبت}: بأن يَطْرُدَهم من رحمته ويعاقِبَهم بجعلهم قردةً؛ كما فعل بإخوانهم الذين اعتدَوا في السبت فقلنا لهم كونوا قردة خاسئين. {وكان أمر الله مفعولاً}. كقوله: {إنما أمره إذا أراد شيئاً أن يقول له كن فيكون}.
47. Yüce Allah yahudi ve hristiyanlardan ibaret olan kitap ehline hem Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e hem de ona indirmiş olduğu ve tasdik ettiği diğer ilahi kitaplar üzerinde hüküm verici olan Kur’ân-ı Kerîm’e iman etmelerini emretmektedir. Zira ondan önce indirilmiş olan kitaplar onun geleceğini haber vermiştir. Bu kitapların verdikleri haberlerin gerçekleşmesi, onlarda var olan haberlerin tasdik edilmesi demektir. Aynı şekilde bu Kur’ân-ı Kerîm’e iman etmeyecek olurlarsa, ellerinde bulunan kitaplara da iman etmiyorlar demektir. Çünkü Allah’ın kitapları birbirlerini doğrular, biri diğerine uygundur. Onların bazılarına inanmak, bazılarına inanmamak iddiası batıl bir iddiadır, doğru olmasına imkân yoktur.
Yüce Allah’ın: “Beraberinizdekini doğrulayıcı olarak indirdiğimiz (Kitab’a) iman edin” buyruğunda onlara bir teşvik vardır. Onların başkalarından önce bu kitaba iman etmeye koşmaları gerektiği belirtilmektedir. Çünkü Allah onlara ilim ve yükümlülüklerinin başkalarından daha ağır olmasını gerektiren bir kitap vermiştir.
Bundan dolayı iman etmemelerine karşılık onları şöylece tehdit etmektedir: “Biz birtakım yüzleri silerek tanınmaz hale getirip de arkalarına çevirmezden...” Bu onların davranışlarına uygun bir cezadır. Zira onlar, hakkı terk edip batılı tercih ettikleri, gerçekleri tersyüz ederek batılı hak, hakkı da batıl gösterdikleri için bu tutumlarının türünden bir ceza ile cezalandırıldılar. Bu da hakkı örtüp gizledikleri gibi yüzlerinin dümdüz edilmesi ve arkalarına çevrilmesi şeklinde olur. Böylece yüzleri, ense tarafında arkaya doğru bakacak hale getirilir ki bu olabilecek en çirkin haldir.
“...yahut cumartesi sahiplerini lanetlediğimiz gibi” onları rahmetinden kovmak suretiyle cumartesi günü haddi aşan kardeşlerini cezalandırdığı gibi
“lanetlemezden önce” yani kendilerini de maymunlara dönüştürmek sureti ile cezalandırmadan önce demektir:
“Biz de onlara: Aşağılık maymunlar olun demiştik.” (el-Bakara, 2/65, el-Araf, 7/163)
“Allah’ın emri mutlaka yerine gelir” buyruğu da Yüce Allah’ın:
“O bir şeyi diledi mi ona emri sadece: Ol, demesidir, o da oluverir.” (Yasin, 36/82) buyruğu gibidir.
{إِنَّ اللَّهَ لَا يَغْفِرُ أَنْ يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذَلِكَ لِمَنْ يَشَاءُ وَمَنْ يُشْرِكْ بِاللَّهِ فَقَدِ افْتَرَى إِثْمًا عَظِيمًا (48)}.
48- Doğrusu Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Ondan başkasını ise dilediği kimseler için bağışlar. Allah’a şirk koşan kimse şüphesiz büyük bir günahla iftira etmiş olur.
#
{48} يخبر تعالى أنه لا يَغْفِرُ لمن أشرك به أحداً من المخلوقين ويغفر ما دون ذلك من الذُّنوب صغائرها وكبائرها، وذلك عند مشيئته مغفرةَ ذلك إذا اقتضتْ حكمتُهُ مغفرتَه؛ فالذُّنوب التي دون الشرك قد جعل الله لمغفرتِها أسباباً كثيرةً؛ كالحسنات الماحية والمصائب المكفِّرة في الدُّنيا والبرزخ ويوم القيامة، وكدعاء المؤمنين بعضهم لبعض، وبشفاعة الشافعين، ومن [فوق] ذلك كلِّه رحمته التي أحق بها أهل الإيمان والتوحيد، وهذا بخلاف الشرك؛ فإنَّ المشرك قد سدَّ على نفسه أبواب المغفرة، وأغلق دونه أبواب الرحمة؛ فلا تنفعه الطاعاتُ من دون التوحيد، ولا تفيده المصائب شيئاً، {وما لهم يوم القيامةِ من شافعينَ ولا صديقٍ حميم}، ولهذا قال تعالى: {ومَن يُشْرِكْ بالله فقد افترى إثماً عظيماً}؛ أي: افترى جرماً كبيراً، وأيُّ ظلم أعظم ممَّن سوَّى المخلوقَ من ترابٍ، الناقصَ من جميع الوجوه، الفقيرَ بذاته من كلِّ وجه، الذي لا يملِكُ لنفسه فضلاً عمَّن عَبَدَهُ نفعاً ولا ضرًّا ولا موتاً ولا حياة ولا نشوراً؛ بالخالق لكل شيء، الكامل من جميع الوجوه، الغني بذاتِهِ عن جميع مخلوقاتِهِ، الذي بيدِهِ النفع والضُّرُّ والعطاء والمنع، الذي ما من نعمةٍ بالمخلوقين إلا فمنه تعالى؛ فهل أعظمُ من هذا الظلم شيء؟! ولهذا حتَّم على صاحبه بالخلود بالعذاب وحرمان الثواب: {إنَّه مَن يُشْرِكْ بالله فقد حرَّم اللهُ عليه الجنةَ ومأواه النار}.
وهذه الآية الكريمة في حقِّ غير التائب، وأما التائب؛ فإنه يُغْفَرُ له الشرك فما دونه؛ كما قال تعالى: {قل يا عبادي الذين أسرفوا على أنفسهم لا تَقْنَطوا من رحمة الله إنَّ اللهَ يَغْفِرُ الذنوبَ جميعاً}؛ أي: لمن تاب إليه وأناب.
48. Yüce Allah yaratıklardan herhangi birisini kendisine şirk koşan kimseleri bağışlamayacağını, bunun dışında kalan küçük ya da büyük diğer günahları ise bağışlayabileceğini haber vermektedir. Bu ise böyle bir günahı bağışlamayı dilemesi ve hikmetinin onu bağışlamayı gerektirmesi halinde söz konusu olur.
Şirkin dışındaki günahların bağışlanması için Yüce Allah pek çok sebepler tayin etmiştir: Günahları silen iyilikler, dünyada, berzahta ve Kıyamet gününde keffarete sebep olabilecek musibetler, mü’minlerin birbirlerine dua etmeleri, şefaatçilerin şefaatte bulunmaları vb. gibi. Bütün bunlardan üstünde iman ve tevhid sahiplerine ihsan edeceği rahmeti de vardır.
Ancak şirk böyle değildir. Çünkü müşrik, mağfiret kapılarını kendi yüzüne kendisi kapatmış, rahmet kapılarını kendisine karşı kendisi kilitlemiştir. O bakımdan tevhidsiz olarak itaatlerin ona bir fayda sağlaması söz konusu olmadığı gibi, musibetlerin de ona
(kefaret olma yönünde) hiçbir faydası olmayacaktır. Kıyamet gününde şefaatçilerin şefaati onlara bir fayda sağlamayacağı gibi onların candan bir dostları da olmayacaktır.
Bundan dolayıdır ki Yüce Allah: “Allah’a şirk koşan kimse şüphesiz büyük bir günahla iftira etmiş olur” buyurmaktadır. Yani onun bu iftirası çok büyük bir suçtur. Topraktan yaratılmış, bütün yönleri ile eksik, her bakımdan bizatihi muhtaç, kendisine tapınanlara şöyle dursun bizzat kendisine dahi bir fayda sağlayamayan, bir zararı önleyemeyen, ölüm ve hayatına kendisi malik olamayan, kendisini öldükten sonra diriltmeye gücü yetmeyen bir yaratılmışı, her şeyi yaratan, bütün yönleri ile kemale sahip, bütün yaratıklarına zatı ile muhtaç olmayan, fayda ve zararı elinde bulunduran, vermek ve engellemek kudretine sahip olan,
mahlukların sahip oldukları bütün nimetleri ihsan etmiş bulunan Yaratıcıya eş kabul etmekten daha büyük bir zulüm olabilir mi? Hiç bundan daha büyük bir zulüm düşünülebilir mi? Bundan dolayı Yüce Allah bu şekilde şirk koşan kimselerin kesin olarak ebediyen azapta kalacağını ve ilâhi mükâfattan mâhrum olacaklarını hükme bağlamıştır: “Kim Allah’a ortak koşarsa hiç şüphesiz Allah ona cenneti haram kılmıştır. Onun varacağı yer ise ateştir.” (el-Maide, 5/72)
Bu âyet-i kerime tevbe etmeyip o halde ölen kimse hakkındadır. Tevbe eden kimseye ise Yüce Allah daha önceki şirkini de onun dışındaki günahlarını da bağışlayabilir.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “De ki: Ey nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin; çünkü Allah bütün günahları mağfiret eder.” (ez-Zümer, 39/53) Yani Yüce Allah kendisine tevbe eden ve yönelerek gelenlerin günahlarını bağışlar.
{أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ يُزَكُّونَ أَنْفُسَهُمْ بَلِ اللَّهُ يُزَكِّي مَنْ يَشَاءُ وَلَا يُظْلَمُونَ فَتِيلًا (49) انْظُرْ كَيْفَ يَفْتَرُونَ عَلَى اللَّهِ الْكَذِبَ وَكَفَى بِهِ إِثْمًا مُبِينًا (50)}.
49- Kendilerini temize çıkaranları gördün mü? Hayır! Dilediğini temize çıkaran Allah’tır. Onlara kıl kadar zulmedilmez.
50- Bir bak! Allah’a karşı nasıl olmadık yalanlar uyduruyorlar? Apaçık bir günah olarak bu yeter.
#
{49} هذا تعجُّب من الله لعباده وتوبيخٌ للذين يُزكُّون أنفسهم من اليهود والنصارى ومَن نحا نحوَهم من كلِّ من زَكَّى نفسَه بأمر ليس فيه، وذلك أن اليهود والنصارى يقولون: {نحنُ أبناءُ الله وأحبَّاؤُهُ}، ويقولون: {لن يدخُلَ الجنَّة إلاَّ مَن كانَ هُوداً أو نصارى}: وهذا مجردُ دعوى لا برهانَ عليها، وإنَّما البرهانُ ما أخبر به في القرآن في قوله: {بلى مَن أسلمَ وجهَهُ للهِ وهو محسنٌ فلهُ أجرُهُ عندَ ربِّه ولا خوفٌ عليهم ولا هُم يحزنون}، فهؤلاء هم الذين زكَّاهم الله، ولهذا قال هنا: {بلِ اللهُ يُزكِّي مَن يشاء}؛ أي: بالإيمان والعمل الصالح، بالتخلِّي عن الأخلاق الرَّذيلة والتحلِّي بالصفات الجميلة، وأما هؤلاء؛ فهم وإن زَكَّوا أنفسهم بزعمهم أنهم على شيء وأنَّ الثواب لهم وحدهم؛ فإنهم كذبة في ذلك، ليس لهم من خصال الزاكين نصيبٌ بسبب ظلمهم وكفرهم لا بظُلم من الله لهم، ولهذا قال: {ولا يُظْلَمونَ فَتيلاً}، وهذا لتحقيق العموم؛ أي: لا يظلمون شيئاً، ولا مقدار الفتيل الذي في شِقِّ النَّواة أو الذي يُفْتَلُ من وسخ اليدِ وغيرها.
49. Bu buyrukla Yüce Allah kullarının yaptıklarının hayret edilecek bir iş olduğunu belirtmekte, kendilerini temize çıkaran yahudi, hıristiyan ve onların yolundan giderek sahip olmadığı özelliklerle kendisini öven herkesi azarlamaktadır.
Çünkü yahudilerle hıristiyanlar: “Biz Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz” (el-Maide, 5/18) ve
“Cennete yahudi ve hıristiyan olandan başkası giremeyecektir” (el-Bakara, 2/111) demişlerdir. Ancak bu, hiçbir delili bulunmayan salt bir iddiadan ibarettir. Delil ise Yüce Allah’ın Kur’ân-
ı Kerîm’de haber verdiği şu husustur: “Hayır! Kim ihsan sahibi olarak kendini Allah’a teslim ederse işte ona Rabbi katından ecri verilecektir, onlar için korku yoktur ve onlar üzülmezler de.” (el-Bakara, 2/112) İşte Allah’ın temize çıkardığı kimseler bunlardır.
Bundan dolayı Yüce Allah burada: “Hayır, dilediğini temize çıkaran Allah’tır” buyurmaktadır. Yani iman, salih amel, kötü huylardan uzak kalmak, güzel sıfatlarla bezenmek özelliklerine sahip olanları Allah dilerse temize çıkarır. Bunlara gelince; her ne kadar kendi iddialarına göre kendilerini temize çıkarıp hak namına bir şeylere sahip olduklarını sansalar ve mükâfatın yalnızca kendilerine ait olduğunu ileri sürseler bile onlar bu iddialarında yalancıdırlar. Temiz kimselerin hasletlerinden en ufak bir şeye sahip değildirler. Buna sebep de zulüm ve küfürleridir. Yoksa Allah bu konuda onlara zulmediyor değildir. Bu nedenledir ki
“onlara kıl kadar zulmedilmez” buyurmaktadır. Bu ifade ise genel olarak bütün zulmü kapsamaktadır. Yani onlar ne hurma çekirdeğinin yarığında bulunan ip/lif miktarı kadar ne de ellerin birbirlerine sürtündüğü vakit meydana gelen kıl gibi incecik kir parçaları kadar olsun asla zulme uğramayacaklardır.
#
{50} قال تعالى: {انظر كيف يفترونَ على الله الكذب}؛ أي: بتزكيتهم أنفسهم؛ لأنَّ هذا من أعظم الافتراء على الله؛ لأنَّ مضمون تزكيتِهِم لأنفسهم الإخبارُ بأنَّ الله جَعَلَ ما هم عليه حَقًّا وما عليه المؤمنون المسلمون باطلاً، وهذا أعظم الكذب وقلبِ الحقائق بجعل الحقِّ باطلاً والباطل حقًّا، ولهذا قال: {وكفى به إثماً مبيناً}؛ أي: ظاهراً بَيِّناً موجباً للعقوبة البليغة والعذاب الأليم.
50. Yani kendilerini temize çıkartmak sureti ile Allah'a iftira ediyorlar. Çünkü bu davranış Allah’a karşı yapılan iftiraların en büyüklerindendir. Zira onların kendilerini temize çıkartmalarının muhtevasında Yüce Allah’ın üzerinde bulundukları yolu hak kabul ettiğine, mü’min ve müslümanların izledikleri yolun da batıl olduğuna dair Allah adına haber vermeleri söz konusudur. Bu ise en büyük yalandır, hakkı batıl, batılı da hak gösterip gerçekleri tersyüz etmektir.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Apaçık bir günah olarak bu yeter” Yani en ileri derecedeki cezayı ve can yakıcı azabı gerektirici açık ve aşikar bir günah olarak bu yeterlidir.
{أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ أُوتُوا نَصِيبًا مِنَ الْكِتَابِ يُؤْمِنُونَ بِالْجِبْتِ وَالطَّاغُوتِ وَيَقُولُونَ لِلَّذِينَ كَفَرُوا هَؤُلَاءِ أَهْدَى مِنَ الَّذِينَ آمَنُوا سَبِيلًا (51) أُولَئِكَ الَّذِينَ لَعَنَهُمُ اللَّهُ وَمَنْ يَلْعَنِ اللَّهُ فَلَنْ تَجِدَ لَهُ نَصِيرًا (52) أَمْ لَهُمْ نَصِيبٌ مِنَ الْمُلْكِ فَإِذًا لَا يُؤْتُونَ النَّاسَ نَقِيرًا (53) أَمْ يَحْسُدُونَ النَّاسَ عَلَى مَا آتَاهُمُ اللَّهُ مِنْ فَضْلِهِ فَقَدْ آتَيْنَا آلَ إِبْرَاهِيمَ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَآتَيْنَاهُمْ مُلْكًا عَظِيمًا (54) فَمِنْهُمْ مَنْ آمَنَ بِهِ وَمِنْهُمْ مَنْ صَدَّ عَنْهُ وَكَفَى بِجَهَنَّمَ سَعِيرًا (55) إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا بِآيَاتِنَا سَوْفَ نُصْلِيهِمْ نَارًا كُلَّمَا نَضِجَتْ جُلُودُهُمْ بَدَّلْنَاهُمْ جُلُودًا غَيْرَهَا لِيَذُوقُوا الْعَذَابَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَزِيزًا حَكِيمًا (56) وَالَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَنُدْخِلُهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا لَهُمْ فِيهَا أَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَنُدْخِلُهُمْ ظِلًّا ظَلِيلًا (57)}.
51- Kitaptan kendilerine bir pay verilenleri gördün mü? Cibte ve Tağuta inanıyorlar.
Kafirler için de: Bunlar, mü’minlerden daha doğru bir yoldadır, diyorlar!
52- İşte onlar Allah’ın lanet ettiği kimselerdir. Allah’ın lanet ettiği kimseye sen hiçbir yardımcı bulamazsın.
53- Yoksa onların mülkten bir payı mı var? Böyle olsaydı insanlara hurma çekirdeğinin arkasındaki çukurcuk kadar dahi
(bir şey) vermezlerdi.
54- Yoksa onlar insanları Allah kendilerine lütfundan verdi diye kıskanıyorlar mı? Doğrusu biz İbrahim soyuna da Kitabı ve hikmeti verdik. Onlara çok büyük bir mülk de bağışladık.
55- Onlardan bir kısmı ona iman etti, bir kısmı da ondan yüz çevirdi. Çılgın alevli ateş olarak cehennem
(onlara) yeter.
56- Âyetlerimizi inkâr edenleri ateşe sokacağız. Derileri piştikçe onları azabı tatmaları için başka derilerle değiştireceğiz. Şüphe yok ki Allah Azizdir, Hakîmdir.
57- İman edip salih ameller işeleyenleri ise altlarından ırmaklar akan cennetlere içinde ebediyen kalmak üzere koyacağız. Orada onlar için tertemiz kılınmış zevceler vardır. Onları koyu bir gölgeliğe alacağız.
#
{51} وهذا من قبائح اليهود وحسدِهم للنبيِّ - صلى الله عليه وسلم - والمؤمنين؛ أنَّ أخلاقَهم الرذيلة وطبعَهم الخبيث حَمَلَهم على ترك الإيمان باللهِ ورسوله والتعوُّض عنه بالإيمان بالجبت والطاغوت، وهو الإيمان بكلِّ عبادةٍ لغير الله أو حكم بغير شرع الله، فدخل في ذلك السِّحر والكهانة وعبادة غير الله وطاعة الشيطان، كلُّ هذا من الجبت والطاغوت، وكذلك حَمَلَهُمُ الكفر والحسد على أن فضَّلوا طريقة الكافرين بالله عبدةِ الأصنام على طريق المؤمنين، فقال: {ويقولون للذين كفروا}؛ أي: لأجلهم تملُّقاً لهم ومداهنةً وبغضاً للإيمان: {هؤلاء أهدى من الذين آمنوا سبيلاً}؛ أي: طريقاً؛ فما أسْمَجَهم وأشدَّ عنادهم وأقلَّ عقولهم! كيف سلكوا هذا المسلك الوخيم والواديَ الذَّميم؟! هل ظنُّوا أنَّ هذا يروج على أحدٍ من العقلاء أو يدخل عقلَ أحدٍ من الجهلاء؟! فهل يَفْضُلُ دينٌ قام على عبادة الأصنام والأوثان، واستقام على تحريم الطيِّبات وإباحة الخبائث وإحلال كثيرٍ من المحرَّمات، وإقامة الظلم بين الخَلْق وتسوية الخالق بالمخلوقين، والكفر بالله ورسله وكتبه على دينٍ قام على عبادة الرحمن، والإخلاص لله في السرِّ والإعلان والكفر بما يُعْبَدُ من دونه من الأوثان والأنداد والكاذبين، وعلى صلة الأرحام والإحسان إلى جميع الخَلْق حتى البهائم، وإقامة العدل والقسط بين الناس وتحريم كلِّ خبيث وظلم ومصدق في جميع الأقوال والأعمال؟! فهل هذا إلاَّ من الهذيان؟! وصاحب هذا القول إما من أجهل الناس وأضعفهم عقلاً، وإما من أعظمهم عناداً وتمرداً ومراغمة للحق، وهذا هو الواقع.
51. Bu da yahudilerin çirkin işlerinden, peygamberi ve mü’minleri kıskanmalarından ortaya çıkan tutumlarından biridir. Onların aşağılık ahlâkları ve kötü tabiatları onları Allah’a ve Rasûlüne imanı terk etmeye, bunun yerine Cibt ve Tağuta iman etmeye itmiştir. Cibt ve Tağuta iman ise Allah’tan başkasına yapılan her türlü ibâdete yahut da Allah’ın şeriatı dışındaki her türlü hükme iman etmek demektir. O halde bunun kapsamına büyücülük, kâhinlik, Allah’tan başkasına ibâdet ve şeytana ibâdet girmektedir. Bütün bunlar Cibt ve Tağutun kapsamı içerisindedir.
Aynı şekilde küfür ve kıskançlık onları Allah’ı inkâr eden ve putlara tapan kimselerin tuttukları yolun mü’minlerin yolundan daha üstün kabul etme noktasına kadar getirmiştir.
Bu hususta Yüce Allah: “Kafirler için de” onlara şirin görünmek, yağ yapmak ve imana buğz etmek kastı ile
“Bunlar mü’minlerden daha doğru bir yoldadır, diyorlar.” Bunların tutumları ne kadar çirkin, inatları ne kadar aşırı, akılları ne kadar da kıttır! Nasıl olur da bu kadar vahim bir yolu izlemeye ve bu kadar kötü ve yerilmiş bir vadiye dalmayı göze alabiliyorlar? Onlar bu tutumlarının aklı başında herhangi bir kimse tarafından beğenileceğini yahut da cahillerden herhangi birisinin aklının bu işe yatacağını mı sanıyorlar?
Hiç, put ve heykellere ibâdet temeli üzerinde yükselen, hoş ve temiz şeyleri haram kılmak, murdar şeyleri mubah kılmak, haram kılınan şeylerin pek çoğunu helâl kılmak, insanlar arasında zulmü yerleştirip yaratılmışları Yaratıcıya eşit kılmak, Allah’ı, peygamberlerini ve kitaplarını inkâr etmek temeline dayalı batıl bir din, Rahmân olan Allah’a ibâdet, gizli ve açık bütün hallerde Allah’a karşı ihlâsla hareket etmek, Allah’ın dışında mabud edinilen bütün put, ortak ve yalancıları inkâr etmek, akrabalık bağlarını gözetmek, bütün yaratıklara hatta hayvanlara bile iyilik yapmak, insanlar arasında adaleti ve dengeyi yerleştirmek, her türlü kötülük ve zulmü haram kılıp, bütün söz ve davranışlarda doğruya uymak temeline dayanan bir dinden üstün olabilir mi? Böyle bir iddiada bulunmak hezeyandan başka ne olabilir? Böyle bir sözü söyleyen kimse ya insanların en câhili ve en kıt akıllısıdır ya da en ileri derecede inat eden, batılda bile bile ayak direten ve hakka karşı duran bir kimsedir. Evet, gerçek de budur.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{52} ولهذا قال تعالى عنهم: {أولئك الذين لَعَنَهم الله}؛ أي: طَرَدَهُم عن رحمته وأحلَّ عليهم نقمته. {ومَن يلعنِ الله فلن تجدَ له نَصيراً}؛ أي: يتولاَّه ويقوم بمصالحه ويحفظُه عن المكارِهِ، وهذا غايةُ الخِذلان.
52.
“İşte onlar Allah’ın lanet ettiği” rahmetinden kovup uzaklaştırdığı, intikam ve azabını üzerlerine indirdiği
“kimselerdir. Allah’ın lanet ettiği kimseye sen hiçbir yardımcı bulamazsın.” Onu dost edinecek, onun maslahatlarını görecek, hoşuna gitmeyecek şeylere karşı onu koruyacak hiçbir kimse bulamazsın. İşte bu, yardımsız kalmanın ve terk edilmenin en ileri derecesidir.
#
{53} {أم لهم نصيبٌ من الملك}؛ أي: فيفضِّلون من شاؤوا على من شاؤوا بمجرَّد أهوائهم، فيكونون شركاء لله في تدبير المملكة؛ فلو كانوا كذلك؛ لشحُّوا وبخلوا أشدَّ البخل. ولهذا قال: {فإذاً}؛ أي: لو كان لهم نصيبٌ من الملك {لا يؤتون الناس نقيراً}؛ أي: شيئاً ولا قليلاً. وهذا وصفٌ لهم بشدَّة البخل على تقدير وجود ملكهم المشارك لملك الله، وأُخْرِجَ هذا مخرج الاستفهام المتقرِّر إنكاره عند كلِّ أحدٍ.
53.
“Yoksa onların mülkten bir payı mı var?” da bu sayede diledikleri kimseleri dilediklerine sırf kendi arzuları dolayısı ile üstün kılabiliyorlar ve böylelikle Allah’ın egemen olduğu kainatın idaresinde Allah’a ortaklık yapmaya kalkıyorlar? Onlar gerçekten böyle olsalardı alabildiğine cimrilik yaparlar, son derece eli sıkı davranırlardı.
Bundan dolayı Yüce Allah:
“Böyle olsaydı” yani onların mülkten, idareden herhangi bir payları bulunsaydı
“insanlara hurma çekirdeğinin arkasındaki çukurcuk” yani çok azıcık miktar
“kadar dahi (bir şey) vermezlerdi.” Bu, onların Allah’ın mülküne ortak olduklarının var sayılması halinde son derece cimri olacaklarını ifade eden bir buyruktur. Buradaki soru da herkes tarafından olumsuz olarak cevaplandırılacağı bilinen inkâr amaçlı soru türündendir.
#
{54} {أم يحسُدون الناس على ما آتاهُمُ الله من فضلِهِ}؛ أي: هل الحاملُ لهم على قولهم كونُهم شركاءَ لله فيفضِّلون مَن شاؤوا؟ أم الحامل لهم على ذلك الحسد للرسول وللمؤمنين على ما آتاهم الله من فضله؟ وذلك ليس ببدع ولا غريب على فضل الله؛ {فقد آتينا آلَ إبراهيم الكتابَ والحكمة وآتيناهم ملكاً عظيماً}، وذلك ما أنعم الله به على إبراهيم وذرِّيَّته من النبوَّة والكتاب والملك الذي أعطاه مَن أعطاه من أنبيائه؛ كداود وسليمان؛ فإنعامه لم يزل مُسْتمِرًّا على عبادِهِ المؤمنين؛ فكيف ينكِرون إنعامَهُ بالنبوَّة والنصر والملك لمحمدٍ - صلى الله عليه وسلم - أفضل الخلق وأجلِّهم وأعظمهم معرفةً بالله وأخشاهم له؟!
54.
“Yoksa onlar insanları Allah kendilerine lütfundan verdi diye kıskanıyorlar mı?” Yani onları bu sözlerini söylemeye iten mülkünde Allah’a ortak olmaları mıdır? Bundan dolayı mı onlar istedikleri kimseleri üstün kabul ediyorlar? Yoksa onları bu sözleri söylemeye iten Allah’ın kendi lütfundan Rasûlüne ve mü’minlere vermesinden ötürü duydukları kıskançlıkları mıdır? Halbuki bu, Allah’ın şimdiye kadar görülmedik ve alışılmadık bir lütfu değildir. Zira
“Doğrusu biz İbrahim soyuna da Kitabı ve hikmeti verdik. Onlara çok büyük bir mülk de bağışladık.” Bu, Yüce Allah’ın İbrahim’e ve onun soyundan gelenlere nimet olarak ihsan ettiği peygamberlik, Kitap, Dâvûd ve Süleyman gibi peygamberlerine ihsan etmiş olduğu büyük mülktür. Allah’ın nimetlerini lutfetmesi mü’min kullarına hâlâ devam etmektedir. Peki onlar Allah'ın, insanların en faziletlisi, en değerlisi, Allah’ı en ileri derecede tanıyan, Allah’tan en çok korkan Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e peygamberlik, ilâhi yardım ve mülk nimetini vermesine ne diye karşı çıkıyor, tepki gösteriyorlar?
#
{55} {فمنهم من آمن به}؛ أي: بمحمدٍ - صلى الله عليه وسلم - فنال بذلك السعادة الدنيويَّة والفلاح الأخرويَّ، {ومنهم من صدَّ عنه}؛ عناداً وبغياً وحسدًا، فحصل لهم من شقاء الدُّنيا ومصائبها ما هو بعض آثار معاصيهم، {وكفى بجهنَّم سعيراً}: تُسَعَّرُ على مَن كَفَرَ بالله، وجَحَدَ نبوَّة أنبيائِهِ من اليهود والنصارى وغيرِهم من أصناف الكَفَرة.
55.
“Onlardan bir kısmı ona” Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e
“iman etti” Böylelikle dünyevi mutluluğu ve uhrevi kurtuluşu elde etti, “bir kısmı da ondan” inatla, kıskançlıkla ve hak yoldan alıkoymak maksadı ile
“yüz çevirdi.” Böylelikle onlar dünyanın pek çok sıkıntıları ve musibetleri ile karşı karşıya kaldılar ki bu da onların isyanlarının sonuçlarının sadece bir parçasıdır.
“Çılgın alevli ateş olarak” Allah’ı inkâr eden, peygamberlerinin peygamberliğini bile bile reddeden yahudi, hıristiyan ve onların dışında kalan çeşitli kâfirler üzerinde tutuşturulacak olan
“cehennem” ateşi, onlara “yeter!” İşte bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{56} ولهذا قال: {إنَّ الذين كفروا بآياتِنا سوفَ نُصليهم ناراً}؛ أي: عظيمة الوَقود شديدة الحرارة، {كلَّما نَضِجَتْ جلودُهم}؛ أي: احترقت، {بدَّلْناهم جلوداً غيرَها لِيَذوقوا العذابَ}؛ أي: ليبلغ العذابُ منهُم كلَّ مبلغ، وكما تكرَّرَ منهم الكفرُ والعنادُ؛ وصار وصفاً لهم وسجيَّةً؛ كرَّر عليهم العذاب جزاء وفاقاً، ولهذا قال: {إنَّ الله كان عزيزاً حكيماً}؛ أي: له العزَّة العظيمة والحكمة في خلقه وأمره وثوابِهِ وعقابِهِ.
56.
“Âyetlerimizi inkâr edenleri” alevleri çok büyük, harareti oldukça fazla bir
“ateşe sokacağız. Derileri piştikçe” tamamen yandıkça
“azabı tatmaları için” azaplarının ulaşabileceği en ileri dereceye ulaşması için
“başka derilerle değiştireceğiz.” Onların küfür ve inatları tekrarlanıp durduğundan ve küfür onların ayrılmaz bir sıfatı ve karakteri haline geldiğinden dolayı buna uygun bir ceza olmak üzere de azapları böylece tekrarlanıp duracaktır.
İşte bundan dolayı devamla şöyle buyrulmuştur: “Şüphe yok ki Allah Azizdir, Hakîmdir” büyük izzet sahibidir ve yaratmasında, emrinde mükâfat ve cezasında hikmeti sonsuzdur.
#
{57} {والذين آمنوا}؛ أي: بالله وما أوجب الإيمان به، {وعملوا الصالحات}: من الواجبات والمستحبات، {سندخلهم جناتٍ تجري من تحتها الأنهارُ لهم فيها أزواج مطهرة}؛ أي: من الأخلاق الرذيلة والخُلُق الذَّميم وممّا يكون من نساء الدُّنيا من كل دَنَسٍ وعيبٍ، {وندخِلُهم ظِلاًّ ظليلاً}.
57. Allah’a, Allah’ın iman edilmesini farz kıldığı şeylere
“iman edip” farz ve müstehab türünden “salih ameller işleyenleri ise altlarından ırmaklar akan cennetlere içinde ebediyen kalmak üzere koyacağız. Orada onlar için tertemiz kılınmış zevceler vardır.” Bu zevceler, kötü ve bayağı huylardan ve dünya kadınlarında görülen her türlü kusur ve kirlilikten uzak ve arınmışlardır.
“Onları koyu” gölgesi sürekli olan
“bir gölgeliğe alacağız.”
{إِنَّ اللَّهَ يَأْمُرُكُمْ أَنْ تُؤَدُّوا الْأَمَانَاتِ إِلَى أَهْلِهَا وَإِذَا حَكَمْتُمْ بَيْنَ النَّاسِ أَنْ تَحْكُمُوا بِالْعَدْلِ إِنَّ اللَّهَ نِعِمَّا يَعِظُكُمْ بِهِ إِنَّ اللَّهَ كَانَ سَمِيعًا بَصِيرًا (58) يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَطِيعُوا اللَّهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ وَأُولِي الْأَمْرِ مِنْكُمْ فَإِنْ تَنَازَعْتُمْ فِي شَيْءٍ فَرُدُّوهُ إِلَى اللَّهِ وَالرَّسُولِ إِنْ كُنْتُمْ تُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ ذَلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلًا (59)}.
58- Şüphesiz ki Allah size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Gerçekten Allah bununla size ne güzel öğüt veriyor! Şüphe yok ki Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.
59- Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, peygambere itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de. Eğer Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsanız herhangi bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah’a ve Rasûlüne götürün. Bu, hem daha hayırlı, hem de sonuç itibari ile daha güzeldir.
#
{58} الأمانات كلُّ ما اؤتُمِنَ عليه الإنسان وأُمِرَ بالقيام به، فأمر اللهُ عباده بأدائِها؛ أي: كاملة موفَّرة لا منقوصة ولا مبخوسةً ولا ممطولاً بها، ويدخُلُ في ذلك أماناتُ الولايات والأموال والأسرار والمأمورات التي لا يطَّلع عليها إلا الله. وقد ذكر الفقهاء على أنَّ مَن اؤتُمِنَ أمانة؛ وَجَبَ عليه حفظُها في حِرْز مثلها؛ قالوا: لأنه لا يمكنُ أداؤها إلاَّ بحفظها، فوجب ذلك. وفي قوله: {إلى أهلها}: دلالة على أنها لا تُدْفَعُ وتؤدَّى لغير المؤتَمِن، ووكيلُهُ بمنزلتِهِ؛ فلو دفعها لغير ربِّها؛ لم يكن مؤدِّياً لها.
{وإذا حكمتُم بين الناس أن تحكُموا بالعدل}: وهذا يشمل الحكم بينهم في الدِّماء والأموال والأعراض؛ القليل من ذلك والكثير، على القريب والبعيد والبَرِّ والفاجر والوليِّ والعدوِّ. والمراد بالعدل الذي أمر الله بالحكم به هو ما شَرَعَهُ الله على لسان رسولِهِ من الحدود والأحكام، وهذا يستلزم معرفة العدل ليحكُمَ به، ولما كانت هذه أوامر حسنةً عادلةً؛ قال: {إنَّ الله نِعمَّا يَعِظُكُم به، إنَّ اللهَ كان سميعاً بصيراً}: وهذا مدحٌ من الله لأوامره ونواهيه؛ لاشتمالها على مصالح الدارين ودفع مضارِّهما؛ لأنَّ شارعها السميع البصير الذي لا تَخْفى عليه خافيةٌ ويعلم من مصالح العباد ما لا يعلمون.
58. Emanetler insana emanet olarak verilen ve yerine getirilmesi, gereğine uyulması emredilen her şeydir. Yüce Allah kullarına bu emanetlerin gereklerinin tam ve eksiksiz olarak ve savsaklanmadan yerine getirilmesini emretmektedir. Bunun kapsamına İslâm devletinin kamu görevleri, mallar ve verilen sırlar girdiği gibi Allah’tan başka hiçbir kimsenin muttali olmadığı emirlerin yerine getirilmesi de girmektedir.
Fukaha, bir kimseye bir emanet verilecek olursa o kimsenin emanet aldığı şeyi, onun benzeri hangi şartlarda korunuyor ise öylece koruması icab eder,
demişler ve şunu eklemişlerdir: Çünkü emanetin eksiksiz olarak geri verilmesi ancak korunması ile mümkün olur. O halde emanetin gereği gibi korunması da farzdır.
Yüce Allah’ın: “ehline vermenizi” ifadesi, emanetin emanet sahibinden başka hiçbir kimseye verilmeyeceğine delalet etmektedir. Eğer o emaneti sahibinden başkasına verecek olursa o emaneti ehline vermiş olmaz. Ancak emanet sahibinin vekili onun konumundadır.
“İnsanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.” Bu, ister öldürme ve yaralamalarda, ister mali konularda, ister ırz, namus, şeref ve haysiyet ile ilgili hususlarda olsun, ister ufak ister büyük bir mesele olsun, yine ister yakın ister uzak, ister iyi ister kötü, ister düşman ister dost hakkında olsun verilecek bütün hükümleri kapsamına alır. Allah’ın hüküm esnasında gözetilmesini emrettiği adaletten kasıt ise Yüce Allah’ın peygamberi vasıtası ile teşrî’ buyurduğu had ve hükümler gereğince hükmetmektir. Bu ise adâleti bilmeyi gerektirir. Adalet bilinmeli ki gereğince hüküm verilebilsin.
Verilen bu emirler oldukça güzel ve adaletli emirler olduğundan dolayı Yüce Allah devamla: “Gerçekten Allah bununla size ne güzel öğüt veriyor! Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” buyurmaktadır. Bu buyruklar Yüce Allah’ın kendi emir ve yasaklarından övgü ile söz edişini dile getirmektedir. Çünkü O’nun öğüt ve yasakları dünya ve âhiret maslahatlarını kapsar. Her ikisinin zararlarını da bertaraf eder. Çünkü bu hükümleri teşrî’ buyuran her şeyi işitendir, her şeyi görendir. Hiçbir şey kendisine gizli kalmayandır. Kulların maslahatlarını onların bilemeyecekleri çapta bilendir.
#
{59} ثم أمر بطاعتِهِ وطاعة رسولِهِ، وذلك بامتثال أمرهما الواجب والمستحبِّ واجتناب نهيهِما، وأمر بطاعة أولي الأمر، وهم الولاة على الناس من الأمراء والحكَّام والمفتين؛ فإنَّه لا يستقيمُ للناس أمرُ دينهم ودُنياهم إلاَّ بطاعِتِهم والانقيادِ لهم. طاعةً لله ورغبةً فيما عنده، ولكن بشرط أن لا يأمروا بمعصية الله؛ فإنْ أمروا بذلك؛ فلا طاعة لمخلوق في معصية الخالق. ولعل هذا هو السرُّ في حذف الفعل عند الأمر بطاعتهم وذِكْرِهِ مع طاعة الرسول؛ فإنَّ الرسول لا يأمر إلا بطاعة الله، ومَنْ يُطِعْهُ؛ فقد أطاع الله، وأما أولو الأمر؛ فشرطُ الأمرِ بطاعتهم أن لا يكونَ معصيةً.
ثم أمَرَ بردِّ كلِّ ما تنازع الناس فيه من أصول الدين وفروعه إلى الله وإلى الرسول ؛ أي: إلى كتاب الله وسنة رسوله؛ فإنَّ فيهما الفصل في جميع المسائل الخلافيَّة: إمَّا بصريحهما أو عمومهما أو إيماءٍ أو تنبيهٍ أو مفهوم أو عموم معنى يُقاسُ عليه ما أشبهه؛ لأنَّ كتاب الله وسنة رسوله عليهما بناءُ الدين، ولا يستقيم الإيمان إلاَّ بهما؛ فالردُّ إليهما شرطٌ في الإيمان؛ فلهذا قال: {إن كنتم تؤمنون بالله واليوم الآخر}: فدلَّ ذلك على أنَّ من لم يردَّ إليهما مسائلَ النزاع؛ فليس بمؤمن حقيقةً، بل مؤمنٌ بالطاغوت؛ كما ذكر في الآية بعدها. {ذلك}؛ أي: الردُّ إلى الله ورسوله، {خيرٌ وأحسنُ تأويلاً}؛ فإنَّ حُكم الله ورسوله أحسنُ الأحكام وأعدلُها وأصلحُها للناس في أمر دينهم ودُنياهم وعاقبتهم.
59. Yüce Allah hem kendisine hem de Rasûlüne itaati emretmektedir. Bu da farz ve müstehab huuslarda onların emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmakla olur. Yine Yüce Allah emir sahiplerine itaati de emretmektedir. Bunlar ise insanların yöneticiliğini yapan idareciler, hâkimler ve müftülerdir. Çünkü insanların din ve dünya işleri -Yüce Allah’a itaat kasdıyla ve Allah’ın nezdindeki mükâfatı arzulayarak- onlara itaat edip bağlı kalmakla mümkün olur.
Ancak bunun bir şartı vardır: Bu yöneticiler Allah’a isyanı gerektiren bir emir vermemelidirler. Eğer böyle bir emir verecek olurlarsa hiç şüphesiz yaratıcıya isyanı gerektirecek hususlarda hiçbir yaratılmışa itaat edilmez. Belki de yöneticilere itaat emri verilirken
“itaat edin” emrinin hazfedilişindeki sır budur. Zira bu emir Rasûle itaat ile birlikte zikredilmiştir. Çünkü Rasûl ancak Allah’a itaat olan şeyleri emreder. Ona itaat eden de Allah’a itaat etmiş olur. Emir sahibi olan yöneticilere itaatin şartı ise verdikleri emirlerin isyan olmamasıdır.
Daha sonra insanların hakkında anlaşmazlığa düştükleri -ister dinin asli hükümleri ile ilgili olsun, ister fer’î hükümleri ile ilgili olsun- her bir hususu, Allah’a ve Rasûlüne yani Allah’ın kitabına ve Rasûlünün sünnetine götürmelerini emretmektedir. Çünkü bütün anlaşmazlık konularında ayırt edici hüküm onlardadır. Bu hüküm de ya onların açık ifadelerinden ya genel ifadelerinden ya bir işaretten yahut dikkat çekme ve uyarıdan, ya da mefhumdan anlaşılır yahut mananın umumundan anlaşılır ve buna benzer olan şeyler de onlara kıyas edilir. Çünkü din, Allah’ın Kitabı ve Rasûlünün sünneti üzerinde yükselir. Her ikisine iman etmeden imanın dosdoğru olması da mümkün değildir. O nedenle anlaşmazlık konularının onlara götürülmesi imanın şartıdır.
İşte bundan dolayı Yüce Allah: “Eğer Allah’a ve âhiret gününe iman ediyorsanız” buyurmuştur.
Bu da şunu göstermektedir: Anlaşmazlık konularını onlara götürmeyen bir kimse gerçek bir mü’min değildir. Aksine o - bir sonraki âyeti kerimede de söz konusu edildiği şekilde- tağuta iman eden bir kimsedir.
“Bu” yani anlaşmazlık konusunun Allah’a ve Rasûlüne götürülmesi “hem daha hayırlı, hem de sonuç itibari ile daha güzeldir.” Çünkü Allah ve Rasûlünün hükümleri bütün hükümlerin en güzeli, en adaletlisi, din, dünya ve âhiret bakımından insanlara en uygun olanıdır.
{أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ يَزْعُمُونَ أَنَّهُمْ آمَنُوا بِمَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ يُرِيدُونَ أَنْ يَتَحَاكَمُوا إِلَى الطَّاغُوتِ وَقَدْ أُمِرُوا أَنْ يَكْفُرُوا بِهِ وَيُرِيدُ الشَّيْطَانُ أَنْ يُضِلَّهُمْ ضَلَالًا بَعِيدًا (60) وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ تَعَالَوْا إِلَى مَا أَنْزَلَ اللَّهُ وَإِلَى الرَّسُولِ رَأَيْتَ الْمُنَافِقِينَ يَصُدُّونَ عَنْكَ صُدُودًا (61) فَكَيْفَ إِذَا أَصَابَتْهُمْ مُصِيبَةٌ بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيهِمْ ثُمَّ جَاءُوكَ يَحْلِفُونَ بِاللَّهِ إِنْ أَرَدْنَا إِلَّا إِحْسَانًا وَتَوْفِيقًا (62) أُولَئِكَ الَّذِينَ يَعْلَمُ اللَّهُ مَا فِي قُلُوبِهِمْ فَأَعْرِضْ عَنْهُمْ وَعِظْهُمْ وَقُلْ لَهُمْ فِي أَنْفُسِهِمْ قَوْلًا بَلِيغًا (63)}.
60- Sana indirilene ve senden önce indirilmiş olanlara iman ettiğini iddia edenleri görmedin mi? Tağutun hükmüne başvurmak istiyorlar. Hâlbuki onu inkâr etmekle emrolunmuşlardı. Şeytan onları uzak bir sapıklıkla
(büsbütün) saptırmak ister.
61-
Onlara: “Allah’ın indirdiğine ve peygambere gelin!” denilince münafıkların senden alabildiğine yüz çevirdiğini görürsün.
62-
Elleri ile yaptıkları yüzünden başlarına bir musibet gelip çattığı zaman halleri nasıl olacak? Sonra sana gelirler de: “Biz iyilik etmekten ve arabulmaktan başka bir şey istemedik” diye Allah’a yemin ederler.
63- İşte bunlar, Allah’ın kalplerinde olanı bildiği kimselerdir. Artık onlardan yüz çevir. Onlara öğüt ver ve kendilerine haklarında etkileyici sözler söyle.
#
{60 ـ 61} يُعجِّب تعالى عبادَه من حالة المنافقين الذين يزعُمون أنَّهم مؤمنون بما جاء به الرسولُ وبما قبلَه، ومع هذا {يُريدون أن يتحاكموا إلى الطَّاغوت}، وهو كلُّ مَن حَكَمَ بغير شرع الله؛ فهو طاغوتٌ، والحالُ أنَّهم {قد أُمِروا أن يكفُروا به}؛ فكيف يجتمع هذا والإيمان؛ فإنَّ الإيمان يقتضي الانقيادَ لشرع الله وتحكيمِهِ في كل أمر من الأمور؛ فَمنْ زَعَمَ أنه مؤمنٌ واختار حكم الطاغوت على حكم الله؛ فهو كاذبٌ في ذلك، وهذا من إضلال الشيطان إيَّاهم، ولهذا قال: {ويُريد الشيطانُ أنْ يُضلَّهم ضلالاً بعيداً} عن الحقِّ.
60-61. Yüce Allah kullarına münafıkların durumlarının hayret edilecek bir hal olduğunu belirtmektedir. Zira onlar
“sana indirilene ve senden önce indirilmiş olanlara” yani Allah Rasûlünün getirdiklerine ve onlardan önceki peygamberlerin getirdiklerine
“iman ettiğini iddia” eden kimselerdir. Buna rağmen
“Tağutun hükmüne başvurmak istiyorlar.” Tağut, Allah’ın şeriatı dışında hüküm veren herkestir.
“Halbuki onu inkâr etmekle emrolunmuşlardı.” İman ile tağutun hükmüne başvurmak nasıl bir arada olabilir? Çünkü iman Allah’ın şeriatına bütün hususlarda bağlı kalıp itaat etmeyi ve bu şeriatın hükmüne başvurmayı gerektirir. Kendisinin mü’min olduğunu iddia etmekle birlikte tağutun hükmünü Allah’ın hükmüne tercih etmekte olan bir kimse ise bu iddiasında yalancıdır. Bu, şeytanın onları saptırdığı hususlar arasındadır.
Bundan dolayı Yüce Allah: “Şeytan onları uzak bir sapıklıkla” haktan
“(büsbütün) saptırmak ister” buyurmaktadır.
#
{62} {فكيف} يكونُ حال هؤلاء الضالِّين {إذا أصابتهم مصيبةٌ بما قدَّمت أيديهم} من المعاصي، ومنها تحكيمُ الطَّاغوت، {ثم جاؤوك} متعذرين لما صَدَرَ منهم، ويقولون: {إن أردْنا إلَّا إحساناً وتوفيقاً}؛ أي: ما قصدنا في ذلك إلاَّ الإحسان إلى المتخاصمين والتوفيقَ بينهم، وهم كَذَبَةٌ في ذلك؛ فإن الإحسان كل الإحسان تحكيم الله ورسوله، ومَنْ أحسنُ من الله حكماً لقوم يوقنون.
62.
“Elleri ile yaptıkları” günahlar ki tağutun hükmüne başvurmak da bunlar arasındadır
“yüzünden başlarına bir musibet gelip çattığı zaman” bu sapkın kimselerin
“halleri nasıl olacak? Sonra sana” yaptıklarından özür beyan etmek için
“gelirler de: Biz iyilik etmekten ve arabulmaktan başka bir şey istemedik.” Yani biz bunu yaparken davacı taraflara iyilik yapmaktan ve aralarını bulmaktan başka bir maksadımız yoktu
“diye Allah’a yemin ederler.” Ancak bu iddialarında yalancıdırlar. Çünkü esas iyilik, Allah ve Rasûlünün hükmüne başvurmaktır. Kesin kanaate ve inanca sahip olan bir topluluk için hükmü Allah’tan daha güzel olan kimdir? Bundan dolayı Yüce Allah bir sonraki âyet-
i kerimede şöyle buyurmaktadır:
#
{63} ولهذا قال: {أولئك الذين يعلمُ الله ما في قلوبهم}؛ أي: من النفاق والقصد السيئ؛ {فأعرضْ عنهم}؛ أي: لا تُبال بهم ولا تقابِلْهم على ما فعلوه واقترفوه، {وعِظْهُم}؛ أي: بيِّن لهم حكم الله تعالى مع الترغيب في الانقياد لله والترهيب من تركه، {وقل لهم في أنفسِهم قولاً بليغاً}؛ أي: انصحْهم سِرًّا بينك وبينهم؛ فإنه أنجح لحصول المقصود، وبالغْ في زجرِهم وقَمْعِهِم عمَّا كانوا عليه. وفي هذا دليل على أن مقترفَ المعاصي وإن أُعْرِضَ عنه؛ فإنه يُنصَح سِرًّا ويبالغ في وعظه بما يظنُّ حصول المقصود به.
63.
“İşte bunlar, Allah’ın kalplerinde olanı” münafıklıklarını ve kötü maksatlarını
“bildiği kimselerdir. Artık onlardan yüz çevir” onlara aldırış etme, yapıp işlediklerinden ötürü onlara karşılık verme.
“Onlara öğüt ver” Yüce Allah’ın hükmünü onlara açıkla, Allah’a itaate onları teşvik et ve bu hükmü terk etmelerinden onları sakındır
“ve kendilerine haklarında etkileyici sözler söyle!” Onlarla baş başa kalarak ve gizlice onlara öğüt ver. Çünkü bu, maksadı daha iyi gerçekleştirir. Yapmakta ve işlemekte oldukları dolayısı ile onları azarlamakta ve bundan vazgeçirmekte elindeki bütün imkânları kullan.
Bu buyruk, masiyet işleyen kimseden yüz çevirilecek olsa dahi gizlice ona öğüt verileceğine ve maksadın elde edildiği düşülene kadar ona öğüt verilmeye devam edileceğine delildir.
{وَمَا أَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ إِلَّا لِيُطَاعَ بِإِذْنِ اللَّهِ وَلَوْ أَنَّهُمْ إِذْ ظَلَمُوا أَنْفُسَهُمْ جَاءُوكَ فَاسْتَغْفَرُوا اللَّهَ وَاسْتَغْفَرَ لَهُمُ الرَّسُولُ لَوَجَدُوا اللَّهَ تَوَّابًا رَحِيمًا (64) فَلَا وَرَبِّكَ لَا يُؤْمِنُونَ حَتَّى يُحَكِّمُوكَ فِيمَا شَجَرَ بَيْنَهُمْ ثُمَّ لَا يَجِدُوا فِي أَنْفُسِهِمْ حَرَجًا مِمَّا قَضَيْتَ وَيُسَلِّمُوا تَسْلِيمًا (65)}.
64- Biz, gönderdiğimiz her bir peygamberi Allah’ın izni ile kendisine itaat edilsin diye gönderdik. Şâyet onlar, kendilerine zulmettiklerinde sana gelip de Allah’tan mağfiret dileselerdi, Rasul de onlar için mağfiret isteseydi, Allah’ı elbette tevbeleri çokça kabul eden ve pek merhamet eden bulacaklardı.
65- Hayır! Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar.
#
{64} يخبر تعالى خبراً في ضمنِهِ الأمرُ والحثُّ على طاعة الرسول والانقيادِ له، وأنَّ الغاية من إرسال الرسل أن يكونوا مطاعين ينقادُ لهم المرسَل إليهم في جميع ما آمروا به ونَهوا عنه، وأن يكونوا معظَّمين تعظيمَ المطاع للمطيع ، وفي هذا إثبات عصمة الرُّسل فيما يبلِّغونَهُ عن اللهِ وفيما يأمرونَ به ويَنْهَوْنَ عنه؛ لأنَّ الله أمر بطاعتهم مطلقاً؛ فلولا أنهم معصومون لا يشرعون ما هو خطأ؛ لما أمر بذلك مطلقاً. وقوله: {بإذن الله}؛ أي: الطاعة من المطيع صادرة بقضاء الله وقدرِهِ؛ ففيه إثباتُ القضاء والقَدَر، والحثُّ على الاستعانة بالله، وبيان أنَّه لا يمكَّنُ الإنسان إن لم يُعِنْه الله أن يطيع الرسول.
ثم أخبر عن كرمِهِ العظيم وجُودِهِ ودعوته لمن اقترف السيِّئات أن يعترِفوا ويتوبوا ويستغفِروا الله، فقال: {ولو أنَّهم إذ ظَلَموا أنفُسَهم جاؤوك}؛ أي: معترفين بذنوبهم باخِعين بها. {فاستَغْفَروا الله واستغفرَ لهم الرسولُ لوجدوا الله توَّاباً رحيماً}؛ أي: لتاب عليهم بمغفرتِهِ ظُلْمَهم ورَحِمَهُم بقَبول التوبة والتوفيق لها والثواب عليها. وهذا المجيء إلى الرسول - صلى الله عليه وسلم - مختصٌّ بحياتِهِ؛ لأنَّ السياق يدلُّ على ذلك؛ لكون الاستغفار من الرسول لا يكون إلاَّ في حياتِهِ، وأمَّا بعد موتِهِ؛ فإنَّه لا يطلب منه شيءٌ، بل ذلك شركٌ.
64. Şanı Yüce Allah,
Rasûlüne itaati ve bağlılığı emir ve teşvik eden bir buyrukla şunu haber vermektedir: Peygamberlerin gönderilmesinden amaç onlara itaat edilmesi, verdikleri bütün emir ve yasaklarda, bu peygamberlerin kendilerine gönderildiği kimselerin onlara bağlı kalmalarıdır. İtaat edenin itaat ettiği kimseyi tazim ettiği şekilde onları tazim etmeleridir.
Bu buyruk, peygamberlerin Allah’tan tebliğ ettikleri hususlar ile emir ve yasaklarında ismet
(hatadan korunma) sıfatına sahip olduklarını ortaya koymaktadır. Çünkü Yüce Allah onlara mutlak olarak itaati emretmektedir. Eğer onlar masum ve yanlış olan bir şeyi teşrî’ etmeyen kimseler olmasalardı, Yüce Allah böyle bir emri mutlak olarak vermezdi.
Yüce Allah’ın: “Allah’ın izni ile” ifadesi şu demektir: İtaat edenin itaati Allah’ın kaza ve kaderi ile gerçekleşir. Böylelikle bu buyruk kaza ve kaderi de ortaya koymakta ve Allah’tan yardım dilemeyi teşvik etmektedir. Ayrıca Allah insana yardım etmeyecek olursa peygambere itaatinin mümkün olamayacağını da açıklamaktadır.
Daha sonra Yüce Allah pek büyük lütuf ve keremini haber vermekte ve günah işleyenlerin günahlarını itiraf ederek Allah’a tevbe etmeleri,
O’ndan mağfiret dilemeleri çağrısında bulunmaktadır:
“Şâyet onlar, kendilerine zulmettiklerinde” günahlarını itiraf edip bu konuda sana itaat ederek
“sana gelip de Allah’tan mağfiret dileselerdi, peygamber de onlar için mağfiret isteseydi, Allah’ı elbette tevbeleri çokça kabul eden ve pek merhamet eden bulacaklardı.” Yani Allah, mağfireti ile onların zulümlerini bağışlayarak tevbelerini kabul ederdi. Tevbelerini kabul etmek, tevbe etmeye muvaffak kılmak ve tevbenin mükâfatını vermek sureti ile de onlara çokça merhamet ederdi.
Allah Rasûlüne bu şekildeki geliş onun hayatına hastır. Çünkü ifadelerin akışı buna delildir. Zira Allah Rasûlünün mağfiret dilemesi ancak hayatında olacak bir şeydir. Onun vefatından sonra ise ondan bir şey istenemez; hatta bu bir şirk olur.
#
{65} ثم أقسم تعالى بنفسِهِ الكريمة أنَّهم لا يؤمنون حتَّى يحكِّموا رسولَهُ فيما شَجَرَ بينَهم؛ أي: في كل شيء يحصُلُ فيه اختلافٌ؛ بخلاف مسائل الإجماع؛ فإنَّها لا تكون إلاَّ مستندةً للكتاب والسنَّة، ثم لا يكفي هذا التحكيم حتى ينتفي الحرجُ من قلوبِهِم والضيقُ. وكونُهم يحكِّمونه على وجه الإغماض، ثم لا يكفي هذا التحكيم حتى يسلِّموا لحكمِهِ تسليماً بانشراح صدرٍ وطمأنينةِ نفس وانقيادٍ بالظاهر والباطن؛ فالتحكيم في مقام الإسلام، وانتفاء الحرج في مقام الإيمان، والتسليم في مقام الإحسان؛ فمَن استكمل هذه المراتبَ وكمَّلها؛ فقد استكمل مراتبَ الدِّينِ كلَّها، فمَن ترك هذا التحكيم المذكورَ غير ملتزم له؛ فهو كافر، ومَن تركه مع التزامه؛ فله حكمُ أمثالِهِ من العاصين.
65. Daha sonra Yüce Allah, kerim zatına yemin ederek aralarındaki anlaşmazlıklarda yani aralarında meydana gelen - icma olunan meseleler dışındaki- bütün ihtilaflarda, Allah Rasûlünün hükmüne başvurmadıkça iman etmiş olamayacaklarını belirtmektedir. İcma olunan meseleler ise ancak Kitap ve sünnete dayalı olur. Diğer taraftan sadece Allah Rasûlünün hükmüne başvurmak da yeterli değildir. Verdiği hükümden dolayı kalplerindeki darlık ve sıkıntının da gitmesi ve başka herhangi bir hükmü hatırlarından geçirmeksizin onun hükmüne teslim olmaları şarttır. Bu da kendi başına yeterli değildir, aksine onun hükmüne gönül rahatlığı ile zahiren ve batınen tam bir itaat ile teslim olmaları da gerekir. Bu durumda onun hükmüne başvurmak İslâm makamı, hükmü dolayısı ile kalpte bir sıkıntının bulunmaması iman makamı, bu hükme tam bir teslimiyet ile bağlılık ve itaat de ihsan makamıdır. Bu üç mertebeyi tam olarak gerçekleştiren bir kimsenin dindeki bütün mertebeleri de tamamlamış olacağı ortadadır. Sözü geçen bu hükme başvurmayı terk eden ve böyle bir şeye bağlı kalmayan bir kimse de kâfirdir. Hükme başvurmakla birlikte ona bağlılığı terkeden bir kimse ise o hükmün benzerine itaat etmeyen isyankârların durumu ile aynı olur.
{وَلَوْ أَنَّا كَتَبْنَا عَلَيْهِمْ أَنِ اقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ أَوِ اخْرُجُوا مِنْ دِيَارِكُمْ مَا فَعَلُوهُ إِلَّا قَلِيلٌ مِنْهُمْ وَلَوْ أَنَّهُمْ فَعَلُوا مَا يُوعَظُونَ بِهِ لَكَانَ خَيْرًا لَهُمْ وَأَشَدَّ تَثْبِيتًا (66) وَإِذًا لَآتَيْنَاهُمْ مِنْ لَدُنَّا أَجْرًا عَظِيمًا (67) وَلَهَدَيْنَاهُمْ صِرَاطًا مُسْتَقِيمًا (68)}.
66-
Şâyet onlara: “Kendinizi öldürün yahut yurtlarınızdan çıkın” diye yazsaydık, içlerinden pek azı müstesna bunu yapmazlardı. Eğer kendilerine verilen öğütleri yerine getirselerdi, elbette haklarında çok hayırlı ve çok sebat verici olurdu.
67- O takdirde onlara katımızdan büyük bir mükâfat verirdik.
68- Ve onları elbette dosdoğru yola iletirdik.
#
{66} يخبر تعالى أنَّه لو كَتَبَ على عباده الأوامرَ الشاقَّة على النفوس من قتل النفوس والخروج من الدِّيار؛ لم يفعلْه إلا القليلُ منهم والنادرُ؛ فَلْيَحْمَدوا ربَّهم ولْيَشْكُروه على تيسير ما أمَرَهم به من الأوامر التي تَسْهُلُ على كلِّ أحدٍ ولا يشقُّ فعلُها، وفي هذا إشارةٌ إلى أنه ينبغي أن يَلْحَظَ العبدُ ضدَّ ما هو فيه من المكروهات؛ لتخفَّ عليه العباداتُ، ويزدادَ حمداً وشكراً لربِّه.
ثم أخبر أنَّهم لو {فعلوا ما يُوعَظونَ به}؛ أي: ما وُظِّفَ عليهم في كلِّ وقتٍ بحسبه، فبذلوا هممهم، ووفَّروا نفوسهم للقيام به وتكميله، ولم تطمح نفوسهم لما لم يَصِلوا إليه، ولم يكونوا بصدده، وهذا هو الذي ينبغي للعبد أن ينظر إلى الحالة التي يلزمُهُ القيام بها، فيكملها، ثم يتدرَّج شيئاً فشيئاً، حتى يصلَ إلى ما قُدِّر له من العلم والعمل في أمر الدين والدُّنيا، وهذا بخلاف من طمحتْ نفسُهُ إلى أمرٍ لم يصلْ إليه ولم يؤمرْ به بعدُ؛ فإنه لا يكاد يصل إلى ذلك بسبب تفريق الهمة وحصول الكسل وعدم النشاط؛ ثم رتَّب ما يحصُلُ لهم على فعل ما يوعظون به، وهو أربعةُ أمورٍ:
أحدها: الخيريَّةَ في قوله: {لكان خيراً لهم}؛ أي: لكانوا من الأخيار المتَّصفين بأوصافِهِم من أفعال الخير التي أُمروا بها؛ أي: وانتفى عنهم بذلك صفة الأشرار؛ لأنَّ ثبوت الشيء يستلزم نفي ضدِّه.
الثاني: حصول التثبيت والثبات وزيادتُه؛ فإنَّ الله يثبِّتُ الذين آمنوا بسبب ما قاموا به من الإيمان الذي هو القيام بما وُعِظوا به، فيثبِّتُهم في الحياة الدُّنيا عند ورود الفتن في الأوامر والنواهي والمصائب، فيحصُل لهم ثباتٌ يوفَّقون به لفعل الأوامر وترك الزواجر التي تقتضي النفسُ فعلها وعند حلول المصائب التي يكرهها العبدُ، فيوفَّق للتثبيت بالتوفيق للصبر أو للرِّضا أو للشكر، فينزل عليه معونةٌ من الله للقيام بذلك، ويحصُلُ لهم الثبات على الدين عند الموت وفي القبر. وأيضاً؛ فإن العبد القائم بما أمر به لا يزال يتمرَّن على الأوامر الشرعية حتى يألفَها ويشتاقَ إليها وإلى أمثالها فيكون ذلك معونةً له على الثبات على الطاعات.
66.
Yüce Allah bize şunu bildirmektedir: Eğer O, kullarına kendilerini öldürmek ve yurtlarından çıkmak gibi ağır emirleri farz olarak yazmış olsaydı, onlardan az ve istisna denilecek kadar nadir kimseler dışında hiç kimse bu işleri yapmazdı. O halde Allah’ın kendilerine emretmiş olduğu emirleri kolaylaştırdığı için, bunlar herkese kolay geldiği ve gerçekleştirilmesi zor olmadığı için Rablerine hamd etsinler, şükretsinler. Bu buyrukta kulun içinde bulunduğu hoş olmayan hallerin zıddını da göz önünde bulundurması gerektiğine bir işaret vardır. Böylelikle ibâdetleri gerçekleştirmek ona kolay gelir ve Rabbine hamd ve şükrü artar.
Daha sonra Yüce Allah şunu haber vermektedir: “Eğer onlar kendilerine verilen öğütleri yerine getirselerdi” yani her zamanın şartlarına uygun olarak görevlerini yerine getirmiş, bu konuda gayretlerini ortaya koyarak bu görevleri ifa edip tamamlamak için kendilerini vermiş, gözlerini erişemeyecekleri şeylere dikmemiş ve kendilerini ilgilendirmeyen hususlara iltifat etmemiş olsalardı, hali hazırda ilgi alanlarına girmeyen şeylere de dönüp bakmasalardı işte, onların yapmaları gereken iş buydu. Kulun her zaman için yerine getirmesi gereken ne ise ona bakması ve onu tamamlaması gerekir. Sonra adım adım ilerleyerek gücünün yettiği kadarı ile din ve dünya hususunda ilim ve amel bakımından ulaşabildiği noktaya kadar ulaşmaya çalışmalıdır. Bu şekilde davranan bir kimse, kendisine ulaşmamış olan ve henüz emrolunmadığı bir işe soyunan kimseden farklıdır. Böyle bir kimse gayretini darmadağın etmiş olacağından, tembellikle de karşı karşıya kalıp gayretini yitireceğinden dolayı o maksadına ulaşması hemen hemen imkansızdır.
Daha sonra Yüce Allah öğüt verilen şeyleri yapmanın ortaya çıkartacağı sonuçları söz konusu etmektedir ki bunlar şu dört husustur:
Birincisi: Hayra kavuşmadır ki bu
“elbette haklarında çok hayırlı” buyruğunda ifade edilmiştir. Yani o takdirde onlar emrolundukları hayır işlerini yerine getirmek vasfına sahip hayırlı kimselerden olurlardı. Böylelikle onlar kötü kimselerin niteliklerinden de uzaklaşmış olurlardı. Çünkü bir şeyin sabit olması, onun zıddının olmamasını gerektirir.
İkincisi: Sebatın gerçekleşmesi ve artması. Zira Yüce Allah iman edenlere imanları sebebi ile sebat verir. Çünkü iman etmek onlara verilen öğüdün gereğini yerine getirmektir. O bakımdan Yüce Allah emir, yasak ve musibetler hususunda çeşitli fitnelerin/sınavların ortaya çıkması halinde onlara dünya hayatında sebat verir. Böylelikle emirleri yerine getirebilme ve nefsin işlenmesini istediği yasakları terk edebilme başarısını gösterebilirler. Hoşlanmadıkları musibetlerle karşı karşıya kaldıklarında da sabır, rıza veya şükre muvaffak kılınmak sureti ile sebat gösterme başarısını elde ederler. İşte böylelerine bunları gerçekleştirebilmek için Allah’tan yardım iner. Yine onlar ölüm sırasında da kabirde de din üzere sebat nimetine nail olurlar. Aynı şekilde emrolunduklarını yerine getiren bir kul şer’i emirleri düzenli olarak, aksatmadan yerine getiriyor demektir. Böylece sonunda o, bu emirlere alışır, onlara ve benzerlerine şevk duyar. Bu da itaatler üzere sebat göstermek konusunda önemli bir yardımcı olur.
#
{67} الثالث: قوله: {وإذاً لآتيناهُم من لَدُنَّا أجراً عظيماً}؛ أي: في العاجل والآجل، الذي يكون للروح والقلب والبدن، ومن النعيم المقيم ممَّا لا عينٌ رأت ولا أُذُنٌ سمعتْ ولا خَطَرَ على قلب بشر.
67.
Üçüncüsü: “O takdirde onlara katımızdan büyük bir mükâfat verirdik” buyruğunda dile getirilmektedir. Yani onlara kalbin, ruhun ve bedenin nail olacağı dünya ve âhiret mükâfatları ile âhirette hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın hatırından dahi geçmeyen nimetlerden oluşacak büyük bir ecir vardır.
#
{68} الرابع: الهدايةُ إلى صراطٍ مستقيم، وهذا عمومٌ بعد خُصوص؛ لشرف الهداية إلى الصراط المستقيم، من كونِها متضمنةً للعلم بالحقِّ ومحبَّتِهِ وإيثارِهِ والعمل به وتوقُّف السعادة والفلاح على ذلك؛ فمن هُدِي إلى صراطٍ مستقيم؛ فقد وُفِّق لكلِّ خير، واندفع عنه كلُّ شَرٍّ وضيرٍ.
68.
Dördüncüsü: Dosdoğru yola iletilmektir. Bu, hususi bir ifadeden sonra gelen umumi bir ifadedir. Çünkü dosdoğru yola iletilmek oldukça büyük bir şereftir. Zira dosdoğru yol aynı zamanda hakkı bilmeyi, onu sevmeyi, onu tercih etmeyi ve gereğince amel etmeyi ihtiva eder. Mutluluk ve kurtuluş da buna bağlıdır. Dosdoğru yola iletilen bir kimse, her türlü hayra muvaffak kılınmış ve ondan her türlü kötülük ve hoşa gitmeyen şey de uzak kılınmış demektir.
{وَمَنْ يُطِعِ اللَّهَ وَالرَّسُولَ فَأُولَئِكَ مَعَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللَّهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاءِ وَالصَّالِحِينَ وَحَسُنَ أُولَئِكَ رَفِيقًا (69) ذَلِكَ الْفَضْلُ مِنَ اللَّهِ وَكَفَى بِاللَّهِ عَلِيمًا (70)}.
69- Kim Allah’a ve Rasûle itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine nimetler verdiği peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salihlerle birliktedirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar!
70- Bu lütuf, Allah’tandır. Her şeyi bilen olarak Allah yeter.
#
{69} أي: كلُّ من أطاع الله ورسولَه على حَسَبِ حالِهِ وقَدْرِ الواجب عليه من ذكرٍ وأنثى وصغيرٍ وكبيرٍ؛ {فأولئك مع الذين أنعم الله عليهم}؛ أي: النعمة العظيمة التي تقتضي الكمال والفلاح والسعادة، {من النبيِّين}: الذين فضَّلهم الله بوحيهِ واختصَّهم بتفضيلهم بإرسالهم إلى الخَلْق ودعوتهم إلى الله تعالى. {والصِّدِّيقين}: وهم الذين كَمُلَ تصديقُهم بما جاءت به الرُّسل، فعلموا الحقَّ وصدَّقوه بيقينِهِم وبالقيام به قولاً وعملاً وحالاً ودعوةً إلى الله. {والشُّهداء}: الذين قاتلوا في سبيل الله لإعلاء كلمةِ الله، فقُتِلوا. {والصالحين}: الذين صَلُحَ ظاهرُهم وباطنُهم، فصَلَحَتْ أعمالُهم؛ فكلُّ من أطاع الله تعالى كان مع هؤلاء وفي صحبتهم. {وحَسُنَ أولئك رفيقاً}: بالاجتماع بهم في جنَّات النعيم والأنس بقربِهِم في جوارِ ربِّ العالمين.
69. Yani erkek olsun, kadın olsun, küçük olsun, büyük olsun -kendi haline göre ve kendi yükümlülükleri oranında- Allah’a ve Rasûlüne itaat eden herkes
“işte onlar Allah’ın kendilerine nimetler verdiği” kemali, kurtuluşu ve mutluluğu gerektiren büyük nimeti ihsan ettiği
“peygamberler”, ki Allah, vahyi ile kendilerine üstünlük vererek onları diğer insanlara elçi göndermiş, onları davet ile görevlendirmekle üstünlük ihsan etmiştir
“sıddıklar”, bunlar peygamberlerin getirdiklerini tam anlamı ile tasdik eden, böylelikle hakkı bilen, onu yakin ile tasdik eden, gereğini söz, davranış ve halleri yerine getiren ve Yüce Allah’a da davet eden kimselerdir. “şehitler”, Allah’ın kelimesini yükseltmek için Allah yolunda çarpışarak öldürülenlerle,
“salihlerle” zahirleri de batınları da ıslah olmuş, buna bağlı olarak amelleri de salih olan kimselerle
“birliktedirler.” İşte Yüce Allah’a itaat eden herkes, bu kimselerle arkadaş olma nimetine kavuşacaktır.
“Onlar ne iyi arkadaştırlar!” Nimetlerle dolu cennetlerde onlara yakın olacaklar, âlemlerin Rabbinin komşuluğunda onlarla ünsiyet ederek bir arada bulunacaklar.
#
{70} {ذلك الفضل}: الذي نالوه {من الله}: فهو الذي وفَّقهم لذلكَ وأعانَهم عليه، وأعطاهم من الثواب ما لا تبلُغُه أعمالُهم. {وكفى بالله عليماً}: يعلم أحوالَ عبادِهِ ومن يستحقُّ منهم الثوابَ الجزيلَ بما قام به من الأعمال الصالحةِ التي تواطأ عليها القلبُ والجوارحُ.
70. Onların nail oldukları
“bu lütuf Allah’tandır.” Buna onları muvaffak kılan ve onlara bu hususta yardımcı olan, kendilerine amelleri ile elde edemeyecekleri bu mükâfatları veren O’dur.
“Her şeyi bilen olarak Allah yeter.” O kullarının hallerini, içlerinden kalp ve organlarının ittifakla yerine getirdiği salih ameller sebebi ile pek büyük mükâfatları kimin hak ettiğini çok iyi bilir.
{يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا خُذُوا حِذْرَكُمْ فَانْفِرُوا ثُبَاتٍ أَوِ انْفِرُوا جَمِيعًا (71) وَإِنَّ مِنْكُمْ لَمَنْ لَيُبَطِّئَنَّ فَإِنْ أَصَابَتْكُمْ مُصِيبَةٌ قَالَ قَدْ أَنْعَمَ اللَّهُ عَلَيَّ إِذْ لَمْ أَكُنْ مَعَهُمْ شَهِيدًا (72) وَلَئِنْ أَصَابَكُمْ فَضْلٌ مِنَ اللَّهِ لَيَقُولَنَّ كَأَنْ لَمْ تَكُنْ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُ مَوَدَّةٌ يَالَيْتَنِي كُنْتُ مَعَهُمْ فَأَفُوزَ فَوْزًا عَظِيمًا (73) فَلْيُقَاتِلْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ الَّذِينَ يَشْرُونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا بِالْآخِرَةِ وَمَنْ يُقَاتِلْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ فَيُقْتَلْ أَوْ يَغْلِبْ فَسَوْفَ نُؤْتِيهِ أَجْرًا عَظِيمًا (74)}.
71- Ey iman edenler! Tedbirinizi alın ve küçük birlikler halinde savaşa çıkın yahut toptan seferber olun.
72- Şüphe yok ki içinizden pek ağır davranacak olanlar vardır. Böyleleri,
size bir musibet gelip çatarsa: “Onlarla beraber olmadığım için Allah bana lütufta bulundu.” der.
73-
Şâyet size Allah’tan bir lütuf erişirse sanki kendisi ile aranızda hiçbir dostluk yokmuş gibi şöyle der: “Keşke ben de onlarla beraber olsaydım da büyük bir mükâfata kavuşsaydım.”
74- Artık âhiret karşılığında dünya hayatını satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür yahut galip gelirse ona pek büyük bir mükâfat vereceğiz.
#
{71} يأمر تعالى عباده المؤمنين بأخذ حِذْرِهِم من أعدائهم الكافرين، وهذا يَشْمَلُ الأخذ بجميع الأسباب التي بها يُستعان على قتالهم ويُسْتَدْفَع مَكْرُهم وقوَّتُهم؛ من استعمال الحصون والخنادق، وتعلُّم الرمي والرُّكوب، وتعلُّم الصناعات التي تُعينُ على ذلك، وما به يُعْرَفُ مداخِلُهم ومخارِجُهم ومكرُهم، والنفير في سبيل الله، ولهذا قال: {فانفِروا ثُباتٍ}؛ أي: متفرِّقين؛ بأن تنفر سريَّةٌ أو جيشٌ ويقيم غيرهم، {أوِ انفِروا جميعاً}، وكلُّ هذا تَبَعٌ للمصلحة والنِّكاية والراحة للمسلمين في دينهم. وهذه الآية نظيرُ قوله تعالى: {وأعِدُّوا لهم ما استطعتُم من قوَّةٍ}.
71. Yüce Allah mü’min kullarına kâfir düşmanlarına karşı tedbirlerini almalarını emretmektedir. Bu emir düşmanlarla savaşmakta, onların hile ve tuzaklarını savmakta, güçlerini bertaraf etmekte katkısı bulunan kaleler yapmak, hendekler açmak, atış ve binicilik öğrenmek, bunları sağlayacak sanayiyi bilmek, kendisi vasıtası ile düşmanlarının girişlerinin, çıkışlarının ve planlarının öğrenilmesine yardımcı olan hususları öğrenmek ve Allah yolunda savaşa çıkmak gibi bütün yollara başvurmayı kapsamaktadır.
İşte bundan dolayı Yüce Allah burada
“küçük birlikler halinde savaşa çıkın” yani seriyyeler halinde ayrı ayrı çıkın ya da bir ordu giderken diğerleri yerlerinde kalsın
“yahut toptan seferber olun.” Bütün bunlar ise maslahata, düşmanlara zarar verme miktarına ve müslümanların dini gereklerini yerlerine getirmek bakımından rahata kavuşmalarına bağlı olan durumlardır. Bu âyet-
i kerime Yüce Allah’ın: “Siz de onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırlayın” (el-Enfal, 8/60) buyruğuna benzemektedir.
Daha sonra şanı Yüce Allah,
cihad hususunda tembellik yapan imanı zayıf kimseler hakkında şöyle buyurmaktadır:
#
{72} ثم أخبر عن ضعفاء الإيمان المتكاسِلين عن الجهاد فقال: {وإنَّ منكُم}؛ أي: أيُّها المؤمنون، {لمن لَيُبَطِّئَنَّ}؛ أي: يتثاقل عن الجهاد في سبيل الله ضعفاً وخَوَراً وجُبناً. هذا الصحيح، وقيل: معناه لَيُبَطِّئَنَّ غَيْرَهُ؛ أي: يزهِّده عن القتال، وهؤلاء هم المنافقون، ولكنَّ الأول أولى لوجهين: أحدهما: قولُه: {منكم}، والخطاب للمؤمنين.
والثاني: قوله في آخر الآية: {كأن لم تَكُن بينَكُم وبينَه مودَّةٌ}؛ فإنَّ الكفَّار من المشركين والمنافقين قد قَطَعَ الله بينَهم وبينَ المؤمنين المودَّةَ.
وأيضاً؛ فإنَّ هذا هو الواقع؛ فإنَّ المؤمنين على قسمين: صادقون في إيمانِهِم أوْجَبَ لهم ذلك كمالَ التصديق والجهاد. وضعفاءُ دخلوا في الإسلام فصار معهم إيمانٌ ضعيفٌ لا يقوى على الجهادِ؛ كما قال تعالى: {قالتِ الأعرابُ آمَنَّا قُلْ لم تُؤْمِنوا ولكن قولوا أسْلَمْنا ... } إلى آخر الآيات.
ثم ذَكَرَ غاياتِ هؤلاء المتثاقلين ونهاية مقاصدهم، وأنَّ معظم قصدِهم الدُّنيا وحطامها، فقال: {فإنْ أصابَتْكم مصيبةٌ}؛ أي: هزيمةٌ وقتلٌ وظَفِر الأعداء عليكم في بعض الأحوال لِمَا لِلَّهِ في ذلك من الحِكَمِ، {قال} ذلك المتخلِّف: {قد أنعم الله عليَّ إذ لم أكُن معهم شهيداً}: رأى من ضَعْف عقلِهِ وإيمانِهِ أنَّ التقاعُدَ عن الجهادِ الذي فيه تلك المصيبةُ نعمةٌ، ولم يدرِ أن النعمة الحقيقيَّةَ هي التوفيق لهذه الطاعة الكبيرة التي بها يَقْوى الإيمانُ ويَسْلَم بها العبدُ من العقوبة والخسران، ويحصُلُ له فيها عظيمُ الثواب ورضا الكريم الوهَّاب، وأما القعود؛ فإنه وإن استراح قليلاً؛ فإنَّه يَعْقُبُه تعبٌ طويلٌ وآلامٌ عظيمةٌ، ويفوتُهُ ما يحصُلُ للمجاهدين.
72.
“Şüphe yok ki içinizden” ey mü’minler, Allah yolunda cihad hususunda zayıflık, gevşeklik ve korkaklık göstererek
“pek ağır davranacak olanlar vardır.” Doğru açıklama şekli budur. Burada geçen
“ağır davranacaklar” ile ilgili açıklamalardan birisi de şöyledir: Aralarından başkalarının ağır davranmasına sebep olacaklar vardır; yani başkalarının cihad arzusunu kıracak kimseler vardır ki bunlar da münafık kimselerdir.
Ancak birinci görüş,
iki sebep dolayısı ile daha uygundur: Birincisi
“içinizden” buyruğudur ki burada hitap mü’minleredir. İkincisi ise diğer âyetteki: “Kendisi ile aranızda hiçbir dostluk yokmuş gibi” ifadesidir. Zira Allah, müşriklerden ve münafıklardan oluşan kâfirlerle mü’minler arasındaki sevgi ve dostluk bağını koparmıştır. Ayrıca vakıa da budur.
Şöyle ki mü’minler iki kısımdır: Kimileri imanlarında gerçekten sadık ve samimidirler. Bu, onların kemal derecesinde tasdikte bulunmalarını ve cihada katılmalarını sağlar. Kimileri de iman bakımından zayıftırlar, İslâm’a girmiş olmakla birlikte kendilerini cihada sevkedecek kadar kuvvetli olmayan, aksine zayıf bir imana sahiptirler.
Yüce Allah’ın: “Bedevi araplar: İman ettik, dediler. De ki: Siz iman etmediniz, fakat İslam/teslim olduk, deyin...” (el-Hucurat, 49/14) buyruğunda ve devamında dile getirildiği gibi.
Daha sonra Allah, ağır davranan bu kimselerin amaçlarını ve nihai maksatlarından söz etmiştir ki onların amaçlarının büyük bir kısmı, dünya ve dünyanın geçici menfaatlerine yöneliktir.
O bakımdan Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Şâyet size bir musibet gelip çatarsa” yenilgiye uğrarsanız, içinizden öldürülenler olursa ve bazı hallerde -Yüce Allah’ın hikmetleri dolayısı ile-
düşmanlar size karşı galip olursa işte o geri kalan kimseler: “Onlarla beraber olmadığım için Allah bana lütufta bulundu, der.” Aklının kıtlığı ve imanının zayıflığı dolayısı ile söz konusu musibetin gerçekleştiği o cihada katılmamayı nimet kabul eder. Gerçek nimetin ise imanı pekiştiren ve böylelikle kulun ceza ve hüsrandan uzak kalmasını sağlayan, pek büyük ecir ve mükâfat kazanmasına, bağışı bol ve cömert yüce Rabbinin rızasını elde etmesine sebep teşkil eden bu büyük itaati yerine getirme muvaffakiyeti olduğunun idrakinde değildir. Cihaddan geri kalıp oturmak ise -az bir süre kişiyi dinlendirse bile- arkasından uzun bir yorgunluk ve büyük acılar gelir. Mücahidlerin elde ettiklerini de elde edemez.
Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{73} ثم قال: {ولئن أصابَكُم فضلٌ من الله}؛ أي: نصرٌ وغنيمةٌ، {ليقولَنَّ كأن لم تكن بينَكم وبينَه مودَّةٌ يا ليتني كنتُ معهم فأفوزَ فوزاً عظيماً}؛ أي: يتمنَّى أنه حاضرٌ لينال من المغانم، ليس له رغبةٌ ولا قصدٌ في غير ذلك، كأنه ليس منكم يا معشر المؤمنين، ولا بينكم وبينه المودَّة الإيمانيَّةُ الذي من مقتضاها أنَّ المؤمنين مشتركون في جميع مصالحهم ودفع مضارِّهم، يفرَحون بحصولها ولو على يدِ غيرِه من إخوانه المؤمنين ويألمون بفَقْدِها ويسعَوْن جميعاً في كلِّ أمرٍ يُصْلِحون به دينَهم ودُنياهم، فهذا الذي يتمنَّى الدُّنيا فقط ليست معه الرُّوح الإيمانيَّة المذكورة.
73.
“Şâyet size Allah’tan bir lütuf” zafer ve ganimet erişirse
“sanki kendisi ile aranızda hiçbir dostluk yokmuş gibi şöyle der: Keşke ben de onlarla beraber olsaydım da büyük bir mükâfata kavuşsaydım.” Yani ganimet elde etmek için orada hazır bulunmayı temenni ederdi. Onun bundan başka bir maksat ve arzusu yoktur. Sanki o adeta -ey mü’minler- sizden birisi değilmiş, sizinle onun arasında imana dayalı bir sevgi ve muhabbet bağı yokmuş gibi böyle derdi. Halbuki bu bağın gereği şudur ki mü’minler menfaatlerini ilgilendiren bütün hususlarda ve zararlarını def etmekte ortaktırlar. Bunların gerçekleşmesi de onları sevindirir, isterse başka mü’min kardeşleri vasıtası ile gerçekleşmiş olsun. Bu maslahatları elde edemeyecek olurlarsa da acı çekerler ve hep birlikte din ve dünyalarını düzene sokacak bütün işleri yerine getirmeye çalışıp çabalarlar. Ancak yalnızca dünyalığı temenni eden sözü geçen kimseler ise böyle bir imani ruha sahip değildirler.
#
{74} ومن لُطف الله بعباده أن لا يَقْطَعَ عنهم رحمتَه، ولا يغلقَ عنهم أبوابها، بل من حصل على غير ما يليق؛ أمرَه ودعاه إلى جبر نقصِهِ وتكميل نفسِهِ، فلهذا أمر هؤلاء بالإخلاص والخروج في سبيلهِ، فقال: {فَلْيُقاتِلْ في سبيل الله الذين يَشْرونَ الحياة الدُّنيا بالآخرة}؛ هذا أحد الأقوال في هذه الآية وهو أصحها، وقيل إن معناه فليقاتل في سبيل الله المؤمنون الكاملو الإيمان الصادقون في إيمانهم {الذين يشرون الحياة الدنيا بالآخرة}؛ أي: يبيعون الدُّنيا رغبةً عنها بالآخرة رغبةً فيها؛ فإنَّ هؤلاء [هم] الذين يوجَّه إليهم الخطاب؛ لأنهم الذين قد أعدُّوا أنفسَهم ووطَّنوها على جهاد الأعداء؛ لما معهم من الإيمان التامِّ المقتضي لذلك، وأمَّا أولئك المتثاقلون؛ فلا يُعبأ بهم خرجوا أو قعدوا، فيكون هذا نظيرَ قوله تعالى: {قل آمنوا به أو لا تؤمنوا إنَّ الذين أوتوا العلم من قبلِهِ إذا يُتْلى عليهم يَخِرُّونَ للأذقان سُجَّداً ... } إلى آخر الآيات، وقوله: {فإن يَكْفُر بها هؤلاء فقد وَكَّلْنا بها قوماً ليسوا بها بكافرينَ}.
وقيل: إن معنى الآية: فليقاتل المقاتِلُ والمجاهدُ للكفار الذين يَشْرون الحياةَ الدُّنيا بالآخرةِ، فيكون على هذا الوجه. {الذين} في محلِّ نصب على المفعولية، {ومَن يقاتِلْ في سبيل الله}: بأن يكونَ جهاداً قد أمر الله به ورسولُهُ، ويكون العبد مخلصاً لله فيه قاصداً وجه الله، {فَيُقْتَلْ أو يَغْلِبْ فسوف نُؤْتيهِ أجراً عظيماً}: زيادةً في إيمانِهِ ودينِهِ وغنيمةً وثناءً حسناً وثواب المجاهدين في سبيل الله الذين أعدَّ الله لهم في الجنة ما لا عينٌ رأتْ ولا أذنٌ سمعتْ ولا خَطَرَ على قلب بشرٍ.
74. Yüce Allah’ın kullarına lütfunun bir tecellisi de rahmetini onlardan kesmemesi ve yüzlerine rahmetinin kapılarını kapatmamasıdır. Aksine uygun olmayan davranışlarda bulunan kimseleri O, bu kusurlarını telafi etmeye ve kendilerini kemale erdirmeye davet eder.
İşte bu bakımdan Yüce Allah bu gibi kimselere ihlâslı olmayı ve Allah yolunda savaşa çıkmayı emrederek şöyle buyurmaktadır: “Artık âhiret karşılığında dünya hayatını satanlar Allah yolunda savaşsınlar.” Bu görüş, bu âyet-i kerime ile ilgili görüşlerden birisidir ve en doğru olanı da budur.
Bir diğer görüşe göre ise bu buyruğun anlamı şudur: Allah yolunda ancak imanı kamil ve bu imanlarında samimi olan mü’minler savaşsınlar.
“âhiret karşılığında dünya hayatını satanlar” yani âhireti arzulayarak ve dünyadan yüz çevirerek âhiret karşılığında dünyayı satarlar. İşte ayette hitabın kendilerine yöneltildiği kimseler bunlardır. Çünkü bunlar sahip oldukları kamil iman sayesinde düşmana karşı cihada kendilerini hazırlamış ve bu konuda nefislerini gereken şekilde disipline sokmuşlardır. Beraberlerindeki tam iman böyle bir cihadı gerektirmektedir. Ama az önce sözü geçen ağır davrananlara gelince onların cihada çıkmaları ya da oturmaları önemli değildir. Buna göre bu ayet,
Yüce Allah’ın şu buyruklarına benzemektedir: “De ki: Ona ister iman edin ister iman etmeyin. Çünkü bundan önce kendilerine ilim verilmiş olanlara (ayetlerimiz) okununca çenelerinin üzerine yüzüstü secdeye kapanırlar...” (el-İsra, 17/107);
“Şimdi bunlar onları (âyetlerimizi) inkâr ederlerse biz de yerlerine onları inkâr etmeyen bir topluluğu getiririz.” (el-En’am, 6/89).
Âyetin anlamının şöyle olduğu da söylenmiştir: Allah yolunda savaşan ve cihad eden kimseler, âhirete karşılık dünya hayatını satın alan kâfirlerle savaşsınlar. Bu durumda âhirete karşılık dünyayı satın alan kâfirler, kendileri ile savaşılacak kimseler olarak nitelendirilmektedir.
“Kim Allah yolunda savaşıp” Allah ve Rasûlünün emrettiği gibi, Allah’ın rızasını amaçlayarak ve ihlâsla savaşmak üzere cihada çıkar
“da öldürülür yahut galip gelirse ona pek büyük bir mükâfat vereceğiz.” İman ve dinini ziyadeleştirecek, ganimet ve güzel övgü nasip edeceğiz. Allah yolunda cihad eden mücahidlerin mükâfatını Allah hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın hatırına getirmemiş olduğu cennette hazırlamıştır.
{وَمَا لَكُمْ لَا تُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ وَالْمُسْتَضْعَفِينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَاءِ وَالْوِلْدَانِ الَّذِينَ يَقُولُونَ رَبَّنَا أَخْرِجْنَا مِنْ هَذِهِ الْقَرْيَةِ الظَّالِمِ أَهْلُهَا وَاجْعَلْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ وَلِيًّا وَاجْعَلْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ نَصِيرًا (75)}.
75-
Size ne oluyor ki Allah yolunda ve: “Rabbimiz! Bizi halkı zalim olan şu şehirden çıkar. Katından bize sahip çıkacak birini gönder ve nezdinden bize bir yardımcı yolla!” diyen mustazaf erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz?
#
{75} هذا حثٌّ من الله لعبادِهِ المؤمنين وتهييجٌ لهم على القتال في سبيله، وأنَّ ذلك قد تعيَّن عليهم وتوجَّه اللوم العظيم عليهم بتركِهِ، فقال: {وما لكم لا تقاتِلون في سبيل اللهِ}؛ والحالُ أنَّ المستضعفين من الرجال والنساءِ والولدان الذين لا يستطيعونَ حيلةً ولا يهتدونَ سبيلاً، ومع هذا فقد نالهم أعظم الظُّلم من أعدائهم؛ فهم يدعون الله أن يخرِجَهم من هذه القريةِ الظالم أهلُها لأنفسهم بالكفرِ والشركِ، وللمؤمنينَ بالأذى والصدِّ عن سبيل الله، ومنعِهِم من الدعوة لدينهم والهجرة، ويدعونَ الله أن يجعلَ لهم وليًّا ونصيراً يستنقِذُهم من هذه القرية الظالم أهلُها، فصار جهادُكم على هذا الوجه من باب القتال والذَّبِّ عن عَيْلاتِكم وأولادِكم ومحارِمِكم؛ لأنَّ بابَ الجهادِ الذي هو الطمعُ في الكفارِ؛ فإنه وإن كان فيه فضلٌ عظيمٌ ويُلامُ المتخلِّفُ عنه أعظم اللوم ؛ فالجهادُ الذي فيه استنقاذُ المستضعفينَ منكُم أعظمُ أجراً وأكبرُ فائدةً بحيث يكونُ من باب دفع الأعداءِ.
75. Bu buyruğu ile Yüce Allah, mü’min kullarını yolunda savaşmaya teşvik etmekte ve cihad duygularını harekete geçirmektedir. Çünkü cihad artık onlar için farz-ı ayın halini almıştır. Cihadı terk etmeleri dolayısı ile de artık büyük bir kınamayı hak etmiş duruma gelmişlerdir.
O bakımdan şöyle buyurmaktadır: “Size ne oluyor ki Allah yolunda… savaşmıyorsunuz?” Yani hiçbir kurtuluş çaresi bulamayan, hiçbir çıkar yol bilmeyen, bununla birlikte düşmanları tarafından en büyük zulme uğratılmış bulunan, zayıf düşürülmüş
(mustazaf) erkek, kadın ve çocuklar varken size ne oluyor da Allah yolunda savaşmıyorsunuz? Ki bu zayıf düşürülmüş kimseler, Yüce Allah’a halkı zalim olan bu ülkeden kendilerini kurtarması için dua etmektedirler. Bu zalimler, küfür ve şirk ile kendi nefislerine; eziyet, işkence, Allah’ın yolundan alıkoymak, dinlerine davetten ve hicretten engellemek sureti ile de mü’minlere zulmederler. İşte bu mustazaflar, kendilerine bir dost, bir yardımcı, kendilerine sahip çıkacak birini göndermesi ve onun kendilerini halkı zalim olan bu şehirden kurtarması için Yüce Allah’a dua ederler.
O halde sizin bu tür bir cihadınız, bizzat kendi ailenizi, çoluk çocuğunuzu ve namuslarınızı kurtarıp himaye etmek için savaşmak kabilindendir. Çünkü kâfirleri ele geçirmek kastı ile cihad, her ne kadar büyük bir fazilete sahip ise de ve böyle bir cihaddan geri kalan kimse en ileri derecede kınamayı hak etse de içinizden mustaz’af olan kimselerin kurtarılması kastı ile yapılan cihadın ecri daha çoktur, faydası da daha büyüktür. Çünkü böyle bir cihad, düşmanı defetme kabilindendir.
Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
{الَّذِينَ آمَنُوا يُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ وَالَّذِينَ كَفَرُوا يُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ الطَّاغُوتِ فَقَاتِلُوا أَوْلِيَاءَ الشَّيْطَانِ إِنَّ كَيْدَ الشَّيْطَانِ كَانَ ضَعِيفًا (76)}.
76- İman edenler, Allah yolunda savaşırlar. Kâfir olanlar da tağut yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostları ile savaşın. Şüphesiz şeytanın hilesi zayıftır.
#
{76} هذا إخبارٌ من الله بأنَّ المؤمنين يقاتِلون في سبيله، {والذين كفروا يقاتِلونَ في سبيل الطَّاغوت} الذي هو الشيطانُ. في ضمن ذلك عدة فوائد:
منها: أنه بحَسَبِ إيمان العبد يكون جهاده في سبيل الله وإخلاصُه ومتابعته، فالجهادُ في سبيل الله من آثار الإيمان ومقتضياتِهِ ولوازمِهِ؛ كما أنَّ القتالَ في سبيل الطاغوت من شُعَبِ الكفر ومقتضياتِهِ.
ومنها: أن الذي يقاتل في سبيل الله ينبغي له ويَحْسُنُ منه من الصبر والجَلَدِ ما لا يقوم به غيره؛ فإذا كان أولياء الشيطان يصبِرون ويقاتِلون وهم على باطل؛ فأهل الحقِّ أولى بذلك؛ كما قال تعالى في هذا المعنى: {إن تكونوا تألمونَ فإنَّهم يألَمونَ كما تَألَمونَ وترجُون من اللهِ ما لا يَرجونَ ... } الآية.
ومنها: أن الذي يقاتِلُ في سبيل الله معتمداً على ركنٍ وثيقٍ، وهو الحقُّ والتوكُّل على الله؛ فصاحب القوة والرُّكن الوثيق يُطْلَبُ منه من الصبر والثَّبات والنشاط ما لا يُطْلَبُ مِمَّن يقاتِل عن الباطل الذي لا حقيقة له ولا عاقبة حميدة؛ فلهذا قال تعالى: {فقاتِلوا أولياءَ الشَّيطانِ إنَّ كيدَ الشيطانِ كان ضعيفاً}؛ والكيدُ سلوكُ الطرق الخفيَّة في ضرر العدو؛ فالشيطانُ وإن بَلَغَ مكرُهُ مهما بَلَغَ؛ فإنه في غاية الضَّعْفِ الذي لا يقوم لأدنى شيءٍ من الحقِّ ولا لكيدِ الله لعبادِهِ المؤمنين.
76. Bu buyrukla Yüce Allah mü’minlerin kendi yolunda savaştıklarını kafirlerin de tağut yolunda savaştıklarını haber vermektedir. Tağut, şeytan demektir.
Bu buyruk aynı zamanda şu faydalı birkaç hususu da ihtiva etmektedir:
1. Kişi sahip olduğu imanın durumuna göre Allah yolunda cihad eder. İhlâsı ve Allah’ın emirlerine uyması da bu oranda olur. Zira Allah yolunda cihad, imanın sonuçlarından, gereklerinden ve onun ayrılmaz parçalarından biridir. Aynı şekilde tağut yolunda savaşmak da küfrün bir şubesi ve bir gereğidir.
2. Allah yolunda savaşan bir kimsenin başkalarının yapamayacağı kadar sabır ve metanet göstermesi gerekir ve ondan böylesi bir davranış beklenir. Şeytanın dostları, batıl üzere oldukları halde sabır gösterip savaştıklarına göre hak ehlinin bu şekilde hareket etmeleri öncelikle beklenir.
Nitekim Yüce Allah bu anlamı bir başka yerde şöylece dile getirmektedir: “Siz acı çekiyorsanız şüphesiz onlar da sizin çektiğiniz o acı gibi acı çekiyorlar. Üstelik siz Allah’tan onların ümit edemeyecekleri şeyleri umuyorsunuz.” (en-Nisa, 4/104)
3.
Bu buyruğun ihtiva ettiği diğer bir husus da şudur: Allah yolunda savaşan bir kimse çok sağlam bir esasa dayanmaktadır. Bu ise haktır ve Yüce Allah’a tevekkül etmektir. İşte böyle bir güç ve böyle bir temele sahip olan kimseden, hakikati olmayan, övülmeye değer bir sonuç da getirmeyen batıl için çarpışan kimseden beklenmeyecek bir sabır, sebat ve gayret beklenmektedir.
Bundan dolayı Yüce Allah: “O halde şeytanın dostları ile savaşın, şüphesiz şeytanın hilesi zayıftır” buyurmaktadır.
Hile
(الكيد), düşmana zarar vermeyi sağlayacak gizli yollar izlemek demektir. Şeytanın hileleri hangi noktaya ulaşırsa ulaşsın şüphesiz son derece zayıftır. En alt dereceden bir hakkın dahi karşısında duramazlar. Allah’ın mü’min kulları lehine onlara karşı kurduğu tuzaklar karşısında da sebat gösteremez.
{أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ قِيلَ لَهُمْ كُفُّوا أَيْدِيَكُمْ وَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ وَآتُوا الزَّكَاةَ فَلَمَّا كُتِبَ عَلَيْهِمُ الْقِتَالُ إِذَا فَرِيقٌ مِنْهُمْ يَخْشَوْنَ النَّاسَ كَخَشْيَةِ اللَّهِ أَوْ أَشَدَّ خَشْيَةً وَقَالُوا رَبَّنَا لِمَ كَتَبْتَ عَلَيْنَا الْقِتَالَ لَوْلَا أَخَّرْتَنَا إِلَى أَجَلٍ قَرِيبٍ قُلْ مَتَاعُ الدُّنْيَا قَلِيلٌ وَالْآخِرَةُ خَيْرٌ لِمَنِ اتَّقَى وَلَا تُظْلَمُونَ فَتِيلًا (77) أَيْنَمَا تَكُونُوا يُدْرِكْكُمُ الْمَوْتُ وَلَوْ كُنْتُمْ فِي بُرُوجٍ مُشَيَّدَةٍ}.
77-
(Önceden) kendilerine:
“(Savaştan) ellerinizi çekin, namazı dosdoğru kılın ve zekâtı verin” denmiş olanları görmedin mi? Onlara savaş farz kılındığını içlerinden bir grup müşriklerden,
Allah’tan korkar gibi hatta daha fazla korktular da: “Rabbimiz niçin savaşmayı bize farz kıldın? Bizi(m savaşmamızı) yakın bir süreye kadar erteleseydin ya?” dediler.
De ki: “Dünya menfaati pek azdır. Ahiret ise takvâ sahibi olanlar için elbette daha hayırlıdır. (Orada) size kıl kadar dahi zulmedilmez.”
#
{77} كان المسلمون إذ كانوا بمكَّة مأمورين بالصَّلاة والزَّكاة؛ أي: مواساة الفقراء، لا الزكاة المعروفة ذات النُّصُب والشُّروط؛ فإنها لم تُفْرَضْ إلاَّ بالمدينة، ولم يؤمروا بجهاد الأعداء لعدَّة فوائدَ:
منها: أن من حكمة الباري تعالى أن يَشْرَعَ لعبادِهِ الشرائعَ على وجهٍ لا يشقُّ عليهم، ويبدأ بالأهمِّ فالأهمِّ والأسهل فالأسهل.
ومنها: أنه لو فُرِضَ عليهم القتالُ مع قلَّة عَددهم وعُددهم وكثرة أعدائهم؛ لأدَّى ذلك إلى اضمحلال الإسلام، فَرُوعِيَ جانبُ المصلحة العُظمى على ما دونِها. ولغير ذلك من الحكم.
وكان بعض المؤمنين يودُّون أن لو فُرِضَ عليهم القتالُ في تلك الحال غير اللائق فيها ذلك، وإنما اللائقُ فيها القيامُ بما أمِروا به في ذلك الوقت من التوحيد والصَّلاة والزَّكاة ونحو ذلك؛ كما قال تعالى: {ولو أنَّهم فَعَلوا ما يُوعَظونَ به لكان خيراً لهم وأشدَّ تَثْبيتاً}، فلمَّا هاجروا إلى المدينة وقَوِيَ الإسلام؛ كُتِبَ عليهم القتال في وقته المناسب لذلك، فقال فريقٌ من الذين يستعجِلون القتال قبل ذلك خوفاً من الناس وضعفاً وخَوَراً: {ربَّنا لِمَ كَتَبْتَ علينا القتالَ}؟ وفي هذا تضجُّرهم واعتراضُهم على الله، وكان الذي ينبغي لهم ضدَّ هذه الحال؛ التسليمَ لأمر الله والصبرَ على أوامره، فعكسوا الأمر المطلوبَ منهم، فقالوا: {لولا أخَّرْتنا إلى أجلٍ قريبٍ}؛ أي: هلاَّ أخَّرْتَ فرضَ القتال مدةً متأخِّرةً عن الوقت الحاضر، وهذه الحال كثيراً ما تعرِضُ لمن هو غير رزينٍ واستعجل في الأمور قبلَ وَقْتِها؛ فالغالبُ عليه أنَّه لا يصبِرُ عليها وقت حُلولها ولا ينوءُ بِحَمْلِها، بل يكونُ قليل الصبرِ.
ثم إنَّ الله وَعَظَهم عن هذه الحال التي فيها التخلُّف عن القتال، فقال: {قُلْ متاعُ الدُّنيا قليلٌ والآخرةُ خيرٌ لِمَن اتَّقى}؛ أي: التمتُّع بلذَّات الدُنيا وراحتها قليلٌ، فَتَحَمُّل الأثقال في طاعة الله في المدَّة القصيرة مما يَسْهُلُ على النفوس ويَخِفُّ عليها؛ لأنها إذا عَلِمَتْ أنَّ المَشَقَّة التي تنالها لا يطول لُبثها؛ هان عليها ذلك؛ فكيف إذا وازنتْ بين الدُّنيا والآخرة، وأنَّ الآخرة خيرٌ منها في ذاتها ولَذَّاتها وزمانها؛ فذاتُها كما ذَكَرَ النبيُّ - صلى الله عليه وسلم - في الحديث الثابت عنه: «إنَّ موضعَ سَوْطٍ في الجنة خيرٌ من الدُّنيا وما فيها» ، ولَذَّاتُها صافيةٌ عن المكدِّرات، بل كلُّ ما خَطَرَ بالبال أو دار في الفكر من تصوُّرِ لَذَّةٍ؛ فَلَذَّةُ الجنة فوقَ ذلك؛ كما قال تعالى: {فلا تعلمُ نفسٌ ما أخفي لهم من قُرَّةِ أعين}، وقال الله على لسان نبيِّه: «أعددتُ لعبادي الصالحين ما لا عينٌ رأت ولا أُذنٌ سمعتْ ولا خَطَرَ على قلب بشر».
وأما لَذَّات الدُّنيا؛ فإنَّها مشوبةٌ بأنواع التنغيص الذي لو قُوبِلَ بين لَذَّاتها وما يقترنُ بها من أنواع الآلام والهُموم والغُموم؛ لم يكن لذلك نسبةٌ بوجهٍ من الوجوه. وأما زمانُها؛ فإنَّ الدُّنيا منقضيةٌ وعمر الإنسان بالنسبة إلى الدُّنيا شيءٌ يسيرٌ، وأما الآخرةُ؛ فإنها دائمة النعيم، وأهلُها خالدون فيها؛ فإذا فكَّر العاقل في هاتين الدارين، وتصوَّر حقيقتهما حقَّ التصوُّر؛ عَرَفَ ما هو أحقُّ بالإيثار والسَّعْي له والاجتهادِ لطلبِهِ، ولهذا قال: {والآخرةُ خيرٌ لمنِ اتَّقى}؛ أي: اتَّقى الشرك وسائر المحرمات. {ولا تُظْلَمون فتيلاً}؛ أي: فسعيُكم للدار الآخرة ستجدونه كاملاً موفراً غير منقوص منه شيئاً.
{78} ثم أخبر أنه لا يُغني حذرٌ عن قدرٍ، وأنَّ القاعد لا يدفع عنه قعودُه شيئاً، فقال: {أينما تكونوا يدرككم الموتُ}؛ أي: في أيِّ زمان وأيِّ مكان. {ولو كنتُم في بروجٍ مُشَيَّدة}؛ أي: قصورٍ منيعةٍ ومنازل رفيعةٍ. وكلُّ هذا حثٌّ على الجهاد في سبيل الله؛ تارةً بالترغيب في فضلِهِ وثوابِهِ، وتارةً بالترهيبِ من عقوبةِ تركِهِ، وتارةً بالإخبارِ أنَّه لا ينفع القاعدين قعودُهم، وتارةً بتسهيل الطريق في ذلك وقصرها.
ثم قال:
{وَإِنْ تُصِبْهُمْ حَسَنَةٌ يَقُولُوا هَذِهِ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ وَإِنْ تُصِبْهُمْ سَيِّئَةٌ يَقُولُوا هَذِهِ مِنْ عِنْدِكَ قُلْ كُلٌّ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ فَمَالِ هَؤُلَاءِ الْقَوْمِ لَا يَكَادُونَ يَفْقَهُونَ حَدِيثًا (78) مَا أَصَابَكَ مِنْ حَسَنَةٍ فَمِنَ اللَّهِ وَمَا أَصَابَكَ مِنْ سَيِّئَةٍ فَمِنْ نَفْسِكَ وَأَرْسَلْنَاكَ لِلنَّاسِ رَسُولًا وَكَفَى بِاللَّهِ شَهِيدًا (79)}.
{78} يخبر تعالى عن الذين لا يعلمونَ، المعرضينَ عمَّا جاءت به الرسلُ، المعارضين لهم أنَّهم إذا جاءتهم حسنةٌ؛ أي: خِصْبٌ وَكَثْرَةُ أموال وتوفُّر أولاد وصحة؛ قالوا: {هذه من عند الله}، وأنَّهم إن أصابتهم سيئةٌ؛ أي: جدبٌ وفقرٌ ومرضٌ وموتُ أولادٍ وأحبابٍ؛ قالوا: {هذه من عندك}؛ أي: بسبب ما جئتنا به يا محمد! تطيَّروا برسول الله - صلى الله عليه وسلم - كما تطيَّر أمثالُهم برسل الله؛ كما أخبر الله عن قوم فرعون أنهم: {إذا جاءتْهُمُ الحسنةُ قالوا لنا هذه وإن تُصِبْهم سيئةٌ يَطَّيَّروا بموسى ومن معهُ}، وقال قومُ صالح: {قالوا اطَّيَّرْنا بك وبَمن معكَ}، وقال قومُ يس لرسلهم: {إنَّا تطيَّرنا بكم لئن لم تَنتَهوا لَنَرْجُمَنَّكم ... } الآية، فلما تشابهتْ قلوبهم بالكفر؛ تشابهتْ أقوالهم وأفعالهم ، وهكذا كلُّ من نَسَبَ حصولَ الشَّرِّ أو زوالَ الخيرِ لما جاءت به الرُّسُل أو لبعضِهِ؛ فهو داخلٌ في هذا الذَّمِّ الوخيم. قال الله في جوابهم: {قل كلٌّ}؛ أي: من الحسنة والسيئة والخير والشر، {من عندِ الله}؛ أي: بقضائِهِ وقَدَرِهِ وخَلْقِهِ. {فمال هؤلاء القوم}؛ أي: الصادر منهم تلك المقالةُ الباطلة، {لا يكادونَ يفقهونَ حديثاً}؛ أي: لا يفهمون حديثاً بالكُلِّيَّة ولا يَقْرَبون من فهمِهِ أو لا يفهمون منه إلاَّ فهماً ضعيفاً. وعلى كلٍّ فهو ذمٌّ لهم وتوبيخ على عدم فهمهم وفقههم عن الله وعن رسوله، وذلك بسبب كفرهم وإعراضهم.
وفي ضمن ذلك مدح مَن يَفْهَمُ عن الله وعن رسوله، والحثُّ على ذلك وعلى الأسباب المعينة على ذلك من الإقبال على كلامِهِما، وتدبُّره وسلوك الطرق الموصلة إليه؛ فلو فَقِهوا عن الله؛ لعلموا أنَّ الخير والشرَّ والحسنات والسيئات كلَّها بقضاء الله وقَدَره، لا يخرج منها شيء عن ذلك، وأنَّ الرسل عليهم الصلاة والسلام لا يكونون سبباً لشرٍّ يحدُث. لا هم ولا ما جاؤوا به؛ لأنَّهم بُعِثوا بمصالح الدُّنيا والآخرة والدين.
{79} ثم قال تعالى: {ما أصابك من حسنة}؛ أي: في الدين والدنيا {فمن الله}: هو الذي مَنَّ بها ويَسَّرَها بتيسير أسبابها، {وما أصابك من سيِّئة}: في الدِّين والدُّنيا {فمن نفسِكَ}؛ أي: بذنوبك وكسبك وما يعفو الله عنه أكثر؛ فالله تعالى قد فَتَحَ لعبادِهِ أبوابَ إحسانِهِ وأمَرَهم بالدُّخول لبرِّهِ وفضلِهِ، وأخبرهم أنَّ المعاصي مانعةٌ من فضلِهِ؛ فإذا فَعَلَها العبد؛ فلا يلومنَّ إلاَّ نفسَه؛ فإنَّه المانعُ لنفسِهِ عن وصول فضل اللهِ وبِرِّهِ.
ثم أخبر عن عموم رسالةِ رسوله محمد - صلى الله عليه وسلم -، فقال: {وأرسلناكَ للنَّاسِ رسولاً وكفى باللهِ شهيداً}: على أنك رسولُ الله حَقًّا بما أيَّدك بنصرِهِ والمعجزاتِ الباهرة والبراهين الساطعةِ؛ فهي أكبر شهادةً على الإطلاق؛ كما قال تعالى: {قلْ أيُّ شيءٍ أكبرُ شهادةً قل اللهُ شهيدٌ بيني وبينَكم}؛ فإذا علم أنَّ الله تعالى كامل العلم تامُّ القدرة عظيم الحكمة وقد أيَّد اللهُ رسولَه بما أيَّده ونَصَرَهُ نصراً عظيماً؛ تيقَّن بذلك أنَّه رسولُ الله، وإلاَّ؛ فلو تقوَّل عليه بعضَ الأقاويل؛ لأخذ منه باليمينِ ثم لَقَطَعَ منه الوتينَ.
77. Müslümanlar Mekke’de bulundukları dönemlerde namaz kılmakla ve zekât vermekle emrolunmuşlardı. Bu, belli bir nisabı ve şartları olan malum zekât değil, fakirleri gözetmek anlamındaki zekâttı. Çünkü bilinen nisab ve şartları ile zekât ancak Medine’de farz kılınmıştır. Ancak o sırada çeşitli sebeplerden ötürü düşmana karşı cihad ile emrolunmamışlardı. Öncelikle Şanı Yüce Allah’ın hikmetlerinden birisi şer’î hükümleri kullarına zor ve ağır gelmeyecek şekilde ayrıca önem ve kolaylık sırasına göre teşrî’ buyurmasıdır. Ayrıca sayılarının, araç ve gereçlerinin az, düşmanlarının ise çok olmasına rağmen o dönemde onlara savaşmak farz kılınmış olsaydı bu, İslâm’ın yok olması sonucunu verirdi. O bakımdan daha büyük olan maslahat, ondan aşağı olana nispetle göz önünde bulundurulmuş ve ona öncelik verilmiştir. Bundan başka pekçok hikmetler de vardır.
İşte bu dönemde kimi mü’minler savaşın uygun düşmediği bu dönemde ve durumda keşke savaş farz kılınsa diye temenni ediyorlardı. Oysa o dönemde uygun olan, yine o vakitte emrolundukları tevhidi, namaz kılmayı, zekâtı ve buna benzer emirleri layık-ı veçhiyle yerine getirmekten ibaretti.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Kendilerine verilen öğütleri yerine getirselerdi elbette haklarında çok hayırlı ve daha bir sebat verici olurdu.” (en-Nisa, 4/66)
Müslümanlar Medine’ye hicret edip İslâm da güçlenince Allah bu iş için uygun zamanda onlara savaşmayı farz kıldı. Bu sefer daha önce savaş emrinin verilmesinde acele gösterenlerden bir kesim, insanlardan korkarak,
zaaf ve gevşeklik göstererek: “Rabbimiz, niçin savaşmayı bize farz kıldın?” demeye koyuldular. Bu ifade, onların bu işten rahatsız olduklarını, Allah’a âdeta itiraz ettiklerini göstermektedir. Oysa onlara yakışan, bu durumun tam zıddı idi. Yani Allah’ın emrine teslimiyet göstermek ve emirlerine karşı sabırlı olmaktı.
Fakat onlar kendilerinden beklenenin aksini yaparak: “Bizi(m savaşmamızı) yakın bir süreye kadar erteleseydin ya?” dediler.” Yani niçin savaşın farz kılınma hükmünü daha sonraki bir zamana bırakmadın? Bu, ağırbaşlı olmayıp işlerde vaktinden önce acelecilik eden kimselere çokça arız olan bir haldir. Bu gibi kimseler çoğunlukla işlerin zamanı geldiğinde onları yerine getirmekte gereken sabrı gösteremez ve bu yükleri gereği gibi taşıyamaz. Aksine dirençleri az olur.
Daha sonra Yüce Allah savaştan geri kalmayı da ihtiva eden bu hallerinden vazgeçmeleri için onlara şöylece öğüt vermektedir:
“De ki: Dünya menfaati pek azdır. Âhiret ise takvâ sahibi olanlar için elbette daha hayırlıdır.” Yani dünyanın lezzet verici şeylerinden ve rahatından yararlanmak az bir şeydir. Kısa bir süre Allah’a itaat uğrunda ağır yüklere katlanmak ise nefislerin karşılaşacağı zorlukları kolaylaştırır ve yüklerini hafifletir. Çünkü nefisler karşı karşıya kaldıkları zorlukların uzun bir süre devam etmeyecek olduğunu bilecek olursa bu zorluklar onlara kolay gelir.
Peki ya nefisler dünya ile âhireti karşılaştıracak ve özüyle olsun lezzet ve ebediliği ile olsun âhiretin dünyadan kat kat üstün olduğunu bilecek olursa ne olur? Özü itibari ile âhiret Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in bir hadisinde sabit olduğu gibi şöyledir: “Cennette bir kamçılık kadar bir yer, dünyadan ve dünyadaki her şeyden daha hayırlıdır” Cennetin lezzetleri, her türlü sıkıntıdan uzaktır. Hatta cennetteki lezzetler insanın hatırına gelen ve onun zihninden geçen her türlü lezzetten çok daha üstündür.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Onlara o işlediklerine mükâfat olmak üzere gözleri aydınlatan ne nimetler gizlendiğini hiç kimse bilemez.” (es-Secde, 32/17) Yine Yüce Allah,
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in dilinden şöyle buyurmaktadır: “Ben salih kullarıma hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir kimsenin hatırından geçirmediği şeyler hazırladım.”
Dünya lezzetlerine gelince bunlar insanın zevkini gölgeleyen çeşitli sıkıntılarla iç içedir. Eğer bu lezzetler ile onlarla birlikte bulunan türlü acılar, gam ve kederler arasında bir mukayese yapılacak olursa, hiçbir bakımdan makul bir oran ortaya çıkmaz. Zamanları itibari ile aralarındaki farka gelince dünya geçicidir. Dünyanın ömrüne nispetle insanın ömrü de pek az bir süredir. Ahiretin ise nimetleri devamlıdır ve cennetlikler orada ebediyyen kalacaklardır.
İşte aklı başında olan bir kimse bu iki yurt hakkında düşünecek ve her ikisinin de gerçek mahiyetini gereği gibi kavrayacak olursa hangisinin tercih edilmeye değer olduğunu, ne için çalışıp çabalamak ve neyi elde etmek için gayret göstermek gerektiğini çok iyi tespit eder.
Bundan dolayı Yüce Allah: “Âhiret ise takvâ sahibi olanlar için” yani şirkten ve diğer haramlardan sakınan kimseler için
“elbette daha hayırlıdır. (Orada) size kıl kadar dahi zulmedilmez.” Yani âhiret yurdu için göstereceğiniz çaba ve gayretlerinizin karşılığını, hiçbir eksiklik söz konusu olmaksızın tam ve mükemmel olarak alacaksınız.
﴾ أَيۡنَمَا تَكُونُواْ يُدۡرِككُّمُ ٱلۡمَوۡتُ وَلَوۡ كُنتُمۡ فِي بُرُوجٖ مُّشَيَّدَةٖۗ وَإِن تُصِبۡهُمۡ حَسَنَةٞ يَقُولُواْ هَٰذِهِۦ مِنۡ عِندِ ٱللَّهِۖ وَإِن تُصِبۡهُمۡ سَيِّئَةٞ يَقُولُواْ هَٰذِهِۦ مِنۡ عِندِكَۚ قُلۡ كُلّٞ مِّنۡ عِندِ ٱللَّهِۖ فَمَالِ هَٰٓؤُلَآءِ ٱلۡقَوۡمِ لَا يَكَادُونَ يَفۡقَهُونَ حَدِيثٗا 78
﴿
78- Nerede olursanız olun, ölüm sizi bulacaktır. Yüksek kaleler içinde olsanız bile. Eğer onlara bir iyilik dokunursa: “Bu, Allah’tandır” derler. Şâyet onlara bir kötülük dokunursa: “Bu sendendir” derler. De ki: “Hepsi Allah’tandır.” Böyle iken bunlara ne oluyor ki hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar?
78. Yüce Allah tedbirin takdire karşı bir fayda sağlamayacağını ve oturan kimsenin oturmasının kendisine gelebilecek hiçbir zararı önleyemeyeceğini haber vererek şöyle buyurmaktadır: “Nerede olursanız olun” hangi zaman ve mekânda bulunursanız bulunun “ölüm sizi bulacaktır. Yüksek kaleler içinde” oldukça sağlam saraylarda ve son derece yüksek meskenlerde “olsanız bile.”
Bütün bunlar Allah yolunda cihada bir teşviktir. Bu meyanda kimi zaman cihadın fazilet ve mükâfatı zikredilerek teşvikte bulunulmakta, kimi zaman da cihadı terkin cezası belirtilerek korkutulmakta, kimi zaman da oturanlara oturmanın fayda sağlamayacağı haber verilmekte, kimi zaman da bu yolun kolaylığı ve kısalığı bildirilmektedir.
Daha sonra Yüce Allah, peygamberlerin getirdiklerinden yüz çeviren, onlara karşı çıkan cahillerden şöylece haber vermektedir: “Eğer onlara bir iyilik dokunursa” yani bolluk, pek çok mal, evlat ve sağlık erişecek olursa “bu Allah’tandır” derler. “Şâyet onlara bir kötülük dokunursa” yani kuraklık, fakirlik, hastalık, çocukların ve sevilenlerin ölümü isabet edecek olursa bu sefer: “Bu sendendir, derler.” Yani senin bize getirdiklerin sebebi iledir, ey Muhammed! diyerek Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in uğursuz olduğunu ileri sürerler. Tıpkı onların benzerlerinin de daha önce Allah’ın peygamlerinin uğursuzluklarını ileri sürdükleri gibi. Nitekim Yüce Allah Firavun’un kavminden şöyle haber vermektedir: “Fakat onlara iyilik geldiğinde: Bu zaten bizim hakkımızdır dediler. Eğer kendilerine bir fenalık gelirse, Mûsâ ve beraberindekilerin uğursuzluğu olarak kabul ederlerdi.” (el-A’raf, 7/131) Salih’in kavmi de: “Sen ve sana uyanlar bize uğursuzluk getirdiniz.” (en-Neml, 27/47) demişlerdi. Yasin Sûresi’nde sözü geçen kavim de kendilerine gelen elçilere şöyle demişlerdi: “Gerçekten biz sizi uğursuz belledik, şâyet vazgeçmezseniz sizi elbette taşlarız...” (Yasin, 36/18)
Küfür ile kalpleri birbirine benzediğinden dolayı söz ve davranışları da birbirine benzemiştir. İşte kötülüğün meydana gelmesini yahut hayrın sona ermesini, peygamberlerin getirdiklerine veya onların bir kısmına nispet eden herkes bu oldukça vahim yerginin kapsamına girmektedir.
Yüce Allah onlara cevaben şöyle buyurmaktadır: “De ki: Hepsi” iyilik olsun, kötülük olsun, hayır olsun, şer olsun, “Allah’tandır.” O’nun kaza ve kaderi ile yaratması ile meydana gelir. “Böyle iken bunlara” şu batıl sözü söyleyen kimselere “ne oluyor ki hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar?” Hiçbir sözü anlamıyorlar, onu anlama noktasına dahi yaklaşamıyorlar. Yahut da ondan ancak oldukça az şeyleri anlayabiliyorlar. Hangisi olursa olsun bu ifade ile onlar, anlamamaları ve Allah’tan geleni de peygamberinden geleni de kavrayamamaları dolayısı ile yerilmektedirler, azarlanmaktadırlar. Buna sebep ise onların küfür ve yüz çevirmeleridir.
Bu yergide zımnen Allah’tan ve Rasûlünden gelenleri kavrayan kimseler övülmekte, bu doğrultuda çalışmak ve bunu sağlayacak yollar teşvik edilmektedir ki Allah ve Rasûlünün sözlerine yönelmek, bunlar üzerinde dikkatle düşünmek ve bunlara ulaştıracak yolları izlemek bu yollar arasındadır. Eğer Allah’tan geleni gereği gibi anlayıp kavrayacak olurlarsa hayrın da şerrin de iyiliklerin de kötülüklerin de tamamıyla Allah’ın kaza ve kaderi ile olduğunu, bunlardan hiçbir şeyin bunun dışında kalmadığını bileceklerdi. Peygamberler ise başlarına gelen bir kötülüğün sebebi olmadıkları gibi, onların getirdikleri de buna sebep değildir. Çünkü peygamberler hem dünya hem âhireti hem de dinin maslahatlarını gerçekleştirmek üzere gönderilmişlerdir. Bundan sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
﴾ مَّآ أَصَابَكَ مِنۡ حَسَنَةٖ فَمِنَ ٱللَّهِۖ وَمَآ أَصَابَكَ مِن سَيِّئَةٖ فَمِن نَّفۡسِكَۚ وَأَرۡسَلۡنَٰكَ لِلنَّاسِ رَسُولٗاۚ وَكَفَىٰ بِٱللَّهِ شَهِيدٗا 79 ﴿
79- Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Sana gelen her fenalık da kendindendir. Seni insanlara bir peygamber olarak gönderdik. Şahit olarak Allah yeter.
79.
“Sana gelen” din ve dünyaya dair
“her iyilik Allah’tandır.” Onu lütfeden ve onu gerçekleştirmenin sebeplerini kolaylaştırarak onu da kolaylaştıran O’dur.
“Sana gelen” din ve dünyaya dair
“her fenalık da kendindendir.” Senin günahların ve senin kazandıkların sebebi iledir. Allah’ın affedip bağışladıkları ise daha çoktur. Şanı Yüce Allah ihsanının kapılarını kullarının önünde açmış ve onlara bu kapılardan girmelerini emretmiştir. Çünkü O, kullarına karşı mehametlidir, lütufkârdır. Onlara işleyecekleri masiyetlerin lütfuna engel olacağını haber vermiştir. O bakımdan kul, bu masiyetleri işleyecek olursa kendinden başka kimseyi kınamamalıdır. Çünkü Allah’ın lütuf ve ihsanının kendisine ulaşmasını engelleyen kendisidir.
Daha sonra Yüce Allah,
Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’in risaletinin herkesi kapsadığını haber vererek şöyle buyurmaktadır: “Seni insanlara bir peygamber olarak gönderdik. Şahit olarak Allah yeter.” Senin Allah’ın gerçek Rasûlü olduğuna; yardımıyla, göz kamaştırıcı mucizelerle ve açık seçik delillerle seni desteklemek sureti ile Allah’ın buna şahitlik etmesi yeterlidir. Çünkü kayıtsız ve şartsız olarak en büyük şahitlik, O’nun şahitliğidir.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “De ki: Kimin şahitliği en büyüktür? De ki: Benim ve sizin aranızda Allah şahittir.” (el-En’âm, 6/19)
Yüce Allah’ın ilminin kamil, kudretinin tam, hikmetinin pek büyük olduğu bilindiğine göre ve Allah Rasûlünü bilinen şekilde destekleyip ona çok büyük bir yardım ihsan ettiğine göre bütün bunlar, onun Allah’ın Rasûlü olduğunu kesin olarak ortaya koyar. Aksi takdirde Yüce Allah’a karşı bir takım yalanlar uyduracak olsaydı elbette Allah, bu yaptığına ceza olarak onu azaba uğratır ve sonra da onun şah damarını kopartırdı.
{مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ أَطَاعَ اللَّهَ وَمَنْ تَوَلَّى فَمَا أَرْسَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَفِيظًا (80) وَيَقُولُونَ طَاعَةٌ فَإِذَا بَرَزُوا مِنْ عِنْدِكَ بَيَّتَ طَائِفَةٌ مِنْهُمْ غَيْرَ الَّذِي تَقُولُ وَاللَّهُ يَكْتُبُ مَا يُبَيِّتُونَ فَأَعْرِضْ عَنْهُمْ وَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ وَكَفَى بِاللَّهِ وَكِيلًا (81)}.
80- Peygambere itaat eden, gerçekte Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse zaten biz seni onların üzerine bir bekçi göndermedik.
81-
“İtaat ederiz” derler. Fakat yanından ayrılınca içlerinden bir grup, söylediklerinin aksine geceleyin plan kurarlar. Allah onların geceleyin kurdukları planı yazmaktadır. Artık onlardan yüz çevir ve Allah’a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter.
#
{80} أي: كلُّ من أطاع رسول الله في أوامره ونواهيه؛ {فقد أطاع الله} تعالى؛ لكونِهِ لا يأمر ولا ينهى إلا بأمر الله وشرعه ووحيه وتنزيله، وفي هذا عصمةُ الرسول - صلى الله عليه وسلم -؛ لأنَّ الله أمر بطاعتِهِ مطلقاً؛ فلولا أنَّه معصومٌ في كلِّ ما يبلِّغ عن الله؛ لم يأمرْ بطاعتِهِ مطلقاً وَيمدَحْ على ذلك، وهذا من الحقوق المشتركة؛ فإنَّ الحقوق ثلاثةٌ: حقٌّ لله تعالى لا يكونُ لأحدٍ من الخَلْق، وهو عبادةُ الله والرغبةُ إليه وتوابع ذلك؛ وقسمٌ مختصٌّ بالرسول، وهو التعزيرُ والتوقيرُ والنُّصرةُ. وقسمٌ مشترك، وهو الإيمان بالله ورسولِهِ ومحبتُهما وطاعتُهما؛ كما جَمَعَ الله بين هذه الحقوق في قوله: {لِتُؤْمنوا بالله ورسوله وتعزِّروهُ وتوقِّروه وتسبِّحوه بكرةً وأصيلاً}؛ فمَنْ أطاع الرسول؛ فقد أطاع الله، وله من الثواب والخير ما رُتِّب على طاعة الله. {ومَن تولَّى}: عن طاعة الله ورسولِهِ؛ فإنه لا يضرُّ إلا نفسَه، ولا يضرُّ الله شيئاً. {فما أرسلناك عليهم حفيظاً}؛ أي: تحفظ أعمالَهم وأحوالَهم، بل أرسلناك مبلِّغاً ومبيِّناً وناصحاً، وقد أديتَ وظيفتكَ ووَجَبَ أجرُك على الله، سواءٌ اهتدَوا أم لم يهتدُوا؛ كما قال تعالى: {فَذَكِّرْ إنَّما أنت مُذَكِّرٌ لستَ عليهم بمصيطرٍ ... } الآية.
80. Yani kim Allah Rasûlünün emir ve yasaklarına itaat ederse
“gerçekte” yüce “Allah’a itaat etmiş olur.” Çünkü Allah’ın peygamberi ancak Allah’ın emri, şeriatı, vahyi ve ona indirdiği hükümler gereğince emreder ve bu doğrultuda yasaklar koyar.
Bu buyruk aynı zamanda Allah Rasûlünün ismet sıfatını da ihtiva etmektedir. Çünkü Allah ona itaati mutlak
(kayıtsız ve şartsız) olarak emretmektedir. Eğer o Allah’tan tebliğlerinin tümünde masum olmasaydı Yüce Allah da ona mutlak itaati emretmez ve bundan dolayı peygamberinden övgü ile söz etmezdi.
Bu, itaat müşterek haklardandır.
Şöyle ki haklar üç türlüdür: Yüce Allah’a ait olan ve yaratılmışlardan hiçbir kimseye ait olmayan hak. Bu, Allah’a ibâdet etmek, O’na yönelmek ve buna bağlı diğer hususlardır. Bir kısım haklar da Allah Rasûlüne has haklardır. Bunlar ise ona gereken saygı, tazim ve desteği göstermektir. Bir kısım haklar da ortaktır ki bunlar da Allah’a ve Rasûlüne iman, onları sevmek ve onlara itaat etmektir.
Nitekim Yüce Allah bu hakları şu buyruğunda bir arada dile getirmektedir: “Allah’a ve Rasûlüne iman edesiniz, ona yardım edesiniz, onu büyük tanıyasınız ve sabah akşam O’nu tesbih edesiniz diye.” (el-Feth, 48/9) Buna göre kim Allah’ın peygamberine itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur ve Allah’a itaate karşılık vereceğini bildirdiği mükâfat ve hayırları da Allah ona ihsan eder.
“Kim de” Allah ve Rasûlüne itaat etmekten “yüz çevirirse” böyle bir kimse ancak kendisine zarar vermiş olur, Yüce Allah’a hiçbir şekilde zarar vermiş olmaz.
“Zaten biz seni onların üzerine bir bekçi” amellerini ve hallerini tespit edici olarak
“göndermedik.” Aksine biz seni vahyi tebliğ eden, açıklayan ve samimiyetle öğüt veren bir kimse olarak gönderdik. Sen görevini eksiksiz yerine getirdiğine göre -onlar ister hidâyet bulsunlar, ister hidâyet bulmasınlar- ecrini vermek de Allah’a aittir.
Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Artık sen hatırlat. Sen ancak bir hatırlatıcısın. Üzerlerine musallat olan bir zorba değilsin.” (el-Ğaşiye, 88/21-22)
#
{81} ولا بدَّ أن تكون طاعةُ الله ورسولِهِ ظاهراً وباطناً في الحضرة والمغيبِ، فأمّا من يُظْهِرُ في الحضرة الطاعةَ والالتزامَ؛ فإذا خلا بنفسِهِ أو أبناء جنسِهِ؛ تَرَكَ الطاعة وأقبل على ضِدِّها؛ فإنَّ الطاعة التي أظهرها غيرُ نافعةٍ ولا مفيدةٍ، وقد أشبهَ مَن قال الله فيهم: {ويقولونَ طاعةٌ}؛ أي: يظهِرونَ الطاعةَ إذا كانوا عندك؛ {فإذا بَرَزوا من عندِكَ}؛ أي: خرجوا وخَلَوا في حالة لا يُطَّلع فيها عليهم، {بَيَّت طائفةٌ منهم غير الذي تقول}؛ أي: بيَّتوا ودبَّروا غير طاعتِك ولا ثمَّ إلا المعصية. وفي قوله: {بَيَّتَ طائفةٌ منهم غيرَ الذي تقول}: دليلٌ على أنَّ الأمر الذي استقرُّوا عليه غيرُ الطاعة؛ لأنَّ التبييت تدبيرُ الأمر ليلاً على وجهٍ يستقرُّ عليه الرأي. ثم توعَّدهم على ما فَعلوا، فقال: {والله يكتُبُ ما يُبَيِّتونَ}؛ أي: يحفظه عليهم وسيجازيهم عليه أتمَّ الجزاء؛ ففيه وعيدٌ لهم. ثم أمر رسوله بمقابلتهم بالإعراض وعدم التعنيف؛ فإنهم لا يضرُّونه شيئاً إذا توكَّل على الله واستعان به في نصر دينِهِ وإقامة شرعِهِ، ولهذا قال: {فأعرِضْ عنهم وتوكَّل على الله وكفى باللهِ وكيلاً}.
81. Allah’a ve Rasûle itaatın zahiren ve batınen, başkaları görse de görmese de yerine getirilmesi gerekir. Şayet biri başkalarının önünde itaat ve bağlılık gösterir de kendi başına kalınca yahut kendisi gibilerle başbaşa olunca itaati bir kenara bırakıp onun zıddını işleyecek olursa, hiç şüphesiz onun zahiren ortaya koyduğu itaat hiçbir fayda sağlamaz.
Böyle biri Yüce Allah’ın haklarında şöyle buyurduğu kimselere benzemiş olur:
“İtaat ederiz, derler” yanında bulunduklarında itaat ettiklerini açığa vururlar
“fakat yanından ayrılınca” yanından çıkıp gittikten sonra kimsenin kendilerini görmediği bir halde yalnız kaldıklarında
“içlerinden bir grup söylediklerinin aksine geceleyin plan kurarlar.” Yani sana itaate uygun olmayan planlar düzerler ve bu kurdukları planlarında sana isyandna başka bir şeyi de söz konusu etmezler.
Yüce Allah’ın: “İçlerinden bir grup söylediklerinin aksine geceleyip plan kurarlar” buyruğunda onların asıl özelliklerinin itaat olmadığına delil vardır. Çünkü âyet-
i kerimede geçen: “بيَّت” bir işi karara bağlamak üzere geceleyin görüşmek demektir.
Daha sonra Yüce Allah bu yaptıkları dolayısı ile onlara tehditte bulunarak: “Allah onların geceleyin kurdukları planlarını yazımaktadır” buyurmaktadır. Yani onların aleyhine olmak üzere bunu tespit ediyor ve tam anlamı ile bu yaptıklarının cezasını onlara pek yakında verecektir. O bakımdan bu buyrukta onlara bir tehdit söz konusudur.
Sonra Yüce Allah, Rasûlüne böylelerine onlardan yüz çevirmekle ve onları azarlama yoluna gitmemekle karşılık vermesini emretmektedir. Çünkü kendisi Yüce Allah’a tevekkül edip, dininin zafere ulaşması, şeriatının uygulanması konusunda yalnız O’ndan yardım isteyecek olursa, böylelerinin ona en ufak bir zararı olmaz.
Bundan dolayıdır ki: “Artık onlardan yüz çevir ve Allah’a tevekkül et. Vekil olarak Allah yeter” buyurmaktadır.
{أَفَلَا يَتَدَبَّرُونَ الْقُرْآنَ وَلَوْ كَانَ مِنْ عِنْدِ غَيْرِ اللَّهِ لَوَجَدُوا فِيهِ اخْتِلَافًا كَثِيرًا (82)}.
82- Hâlâ Kur’ân’ı gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o Allah’tan başkasından gelseydi elbette içinde birbirini tutmayan birçok şeyler bulurlardı.
#
{82} يأمر تعالى بتدبُّر كتابه، وهو التأمُّل في معانيه وتحديق الفكر فيه وفي مبادئِهِ وعواقبه ولوازم ذلك؛ فإنَّ في تدبُّر كتاب الله مفتاحاً للعلوم والمعارف، وبه يُسْتَنْتَجُ كلُّ خير وتستخرجُ منه جميعُ العلوم، وبه يزداد الإيمان في القلب وترسَخُ شجرته؛ فإنَّه يعرِّف بالربِّ المعبود وما له من صفات الكمال وما يُنَزَّهُ عنه من سماتِ النقص، ويعرِّف الطريقَ الموصلة إليه وصِفَةَ أهلها وما لهم عند القدوم عليه، ويعرِّف العدوَّ الذي هو العدوُّ على الحقيقة والطريقَ الموصلة إلى العذاب وصفة أهلها وما لهم عند وجود أسباب العقاب. وكلَّما ازداد العبد تأمُّلاً فيه؛ ازداد علماً وعملاً وبصيرةً، لذلك أمر الله بذلك وحثَّ عليه وأخبر أنه هو المقصود بإنزال القرآن؛ كما قال تعالى: {كتابٌ أنزلناه إليك مُبارَكٌ ليدَّبَّروا آياتِهِ وليتذكَّرَ أُولو الألبابِ}؛ وقال تعالى: {أفلا يتدبَّرون القرآن أم على قُلوبٍ أقفالُها}.
ومن فوائدِ التدبُّر لكتاب الله أنَّه بذلك يصل العبدُ إلى درجة اليقين والعلم بأنَّه كلام الله؛ لأنَّه يراه يصدِّق بعضُه بعضاً، ويوافق بعضُه بعضاً، فترى الحِكَمَ والقصةَ والإخبارات تُعاد في القرآن في عِدَّة مواضع، كلُّها متوافقة متصادقة، لا ينقُض بعضُها بعضاً؛ فبذلك يُعلم كمال القرآن، وأنَّه من عند مَن أحاط علمُهُ بجميع الأمور؛ فلذلك قال تعالى: {ولو كانَ مِن عندِ غيرِ الله لوجدوا فيه اختلافاً كثيراً}؛ أي: فلما كان من عند الله، لم يكن فيه اختلافٌ أصلاً.
82. Yüce Allah, Kitab-ı Kerîm’i üzerinde
“tedebbür” etmeyi emretmektedir. (Mealde “gereği gibi düşünmek” anlamı verilen)
“tedebbür/تدبر”, Kur’ân’ın anlamları üzerinde dikkatle düşünmek, bu konuda düşüncelerini odaklaştırmak, onun temel esasları, sonuçları ve bunların gerekleri üzerinde kafa yormak demektir.
Yüce Allah’ın Kitabı üzerinde gereği gibi düşünmek, ilim ve marifetlerin anahtarıdır. Her türlü hayır böylelikle elde edilir ve bütün ilimler bu yolla oradan çıkartılır. Bu yolla kalbin imanı artar ve iman ağacı daha derinlere kök salar. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm mabudumuz olan Rabbimizi, O’nun kemal sıfatlarını tanıtmakta, O’nun her türlü eksiklikten münezzeh olduğunu anlatmaktadır. Ona ulaştıran yolu, bu yolu izleyenlerin niteliklerini ve Rablerinin huzuruna varacaklarında karşılaşacakları mükâfatları öğretmektedir. Gerçek düşmanı, azaba götüren yolu, azabı hak edenlerin niteliklerini ve azabın sebeplerinin gerçekleşmesi halinde karşı karşıya kalacakları durumları da öğretmektedir.
Kul bu Kitab-ı Kerîm üzerinde ne kadar dikkatle düşünürse ilmi ameli ve basireti de o oranda artar. Bundan dolayı Yüce Allah bu şekilde düşünmeyi emretmekte, bunu teşvik etmektedir. Kur’ân’ın indirilmesinden maksadın bu olduğunu da haber vermektedir.
Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Bu; âyetlerini düşünsünler, olgun akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz hayır ve bereketi bol bir kitaptır.” (Sad, 38/29);
“Onlar Kur’ân’ı iyiden iyiye düşünmezler mi? Yoksa kalbleri üzerinde kilitler mi var?” (Muhammed, 47/24)
Allah’ın Kitabı üzerinde gereği gibi düşünmenin sağladığı faydalardan birisi de bu yolla kulun yakîn derecesine ve onun Allah’ın kelamı olduğuna dair kesin bilgi sahibi olma noktasına ulaşmasıdır. Çünkü o, bu Kitabın bir bölümünün diğerlerini tasdik ettiğini ve bir bölümünün diğerine uygun düştüğünü yakinen görür. Kur’ân-ı Kerîm’de hikmetlerin, kıssaların ve haberlerin birkaç yerde tekrarlandığını görüyoruz. Hepsi de birbirine uygun ve birbiri ile örtüşmektedir. Biri diğeri ile çelişmemektedir. Bununla Kur’ân-ı Kerîm’in kemâline ve onun, ilmi ile her şeyi kuşatan tarafından geldiği kesin olarak anlaşılır.
Bundan dolayı Yüce Allah: “Eğer o Allah’tan başkasından gelseydi elbette içinde birbirini tutmayan birçok şeyler bulurlardı” buyurmaktadır. Yani bu Kur’ân-ı Kerîm, Allah tarafından geldiğinden ötürü onda hiçbir şekilde birbirini tutmayan, birbirine uymayan şeyler bulunmamaktadır.
{وَإِذَا جَاءَهُمْ أَمْرٌ مِنَ الْأَمْنِ أَوِ الْخَوْفِ أَذَاعُوا بِهِ وَلَوْ رَدُّوهُ إِلَى الرَّسُولِ وَإِلَى أُولِي الْأَمْرِ مِنْهُمْ لَعَلِمَهُ الَّذِينَ يَسْتَنْبِطُونَهُ مِنْهُمْ وَلَوْلَا فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ لَاتَّبَعْتُمُ الشَّيْطَانَ إِلَّا قَلِيلًا (83)}.
83- Kendilerine güven veya korkuya dair bir haber geldiğinde onu hemen yayıverirler. Hâlbuki onu Rasûle ve içlerinden emir sahiplerine götürmüş olsalardı, içlerinden işin iç yüzünü araştırıp çıkaranlar, onun ne olduğunu elbette bilirlerdi. Allah’ın üzerinizdeki lütfu ve rahmeti olmasaydı pek azınız müstesna şeytana uymuş gitmiştiniz.
#
{83} هذا تأديبٌ من الله لعبادِهِ عن فعلهم هذا غير اللائق، وأنه ينبغي لهم إذا جاءهم أمرٌ من الأمور المهمَّة والمصالح العامَّة ما يتعلَّق بالأمن وسرور المؤمنين أو بالخوف الذي فيه مصيبةٌ عليهم أن يتثبَّتوا ولا يستعجِلوا بإشاعة ذلك الخبر، بل يردُّونه إلى الرسول وإلى أولي الأمر منهم أهل الرأي والعلم والنُّصح والعقل والرزانة الذين يعرفونَ الأمور ويعرفون المصالح وضدَّها؛ فإنْ رأوا في إذاعته مصلحة ونشاطاً للمؤمنين وسروراً لهم وتحرُّزاً من أعدائِهِم؛ فعلوا ذلك، وإن رأوا [أنه ليس] فيه مصلحةٌ، أو فيه مصلحة ولكن مضرَّته تزيد على مصلحتِهِ؛ لم يذيعوهُ. ولهذا قال: {لَعَلِمَهُ الذين يستنبطونَه منهم}؛ أي: يستخِرجونه بفِكْرهم وآرائهم السَّديدة وعلومهم الرشيدة.
وفي هذا دليلٌ لقاعدةٍ أدبيَّة، وهي أنه إذا حَصَلَ بحثٌ في أمر من الأمور؛ ينبغي أن يُوَلَّى مَن هو أهلٌ لذلك، ويُجْعَلَ إلى أهله، ولا يُتَقَدَّم بين أيديهم؛ فإنه أقرب إلى الصواب وأحرى للسلامة من الخطأ.
وفيه النهي عن العجلة والتسرُّع لنشر الأمور من حين سماعها، والأمر بالتأمُّل قبل الكلام والنظر فيه؛ هل هو مصلحةٌ فيقْدِمُ عليه الإنسان أم لا فيُحْجِمُ عنه؟
ثم قال تعالى: {ولولا فضلُ الله عليكم ورحمتُهُ}؛ أي: في توفيقِكم وتأديبِكم وتعليمِكم ما لم تكونوا تعلمون، {لاتَّبعتم الشيطانَ إلَّا قليلاً}؛ لأنَّ الإنسان بطبعِهِ
ظالمٌ جاهلٌ فلا تأمرُهُ نفسُه إلاَّ بالشَّرِّ؛ فإذا لجأ إلى ربِّه، واعتصم به، واجتهدَ في ذلك؛ لَطَفَ به ربُّه، ووفَّقه لكلِّ خيرٍ، وعصمَه من الشيطان الرجيم.
83. Bu buyrukla Yüce Allah kullarının, bu tür yakışmayan davranışlardan uzak kalmalarını isteyerek onları tedip etmektedir. Şöyle ki onlara önemli işlere ve kamu maslahatına ait güvenliği ilgilendiren ve mü’minlerin sevinmesini geretiren yahut da onlar aleyhinde bir musibetin söz konusu olduğu korku doğuran bir haber kendilerine ulaştığında onu iyice araştırmaları ve bu haberi yaymakta acele etmemeleri gerekir. Aksine onu Allah Rasûlüne ve aralarındaki
“emir sahiplerine”, yani ilim, nasihat, akıl, vakar sahiplerinden olup işlerin iç yüzlerini, neyin maslahat olduğunu, neyin de maslahata aykırı olduğunu bilen kimselere götürmelidirler. İşte bunlar bu haberin yayılmasında bir maslahat, mü’minleri gayrete getirecek bir özellik, onları sevindirecek bir taraf, düşmanlarından korunmayı gerektirecek bir yön görecek olurlarsa onu yayarlar. Şâyet bunda bir maslahat görmez yahut maslahat görmekle birlikte zararının maslahatından büyük olduğunu görürlerse o takdirde o haberi yaymazlar.
Bundan dolayı Yüce Allah: “İçlerinden işin içyüzünü araştırıp çıkaranlar onun ne olduğunu elbette bilirlerdi” buyurmaktadır. Yani doğru işleyen fikir ve görüşleri, doğru yöndeki bilgileri ile onu çıkartabilenler, sonuçlandırabilenler bunu bilirlerdi, demektir.
Bu buyrukta oldukça yol gösterici bir kaideye delil vardır.
O da şudur: Herhangi bir mesele hakkında bir araştırma gerekecek olursa bununla, o işe ehil olan kimselerin görevlendirilmesi, bu konunun uzman kimselere verilmesi ve onların önüne geçilmemesi gerekir. Çünkü böylesi doğruyu bulmaya ve hatadan uzak kalmaya daha uygundur.
Ayrıca bu buyrukta herhangi bir hususun işitilir işitilmez etrafa yayılması konusunda aceleci davranmak da yasaklanmakta, konuşmadan önce dikkatle düşünüp taşınmak da emredilmektedir. Böylelikle söylenecek sözün maslahata uygun olup olmadığına bakılır ve ondan sonra konuşulup konuşulmayacağına karar verilir.
Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın üzerinizdeki lütfu ve rahmeti” size bilmediklerinizi öğretmesi, muvaffakiyet vermesi ve sizi güzel edeblerle tedip etmesi söz konusu
“olmasaydı, pek azınız müstesna şeytana uymuş gitmiştiniz.” Çünkü insan tabiatı itibari ile zalim ve cahildir. Nefsi ona kötülükten başka bir şey emretmez. Ama Rabbine sığınacak, O’na bağlanacak ve bu konuda bütün gayretini ortaya koyacak olursa, Rabbi de ona lütufta bulunur, her türlü hayra onu muvaffak kılar ve kovulmuş şeytandan onu korur.
{فَقَاتِلْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ لَا تُكَلَّفُ إِلَّا نَفْسَكَ وَحَرِّضِ الْمُؤْمِنِينَ عَسَى اللَّهُ أَنْ يَكُفَّ بَأْسَ الَّذِينَ كَفَرُوا وَاللَّهُ أَشَدُّ بَأْسًا وَأَشَدُّ تَنْكِيلًا (84)}.
84- O halde Allah yolunda savaş. Sen ancak kendinden sorumlusun. Mü’minleri de teşvik et. Umulur ki Allah kâfirlerin baskısını önler. Allah kahrı daha çetin olandır, ibret alınacak cezası da daha şiddetlidir.
#
{84} هذه الحالة أفضل أحوال العبد؛ أن يجتهدَ في نفسه على امتثال أمر الله من الجهاد وغيره، ويحرِّض غيره عليه، وقد يعدم في العبد الأمران أو أحدهما؛ فلهذا قال [اللهُ] لرسوله: {فقاتِلْ في سبيل الله لا تُكَلَّفُ إلا نفسَك}؛ أي: ليس عليك قدرة على غير نفسك، فلن تُكَلَّفَ بفعل غيرك. {وحرِّضِ المؤمنين} على القتال، وهذا يشمل كلَّ أمر يحصُل به نشاط المؤمنين وقوَّة قلوبهم؛ من تقويتهم، والإخبار بضَعْف الأعداء وفشلهم، وبما أعدَّ الله للمقاتلين من الثواب، وما على المتخلِّفين من العقاب؛ فهذا وأمثاله كلُّه يدخُل في التحريض على القتال. {عسى الله أن يكفَّ بأس الذين كفروا}؛ أي: بقتالِكم في سبيل الله وتحريض بعضِكم بعضاً. {والله أشدُّ بأساً}؛ أي: قوة وعزَّة، {وأشدُّ تنكيلاً}: بالمذنب في نفسه وتنكيلاً لغيره؛ فلو شاء تعالى؛ لانتصر من الكفار بقوَّته، ولم يجعلْ لهم باقيةً، ولكن من حكمتِهِ يبلو بعض عبادِهِ ببعض؛ ليقوم سوق الجهاد، ويحصُل الإيمان النافع إيمان الاختيار لا إيمان الاضطرار، والقَهْر الذي لا يفيدُ شيئاً.
84. Kulun en faziletli hali, bütün gayreti ile cihad etmesi, Allah’ın diğer emirlerini yerine getirmeye çalışması ve başkasını da buna teşvik etmesidir. Kişide bazen bu iki özellik ya da ikisinden birisi bulunmayabilir.
O bakımdan Yüce Allah Rasûlüne hitaben şöyle demektedir: “O halde Allah yolunda savaş. Sen ancak kendinden sorumlusun” Yani kendinden başkasına güç yetiremezsin, sen başkalarının yapmaları gereken şeylerle mükellef değilsin..
“Mü’minleri de” cihada
“teşvik et!” Bu teşvik ise mü’minlerin gayrete gelmelerini, kalplerinin metanet kazanmasını sağlayabilecek her türlü hususu kapsar. Onların maneviyatını güçlendirmek, düşmanların zayıflıklarını ve dağınıklıklarını haber vermek, Allah yolunda savaşanlara hazırlanmış mükâfatları, savaştan geri kalanlara da hazırlanmış cezaları anlatmak ve benzeri bütün hususlar savaşa teşvikin kapsamına girmektedir.
“Umulur ki Allah” Allah yolunda savaşmanız ve bu uğurda birbirinizi teşvik etmeniz sayesinde
“o kâfirlerin baskısını önler. Allah, kahrı” gücü ve izzeti
“daha çetin olandır. İbret alınacak cezası da daha şiddetlidir.” Gühahkârın bizzat şahsına vereceği cezası ile başkalarının ibret almasını sağlaması daha çetindir. Eğer Yüce Allah dilerse kendi gücü ile kâfirlerden intikam alır ve onlardan hiçbir şey geri bırakmaz. Ancak kullarınının kimisini kimisi ile sınaması, O’nun hikmetinin bir gereğidir. Böylelikle cihad pazarı kurulsun ve hiçbir şekilde fayda sağlamayacak olan mecburiyet halindeki iman değil de insanın kendi iradesi ile tercih edeceği faydalı iman da tahakkuk edebilsin.
{مَنْ يَشْفَعْ شَفَاعَةً حَسَنَةً يَكُنْ لَهُ نَصِيبٌ مِنْهَا وَمَنْ يَشْفَعْ شَفَاعَةً سَيِّئَةً يَكُنْ لَهُ كِفْلٌ مِنْهَا وَكَانَ اللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ مُقِيتًا (85)}.
85- Kim güzel bir işe şefaat ederse ondan kendisine bir pay vardır. Kim de kötü bir işe şefaat ederse ondan da kendisine bir pay vardır. Allah her şeye kadir ve şahittir.
#
{85} المراد بالشفاعة هنا المعاونةُ على أمرٍ من الأمور؛ فمنْ شَفَعَ غيرَهُ وقام معه على أمرٍ من أمور الخير ومنه الشفاعة للمظلومين لمن ظلمهم؛ كان له نصيبٌ من شفاعته بحسب سعيه وعمله ونفعه، ولا ينقُصُ من أجر الأصيل أو المباشر شيءٌ، ومن عاون غيره على أمر من الشرِّ؛ كان عليه كِفْلٌ من الإثم بحسب ما قام به وعاون عليه. ففي هذا الحثُّ العظيم على التعاون على البر والتقوى، والزجر العظيم عن التعاون على الإثم والعدوان. وقرَّر ذلك بقوله: {وكان الله على كل شيء مُقيتاً}؛ أي: شاهداً حفيظاً حسيباً على هذه الأعمال، فيجازي كلاًّ ما يستحقُّه.
85. Bu buyruktaki
“şefaat”ten kasıt, herhangi bir işte yardımlaşma (olan aracılık) anlamındadır. Bir kimse başkasına şefaatte bulunup hayırlı herhangi bir konuda onun yanında yer alır, onunla birlikte o işi ifa ederse -ki mazlumlar lehine kendilerine haksızlık edenlerin yanında şefaatçilik/aracılık da bunlardan birisidir- elbette ki o kimse çalışması, çabası ve fayda sağlaması oranında bir pay sahibi olur. Bununla birlikte asıl olarak o işi yapan veya fiilen o işi gerçekleştirenin ecrinden de bir şey eksilmez. Kim de kötü bir işte başkasına yardım edecek olursa, yaptığı iş ve yardımcılığı oranında o günahtan da ona dönük bir pay vardır.
Burada iyilik ve takvâ üzere yardımlaşmaya çok büyük bir teşvikte bulunulmakta, buna karşın günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmak da sert bir şekilde yasaklanmaktadır. Yüce Allah bu hususu: “Allah her şeye kadir ve şahittir” buyruğu ile dile getirmektedir. Yani O, bütün bu amelleri gözetleyen, tespit eden ve bunlara tanık olandır. O nedenle herkese hak ettiği karşılığı verecektir.
{وَإِذَا حُيِّيتُمْ بِتَحِيَّةٍ فَحَيُّوا بِأَحْسَنَ مِنْهَا أَوْ رُدُّوهَا إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ حَسِيبًا (86)}.
86- Bir selam
(tahiyye) ile selamlandığınızda siz de ondan daha güzeli ile selamı alın veya aynısıyla karşılık verin. Şüphesiz Allah her şeyin hesabını hakkıyla görendir.
#
{86} التحية: هي اللفظ الصادر من أحد المتلاقيين على وجه الإكرام والدُّعاء وما يقترن بذلك اللفظ من البشاشة ونحوها، وأعلى أنواع التحية ما ورد به الشرعُ من السلام ابتداءً وردًّا، فأمر تعالى المؤمنين أنَّهم إذا حُيُّوا بأيِّ تحيَّة كانت أن يردُّوها بأحسن منها لفظاً وبشاشةً أو مثلها في ذلك، ومفهوم ذلك النهي عن عدم الردِّ بالكلِّيَّة أو رَدِّها بدونها. ويؤخذ من الآية الكريمة الحثُّ على ابتداء السلام والتحيَّة من وجهين:
أحدهما: أنَّ الله أمر بردِّها بأحسنَ منها أو مثلِها، وذلك يستلزم أن التحيَّة مطلوبةٌ شرعاً.
والثاني: ما يُستفادُ من أفعل التفضيل، وهو أحسن، الدالُّ على مشاركة التحيَّة وردِّها بالحسن؛ كما هو الأصل في ذلك.
ويستثنى من عموم الآية الكريمة من حيَّا بحال غير مأمورٍ بها؛ كعلى مشتغل بقراءةٍ أو استماع خطبةٍ أو مصلٍّ ونحو ذلك؛ فإنه لا يُطلب إجابةُ تحيَّته، وكذلك يُستثنى مِن ذلك مَن أمر الشارع بهجره وعدم تحيَّته، وهو العاصي غير التائب، الذي يرتدِعُ بالهجر؛ فإنَّه يُهْجَرُ ولا يُحَيَّا ولا تُرَدُّ تحيَّته، وذلك لمعارضة المصلحة الكبرى، ويدخل في ردِّ التحيَّة كلُّ تحيَّة اعتادها الناس، وهي غير محظورة شرعاً؛ فإنه مأمورٌ بردِّها أو أحسن منها. ثم أوعد تعالى وتوعَّد على فعل الحسنات والسيئاتِ بقوله: {إنَّ الله كان على كلِّ شيءٍ حسيباً}: فيحفظُ على العباد أعمالهم حَسَنها وسيِّئها، صغيرها وكبيرها، ثم يجازيهم بما اقتضاه فضلُه وعدلُه وحكمُه المحمود.
86. Tahiyye birbiri ile karşılaşan iki kişiden birisinin diğerine ikram ve dua kastı ile söylediği sözler ve bu sözlerle birlikte gösterdiği güleryüzlülük gibi hallerdir. Tahiyyenin en üstün şekli şeriatte varid olduğu şekilde selam vermek ve almaktır.
Şanı Yüce Allah burada mü’minlere şunu emretmektedir: Onlara herhangi bir şekilde tahiyyede bulunulur
(selam verilir ise) o selamı, hem lafzı hem de güleryüzlülük itibari ile ondan daha güzel şekli ile veya onun dengi ile almalıdırlar. Bunun mefhumundan ise selamı hiç almamanın yahut daha aşağı bir şekilde almanın yasak olduğu anlaşılmaktadır.
Âyet-
i kerimeden iki bakımdan selam ve tahiyyeye önce başlamaya teşvik edildiğini görüyoruz: Evvela Yüce Allah bu selamı ya daha güzeli ile ya da onun misli ile almayı emretmektedir. Bu da tahiyyenin
(selamlaşmanın) şer’an istenen bir şey olduğunu gerektirmektedir. İkinci olarak da bu hususu anlatmak için kullanılan fazilet
(üstünlük) kipidir ki; bu da verilen tahiyyeye ortak olmaya ve onu daha güzel şekli ile almaya delildir.
Âyet-i kerimenin ifade ettiği bu genel hükümden, selam almaları emrolunmamış bir durumda bulunan kimseler istisna edilmiştir. Mesela Kur’ân okumak, hutbe dinlemek, namaz kılmak ve benzeri işlerle meşgul olan kimseler böyledir. Bu gibi kimselerin verilen selamı almaları istenmez. Aynı şekilde dinin kendisi ile konuşulmamasını ve selam verilmemesini emrettiği kimseler de bundan istisnadır. Bunlar ise kendisi ile konuşulmaması halinde yaptığından vazgeçmesi beklenen tevbe etmemiş gühahkâr kimselerdir. Bu gibi kimselerle konuşulmaz, onlara selam verilmez ve verdikleri selam da alınmaz. Bu ise
(selam alıp verme maslahatının) daha büyük bir maslahat ile çatışması dolayısıyladır.
İnsanların selamlaşmalarında alışkanlık haline getirdikleri ve şer’an yasaklanmamış her türlü selamın alınması da bu buyruğun kapsamına girmektedir. Bu gibi selamların ya aynen ya daha güzeli ile alınması gerekmektedir.
Daha sonra Yüce Allah iyilikleri işlemekten dolayı mükâfat vaadinde,
kötülüklerin işlenmesi dolayısıyla da tehditte bulunmaktadır: “Şüphesiz Allah her şeyin hesabını hakkıyla görendir.” Kullarının iyi olsun, kötü olsun, küçük olsun, büyük olsun bütün amellerini tespit eder. Sonra da lütuf ve adaletinin gerektirdiği şekilde onlara karşılıklarını verir. O’nun verdiği hüküm her türlü övgüye layıktır.
{اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ لَيَجْمَعَنَّكُمْ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ لَا رَيْبَ فِيهِ وَمَنْ أَصْدَقُ مِنَ اللَّهِ حَدِيثًا (87)}.
87- Allah… O’ndan başka
(hak) ilâh yoktur. Gerçekleşeceğinde hiçbir şüphe olmayan Kıyamet gününde andolsun ki hepinizi bir araya toplayacaktır. Allah’tan daha doğru sözlü kimdir?
#
{87} يخبر تعالى عن انفرادِهِ بالوحدانيَّة، وأنَّه لا معبود ولا مألوه إلاَّ هو لكمالِهِ في ذاته وأوصافه، ولكونِهِ المنفردَ بالخلق والتدبير والنِّعم الظاهرة والباطنة، وذلك يستلزم الأمر بعبادتِهِ والتقرُّب إليه بجميع أنواع العبوديَّة؛ لكونِهِ المستحقَّ لذلك وحده، والمجازي للعباد بما قاموا به من عبوديَّته أو تركوه منها، ولذلك أقسم على وقوع محلِّ الجزاء، وهو يوم القيامة، فقال: {لَيَجْمَعَنَّكم}؛ أي: أولكم وآخركم، في مقام واحد، في {يوم القيامة لا ريبَ فيه}؛ أي: لا شكَّ ولا شبهة بوجهٍ من الوجوه بالدليل العقلي والدليل السمعي.
فالدليل العقليُّ ما نشاهدُهُ من إحياء الأرض بعد موتها، ومن وجود النَّشأة الأولى التي وقوع الثانية أولى منها بالإمكان، ومن الحكمة التي يجزمُ بأنَّ الله لم يخلق خلقه عبثاً يَحْيَوْنَ ثم يموتون.
وأما الدليل السمعيُّ؛ فهو إخبار أصدق الصادقين بذلك، بل إقسامه عليه، ولهذا قال: {ومَن أصدقُ من الله حديثاً}، كذلك أمر رسولَه - صلى الله عليه وسلم - أن يُقْسِمَ عليه في غير موضع من القرآن؛ كقوله تعالى: {زَعَمَ الذين كفروا أن لن يُبْعَثوا، قل بلى وَرَبِّي لَتُبْعَثُنَّ ثم لَتُنَبَّؤنَّ بما عمِلْتُم وذلك على الله يسيرٌ}.
وفي قوله: {ومن أصدقُ من الله حديثاً}، {ومن أصدق من الله قِيلاً}: إخبارٌ بأنَّ حديثه وأخباره وأقواله في أعلى مراتب الصدق، بل أعلاها، فكلُّ ما قيل في العقائد والعلوم والأعمال مما يناقِضُ ما أخبر الله به؛ فهو باطلٌ لمناقضته للخبر الصادق اليقين؛ فلا يمكِنُ أن يكون حقًّا.
87. Yüce Allah vahdâniyet sıfatına yalnız kendisinin sahip olduğunu, O’ndan başka mabud, O’ndan başka hak ilâh olmadığını haber vermektedir. Çünkü O, zatı ve sıfatları ile kemal derecededir; tek başına yaratan ve tek başına kainatı yönetendir. Zahiri ve batıni bütün nimetler yalnız O’ndandır. Bu ise O’na ibâdet etmeyi ve bütün kulluk çeşitleri ile O’na yakınlaşmayı emretmeyi gerektirmektedir. Çünkü bunları hak eden yalnız O’dur. Kendisine ibâdet eden kullarını mükâfatlandıran, O’na ibâdeti terk edenleri de cezalandıran yine O’dur.
Bundan dolayı Yüce Allah amellerin karşılıklarının verileceği gün olan Kıyamet gününün gerçekleşeceğine yemin ederek şöyle buyurmaktadır: “Gerçekleşeceğinde hiçbir şüphe” aklî ve naklî deliller gereğince hiçbir bakımdan en ufak bir tereddüd söz konusu
“olmayan Kıyamet gününde andolsun ki hepinizi” geçmişinizi, geleceğinizi bir yerde ve
“bir arada toplayacaktır.”
Kıyametin gerçekleşeceğinin aklî delili, tanık olduğumuz şekli ile ölümünden sonra yeryüzünün diriltilmesi ile ilk yaratılıştır. Çünkü ikinci yaratılışın mümkün olması ilk yaratılışa nisbetle daha kolaydır. Diğer taraftan Yüce Allah’ın hiçbir mahlûku boşuna yaratmamış olduğunu kesin olarak ortaya koyan hikmetten de bunu anlamaktayız. Bu canlıların önce hayat bulup sonra ölmeleri boşuna olamaz. Naklî delil ise doğru sözlülerin en doğrusu olanın bu hususu haber vermesidir. Hatta buna dair yemin etmesidir.
Bundan dolayı Yüce Allah: “Allah’tan daha doğru sözlü kimdir?” buyurmaktadır.
Ayrıca Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm’in başka yerlerinde Rasûlüne de bu günün gerçekleşeceğine dair yemin etmesini emretmektedir.
Mesela: “O kâfir olanlar öldükten sonra asla diriltilmeyeceklerini iddia ettiler. De ki: Hayır, Rabbime andolsun ki için elbette diriltileceksiniz. Sonra da işlediğiniz mutlaka size haber verilecektir. Hem bu Allah’a göre pek kolaydır.” (et-Teğabun, 64/7)
“Allah’tan daha doğru sözlü kimdir?” buyruğu:
“Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?” (en-Nisa, 4/122) buyruğu gibidir. Yüce Allah sözünün, verdiği haberlerinin ve buyruklarının doğruluğun en yüce, en üstün mertebesinde olduğunu bildirmektedir.
İnanç, bilgi ve ameller hakkında Allah’ın verdiği haber ile çelişen her bir söz, mutlaka batıldır. Çünkü kesin doğru sözlünün haberi ile çelişmektedir; o halde doğru ve gerçek olmasına imkân yoktur.
{فَمَا لَكُمْ فِي الْمُنَافِقِينَ فِئَتَيْنِ وَاللَّهُ أَرْكَسَهُمْ بِمَا كَسَبُوا أَتُرِيدُونَ أَنْ تَهْدُوا مَنْ أَضَلَّ اللَّهُ وَمَنْ يُضْلِلِ اللَّهُ فَلَنْ تَجِدَ لَهُ سَبِيلًا (88) وَدُّوا لَوْ تَكْفُرُونَ كَمَا كَفَرُوا فَتَكُونُونَ سَوَاءً فَلَا تَتَّخِذُوا مِنْهُمْ أَوْلِيَاءَ حَتَّى يُهَاجِرُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ فَإِنْ تَوَلَّوْا فَخُذُوهُمْ وَاقْتُلُوهُمْ حَيْثُ وَجَدْتُمُوهُمْ وَلَا تَتَّخِذُوا مِنْهُمْ وَلِيًّا وَلَا نَصِيرًا (89) إِلَّا الَّذِينَ يَصِلُونَ إِلَى قَوْمٍ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُمْ مِيثَاقٌ أَوْ جَاءُوكُمْ حَصِرَتْ صُدُورُهُمْ أَنْ يُقَاتِلُوكُمْ أَوْ يُقَاتِلُوا قَوْمَهُمْ وَلَوْ شَاءَ اللَّهُ لَسَلَّطَهُمْ عَلَيْكُمْ فَلَقَاتَلُوكُمْ فَإِنِ اعْتَزَلُوكُمْ فَلَمْ يُقَاتِلُوكُمْ وَأَلْقَوْا إِلَيْكُمُ السَّلَمَ فَمَا جَعَلَ اللَّهُ لَكُمْ عَلَيْهِمْ سَبِيلًا (90) سَتَجِدُونَ آخَرِينَ يُرِيدُونَ أَنْ يَأْمَنُوكُمْ وَيَأْمَنُوا قَوْمَهُمْ كُلَّ مَا رُدُّوا إِلَى الْفِتْنَةِ أُرْكِسُوا فِيهَا فَإِنْ لَمْ يَعْتَزِلُوكُمْ وَيُلْقُوا إِلَيْكُمُ السَّلَمَ وَيَكُفُّوا أَيْدِيَهُمْ فَخُذُوهُمْ وَاقْتُلُوهُمْ حَيْثُ ثَقِفْتُمُوهُمْ وَأُولَئِكُمْ جَعَلْنَا لَكُمْ عَلَيْهِمْ سُلْطَانًا مُبِينًا (91)}.
88- Allah onları kazandıkları yüzünden baş aşağı yıkıvermişken münafıklar hakkında ne diye iki gruba ayrıldınız? Allah’ın saptırdığını doğru yola getirmek mi istiyorsunuz? Halbuki Allah’ın saptırdığına asla doğru bir yol bulamazsın.
89- Onlar sizin de kendileri gibi küfre girmenizi böylece onlarla eşit olmanızı arzu ederler. O halde onlar Allah yolunda hicret edinceye kadar içlerinden hiç kimseyi dost edinmeyin. Eğer yüz çevirirlerse onları bulduğunuz yerde yakalayıp öldürün. Onlardan hiçbir dost ve hiçbir yardımcı da edinmeyin.
90- Sizinle aralarında anlaşma bulunan bir kavme sığınanlar yahut hem sizinle hem kendi kavimleri ile savaşmaktan içleri daralarak size gelenler müstesnadır. Allah dileseydi onları üzerinize salardı da onlar da sizinle savaşırlardı. O halde onlar sizden uzak durur da sizinle savaşmazlar ve sizinle barış içinde kalmak isterlerse artık Allah size onların aleyhine bir yol bırakmamıştır.
91- Hem sizden emin olmak hem kendi kavimlerinden emin olmak isteyen başka insanlar olduğunu da göreceksiniz. Onlar her ne zaman fitneye çağırılırlarsa onun içine başaşağı atılırlar. Şâyet sizden uzak durmaz, size barış teklif etmez ve ellerini
(savaştan) çekmezlerse onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün. İşte böylelerine karşı size apaçık bir yetki verdik.
#
{88 ـ 89} المراد بالمنافقين المذكورين في هذه الآيات، المنافقون المظهِرون إسلامَهم ولم يهاجِروا مع كفرِهم، وكان قد وقع بين الصحابة رضوانُ الله عليهم فيهم اشتباهٌ ؛ فبعضُهم تحرَّج عن قتالهم وقطْع موالاتهم بسبب ما أظهروه من الإيمان، وبعضُهم عَلِمَ أحوالهم بقرائن أفعالهم فحَكَمَ بكفرِهم، فأخبرهم الله تعالى أنه لا ينبغي لكم أن تشتبهوا فيهم ولا تشكُّوا، بل أمرُهم واضحٌ غيرُ مُشْكِل، إنهم منافقون، قد تكرَّر كفرُهم وودُّوا مع ذلك كفركم وأن تكونوا مثلهم؛ فإذا تحقَّقتم ذلك منهم؛ {فلا تتَّخِذوا منهم أولياء}: وهذا يستلزم عدم محبَّتِهم؛ لأنَّ الولاية فرع المحبَّة، ويستلزم أيضاً بُغْضَهم وعداوتهم؛ لأن النهي عن الشيء أمر بضده، وهذا الأمر موقَّت بهجرتهم؛ فإذا هاجروا؛ جرى عليهم ما جرى على المسلمين؛ كما كان النبي - صلى الله عليه وسلم - يُجْري أحكام الإسلام؛ لكلِّ مَن كان معه وهاجر إليه، وسواء كان مؤمناً حقيقةً أو ظاهر الإيمان، وإنهم إن لم يهاجروا وتولَّوا عنها؛ {فخُذوهم واقتُلوهم حيث وجدتُموهم}؛ أي: في أيِّ وقت وأيِّ محلٍّ كان، وهذا من جملة الأدلة الدَّالة على نسخ القتال في الأشهر الحرم؛ كما هو قول جمهور العلماء، والمنازعون يقولون: هذه نصوص مطلقة محمولةٌ على تقييد التحريم في الأشهر الحرم.
88-89. Bu âyet-i kerimelerde kastedilen münafıklar kâfir olmakla birlikte müslüman olduklarını açığa vuran ve hicret etmeyen münafıklardır. Onlar hakkında ashab-ı kiram şüphe ve tereddüde düşmüşlerdi. Sahabeden kimileri bunlar ile savaşmaktan ve onlarla dostluk bağını kesmekten yana şüphe içine düşmüşlerdi. Çünkü o kimseler, mü’min olduklarını açığa vurmuşladı. Saahbeden kimileri de onların yaptıklarından hareketle durumlarını bildiğinden dolayı onların kâfir oldukları hükmüne varmıştı.
İşte Yüce Allah da şunu haber vermektedir:
Bu gibi kimseler hakkında şüphe ve tereddüde düşmemelisiniz, aksine bunların durumu açıktır ve anlaşılmayacak bir tarafı yoktur. Bunlar münafık kimselerdir, defalarca küfre girmiş, bununla birlikte sizin de kâfir olmanızı ve kendileri ile aynı duruma gelmenizi şiddetle arzulamışlardır. Onların bu halde oldukları tarafınızdan kesinlikle anlaşıldığına göre atık
“içlerinden hiç kimseyi dost edinmeyin.” Bu da onları sevmemeyi gerektirmektedir. Çünkü dost edinmek sevmenin bir sonucudur. Aynı şekilde bu onlara buğz etmeyi ve düşmanlık beslemeyi de gerektirmektedir. Çünkü bir şeyi yasaklamak onun zıddının emredilmesi demektir.
Bu emrin süresi ise onların hicretlerine kadardır. Şayet hicret edecek olurlarsa o takdirde müslümanlar hakkında söz konusu olan uygulamalar onlar hakkında da söz konusu olur. Nitekim Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem beraberinde bulunan ve yanına hicret eden herkese İslâm ahkâmını uyguluyordu. Bu kimselerin gerçekten mü’min olmaları ile zahiren imanını açığa vuran kimseler olmaları arasında fark gözetmiyordu.
Eğer bunlar hicret etmeyip hicretten yüz çevirecek olurlarsa
“onları bulduğunuz yerde” yani ne zaman ve nerede bulursanız
“yakalayıp öldürün.” Bu, ilim adamlarının çoğunluğunun
(cumhurunun) kabul ettiği şekilde haram aylarda savaşmanın nesholduğunun delilleri arasındadır.
Bu kanaate sahip olmayanlar ise şöyle derler: Buradaki naslar mutlaktır ve haram aylarda savaşmayı haram kılan mukayyed
(kayıtlı) buyruklarla ele alınmalıdır.
#
{90} ثم إن الله استثنى من قتال هؤلاء المنافقين ثلاث فرق:
فرقتين أمر بتركهم وَحتَّم على ذلك:
إحداهما: من يصل إلى قوم بينهم وبين المسلمين عهدٌ وميثاقٌ بترك القتال، فينضمُّ إليهم، فيكون له حكمُهم في حقن الدم والمال.
والفرقة الثانية: قومٌ {حَصِرَتْ صدورُهم أن يُقاتِلوكم أو يُقاتِلوا قومَهم}؛ أي: بقوا لا تسمحُ أنفسُهم بقتالِكم ولا بقتال قومِهم، وأحبُّوا ترك قتال الفريقين؛ فهؤلاء أيضاً أمَرَ بتركهم، وذَكَرَ الحكمةَ في ذلك بقوله: {ولو شاء الله لسلَّطَهم عليكم فَلَقاتَلوكم}؛ فإنَّ الأمورَ الممكنة ثلاثةُ أقسام: إما أن يكونوا معكم ويقاتِلوا أعداءَكم، وهذا متعذِّر من هؤلاء، فدار الأمرُ بين قتالِكم مع قومهم، وبين ترك قتال الفريقين، وهو أهون الأمرين عليكم، والله قادرٌ على تسليطِهم عليكم؛ فاقْبَلوا العافية واحْمَدوا ربَّكم الذي كفَّ أيدِيَهم عنكم مع التمكُّن من ذلك؛ فهؤلاء إن اعتزلوكم {فلم يقاتلوكم وألقوا إليكُمُ السَّلمَ فما جَعَلَ الله لكم عليهم سبيلاً}.
90. Daha sonra Yüce Allah bu gibi münafıklarla savaşma hükmünden, üç kesimi istisna etmektedir.
Bunlardan ikisiyle savaşı bırakmayı kesin olarak emretmektedir:
Birincisi: Kendileri ile müslümanlar arasında savaşılmayacağına dair antlaşma bulunan bir topluluğa gidip onlara katılan kimselerdir. Böyleleri, mal ve canın korunması bakımından o gidip katıldığı toplumun hükmünü alır.
İkincisi: Bu grup ise:
“Hem sizinle hem kendi kavimleri ile savaşmaktan içleri daralan” kimselerdir. Yani bunlar ne sizinle savaşmak istemektedirler, ne de kendi kavimleri ile savaşmak. Her iki kesimle de savaşmamayı tercih ederler. İşte Allah,
bunlarla da savaşı bırakmayı emretmekte ve bundaki hikmeti de şu buyruğu ile dile getirmektedir:
“Allah dileseydi elbette onları üzerinize salardı da onlar da sizinle savaşırlardı.” Bu açıdan onlar hakkında üç şık mümkündür: Ya bunlar sizin yanınızda yer alır ve sizinle birlikte düşmanlarınıza karşı savaşırlar ki bunlar için böyle bir tutum mümkün değildir.
O halde geriye iki şık kalmaktadır: Ya kavimlerinin yanında yer alıp size karşı savaşacaklar yahut da her iki kesimle de savaşmayacaklar ki bu sonuncusu sizin için diğerinden daha hafif ve uygundur. Bununla birlikte Allah onları size saldırtmaya kadirdir. O halde siz, size esenlik verişini kabul edin ve aksi mümkün olmakla birlikte onların ellerini size saldırmaktan geri tutan Rabbinize hamd edin. İşte bunlar
“şâyet sizden uzak durup da sizinle savaşmazlar ve sizinle barış içinde kalmak isterlerse artık Allah size onların aleyhine bir yol bırakmamıştır.”
#
{91} الفرقة الثالثة: قومٌ يريدون مصلحة أنفسهم، بقطع النظر عن احترامكم، وهم الذين قال الله فيهم: {ستجِدون آخرينَ}؛ أي: من هؤلاء المنافقين.
{يريدونَ أن يأمَنوكم}؛ أي: خوفاً منكم، {ويأمنوا قومَهم كلَّما رُدُّوا إلى الفتنةِ أُرْكِسوا فيها}؛ أي: لا يزالون مقيمين على كفرِهم ونفاقِهم، وكلَّما عَرَضَ لهم عارضٌ من عوارض الفتنِ؛ أعماهم ونَكَّسَهُم على رؤوسهم وازداد كفرُهم ونفاقُهم، وهؤلاء في الصورة كالفرقة الثانية، وفي الحقيقة مخالفة لها؛ فإنَّ الفرقة الثانية تركوا قتال المؤمنين احتراماً لهم لا خوفاً على أنفسهم، وأما هذه الفرقة؛ فتركوه خوفاً لا احتراماً، بل لو وجدوا فرصةً في قتال المؤمنين؛ فإنَّهم سيُقِدمون لانتهازها؛ فهؤلاء إن لم يتبيَّن منهم، ويتَّضح اتِّضاحاً عظيماً اعتزال المؤمنين وترك قتالهم؛ فإنَّهم يقاتَلون، ولهذا قال: {فإن لم يعتزِلوكم ويُلْقوا إليكُمُ السَّلمَ}؛ أي: المسالمة والموادعة، {ويَكُفُّوا أيديَهم فخذوهم واقتلوهم حيث ثَقِفْتُموهم وأولئكم جعلنا لكم عليهم سلطاناً مُبيناً}؛ أي: حجةً بيِّنةً واضحةً؛ لكونهم معتدين ظالمين لكم تاركين للمسالمة؛ فلا يلوموا إلا أنفسهم.
91. Üçüncü kesime gelince bunlar, sizin saygınlığınızı göz önünde bulundurmaksızın kendi menfaatlerini isteyen bir kesimdir.
İşte Yüce Allah bunlar hakkında şöyle buyurmaktadır: “Hem sizden” korktukları için
“emin olmak, hem kendi kavimlerinden emin olmak isteyen başka insanlar” bu münafıklar içinden bazıları
“olduğunu da göreceksiniz. Ne zaman fitneye çağırılırlarsa onun işine baş aşağı atılırlar.” Yani bunlar küfür ve nifakları üzere kalmaya devam ederler. Fitne ile karşı karşıya kaldıkları her seferinde gözleri kör olur, tepetaklak yıkılırlar, küfür ve nifakları daha da artar. İşte bunlar görünüş itibari ile ikinci kesim gibi olmakla birlikte gerçekte onlardan farklıdırlar. Çünkü ikinci kesim, kendilerine gelecek bir zarardan korktukları için değil mü’minlere saygılarından dolayı onlarla savaşı terk etmişlerdir. Bu kesim ise savaşı mü’minlere karşı bir saygıdan dolayı değil, kendileri adına korktukları için terk etmişlerdir. Hatta bunlar mü’minlerle savaşmak için uygun bir fırsat bulacak olurlarsa bu fırsatı değerlendirmeye kalkışacaklardır. İşte böylelerinin mü’minlerden uzak kaldıkları, onlara ilişmeyip onlarla savaşı terk ettikleri açık seçik ortaya çıkmadığı sürece onlarla savaşılır.
Bundan dolayı Yüce Allah devamla şöyle buyurmaktadır: “Şâyet sizden uzak durmaz, size barış teklif etmez” sizden barış ve ateşkes talebinde bulunmaz
“ve ellerini (savaştan) çekmezlerse onları yakalayın, bulduğunuz yerde öldürün. İşte böylelerine karşı size apaçık bir yetki verdik.” Yani bunlar size karşı saldırgan, zalim ve barışı terk eden kimseler olduklarından dolayı, sizin lehinize onların alyehine olmak üzere size apaçık bir delil vermiş bulunuyoruz. O bakımdan onlar kendilerinden başkasını kınamasınlar.
{وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ أَنْ يَقْتُلَ مُؤْمِنًا إِلَّا خَطَأً وَمَنْ قَتَلَ مُؤْمِنًا خَطَأً فَتَحْرِيرُ رَقَبَةٍ مُؤْمِنَةٍ وَدِيَةٌ مُسَلَّمَةٌ إِلَى أَهْلِهِ إِلَّا أَنْ يَصَّدَّقُوا فَإِنْ كَانَ مِنْ قَوْمٍ عَدُوٍّ لَكُمْ وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَتَحْرِيرُ رَقَبَةٍ مُؤْمِنَةٍ وَإِنْ كَانَ مِنْ قَوْمٍ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُمْ مِيثَاقٌ فَدِيَةٌ مُسَلَّمَةٌ إِلَى أَهْلِهِ وَتَحْرِيرُ رَقَبَةٍ مُؤْمِنَةٍ فَمَنْ لَمْ يَجِدْ فَصِيَامُ شَهْرَيْنِ مُتَتَابِعَيْنِ تَوْبَةً مِنَ اللَّهِ وَكَانَ اللَّهُ عَلِيمًا حَكِيمًا (92)}.
92- Bir mü’minin diğer bir mü’mini öldürmesi -yanlışlıkla olması hariç- olacak şey değildir. Kim bir mü’mini yanlışlıkla öldürürse mü’min bir köle azad etmesi ve
(ölenin) akrabasına teslim edilecek bir diyet vermesi gerekir. Ancak onların
(diyeti almayıp) sadaka olarak bağışlamaları müstesna. Şâyet
(yanlışlıkla öldürdüğü kişi) mü’min olmakla beraber size düşman olan bir kavimden ise o zaman mü’min bir köle azad etmesi gerekir. Şâyet kendileri ile aranızda anlaşma bulunan bir kavimden ise o vakit akrabalarına bir diyet vermesi ve mü’min bir köle azad etmesi gerekir. Kim
(bunları) bulamazsa -Allah’tan bir tevbe olmak üzere- iki ay aralıksız oruç tutmalıdır. Allah çok iyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
#
{92} هذه الصيغة من صيغ الامتناع، أي: يمتنع ويستحيل أن يصدر من مؤمن قتلُ مؤمنٍ؛ أي: متعمداً.
وفي هذا الإخبار بشدَّة تحريمه وأنه منافٍ للإيمان أشدَّ منافاة، وإنَّما يصْدر ذلك إمَّا من كافر أو من فاسق قد نَقَصَ إيمانه نقصاً عظيماً ويُخشَى عليه ما هو أكبر من ذلك؛ فإنَّ الإيمان الصحيح يمنعُ المؤمن من قتل أخيه الذي قد عَقَدَ الله بينَه وبينَه الأخوَّة الإيمانيَّة التي من مقتضاها محبَّته وموالاته وإزالة ما يعرض لأخيه من الأذى، وأيُّ أذىً أشد من القتل؟! وهذا يصدقه قوله - صلى الله عليه وسلم -: «لا ترجِعوا بعدي كفَّاراً يضرِبُ بعضُكم رقابَ بعض» ، فعُلِمَ أنَّ القتل من الكفر العمليِّ، وأكبر الكبائر بعد الشرك بالله.
ولما كان قوله: {وما كان لمؤمنٍ أن يقتُلَ مؤمناً}: لفظاً عامًّا لجميع الأحوال، وأنه لا يصدُرُ منه قتلُ أخيه بوجهٍ من الوجوه؛ استثنى تعالى قتلَ الخطأ، فقال: {إلَّا خطأً}؛ فإنَّ المخطئ الذي لا يقصد القتل غير آثم ولا متجرئ على محارم الله، ولكنه لما كان قد فعل فعلاً شنيعاً وصورتُهُ كافيةٌ في قبحه وإن لم يقصِدْه؛ أمر تعالى بالكفَّارة والدِّية، فقال: {ومَن قَتَلَ مؤمناً خطأً}: سواء كان القاتلُ ذكراً أو أنثى حُرًّا أو عبداً صغيراً أو كبيراً عاقلاً أو مجنوناً مسلماً أو كافراً؛ كما يفيده لفظ {مَنْ} الدالة على العموم، وهذا من أسرار الإتيان بـ «مَن» في هذا الموضع؛ فإنَّ سياق الكلام يقتضي أنه يقول: فإن قتله، ولكن هذا لفظٌ لا يشمل ما تشمله «مَنْ»، وسواء كان المقتول ذكراً أو أنثى صغيراً أو كبيراً؛ كما يفيده التنكير في سياق الشرط؛ فإنَّ على القاتل {تحريرُ رقبةٍ مؤمنةٍ}: كفارةً لذلك، تكون في مالِه، ويشمل ذلك الصغير والكبير والذكر والأنثى والصحيح والمعيب في قول بعض العلماء، ولكن الحكمة تقتضي أن لا يُجزئ عتق المعيب في الكفارة؛ لأن المقصود بالعتق نفعُ العتيق ومُلْكُه منافع نفسه؛ فإذا كان يضيع بعتقه، وبقاؤه في الرقِّ أنفع له؛ فإنه لا يجزئ عتقه، مع أن في قوله: {تحرير رقبة}؛ ما يدلُّ على ذلك؛ فإن التحرير تخليصُ مَنِ استحقت منافعُهُ لغيرِهِ أن تكون له؛ فإذا لم يكن فيه منافع؛ لم يُتَصَوَّر وجود التحرير، فتأمَّل ذلك؛ فإنه واضح.
وأما الدِّية؛ فإنها تجب على عاقلة القاتل في الخطأ وشبه العمد. {مسلَّمةٌ إلى أهله}: جبراً لقلوبهم. والمراد بـ {أهله} هنا هم ورثتُهُ؛ فإن الورثة يرثون ما ترك الميت، فالدِّية داخلةٌ فيما ترك، وللدِّيةِ تفاصيل كثيرة مذكورة في كتب الفقه. وقوله: {إلَّا أن يَصَّدَّقوا}؛ أي: يتصدَّق ورثة القتيل بالعفو عن الدِّية؛ فإنها تسقُط، وفي ذلك حثٌّ لهم على العفو؛ لأنَّ الله سمّاها صدقةً، والصدقة مطلوبة في كلِّ وقت. {فإن كان} المقتول {من قوم عدوٍّ لكم}؛ أي: من كفارٍ حَرْبيِّينَ، {وهو مؤمنٌ فتحريرُ رقبةٍ مؤمنةٍ}؛ أي: وليس عليكم لأهله دِيَةٌ؛ لعدم احترامهم في دمائهم وأموالهم. {وإن كان}: المقتول {من قوم بينكم وبينهم ميثاقٌ فَدِيَةٌ مسلَّمةٌ إلى أهله وتحريرُ رقبة مؤمنة}، وذلك لاحترام أهله بما لهم من العهد والميثاق. {فَمَن لم يجد}: الرقبةَ ولا ثمنها؛ بأن كان معسراً بذلك، ليس عنده ما يَفْضُلُ عن مؤنته وحوائجه الأصلية شيء يفي بالرَّقبة. {فصيام شهرين متتابعين}؛ أي: لا يفطر بينهما من غير عذرٍ؛ فإن أفطر لعذرٍ؛ فإن العذر لا يقطع التتابع؛ كالمرض والحيض ونحوهما، وإن كان لغير عذرٍ؛ انقطع التتابُع، ووجب عليه استئناف الصوم، {توبةً من الله}؛ أي: هذه الكفارات التي أوجبها الله على القاتل توبةً من الله على عباده ورحمةً بهم وتكفيراً لما عساه أن يحصُلَ منهم من تقصير وعدم احتراز كما هو الواقع كثيراً للقاتل خطأ.
{وكان الله عليماً حكيماً}؛ أي: كامل العلم كامل الحكمة، لا يخفى عليه مثقال ذرَّة في الأرض ولا في السماء، ولا أصغر من ذلك ولا أكبر، في أي وقت كان وأي محلٍّ كان، ولا يخرج عن حكمتِهِ من المخلوقات والشرائع شيءٌ، بل كل ما خلقه وشرعه فهو متضمِّن لغاية الحكمة.
ومن علمه وحكمته أن أوجب على القاتل كفارةً مناسبةً لما صدر منه؛ فإنَّه تسبَّب لإعدام نفس محترمة، وأخرجها من الوجود إلى العدم، فناسب أن يَعْتِقَ رقبةً ويخرِجَها من رِقِّ العبوديَّة للخلق إلى الحريَّة التامَّة؛ فإنْ لم يجد هذه الرقبة؛ صام شهرين متتابعين، فأخرج نفسه من رقِّ الشهوات واللَّذَّات الحسيَّة القاطعة للعبد عن سعادتِهِ الأبديَّة إلى التعبُّد لله تعالى بتركها تقرباً إلى الله، ومدَّها تعالى بهذه المدة الكثيرة الشاقَّة في عددها ووجوب التتابُع فيها، ولم يشرع الإطعام في هذه المواضع لعدم المناسبة؛ بخلاف الظِّهار؛ كما سيأتي إن شاء الله تعالى. ومن حكمته أن أوجب في القتل الدِّية، ولو كان خطأ؛ لتكون رادعةً وكافَّةً عن كثير من القتل باستعمال الأسباب العاصمة عن ذلك. ومن حكمته أن أُوجِبت على العاقلة في قتل الخطأ بإجماع العلماء؛ لكون القاتل لم يُذْنِبْ، فيشق عليه أن يحمل هذه الدية الباهظة، فناسب أن يقوم بذلك مَن بينه وبينهم المعاونةُ والمناصرةُ والمساعدةُ على تحصيل المصالح وكفِّ المفاسد، ولعلَّ ذلك من أسباب منعهم لمن يعقِلون عنه من القتل حذار تحميلهم، ويخف عليهم بسبب توزيعه عليهم بقدر أحوالهم وطاقتهم، وخُفِّفَت أيضاً بتأجيلها عليهم ثلاث سنين. ومن حكمته وعلمه أن جبر أهل القتيل عن مصيبتهم بالدِّية التي أوجبها على أولياء القاتل.
92.
“Bir mü’minin diğer bir mü’mini öldürmesi -yanlışlıkla olması hariç- olacak şey değildir.” anlamındaki ifade imkânsızlık bildiren bir ifadedir. Yani mü’min bir kimsenin mü’min bir kimseyi kasten öldürmesi imkânsızdır, olur şey değildir. Bu ise böyle bir fiilin ileri derecede haram olduğunu ve imana son derece aykırı olduğunu ifade eder. Böyle bir fiili ancak ya bir kâfir ya da imanı büyük ölçüde eksik ve daha kötü bir duruma düşmesinden endişe edilen bir fasık işleyebilir. Çünkü doğru bir iman, mü’min kimseyi mü’min kardeşini öldürmekten alıkoyar. Çünkü Allah mü’min ile kardeşi arasında iman kardeşliğini kurmuştur ki onu sevmesi, dost bellemesi ve ona eziyet veren şeyleri ortadan kaldırması, bu kardeşliğin bir gereğidir. Peki,
öldürmekten daha ağır bir eziyet olabilir mi? Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in: “Benden sonra biriniz diğerinin boynunu vuran kâfirlere dönüşmeyin.” hadisi de bunu tasdik etmektedir. Böylelikle öldürmenin, amelî küfür ve Allah’a şirk koşmaktan sonra günahların en büyüğü olduğu anlaşılmış olmaktadır.
Yüce Allah’ın: “Bir mü’minin diğer bir mü’mini öldürmesi… olacak şey değildir” buyruğu bütün halleri kapsayan umumi bir ifade olup mü’minden herhangi bir şekilde mü’min kardeşini öldürme fiilinin sadır olmayacağını ifade etmektedir. İşte bundan dolayı Yüce Allah,
hataen öldürmeyi bundan istisna ederek: “yanlışlıkla olması hariç” buyurmuştur. Hata eden kişi ise öldürme amacı taşımayan kimsedir, böyle bir kimse günahkâr olmaz ve Allah’ın yasak kıldıklarını cüretkârlıkla işlemeye kalkışan bir kimse sayılmaz. Ancak yine de -bu işi kasti olarak yapmamış olsa dahi-
oldukça çirkin ve sadece şeklen bile olsa çirkinliği yeterli derecede olan bir şey yaptığından dolayı Yüce Allah keffarette bulunmayı ve diyet vermeyi emretmiş ve şöyle buyurmuştur:
“Kim bir mü’mini yanlışlıkla öldürürse” öldüren erkek yahut kadın, hür yahut köle, küçük yahut büyük, akıllı yahut deli, müslüman yahut kâfir olsun fark etmez. Çünkü
“من : kim” lafzı umuma delalet etmektedir ve bu lafzın böyle bir yerde getirilmesinin sırrı da budur. Çünkü ifadenin akışı burada “Eğer onu öldürürse” anlamında bir ifadeyi kullanmayı gerektirmekle birlikte böyle bir lafız
“kim” anlamını veren “من” lafzı gibi kapsamlı değildir. Diğer taraftan öldürülen de erkek yahut kadın, küçük ya da büyük olsun fark etmez. Zira şarttan sonra gelen
“mümin/مؤمن” kelimesinin nekre/belirtisiz olması bunu ifade etmektedir.
İşte böyle bir durumda katilin, keffaret olarak
“mü’min bir köle azad etmesi” gerekir. Bu köleyi kişi kendi malından azad etmelidir. Kimi ilim adamlarının görüşlerine göre buradaki köle ifadesi, küçük büyük, erkek dişi, sağlam ve kusurlu her türlü köleyi kapsamaktadır. Ancak buyruktaki hikmet, keffarrette kusurlu kölenin azad edilmesinin yeterli olmamasını gerektirir. Çünkü köle azad etmekten maksat azad edilene fayda sağlamak ve onun kendi menfaatlerine kendisinin sahip olmasını sağlamaktır. Bu durumda şâyet köle azad edilmekle eğer zayi olacaksa ve köle kalması onun için daha faydalı ise böyle birisinin azad edilmesi ile keffaret yerini bulmaz.
Bununla birlikte Yüce Allah’ın: “köle azad etmesi” buyruğu da buna delalet etmektdir. Çünkü
“azad etmek”, menfaatleri başkasının hakkı olan kimseyi bu halinden kurtararak kendi menfaatlerinin sahibi olmasını sağlamak demektir. Eğer azad edilecek kölede bu gibi menfaatler yoksa azad etmenin varlığı düşünülemez. Bu husus üzerinde dikkatle düşünülürse konu açıkça anlaşılır.
“ve (ölenin) akrabasına teslim edilecek bir diyet vermesi gerekir.” Diyete gelince onun, hata ile öldürmede veya kasta benzer
(yarı kasıtlı) öldürmelerde katilin âkılesi/asabesi tarafından ölenin akrabalarına kalplerini hoş etmek için ödenmesi gerekir. Burada ölenin akrabalarından kasıt ise onun mirasçılarıdır. Çünkü mirasçılar ölenin geride bıraktığını miras alırlar. Diyet de onun geriye bıraktığı şeyler arasındadır. Diyet ile ilgili oldukça etraflı hükümler vardır ve bunlar fıkıh kitaplarında yer almaktadır.
“Ancak onların (diyeti almayıp) sadaka olarak bağışlamaları müstesna” yani katilin mirasçıları diyeti affedip sadaka olarak bağışladıkları takdirde diyet düşer. Bu ifade ile diyeti affetmeleri teşvik edilmektedir. Çünkü Yüce Allah bu affı
“sadaka” olarak adlandırılmaktadır. Sadaka vermek ise her zaman istenen bir şeydir.
“Şâyet” öldürülen kişi
“mü’min olmakla beraber size düşman olan bir kavimden” yani muharip kâfirlerden
“ise o zaman mü’min bir köle azad etmesi gerekir.” Yani onun yakınlarına diyet ödemek yükümlülüğünüz yoktur. Çünkü böylelerinin kan ve mallarının saygınlığı/dokunulmazlığı söz konusu değildir.
“Şâyet” öldürülen kişi “kendileri ile aranızda anlaşma bulunan bir kavimden ise o vakit akrabalarına bir diyet vermek ve mü’min bir köle azad etmek gerekir.” Çünkü onun yakınları, kapsamına girdikleri anlaşma dolayısı ile can ve malları koruma altında bulunan kimselerdir.
“Kim” fakir olduğundan dolayı köle yahut onun bedelini “bulamazsa” yani geçimi ve temel ihtiyaçlarından arta kalıp da köle alabilecek kadar bir varlığa sahip değilse
“Allah’tan bir tevbe olmak üzere iki ay aralıksız oruç tutmalıdır” özürsüz olarak da arayı açmamalıdır. Şayet -hastalık, ay hali ve benzerleri gibi- meşru bir özür sebebi ile arada oruç açacak olursa peş peşe oruç tutmayı kesintiye uğratmış sayılmaz. Eğer mazeretsiz olarak arada oruç açarsa peş peşe olma özelliği kesintiye uğrar ve oruca en baştan başlaması icabeder.
“Allah’tan bir tevbe olmak üzere” ifadesi şu demektir: Yüce Allah’ın katile farz kılmış olduğu bu keffaretler, Allah’ın kullarının tevbesini kabul etmesi ve onlara rahmet buyurması içindir. Onların yapmaları muhtemel olan kusur ve gerekli şekilde sakınmamaları dolayısı ile ortaya çıkacak hatalarının keffareti içindir. Tıpkı hata yolu ile başkasını öldürenin durumunda görüldüğü gibi.
“Allah çok iyi bilendir, gerçek hüküm ve hikmet sahibidir” yani Yüce Allah’ın ilmi de hikmeti de kâmildir. Yerde olsun, gökte olsun zerre ağırlığı kadar, ondan daha küçük ya da daha büyük hiçbir şey, hangi zaman ve hangi mekânda olursa olsun O’na gizli kalmaz. Yaratılmışlardan ve şer’î hükümlerden hiçbir şey O’nun hikmeti dışında değildir. Aksine O’nun her bir yaratılmışı ve her bir şer’î hükmü en nihayi derecede hikmeti ihtiva etmektedir.
İlim ve hikmetinin bir tecellisi olarak katile kendisinden sadır olan fiile uygun bir keffareti farz kılmıştır. Çünkü bu kimse saygı duyulması gereken bir canın yok olmasına sebep olmuş ve mevcut bir varlığı yok etmiştir. O bakımdan onun bir köleyi azad etmesi ve onu insanlara kölelik bağından kurtarıp tam bir hürriyete kavuşturması uygun düşer. Böyle bir köle bulamayan kimsenin ise peşpeşe iki ay oruç tutar. Böylece kendisini şehvetlerine, arzularına, ebedi mutluluğu ortadan kaldıran maddi lezzetlere kölelikten kurtarıp bu arzularını Allah’a yakınlaşmak kastı ile terk ederek Yüce Allah’a kulluğa sarılmış olur.
Yüce Allah bu oruç keffaretini sayıca ağır gelecek kadar bir süre uzatmış ve bunun peş peşe tutulmasını farz kılmıştır. Yüce Allah’ın yoksullara yemek yedirmeyi meşru kılmaması -ki inşallah ileride de geleceği üzere ziharda bu vardır- onun, bu gibi durumlara uygun düşmemesinden dolayıdır.
Yanlışlıkla dahi olsa öldürmede diyeti farz kılması da Allah'ın hikmetlerindendir. Zira bu sayede cinayeti önleyici sebeplere başvurmak sureti ile pek çok ölümün önü alınır. Hata yolu ile öldürmede ilim adamlarının icmaı ile diyetin akıle tarafından verilmesi, katilin kasti bir günah işlememesinden ve bu kadar ağır bir diyeti yüklenmesinin ona zor geleceğinden dolayıdır ki bu da Allah'ın hikmetlerinden biridir. O nedenle bu diyeti kendisi ile aralarında dayanışma ve yardımlaşma bulunan akılesinin maslahatların elde edilmesi ve fesatların önlenmesi konusunda yardımlaşarak ödemeleri uygun düşmüştür. Ayrıca bu, onların, akılesi oldukları kişiyi -kendilerine diyet yüklenmesinden çekinmeleri suretiyle- adam öldürmekten alıkoymaları için bir sebep de olabilir. Durumlarına ve takatlerine göre diyetin aralarında paylaştırılması ile yüklendikleri bu yük onlara hafif gelir. Yine diyetin ödenme süresinin üç yıl olarak tespit edilmesi de yüklerini hafifletir. Yine Yüce Allah’ın maktulün yakınlarının musibetini, katilin velilerine farz kıldığı diyet ile hafifletmesi de O’nun hikmet ve ilminin bir tecellisidir.
{وَمَنْ يَقْتُلْ مُؤْمِنًا مُتَعَمِّدًا فَجَزَاؤُهُ جَهَنَّمُ خَالِدًا فِيهَا وَغَضِبَ اللَّهُ عَلَيْهِ وَلَعَنَهُ وَأَعَدَّ لَهُ عَذَابًا عَظِيمًا (93)}.
93- Kim de bir mü’mini kasten öldürürse onun cezası, orada ebediyyen kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, lanet etmiş ve ona pek büyük bir azap hazırlamıştır.
#
{93} تقدَّم أن الله أخبر أنه لا يصدر قتل المؤمن من المؤمن، وأن القتل من الكفر العملي، وذكر هنا وعيد القاتل عمداً وعيداً ترجُفُ له القلوبُ وتنصدِع له الأفئدة وتنزعج منه أولو العقول، فلم يرد في أنواع الكبائر أعظمُ من هذا الوعيد، بل ولا مثلُه، ألا وهو الإخبارُ بأنَّ جزاءَه جهنَّم؛ أي: فهذا الذنب العظيم قد انتهض وحدَه أن يجازي صاحبَهُ بجهنَّم بما فيها من العذاب العظيم والخزي المهين وسخط الجبار وفوات الفوز والفلاح وحصول الخيبة والخسار؛ فعياذاً بالله من كلِّ سبب يبعد عن رحمته.
وهذا الوعيد له حكم أمثاله من نصوص الوعيد على بعض الكبائر والمعاصي بالخلود في النار أو حرمان الجنة. وقد اختلف الأئمة رحمهم الله في تأويلها، مع اتفاقهم على بطلان قول الخوارج والمعتزلة الذين يخلِّدونهم في النار ولو كانوا موحِّدين، والصواب في تأويلها ما قاله الإمام المحقِّق شمس الدين ابن القيم رحمه الله في «المدارج» ؛ فإنه قال بعد ما ذكر تأويلات الأئمة في ذلك وانتقدها، فقال:
وقالت فرقةٌ: إن هذه النصوص وأمثالها مما ذُكِرَ فيه المقتضي للعقوبة، ولا يلزم من وجود مقتضى الحكم وجودُه؛ فإن الحكم إنما يتمُّ بوجود مقتضيه وانتفاء موانعه، وغاية هذه النصوص الإعلام بأن كذا سببٌ للعقوبة ومقتضٍ لها، وقد قام الدليل على ذِكْرِ الموانع؛ فبعضُها بالإجماع وبعضُها بالنص؛ فالتوبة مانعٌ بالإجماع، والتوحيد مانعٌ بالنصوص المتواترة التي لا مدفع لها، والحسناتُ العظيمة الماحية مانعةٌ، والمصائب الكبارُ المكفِّرة مانعة، وإقامة الحدود في الدُّنيا مانع بالنصِّ، ولا سبيل إلى تعطيل هذه النصوص، فلا بدَّ من إعمال النصوص من الجانبين، ومن هنا قامت الموازنةُ بين الحسنات والسيئات اعتباراً لمقتضى العقاب ومانعه وإعمالاً لأرجحها. قالوا: وعلى هذا بناء مصالح الدارين ومفاسِدِهما، وعلى هذا بناء الأحكام الشرعية والأحكام القدريَّة، وهو مقتضى الحكمة السارية في الوجود، وبه ارتباط الأسباب ومسبَّباتها خَلْقاً وأمراً، وقد جعل الله سبحانه لكل ضدٍّ ضدًّا يدافِعُه ويقاومه ويكون الحكم للأغلب منهما؛ فالقوة مقتضيةٌ للصحة، والعافية وفساد الأخلاط وبغيها مانعٌ من عمل الطبيعة، وفعل القوة والحكم للغالب منهما، وكذلك قوى الأدوية والأمراض، والعبد يكون فيه مقتضٍ للصحَّة ومقتضٍ للعطب، وأحدُهما يمنع كمال تأثير الآخر ويقاوِمُه؛ فإذا ترجَّح عليه وقهره؛ كان التأثير له، ومن هنا يُعلم انقسام الخلق إلى من يدخل الجنة ولا يدخل النار وعكسه، ومن يدخل النار ثم يخرُجُ منها ويكون مكثه فيها بحسب ما فيه من مقتضى المكث في سرعة الخروج وبطئه، ومن له بصيرةٌ منورةٌ يرى بها كلَّ ما أخبر الله به في كتابه من أمر المعاد وتفاصيلِهِ، حتى كأنه يشاهدُهُ رأي العين، ويعلم أنَّ هذا مقتضى إلهيته سبحانه وربوبيَّته وعزَّته وحكمته، وأنه يستحيل عليه خلاف ذلك، ونسبة ذلك إليه نسبة ما لا يليق به إليه، فيكون نسبة ذلك إلى بصيرته كنسبة الشمس والنجوم إلى بصره، وهذا يقين الإيمان، وهو الذي يحرق السيِّئات كما تحرق النار الحطب، وصاحب هذا المقام من الإيمان يستحيل إصرارُهُ على السيِّئات وإن وقعت منه وكثرت؛ فإنَّ ما معه من نور الإيمان يأمره بتجديد التوبة كلَّ وقت بالرجوع إلى الله في عدد أنفاسه، وهذا من أحبِّ الخلق إلى الله. انتهى كلامه قدَّس الله رُوحه وجزاه عن الإسلام والمسلمين خيراً.
93. Yüce Allah, mü’minin mü’mini öldürmesinin söz konusu olamayacağını ve öldürmenin amelî küfür olduğunu bir önceki buyrukta haber vermişti. Burada ise Yüce Allah bir mümini kasten öldüren kimse hakkında kalpleri titretip parçalayan ve akıl sahiplerini dehşete düşüren bir tehdidi söz konusu etmektedir. Büyük günah çeşitlerinden herhangi biri hakkında bundan daha büyük hatta bunun benzeri bir tehdit varid olmamıştır. Bu tehdit, kasten adam öldürmenin cezasının cehennem olduğu yönündedir. Bu,
şu demektir: Tek başına bu büyük günah sahibini cehennem ile cezalandırmaya müstahak kılar. O, cehennemin o büyük azabına, o hor ve hakir kılıcı cezasına Cebbar olan Allah’ın gazabına, kurtuluş ve ilâhi nimetlere nail olma umudunu kaçırmaya, zarar ve hüsrana mahkum olmaya sebeptir. Yüce Allah’ın rahmetinden uzaklaştırıcı her bir sebepten Allah’a sığınırız.
Ancak bu tehdit, bazı büyük günah ve masiyetlere dair zikredilmiş olan ebedi olarak cehennemde kalış ve cennetten mahrum oluş ile ilgili benzeri tehdit nasları ile aynı hükümdedir. İlim adamları -Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun- bu gibi nasların tevilinde ihtilaf etmişlerdir. Bununla birlikte bu büyük günahları işleyen kimselerin -muvahhid dahi olsalar- cehennem ateşinde ebediyyen kalacaklarını ileri süren Haricilerle Mutezilenin görüşlerinin batıl olduklarını da ittifakla kabul etmişlerdir. Bu gibi nasların tevili hususunda doğru olan ifadeye muhakkık önder ilim adamı Şemsuddin İbnü’l-Kayyım -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- Medaricu’s-Salikin adlı eserinde yer vermektedir. İbnü’l-
Kayyım bu konuda imamların görüşlerini söz konusu edip eleştirilerde bulunduktan sonra şunları söylemektedir:
“Bir kesim de şöyle demiştir: Bu ve benzeri naslar, cezayı gerektiren hususun söz konusu edildiği naslardandır. Cezayı gerektiren hususun söz konusu edilmesi hükmün de var olmasını gerektirmez. Çünkü hüküm ancak onu gerektirici unsurun varlığı ve ona engel olan hususların olmaması halinde tam olarak ortaya çıkar. Bu nasların ifade ettiği nihai anlam, filan şey şöyle bir cezaya sebeptir ve bunu gerektirir, demekten ibarettir. Bu konuda bir takım engellerin bulunduğuna dair deliller ise mevcuttur. Bunların kimisi icma ile kimisi nas ile sabit olmuştur. Tevbenin, bir mani olduğu icma ile kabul edilmiştir. Tevhid ise hiçbir şekilde reddedilmesi söz konusu olmayan mütevatir naslarla bu cezaya manidir. Günahları silen büyük iyilikler de bir manidir. Günahlara keffaret teşkil eden büyük musibetler de birer manidir. Dünyada hadlerin uygulanmış olması da nalsa sabit bir manidir. Bu (manilere dair) nasları askıya almanın hiçbir yolu yoktur. O bakımdan her iki grup nassın da nazarı itibare alınması kaçınılmazdır.
İşte cezayı gerektiren husus ile onu engelleyen mani nazarı itibara alınmak ve bunların daha tercihe değer olanın hükmünü geçerli kabul etmek üzere, iyiliklerle kötülükler arasında bir kıyas söz konusu edilmiş ve ilim adamları şöyle demişlerdir: Dünya ve âhiretin maslahatları da fesad bulmaları da bu esasa mebnidir. Şer’i hükümlerin de kaderi hükümlerin de esası budur. Varlık aleminde geçerli olan ilâhi hikmetin gereği de budur, sebeblerin sonuçlar ile -yaratma ve emretme bakımından- bağlantısı da bu esasa mebnidir.
Yüce Allah her bir şeye karşı koyan, ona karşı direnen bir zıt yaratmıştır. Hüküm ise bunlardan daha baskın gelenine göre olur. Mesela, kuvvet sağlık ve afiyeti gerektirir. İnsan vücudundaki denge unsurlarının bozulması ve birinin diğerinin aleyhine gelişme göstermesi ise sağlıklı bir tabiata engeldir. Bunlardan galip gelen hangisi ise o güçlenir ve egemen olur. İlaç ve hastalıkların gücünde de durum böyledir. Kulda hem sağlığın gerektirici unsuru hem de hastalığın gerektirici unsuru bulunabilir. Bunlardan biri diğerinin tam anlamıyla etki göstermesine engel olur ve ona karşı direnir. Eğer bunlardan biri diğerine baskın gelir ve onu yenik düşürürse o etkili olur.
İşte buradan insanların cennete girip ateşe girmeyecek kimseler, bunların aksi durumda olanlar, cehenneme girdikten sonra oradan çıkacak kimseler ve orada devamlı kalacak kimseler olmak üzere gruplara ayrıldığını öğrenebiliyoruz. Bu da orada kalmayı gerektiren yahut çabucak veya geç çıkmayı gerektiren hususlara göre değişir. Aydın bir basirete sahip olan bir kimse bu basiret sayesinde Yüce Allah’ın Kitabında haber vermiş olduğu öldükten sonra diriliş, Kıyamet ve bunun tafsilatı ile ilgili her bir şeyi gereği gibi görür ve adeta gözü ile bunları müşahede eder gibi olur. Bunun Yüce Allah’ın ulûhiyetinin, rububiyetinin izzet ve hikmetinin gereği olduğunu, bunun zıddının Allah için imkânsız olduğunu da bilir. Bunun aksini ona nispet etmek ise O’na layık olmayan şeyleri ona nispet etmek demektir. Onun basiretine oranla böyle bir nispet de güneşle yıldızların onun gözüne nispetine benzer. İşte imanın verdiği yakîn budur. Ateşin odunu yaktığı gibi günahları yakan yakîn de budur. İman bakımından bu makama erişmiş bir kimsenin günahlar üzerinde ısrar etmesine imkân yoktur. Eğer bu gibi günahları işleyecek ve bunları çokça yapacak olursa onun sahip olduğu iman nuru ona her vakit ve bütün nefeslerinde Allah’a dönmek sureti ile yeniden ve tekrar tekrar tevbede bulunmasını emreder. İşte böyle biri, Allah’ın yarattıkları arasında en sevdiği kişidir.”
İbnü’l-Kayyım’ın sözleri burada sona ermektedir. Allah onun ruhunu takdis etsin, İslâma ve müslümanlara yaptığı hizmetleri güzel bir şekilde mükâfatlandırsın.
{يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِذَا ضَرَبْتُمْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ فَتَبَيَّنُوا وَلَا تَقُولُوا لِمَنْ أَلْقَى إِلَيْكُمُ السَّلَامَ لَسْتَ مُؤْمِنًا تَبْتَغُونَ عَرَضَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا فَعِنْدَ اللَّهِ مَغَانِمُ كَثِيرَةٌ كَذَلِكَ كُنْتُمْ مِنْ قَبْلُ فَمَنَّ اللَّهُ عَلَيْكُمْ فَتَبَيَّنُوا إِنَّ اللَّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا (94)}.
94- Ey iman edenler! Allah yolunda cihada çıktığınız zaman iyice araştırın.
Size selam verene dünya hayatının menfaatini umarak: “Sen mü’min değilsin” demeyin. Zira Allah’ın katında nice ganimetler vardır. Hem önceleri siz de öyle idiniz de Allah size lütufta bulundu. O halde iyice araştırın. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
#
{94} يأمر تعالى عباده المؤمنين إذا خرجوا جهاداً في سبيله وابتغاء مرضاتِهِ أن يتبيَّنوا ويتثبَّتوا في جميع أمورهم المشتبهة؛ فإنَّ الأمور قسمان: واضحةٌ وغير واضحةٍ؛ فالواضحة البيِّنة لا تحتاج إلى تثبُّت وتبيُّن؛ لأنَّ ذلك تحصيل حاصل. وأما الأمور المُشكلة غير الواضحة؛ فإنَّ الإنسان يحتاج إلى التثبُّت فيها والتبيُّن؛ لِيَعْرِفَ هل يُقْدِمُ عليها أم لا؛ فإنَّ التثبُّت في هذه الأمور يحصُل فيه من الفوائد الكثيرة والكفِّ لشرورٍ عظيمةٍ؛ ما به يُعْرَفُ دينُ العبد وعقلُه ورزانتُه؛ بخلاف المستعجِل للأمور في بداوتها قبل أن يتبيَّن له حكمها؛ فإنَّ ذلك يؤدِّي إلى ما لا ينبغي؛ كما جرى لهؤلاء الذين عاتبهم الله في الآية لمّا لم يتثبَّتوا وقتلوا مَن سَلَّم عليهم وكان معه غُنيمةٌ له أو مالُ غيره؛ ظنًّا أنه يستكفي بذلك قتلهم، وكان هذا خطأً في نفس الأمر؛ فلهذا عاتبهم بقوله: {ولا تقولوا لمن ألقى إليكم السلام لست مؤمناً تبتغونَ عَرَض الحياة الدُّنيا فعندَ الله مغانم كثيرة}؛ أي: فلا يحملنَّكم العَرَض الفاني القليل على ارتكاب ما لا ينبغي، فيفوتكُم ما عند الله من الثواب الجزيل الباقي؛ فما عند الله خيرٌ وأبقى. وفي هذا إشارةٌ إلى أنَّ العبد ينبغي له إذا رأى دواعي نفسه مائلةً إلى حالةٍ له فيها هوى وهي مضرَّةٌ له؛ أن يذكِّرها ما أعدَّ الله لِمَن نهى نفسه عن هواها، وقدَّم مرضاة الله على رضا نفسِهِ؛ فإنَّ في ذلك ترغيباً للنفس في امتثال أمر الله، وإن شقَّ ذلك عليها.
ثم قال تعالى مذكِّراً لهم بحالهم الأولى قبل هدايتهم إلى الإسلام: {كذلك كنتُم من قبلُ فَمَنَّ اللهُ عليكم}؛ أي: فكما هداكم بعد ضلالِكم؛ فكذلك يهدي غيركم، وكما أنَّ الهداية حصلتْ لكم شيئاً فشيئاً؛ فكذلك غيركم؛ فنظرُ الكامل لحالِهِ الأولى الناقصة ومعاملته لمن كان على مثلها بمقتضى ما يعرف من حاله الأولى ودعائه له بالحكمة والموعظة الحسنة من أكبر الأسباب لنفعِهِ وانتفاعِهِ، ولهذا أعاد الأمر بالتبيين، فقال: {فتبيَّنوا}! فإذا كان من خرج للجهاد في سبيل الله ومجاهدة أعداء الله واستعدَّ بأنواع الاستعداد للإيقاع بهم مأموراً بالتبيين لمن ألقى إليه السلام، وكانتِ القرينةُ قويةً في أنه إنما سَلَّم تعوذاً من القتل وخوفاً على نفسه؛ فإن ذلك يدلُّ على الأمر بالتبيُّن والتثبُّت في كل الأحوال التي يقع فيها نوعُ اشتباه، فيتثبَّت فيها العبدُ، حتى يتَّضح له الأمرُ، ويبين الرشدُ والصوابُ.
{إنَّ الله كان بما تعملونَ خبيراً}: فيجازي كلاًّ ما عَمِلَهُ ونواه بحسب ما عَلِمهُ من أحوال عبادِهِ ونيَّاتِهِم.
94. Yüce Allah mü’min kullarına kendi yolunda cihad etmek ve rızasını aramak üzere çıktıkları takdirde iyice araştırmalarını, şüpheli bütün hususlarda işlerini sağlama bağlamalarını emretmektedir. Çünkü işler açık ve net olanlarla açık ve net olmayanlar olmak üzere iki kısımdır. Açık ve net olanların iyice araştırılmaya ihtiyacı yoktur. Çünkü böyle bir araştırma zaten mevcut olan sonucu elde etme gibi anlamsız bir çabadır. Açık olmayan, içinden çıkılamayan hususlarda ise insanın iyice araştırmaya ve konuya açıklık kazandırmaya, bu işi yapıp yapmama konusunda açık bir hükme varmasına ihtiyacı vardır.
Çünkü bu gibi hususlarda işi iyice araştırıp sağlama bağlamak sureti ile pek çok faydalar elde edilir, birçok kötülüklerden de uzak kalınabilir. Bu gibi araştırmalarla kişinin dini, aklı ve ağırlığı bilinip ortaya çıkar. Hâlbuki işin başında hükmü kendisi için gereği gibi açıklık kazanmadan önce acelecilik eden bir kimse, ulaşmaması gereken sonuçlara ulaşır. Tıpkı gereği gibi araştırmayıp kendilerine selam veren bir kimseyi öldürdükleri için Yüce Allah’ın kendilerini azarladığı kimselerin başından geçtiği gibi. Ki bu zat ile birlikte, kendisine ait birkaç koyun yahut da başkasına ait bir miktar mal vardı. O selam vermekle onların kendisini öldürmelerini önleyeceğini zannetmişti. Ancak onların bu zatı öldürmeleri bir yanlışlıktı.
Bundan dolayı Yüce Allah onları: “Size selam verene dünya hayatının menfaatini umarak: Sen mü’min değilsin, demeyin. Zira Allah’ın katında nice ganimetler vardır” yani geçici ve az bir dünya malı sizleri olmaması gereken davranışlara iterek, Allah’ın nezdindeki kalıcılık ve pek çok mükâfatlardan mahrum kalmaya itmesin. Çünkü Allah’ın nezdindeki mükâfat daha hayırlı ve daha kalıcıdır.
Bu buyrukta şuna işaret vardır: Kul eğer nefsinin heva ve isteklerine meylettiğini görürse ve bunlar ona zararlı olabilecekse Allah’ın, nefsini hevasından alıkoyan kimseler için hazırladığı mükâfatları, Allah’ın rızasını kendi rızasından önde tutanlara hazırladığı mükâfatları nefsine hatırlatmalıdır. Çünkü böyle bir şey Allah’ın emrine uymak hususunda nefse bir teşviktir, isterse bu ona ağır gelsin.
Daha sonra Yüce Allah,
İslâm ile hidâyet bulmadan önceki ilk hallerini hatırlatarak şöyle buyurmaktadır: “Hem önceleri siz de öyle idiniz de Allah size lütufta bulundu.” Yani Yüce Allah size sapıklığınızdan sonra hidâyet verdiği gibi sizden başkalarına da hidâyet verir. Hidâyeti elde edişiniz nasıl ki peyderpey olduysa, başkalarının durumu da böyledir. O bakımdan kâmil olan bir kimsenin, eksik olan önceki halini gözünün önüne getirerek önceki haline benzer bir halde bulunanlara kendisinin ilk halinin gereği ne ise öylece muamele etmesi ve onu hikmet ve güzel öğüt ile davet etmesi, ona fayda sağlamanın en büyük sebeplerinden biridir.
Bundan dolayı Yüce Allah iyice araştırma emrini bir daha tekrarlamaktadır: “O halde iyice araştırın.”
Allah yolunda cihad ve Allah’ın düşmanları ile mücadele için yola çıkıp onlara zarar vermek için çeşitli şekillerde hazırlık yapan kimse, kendisine selam verenleri iyice araştırmakla emrolunmuştur. Savaşta kişinin kendisine gelecek bir zarar korkusu ve ölümden kurtulmak maksadı ile selam vermiş olma ihtimali gerçekten güçlüdür. Bu durumda böyle bir emir veriliyorsa bu, iyice araştırma emrinin bir tür şüphenin söz konusu olduğu bütün hallerde emredilmiş olduğunun delilidir. Kul, bu durumda iş kendisi için açıklık kazanıncaya, doğru ve hakkın hangisi olduğunu açık seçik tespit edinceye kadar araştırma yoluna gitmelidir.
“Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” O bakımdan herkese -onların durum ve niyetlerine dair bilgisine göre- işlediği amel ve niyetlerine uygun karşılığı verecektir.
{لَا يَسْتَوِي الْقَاعِدُونَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ غَيْرُ أُولِي الضَّرَرِ وَالْمُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنْفُسِهِمْ فَضَّلَ اللَّهُ الْمُجَاهِدِينَ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنْفُسِهِمْ عَلَى الْقَاعِدِينَ دَرَجَةً وَكُلًّا وَعَدَ اللَّهُ الْحُسْنَى وَفَضَّلَ اللَّهُ الْمُجَاهِدِينَ عَلَى الْقَاعِدِينَ أَجْرًا عَظِيمًا (95) دَرَجَاتٍ مِنْهُ وَمَغْفِرَةً وَرَحْمَةً وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا (96)}.
95- Mü’minlerden -özür sahibi olanlar müstesna- oturanlarla Allah yolunda malları ve canları ile cihad edenler bir değildir. Allah malları ve canları ile cihad edenleri oturanlardan derece itibari ile üstün kılmıştır. Bununla beraber Allah hepsine de cenneti vaad etmiştir. Allah mücahidleri oturanlardan pek büyük bir mükâfatla üstün kılmıştır.
96- Kendi nezdinden
(yüksek) derecelerle, mağfiret ve rahmetle… Allah Ğafurdur, Rahimdir.
#
{95 ـ 96} أي: لا يستوي مَن جاهد من المؤمنين بنفسِهِ ومالِهِ ومن لم يخرجْ للجهاد ولم يقاتِلْ أعداء الله؛ ففيه الحث على الخروج للجهاد والترغيب في ذلك والترهيب من التَّكاسل والقعود عنه من غير عذر، وأما أهل الضَّرر كالمريض والأعمى والأعرج والذي لا يجدُ ما يتجهَّزُ به؛ فإنهم ليسوا بمنزلة القاعدين من غير عذر؛ فمن كان من أولي الضرر راضياً بقعوده، لا ينوي الخروج في سبيل الله لولا وجود المانع ولا يحدِّث نفسه بذلك؛ فإنه بمنزلة القاعد لغير عذر، ومن كان عازماً على الخروج في سبيل الله لولا وجود المانع يتمنَّى ذلك ويحدِّث به نفسَه؛ فإنه بمنزلة من خرج للجهاد؛ لأنَّ النيَّة الجازمة إذا اقترن بها مقدورُها من القول أو الفعل، يُنَزَّلُ صاحبها منزلة الفاعل.
ثمَّ صرَّح تعالى بتفضيل المجاهدين على القاعدين بالدرجة؛ أي: الرفعة، وهذا تفضيل على وجه الإجمال، ثم صرَّح بذلك على وجه التفصيل، ووعدهم بالمغفرة الصادرة من ربِّهم والرحمة التي تشتَمِلُ على حصول كلِّ خير واندفاع كلِّ شرٍّ، والدرجات التي فصلها النبي - صلى الله عليه وسلم - بالحديث الثابت عنه في «الصحيحين»: «إن في الجنة مائة درجة، ما بين كل درجتين كما بين السماء والأرض، أعدها الله للمجاهدين في سبيله». وهذا الثواب الذي رتَّبه الله على الجهاد نظير الذي في سورة الصفِّ في قوله: {يا أيُّها الذين آمنوا هل أدلُّكم على تجارةٍ تُنجيكم من عذابٍ أليم. تؤمنون بالله ورسولِهِ وتجاهِدون في سبيل اللهِ بأموالِكم وأنفسِكم ذلكم خيرٌ لكم إن كنتُم تعلَمون. يَغْفِرْ لكُم ذُنوبَكُم ويُدْخِلْكم جناتٍ تجري من تحتِها الأنهارُ ومساكنَ طيبةً في جنَّاتِ عدنٍ ذلك الفوزُ العظيم ... } إلى آخر السورة.
وتأمَّل حُسْنَ هذا الانتقال من حالةٍ إلى أعلى منها؛ فإنه نفى التسوية أولاً بين المجاهد وغيره، ثم صرَّح بتفضيل المجاهدِ على القاعِد بدرجةٍ، ثمَّ انتقل إلى تفضيلِهِ بالمغفرةِ والرحمةِ والدَّرجات. وهذا الانتقال من حالة إلى أعلى منها عند التفضيل والمدح أو النزول من حالةٍ إلى ما دونَها عند القدح والذمِّ أحسنُ لفظاً وأوقع في النفس، وكذلك إذا فضَّل تعالى شيئاً على شيءٍ، وكلٌّ منهما له فضلٌ؛ احترز بذكر الفضل الجامع للأمرين؛ لئلا يتوهَّم أحد ذمَّ المفضَّل عليه؛ كما قال هنا: {وكلاًّ وَعَدَ الله الحسنى}، وكما قال تعالى في الآيات المذكورة في الصَّفِّ في قوله: {وبشِّرِ المؤمنين}، وكما في قوله تعالى: {لا يستوي منكُم مَن أنفق مِن قبل الفتح وقاتَلَ}؛ أي: ممَّن لم يكن كذلك، ثم قال: {وكلاًّ وَعَدَ الله الحسنى}، وكما قال تعالى: {ففهَّمْناها سليمانَ وكلاًّ آتَيْنا حُكماً وعلماً}. فينبغي لمن بَحَثَ في التفضيل بين الأشخاص والطوائف والأعمال أن يتفطن لهذه النكتة، وكذلك لو تكلَّم في ذمِّ الأشخاص والمقالات؛ ذكر ما تجتمع فيه عند تفضيل بعضِها على بعض؛ لئلاَّ يُتَوَهَّم أن المفضَّل قد حصل له الكمال؛ كما إذا قيل: النصارى خيرٌ من المجوس؛ فليقلْ مع ذلك: وكلٌّ منهما كافر. والقتلُ أشنع من الزِّنا، وكلٌّ منهما معصيةٌ كبيرةٌ، حرَّمها الله ورسولُهُ، وزَجَرَ عنها.
ولمَّا وَعَدَ المجاهدين بالمغفرة والرحمةِ الصادِرَيْن عن اسميهِ الكريمين الغفور الرحيم؛ خَتَمَ هذه الآية بهما، فقال: {وكان الله غفوراً رحيماً}.
95-96. Yani mü’minlerden canı ve malı ile cihad edenler ile cihada çıkmayıp Allah’ın düşmanları ile savaşmayanlar bir olmaz. Bu, cihada çıkmaya bir teşvik olmakla birlikte tembellik etmekten, mazeretsiz olarak cihada çıkmamaktan da bir sakındırmadır. Hasta, kör, topal, cihad için gerekli araç gereç ve hazırlama imkânlarına sahip olmayan özür sahibi kimseler ise hiçbir şekilde mazeretsiz oturanlar konumunda olmazlar. Özür sahibi olan kimseler arasında da oturmaya razı olup eğer bu engel olmasaydı da Allah yolunda cihada çıkmama niyeti taşıyan ve bu hususta kendisine telkinlerde bulunmayan bir kimse de hiç şüphesiz mazeretsiz olarak cihada çıkmayıp oturan gibidir. Eğer engel olmasaydı Allah yolunda cihada çıkmaya niyetlenen, bunu temenni eden ve bu konuda kendisine telkinlerde bulunan bir kimse ise Allah yolunda cihada çıkan kimseler seviyesindedir. Çünkü kararlı bir niyet ile güç yettiği kadarıyla söz ve davranış bulunursa o niyetin sahibi o niyeti fiilen işleyen kimse gibi olur.
Daha sonra Yüce Allah mücahitleri oturanlara derece itibari ile daha üstün tuttuğunu açıkça ifade buyurmaktadır. Bu ise kapalı ve genel anlamda bir üstünlüktür. Arkasından Yüce Allah bu üstünlüğü ayrıntılı bir şekilde söz konusu ederek onlara Rablerinden bir mağfiret ve bir rahmet vaadinde bulunmaktadır. Bu ise pek çok hayrın gerçekleşmesini ve bir çok şerrin bertaraf edilmesini kapsar. Bu derecelere gelince Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bunu, Buhari ve Müslim’de sabit olan bir hadis-i şerifinde genişce açıklamıştır. Buna göre cennette yüz derece vardır. Her iki derece arasındaki mesafe ise gök ile yer arası gibidir. Allah bunları yolunda cihad edenler için hazırlamıştır.
Yüce Allah’ın cihada vereceğini belirttiği bu mükâfatın bir benzeri de Saf sûresinde yer alan şu ayetlerde dile getirilmektedir:
“Ey iman edenler! Sizi çok acıklı bir azaptan kurtaracak bir ticareti size göstereyim mi? Allah’a ve Rasûlüne iman edersiniz. Mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz bunlar sizin için daha hayırlıdır. Günahlarınızı da mağfiret eder ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki çok hoş meskenlere koyar. İşte bu, çok büyük bir kurtuluştur.” (es-Saf, 61/10-12) Sûrenin sonuna kadar bu derecelerin üstünlükleri dile getirilmektedir.
Şimdi bu âyet-i kerimedeki güzel geçiş üzerinde dikkatle düşünelim. Önce Yüce Allah mücahid ile mücahid olmayanın eşit olmayacağını belirtmiştir. Daha sonra ise mücahidin oturana bir derece üstün olduğunu açıkça ifade etmiştir, arkasından ise mücahidin ondan mağfiret ve rahmete nail olmak ile derecelerle üstün olacağını dile getirmektedir.
Fazilet ve övgü halinde bir durumdan daha üstün bir duruma geçiş yahut da yerme ve tenkit esnasında bir durumdan daha alttaki bir duruma geçiş lafız itibari ile daha güzeldir ve ruhu daha bir etkileyicidir. Aynı şekilde Yüce Allah bir şeyin diğerinden üstün olduğunu bildirir de her ikisinin kendisine göre bir üstünlüğü olursa her ikisinin ortak bir üstünlüğünü belirtmek sureti ile herhangi bir kimsenin, üstünlüğü daha az olanın yerilmiş olduğu vehmine kapılmasını önler. Nitekim burada da
“bununla beraber Allah hepsine de cenneti vaad etmiştir” buyurmuştur. Yine Saf sûresinde sözü edilen ayeti kerimelerde de Yüce Allah
“mü’minleri müjdele” diye buyurmaktadır.
Bir başka yerde de: “Aranızdan fetihten önce infak edip savaşanlar (diğerleri ile) bir olmaz.” (el-Hadid, 57/10) yani bu şekilde savaşıp infak edenler ile böyle olmayanlar bir olmaz diye buyurduktan sonra da:
“Bununla beraber Allah hepsine de el-Husna’yı (cenneti) vaad etmiştir.” (el-Hadid, 57/10) buyurmuştur.
Bir başka yerde geçen: “Biz onu hemen Süleyman’a kavratmıştık, bununla beraber her birine de hikmet ve ilim verdik.” (el-Enbiya, 21/79) buyruğu da buna örnektir.
O bakımdan şahıslar, kesimler ve ameller arasında fazilet hususunda araştırma yapmak isteyen kimsenin bu inceliğe dikkat etmesi gerekir. Aynı şekilde bir kimse kişileri ve görüşleri eleştirmeye yönelik söz söyleyecek olursa birinin diğerinden üstünlüğünü de ifade etmekle beraber bunların ortak yönlerini de söz konusu etmelidir ki daha üstün olduğu ifade edilenin, kemâl derecesine erişmiş olduğu düşünülmesin. Mesela,
“Hıristiyanlar mecusilerden daha hayırlıdır”, denildiği vakit arkasından; Bununla birlikte her birisi de kâfirdir, denilmelidir. Yine
“Adam öldürmek zinadan daha çirkindir”; denilirse
“Her birisi de büyük bir günahtır, Allah ve Rasûlü ikisini de haram kılmış ve bunlardan uzak durulmasını emretmiştir”, ifadesini eklemelidir.
Yüce Allah iki güzel ismi
“Ğafûr ve Rahîm”den sadır olan mağfiret ve rahmeti vaad ettiğinden dolayı bu âyet-i kerimeyi
“Allah Ğafûrdur, Rahîmdir” buyruğu ile sona erdirmektedir.
{إِنَّ الَّذِينَ تَوَفَّاهُمُ الْمَلَائِكَةُ ظَالِمِي أَنْفُسِهِمْ قَالُوا فِيمَ كُنْتُمْ قَالُوا كُنَّا مُسْتَضْعَفِينَ فِي الْأَرْضِ قَالُوا أَلَمْ تَكُنْ أَرْضُ اللَّهِ وَاسِعَةً فَتُهَاجِرُوا فِيهَا فَأُولَئِكَ مَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ وَسَاءَتْ مَصِيرًا (97) إِلَّا الْمُسْتَضْعَفِينَ مِنَ الرِّجَالِ وَالنِّسَاءِ وَالْوِلْدَانِ لَا يَسْتَطِيعُونَ حِيلَةً وَلَا يَهْتَدُونَ سَبِيلًا (98) فَأُولَئِكَ عَسَى اللَّهُ أَنْ يَعْفُوَ عَنْهُمْ وَكَانَ اللَّهُ عَفُوًّا غَفُورًا (99)}.
97- Melekler,
canlarını nefislerine zulmeder bir halde iken aldığı kimselere: “Ne işte idiniz?” derler.
Onlar: “Biz yeryüzünde mustaz’af kimselerdik” derler.
“Allah’ın arzı geniş değil miydi ki hicret edeydiniz?” derler. İşte onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir dönüş yeridir!
98- Ancak ne bir çare ne de bir yol bulamayan muztazaf erkek, kadın ve çocuklar müstesnâ.
99- İşte onları Allah’ın affetmesi umulur. Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır.
#
{97} هذا الوعيد الشديد لمن ترك الهجرة مع قدرته عليها حتى مات؛ فإنَّ الملائكة الذين يقبضون روحه يوبِّخونه بهذا التوبيخ العظيم، ويقولون لهم: {فيم كنتُم}؛ أي: على أيِّ حال كنتم؟ وبأيِّ شيءٍ تميَّزْتم عن المشركين؟ بل كثَّرْتُم سوادَهم، وربَّما ظاهرتُموهم على المؤمنين، وفاتكم الخير الكثير والجهادُ مع رسولِهِ والكون مع المسلمين ومعاونتهم على أعدائهم. {قالوا كُنَّا مستضعفين في الأرض}؛ أي: ضعفاء مقهورين مظلومين ليس لنا قدرة على الهجرة، وهم غير صادقين في ذلك؛ لأنَّ الله وَبَّخَهم وتوعَّدَهم، ولا يكلِّف الله نفساً إلاَّ وسعها، واستثنى المستضعفين حقيقةً، ولهذا قالت لهم الملائكة: {ألم تَكُنْ أرضُ الله واسعةً فتهاجِروا فيها}؟ وهذا استفهام تقرير؛ أي: قد تقرَّر عند كلِّ أحدٍ أنَّ أرض الله واسعةٌ؛ فحيثما كان العبد في محلٍّ لا يتمكن فيه من إظهار دينه؛ فإنَّ له متَّسعاً وفسحةً من الأرض يتمكَّن فيها من عبادة الله؛ كما قال تعالى: {يا عبادي الذين آمنوا إنَّ أرضي واسعةٌ فإيَّايَ فاعبُدُونِ}. قال الله عن هؤلاء الذين لا عذر لهم: {فأولئك مأواهم جهنَّمُ وساءت مصيراً}. وهذا كما تقدَّم فيه ذِكْرُ بيان السبب الموجب؛ فقد يترتَّب عليه مقتضاهُ مع اجتماع شروطِهِ وانتفاءِ موانعِهِ، وقد يمنعُ من ذلك مانع.
وفي الآية دليل على أن الهجرة من أكبر الواجبات، وتركها من المحرمات، بل من أكبر الكبائر. وفي الآية دليلٌ على أنَّ كلَّ من تُوُفِّي فقد استكمل واستوفى ما قُدِّرَ له من الرِّزْق والأجل والعمل، وذلك مأخوذٌ من لفظ التوفِّي؛ فإنه يدلُّ على ذلك؛ لأنَّه لو بقي عليه شيءٌ من ذلك؛ لم يكن متوفياً. وفيه الإيمان بالملائكة ومدحهم؛ لأنَّ الله ساق ذلك الخطاب لهم على وجه التقرير والاستحسان منهم وموافقته لمحلِّه.
97. Bu ağır tehdit, güç yetirmekle birlikte hicreti terk eden ve o halde ölenler içindir.
Böylelerinin ruhlarını alan melekler bu ağır ifadelerle böylelerini azarlayarak onlara: “Ne işte idiniz?” derler. Yani Durmunuz neydi? Müşriklerden ne farkınız vardı? Aksine siz onlarla birlikte kalarak onların sayılarını artırdınız, hatta mü’minlere karşı onlara yardımcı bile oldunuz. Pek çok hayırdan mahrum kaldığınız gibi Allah Rasûlü ile birlikte cihad etmekten, müslümanlarla birlikte bulunup düşmanlarına karşı onlarla yardımlaşmaktan da mahrum kaldınız.
“Biz yeryüzünde mustaz’af kimselerdik, derler.” Yani zayıf, zulme uğramış, baskı altında tutulan kimselerdik. Hicret edecek gücümüz yoktu. Ancak onlar doğru söylemiyorlardı. Çünkü Yüce Allah onları azarlamakta ve tehdit etmektedir ki Yüce Allah hiç kimseye kaldıramayacağını yüklemez. Diğer taraftan O, gerçekten mustaz’af olan kimseleri de istisna etmiştir.
Bundan dolayı bu şekilde mazeret beyan edenlere melekler: “Allah’ın arzı geniş değil miydi ki hicret edeydiniz?” derler. Bu takrirî bir istifhamdır. Yani herkes şu gerçeği bilir ki Allah’ın arzı geniştir. Kul eğer dinini açığa vurmakimkânını bulamayacağı bir yerde bulunursa hiç şüphesiz yeryüzü geniştir, orada Allah’a ibadet edecek bir yer mutlaka bulur.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ey iman eden kullarım! Şüphesiz ki arzım geniştir. O halde yalnız Bana ibadet edin!” (el-Ankebut, 29/56)
Yüce Allah mazereti bulunmayan bu gibi kimseler hakkında devamla şöyle buyurmaktadır:
“İşte onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü bir dönüş yeridir!” Bu buyrukta da -daha önceden geçtiği gibi- cehennemi gerektirici sebep açıklanmaktadır ki bu, şartlarının bulunması ve manilerinin de ortadan kalkması ile birlikte gerçekleşir. Kimi zaman bunun tahakkukunu engelleyen bir husus da bulunabilir.
Bu ayet-i kerimede hicretin en büyük farzlardan olduğuna, hicreti terk etmenin de haram işlerden, hatta en büyük günahlardan biri olduğuna delil vardır. Yine âyet-i kerimede vefat eden her bir kimsenin kendisi için takdir edilmiş bulunan rızık, ecel ve ameli tamamladığına da delil vardır. Bu da
(eksiksiz almak anlamında olan ve vefat kelimesinin de aynı kökten geldiği) “توفي” lafzından anlaşılmaktadır. Bu lafız buna delildir. Çünkü eğer bir kimse bu sayılanlardan herhangi bir şeyi henüz tamamlamış olursa ona “müteveffa” denmez.
Yine bu buyrukta, meleklere iman ve onların övülmesi de söz konusudur. Çünkü Yüce Allah bu hitabı onların varlıklarını anlatmak, bunların yaptıklarını güzel ve yerinde görme sadedinde zikretmiştir.
#
{98 ـ 99} ثم استثنى المستضعفين على الحقيقة الذين لا قدرة لهم على الهجرة بوجهٍ من الوجوه {ولا يَهْتَدونَ سبيلاً}؛ فهؤلاء قال الله فيهم: {فأولئك عسى اللهُ أن يعفُوَ عنهم وكان الله عفوًّا غفوراً}، و {عسى} ونحوها واجب وقوعها من الله تعالى بمقتضى كرمِهِ وإحسانه. وفي الترجية بالثواب لمن عمل بعض الأعمال فائدةٌ، وهو أنَّه قد لا يوفِّيه حقَّ توفيته، ولا يعمله على الوجه اللائق الذي ينبغي، بل يكون مقصِّراً، فلا يستحقُّ ذلك الثواب، والله أعلم.
وفي الآية الكريمة دليل على أن من عَجَزَ عن المأمور من واجب وغيره؛ فإنه معذور؛ كما قال تعالى في العاجزين عن الجهاد: {ليس على الأعمى حَرَجٌ ولا على الأعرج حَرَجٌ ولا على المريض حَرَجٌ}، وقال في عموم الأوامر: {فاتَّقوا الله ما استطعتُم}، وقال النبي - صلى الله عليه وسلم -: «إذا أمرتُكم بأمرٍ؛ فأتوا منه ما استطعتم». ولكن لا يُعْذَرُ الإنسان إلاَّ إذا بَذَلَ جهدَه، وانسدَّت عليه أبوابُ الحيل؛ لقوله: {لا يستطيعونَ حيلةً}.
وفي الآية تنبيهٌ على أنَّ الدَّليل في الحج والعمرة ـ ونحوهما مما يحتاج إلى سفر ـ من شروط الاستطاعة.
98-99. Daha sonra Allah gerçekten herhangi bir şekilde hicret etme gücüne sahip olmayan ve
“ne bir çare ne de bir yol bulamayan” mustaz’afları istisna etmekte ve bu gibi kimseler hakkında Yüce Allah:
“İşte onları Allah’ın affedeceği umulur. Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır.” buyurmaktadır.
“Umulur ki” anlamına gelen “عسى” ve benzeri ifadeler, Yüce Allah tarafından kullanılırsa umulan şeyin tahakkukunun kesin olduğunu ifade eder. Bu da O’nun kerem ve ihsanının bir gereğidir. Birtakım amelleri işleyen kimselere mükâfat alacaklarını ümid edilebileceklerinin belirtilmesinin de özel bir anlamı vardır.
O da şudur: Kişi amelinin karşılığını tam olarak alamayabilir. Zira o, söz konusu ameli olması gereken şekli yapmayabilir, hatta bu konuda kusurlu davranmış olabilir. O takdirde de bu mükâfatı hak edemez. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
Âyet-i kerimede farz veya msütehap türünden emirleri yerine getirmekten aciz düşen kimsenin mazur görüleceğine delil vardır.
Nitekim Yüce Allah cihada çıkamayan aciz kimseler hakkında şöyle buyurmaktadır: “Gözleri görmeyene günah yoktur, topala günah yoktur, hastaya günah yoktur...” (el-Feth, 48/17) Yine Yüce Allah genel olarak bütün emirler hakkında da:
“O halde gücünüzün yettiği kadar Allah’tan sakının...” (et-Teğabun, 64/16) buyurmaktadır.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmaktadır: “Ben size herhangi bir hususu emredecek olursam onu gücünüz yettiğince yerine getirin.” Ancak insanın mazur görülebilmesi, bütün gayretini ortaya koyması ve önündeki bütün çarelerin tükenmesi halinde söz konusudur.
Çünkü Yüce Allah: “Ne bir çare ne de bir yol bulamayanlar… müstesnâ” buyurmaktadır.
Âyet-i kerimede yolculuk yapmayı gerektiren hac, umre vb. amellerde de güç yetirmenin aranan şartlar arasında yer aldığına işaret vardır.
{وَمَنْ يُهَاجِرْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ يَجِدْ فِي الْأَرْضِ مُرَاغَمًا كَثِيرًا وَسَعَةً وَمَنْ يَخْرُجْ مِنْ بَيْتِهِ مُهَاجِرًا إِلَى اللَّهِ وَرَسُولِهِ ثُمَّ يُدْرِكْهُ الْمَوْتُ فَقَدْ وَقَعَ أَجْرُهُ عَلَى اللَّهِ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا (100)}.
100- Kim Allah yolunda hicret ederse yeryüzünde gidecek çok yer de bulur, genişlik de bulur. Her kim Allah’a ve Rasûlüne hicret etmek maksadı ile evinden çıkar da sonra ona ölüm erişirse artık onun mükâfatı Allah’a aittir. Allah Ğafûrdur, Rahîmdir.
#
{100} هذا في بيان الحثِّ على الهجرة والترغيب وبيان ما فيها من المصالح، فوعد الصادق في وعده أنَّ من هاجر في سبيله ابتغاء مرضاتِهِ أنه يَجِدُ مراغَماً في الأرض وسعة؛ فالمراغَم مشتملٌ على مصالح الدين، والسعة على مصالح الدنيا، وذلك أنَّ كثيراً من الناس يتوهَّم أنَّ في الهجرة شتاتاً بعد الألفة وفقراً بعد الغنى وذلاًّ بعد العزِّ وشدَّة بعد الرخاء، والأمر ليس كذلك؛ فإنَّ المؤمن ما دام بين أظهر المشركين؛ فدينُهُ في غاية النقص؛ لا في العبادات القاصرة عليه كالصلاة ونحوها، ولا في العبادات المتعدِّية كالجهاد بالقول والفعل وتوابع ذلك؛ لعدم تمكُّنه من ذلك، وهو بصدد أن يُفْتَنَ عن دينِهِ، خصوصاً إن كان مستضعفاً؛ فإذا هاجر في سبيل الله؛ تمكَّن من إقامة دين الله وجهاد أعداء الله ومراغمتهم؛ فإنَّ المراغمة اسم جامعٌ لكلِّ ما يحصُلُ به إغاظةٌ لأعداء الله من قول وفعل وكذلك يحصل له سعة في رزقه، وقد وقع كما أخبر الله تعالى.
واعْتَبِرْ ذلك بالصحابة رضي الله عنهم؛ فإنهم لما هاجروا في سبيل الله وتركوا ديارهم وأولادهم وأموالهم لله؛ كمل بذلك إيمانهم، وحصل لهم من الإيمان التامِّ والجهاد العظيم والنصرِ لدين الله ما كانوا به أئمة لمن بعدهم، وكذلك حصل لهم مما يترتب على ذلك من الفتوحات والغنائم ما كانوا به أغنى الناس، وهكذا كلُّ مَن فَعَلَ فعلَهم؛ حَصَلَ له ما حَصَلَ لهم إلى يوم القيامة.
ثم قال: {ومن يخرج من بيتِهِ مهاجراً إلى الله ورسولِهِ}؛ أي: قاصداً ربَّه ورضاه ومحبَّته لرسوله ونصراً لدين الله لا لغير ذلك من المقاصد. {ثم يدرِكْه الموتُ}: بقتل أو غيره، {فقد وَقَعَ أجرُهُ على الله}؛ أي: فقد حَصَلَ له أجرُ المهاجر الذي أدرك مقصودَه بضمان الله تعالى، وذلك لأنَّه نوى وجَزَمَ وحصل منه ابتداءٌ وشروعٌ في العمل؛ فمن رحمة الله به وبأمثاله أنْ أعطاهم أجْرَهم كاملاً، ولو لم يُكْمِلوا العمل، وَغَفَرَ لهم ما حصل منهم من التقصير في الهجرة وغيرها، ولهذا ختم هذه الآية بهذين الاسمين الكريمين، فقال: {وكان الله غفوراً رحيماً}: يغفر للمؤمنين ما اقترفوه من الخطيئاتِ، خصوصاً التائبين المنيبين إلى ربهم، رحيماً بجميع الخلق رحمةً أوجدتهم وعافتْهم ورزقتْهم من المال والبنين والقوَّة وغير ذلك، رحيماً بالمؤمنين؛ حيث وفَّقهم للإيمان، وعلَّمهم من العلم ما يحصُلُ به الإيقان، ويَسَّرَ لهم أسبابَ السعادة والفلاح، وما به يدركونَ غايةَ الأرباح، وسيرون من رحمته وكرمِهِ ما لا عينٌ رأت ولا أذنٌ سمعت ولا خطر على قلب بشر. فنسأل الله أن لا يحرِمَنا خيره بشرِّ ما عندنا.
100. Bu ayette hicrete teşvik edilmekte, hicretin üstünlüğünü anlatılmakta ve hicretteki faydalar açıklanmaktadır. Vaadinde sadık olan Yüce Allah, kendi yolunda kendi rızasını arayarak hicret eden kimsenin yeryüzünde gidecek çok yer ve genişlik bulacağını bildirmektedir.
“Gidecek çok yer” ifadesi dini maslahatları,
“genişlik” ifadesi de dünyevi maslahatları kapsamaktadır. Çünkü insanların pek çoğu hicret sebebi ile önceki kaynaşmanın kaybolacağını, dağınıklıkla karşı karşıya kalacaklarını, varlıktan sonra fakir düşeceklerini, azizken zelil olacaklarını, bolluk içindeyken darlığa düşeceklerini zannederler. Durum ise böyle değildir. Mü’min müşrikler arasında kaldığı sürece dini son derece eksiktir. Namaz ve buna benzer faydası kişinin kendisiyle sınırlı ibadetlerde de eksiklik söz konusu olduğu gibi sözlü ve fiili cihad gibi başkasına faydası dokunan ibadetlerde de durum böyledir. Çünkü bu ibadetlerini tam anlamıyla yerine getirme imkânını bulamaz. Zira o, özellikle mustazaf bir kimse ise dini dolayısı ile baskı ve işkenceye maruz kalır.
Allah yolunda hicret edecek olursa Allah’ın dinini uygulamak, Allah’ın düşmanlarına karşı cihad etmek ve onları öfkelendirecek işler yapma imkânını bulur. Çünkü “gidecek çok yer” ifadesi, Allah’ın düşmanlarını öfkelendiren her türlü söz ve davranışı da içeren kapsamlı bir ifadesid. Aynı şekilde hicret eden kimsenin rızkında da genişlik meydana gelir. Nitekim Yüce Allah'ın haber verdiği şekilde de olmuştur. Zira bunu ashab-ı kiram radıyallahu anhum’un hayatında ibretli bir şekilde görebiliriz. Onlar Allah yolunda hicret edip yurtlarını, çocuklarını ve mallarını Allah için terk etmekle imanlarını kemale erdirmiş ve tam bir imana sahip olmuşlardır. Büyük bir cihada girişmişler ve Allah’ın dinine yardımda bulunmuşlardır. Bu suretle de kendilerinden sonra gelenlerin önderleri olmuşlardır. Aynı şekilde bu hicretin bir sonucu olarak pek çok fetihler gerçekleştirmişler, ganimetler almışlar ve bu yolla da insanların en varlıklıları olmuşlardır. Kıyamet gününe kadar onların yaptıkları gibi yapan herkes de onların elde ettiklerinin benzerini elde edecektir.
Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Her kim Allah’a ve Rasûlüne hicret etmek maksadı ile” Rabbinin rızasını, Rasûlünün sevgisini isteyerek ve Allah’ın dinine yardım maksadı ile -başka hiçbir maksad söz konusu olmaksızın-
“evinden çıkar da sonra” öldürülmek veya başka bir sebeple
“ölüm ona erişirse onun mükâfatı Allah’a aittir.” Yani o kimse Yüce Allah’ın teminatı ile maksat olarak gözettiği hicret etme ecrini elde eder. Çünkü o kesin olarak niyet edip kararlılığını göstermiş ve bu işe fiilen başlamış ve bu amele girişmiştir. Yüce Allah’ın buna ve benzerlerine rahmetinin bir tecellisi olarak O onlara ecirlerini eksiksiz olarak verir. Velev ki onlar amellerini tamamlayamasınlar. Ayrıca hicret ve diğer amellerindeki kusurlarını da bağışlar. Bundan dolayı bu âyet-
i kerime Yüce Allah’ın şu iki güzel ismi ile sona ermektedir: “Allah Ğafûrdur, Rahîmdir” mü’minlerin günahlarını bağışlar, mağfiret eder. Özellikle de Rablerine yönelen tevbekârlarınkini. Bütün insanlara karşı da çok merhametlidir. Bu merhameti ile onları var etmiştir, onlara afiyet vermiştir, onlara mal, evlat, güç ve benzeri şeyleri rızık olarak ihsan etmiştir.
Özellikle de mü’minlere çok merhametlidir, çünkü onlara iman etme muvaffakiyetini ihsan etmiş, kesin bir imana sahip olmalarını sağlayacak bir ilim öğretmiş, mutluluk ve başarıya giden yolları onlara kolaylaştırmıştır. Kendisi vasıtası ile en ileri derecede kârları sağlayacakları yolları açmıştır. O’nun rahmet ve lütfunun bir tecellisi olarak hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın da hatırına gelmeyen şeyleri göreceklerdir.
Yüce Allah’tan bizim kötülüklerimiz sebebi ile nezdinde bulunan bu hayırlardan bizi mahrum etmemesini niyaz ederiz
{وَإِذَا ضَرَبْتُمْ فِي الْأَرْضِ فَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أَنْ تَقْصُرُوا مِنَ الصَّلَاةِ إِنْ خِفْتُمْ أَنْ يَفْتِنَكُمُ الَّذِينَ كَفَرُوا إِنَّ الْكَافِرِينَ كَانُوا لَكُمْ عَدُوًّا مُبِينًا (101) وَإِذَا كُنْتَ فِيهِمْ فَأَقَمْتَ لَهُمُ الصَّلَاةَ فَلْتَقُمْ طَائِفَةٌ مِنْهُمْ مَعَكَ وَلْيَأْخُذُوا أَسْلِحَتَهُمْ فَإِذَا سَجَدُوا فَلْيَكُونُوا مِنْ وَرَائِكُمْ وَلْتَأْتِ طَائِفَةٌ أُخْرَى لَمْ يُصَلُّوا فَلْيُصَلُّوا مَعَكَ وَلْيَأْخُذُوا حِذْرَهُمْ وَأَسْلِحَتَهُمْ وَدَّ الَّذِينَ كَفَرُوا لَوْ تَغْفُلُونَ عَنْ أَسْلِحَتِكُمْ وَأَمْتِعَتِكُمْ فَيَمِيلُونَ عَلَيْكُمْ مَيْلَةً وَاحِدَةً وَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ إِنْ كَانَ بِكُمْ أَذًى مِنْ مَطَرٍ أَوْ كُنْتُمْ مَرْضَى أَنْ تَضَعُوا أَسْلِحَتَكُمْ وَخُذُوا حِذْرَكُمْ إِنَّ اللَّهَ أَعَدَّ لِلْكَافِرِينَ عَذَابًا مُهِينًا (102)}.
101- Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman eğer kâfirlerin size bir fenalık yapmasından korkarsanız namazın bir kısmını kısaltmanızda size bir vebal yoktur. Şüphesiz kâfirler sizin apaçık düşmanınızdır.
102- Sen aralarında bulunup onlara namaz kıldırdığında bir kısmı seninle birlikte namaza dursun ve silahlarını da alsınlar. Bunlar secdeye vardıklarında
(diğerleri) arkanızda bulunsunlar. Namaz kılmamış olan diğer kısım gelsin, seninle beraber namaz kılsınlar. Hem tedbirli bulunsunlar, hem de silahlarını alsınlar. Kâfirler siz silahlarınızdan ve eşyanızdan gafilken size
(ansızın) bir baskın yapmayı arzu ederler. Eğer size yağmurdan dolayı bir zarar gelir yahut hasta olursanız silahlarınızı bırakmanızda sizin için bir sakınca yoktur. Yine de tedbirinizi alın. Şüphesiz Allah kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.
#
{101} هاتان الآيتان: أصل في رخصة القصر وصلاة الخوف، يقول تعالى: {وإذا ضربتُم في الأرض}؛ أي: في السفر، وظاهر الآية أنه يقتضي الترخُّص في أي سفر كان، ولو كان سفر معصية؛ كما هو مذهب أبي حنيفة رحمه الله، وخالف في ذلك الجمهور، وهم الأئمة الثلاثة وغيرهم، فلم يجوِّزوا الترخيص في سفر المعصية؛ تخصيصاً للآية بالمعنى والمناسبة؛ فإنَّ الرخصة سهولةٌ من الله لعباده إذا سافروا أن يقصُروا ويفطروا، والعاصي بسفره لا يناسب حاله التخفيف.
وقوله: {فليس عليكم جناح أن تقصُروا من الصلاة}؛ أي: لا حرج ولا إثم عليكم في ذلك. ولا ينافي ذلك كون القصر هو الأفضل؛ لأن نفي الحرج إزالةٌ لبعض الوهم الواقع في كثيرٍ من النفوس، بل ولا ينافي الوجوب؛ كما تقدَّم ذلك في سورة البقرة في قوله: {إن الصَّفا والمروة من شعائرِ الله ... } إلى آخر الآية، وإزالة الوهم في هذا الموضع ظاهرة؛ لأنَّ الصلاة قد تقرَّر عند المسلمين وجوبُها على هذه الصفة التامَّة، ولا يزيل هذا عن نفوس أكثرهم إلا بذكر ما ينافيه. ويدلُّ على أفضلية القصر على الإتمام أمران: أحدُهما: ملازمة النبيِّ - صلى الله عليه وسلم - على القصر في جميع أسفاره. والثاني: أن هذا من باب التوسعة والترخيص والرحمة بالعباد، والله تعالى يُحِبُّ أن تُؤتى رُخَصُه، كما يكره أن تُؤتى معصيَتُه.
وقوله: {أن تقصُروا من الصلاة}، ولم يقل: أن تقصُروا الصلاة: فيه فائدتان: إحداهما: أنه لو قال: أن تقصروا الصلاة؛ لكان القصرُ غيرَ منضبط بحدٍّ من الحدود، فربَّما ظنَّ أنه لو قَصَرَ معظم الصلاة وجعلها ركعةً واحدةً؛ لأجزأ؛ فإتيانه بقوله: {من الصلاة}؛ ليدل ذلك على أن القصر محدودٌ مضبوطٌ مرجوعٌ فيه إلى ما تقرَّر من فعل النبيِّ - صلى الله عليه وسلم - وأصحابه. الثانية: أنَّ {من} تفيدُ التبعيض؛ ليعلم بذلك أن القصر لبعض الصلواتِ المفروضاتِ لا جميعها؛ فإنَّ الفجر والمغرب لا يُقصران، وإنما الذي يُقْصَر الصلاة الرباعية من أربع إلى ركعتين.
فإذا تقرَّر أنَّ القصر في السفر رخصةٌ؛ فاعلمْ أنَّ المفسِّرين قد اختلفوا في هذا القيد، وهو قولُهُ: {إن خفتم أن يَفْتِنَكُمُ الذين كفروا}، الذي يدلُّ ظاهرُهُ أنَّ القصر لا يجوزُ إلا بوجود الأمرين كليهما السفر مع الخوف، ويرجِعُ حاصل اختلافهم إلى أنه هل المرادُ بقوله: {أن تقصُروا}: قصرُ العدد فقط أو قصرُ العدد والصفة؟ فالإشكال إنما يكون على الوجه الأوَّل. وقد أشكل هذا على أمير المؤمنين عمر بن الخطاب رضي الله عنه، حتَّى سأل عنه النبيَّ - صلى الله عليه وسلم -، فقال: يا رسول الله! ما لنا نقصُرُ الصلاة وقد أمِنَّا؟ أي: والله يقولُ: {إن خِفْتُم أن يَفْتِنَكُمُ الذين كفروا}. فقال رسول الله - صلى الله عليه وسلم -: «صدقةٌ تصدَّق الله بها عليكم؛ فاقبلوا صَدَقَتَهُ». أو كما قال. فعلى هذا يكون هذا القيد أتى به نظراً لغالب الحال التي كان النبيُّ - صلى الله عليه وسلم - وأصحابه عليها؛ فإنَّ غالب أسفاره أسفار جهاد.
وفيه فائدةٌ أخرى: وهي بيان الحكمة والمصلحة في مشروعية رخصة القصر؛ فبيَّن في هذه الآية أنْهَى ما يُتَصَوَّر من المشقة المناسبة للرخصة، وهي اجتماع السفر والخوف، ولا يستلزم ذلك أن لا يُقْصَرَ مع السفر وحده الذي هو مَظِنَّة المشقَّة. وأما على الوجه الثاني، وهو أنَّ المراد بالقصر [هنا] قصرُ العدد والصِّفة؛ فإنَّ القيدَ على بابِهِ؛ فإذا وجد السفر والخوف؛ جاز قصرُ العدد وقصرُ الصفة، وإذا وُجِدَ السفر وحده؛ جاز قَصْرُ العدد فقط، أو الخوف وحدَه؛ جاز قصرُ الصفة.
101. Bu iki âyet-i kerime namazı kısaltmanın ve korku namazının asli dayanağını teşkil etmektedir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Yeryüzünde sefere çıktığınız zaman...” Âyetin zahiri, bu ruhsatın masiyet yolculuğu dahi olsa her türlü yolculukta söz konusu olmasını gerektirmektedir. Nitekim Ebu Hanife’nin -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- görüşü de budur. Bu hususta cumhur ona muhalefet etmiştir ki cumhurdan kasıt diğer üç mezhe imamı ve başkalarıdır. Bunlar bu âyet-i kerimeyi mana ve münasebeti ile tahsis ederek masiyet yolculuğunda bu ruhsatın kullanılmasını caiz kabul etmezler. Çünkü ruhsat, yolculuğa çıkmaları halinde namazlarını kısaltmaları ve oruçlu iseler de oruçlarını açmaları şeklinde Allah’ın kullarına bir kolaylığıdır. Yolculuğu ile isyan eden bir kimsenin durumu ise yükümlülüklerinin bu şekilde hafifletilmesine uygun düşmez.
“Namazı kısaltmanızda size bir vebal yoktur.” Yani bu hususta herhangi bir günah ya da sakınca söz konusu değildir. Bu ifade, faziletli olanın namazın kısaltılarak kılınması oluşuna aykırı değildir. Çünkü günahın söz konusu olmaması, birçok kimsenin içini rahatsız eden bazı şüphelerin giderilmesi içindir. Hatta bu ifade şekli, bu hükmün farz olmasına bile aykırı değildir.
Nitkeim Bakara Sûresindeki: “Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah’ın alâmetlerindendir...” (el-Bakara, 2/158) buyruğunda da buna benzer bir ifade geçmişti.
Burada böyle bir şüphenin giderilmesindeki amaç ise açıkça ortadadır. Çünkü namazın farziyeti, müslümanlar nezdinde malum tam şekli ile yer etmiştir. Bu hususta çoğu kimsenin şüphesi, ancak bu şüpheye aykırı bir ifade söz konusu etmekle giderilebilir.
Böyle bir durumda namazı kısaltarak kılmanın tam kılmaktan daha faziletli olduğuna şu iki husus da delil teşkil etmektedir: Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in bütün yolculuklarında namazı kısaltması, ikincisi de bunun, Yüce Allah’ın sağladığı bir genişlik, ruhsat ve kullarına bir rahmeti olmasıdır. Şanı Yüce Allah ise -günahların işlenmesinden hoşlanmadığı gibi- ruhsatlarından yararlanılmasını sever.
Yüce Allah’ın: “Namazın bir kısmını kısaltmanızda” buyruğunda ﴾ أَن تَقۡصُرُواْ مِنَ ٱلصَّلَوٰةِ ﴿ buyurarak
“أن تقصروا الصلاة / namazı kısaltmanızda” buyurmamasının iki inceliği vardır: Birincisi eğer
“أن تقصروا الصلاة” demiş olsaydı, namazın kısaltılmasının herhangi bir sınırla belirlenmesi söz konusu olmazdı. Belki de muhatap, namazın çoğu bölümünü kısaltmanın ve namazı tek bir rekât olarak kılmasının yeterli olacağını bile zannedebilirdi. O halde bu şekilde buyurulması sözü geçen kısaltmanın sınırlı ve belirli olduğunu ve bu konuda Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in ve ashabının uygulamasının da tespbit ettiği şeklin esas alınacağını göstermektedir.
İkinci husus ise
“من” edatı “bir kısmı, bazısı” anlamına da gelir. Böylelikle bundan namazın kısaltılmasının bütün farzlar için değil farz kılınan namazların bazısı için söz konusu olduğu anlaşılır. Çünkü sabah ve akşam namazları kısaltılmaz. Kısaltılan namazlar ise dört rekâtlı farzlar olup bunlar da iki rekât olarak kılınırlar.
Yolculukta namazı kısaltmanın bir ruhsat olduğu ortaya çıktığına göre şu bilinmelidir ki müfessirler
“eğer kâfirlerin size bir fenalık yapmasından korkarsanız” ifadesindeki bu kayıt hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Zira bu ifade zahiren ancak yolculukla korku bir arada olursa namazın kısaltılabileceğine delalet etmektedir.
Onların bu konudaki görüş ayrılıklarının hulâsası da Yüce Allah’ın: “kısaltmanızda” ifadesinin yalnızca sayıca kısaltmaya mı dönük olduğu yoksa sayı ve sıfatı itibari ile kısaltmaya mı dönük olduğu hususundadır. Problem de birinci görüş kabul edildiğinde ortaya çıkmaktadır.
Nitekim bu husus mü’minlerin emiri Ömer el Hattab radıyallahu anh için de içinden çıkılmaz bir hal alınca bu konuyu Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e sormuş ve: Ey Allah’ın Rasûlü, biz güvenliğe kavuşmuş bulunuyorken niçin namazı kısaltıyoruz? demiştir.
Yani Yüce Allah: “Kâfirlerin size bir fenalık yapmasından korkarsanız” diye buyurduğu halde ve bu durum söz konusu olmadığına göre niçin kısaltıyoruz? demek istemişti.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de ona şu cevabı verdi: “Bu, Allah’ın size sadaka olarak bağışladığı bir şeydir, siz de onun sadakasını kabul edin.”
Buna göre bu kayıt, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in ve ashabının karşı karşıya bulunduğu ağırlıklı durum dikkate alınarak zikredilmiştir. Çünkü onun yolculuklarının pek çoğu cihad içindi. Bu buyrukta bir incelik daha bulunmaktadır ki o da namazın kısaltılma ruhsatının meşruiyetindeki hikmet ve maslahatın beyan edilmesidir. Bu âyet-i kerimede Yüce Allah ruhsata uygun olarak düşünülen zorluğun en ileri derecesini beyan etmiştir ki o da yolculuk ve korkunun bir arada bulunmasıdır. O nedenle bu ifade, zorlukla karşı karşıya kalınma ihtimalinin söz konusu olduğu salt yolculukta namazın kısaltılmamasını gerektirmez.
İkinci hususa gelince o da kısaltmadan kastın sayı ve sıfat itibari ile kısaltmak olduğu görüşüdür ki bu durumda ayetteki kayıt olduğu şekilde ele alınır. Eğer hem yolculuk ve korku bir arada bulunursa namazın sayısında da kısaltma, sıfatında da kısaltma söz konusu olur. Yalnızca yolculuk söz konusu olursa o takdirde sadece sayının kısaltılması caiz olur. Yahut da eğer yalnızca korku söz konusu olursa kısaltma sadece sıfatı itibari ile yapılır. Bundan dolayı bir sonraki âyet-
i kerimede korku namazının sıfatı söz konusu edilmektedir:
#
{102} ولذلك أتى بصفة صلاة الخوف بعدها بقوله: {وإذا كنتَ فيهم فأقمتَ لهمُ الصَّلاة}؛ أي: صَلَّيْتَ بهم صلاةً تُقيمها وتُتِمُّ ما يجبُ فيها ويلزم فعلُهم ما ينبغي لك ولهم فعلُه، ثم فسَّر ذلك بقوله: {فَلْتَقُمْ طائفةٌ منهم معك}؛ أي: وطائفةٌ قائمةٌ بإزاء العدوِّ؛ كما يدلُّ على ذلك ما يأتي. {فإذا سجدوا}؛ أي: الذين معك؛ أي: أكملوا صلاتهم، وعبَّر عن الصلاة بالسُّجود؛ ليدلَّ على فضل السجود وأنَّه ركنٌ من أركانها، بل هو أعظمُ أركانها، {فليكونوا من ورائِكُم ولتأتِ طائفةٌ أخرى لم يصلُّوا}: وهم الطائفةُ الذين قاموا إزاءَ العدوِّ، {فَلْيُصَلُّوا معك}: ودلَّ ذلك على أنَّ الإمام يبقى بعد انصراف الطائفةِ الأولى منتظراً للطائفة الثانية؛ فإذا حضروا صلَّى بهم ما بقي من صلاته، ثم جلس ينتظِرُهم حتى يُكْمِلوا صلاتَهم، ثم يسلِّم بهم. وهذا أحد الوجوه في صلاة الخوف؛ فإنَّها صحَّت عن النبي صلى الله عليه (وسلم) من وجوه كثيرة كلها جائزة.
وهذه الآية تدلُّ على أنَّ صلاة الجماعة فرض عين من وجهين:
أحدهما: أنَّ الله تعالى أمر بها في هذه الحالة الشديدة وقت اشتداد الخوف من الأعداء وحذر مهاجمتهم؛ فإذا أوجبها في هذه الحالة الشديدة، فإيجابُها في حالة الطمأنينة والأمن من باب أولى وأحرى.
والثاني: أنَّ المصلِّين صلاة الخوف يترُكون فيها كثيراً من الشُّروط واللوازم، ويُعفى فيها عن كثيرٍ من الأفعال المبطلة في غيرها، وما ذاك إلا لتأكُّد وجوب الجماعة؛ لأنَّه لا تعارض بين واجبٍ ومستحبٍّ؛ فلولا وجوب الجماعة؛ لم تتركْ هذه الأمور اللازمة لأجلها.
وتدلُّ الآية الكريمة على أنَّ الأَوْلَى والأفضل أن يصلُّوا بإمام واحد ولو تضمَّن ذلك الإخلال بشيءٍ لا يخلُّ به لو صلَّوها بعدة أئمة، وذلك لأجل اجتماع كلمة المسلمين واتِّفاقهم وعدم تفرُّق كلمتِهِم، وليكونَ ذلك أوقع هيبةً في قلوب أعدائِهِم.
وأمر تعالى بأخذ السلاح والحذر في صلاة الخوف، وهذا وإن كان فيه حركةٌ واشتغالٌ عن بعض أحوال الصلاة؛ فإنَّ فيه مصلحةً راجحةً، وهو الجمع بين الصلاة والجهاد والحَذَر من الأعداء الحريصين غايةَ الحرص على الإيقاع بالمسلمين والميل عليهم وعلى أمتعتهم، ولهذا قال تعالى: {ودَّ الذين كفروا لو تغفُلون عن أسلحتكِم وأمتعتِكم فيمليونَ عليكم ميلةً واحدةً}.
ثم إنَّ الله عَذَرَ من له عُذْرٌ من مرض أو مطرٍ أن يَضَعَ سلاحَه، ولكن مع أخذ الحذرِ، فقال: {ولا جُناح عليكم إن كان بكم أذىً من مطرٍ أو كنتم مرضى أن تضعوا أسلحتكم وخذوا حِذْركم إن الله أعدَّ للكافرين عذاباً مهيناً}، ومن العذابِ المهين ما أمر الله به حزبَهُ المؤمنين وأنصار دينِهِ الموحِّدين مِن قتلهم وقتالهم حيثما ثَقفوهم، ويأخذوهم، ويحصُروهم، ويقعدوا لهم كلَّ مرصدٍ، ويحذروهم في جميع الأحوال، ولا يغفلوا عنهم خشية أن ينال الكفار بعض مطلوبهم فيهم؛ فللهِ أعظم حمدٍ وثناءٍ على ما منَّ به على المؤمنين وأيَّدهم بمعونتِهِ وتعاليمه التي لو سَلَكوها على وجه الكمال؛ لم تهزمْ لهم رايةٌ، ولم يظهرْ عليهم عدوٌّ في وقتٍ من الأوقات.
وقوله: {فإذا سَجَدوا فليكونوا من ورائكم}: يدلُّ على أنَّ هذه الطائفة تُكْمِلُ جميع صلاتها قبل ذهابهم إلى موضع الحارسين، وأنَّ الرسول - صلى الله عليه وسلم - يثبت منتظراً للطائفة الأخرى قبل السلام؛ لأنه أولاً ذكر أنَّ الطائفة تقوم معه، فأخبر عن مصاحبتهم له، ثم أضاف الفعل بعد إليهم دون الرسول، فدل ذلك على ما ذكرناه.
وفي قوله {فلتأت طائفة أخرى لم يصلوا فليصلوا معك}: دليلٌ على أنَّ الطائفة الأولى قد صلوا، وأنَّ جميع صلاة الطائفة الثانية تكون مع الإمام حقيقةً في ركعتهم الأولى وحكماً في ركعتهم الأخيرة، فيستلزمُ ذلك انتظارَ الإمام إيَّاهم حتَّى يُكْمِلوا صلاتهم، ثم يُسَلِّم بهم. وهذا ظاهرٌ للمتأمِّل.
102.
“Sen aralarında bulunup onlara namaz kıldırdığında” yani onlar ile namazı kılarsan onu dosdoğru kılarsın ve namaz kılarken yerine getirilmesi gereken fiilleri sen de onlar da gereği gibi yerine getirir.
Daha sonra Yüce Allah bunun nasıl olacağını şöyle açıklamaktadır: “Bir kısmı seninle birlikte namaza dursun.” Yani diğer bir kısmı da düşmanın karşısında dursun. Nitekim bundan sonra gelen ifadeler de buna deallet etmektedir.
“Bunlar” yani seninle birlikte bulunanlar “secdeye vardıklarında”, secdeye varmaktan kasıt namazlarını tamamlamalarıdır. Namazın secde diye ifade edilmesi secdenin faziletine delalet etmesi, secdenin namazın rükünlarından biri hatta en büyük rüknü olduğuna dikkat çekilmesi içindir.
“(diğerleri) arkanızda bulunsunlar. Namaz kılmamış olan diğer kısım” bunlar ise düşmanın karşısında duran kısımdır
“gelsin seninle beraber namaz kılsınlar.” Bu, imamın birinci kısmın ayrılıp gitmesinden sonra ikinci kısmı beklemek üzere yerinde kalacağına delildir. Onlar geldiklerinde onlarla birlikte de namazının geri kalan kısmını kılar, sonra oturup namazlarını tamamlayıncaya kadar onları bekler ve onlarla birlikte selam verir. Korku namazının kılınış şekillerinden birisi budur. Zira bu namaz Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den hepsi de caiz olan çeşitli şekillerde sahih olarak nakledilmiştir. Bu âyet-
i kerime cemaatle namaz kılmanın farz olduğuna iki yönden delil olmaktadır:
1. Yüce Allah böyle zorlu bir halde, düşman korkusunun ileri derecede olduğu ve her an hücum etmelerinden çekinildiği bir halde bile cemaatle namaz kılmayı emretmektedir. Bu zorlu halde cemaati farz kıldığına göre güvenlik ve rahat içinde olunan hallerde bunun farz oluşu öncelikle söz konusudur.
2. Korku namazı kılanlar namaz için söz konusu olan pek çok şartı ve gerekli fiili terk ederler ve bu namazda başka namazlar için namazı bozan birçok fiil namazı bozmaz. Bu da ancak cemaatle namaz kılmanın farziyetinin pekiştirilmiş olmasını ifade eder. Zira farz ile müstehab arasında çatışma söz konusu olmaz. Şâyet cemaatle namaz kılmanın farziyeti söz konusu olmasaydı, cemaat dolayısı ile namazda bu gibi gerekli hususlar terk edilmezdi.
Yine âyet-i kerime tek imam ile namaz kılmalarının daha uygun ve daha faziletli olduğuna delildir. Her ne kadar bu, birden çok imam tarafından kıldırılması halinde ihlal edilmeyecek bazı fiillerin ihlaline sebep teşkil etse de böyledir. Çünkü müslümanların birlik ve beraberlik içerisinde bulunmaları ve dağılmamaları önemli bir husustur. Ayrıca böyle bir tutum düşmanlarının kalplerine daha bir heybet ve korku salar.
Korku namazı esnasında Yüce Allah, silahların ve gerekli tedbirlerin alınmasını emretmektedir. Bu ise her ne kadar namazın bazı hallerini yerine getiremeyip bazı hareketleri ve başka şeylerle uğraşmayı gerektiriyor ise de bu, ağırlıklı bir maslahat dolayısı iledir. Bu da hem namazı ve cihadı bir arada yerine getirmek hem de müslümanlara zarar vermeyi, onlara ve eşyalarına bir defa da hücum yapmayı şiddetle arzulayan düşmanlara karşı tedbir almaktır.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Kâfirler siz silahlarınızdan ve eşyanızdan gafilken size ansızın bir baskın yapmayı arzu ederler.”
Daha sonra Yüce Allah hastalık yahut yağmur gibi herhangi bir mazereti bulunan kimsenin silahını bırakmasında mazur görüleceğini belirtmekle birlikte tedbiri elden bırakmaması gerektiğine işaret ederek şöyle buyurmaktadır:
“Eğer size yağmurdan dolayı bir zarar gelir yahut hasta olursanız silahlarınızı bırakmanızda sizin için bir sakınca yoktur. Yine de tedbirinizi alın. Şüphesiz Allah kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.”
Allah’ın kendi taraftarları olan mü’minlere, dininin yardımcıları olan muvahhidlere yönelik kâfirleri öldürmeleri, onlarla buldukları yerde savaşıp onları yakalamaları, muhasara altına almaları, her yol başında onların karşılarına dikilmeleri ve bütün hallerde onları korkutarak mü’minlere vermek istedikleri zararları -kısmen dahi olsa- gerçekleştirirler korkusu ile onlardan gaflete düşmemeleri şeklindeki emirleri de kâfirler için söz konusu olan alçaltıcı azabın bir parçasıdır.
Yüce Allah’a mü’minlere lütfetmiş olduğu bu ihsanları, onları yardım ve direktifleri ile desteklemesi dolayısı ile en büyük hamd-ü senalar olsun. Mü’minler gerçekten bu direktifleri en mükemmel şekli ile izleyecek olurlarsa hiçbir sancakları yere düşmez, hiçbir düşman, hiçbir zaman onlara galip gelemez.
Yüce Allah’ın: “Bunlar secdeye vardıklarında (diğerleri) arkanızda bulunsunlar” buyruğu bu kesimin, namazlarını cepheye dönmeden önce tamamlayacaklarına delildir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de selam vermeden önce diğer kesimi beklemek üzere yerinde kalır. Zira Allah, önce onunla birlikte namaz kılan kısmı zikredip, onların Peygamberle birlikte namaza duracaklarını haber vermiştir. Daha sonra Allah Rasûlü müstesnâ edilerek, fiil onlara izafe edilmektedir. Bu da bizim sözünü ettiğimiz hususa delalet olmaktadır.
Yüce Allah’ın: “Namaz kılmamış olan diğer kısım gelsin, seninle beraber namaz kılsınlar” buyruğunda da birinci kısmın namaz kılmış olduklarına delil vardır. Yine bunda ikinci kısmın, ilk rekâtlerinde gerçek manada imamla birlikte, ikinci rekâtte de hükmen onunla birlikte olmak üzere bütün namazlarını imamla birlikte kılacaklarına delil vardır. Bu da imamın onlar namazlarını bitirinceye kadar onları beklemesini sonra da onlarla birlikte selam vermesini gerektirmektedir. Buyruk üzerinde dikkatle düşünen kimse bunu açıkça anlayacaktır.
{فَإِذَا قَضَيْتُمُ الصَّلَاةَ فَاذْكُرُوا اللَّهَ قِيَامًا وَقُعُودًا وَعَلَى جُنُوبِكُمْ فَإِذَا اطْمَأْنَنْتُمْ فَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ إِنَّ الصَّلَاةَ كَانَتْ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ كِتَابًا مَوْقُوتًا (103)}.
103- Namazı bitirdiğiniz zaman da ayakta iken, otururken ve yanlarınız üzere iken Allah’ı anın. Tam bir huzur ve güvene kavuşunca da artık namazı dosdoğru kılın. Çünkü namaz mü’minler üzerine vakitleri belli bir farzdır.
#
{103} أي: فإذا فَرَغْتُم من صلاتكم صلاة الخوف وغيرها؛ فاذكروا الله في جميع أحوالكم وهيئاتكم، ولكن خُصَّتْ صلاة الخوف بذلك لفوائدَ:
منها: أنَّ القلبَ صلاحُهُ وفلاحُهُ وسعادتُهُ بالإنابة إلى الله تعالى في المحبة وامتلاء القلب من ذكرِهِ والثناء عليه، وأعظم ما يحصُلُ به هذا المقصود الصلاةُ التي حقيقتها أنها صلةٌ بين العبد وبين ربِّه.
ومنها: أنَّ فيها من حقائق الإيمانِ ومعارف الإيقانِ ما أوجب أن يَفْرضَها الله على عبادِهِ كلَّ يوم وليلة، ومن المعلوم أنَّ صلاة الخوف لا تحصُلُ فيها هذه المقاصد الحميدة بسبب اشتغال القلب والبدن، والخوف، فأمر بجَبْرِها بالذِّكر بعدها.
ومنها: أنَّ الخوف يوجِبُ [من] قلق القلب وخوفه، ما هو مَظِنَّةٌ لضعفه، وإذا ضَعُفَ القلبُ ضَعُفَ البدنُ عن مقاومة العدوِّ. والذِّكر لله والإكثار منه من أعظم مقويات القلب.
ومنها: أن الذكر لله تعالى مع الصبر والثبات سبب للفلاح والظفر بالأعداء؛ كما قال تعالى: {يا أيها الذين آمنوا إذا لقيتم فئة فاثْبُتوا واذْكُروا الله كثيراً لعلَّكم تفلحونَ}، فأمر بالإكثار منه في هذه الحال، إلى غير ذلك من الحكم.
وقوله: {فإذا اطمأنَنتُم فأقيموا الصلاة}؛ أي: إذا أمنتم من الخوف واطمأنَّت قلوبُكم وأبدانُكم؛ فأتموا صلاتَكم على الوجه الأكمل ظاهراً وباطناً بأركانها وشروطِها وخشوعِها وسائر مكمِّلاتها. {إنَّ الصلاةَ كانت على المؤمنين كتاباً موقوتاً}؛ أي: مفروضاً في وقته. فدلَّ ذلك على فرضيَّتها وأنَّ لها وقتاً لا تصحُّ إلاَّ به، وهو هذه الأوقات التي قد تقرَّرت عند المسلمين صغيرهم وكبيرهم عالمهم وجاهلهم وأخذوا ذلك عن نبيِّهم محمدٍ - صلى الله عليه وسلم - بقوله: «صلُّوا كما رأيتموني أصلِّي».
ودلَّ قوله: {على المؤمنين}: على أنَّ الصلاة ميزانُ الإيمان، وعلى حسب إيمان العبد تكون صلاتُهُ وتتمُّ وتكمُلُ. ويدلُّ ذلك على أن الكفار ـ وإن كانوا ملتزمين لأحكام المسلمين كأهل الذمة ـ أنهم لا يخاطَبون بفروع الدين كالصلاة، ولا يُؤْمَرون بها، بل ولا تصحُّ منهم ما داموا على كفرِهم، وإن كانوا يعاقَبون عليها وعلى سائر الأحكام في الآخرة.
103. Yani siz korku namazı olsun, diğer namazlar olsun namazlarınızı bitirdikten sonra bütün hal ve durumlarınızda Allah’ı anın.
Özellikle korku namazının söz konusu edilmesinin bir takım incelikleri vardır:
1. Kalbin salahı, felahı ve mutluluğu, muhabbet ile Yüce Allah’a yönelmesine ve Allah’ın zikri ve hamdi ile dolup taşmasına bağlıdır. Bu maksadı gerçekleştiren en büyük araç ise namazdır. Zira namaz, gerçekte kul ile Rab arasında bir bağdır.
2. Namazda imanın bir takım hakikatleri ve yakinin marifetleri vardır. Bunlar ise Yüce Allah’ın her gün ve gecede bu namazı kullarına farz kılmasını gerektirmiştir. Bilindiği gibi korku namazında kul, kalbin ve bedenin meşgul olması sebebi ile ve korkudan dolayı o güzel maksatları gerçekleştiremeyebilir. O bakımdan Yüce Allah korku namazından sonra bu eksiklikleri Allah’ı anarak telafi etmeyi emretmektedir.
3. Korku, kalbin tedirgin olmasını ve endişeye kapılmasını gerektirir. Bu ise kalbin zayıflaması ihtimalini beraberinde getirir. Kalp zayıflayacak olursa bedende de düşmana karşı direnme gücü zayıflar. Yüce Allah’ı zikredip çokça anmak ise kalbi güçlendirip pekiştiren en büyük yollardandır.
4. Sabır ve sebat ile beraber Yüce Allah’ın anılması, felâhın ve düşmanlara karşı zafer kazanmanın en önemli sebepleri arasında yer alır.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Bir topluluk ile karşılaşırsanız sebat edin ve Allahı çokça anın ki felah bulasınız.” (el-Enfal, 8/45) Bu buyrukta da Yüce Allah böyle bir halde Allah’ı çokça anmayı emretmektedir. Bunun benzeri başka hikmetleri de vardır.
Yüce Allah’ın: “Tam bir huzur ve güvene kavuşunca da namazı dosdoğru kılın.” Yani korkudan yana emin olup kalpleriniz ve bedenleriniz huzur buldu mu, zahir ve batın itibari ile namazınızı en mükemmel şekli ile rükünleri, şartları, huşu ve sair tamamlayıcı unsurları ile tastamam kılın.
“Çünkü namaz mü’minler üzerine vakitleri belli bir farzdır.” Yani belli vakitlerde kılınması farz kılınmıştır. Bu da namazın farz oluşuna, belli vakitlerinin bulunduğuna ve bu vakitlerde olmaksızın geçerli olmayacağına delildir. Bunlar ise küçüğü ile büyüğü ile bilginleri ile cahilleri ile bütün müslümanların bildiği malum vakitlerdir.
Onlar bunu peygamberleri Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’den öğrenmişlerdir ki o şöyle buyurmuştur: “Benim nasıl namaz kıldığımı gördüyseniz siz de öylece namaz kılın.”
Yüce Allah’ın:
“Mü’minler üzerine” buyruğu, namazın imanın ölçüsü olduğuna, kişinin imanına göre namazının da tam ve kemal derecesine erişeceğine delildir. Aynı zamanda bu, kâfirlerin -her ne kadar zimmet ehli gibi müslümanların hükümlerine uymakla yükümlü iseler de- namaz gibi dinin fer’î hükümleri ile muhatap olmadıklarına ve namaz kılmalarının emredilmediğine delildir. Hatta küfür üzere kaldıkları sürece namazlarının geçerli olmadığını da göstermektedir. Her ne kadar ahirette namaz kılmadıkları ya da diğer ahkâmı uygalamadıkları için cezalandırılmaları söz konusu olsa da bu böyledir.
{وَلَا تَهِنُوا فِي ابْتِغَاءِ الْقَوْمِ إِنْ تَكُونُوا تَأْلَمُونَ فَإِنَّهُمْ يَأْلَمُونَ كَمَا تَأْلَمُونَ وَتَرْجُونَ مِنَ اللَّهِ مَا لَا يَرْجُونَ وَكَانَ اللَّهُ عَلِيمًا حَكِيمًا (104)}.
104- O topluluğu izlemekte gevşeklik göstermeyin. Siz acı çekiyor iseniz şüphesiz onlar da sizin gibi acı çekiyorlar. Üstelik siz Allah’tan onların ümid edemeyecekleri şeyleri umuyorsunuz. Allah Alîmdir, Hakîmdir.
#
{104} أي: لا تضعُفوا ولا تكسلوا في ابتغاء عدوِّكم من الكفَّار؛ أي: في جهادهم والمرابطة على ذلك؛ فإنَّ وَهَنَ القلب مستدعٍ لوَهَن البدن، وذلك يضعف عن مقاومة الأعداء، بل كونوا أقوياء نشيطين في قتالهم. ثم ذكر ما يقوِّي قلوب المؤمنين، فذكر شيئين:
الأول: أنَّ ما يصيبكم من الألم والتعب والجراح ونحو ذلك؛ فإنه يصيب أعداءكم، فليس من المروءة الإنسانيَّة والشهامة الإسلاميَّة أن تكونوا أضعفَ منهم وأنتم وهم قد تساوَيْتم فيما يوجِبُ ذلك؛ لأنَّ العادة الجارية أنه لا يَضْعُفُ إلاَّ من توالت عليه الآلام، وانتصر عليه الأعداء على الدوام، لا مَن يُدال مرةً ويُدال عليه أخرى.
الأمر الثاني: أنكم ترجونَ من الله ما لا يرجون، فترجون الفوز بثوابِهِ والنجاة من عقابه، بل خواصُّ المؤمنين لهم مقاصدُ عاليةٌ وآمال رفيعةٌ من نصر دين الله وإقامة شرعه واتِّساع دائرة الإسلام وهداية الضالِّين وقمع أعداء الدين؛ فهذه الأمور توجب للمؤمن المصدق زيادة القوة وتضاعف النشاط والشجاعة التامَّة؛ لأنَّ من يقاتل ويصبر على نيل عزِّه الدُّنيويِّ إن ناله ليس كمن يقاتِلُ لنيل السعادة الدنيويَّة والأخرويَّة والفوز برضوان الله وجنَّته؛ فسبحان من فاوت بين العباد وفرَّق بينهم بعلمِهِ وحكمتِهِ، ولهذا قال: {وكان الله عليماً حكيماً}: كامل العلم كامل الحكمةِ.
104. Yani kâfir olan düşmanlarınızı aramakta ve onlarla karşılaşmakta zaaf göstermeyin, tembellik etmeyin. Bu da onlara karşı cihadda ve bu konuda gereken gözetlemeyi yapmakta gevşemeyin, demektir. Çünkü kalpteki gevşeklik bedenî gevşekliği getirir. Bu da düşmanlara karşı direnci zayıflatır. Aksine siz düşmanlarınızla savaşmakta güçlü ve gayretli olun.
Daha sonra Yüce Allah,
mü’minlerin kalplerini güçlendirip pekiştirecek iki hususu söz konusu etmektedir:
Birincisi, size isabet eden acı, yorgunluk, yaralanma ve benzeri hususların aynısı düşmanlarınıza da isabet etmektedir. O bakımdan, sizin onlardan daha zayıf olmanız ne insaniyete ne de İslâm’ın heybetine yakışmaz. Çünkü siz de onlar da bu zayıflığa sebep teşkil edebilecek hususlarda birbirinize eşit bulunuyorsunuz. Zira normalde ancak sürekli acılarla karşı karşıya kalan ve sürekli olarak düşmanlarının kendilerine karşı muzaffer olduğu kimseler zayıflık gösterirler. Yoksa kimi zaman kendisi zafer kazanan, kimi zaman yenilgiye uğrayan kimsenin zayıflık göstermesi normal bir durum değildir.
İkincisi, sizler Allah’tan onların ummayacakları şeyleri beklemektesiniz. Sizler O’nun mükâfatını ve cezasından kurtulmayı ummaktasınız.
Hatta kamil mü’minlerin daha üstün maksatları ve daha yüce emelleri vardır: Allah’ın dinini zafere kavuşturmak, şeriatını uygulamak, İslâm’ın egemenlik alanını genişletmek, dalalette olanları hidayete ulaştırmak ve din düşmanlarının kökünü kazımak gibi. İşte bütün bu hususlar, samimi tasdik sahibi mü’minin, daha bir güçlü olmasını, gayretinin kat kat artmasını ve mükemmel bir cesarete sahip olmasını gerektirmektedir. Zira dünyevi kuvveti ve izzeti elde etmek için savaşan ve bu uğurda direnen bir kimse, bunu ele geçirecek olsa bile, hiçbir zaman için hem dünyevi hem uhrevi mutluluğu, Yüce Allah’ın rızasını, cennetini ve kurtuluşu elde etmek için savaşan kimseler gibi olamaz.
Kullarını farklı farklı yaratan,
onlar arasında da ilim ve hikmeti gereğince ayırım gözeten Yüce Allah’ın şanı ne yücedir! İşte bu nedenle O şöyle buyurmaktadır: “Allah Alîmdir”, ilmi kâmil olandır “Hakîmdir”; hikmeti mükemmel ve eksiksiz olandır.
{إِنَّا أَنْزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ النَّاسِ بِمَا أَرَاكَ اللَّهُ وَلَا تَكُنْ لِلْخَائِنِينَ خَصِيمًا (105) وَاسْتَغْفِرِ اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ غَفُورًا رَحِيمًا (106) وَلَا تُجَادِلْ عَنِ الَّذِينَ يَخْتَانُونَ أَنْفُسَهُمْ إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ مَنْ كَانَ خَوَّانًا أَثِيمًا (107) يَسْتَخْفُونَ مِنَ النَّاسِ وَلَا يَسْتَخْفُونَ مِنَ اللَّهِ وَهُوَ مَعَهُمْ إِذْ يُبَيِّتُونَ مَا لَا يَرْضَى مِنَ الْقَوْلِ وَكَانَ اللَّهُ بِمَا يَعْمَلُونَ مُحِيطًا (108) هَاأَنْتُمْ هَؤُلَاءِ جَادَلْتُمْ عَنْهُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا فَمَنْ يُجَادِلُ اللَّهَ عَنْهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ أَمْ مَنْ يَكُونُ عَلَيْهِمْ وَكِيلًا (109) وَمَنْ يَعْمَلْ سُوءًا أَوْ يَظْلِمْ نَفْسَهُ ثُمَّ يَسْتَغْفِرِ اللَّهَ يَجِدِ اللَّهَ غَفُورًا رَحِيمًا (110) وَمَنْ يَكْسِبْ إِثْمًا فَإِنَّمَا يَكْسِبُهُ عَلَى نَفْسِهِ وَكَانَ اللَّهُ عَلِيمًا حَكِيمًا (111) وَمَنْ يَكْسِبْ خَطِيئَةً أَوْ إِثْمًا ثُمَّ يَرْمِ بِهِ بَرِيئًا فَقَدِ احْتَمَلَ بُهْتَانًا وَإِثْمًا مُبِينًا (112) وَلَوْلَا فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكَ وَرَحْمَتُهُ لَهَمَّتْ طَائِفَةٌ مِنْهُمْ أَنْ يُضِلُّوكَ وَمَا يُضِلُّونَ إِلَّا أَنْفُسَهُمْ وَمَا يَضُرُّونَكَ مِنْ شَيْءٍ وَأَنْزَلَ اللَّهُ عَلَيْكَ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَعَلَّمَكَ مَا لَمْ تَكُنْ تَعْلَمُ وَكَانَ فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكَ عَظِيمًا (113)}.
105- Muhakkak Biz sana Kitabı Allah’ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmetmen için hak olarak indirdik. Hainlerin savunucusu olma.
106- Allah’tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah Ğafûrdur, Rahîmdir.
107- Kendi nefislerine hainlik edenleri savunma. Çünkü Allah hainlikte direnen günahkârları sevmez.
108- İnsanlardan gizlemeye çalışırlar da Allah’tan gizlemeyi düşünmezler. Hâlbuki onlar O’nun razı olmayacağı sözlerle geceleyin planlar kurarken O onlarla beraberdir. Allah yaptıklarını kuşatandır.
109- Hadi, şimdi siz bu dünya hayatında onları savundunuz diyelim, peki ya Kıyamet günü Allah’a karşı onları kim savunacak? Yahut onlara kim vekil olacak?
110- Kim bir kötülük yapar yahut nefsine zulmeder de sonra Allah’tan mağfiret dilerse Allah’ı Ğafûr ve Rahîm bulur.
111- Kim bir günah kazanırsa onu ancak kendi aleyhine kazanmış olur. Allah Alîmdir, Hakîmdir.
112- Kim bir hata ya da günah kazanır sonra da onu bir suçsuzun üstüne atarsa, muhakkak büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur.
113- Eğer üzerinde Allah’ın lütfu ve rahmeti olmasaydı onlardan bir zümre seni saptırmaya niyetlenmişlerdi. Hâlbuki onlar kendilerinden başkasını saptıramazlar ve sana hiçbir zarar da veremezler. Allah sana Kitabı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediklerini öğretmiştir. Allah’ın senin üzerindeki lütfu pek büyüktür.
#
{105} يخبر تعالى أنَّه أنزل على عبدِهِ ورسولِهِ الكتاب بالحقِّ؛ أي: محفوظاً في إنزاله من الشياطين أن يتطرَّق إليه منهم باطل، بل نزل بالحقِّ ومشتملاً أيضاً على الحقِّ؛ فأخباره صدقٌ وأوامره ونواهيه عدلٌ، {وتمَّتْ كلمةُ ربِّك صدقاً وعدلاً}، وأخبر أنه أنزله ليحكم بين الناس، وفي الآية الأخرى: {وأنْزَلْنا إليك الذِّكْر لِتُبَيِّنَ للناس ما نُزِّلَ إليهم}، فيحتَمَل أنَّ هذه الآية في الحكم بين الناس في مسائل النزاع والاختلاف، وتلك في تبيين جميع الدِّين وأصوله وفروعه. ويُحتمل أنَّ الآيتين كليهما معناهما واحدٌ، فيكون الحكم بين الناس هنا يشملُ الحكم بينهم في الدِّماء والأعراض والأموال وسائر الحقوق وفي العقائد وفي جميع مسائل الأحكام. وقولُه: {بما أراك الله}، أي: لا بهواك بل بما علمك الله وأَلْهَمَكَ كقوله تعالى: {وما ينطِقُ عن الهوى، إن هو إلا وَحْيٌ يُوحى}. وفي هذا دليلٌ على عصمتِهِ - صلى الله عليه وسلم - فيما يُبَلِّغُ عن الله من جميع الأحكام وغيرِها، وأنَّه يُشْتَرط في الحَكَم العلم والعدل؛ لقوله: {بما أراك الله}، ولم يقلْ: بما رأيتَ. ورتَّب أيضاً الحكم بين الناس على معرفة الكتاب.
ولما أمر الله بالحكم بين الناس المتضمِّن للعدل والقِسْط؛ نهاه عن الجَوْر والظُّلم الذي هو ضدُّ العدل، فقال: {ولا تكن للخائنينَ خَصيماً}؛ أي: لا تخاصِمْ عن من عَرَفْتَ خيانته من مدَّعٍ ما ليس له أو منكرٍ حقًّا عليه سواء علم ذلك أو ظنَّه. ففي هذا دليل على تحريم الخصومة في باطل، والنيابة عن المبطل في الخصومات الدينيَّة والحقوق الدنيويَّة، ويدلُّ مفهوم الآية على جوازِ الدُّخول في نيابة الخصومة لمن لم يُعْرَفْ منه ظلمٌ.
105. Yüce Allah, kulu ve Rasûlüne Kitabı hak ile indirdiğini haber vermektedir. Yani bu Kitabı ona indirirken şeytanlar tarafından ona batıl herhangi bir şey iliştirilmesine karşı korunmuş olarak indirilmiştir. Bu Kitap hak ile inmiştir, muhtevası da haktır. Haberleri doğrudur,
emir ve yasakları adaletin ta kendisidir: “Rabbinin sözü doğruluk ve adalet bakımından eksiksizdir.” (el-En’am, 6/115)
Yüce Allah Kitabı Kerîm’ini Rasûlüne insanlar arasında onunla hükmetsin diye indirdiğini de haber vermektedir. Bir başka âyet-
i kerimede de şöyle buyurmaktadır: “İnsanlara kendilerine ne indirildiğini açıklayasın, onlar da iyice düşünsünler diye sana da bu zikri (Kur’ân’ı) indirdik.” (en-Nahl, 16/44)
Buradaki âyet-i kerimenin anlaşmazlık ve uyuşmazlık hususlarında insanlar arasında hüküm verme hakkında, diğerinin
(Nahl suresindeki ayetin) de usûlü ve fürûu ile dinin tamamının açıklanması hakkında olabileceği gibi her iki âyet-i kerimenin aynı anlamda olma ihtimali de vardır. Bu durumda bu âyet-i kerimede insanlar arasında hüküm vermek, hem birbirlerinin canlarına, namuslarına, mallarına vb. haklarına dair aralarında hükmetmeyi, hem de itikadi konularda ve diğer ahkam ile ilgili meselelerde hüküm vermeyi kapsar.
Yüce Allah’ın: “Allah’ın sana gösterdiği şekilde” buyruğu, kendi arzuna göre hükmetmen için değil, aksine Allah’ın sana öğrettiği ve bildirdiği şekilde hükmetmen için, demektir.
Bu da Yüce Allah’ın: “O, kendi hevâsından bir şey söylemez, o bildirilen bir vahiyden başkası değildir” (en-Necm, 53/3-4) buyruğuna benzemektedir. Bu buyruk, Peygamberin Yüce Allah’tan alıp tebliğ ettiği bütün ahkâm ve diğer hususlarda ismet sıfatına sahip olduğunun, ayrıca hüküm vermek için ilim ve adaletinin şart kılındığının delilidir.
Bu da Yüce Allah’ın: “Allah’ın sana gösterdiği şekilde” buyurup:
“Uygun gördüğün şekilde” diye buyurmamasından ve insanlar arasında hüküm vermeyi Kitabı bilme şartına bağlamasından anlaşılmaktadır
Şanı Yüce Allah insanlar arasında adaleti ve dengeyi ihtiva edecek şekilde hüküm vermeyi emretmekle birlikte adaletin zıddı olan haksızlık ve zulmü de yasaklayarak:
“Hainlerin savunucusu olma” buyurmaktadır. Yani sen, hak olmayan bir şeyi iddia etmek yahut da üzerindeki bir hakkı inkâr etmek sureti ile hainlik ettiğini bildiğin -ki ister bunu bilerek, ister zanna dayalı yapsın fark etmez- bir kimse adına mücadele verme, onu savunmaya kalkışma.
Bu buyruk, batıl bir konuda davacı olmanın, dine dayalı anlaşmazlık konularında ve dünyevi haklarda haksız olan kimseye vekalet etmenin
(onu savunmanın) haram kılındığına delildir. Ayrıca ayetin mefhumu haksız olduğu bilinmeyen kimse lehine vekâleten davacı olmanın caiz olduğunu göstermektedir.
#
{106} {واستغفرِ الله}: مما صَدَرَ منك إنْ صدر. {إنَّ الله كان غفوراً رحيماً}؛ أي: يغفر الذنب العظيم لمن استغفره، وتاب إليه وأناب، يوفِّقه للعمل الصالح بعد ذلك الموجب لثوابِهِ وزوال عقابِهِ.
106.
“Allah’tan” eğer senden bunu gerektiren bir şey sadır olursa “mağfiret dile, şüphesiz Allah Ğafûrdur” yani kendisinden mağfiret dileyip tevbe ederek kendisine yönelen kimsenin günahlarını bağışlayandır. “Rahimdir.” Bundan sonra da mükâfat kazanıp, cezadan uzaklaşmasını sağlayacak salih amel işleme başarısını ihsan edendir.
#
{107} {ولا تجادِلْ عن الذين يختانون أنفسَهم}: الاختيانُ والخيانةُ بمعنى الجنايةِ والظُّلم والإثم، وهذا يَشْمَلُ النهي عن المجادلة عن من أذنب وتُوَجَّهُ عليه عقوبةٌ من حدٍّ أو تعزيرٍ؛ فإنَّه لا يجادل عنه بدفع ما صدر منه من الخيانة أو بدفع ما ترتَّب على ذلك من العقوبة الشرعية. {إنَّ الله لا يحبُّ مَن كان خوَّاناً أثيماً}؛ أي: كثير الخيانة والإثم، وإذا انتفى الحبُّ؛ ثبتَ ضدُّه، وهو البغض، وهذا كالتعليل للنهي المتقدم.
107.
“Kendi nefislerine hainlik edenleri savunma” kendi nefislerinin aleyhine suç işleyen, zulmeden ve günaha sapanları savunma. Bu buyruk, günah işleyip de had ya da tazir gibi bir cezaya çarptırılan kimseleri savunmayı yasaklama anlamı içermektedir. Böyle bir kimsenin yaptığı hainliğin, yani işlediği suç, zulüm ve günahın ortadan kaldırılmaya çalışılması yahut da bu suç ve uygulanması gereken şer’î cezanın önlenmesi için savunmaya girişilmez.
“Çünkü Allah hainlikte direnen günahkârları sevmez.” Yani hainliği ve günahları çok olan kimseleri sevmez. Sevgi söz konusu olmadığı takdirde onun zıddı söz konusu olur ki o da nefrettir. Bu buyruk, adeta az önceki yasağın bir gerekçesi gibidir.
Daha sonra Yüce Allah bu gibi hainlerin şöyle olduğunu zikretmektedir:
#
{108} ثم ذكر عن هؤلاء الخائنين أنهم {يَسْتَخْفونَ من الناس ولا يَسْتَخْفونَ من الله وهو معهم إذ يُبَيِّتونَ ما لا يرضى من القول}: وهذا من ضَعْف الإيمان ونقصان اليقين أن تكونَ مخافةُ الخلق عندَهم أعظمَ من مخافةِ الله فيحرصون بالطرق المباحة والمحرَّمة على عدم الفضيحة عند الناس، وهُم مع ذلك قد بارزوا الله بالعظائم، ولم يبالوا بنظرِهِ واطِّلاعه عليهم، وهو معهم بالعلم في جميع أحوالهم، خصوصاً في حال تبييتِهِم ما لا يُرضيه من القول من تبرئة الجاني ورمي البريء بالجناية والسعي في ذلك للرسول - صلى الله عليه وسلم - ليفعلَ ما بيَّتوه؛ فقد جَمَعَوا بين عدَّة جنايات، ولم يُراقبوا ربَّ الأرض والسماوات المطَّلع على سرائِرِهم وضمائِرِهم، ولهذا توعَّدهم تعالى بقوله: {وكان الله بما يعملونَ محيطاً}؛ أي: قد أحاط بذلك علماً، ومع هذا لم يعاجِلْهم بالعقوبة، بل استأنى بهم، وعَرَضَ عليهم التوبةَ، وحذَّرهم من الإصرارِ على ذَنْبِهِم الموجب للعقوبة البليغة.
108.
“İnsanlardan gizlemeye çalışırlar da Allah’tan gizlemeyi düşünmezler. Hâlbuki onlar, O’nun razı olmayacağı sözleri geceleyin konuşup düzenledikleri zaman O onlarla beraberdir.” Böyle davranmak imanın zayıflığından, yakinin eksikliğinden kaynaklanır. Bu gibi kimselerin insanlardan korkmaları, Allah korkusundan daha büyüktür. O bakımdan bunlar, helâl ve haram yollarla insanlar arasında rezil olmamanın çaresini bütün çabalarını ortaya koyarak arayıp bulmaya çalışırlar. Bununla beraber onlar büyük günahlar ile Allah’a karşı adeta savaşa girişmişler ve O’nun kendilerini görmesine, onlardan haberdar olmasına aldırış etmemektedirler. Hâlbuki bütün hallerinde, özellikle de O’nun razı olmadığı sözleri geceleyin aralarında gizlice söz konusu etmelerinde O, ilmi ile onlarla birliktedir. Suç işleyeni temize çıkarmak ve suçsuzun suç işlediğini ileri sürmek, bu konuda geceleyin kurdukları plan gereğince de uygulama yapsın diye Allah Rasûlünün yanına gitmek gibi hallerinde de O onlarla birliktedir. Onlar bu davranışları ile aynı anda birçok suçu bir arada işlemektedirler. Yerin ve göklerin Rabbi, onların gizlediklerine ve kalplerine muttali olan Allah’ın gözetimi altında olduklarını, hiç göz önünde bulundurmazlar.
Bundan dolayı Yüce Allah bunları şu buyruğu ile tehdit etmektedir:
“Allah yaptıklarını kuşatandır.” İlmi ile onların her şeylerini kuşatmıştır. Bununla birlikte onları cezalandırmakta acele etmeyerek onlara mühlet vermiştir. Tevbe etmelerini istemiştir. Büyük bir cezayı gerektiren günahları üzerinde ısrar etmekten onları sakındırmıştır.
#
{109} {ها أنتم هؤلاء جادَلْتُم عنهم في الحياة الدُّنيا فمن يجادِلُ الله عنهم يوم القيامة أم من يكونُ عليهم وكيلاً}؛ أي: هَبْكم جادلتم عنهم في هذه الحياة الدنيا ودَفَعَ عنهم جدالُكم بعضَ ما يحذَرون من العارِ والفضيحةِ عند الخَلْق؛ فماذا يُغني عنهم وينفعُهم؟! ومَن يجادلُ الله عنهم يوم القيامة حين تتوجَّه عليهم الحجَّة وتشهد عليهم ألسنتهم وأيديهم وأرجُلُهم بما كانوا يعملون؟! يومئذٍ يوفِّيهم الله دينهم الحق ويعلمون أنَّ الله هو الحق المبين؛ فمن يجادلُ عنهم من يعلم السِّرَّ وأخفى ومن أقام عليهم من الشهود ما لا يمكن معه الإنكارُ؟
وفي هذه الآية الإرشاد إلى المقابلة بين ما يُتَوَهَّم من مصالح الدُّنيا المترتبة على ترك أوامر الله أو فعل مناهيه وبين ما يَفوتُ من ثواب الآخرة أو يَحْصُلُ من عقوباتِها، فيقولُ من أمرتْه نفسُهُ بتركِ أمر الله: ها أنت تركتَ أمره كسلاً وتفريطاً؛ فما النفع الذي انتفعت به؟ وماذا فاتك من ثواب الآخرة؟ وماذا ترتَّب على هذا الترك من الشقاء والحرمان والخيبة والخسران؟ وكذلك إذا دعته نفسُه إلى ما تشتهيه من الشَّهوات المحرَّمة؛ قال لها: هبكِ فعلتِ ما اشتهيتِ؛ فإنَّ لذَّته تنقضي ويعقُبها من الهموم والغموم والحَسَرات وفوات الثواب وحصول العقاب ما بعضُه يكفي العاقل في الإحجام عنها، وهذا من أعظم ما ينفع العبدَ تدبُّره، وهو خاصَّة العقل الحقيقي؛ بخلاف من يدَّعي العقل وليس كذلك؛ فإنَّه بجهله وظلمِهِ يؤثر اللَّذَّة الحاضرة والراحة الراهنة، ولو ترتَّب عليها ما ترتب. والله المستعان.
109. Yani hadi bu dünya hayatında onlar adına mücadele verdiğinizi, onları savunduğunuzu kabul edelim ve sizin bu savunmanız sonucunda onların çekindikleri utancı ve rezil rüsvay olmayı insanlar nezdinde kısmen de olsa önlediniz diyelim. Peki, bunun onlara faydası ne olacak? Kıyamet gününde onlara karşı delilin ortaya konulacağı, dillerinin, ellerinin, ayaklarının dile gelip yaptıklarını söyleyerek tanıklık edeceği Kıyamet gününde Allah’a karşı onları kim savunacak?
“O günde Allah onlara hak ettikleri cezalarını bütünü ile verecektir ve Allah’ın apaçık hakkın ta kendisi olduğunu da bileceklerdir” (en-Nur, 24/25) Peki gizliyi, ondan daha da gizli olanı bilene, inkârı mümkün olmayacak şekilde onlara karşı şahitleri getirip dikecek olana karşı onları kim savunacaktır?
Bu âyet-i kerimede Allah’ın emirlerini terk etmeye yahut yasaklarını işlemeye götüren dünya menfaatleri ile âhirette elden kaçırılacak olan mükâfat yahut orada gerçekleşecek olan cezalar arasında bir karşılaştırma yapmak gerektiğine dikkat çekilmektedir.
O bakımdan nefsi kendisine Allah’ın emrini terk etmesini emreden kişi nefsine şöyle demelidir: Ey nefis! Diyelim ki sen tembellik ve ihmalkârlık sonucu onun emrini terk ettin. Peki, bundan sağlayacağın fayda nedir? Ahiret mükâfatı ve ecrinden neler kaybettiğini biliyor musun? Bu terk dolayısı ile nasıl bir bedbahtlık, mahrumiyet, ziyan ve zarar ile karşı karşıya kalacağının farkında mısın? Aynı şekilde kişinin nefsi,
canının arzuladığı haram isteklerini gerçekleştirmeye davet edecek olursa ona şöyle demelidir: Diyelim ki arzuladığını yaptın. Bunun lezzeti geçip gidecektir, son bulacaktır. Arkasından ise gamlar, kederler ve pişmanlıklar ardı arkasına gelecek, mükâfatı kaybetmiş olacak ve cezayı hak edeceksin ki o cezanın az bir bölümünü bile düşünmek, aklı başında olan kimseyi bu gibi isteklerinin arkasından gitmekten alıkoymaya yeter. Bu, kulun düşünmesi neticesinde sağlayacağı en büyük faydalardan biridir. Öz akıl, bunun böyle olmadığını iddia edenlerin aksine, gerçek akıl budur. Çünkü bunun aksini iddia eden kimse cahilliği ve zulmü dolayısı ile dünyevi lezzeti ve mevcut rahatı -doğuracağı sonuç ne olursa olsun- tercih etmeye kalkışır. Allah’tan yardım dileriz.
Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{110} ثم قال تعالى: {ومَن يعملْ سوءاً أو يَظْلِمْ نفسَه ثم يستغفرِ الله يجدِ الله غفوراً رحيماً}؛ أي: من تجرَّأ على المعاصي واقتحم على الإثم، ثم استغفر الله استغفاراً تامًّا يستلزم الإقرار بالذنب والندم عليه والإقلاع والعزم على أن لا يعود؛ فهذا قد وَعَدَه من لا يُخْلِف الميعاد بالمغفرة والرحمة، فيغفر له ما صدر منه من الذَّنب، ويزيل عنه ما ترتَّب عليه من النقص والعيب، ويعيد إليه ما تقدَّم من الأعمال الصالحة، ويوفِّقه فيما يستقبله من عمرِهِ، ولا يجعل ذنبه حائلاً عن توفيقِهِ؛ لأنَّه قد غفره، وإذا غفره؛ غفر ما يترتَّب عليه.
واعلم أنَّ عمل السوء عند الإطلاق يشملُ سائر المعاصي الصغيرة والكبيرة، وسُمِّي سوءاً لكونِهِ يسوءُ عامله بعقوبته، ولكونِهِ في نفسه سيئاً غير حسن، وكذلك ظلم النفس عند الإطلاق يَشْمَلُ ظلمها بالشِّرك فما دونَه، ولكن عند اقتران أحدِهما بالآخرِ قد يُفَسَّرُ كلُّ واحدٍ منهما بما يناسبه، فيفسَّر عمل السوء هنا بالظُّلم الذي يسوء الناس، وهو ظلمهم في دمائهم وأموالهم وأعراضهم، ويفسَّر ظلم النفس بالظُّلم والمعاصي التي بين الله وبين عبده، وسمي ظلم النفس ظلماً؛ لأن نفس العبد ليست مُلكاً له يتصرَّف فيها بما يشاء، وإنَّما هي ملك لله تعالى، قد جعلها أمانةً عند العبد، وأمره أن يُقيمها على طريق العدل بإلزامها للصراط المستقيم علماً وعملاً، فيسعى في تعليمها ما أمر به، ويسعى في العمل بما يجب، فسعيه في غير هذا الطريق ظلمٌ لنفسه وخيانةٌ وعدول بها عن العدل الذي ضده الجور والظلم.
110. Yani kim masiyet işlemek cesaretini gösterip günaha sapacak olursa sonra da Allah’tan -günahını ikrar etmek, bundan pişmanlık duymak, onu terk etmek ve bir daha o günaha dönmemeye karar vermek sureti ile- tam bir mağfiret dileğinde bulunacak olursa, işte vaadinden caymayan Yüce Allah, bunu yapan bir kimseye, mağfiretini ve rahmetini vaad etmektedir. Allah böyle birisinin işlediği günahını mağfiret eder ve bu günahın sebep olduğu eksiklik ve kusurunu izale eder, ona daha önce işlemiş olduğu salih amellerini tekrar iade ederek, ömrünün geri kalan bölümlerinde tevfikini ihsan eder. Bu günahını ilâhi tevfike engel kılmaz. Çünkü o günahı bağışlamıştır. Onu bağışladı mı da o günahın sebep olacağı hususları da bağışlamış olur.
Şu bilinmelidir ki mutlak olarak
“kötülük” işlemekten söz edilmesi halinde bu, küçüğü ile büyüğü ile bütün günahları kapsar. Kötülüğe “kötülük/السوء” adının verilmesi, ona verilecek ceza sebebi ile sahibinin üzülecek ve ondan hoşlanmayacak olmasından, bir de onun bizatihi iyi ve güzel olmayışından, kötü oluşundan dolayıdır. Aynı şekilde
“nefse zulmetmek” de mutlak olarak zikredilecek olursa nefse hem şirk ile zulmetmeyi hem de bundan daha aşağıda olan diğer günahları kapsar. Ancak bunlardan birinin diğeri ile birlikte kullanılması halinde bunların her birisi kendine uygun şekilde açıklanıp tefsir edilir.
Buna göre burada
“kötülük” işlemek, insanların hoşuna gitmeyen zulüm ile tefsir edilir ki bu da onlara canlarında, mallarında, ırz, namus ve haysiyetlerinde zulmetmek demektir. “Nefse zulmetmek” ise kişinin kendisi ile Allah arasındaki zulüm ve masiyetlerle kendisine haksızlık etmesi şeklinde tefsir edilir. Nefse zulmetmenin “zulüm” diye adlandırılmasının sebebi ise nefsin, kulun onun üzerinde dilediği şekilde tasarrufta bulunacağı bir mülkü olmadığından dolayıdır. Aksine nefis, Yüce Allah’ın mülküdür. Allah, o nefsi kuluna emanet vermiştir ve ona nefsini -ilim ve amel ile- sırat-ı müstakime bağlı olmaya mecbur etmek sureti ile doğru yolda tutmasını emretmiştir. Bu nedenle o, nefsine emrolunduğu şeyleri öğretmeye çalışmalı ve gereken şekilde amel etmesini sağlamalıdır. Bunun dışındaki bir yola girmesi ise kişinin, nefsine zulüm ve hainlik etmesidir. Nefsini adaletin zıddı olan haksızlık ve zulüm yolunda yürütmesidir.
Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{111} ثم قال: {ومن يكسِبْ إثماً فإنَّما يكسِبُهُ على نفسه}: وهذا يَشْمَلُ كلَّ ما يؤثم من صغير وكبير؛ فمن كسب سيئةً؛ فإن عقوبتها الدُّنيوية والأخروية على نفسه لا تتعدَّاها إلى غيرها؛ كما قال تعالى: {ولا تَزِرُ وازرةٌ وِزْرَ أخرى}، لكن إذا ظهرتِ السيئاتُ فلم تُنْكَرْ؛ عَمَّتْ عقوبتُها وشَمَلَ إثمُها؛ فلا تخرج أيضاً عن حكم هذه الآية الكريمة؛ لأنَّ من ترك الإنكار الواجبَ؛ فقد كسب سيئةً، وفي هذا بيان عدل الله وحكمتِهِ أنه لا يعاقب أحداً بذنبِ أحدٍ، ولا يعاقبُ أحداً أكثر من العقوبة الناشئة عن ذنبِهِ، ولهذا قال: {وكان الله عليماً حكيماً}؛ أي: له العلم الكامل والحكمةُ التامةُ، ومن علمه وحكمتِهِ أنَّه يعلم الذنبَ وما صدرَ منه والسببَ الداعي لفعله والعقوبةَ المترتبةَ على فعله، ويعلم حالة المذنبِ أنَّه إن صَدَرَ منه الذنبُ بغلبة دواعي نفسِهِ الأمَّارة بالسوء مع إنابته إلى ربِّه في كثيرٍ من أوقاته: أنَّه سيغفرُ له ويوفِّقه للتوبة، وإن صدر منه بتجرُّئه على المحارم استخفافاً بنظر ربِّه وتهاوناً بعقابِهِ؛ فإنَّ هذا بعيدٌ من المغفرة بعيدٌ من التوفيق للتوبة.
111.
“Kim bir günah kazanırsa bunu ancak kendi aleyhine kazanmış olur.” Bu buyruk, küçük ya da büyük günaha sokan her hususu kapsar. Bir günah kazanan kişinin günahının dünyevi ve uhrevi cezası kendi aleyhinedir. Onu aşarak başkasına ulaşmaz.
Nitekim Yüce Allah: “Günahkâr hiçbir nefis başkasının günahını yüklenmez” (el-En’am, 6/164) diye buyurmaktadır. Ancak günahlar açıkça işlenir de bunlara karşı gereken tepki gösterilmeyecek olursa bunların cezası genelleşir ve günahı başkalarını da kuşatır. Bu da bu âyet-i kerimenin ihtiva ettiği hükmün dışında değildir, zira farz olan şekliyle günaha tepki göstermeyi terk eden bir kimse de günah işlemiş olur.
Bu ayette Yüce Allah’ın adalet ve hikmeti açıkça ortaya konmaktadır. Zira O, kimseyi başkasının günahı ile cezalandırmaz. Hiçbir kimseyi günahının gerektirdiği cezadan fazlası ile de cezalandırmaz.
Bundan dolayı Yüce Allah devamla: “Allah Alîmdir, Hakîmdir” buyurmaktadır. Yani kamil ilim yalnız O’nundur, eksiksiz hikmet de O’nundur. İlim ve hikmetinin bir gereği olarak O günahı da bilir, günahın kim tarafından işlendiğini de bilir, onu işlemeye iten sebebi de bilir, o günahı işlemenin gerektirdiği cezayı da bilir, günahkârın durumunu da bilir. Şayet o, bu günahı kötülüğü emreden nefsinin baskısı altında işlemiş ve çoğu zamanlarda Rabbine yönelen bir kimse ise o, Allah’tan mağfiret dileyecek olursa Allah onu tevbeye muvaffak kılar. Şâyet Rabbinin kendisini gözetmekte olduğunu bilip bunu hafife alarak ve O’nun vereceği cezayı küçümseyerek haramları işleme cüretini göstermiş ise o, mağfirete nail olmaktan da tevbe için tevfike mazhar olmaktan da uzaktır.
Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{112} ثم قال: {ومن يَكْسِبْ خطيئةً}؛ أي: ذنباً كبيراً، {أو إثماً}: ما دون ذلك، {ثم يَرْم به}؛ أي: يتَّهم بذنبه {بريئاً} من ذلك الذنب وإن كان مذنباً. {فقد احتمل بُهتاناً وإثماً مبيناً}؛ أي: فقد حَمَلَ فوق ظهره بَهْتاً للبريء وإثماً ظاهراً بيِّناً. وهذا يدلُّ على أنَّ ذلك من كبائر الذُّنوب وموبقاتها؛ فإنه قد جمع عدَّةَ مفاسد: كسبَ الخطيئة والإثم، ثم رميَ من لم يفعلْها بفعلِها، ثم الكذبَ الشَّنيعَ بتبرئة نفسه واتِّهام البريء، ثم ما يترتَّب على ذلك من العقوبة الدُّنيويَّة تندفع عمَّن وجبتْ عليه وتُقام على مَن لا يستحقُّها، ثم ما يترتَّب على ذلك أيضاً من كلام الناس في البريء، إلى غير ذلك من المفاسد التي نسأل الله العافية منها ومن كل شرٍّ.
112.
“Kim bir hata” büyük bir günah
“ya da” bundan daha aşağı olan küçük bir “günah kazanır sonra da onu” bizatihi günahkâr olsa bile o günahı işlememiş olan
“bir suçsuzun üstüne atarsa” bu günahı işledi diye onu itham ederse
“muhakkak büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur.” Yani böyle bir kimse suçsuza iftira etmiş ve açıkça günah olan bir vebali yüklenmiş olur.
Bu buyruk, böyle bir davranışın büyük ve kişiyi helâk edici günahlardan olduğunun delilidir.
Çünkü böyle bir davranış birden çok kötülüğü bir arada işlemek demektir: Büyük ve küçük günahı kazanmak, sonra bunu işlememiş kimseye “işledi” diye iftirada bulunmak, arkasından kendisini temize çıkarıp suçsuzu itham etmek sureti ile oldukça ağır ve çirkin yalanlar söylemek. Ayrıca bunun sonucunda söz konusu olacak dünyevi ceza asıl uygulanması gereken kimseye uygulanmayıp bunu hak etmemiş kimseye uygulanacak, daha sonra buna bağlı olarak insanlar da suçsuz hakkında ileri geri konuşacaklar... ve buna benzer daha pek çok kötülük söz konusu olur ki Yüce Allah’tan bu gibi fesatlardan ve her türlü kötülükten esenlik dileriz.
Daha sonra Yüce Allah,
Rasûlünü saptırmak isteyen kimselere karşı onu koruması ve muhafaza etmesi lütfunu söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{113} ثم ذكر منَّته على رسوله بحفظه وعصمتِهِ ممَّن أراد أن يضلَّه، فقال: {ولولا فضلُ الله عليك ورحمتُهُ لهمَّتْ طائفةٌ منهم أن يضلوك}: وذلك أنَّ هذه الآيات الكريمات قد ذكر المفسرون أنَّ سبب نزولها أنَّ أهل بيت سَرَقوا في المدينة، فلما اطُّلع على سرقتهم؛ خافوا الفضيحة، وأخذوا سرقتهم، فرموها ببيت من هو بريء من ذلك، واستعان السارق بقومِهِ أن يأتوا رسول الله - صلى الله عليه وسلم - ويطلُبوا منه أن يبرِّئ صاحِبَهم على رؤوس الناس، وقالوا: إنَّه لم يسرِقْ وإنَّما الذي سرق من وجدت السرقةُ ببيتِهِ وهو البريء، فهمَّ رسول الله - صلى الله عليه وسلم - أن يبرِّئ صاحبهم، فأنزل الله هذه الآيات تذكيراً وتبييناً لتلك الواقعة وتحذيراً للرسول - صلى الله عليه وسلم - من المخاصمة عن الخائنين؛ فإنَّ المخاصمة عن المبطِل من الضَّلال؛ فإنَّ الضلال نوعان: ضلالٌ في العلم وهو الجهل بالحقِّ، وضلالٌ في العمل وهو العملُ بغير ما يجب؛ فحفظ الله رسوله عن هذا النوع من الضَّلال كما حفظه عن الضلال في الأعمال، وأخبر أن كَيْدَهم ومَكْرَهم يعودُ على أنفسِهم كحالة كلِّ ماكر، فقال: {وما يضلُّون إلا أنفسَهم}؛ لكون ذلك المكر وذلك التحيُّل لم يحصُل لهم فيه مقصودُهم ولم يحصُل لهم إلا الخيبة والحرمان والإثم والخُسران، وهذا نعمةٌ كبيرةٌ على رسوله - صلى الله عليه وسلم -، يتضمَّن النعمةَ بالعمل، وهو التوفيق لفعل ما يجب والعصمة له عن كل محرم، ثم ذكر نعمته عليه بالعلم، فقال: {وأنزل الله عليك الكتابَ والحكمةَ}؛ أي: أنزل عليك هذا القرآن العظيم والذِّكر الحكيم الذي فيه تبيانُ كلِّ شيءٍ وعلم الأولين والآخرين.
والحكمة إمّا السُّنة التي قد قال فيها بعض السلف: إن السُّنةَ تُنزل عليه كما يُنزل القرآن، وإمّا معرفة أسرار الشريعة الزائدة على معرفة أحكامها وتنزيل الأشياء منازلها وترتيب كلِّ شيءٍ بحسبه. {وعلَّمك ما لم تكُن تعلمُ}: وهذا يشمل جميع ما علَّمه الله تعالى؛ فإنه - صلى الله عليه وسلم - كما وصفه الله قبل النبوة بقوله: {ما كنت تدري ما الكتابُ ولا الإيمان}، {ووجدَكَ ضالاًّ فهدى}، ثم لم يزل يُوحي الله إليه ويعلِّمه ويكمِّله حتى ارتقى مقاماً من العلم يتعذَّر وصولُه على الأولين والآخرين، فكان أعلم الخلق على الإطلاق وأجمعهم لصفات الكمال وأكملهم فيها، ولهذا قال: {وكان فضلُ الله عليك عظيماً}؛ ففضلُهُ على الرسول محمد - صلى الله عليه وسلم - أعظم من فضلِهِ على كلِّ الخلق ، وأجناس الفضل الذي قد فضَّله الله به لا يمكن استقصاؤه ولا يتيسَّر إحصاؤه.
113.
“Eğer üzerinde Allah’ın lütfu ve rahmeti olmasaydı onlardan bir zümre seni saptırmayı niyetlenmişlerdi.”
Bu âyet-
i kerimelerin nüzul sebebi müfessirlerin naklettiklerine göre şudur: Bir hane halkı Medine’de hırsızlık yaptı. Onların hırsızlık yaptıkları ortaya çıkınca rezil rüsvay olmaktan korktular. Çaldıkları şeyi alıp bu işle hiçbir ilgisi bulunmayan birisinin evine bıraktılar. Hırsızlık yapan kişi yakınlarından yardım isteyerek Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e gidip herkesin gözü önünde kendisinin bu işten uzak olduğunu ilan etmesini sağlamalarını istedi.
Bunlar da gidip: Bizim adamımız, hırsızlık yapmamıştır, hırsızlık yapan kişi çalıntı olan mal evinde bulunan şahıstır, dediler. Hâlbuki o kişi suçsuzdu. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de asıl hırsızlık yapan kişinin suçsuz olduğunu ilan edecek oldu. Bunun üzerine Yüce Allah bu âyet-i kerimeleri bu olayı açıklığa kavuşturmak, Rasûlünü de hainler adına davada bulunmaktan sakındırmak üzere indirdi.
Çünkü haksız bir kimsenin savunulması sapıklıktandır. Sapıklık da iki türlüdür. Bilgide sapıklık ki bu hakkı bilmemektir, diğeri ise amelde sapıklıktır ki bu da olmaması gereken işi yapmaktır. Allah, Rasûlünü amellerdeki sapıklıktan koruduğu gibi, bu türdeki bir bilgi sapıklığından da muhafaza buyurmuştur. Ayrıca onların hile ve tuzaklarının,
hile ve tuzak kuran herkesin durumunda olduğu gibi kendi başlarına döneceğini haber vererek: “Halbuki onlar kendilerinden başkasını saptıramazlar” buyurmuştur. Çünkü bu hile ve tuzaklar ile maksatlarına ulaşamamışlardır. Onlar ancak ziyan ve mahrumiyet, günah ve hüsran elde edebildiler.
İşte bu, Allah’ın Rasûlüne büyük bir nimetidir ki bu nimet, hem olması gerekeni yapma muvaffakiyeti demek olan hayırlı amel nimetini, hem de haram olan her bir işten korunması nimetini ihtiva etmektedir.
Daha sonra Yüce Allah Peygamberine ilim nimetini ihsan ettiğini söz konusu ederek: “Allah sana Kitabı ve hikmeti indirmiş…” buyurmaktadır. Yani O, senin üzerine bu Kur’ân-ı Azim’i ve içinde her bir şeyin açıklaması bulunan, öncekilerin ve sonrakilerin bilgisi olan Zikr-i Hakim’i indirmiştir.
Buradaki Hikmet, ya sünneti seniyyedir ki selef-
i salihinden bazı kimseler bu konuda şöyle demişlerdir: “Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e Kur’ân-ı Kerîm indirildiği gibi sünnet de indirilirdi.” Yahut da hikmet; şeriatın hükümlerini bilmekten ayrı olarak, bunların sırlarının bilmek, her bir şeyi yerli yerine koymak ve her bir şeyi kendisine uygun olan sırada yerleştirmek demektir.
“ve sana bilmediklerini öğretmiştir.” Bu da Yüce Allah’ın Nebi sallallahu aleyhi ve sellem’e bütün öğrettiklerini kapsamaktadır. Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem,
peygamberlikten önce Yüce Allah’ın şu buyruklarında ifade ettiği gibi idi: “Kitabın da imanın da ne olduğunu bilmezdin.” (eş-Şura, 42/52);
“Şaşkınken seni doğru yola iletmedi mi?” (ed-Duhâ, 93/7) Daha sonra Yüce Allah ona vahyini indirdi, ona öğretti ve o, öyle bir kemal noktasına ulaştı ki öncekiler için de sonrakiler için de erişilmesi mümkün olmayacak ilmi bir makama yükseldi. O bakımdan kayıtsız ve şartsız olarak bütün yaratıkların en bilgini ve bütün yaratıklar arasında kemal sıfatlarını kendisinde en çok toplayan ve kemalin en ileri derecesine ulaşan o olmuştur.
Bundan dolayıdır ki Yüce Allah: “Allah’ın senin üzerindeki lütfu pek büyüktür” buyurmaktadır. Allah’ın, Rasûlü sallallahu aleyhi ve sellem’in üzerindeki lütfu, bütün yaratıklar üzerindeki lütfundan daha büyüktür. Allah’ın ona ihsan ettiği lütuf çeşitlerinin dökümünün yapılması mümkün değildir ve böyle bir şeyin gerçekleşebilmesi de söz konusu olamaz.
{لَا خَيْرَ فِي كَثِيرٍ مِنْ نَجْوَاهُمْ إِلَّا مَنْ أَمَرَ بِصَدَقَةٍ أَوْ مَعْرُوفٍ أَوْ إِصْلَاحٍ بَيْنَ النَّاسِ وَمَنْ يَفْعَلْ ذَلِكَ ابْتِغَاءَ مَرْضَاتِ اللَّهِ فَسَوْفَ نُؤْتِيهِ أَجْرًا عَظِيمًا (114)}.
114- Bir sadaka vermeyi veya bir iyilik yapmayı yahut insanlar arasını düzeltmeyi emredeninkinden başka, onların fısıldaşmalarının pek çoğunda hayır yoktur. Kim Allah’ın rızasını gözeterek bunları yaparsa biz ona büyük bir mükâfat vereceğiz.
#
{114} أي: لا خير في كثير مما يتناجى به الناس ويتخاطبون، وإذا لم يكنْ فيه خيرٌ؛ فإمّا لا فائدة فيه؛ كفضول الكلام المباح، وإما شرٌّ ومضرَّة محضةٌ؛ كالكلام المحرَّم بجميع أنواعه. ثم استثنى تعالى فقال: {إلاَّ من أمر بصدقةٍ}: من مال أو علم أو أيِّ نفع كان، بل لعلَّه يدخُل فيه العباداتُ القاصرةُ؛ كالتسبيح والتحميد ونحوِهِ؛ كما قال النبيُّ - صلى الله عليه وسلم -: «إنَّ بكلِّ تسبيحةٍ صدقة، وكلِّ تكبيرة صدقة، وكلِّ تهليلة صدقة، وأمر بالمعروف صدقة، ونهي عن المنكر صدقة، وفي بضع أحدكم صدقة .... » الحديث. {أو معروفٍ}: وهو الإحسان والطاعة وكلُّ ما عُرِف في الشرع والعقل حسنُه، وإذا أُطلِقَ الأمرُ بالمعروف من غير أن يُقْرَنَ بالنَّهي عن المنكر؛ دخلَ فيه النهي عن المنكر؛ وذلك لأنَّ ترك المنهيّات من المعروف، وأيضاً لا يتمُّ فعل الخير إلا بترك الشرِّ، وأما عند الاقتران؛ فيفسَّر المعروف بفعل المأمور والمنكَر بترك المنهيِّ.
{أو إصلاح بين الناس}: والإصلاحُ لا يكون إلاَّ بين متنازعينِ متخاصمينِ، والنِّزاع والخصام والتغاضُب يوجِب من الشَّرِّ والفرقة ما لا يمكن حصرُه؛ فلذلك حثَّ الشارع على الإصلاح بين الناس في الدِّماء والأموال والأعراض، بل وفي الأديان؛ كما قال تعالى: {واعتَصِموا بحبل الله جميعاً ولا تفرَّقوا}، وقال تعالى: {وإن طائفتان من المؤمنين اقْتَتَلوا فأصلحوا بينَهما، فإن بَغَتْ إحداهما على الأخرى فقاتِلوا التي تبغي حتَّى تفيءَ إلى أمر الله ... } الآية، وقال تعالى: {والصُّلْحُ خيرٌ}، والساعي في الإصلاح بين الناس أفضل من القانتِ بالصلاة والصيام والصدقة، والمصلِح لا بدَّ أن يُصْلِحَ الله سعيَه وعمله؛ كما أنَّ الساعي في الإفساد لا يُصْلِحُ الله عمله ولا يتم له مقصوده؛ كما قال تعالى: {إنَّ الله لا يُصْلِحُ عملَ المفسدين}؛ فهذه الأشياء حيثما فعلت؛ فهي خيرٌ؛ كما دلَّ على ذلك الاستثناء، ولكن كمال الأجر وتمامه بحسب النيَّة والإخلاص. ولهذا قال: {ومن يفعل ذلك ابتغاءَ مرضاةِ الله فسوف نؤتيه أجراً عظيماً}؛ فلهذا ينبغي للعبد أن يقصدَ وجه الله تعالى ويُخْلِصَ العمل لله في كلِّ وقت وفي كلِّ جزء من أجزاء الخير؛ ليحصلَ له بذلك الأجر العظيم، وليتعوَّد الإخلاص، فيكون من المخلصين. وليتمَّ له الأجر، سواءٌ تمَّ مقصودُه أم لا؛ لأنَّ النيَّة حصلت، واقترن بها ما يمكنُ من العمل.
114. Yani insanların fısıldaşmalarının ve karşılıklı konuşmalarının pek çoğunda -eğer hayır ihtiva etmiyor ise- hayır yoktur. Çünkü bu konuşmalar, ya mubah olup hiçbir faydası bulunmayan sözler türündendir yahut da katıksız zarardır ve kötüdür. Bütün türleri ile haram sözler gibi.
Ancak Yüce Allah bunlardan bazı sözleri istisna ederek şöyle buyurmuştur:
“Bir sadaka vermeyi” mal, bilgi veya herhangi bir faydalı şeyi vermeyi… Hatta belki de bunun kapsamına tesbih, hamd etmek ve buna benzer bir takım ibadetler de girebilir.
Nitekim Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Her bir tesbih bir sadakadır, her bir tekbir bir sadakadır, her bir tehlil (la ilâhe illallah demek) bir sadakadır. İyiliği emretmek bir sadakadır, kötülükten alıkoymak bir sadakadır. Sizden herhangi birinizin hanımına yaklaşması da bir sadakadır.”
“veya bir iyilik yapmayı” bu da iyilik, itaat, şeriatın ve aklın güzel olarak kabul ettiği
(maruf) her bir şeydir. İyiliği emretmek mutlak olarak anılıp kötülükten alıkoymakla birlikte söz konusu edilmeyecek olursa onun kapsamına kötülükten alıkoymak da girer. Çünkü kötülüklerin terk edilmesi de iyilik
(maruf) kapsamına girer. Aynı şekilde kötülük terk edilmedikçe iyilik de tam yapılmış olmaz. Birlikte zikredilmeleri halinde ise maruf
(iyilik) emrolunan işleri yapmak, münker
(kötülük) de yasak kılınan şeyleri terk etmek şeklinde açıklanır.
“yahut insanlar arasını düzeltmeyi” İnsanların arasını düzeltmek
(ıslah) ancak birbiri ile anlaşmazlık içerisinde bulunan ve davalı kişiler arasında olur. Anlaşmazlık ve çekişme, sayılması mümkün olmayacak kadar çok kötülük ve bölünme meydana gerektirir. Bundan dolayı dinimiz can, mal, ırz
(namus, şeref ve haysiyet) gibi hususlarda insanların arasını düzeltmeye teşvik etmiştir. Hatta din hususunda bile ıslahı emir etmiştir.
Nitekim Yüce Allah: “Hepiniz toptan Allah’ın ipine sarılın, bölünmeyin.” (Âl-i İmran, 3/103) buyurmaktadır. Bir başka âyet-
i kerimede de şöyle buyurmaktadır: “Eğer mü’minlerden iki grup birbirleri ile çarpışırlarsa onların aralarını düzeltin. Eğer onların biri diğerine karşı haksızlık ediyorsa o haksızlık eden grupla Allah’ın emrine dönünceye kadar çarpışın...” (el-Hucurat, 49/9) Yüce Allah bir başka yerde de
“Sulh daha hayırlıdır” buyurmaktadır.
(en-Nisa, 4/128)
İnsanların arasını düzeltmeye gayret eden bir kimse nafile namaz, oruç ve sadaka ile itaatte bulunandan daha faziletlidir. Yüce Allah ıslah ve arayı düzeltmek için çalışanın çalışmasını ve amelini mutlaka düzeltir. Nitekim arayı bozmak için çalışıp çabalayan kimsenin de Allah amelini ıslah etmez ve ona maksadını tam anlamı ile gerçekleştirme imkânını vermez.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Elbette Allah o bozguncuların işini düzeltmez.” (Yunus, 10/81)
İşte bu gibi işler -âyet-i kerimede zikredilen bu istisnanın da delil olduğu gibi- hayırlıdır; fakat ecrin mükemmel ve eksiksiz olması, niyet ve ihlâsa bağlıdır.
İşte bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Kim Allah’ın rızasını gözeterek bunları yaparsa biz, ona büyük bir mükâfat vereceğiz.” Bundan dolayı kulun her zaman ve her bir hayırda amelini ihlâsla ve Allah rızası için yapması gerekir. Ki böylelikle büyük ecir elde edebilsin, ihlâslı amele alışsın, ihlâs sahibi kimselerden olsun ve ecrini tam alsın. Maksadına ister erişsin ister erişmesin böyledir, çünkü niyet tahakkuk etmiş ve onunla birlikte mümkün olan amel de yerine getirilmiştir.
{وَمَنْ يُشَاقِقِ الرَّسُولَ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُ الْهُدَى وَيَتَّبِعْ غَيْرَ سَبِيلِ الْمُؤْمِنِينَ نُوَلِّهِ مَا تَوَلَّى وَنُصْلِهِ جَهَنَّمَ وَسَاءَتْ مَصِيرًا (115) إِنَّ اللَّهَ لَا يَغْفِرُ أَنْ يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذَلِكَ لِمَنْ يَشَاءُ وَمَنْ يُشْرِكْ بِاللَّهِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالًا بَعِيدًا (116)}.
115- Kim kendisine hak apaçık belli olduktan sonra Peygambere karşı gelir ve mü’minlerin yolundan başkasına uyarsa onu döndüğü o yolda bırakır ve cehenneme sokarız. O ne kötü bir dönüş yeridir!
116- Doğrusu Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Ondan başkasını ise dilediği kimseler için bağışlar. Allah’a şirk koşan kimse şüphesiz uzak bir sapıklıkla sapmış olur.
#
{115} أي: ومن يخالِف الرسول - صلى الله عليه وسلم - ويعانِده فيما جاء به، {من بعدِ ما تبيَّن له الهدى}: بالدَّلائل القرآنيَّة والبراهين النبويَّة، {ويتَّبِع غير سبيل المؤمنين}: وسبيلُهم هو طريقُهم في عقائِدِهم وأعمالهم، {نولِّه ما تولَّى}؛ أي: نتركه وما اختاره لنفسِهِ ونخذُله؛ فلا نوفِّقُه للخير؛ لكونِهِ رأى الحق وعَلِمَهُ وتركَه؛ فجزاؤه من الله عدلاً أن يُبْقِيه في ضلاله حائراً ويزداد ضلالاً إلى ضلاله؛ كما قال تعالى: {فلمَّا زاغوا أزاغ الله قلوبَهم}، وقال تعالى: {ونقلِّب أفئِدَتهم وأبصارَهم كما لَمْ يؤمِنوا به أوَّل مرة}.
ويدلُّ مفهومها على أن من لم يشاقق الرسول {ويتَّبع غير سبيل المؤمنين}؛ بأن كان قصده وجه الله واتِّباع رسوله ولزوم جماعة المسلمين، ثم صدر منه من الذنوب أو الهمِّ بها ما هو من مقتضيات النفوس وغَلَبات الطباع؛ فإن الله لا يولِّيه نفسه وشيطانه، بل يتداركُه بلطفه ويمنُّ عليه بحفظه ويعصمه من السوء؛ كما قال تعالى عن يوسف عليه السلام: {كذلك لنصرفَ عنه السوءَ والفحشاءَ إنَّه من عبادنا المخلَصين}؛ أي: بسبب إخلاصِهِ صَرَفْنا عنه السوءَ، وكذلك كلُّ مخلص؛ كما يدلُّ عليه عموم التعليل، وقوله: {ونُصْلِهِ جهنَّم}؛ أي: نعذِّبه فيها عذاباً عظيماً. {وساءت مصيراً}؛ أي: مرجعاً له ومآلاً.
115. Yani
“kim kendisine hak” Kur’ânî deliller ve nebevî burhanlarla
“apaçık belli olduktan sonra” Allah Rasûlüne muhalefet eder ve getirdiklerinde ona karşı inatla karşı koyar ve
“mü’minlerin yolundan” yani akaid ve amellerinde gittikleri yoldan
“başkasına uyarsa onu döndüğü o yolda bırakır” kendisi için tercih ettiği şey ile başbaşa ve yardımsız bırakırız, hayra muvaffak kılmayız. Çünkü o hakkı görüp bildikten sonra terk etmiştir. O bakımdan ilâhi adaletin gereği olarak onun cezası, şaşkınlığında şaşkın halde kalması ve sapıklığına sapıklık katılmasıdır.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Onlar sapınca Allah da kalplerini saptırdı.” (es-Saf, 61/5);
“İlk defa ona iman etmedikleri gibi (yine iman etmezler) biz de onların kalplerini ve gözlerini (haktan) çeviririz (de onu ne görür ne de kavrarlar).” (el-En’am, 6/110)
Âyet-
i kerimenin mefhumu şuna delildir: Allah Rasûlüne muhalefet etmeyerek, Allah’ın rızasını ve Rasûlüne tabi olmayı amaçlayrak, müslüman cemaatten ayrılmamak sureti ile mü’minlerin yolunu izleyen bir kimse, beşeri nefislerin gerekleri ve tabiatın baskın gelmesinin bir sonucu olarak bazı günahları işleyecek yahut bunları işlemek isteyecek olursa, Allah böyle birisini kendi nefsi ve şeytanı ile başbaşa bırakmaz. Aksine lütfu ile ona yetişir, ihsanda bulunarak onu korur ve kötülüklere karşı himaye eder.
Nitekim Yüce Allah Yusuf aleyhisselam hakkında şöyle buyurmuştur: “Ondan fenalığı ve hayâsızlığı giderelim diye böyle yaptık. Çünkü o ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandı.” (Yusuf, 12/24) Yani ihlâsı sebebi ile biz kötülüğü ondan uzaklaştırdık. Nitekim bu gerekçelendirmenin umumi ifadesinin delalet ettiği üzere ihlâs sahibi herkes için aynı şey söz konusudur.
Yüce Allah’ın: “ve cehenneme sokarız” buyruğu, onu cehennemde büyük bir azaba uğratırız demektir.
“O ne kötü bir dönüş yeridir!” Böyle birisi için cehennem, varılacak yer olarak ne kötüdür!
Peygambere karşı gelmenin ve mü’minlere muhalefet etmenin sebep olduğu bu tehdidin mertebeleri çoktur. Yüce Allah’tan başka bunları kimse bilemez. Bu mertebeler günahın küçüklük ve büyüklüğüne göredir. Bunlardan kimisi cehennem ateşinde kişinin ebedi olarak kalmasına sebep olur ve ilâhi yardımdan büsbütün mahrum bırakır, kimisi de bunlardan daha aşağı derecededir. O nedenle bir sonraki âyet-
i kerimenin bu mutlak ifadenin bir çeşit açıklaması olması muhtemeldir:
#
{116} وهذا الوعيد المترتِّب على الشقاق ومخالفة المؤمنين مراتب لا يحصيها إلا الله بحسب حالة الذنب صغراً وكبراً؛ فمنه ما يخلد في النار ويوجب جميع الخذلان، ومنه ما هو دون ذلك؛ فلعلَّ الآية الثانية كالتفصيل لهذا المطلق، وهو أن الشرك لا يغفره الله تعالى؛ لتضمُّنه القدح في ربِّ العالمين و [في] وحدانيَّته، وتسوية المخلوق الذي لا يملك لنفسه ضرًّا ولا نفعاً بمن هو مالك النفعِ والضرِّ، الذي ما من نعمة إلاَّ منه، ولا يدفع النقم إلاَّ هو، الذي له الكمال المطلق من جميع الوجوه والغنى التامُّ بجميع وجوه الاعتبارات؛ فمن أعظم الظُّلم وأبعد الضَّلال عدم إخلاص العبادة لمن هذا شأنه وعظمته، وصرف شيء منها للمخلوق الذي ليس له من صفات الكمال شيء ولا له من صفات الغنى شيءٌ، بل ليس له إلاَّ العدم: عدم الوجود وعدم الكمال وعدم الغنى، والفقر من جميع الوجوه. وأما ما دون الشرك من الذنوب والمعاصي؛ فهو تحت المشيئة: إن شاء الله غَفَرَهُ برحمتِهِ وحكمتِهِ، وإن شاء عذَّب عليه وعاقب بعدلِهِ وحكمتِهِ.
وقد استدلَّ بهذه الآية الكريمة على أن إجماع هذه الأمة حجة، وأنها معصومةٌ من الخطأ، ووجه ذلك أنَّ الله توعَّد من خالف سبيل المؤمنين بالخِذلان والنار، وسبيل المؤمنين مفردٌ مضاف يشمل سائر ما المؤمنون عليه من العقائد والأعمال؛ فإذا اتَّفقوا على إيجاب شيء أو استحبابه أو تحريمه أو كراهته أو إباحته؛ فهذا سبيلهم فمن خالفهم في شيء من ذلك بعد انعقاد إجماعهم عليه؛ فقد اتّبَعَ غير سبيلهم.
ويدلُّ على ذلك قوله تعالى: {كنتُم خير أمةٍ أخْرِجَتْ للناس تأمرون بالمعروفِ وتَنْهَوْنَ عن المنكرِ}، ووجهُ الدِّلالة منها أنَّ الله تعالى أخبر أن المؤمنين من هذه الأمة لا يأمُرون إلا بالمعروف؛ فإذا اتَّفقوا على إيجاب شيءٍ أو استحبابِهِ؛ فهو مما أمروا به، فيتعيَّن بنصِّ الآية أن يكون معروفاً، ولا شيء بعد المعروف غير المنكر، وكذلك إذا اتَّفقوا على النهي عن شيء؛ فهو مما نهوا عنه، فلا يكون إلاَّ منكراً.
ومثلُ ذلك قولُه تعالى: {وكذلك جعلناكم أمة وسطاً لتكونوا شهداءَ على الناس}، فأخبر تعالى أنَّ هذه الأمة جعلها الله وسطاً؛ أي: عدلاً خياراً؛ ليكونوا شهداء على الناس؛ أي: في كل شيء؛ فإذا شهدوا على حكم بأنَّ الله أمر به أو نهى عنه أو أباحه؛ فإنَّ شهادتهم معصومةٌ؛ لكونِهِم عالمين بما شهدوا به عادلين في شهادتهم؛ فلو كان الأمرُ بخلاف ذلك؛ لم يكونوا عادلين في شهادتِهم ولا عالمين بها.
ومثلُ ذلك قوله تعالى: {فإنْ تنازَعْتُم في شيءٍ فرُدُّوه إلى الله والرسول}؛ يُفهم منها أنَّ ما لم يَتَنازعوا فيه بل اتَّفقوا عليه أنهم غير مأمورين بردِّه إلى الكتاب والسنة، وذلك لا يكون إلاَّ موافقاً للكتاب والسُّنة، لا يكون مخالفاً.
فهذه الأدلة ونحوها تفيدُ القطع أنَّ إجماع هذه الأمة حجَّةٌ قاطعةٌ.
116.
“Doğrusu Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz…” Yani Yüce Allah şirki bağışlamaz. Çünkü şirk âlemlerin Rabbi ve O’nun vahdaniyeti hakkında haksız bir iddiayı ihtiva eder. Şirk, kendisine bir fayda sağlayamayan ve bir zararı önleyemeyen bir mahlûku, her türlü fayda ve zararın mutlak sahibi olana eşit kılmaktır. Oysa bütün nimetler ancak O’ndandır. Zararları O’ndan başka kimse def edemez. Bütün yönleri ile mutlak kemale yalnız O sahiptir. Her bakımdan hiçbir kimseye ve hiçbir şeye muhtaç olmayış yalnız O’nun için söz konusudur. O bakımdan bu vasfa ve bu azamete sahip olana ihlâsla ibadet yapılmayarak, bunun -bir bölümünün dahi olsa- kemal sıfatların hiçbirisine sahip olmayan ve mutlak olarak ihtiyaç içerisinde bulunan yaratılmışlara izafe edilmesi, haktan alabildiğine uzak bir sapıklıktır. Allah’ın dışındaki varlıkların muhtaç olmaması şöyle dursun, onlar hakkında yokluk ve yoksulluktan başka bir şey söz konusu değildir. Onlar bizatihi kendi varlıklarının sahibi değildirler. Kemalleri de yoktur, hiçbir yönü ile başkasına muhtaç olmayışları da söz konusu değildir.
Şirkten daha aşağıda olan günah ve masiyetlerin bağışlanması ise ilâhi meşiete/Allah'ın dilemesine bağlıdır. Yüce Allah dilerse rahmet ve hikmeti ile o günahı bağışlar, dilerse adaleti ve hikmeti gereği ondan dolayı azap edip ceza verir.
Bundan önceki âyet-i kerime, bu ümmetin icmaının delil olduğuna ve ümmetin -icma olan hususlarda- hatadan masum olduklarına delil gösterilmiştir.
Bunun delil olma yönü de şöyledir: Şanı Yüce Allah mü’minlerin izlediği yola muhalefet eden kimseleri ilâhi yardımdan uzak tutmakla ve cehennem ateşi ile tehdit etmektedir.
Diğer taraftan
“mü’minlerin yolu/سبيل المؤمنين” ifadesi, bir isim tamlamasıdır ve mü’minlerin izlemekte olduğu itikad ve amelleri kapsar. O bakımdan mü’minler herhangi bir şeyin farz yahut müstehab, haram yahut mekruh ya da mubah olduğunu ittifakla kabul edecek olurlarsa bu, onların tuttukları yol demektir. Bu husus üzerinde icmaları gerçekleştikten sonra herhangi bir hususta onlara muhalefet eden bir kimse onların yolundan başka bir yol takip etmiş olur.
Buna Yüce Allah’ın şu buyruğu da delil teşkil etmektedir: “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirirsiniz.” (Al-i İmran, 3/110) Bu ayetin delil olma yönü de şöyledir:
Şanı Yüce Allah bu ümmetin mü’minlerinin ancak maruf olanı
(iyiliği) emrettiklerini haber vermektedir. O bakımdan onlar herhangi bir şeyin farz yahut müstehab olduğu üzerinde ittifak edecek olurlarsa bu da onların emrettikleri şeyler arasında yer alır. Böylelikle bu âyet-i kerimenin nassı gereğince onların ittifakla emrettikleri bu hususun, maruf olduğu ortaya çıkar. Marufun dışında ise münkerden başka bir şey olamaz. Aynı şekilde herhangi bir şeyin yasaklanmasını ittifakla kabul edecek olurlarsa bu da onların yasakladıkları şeylerden olur ki onun, münkerden başka bir şey olması söz konusu olamaz.
Yüce Allah’ın: “Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık. Bütün insanlara karşı şahit olasınız diye…” (el-Bakara, 2/143) buyruğu da böyledir. Zira şanı Yüce Allah bu ümmeti
“vasat” yani dengeli, mutedil ve hayırlı kıldığını haber vermektedir. Bundan kasıt ise insanlara karşı şahitlik etmeleridir. Şahitlik edecekleri hususların kapsamına ise her şey girmektedir. O bakımdan onlar herhangi bir hükmün Allah tarafından emredildiğine yahut yasaklandığına ya da mubah kılındığına dair şahitlik edecek olurlarsa şüphesiz onların bu şahitlikleri hatadan korunmuştur. Çünkü onlar, ne hakkında şahitlik ettiklerini bilirler ve şahitliklerinde adildirler. Durum bunun aksine olsaydı onlar hiçbir şekilde şahitliklerinde adaletli ve ne yaptıklarını bilen kimseler olmazlardı.
Yine Yüce Allah’ın: “Herhangi bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah’a ve Rasûlüne götürün.” (en-Nisa, 4/59) buyruğu da buna benzemektedir.
Zira bu buyruktan şu anlaşılmaktadır: Mü’minler, hakkında anlaşmazlığa düşmeyip aksine ittifakla kabul ettikleri herhangi bir hususu Allah’ın Kitabı ve Rasûlünün sünnetine götürmekle emrolunmuş değillerdir. Çünkü onların ittifak ettikleri böyle bir husus ancak Kitap ve Sünnete uygun olur, bunlara muhalif olması söz konusu olamaz. İşte bu ve benzeri deliller bu ümmetin icmaının kat’i bir hüccet olduğu hususunda kesin ifadeler ortaya koymaktadır.
Bundan dolayı şanı Yüce Allah müşriklerin sapıklıklarının çirkinliğini bundan sonraki âyetlerde şöylece dile getirmektedir:
{إِنْ يَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ إِلَّا إِنَاثًا وَإِنْ يَدْعُونَ إِلَّا شَيْطَانًا مَرِيدًا (117) لَعَنَهُ اللَّهُ وَقَالَ لَأَتَّخِذَنَّ مِنْ عِبَادِكَ نَصِيبًا مَفْرُوضًا (118) وَلَأُضِلَّنَّهُمْ وَلَأُمَنِّيَنَّهُمْ وَلَآمُرَنَّهُمْ فَلَيُبَتِّكُنَّ آذَانَ الْأَنْعَامِ وَلَآمُرَنَّهُمْ فَلَيُغَيِّرُنَّ خَلْقَ اللَّهِ وَمَنْ يَتَّخِذِ الشَّيْطَانَ وَلِيًّا مِنْ دُونِ اللَّهِ فَقَدْ خَسِرَ خُسْرَانًا مُبِينًا (119) يَعِدُهُمْ وَيُمَنِّيهِمْ وَمَا يَعِدُهُمُ الشَّيْطَانُ إِلَّا غُرُورًا (120) أُولَئِكَ مَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ وَلَا يَجِدُونَ عَنْهَا مَحِيصًا (121)}.
117- Onların O’ndan başka ibadet ettikleri
(putlar), ancak dişidir. Onlar ancak inatçı şeytana tapıyorlar.
118- Allah ona lanet etmiştir.
O: “Andolsun kullarından belli bir pay alacağım” demişti.
119-
“Andolsun onları saptıracağım ve olmayacak kuruntulara boğacağım. Onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar ve yine onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler.” Kim Allah’ı bırakıp da şeytanı dost edinirse şüphesiz o, apaçık bir zarara uğramış demektir.
120- O, onlara vaatlerde bulunur ve onları olmayacak kuruntulara düşürür. Oysa şeytan onlara aldatmadan başka bir şey vaadetmez.
121- İşte onların barınakları cehennemdir. Oradan kaçacak bir yer de bulamayacaklardır.
#
{117 ـ 118} أي: ما يدعو هؤلاء المشركون مِن دون الله إلا إناثاً؛ أي: أوثاناً وأصناماً مسمَّيات بأسماء الإناث؛ كالعزَّى ومناة ونحوهما. ومن المعلوم أنَّ الاسم دالٌّ على المسمَّى؛ فإذا كانت أسماؤها أسماءً مؤنَّثة ناقصةً؛ دلَّ ذلك على نقص المسمَّيات بتلك الأسماء وفقدها لصفات الكمال؛ كما أخبر الله تعالى في غير موضع من كتابه أنَّها لا تخلُقُ ولا ترزُقُ ولا تدفَعُ عن عابديها بل ولا عن نفسها نفعاً ولا ضرًّا ولا تنصُرُ أنفسها ممَّن يريدُها بسوءٍ، وليس لها أسماعٌ ولا أبصارٌ ولا أفئدةٌ؛ فكيف يُعْبَدُ من هذا وصفه ويترك الإخلاص لمن له الأسماءُ الحسنى، والصِّفات العليا، والحمدُ والكمال والمجدُ والجلال والعزُّ والجمال والرحمة والبرُّ والإحسان والانفراد بالخَلْق والتدبير والحكمة العظيمة في الأمر والتقدير؛ هل هذا إلا من أقبح القبيح الدالِّ على نقص صاحبه وبلوغه من الخِسَّة والدناءة أدنى ما يتصوَّره متصورٌ أو يصفه واصفٌ؟! ومع هذا فعبادتهم إنما صورتُها فقط لهذه الأوثان الناقصة، وبالحقيقة ما عبدوا غير الشيطان الذي هو عدوُّهم، الذي يريد إهلاكهم، ويسعى في ذلك بكلِّ ما يقدر عليه، الذي هو في غاية البعد من الله، لعنه الله وأبعده عن رحمتِهِ؛ فكما أبعده الله من رحمتِهِ، يسعى في إبعاد العباد عن رحمة الله، إنما يدعو حزبه ليكونوا من أصحاب السعير.
ولهذا أخبر الله عن سعيه في إغواء العباد، وتزيين الشَّرِّ لهم، والفساد، وأنَّه قال لربِّه مقسماً: {لأتَّخِذَنَّ من عبادِكَ نصيباً مفروضاً}؛ أي: مقدَّراً، علم اللعين أنه لا يقدر على إغواء جميع عباد الله، وأن عباد الله المخلَصين ليس له عليهم سلطانٌ، وإنَّما سلطانُهُ على من تولاَّه وآثر طاعته على طاعة مولاه. وأقسم في موضع آخر لَيُغْوِيَنَّهم أجمعين؛ إلاَّ عبادَكَ منهم المُخْلَصين؛ فهذا الذي ظنه الخبيث، وجزم به، أخبر الله تعالى بوقوعه بقوله: {ولقد صدَّقَ عليهم إبليسُ ظنَّه فاتَّبعوه إلاَّ فريقاً من المؤمنين}.
117-118.
“Onların ondan başka ibadet ettikleri (putlar), ancak dişidir.” Yani bu müşrikler, Allah'ın dışında -Uzza, Menat ve benzeri gibi- dişi isimleri ile anılan putlardan ve heykellerden başkasına ibadet etmiyorlar. Bilindiği gibi isim, isim olduğu varlığa delalet eder. Bunların isimleri dişil ve eksik isimler olduğuna göre bu, bu isimlerle adlandırılan varlıkların da eksik olduğuna ve kemal sıfatlarına sahip olmadıklarına delildir. Nitekim Yüce Allah Kitab-
ı Kerîm’inin birçok yerinde şunu haber vermektedir: Bu uydurma ilâhlar hiçbir şey yaratamazlar, rızık veremezler. Kendilerine ibadet edenlere gelecek zararları önleyemezler. Hatta kendilerine gelecek zararı dahi önleyemezler. Ne bir fayda sağlayabilirler, ne de bir zarar. Kendilerine kötülük yapmak isteyenlere de karşı koyamazlar. Bunların kulakları, gözleri ve kalpleri yoktur. Peki, bu niteliklere sahip olan varlıklara nasıl ibadet edilir de en güzel isimlere sahip, en yüce sıfatlara, hamd ve kemale, mutlak yüceliğe, celâle, izzete, cemal ve rahmete, iyilik ve ihsana sahip olan, tek başına yaratan ve yarattıklarını idare eden, emir ve takdirde uçsuz bucaksız hikmete sahip olan Yüce Allah’a ihlâsla ibadet nasıl terk edilebilir? Bu, böyle bir davranışı yapanın eksikliğine, son derece bayağı ve sıradan olduğuna, hiçbir kimsenin düşünemeyeceği yahut nitelendiremeyeceği kadar aşağılık olduğuna delil teşkil eden, olabilecek en çirkin iş değil midir?
Bununla birlikte bunların ibadetleri, ancak şekil itibari ile bu eksik putlaradır. Hakikatte ise onlar şeytandan başkasına ibadet etmiyorlar. O şeytan ise onların düşmanıdır, onları helâk etmek ister ve Bbu konuda bütün gücü ile çalışıp çabalar. Ayrıca şeytan Allah’tan alabildiğine uzaktır. Çünkü Allah onu lanetlemiş, rahmetinden uzaklaştırmıştır. Allah onu rahmetinden uzaklaştırdığı için o da Allah’ın kullarını Allah’ın rahmetinden uzaklaştırmaya çalışmaktadır.
“O, kendi taraftarlarını ancak alevli ateşin arkadaşlarından olsunlar diye davet eder.” (Fatır, 35/6)
Bundan dolayı Yüce Allah şeytanın Allah’ın kullarını azdırmak için çalıştığını,
onlara kötülüğü ve fesadı süslü gösterdiğini ve Rabbine yemin ederek: “Andolsun kullarından belli bir pay” miktarı belli bir pay
“alacağım” dediğini haber vermektedir. O lanetli şeytan Allah’ın kullarının tümünü azdıramayacağını, Allah’ın ihlâsa erdirilmiş kulları üzerinde herhangi bir tasarrufunun bulunmadığını ancak kendisini dost edinip kendisine itaati yüce Mevlasına itaate tercih edenler üzerinde otoritesinin söz konusu olduğunu bilmekteydi. Nitkeim bir başka yerde de onları azdıracağına dair şöylece yemin ettiğini görüyoruz: “Onları toptan azdıracağım. Ancak onlardan ihlâsa erdirilmiş kulların müstesna” (el-Hicr, 15/39-40) İşte o melun şeytanın zannettiği ve kesin bir kanaat olarak ifade ettiği husus budur.
Yüce Allah da şu buyruğu ile bunun gerçekleşmiş olduğunu haber vermektedir: “Andolsun İblis onların aleyhindeki zannını gerçekleştirmiştir. Zira mü’minlerden bir kesim dışında (hepsi) ona uymuşlardı.” (Sebe, 34/20)
#
{119} وهذا النصيب المفروض الذي أقسم لله أنهم يتخذهم ؛ ذَكَرَ ما يريدُ بهم، وما يقصدُه لهم بقوله: {ولأضِلَّنَّهم}؛ أي: عن الصراط المستقيم ضلالاً في العلم وضلالاً في العمل، {ولأمنِّينَّهم}؛ أي: مع الإضلال لأمنِّينَّهم أن ينالوا ما ناله المهتدونَ، وهذا هو الغرور بعينه، فلم يقتصِرْ على مجرَّد إضلالهم، حتى زيَّن لهم ما هم فيه من الضلال، وهذا زيادةُ شرٍّ إلى شرِّهم، حيث عملوا أعمال أهل النار الموجبة للعقوبة، وحسِبوا أنَّها موجبةٌ للجنة. واعتَبِرْ ذلك باليهود والنَّصارى ونحوهم؛ فإنهم كما حكى الله عنهم: {وقالوا لَن يَدْخُلَ الجنَّة إلاَّ مَن كان هوداً أو نصارى تلك أمانِيُّهم}، {وكذلك زينَّا لكلِّ أمةٍ عَمَلَهم}، {قل هل ننبِّئُكم بالأخسرينَ أعمالاً الذين ضلَّ سعيُهم في الحياة الدُّنيا وهم يحسَبون أنَّهم يحسنون صنعاً ... } الآية، وقال تعالى عن المنافقين: إنهم يقولون يوم القيامة للمؤمنين: {ألم نَكُن معكُم قالوا بلى ولكنَّكم فتنتُم أنفسَكم وتربَّصْتم وارتَبْتُم وغرَّتكم الأماني حتى جاء أمرُ الله وغرَّكم بالله الغَرورُ}.
وقوله: {ولآمُرَنَّهم فَلَيُبَتِّكُنَّ آذان الأنعام}؛ أي: بتقطيع آذانها، وذلك كالبحيرة والسائبة والوصيلة والحام، فنبَّه ببعض ذلك على جمعيه، وهذا نوعٌ من الإضلال يقتضي تحريم ما أحلَّ الله، أو تحليل ما حرَّم الله، ويلتحق بذلك من الاعتقادات الفاسدة والأحكام الجائرة ما هو من أكبرِ الإضلال. {ولآمُرَنَّهم فَلَيُغَيِّرُنَّ خَلْقَ الله}: وهذا يتناول [تغيير] الخِلقة الظاهرة بالوشم والوَشْر والنَّمْص والتفلُّج للحسن، ونحو ذلك مما أغواهم به الشيطان، فغيَّروا خِلقة الرحمن، وذلك يتضمَّن التسخُّط من خلقتِهِ، والقدح في حكمتِهِ واعتقاد أنَّ ما يصنعونَه بأيديهم أحسنَ من خلقة الرحمن، وعدم الرِّضا بتقديرِهِ وتدبيرِهِ، ويتناول أيضاً تغيير الخِلقة الباطنةِ؛ فإن الله تعالى خَلَقَ عباده حنفاء، مفطورين على قَبول الحقِّ وإيثارِهِ، فجاءتهم الشياطين، فاجتالتْهم عن هذا الخَلْق الجميل، وزيَّنت لهم الشرَّ والشرك والكفر والفسوق والعصيان؛ فإنَّ كلَّ مولود يولد على الفطرة، ولكن أبواه يهوِّدانِه أو ينصِّرانِه أو يمجِّسانِه ونحو ذلك مما يغيِّرون به، ما فَطَرَ الله عليه العباد من توحيدِهِ وحبِّه ومعرفته، فافترستهم الشياطينُ في هذا الموضع افتراس السبع والذئاب للغنم المنفردةِ، لولا لطفُ الله وكرمُهُ بعباده المخلصينَ؛ لجرى عليهم ما جرى على هؤلاء المفتونين، وهذا الذي جرى عليهم من تولِّيهم عن ربِّهم وفاطرهم وتولِّيهم لعدوِّهم المريد لهم الشرَّ من كل وجه، فخسروا الدُّنيا والآخرة، ورجعوا بالخيبة والصفقةِ الخاسرة، ولهذا قال: {ومن يتَّخِذِ الشيطان وليًّا من دون الله فقد خَسِرَ خسراناً مبيناً}، وأيُّ خسارٍ أبين وأعظم ممن خَسِرَ دينه ودُنياه وأوبقته معاصيه وخطاياه فحصل له الشقاءُ الأبديُّ وفاته النعيم السرمديُّ؟! كما أن من تولَّى مولاه، وآثر رضاه، رَبِحَ كلَّ الرِّبح، وأفلح كلَّ الفلاح، وفاز بسعادةِ الدَّارين، وأصبح قرير العين. فلا مانع لما أعطيت ولا معطي لما منعت، اللهم! تولَّنا فيمن تولَّيت، وعافنا فيمن عافيت.
119. İblis,
Ademoğulları arasından alacağına dair yemin ettiği bu belirli paydan neler istediğini ve onlara neler yaptıracağını da şöyle dile getirmektedir: “Andolsun onları saptıracağım” ifadesi ile dile getirmektedir. Yani ben onları dosdoğru yoldan, hem ilimde hem amelde haktan uzaklaştıracağım. Bununla birlikte
“olmayacak kuruntulara boğacağım” haktan sapmalarına rağmen, hidayette olanların elde ettiklerine kendilerinin de nail olacağı kuruntusunu onlara telkin edeceğim. Bu ise aldanışın ta kendisidir. Zira İblis onları saptırmakla yetinmeyip içinde bulundukları sapıklıkları da onlara süslü gösterir. Bu ise onlar için kötülük üstüne kötülüktür. Çünkü bir taraftan cezalandırılmalarını gerektiren cehennemliklerin amellerini işlerken, diğer taraftan bu amellerin kendilerine cenneti kazandıracağını sanmaktadırlar. Bu durumu yahudilerde, hıristiyanlarda ve benzerlerinde ibretle müşahade edebiliyoruz.
Nitekim Yüce Allah onlar hakkında şunu nakletmektedir:
“(Ehli kitap) Yahudi ve hıristiyan olandan başkası asla cennete giremez, dediler. Bu, onların kuruntularıdır.” (el-Bakara, 2/111);
“İşte biz böylece her ümmete yaptıklarını süslü gösterdik.” (el-En’am, 6/108);
“De ki: Amelleri açısından en çok ziyana uğrayanları size haber vereyim mi? Onlar o kimselerdir ki dünya hayatında yaptıkları boşa gitmiştir. Üstelik kendilerinin iyi iş yaptıklarını zannederler.” (el-Kehf, 18/103-104)
Yüce Allah münafıkların da Kıyamet gününde mü’minlere şöyle diyeceklerini haber vermektedir:
“Biz sizinle beraber değil miydik? diye seslenirler. Evet, derler; ama siz -Allah’ın emri gelinceye kadar- nefislerinizi helâke bıraktınız, bekleyip durdunuz, şüphe ettiniz, kuruntular da sizi aldattı ve çok aldatıcı (şeytan) da sizi Allah ile aldatıp durdu.” (el-Hadid, 57/14)
Yüce Allah’ın:
“Onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar” buyruğu bahîre, sâibe, vasile ve hâm adını verdikleri hayvanlara yapılan uygulamalara işarettir. Bununla bu türün tamamına dikkat çekilmektedir. Şöyle ki bu, saptırma çeşitlerinden birisi olup Allah’ın helâl kıldığını haram, haram kıldığını da helâl kılmayı ifade eder. Bunlara bozuk inanışlar ve haksız hükümler de eklenir ki bunlar da saptırmanın en ileri boyutudur.
“ve yine onlara emredeceğim de Allah’ın yarattığını değiştirecekler.” Bu ise dövme yaptırmak, dişleri inceltmek, kaşları çekmek, güzelleşmek için dişlerin arasını ayırmak ve buna benzer şeytanın insanları saptırmak amacıyla teşvik ettiği ve Rahman olan Allah’ın hilkatini değiştirmeye götüren her türlü işi kapsamaktadır. Bu, Yüce Allah’ın yarattığına razı olmamak, hikmetini tenkid edip beğenmemeyi ve kendi elleri ile yaptıklarının, Rahman olan Allah’ın yarattığından daha güzel olduğuna inanmayı, O’nun takdir ve idaresine razı olmama anlamına gelir.
Yine bu buyruk, batıni hilkati
(iç dünyayı/fıtratı) değiştirmeyi de kapsar. Şöyle ki Şanı Yüce Allah kullarını hanifler olarak, hakkı kabul ve tercih fıtratına sahip bir kabiliyette yaratmıştır. Ancak şeytanlar onlara yaklaşarak onları bu güzel yaratışın dışına saptırmışlar, onlara kötülük ve şirki, küfrü, fasıklığı ve isyanı süslü göstermişlerdir. Hiç şüphesiz her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar; ama ana babası onu yahudi, hıristiyan, mecusi ve buna benzer Allah’ın fıtratını kullarının aleyhine değiştirdikleri herhangi bir inanca yöneltirler. Fıtratlarında olan tevhidi, Allah’ı sevmeyi ve O’nu tanımayı değiştirirler. İşte bu noktada şeytanlar yırtıcı hayvanların ve kurtların tek başına kalan koyunlara saldırması gibi saldırıp onları yakalar. Eğer Yüce Allah’ın ihlâs sahibi kullarına lütuf ve keremi olmasaydı, bu fitneye maruz kalan kimselerin başından geçenlerin bir benzeri onlar için de söz konusu olurdu.
Rablerinden, kendilerini yaratanın yolundan yüz çevirerek her bakımdan kendileri için kötülük isteyen düşmanlarını dost edinmeleri sonucunda karşı karşıya kaldıkları durum işte budur. Böylelikle onlar dünya ve âhireti kaybederler ve tam bir zarar ve ziyana uğrarlar.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Kim Allah’ı bırakır da şeytanı dost edinirse şüphesiz o apaçık bir zarara uğramış demektir.” Din ve dünyasını kaybeden, masiyet ve günahları kendisini helâk eden, ebedi olarak bedbaht olup sonsuz nimetleri elinden kaçıran kimseden daha büyük ve daha aşikar bir zarara uğrayan kim vardır? Diğer taraftan mevlasını dost edinip O’nun rızasını tercih eden kimse, en büyük kârı elde eder, en büyük kurtuluşa nail olur, dünya ve âhiret mutluluğunu elde eder. Allahım, senin verdiğini engelleyecek olmadığı gibi senin engellediğini verebilecek kimse de yoktur. Allahım, bizleri dost edindiğin kimseler arasına kat ve kendilerine afiyet vereceğin kimselerden kıl!
#
{120} ثم قال: {يَعِدُهم ويمنِّيهم}؛ أي: يعد الشيطانُ من يسعى في إضلالهم والوعد يشمل حتى الوعيد؛ كما قال تعالى: {الشيطان يَعِدُكم الفقْرَ}؛ فإنه يعدهم إذا أنفقوا في سبيل الله؛ افتقروا، ويخوِّفهم إذا جاهدوا بالقتل وغيره؛ كما قال تعالى: {إنَّما ذلكم الشيطان يخوِّفُ أولياءَه ... } الآية، ويخوِّفهم عند إيثار مرضاة الله بكلِّ ما يمكن وما لا يمكنُ مما يدخله في عقولهم حتى يكسلوا عن فعل الخير، وكذلك يمنِّيهم الأماني الباطلة التي هي عند التحقيق كالسراب الذي لا حقيقة له، ولهذا قال: {وما يَعِدُهم الشيطان إلا غُروراً}.
120.
Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “O, onlara vaadlerde bulunur ve onları olmayacak kuruntulara düşürür.” Yani şeytan saptırmak için çalıştığı kimselere türlü vaadlerde bulunur. Vaat ise gerektiğinde
“va’îd”i (tehdidi) de kapsar. Nitekim Yüce Allah: “Şeytan size fakirlik vaat eder/sizi onunla korkutur.” (el-Bakara, 2/260) buyurmaktadır. Yani şeytan Allah yolunda infak ettikleri takdirde fakir düşerler diye onları tehdit etmektedir. Aynı şekilde cihad edecek olurlarsa da öldürülme ve benzeri olumsuzluklarla da onları korkutmaktadır.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “(Size) Bu (haberi getiren) şeytandır. O, ancak kendi dostlarını korkutur.” (Al-i İmran, 3/175) Şeytan, Allah’ın rızasını tercih etmeleri halinde mümkün olan ve olmayan her şey ile onları korkutur ve bunu akıllarına sokmaya çalışır. Nihayet onlar da hayrı işlemeye karşı tembellik göstermeye başlarlar. İşte bu şekilde şeytan onları gerçek mahiyeti araştırılacak olursa aslı olmayan serap gibi oldukları ortaya çıkan batıl kuruntulara mahkûm eder.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Oysa şeytan onlara aldatmadan başka bir şey vaadetmez.”
#
{121} {أولئك مأواهم جهنَّمُ}؛ أي: من انقاد للشيطانِ وأعرض عن ربِّه وصار من أتباع إبليس وحزبه مستقرهم النار، {ولا يجدون عنها محيصاً}؛ أي: مَخْلصاً ولا ملجأ، بل هم خالدون فيها أبد الآباد.
121.
“İşte onların barınakları cehennemdir.” Yani şeytanın peşinden giden, Rabbinden yüz çeviren ve İblisin tabilerinden ve taraftarlarından olan kimselerin varacakları yer cehennem ateşidir.
“Oradan kaçacak bir yer de bulamayacaklardır.” Kaçıp kurtulacak ve sığınacak yerleri olmayacaktır. Aksine onlar orada ebediyyen kalacaklardır.
Yüce Allah, şeytanların dostları olan bedbahtların âkıbetini açıkladıktan sonra kendisinin gerçek dostu olan mutlu kimselerin âkıbetlerini dile getirerek şöyle buyurmaktadır:
{وَالَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَنُدْخِلُهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا وَعْدَ اللَّهِ حَقًّا وَمَنْ أَصْدَقُ مِنَ اللَّهِ قِيلًا (122)}.
122- İman edip salih ameller işleyenlere gelince biz, onları altlarından ırmaklar akan cennetlere, orada ebediyen kalmak üzere koyacağız. Bu, Allah’tan hak bir vaattir. Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?
#
{122} أي: {آمنوا} بالله وملائكته وكتبه ورسله واليوم الآخر والقَدَر خيرِه وشرِّه على الوجه الذي أمروا به علماً وتصديقاً وإقراراً. {وعملوا الصالحات}: الناشئة عن الإيمان، وهذا يشمل سائر المأمورات من واجبٍ ومستحبٍّ؛ الذي على القلب، والذي على اللسان، والذي على بقيَّة الجوارح؛ كل له من الثواب المرتَّب على ذلك بحسب حاله ومقامه وتكميله للإيمان والعمل الصالح، ويَفُوتُه ما رُتِّب على ذلك بحسب ما أخلَّ به من الإيمان والعمل، وذلك بحسب ما علم من حكمة الله ورحمته، وكذلك وعده الصادق الذي يُعرَف من تتبُّع كتاب الله وسنة رسوله، ولهذا ذكر الثواب المرتَّب على ذلك بقوله: {سَنُدْخِلُهم جناتٍ تجري من تحتها الأنهار}: فيها ما لا عينٌ رأت ولا أذنٌ سمعت ولا خطر على قلب بشر؛ من أنواع المآكل والمشارب اللذيذة، والمناظر العجيبة، والأزواج الحسنة، والقصور والغرف المزخرفة، والأشجار المتدلِّية، والفواكه المستغربة، والأصوات الشجيَّة، والنعم السابغة، وتزاور الإخوان وتذكُّرهم ما كان منهم في رياض الجنان، وأعلى من ذلك [كُلِّه] وأجلُّ؛ رضوان الله عليهم وتمتُّع الأرواح بقربه والعيون برؤيته والأسماع بخطابه الذي يُنسيهم كلَّ نعيم وسرور، ولولا الثباتُ من الله لهم؛ لطاروا وماتوا من الفرح والحبور؛ فلله ما أحلى ذلك النعيم! وما أعلى ما أنالهم الربُّ الكريم! وما حصل لهم من كل خير وبهجة لا يصفه الواصفون! وتمام ذلك وكماله الخلودُ الدائم في تلك المنازل العاليات.
ولهذا قال: {خالدين فيها أبداً وَعْدَ الله حقًّا ومن أصدق من الله قيلاً}: فصدق الله العظيم الذي بلغ قوله وحديثه في الصدق أعلى ما يكون، ولهذا لما كان كلامه صدقاً، وخبره صدقاً ؛ كان ما يدلُّ عليه مطابقةً وتضمناً وملازمةً؛ كل ذلك مرادٌ من كلامه، وكذلك كلام رسوله - صلى الله عليه وسلم -؛ لكونه لا يخبر إلاَّ بأمرِهِ ولا ينطق إلاَّ عن وحيه.
122. Yani Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, hayrı ve şerri ile kadere bilgi, tasdik ve ikrar yönünden emrolundukları şekilde
“iman edip” bu imandan neş’et eden “salih ameller işleyenlere gelince...” Salih amel farz, vacip ve müstehap gibi emredilen tüm işleri kapsar ki bunlar içinde kalbin yerine getirmesi gereken, dilin yerine getirmesi gereken ve organların yerine getirmesi gerekenler vardır. Onların her birisi, kendi durum ve konumuna uygun olarak, iman ve salih amelinin kemaline göre öngörülmüş mükâfatları alacaktır. Ancak iman ve amelinden ihmal ettiği şeyler oranında da bu mükâfatları kaybedecektir. Bu da Yüce Allah’ın hikmetine, rahmetine ve O’nun sadık vaadine göre olacaktır ki Yüce Allah’ın Kitabı ile Rasûlünün sünnetinin incelenmesi ile bu açıkça anlaşılır.
Bundan dolayı Yüce Allah bu iman ve amelerin mükâfatını söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
“Biz onları altlarından ırmaklar akan cennetlere... koyacağız” O cennetlerde hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın aklına gelmeyen çeşitli yiyecekler, lezzetli içecekler, hayret verici manzaralar, güzel eşler, köşkler, dalları sarkmış ağaçlar, görülmedik meyveler, coşturucu sesler, tepeden tırnağa nimetler vardır. Onlar kardeşleriyle ziyaretleşir ve cennet bahçelerinde sohbetler ederler. Bunlardan çok daha ileri ve çok daha üstün bir şey de Allah’ın rızasına nail olmaları, ruhlarının O’nun yakınlığı ile, gözlerinin O’nun cemalini görmekle, kulaklarının da O’nun hitabını duymakla en büyük nimete erişmeleridir ki bu, onlara diğer bütün nimet ve sevinçleri unutturacaktır. Eğer Allah’ın onlara verdiği sebat olmasaydı sevinç ve neşeden uçar hatta ölürlerdi.
Allah’a and olsun ki, bu nimetler gerçekten çok tatlıdır! O kerim olan Rabbin onlara ihsanı ne kadar büyüktür! Elde edecekleri her türlü hayır ve sürûru hiç kimse anlatamaz. Bu nimetlerin mükemmelliği ise o yüksek köşklerdeki devamlı kalacak olmalarıdır. Bundan dolayı Yüce Allah
“orada ebediyen kalmak üzere” buyurmuştur.
“Bu, Allah’tan hak bir vaattir. Allah’tan daha doğru sözlü kim olabilir?” Sözü doğruluğu itibari ile en yüksek derecede olan yüce Allah, elbette doğru söyler. O’nun sözü ve haberi doğru olduğu için de O’nun buyruklarının içerdiği mutabık, zımnî ve lazımî anlamlar ile bütün delaletler
(insanların sözlerinin aksine) O’nun kelamının muradı arasında kabul edilir. Allah Rasûlü’nün sözleri de böyledir. Çünkü o da ancak Allah’ın emri ile haber verir ve ancak Allah’ın vahyinden aldığı şeyleri konuşur.
{لَيْسَ بِأَمَانِيِّكُمْ وَلَا أَمَانِيِّ أَهْلِ الْكِتَابِ مَنْ يَعْمَلْ سُوءًا يُجْزَ بِهِ وَلَا يَجِدْ لَهُ مِنْ دُونِ اللَّهِ وَلِيًّا وَلَا نَصِيرًا (123) وَمَنْ يَعْمَلْ مِنَ الصَّالِحَاتِ مِنْ ذَكَرٍ أَوْ أُنْثَى وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَأُولَئِكَ يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ وَلَا يُظْلَمُونَ نَقِيرًا (124)}.
123- İş ne sizin kuruntularınıza ne de kitab ehlinin kuruntularına göredir. Kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görür ve kendisine Allah’tan başka ne bir dost bulabilir ne de bir yardımcı.
124- Erkek veya kadın her kim de mü’min olarak salih ameller işlerse, işte onlar cennete girerler ve kendilerine hurma çekirdeğinin çukurcuğu kadar bile zulmedilmez.
#
{123} أي: {ليس} الأمر والنجاة والتزكية {بأمانيِّكم ولا أمانيِّ أهل الكتاب}، والأمانيُّ أحاديث النفس المجرَّدة عن العمل المقترِن بها دعوى مجرَّدة، لو عُورضت بمثلها؛ لكانت من جنسها، وهذا عامٌّ في كلِّ أمر؛ فكيف بأمر الإيمان والسعادة الأبديَّة؛ فإنَّ أماني أهل الكتاب قد أخبر الله بها أنهم {قالوا لن يدخُلَ الجنَّة إلاَّ من كان هوداً أو نصارى تلك أمانيُّهم}، وغيرهم ممَّن ليس ينتسب لكتاب ولا رسول من باب أولى وأحرى، وكذلك أدخل الله في ذلك من ينتسب إلى الإسلام لكمال العدل والإنصاف؛ فإنَّ مجرد الانتساب إلى أيِّ دينٍ كان لا يفيد شيئاً إن لم يأت الإنسان ببرهانٍ على صحة دعواه؛ فالأعمال تُصَدِّقُ الدعوى أو تكذِّبها. ولهذا قال تعالى: {من يَعْمَلْ سوءاً يُجْزَ به}: وهذا شامل لجميع العاملين؛ لأنَّ السوء شاملٌ لأيِّ ذنب كان من صغائر الذُّنوب وكبائِرِها، وشاملٌ أيضاً لكل جزاء؛ قليل أو كثير، دنيويٍّ أو أخرويٍّ، والناس في هذا المقام درجاتٌ لا يعلمها إلا الله؛ فمستقلٌّ ومستكثرٌ؛ فمن كان عمله كلُّه سوءاً، وذلك لا يكون إلا كافراً؛ فإذا مات من دون توبةٍ؛ جوزِيَ بالخلود في العذاب الأليم، ومن كان عمله صالحاً وهو مستقيمٌ في غالب أحواله، وإنَّما يصدُر منه أحياناً بعض الذُّنوب الصغار فما يصيبه من الهمِّ والغمِّ والأذى وبعض الآلام في بدنه، أو قلبه، أو حبيبه، أو ماله ونحو ذلك؛ فإنها مكفِّرات للذُّنوب؛ وهي مما يجزى به على عمله، قيضها الله لطفاً بعباده.
وبين هذين الحالين مراتبُ كثيرة، وهذا الجزاء على عمل السوء العام مخصوصٌ في غير التائبين؛ فإنَّ التائب من الذنب كمن لا ذنبَ له؛ كما دلَّت على ذلك النصوص.
وقوله: {ولا يَجِدْ له من دون الله وليًّا ولا نصيراً}: لإزالة بعض ما لعلَّه يتوهم أن من استحقَّ المجازاة على عمله قد يكون له وليٌّ أو ناصر أو شافعٌ يدفعُ عنه ما استحقَّه، فأخبر تعالى بانتفاء ذلك، فليس له وليٌّ يحصِّل له المطلوبَ ولا نصيرٌ يدفع عنه المرهوبَ؛ إلاَّ ربَّه ومليكه.
123. Yani kurtuluş işi
“ne sizin kuruntularınıza ne de Kitap ehlinin kuruntularına göredir.” Kuruntu
(الأماني) amelden uzak, sadece iddiadan ibaret, eğer benzeri bir iddia ile ona karşı çıkılacak olursa ondan bir üstünlüğü olmayan, salt temenniler demektir. Her konuda bu tür tutuma
“kuruntu” denirken iman ve ebedi saadet gibi önemli bir konuda nasıl denmesin? Zira Kitap ehlinin bu tür kuruntuları hakkında Yüce Allah bizlere şöyle haber veriyor: “Yahudi ve hıristiyan olandan başkası asla cennete giremez, dediler. Bu onların kuruntularıdır.” (el-Bakara, 2/111) Onların dışında kitap ehli olmayan ve herhangi bir peygambere mensubiyeti de bulunmayanların böyle olmaları ise öncelikle söz konusudur.
Yüce Allah aynı şekilde bu türden davranan müslümanları da aynı kapsama sokmuştur. Çünkü O’nun adaleti kemal derecesindedir. Hangi din olursa eğer insan iddiasının doğruluğuna dair herhangi bir delil ortaya koyamıyor ise onun sırf bir dine sırf mensup oluğunu söylemesi hiçbir şey ifade etmez. İddiayı doğrulayan yahut yalanlayan şey de amellerdir.
İşte bundan dolayı Yüce Allah burada: “Kim bir kötülük yaparsa onun cezasını görür” buyurmaktadır ki bu, amelde bulunan herkesi kapsar. Çünkü
“kötülük” küçük olsun büyük olsun bütün günahları kapsamına alır. Aynı şekilde bu kötülüğe verilecek ceza da küçük olsun büyük olsun, dünyevi olsun uhrevi olsun bütün cezaları kapsar.
Bu konuda insanlar derece derecedirler ki onları Allah’tan başka kimse bilemez. Kimisinin kötülüğü azdır, kimisinin pek çoktur. Bütün amelleri kötü olan bir kimse -ki bu ancak kâfirdir- tevbesiz olarak ölecek olursa can yakıcı azap içerisinde ebedi kalma cezasına mahkum olur. Hallerinin çoğunda istikamet üzere bulunmakla birlikte bazen küçük günahlar işleyebilen salih amel sahibi bir kimsenin karşı karşıya kaldığı üzüntü, keder ve eziyetler, bedeninde, kalbinde, sevdiği kimselerde, malında ve diğer hususlarda gerçekleşen birtakım acılar, kötü ameli dolayısıyla ona verilen cezanın bir parçası olup Yüce Allah’ın kullarına bir lütfu olmak üzere onun günahlarına keffaret olur. Bu iki hal arasında da pek çok derece vardır. Genel olarak kötü amellere karşı verileceği söz konusu edilen bu ceza, tevbe etmeyenler hakkındadır. Çünkü günahından tevbe eden bir kimse -nasların da bu hususu açıkça ifade ettiği gibi- günahı olmayan kimse gibidir.
Yüce Allah’ın: “ve kendisine Allah’tan başka ne bir dost bulabilir ne de bir yardımcı” buyruğuna gelince; bu buyruk ameli dolayısı ile cezayı hak eden kimsenin hak ettiği bu cezayı kendisinden uzaklaştıracak bir dost, bir yardımcı veya bir şefaatçi bulabileceği şeklinde hatıra gelmesi muhtemel bir vehmi ortadan kaldırmak içindir. Yüce Allah bununla böyle bir şeyin söz konusu olmayacağını haber vermektedir. Böyle birisinin, maksadını gerçekleştirecek herhangi bir dostu, korktuğu azabı kendisinden uzaklaştıracak herhangi bir yardımcısı olmayacaktır. Böyle bir şeye ancak onun Rabbi ve mutlak maliki sahiptir.
#
{124} {ومن يعملْ من الصالحاتِ}: دخل في ذلك سائر الأعمال القلبيَّة والبدنيَّة، ودخل أيضاً كلُّ عامل؛ من إنس أو جنٍّ، صغير أو كبير، ذكر أو أنثى. ولهذا قال: {من ذكرٍ أو أنثى وهو مؤمنٌ}: وهذا شرطٌ لجميع الأعمال، لا تكون صالحةً ولا تُقبل ولا يترتَّب عليها الثوابُ ولا يندفع بها العقابُ إلاَّ بالإيمان؛ فالأعمال بدون الإيمان كأغصان شجرةٍ قُطع أصلُها، وكبناءٍ بني على موج الماء؛ فالإيمان هو الأصل والأساس والقاعدة التي يُبْنَى عليه كل شيء، وهذا القيد ينبغي التفطُّن له في كلِّ عمل مطلقٍ ؛ فإنه مقيَّدٌ به. {فأولئك}؛ أي: الذين جمعوا بين الإيمان والعمل الصالح، {يدخُلون الجنةَ}: المشتملة على ما تشتهي الأنفس وتلذُّ الأعين، {ولا يُظلمون نقيراً}؛ أي: لا قليلاً ولا كثيراً مما عمِلوه من الخير، بل يجدونَه كاملاً موفَّراً مضاعفاً أضعافاً كثيرة.
124.
“Erkek veya kadın her kim de mü’min olarak salih ameller işlerse…” Bu buyruğun kapsamına gerek kalbi gerekse bedeni bütün ameller girer. Yine insan olsun, cin olsun, küçük olsun, büyük olsun, erkek olsun, kadın olsun amel sahibi herkes de bu kapsama dahildir. Amelin
“mü’min olarak” yapılması ise bütün ameller için şartıdır. Zira iman olmadıkça hiçbir amel salih olmaz, kabul edilmez, mükâfata hak kazanamaz ve cezadan uzaklaştırma özelliğine sahip olamaz. İman olmaksızın yapılan ameller gövdesi koparılmış ağaç dallarına veya su üzerinde yapılmış yapılara benzer. İman asıldır, esastır, her şeyin üzerinde yükseldiği temeldir. Bu kayda mutlak olarak sözü edilen bütün amellerde dikkat edilmesi gerekir. Yani mutlak olarak sözü edilen bütün ameller iman kaydı ile kayıtlıdır.
“İşte onlar” yani imana ve salih amellere sahip olanlar, canların çektiği her şeyi, gözlerin zevk aldığı her şeyi ihtiva eden
“cennete girerler ve kendilerine hurma çekirdeğinin çukurcuğu kadar bile zulmedilmez.” Yani onların işledikleri hayır az ya da çok olsun karşılığını tam ve eksiksiz, hatta kat kat artırılmış olarak alırlar.
{وَمَنْ أَحْسَنُ دِينًا مِمَّنْ أَسْلَمَ وَجْهَهُ لِلَّهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ وَاتَّبَعَ مِلَّةَ إِبْرَاهِيمَ حَنِيفًا وَاتَّخَذَ اللَّهُ إِبْرَاهِيمَ خَلِيلًا (125)}.
125- Muhsin olarak yüzünü Allah’a teslim eden ve hanif olarak İbrahim’in dinine uyan kimseden daha güzel din sahibi kim olabilir? Allah İbrahim’i yakın dost edinmiştir.
#
{125} أي: لا أحد أحسنُ من دين مَن جمع بين الإخلاص للمعبود، وهو إسلامُ الوجه لله الدالُّ على استسلام القلب، وتوجُّهه وإنابته وإخلاصه وتوجُّه الوجه وسائر الأعضاء لله. {وهو}: مع هذا الإخلاص والاستسلام {محسنٌ}؛ أي: متَّبع لشريعة الله التي أرسل الله بها رسله وأنزل كتبه وجعلها طريقاً لخواصِّ خلقه وأتباعهم، {واتَّبع مِلَّةَ إبراهيم}؛ أي: دينه وشرعه {حنيفاً}؛ أي: مائلاً عن الشرك إلى التوحيد وعن التوجُّه للخلق إلى الإقبال على الخالق، {واتَّخذَ الله إبراهيم خليلاً}: والخُلَّةُ أعلى أنواع المحبة، وهذه المرتبة حصلت للخليلين محمد وإبراهيم عليهما الصلاة والسلام، وأما المحبَّة من الله؛ فهي لعموم المؤمنين، وإنَّما اتَّخذ الله إبراهيم خليلاً؛ لأنَّه وفَّى بما أمر به، وقام بما ابتُلِيَ به، فجعله الله إماماً للناس، واتَّخذه خليلاً، ونوَّه بذكرِهِ في العالمين.
125. Yani kalbin Allah'a teslim oluşuna, yönelişine ve dönüşüne delil olan, yüzün de diğer azaların da Allah’a yönelişini içeren ve
“yüzün Allah’a teslim edilmesi” diye ifade edilen ma’buda ihlâsı gerçekleştiren, bu ihlâs ve teslimiyet ile beraber
“muhsin” olan, yani Allah’ın bütün peygamberleri ile gönderdiği ve kitaplarında indirdiği en seçkin kullarına ve onlara uyanlara bir yol kıldığı şeriatına uyan, bununla beraber “hanif olarak” şirkten tevhide dönen, insanlara yönelmekten vazgeçip yaratıcıya yönelerek
“İbrahim’in dinine” ve şeriatına
“uyan kimseden daha güzel din sahibi kim olabilir?” İşte bu özellikleri kendisinde toplayan kimseden daha güzel din sahibi kimse olamaz.
“Allah İbrahim’i yakın dost edinmiştir.” Dostluk
(halillik) sevginin en üstün derecesidir. Bu mertebe ise yalnızca Muhammed ve İbrahim peygamblerlerin -ikisine de salat ve selam olsun- elde ettikleri bir makamdır. Bununla birlikte Allah'ın sevgisi, bütün mü’minler için söz konusudur. Allah’ın İbrahim’i dost
(halil) edinmesinin sebebi ise onun, emrolunduğu bütün hususları eksiksiz yerine getirmesi ve sınandığı hususları gereğince ifa etmesinden dolayıdır. Bundan ötürü de Allah onu insanlara imam/önder kılmış, dost edinmiş ve bütün âlemler arasında ondan ögüyle söz etmiştir.
{وَلِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَكَانَ اللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ مُحِيطًا (126)}.
126- Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Allah her şeyi kuşatandır.
#
{126} وهذه الآية الكريمة فيها بيانُ إحاطة الله تعالى بجميع الأشياء، فأخبر أنَّه له {ما في السموات وما في الأرض}؛ أي: الجميع ملكُه وعبيدُه؛ فهم المملوكون وهو المالك المتفرِّد بتدبيرهم، وقد أحاط علمُهُ بجميع المعلومات، وبصرُهُ بجميع المبصَرات وسمعُهُ بجميع المسموعات ونفذتْ مشيئتُه وقدرتُه بجميع الموجودات ووَسِعَتْ رحمتُهُ أهل الأرض والسماوات، وقهر بعزِّه وقهرِهِ كلَّ مخلوقٍ، ودانت له جميعُ الأشياء.
126. Bu âyet-i kerimede Yüce Allah’ın her şeyi kuşatıcı olduğu beyan edilmektedir. Yüce Allah
“göklerde ve yerde ne varsa” hepsinin kendisine ait olduğunu haber vermektedir. Yani her şey O’nun mülkü ve kuludur. Her şey O’nun mülkiyeti altındadır. Bütün bunların işlerini tek başına çekip çeviren, idare eden ve hepsinin mutlak malik ve egemeni olan yalnızca O’dur. O’nun bilgisi bilinmeye konu olan her şeyi kuşatmıştır. Görmesi, görülmeye konu olan her şeyi, işitmesi de işitilmeye konu olan her şeyi kuşatmıştır. O’nun meşiet ve kudreti bütün varlıklar hakkında geçerlidir ve yürürlüktedir. Rahmeti göklerde ve yerde bulunan herkesi kuşatmıştır. O izzet ve kahrı ile bütün yaratıkları hâkimiyeti altına almıştır. Her şey O’na itaatle boyun eğmiştir.
{وَيَسْتَفْتُونَكَ فِي النِّسَاءِ قُلِ اللَّهُ يُفْتِيكُمْ فِيهِنَّ وَمَا يُتْلَى عَلَيْكُمْ فِي الْكِتَابِ فِي يَتَامَى النِّسَاءِ اللَّاتِي لَا تُؤْتُونَهُنَّ مَا كُتِبَ لَهُنَّ وَتَرْغَبُونَ أَنْ تَنْكِحُوهُنَّ وَالْمُسْتَضْعَفِينَ مِنَ الْوِلْدَانِ وَأَنْ تَقُومُوا لِلْيَتَامَى بِالْقِسْطِ وَمَا تَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ فَإِنَّ اللَّهَ كَانَ بِهِ عَلِيمًا (127)}.
127- Kadınlar hakkında senden fetvâ isterler.
De ki: “Onlara dair fetvâyı Allah size veriyor ve kendileri için farz kılınmış olan
(mehir ve mirası) onlara vermediğiniz, bununla beraber kendilerini nikâhlamayı istediğiniz yetim kızlar ile küçük çocuklar ve yetimler hakkında adaleti elden bırakmamanız hususunda kitapta sizlere okunup duran
(buyruklarla açıklamada bulunuyor). Hayır türünden ne yaparsanız şüphesiz ki Allah onu çok iyi bilendir.
#
{127} الاستفتاء طلبُ السائل من المسؤول بيان الحكم الشرعيِّ في ذلك المسؤول عنه، فأخبر عن المؤمنين أنَّهم يستفتون الرسول - صلى الله عليه وسلم - في حكم النساء المتعلِّق بهم، فتولَّى الله هذه الفتوى بنفسه، فقال: {قل الله يُفتيكم فيهنَّ}؛ فاعملوا على ما أفتاكم به في جميع شؤون النساء من القيام بحقوقهنَّ وترك ظلمهنَّ عموماً وخصوصاً، وهذا أمرٌ عام يشمل جميع ما شرع الله أمراً ونهياً في حقِّ النساء الزوجات وغيرهنَّ الصغار والكبار، ثم خصَّ بعد التعميم الوصيةَ بالضِّعاف من اليتامى والولدان اهتماماً بهم وزجراً عن التفريط في حقوقهم، فقال: {وما يُتلى عليكم في الكتاب في يتامى النساء}؛ أي: ويُفتيكم أيضاً بما يتلى عليكم في الكتاب في شأن اليتامى من النساء، {اللاَّتي لا تؤتونهنَّ ما كُتِبَ لهنَّ}: وهذا إخبار عن الحالة الموجودة الواقعة في ذلك الوقت؛ فإنَّ اليتيمة إذا كانت تحت ولاية الرجل؛ بَخَسَها حقَّها، وظلمها إمَّا بأكل مالها الذي لها، أو بعضِهِ، أو مَنْعِها من التزوُّج؛ لينتفع بمالها خوفاً من استخراجه من يدِهِ إن زوَّجها، أو يأخذَ من صهرها الذي تتزوَّج به بشرطٍ أو غيره، هذا إذا كان راغباً عنها، أو يرغب فيها وهي ذات جمال ومال ولا يُقْسِطُ في مهرها، بل يعطيها دون ما تستحقُّ؛ فكلُّ هذا ظلمٌ يدخل تحت هذا النصِّ، ولهذا قال: {وترغبون أن تنكِحوهنَّ}؛ أي: ترغبون عن نكاحهنَّ أو في نكاحهنَّ كما ذكرنا تمثيلَه.
{والمستضعفينَ من الوِلدانِ}؛ أي: ويُفتيكم في المستضعفين من الولدان الصغارِ أن تُعطوهم حقَّهم من الميراث وغيرِهِ، وأن لا تستولوا على أموالهم على وجه الظُّلم والاستبداد، {وأن تقوموا لليتامى بالقِسْط}؛ أي: بالعدل التامِّ، وهذا يشمَلُ القيامَ عليهم بإلزامِهم أمرَ الله وما أوجبه على عبادِهِ، فيكونُ الأولياءُ مكلَّفين بذلك يلزمونهم بما أوجبه الله، ويشملُ القيام عليهم في مصالحهم الدنيويَّة بتنمية أموالهم وطلبِ الأحظِّ لهم فيها وأن لا يقربوها إلا بالتي هي أحسن، وكذلك لا يُحابون فيهم صديقاً ولا غيره في تزوُّج وغيره على وجه الهضم لحقوقهم، وهذا من رحمته تعالى بعبادِهِ؛ حيث حثَّ غاية الحثِّ على القيام بمصالح مَن لا يقومُ بمصلحةِ نفسه لضعفِهِ وفقد أبيه.
ثم حثَّ على الإحسان عموماً، فقال: {وما تفعلوا من خيرٍ}: لليتامى ولغيرهم، سواء كان الخير متعدياً أو لازماً، {فإنَّ الله كان به عليماً}؛ أي: قد أحاط علمُهُ بعمل العاملين للخير، قلَّةً وكثرةً، حسناً وضدّه، فيجازي كلًّا بحسب عمله.
127. Fetvâ istemek
(istifta), soranın sorduğu kimseden sorulan husus hakkında şer’i hükmü açıklamasını istemesi demektir. Yüce Allah, mü’minlerin Allah Rasûlü’ne kadınlarla ilgili olarak kendilerini ilgilendiren hüküm hakkında fetvâ sorduklarını bize haber vermektedir.
Yüce Allah sorulan bu fetvânın cevabını bizzat üzerine alarak şöyle buyurmaktadır:
“De ki: “Onlara dair fetvâyı Allah size veriyor” O halde siz de size verilmiş olan bu fetvâ gereğince kadınlar ile ilgili bütün hususlarda haklarını yerine getirmek, genel ve özel olarak onlara zulmü terk etmek sureti ile amel edin. Bu umumi bir emirdir, Allah’ın kadınlar hakkında -eş olsunlar olmasınlar, küçük ya da büyük olsunlar hepsi hakkında- emir ve yasak namına teşri buyurduğu bütün hususları kapsar. Daha sonra Yüce Allah bu genel ifadeden sonra özellikle yetimler ve küçük çocuklar hakkında tavsiyede bulunmaktadır. Bu ise onlara ihtimam göstermek ve haklarını gereği gibi yerine getirmemekten sakındırmak içindir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“yetim kızlar ile küçük çocuklar ve yetimler hakkında... kitapta sizlere okunup duran (buyruklarla açıklamada bulunuyor).” Yani Yüce Allah aynı zamanda sizlere kitapta yetim kızlar hakkında bildirdikleriyle de fetvâ vermektedir ki bu kızlar
“kendileri farz kılınmış olan (mirası) onlara vermediğiniz” yetimlerdir. Bu, o dönemde mevcut olan durumu haber vermektedir. Şöyle ki yetim bir kız, bir kimsenin velayeti altında bulunuyor ise velisi hakkını tam vermez ve ona haksızlık ederdi. Bu ya o yetim kıza ait olan malını yemek sureti ile yahut bir kısmını yemek sureti ile veya evlenmesine engel olmak sureti ile olurdu. Evlenmesine engel olmasına sebep ise onun malından kendisinin yararlanması isteği idi. Çünkü onu evlendirecek olursa malın elinden çıkmasından veya bu yetim kızın evlendiği kimsesinin şartlı ya da şartsız o malı almasından korkardı. Bütün bunlar kendisinin o yetim kızla evlenmek istememesi halinde söz konusu olurdu. Eğer bu yetim kız güzel ve mal sahibi olduğundan onunla evlenmek istiyor ise ona adaletli bir mehir vermezdi, aksine hak ettiğinden daha aşağı bir mehir verirdi. İşte bütün bunlar bu nassın kapsamına giren zulüm çeşitleridir.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “bununla beraber kendilerini nikâhlamayı istediğiniz yetim kızlar…” yani verdiğimiz bu örnekte anlattığımız gibi ister kendiniz nikâhlamak isteyin ister istemeyin
(onlara haksızlık etmeyin).
“Küçük çocuklar” yani Yüce Allah bu zayıf ve küçük çocuklar hakkında da size fetva veriyor, onlara hak ettikleri miras ve diğer hakları vermenizi, onların mallarını zulümle ve onlara vermemek şeklinde bir baskı yolu ile mallarını ellerinize geçirmemenizi emretmektedir.
“ve yetimler hakkında adaleti elden bırakmamanız…” yani tam adaletli olmanız, demektir. Bu, onların Allah’ın emirlerini ve kullarına farz kıldığı şeyleri yerine getirmelerini sağlamayı da kapsar. Buna göre veliler, bununla da yükümlüdürler ve onların Allah'ın farz kıldığı şeyleri yerine getirmelerini sağlamalıdırlar. Yine bu adalet emri, onların dünyevi maslahatlarını sağlamayı da içerir ki bu da onların mallarını yatırımla çoğaltmak, onlar için en karlı olanı seçmek ve o mallara ancak en güzel şekilde yaklaşmakla olur. Yine evlilik ve diğer konularda onların haklarının çiğnenmesine yol açacak şekilde onlar hakkında eşe dosta ayrıcalık tanımamak buna dahildir. İşte bu hükümler, Allah'ın, kullarına olan rahmetinin bir tecellisidir. Zira O, zayıflığı ya da babasını kaybetmiş olması nedeniyle kendi maslahatlarını kendisi sağlayamayan kimselerin maslahatlarını yerine getirmeye son derece teşvik etmektedir.
Daha sonra yüce Allah genel olarak iyiliğe teşvik ederek şöyle buyurmuştur:
“Hayır türünden ne yaparsanız” yetimlere olsun, başkalarına olsun ya da ister faydası başkalarına dokunsun isterse dokunmasın her ne iyilik yaparsanız
“şüphesiz ki Allah onu çok iyi bilendir.” O’nun ilmi amel sahiplerinin amellerini azlık ve çokluk, iyilik ve kötülük yönünden kuşatmıştır. Dolayısıyla da O, herkese ameline göre karşılık verecektir.
{وَإِنِ امْرَأَةٌ خَافَتْ مِنْ بَعْلِهَا نُشُوزًا أَوْ إِعْرَاضًا فَلَا جُنَاحَ عَلَيْهِمَا أَنْ يُصْلِحَا بَيْنَهُمَا صُلْحًا وَالصُّلْحُ خَيْرٌ وَأُحْضِرَتِ الْأَنْفُسُ الشُّحَّ وَإِنْ تُحْسِنُوا وَتَتَّقُوا فَإِنَّ اللَّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا (128)}.
128- Şayet bir kadın kocasının uzaklaşmasından yahut yüz çevirmesinden korkarsa, barış yolu ile aralarını düzeltmelerinde kendileri için bir sakınca yoktur. Barış daha hayırlıdır. Zaten nefislerde cimrilik vardır. Eğer ihsan eder ve sakınırsanız, şüphe yok ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
#
{128} أي: إذا خافت المرأة نشوزَ زوجِها؛ أي: ترفُّعه عنها وعدم رغبته فيها وإعراضه عنها؛ فالأحسن في هذه الحالة أن يُصلحا بينهما صلحاً؛ بأن تسمح المرأة عن بعض حقوقها اللاَّزمة لزوجِها على وجهٍ تبقى مع زوجِها إمّا أن ترضى بأقلَّ من الواجب لها من النفقة أو الكسوة أو المسكن أو القَسْم؛ بأن تُسْقِطَ حقَّها منه أو تَهَبَ يومَها وليلتها لزوجها أو لضرَّتها؛ فإذا اتَّفقا على هذه الحالة؛ فلا جناح ولا بأس عليهما فيها، لا عليها ولا على الزوج، فيجوز حينئذٍ لزوجها البقاء معها على هذه الحال، وهي خير من الفرقة، ولهذا قال: {والصُّلْحُ خيرٌ}.
ويؤخذُ من عموم هذا اللفظ والمعنى أنَّ الصُّلح بين من بينَهما حقٌّ أو منازعة في جميع الأشياء أنه خيرٌ من استقصاء كلٍّ منهما على كلِّ حقِّه لما فيها من الإصلاح وبقاء الألفة والاتِّصاف بصفة السماح، وهو جائزٌ في جميع الأشياء؛ إلاَّ إذا أحلَّ حراماً أو حرَّم حلالاً؛ فإنه لا يكون صلحاً، وإنَّما يكون جوراً، واعلم أنَّ كلَّ حكم من الأحكام لا يتمُّ ولا يكملُ إلا بوجود مقتضيه وانتفاء موانعه؛ فمن ذلك هذا الحكم الكبير الذي هو الصلح، فذكر تعالى المقتضي لذلك، ونبَّه على أنه خيرٌ، والخير كلُّ عاقل يطلُبه ويرغبُ فيه؛ فإنْ كان مع ذلك قد أمر الله به وحثَّ عليه؛ ازداد المؤمن طلباً له ورغبةً فيه، وذكر المانع بقوله: {وأحضِرَتِ الأنفس الشُّحَّ}؛ أي: جُبلت النفوس على الشحِّ، وهو عدم الرغبة في بذل ما على الإنسان، والحرص على الحق الذي له؛ فالنفوس مجبولة على ذلك طبعاً؛ أي: فينبغي لكم أن تحرصوا على قلع هذا الخُلُق الدنيء من نفوسكم، وتستبدلوا به ضدَّه، وهو السماحة، وهو بذل الحقِّ الذي عليك، والاقتناعُ ببعض الحقِّ الذي لك؛ فمتى وُفِّق الإنسان لهذا الخلق الحسن؛ سهل حينئذٍ عليه الصلحُ بينه وبين خصمه ومعامله، وتسهَّلت الطريق للوصول إلى المطلوب؛ بخلاف من لم يجتهدْ في إزالة الشُّحِّ من نفسه؛ فإنه يعسر عليه الصلح والموافقة؛ لأنه لا يرضيه إلاَّ جميع مَا لَهُ، ولا يرضى أن يؤدِّي ما عليه؛ فإن كان خصمُهُ مثله، اشتدَّ الأمر.
ثم قال: {وإن تحسنوا وتتَّقوا}؛ أي: تحسنوا في عبادة الخالق؛ بأن يعبدَ العبدُ ربَّه كأنه يراه؛ فإن لم يكن يراه؛ فإنَّه يراه، وتحسِنوا إلى المخلوقين بجميع طرق الإحسان من نفع بمال أو علم أو جاهٍ أو غير ذلك، وتتَّقوا الله بفعل جميع المأمورات وترك جميع المحظورات ، أو تحسِنوا بفعل المأمور وتتَّقوا بترك المحظور؛ {فإنَّ الله كان بما تعملون خبيراً}: قد أحاطَ به علماً وخبراً بظاهرِهِ وباطنِهِ فيحفظه لكم ويجازيكم عليه أتمَّ الجزاء.
128. Yani kadın kocasının kendisine karşı burun kıvırarak yüz çevirmesinden, kendisine isteği olmayarak uzaklaşmasından çekinecek olursa en uygunu aralarında sulh/barış yolunu aramalarıdır. Bu da kadının kocası tarafından yerine getirilmesi gereken birtakım haklarına kocası ile birlikteliğini devam ettirmek amacıyla kocasının lehine feragat etmesidir. Bu da ya kendisine verilmesi gereken nafakanın, giyimin ve meskenin yahut da ona ayırması gereken günün bir kısmından feragat ederek hakkından daha azına razı olması ile olur yahut da gününü ve gecesini kocasına ya da diğer kumasına bağışlaması sureti ile olur. Bu durumda aralarında ittifak ederlerse her ikisi için de yani kadın için de kocası için de bir mahzur söz konusu değildir. Bu durumda kocanın hanımı ile birlikte kalması caizdir ve böyle bir durum ayrılmaktan hayırlıdır.
İşte bundan dolayı Yüce Allah burada: “Barış daha hayırlıdır” buyurmaktadır.
Bu lafzın ve mananın umumiliğinden anlaşıldığına göre aralarında herhangi bir hak yahut başka hususlardan dolayı anlaşmazlık bulunanların barış yapmaları, her birisinin kendi hakkını sonuna kadar almakta diretmesinden daha hayırlıdır. Çünkü bunda ilişkilerin düzeltilmesi, ülfetin ve kaynaşmanın devamı ve müsamaha vasfının kazanılması söz konusudur. Barış her şeyde caizdir. Ancak helâli haram yahut haramı helâl kılma hali müstesnadır. Çünkü o takdirde bu, barış olmaz zulüm olur.
Şu bilinmelidir ki bütün hükümler, ancak o hükmü gerektirici sebebin varlığı ve ona engel olan hususların ortadan kalkması halinde tamam olur ve mükemmel halini alır. İşte sulh/barış diye bilinen bu pek önemli hüküm de bunlardan birisidir. Yüce Allah bu hükmü gerektiren hususu söz konusu edip onun hayırlı olduğuna dikkat çekmektedir. Aklı olan herkes de hayrı ister ve hayır yapmayı arzular. Bununla birlikte eğer Allah da bunu emretmiş ve teşvikte bulunmuşsa mü’minin bunu yapma isteği ve arzusu daha da artar.
Yüce Allah engel olan hususu da: “Zaten nefislerde cimrilik vardır” buyruğu ile söz konusu etmektedir. Yani nefsin mayasında cimrilik vardır. Cimrilik ise insanın yerine getirmesi gereken hakkı vermek istememesi, buna karşılık kendi hakkını elde etmek için de olanca gayretini göstermesidir. Nefislerin tabiatında bu vardır. Yani siz bu kötü huyu nefislerinizden söküp çıkarmaya, onun yerine aksi olan müsamahakârlığı yerleştirmeye gayret sarfetmelisiniz. Müsamakârlık ise üzerindeki hakkı eksiksiz yerine getirmen ve sana ait olan hakkın bir bölümü ile yetinip fedakârlık yapmandır. İnsan bu güzel ahlâkın gereklerini yerine getirme başarısını elde edecek olursa o vakit kendisi ile hasmı veya onunla ilişkide bulunan kimse arasında sulh kolaylaşır ve istenen hedefe ulaşma yolunu izlemek de kolaylıkla mümkün olur. Nefsindeki cimriliği ortadan kaldırmak için gayret harcamayanın durumu ise bunun aksinedir. Böyle birisinin sulh yapması ve buna muvafakat etmesi çok zordur. Çünkü böyle bir kimse ancak bütün hakkını aldığı takdirde razı olur. Diğer taraftan üzerindeki hakları da yerine getirmeye razı olmaz. Bir de hasmı onun gibi olursa bu sefer iş büsbütün zorlaşır.
Daha sonra Yüce Allah: “Eğer ihsan eder ve sakınırsanız...” buyurmaktadır. Yani kulun Rabbine, O’nu görüyormuş gibi ibadet etmesi, görmüyorsa dahi O’nun kendisini gördüğü şuuru ile Yaratıcısına ibadette ihsana ulaşması, buna karşılık mal, ilim, mevki yahut başka bütün ihsan yolları ile yaratılmışlara iyilikte bulunmamız sureti ile ihsanda bulunur ve emrolunduğunuz bütün hususları yerine getirmek, yasaklandığınız bütün hususları da terk etmek suretiyle sakınırsanız yahut da emrolunduğunuzu yapmakla
“ihsanda bulunur”, size yasak kılınan şeyleri terk etmek sureti ile de
“sakınırsanız” “şüphe yok ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” Hepsini ilmi ile kuşatmıştır. Zahiri ile batını ile ondan tamamen haberdardır. Bunları sizin için tespit eder ve en mükemmel şekli ile sizlere bunların karşılıklarını verir.
{وَلَنْ تَسْتَطِيعُوا أَنْ تَعْدِلُوا بَيْنَ النِّسَاءِ وَلَوْ حَرَصْتُمْ فَلَا تَمِيلُوا كُلَّ الْمَيْلِ فَتَذَرُوهَا كَالْمُعَلَّقَةِ وَإِنْ تُصْلِحُوا وَتَتَّقُوا فَإِنَّ اللَّهَ كَانَ غَفُورًا رَحِيمًا (129)}.
129- Ne kadar isteseniz bile kadınlar arasında adaleti gerçekleştiremezsiniz. Bari
(birine) büsbütün meyledip de ötekini askıdaymış gibi bırakmayın. Eğer arayı düzeltir ve sakınırsanız şüphe yok ki Allah Ğafûrdur, Rahîmdir.
#
{129} يخبر تعالى أن الأزواج لا يستطيعون وليس في قُدرتهم العدل التامُّ بين النساء، وذلك لأن العدل يستلزم وجود المحبَّة على السَّواء، والداعي على السواء، والميل في القلب إليهنَّ على السواء، ثم العمل بمقتضى ذلك، وهذا متعذِّر غير ممكن؛ فلذلك عفا الله عمّا لا يستطاع ونهى عما هو ممكنٌ بقوله: {فلا تميلوا كلَّ الميل فتذروها كالمعلَّقة}؛ أي: لا تميلوا ميلاً كثيراً بحيث لا تؤدُّون حقوقَهن الواجبة، بل افعلوا ما هو باستطاعتكم من العدل؛ فالنفقة والكسوة والقَسْم ونحوها عليكم أن تعدِلوا بينهنَّ فيها؛ بخلاف الحبِّ والوطء ونحو ذلك؛ فإنَّ الزوجة إذا ترك زوجها ما يجب لها؛ صارت كالمعلقة التي لا زوج لها فتستريح وتستعدُّ للتزوج، ولا ذات زوج يقوم بحقوقها. {وإن تُصْلِحوا} ما بينكم وبين زوجاتِكم بإجبار أنفسكم على فعل ما لا تهواه النفس احتساباً وقياماً بحقِّ الزوجة، وتصلحوا أيضاً فيما بينكم وبين الناس، وتصلحوا أيضاً بين الناس فيما تنازعوا فيه، وهذا يستلزم الحثَّ على كلِّ طريق يوصل إلى الصُّلح مطلقاً كما تقدم. {وتَتَّقوا}: الله بفعل المأمور وترك المحظور والصَّبر على المقدور، {فإنَّ الله كان غفوراً رحيماً}: يَغْفِرُ ما صَدَرَ منكم من الذُّنوب والتقصير في الحقِّ الواجب، ويرحمكم كما عطفتم على أزواجكم ورحمتموهنَّ.
129. Yüce Allah kocaların kadınlar arasında tam bir adalet gösteremeyecekleri ve esasen bunun güçleri çerçevesinde de olmadığını haber vermektedir. Çünkü adalet, kadınlara karşı eşit sevgiyi, eşit ilgiyi ve onlara olan kalbi meylin de eşit olmasını sonra da buna uygun amelde bulunmayı gerektirmektedir. Bu ise imkânsız bir şeydir. O bakımdan Yüce Allah güç yetirilemeyen adaletsizlikleri bağışlamış,
imkan dâhilinde olanlarını şu buyruğu ile yasaklamıştır: “Bari (birine) büsbütün meyledip de ötekini askıdaymış gibi bırakmayın” yani farz olan haklarını yerine getirmeyecek şekilde adaletten sapmayın. Aksine adalet hususunda güç ve imkânınız çerçevesinde olan işleri yapın. Nafaka, giyim, günlerin paylaştırılması ve benzeri hususlarda kadınlar arasında adalet sağlamakla görevlisiniz. Sevgi, ilişki ve benzeri hususlar ise böyle değildir.
Koca, hanımının hak ettiğini yerine getirmeyi terk edecek olursa, bu sefer kadın askıdaymış gibi iki arada bir derede kalır. Kocası yok değildir ki rahata erip evlenmeye hazırlansın, kocası haklarını yerine getirmez ki evli bir kadın gibi olsun.
“Eğer arayı düzeltir” yani eşlerinizle aranızı düzeltirseniz, demektir. Bu da ecrini bekleyerek ve zevcenin haklarını yerine getirmek arzusu ile nefislerinizi hoşlanmadıkları şeyleri yapmaya mecbur etmek sureti ile olur. Aynı şekilde kendiniz ile sair insanlar arasındaki ilişkileri de düzeltir, yine anlaşmazlığa düştükleri konularda diğer insanların arasını düzeltecek olursanız... demektir. Bu da önceden de geçtiği gibi mutlak olarak barış yoluna götüren her bir şeyin teşvikini içermektedir.
“ve sakınırsanız” emrolunduğunuz şeyleri yapmak, yasak kılınmış şeyleri de terketmek sureti ile takvâ sahibi olur ve gücünüz çerçevesinde olan şeylere de sabredecek olursanız
“şüphe yok ki Allah Ğafûrdur, Rahîmdir” sizden sadır olan günahları ve yerine getirmeniz gereken haklar hususundaki kusurlarınızı bağışlar. Eşlerinize şefkat ve merhamet gösterdiğiniz gibi o da size rahmet buyurur.
{وَإِنْ يَتَفَرَّقَا يُغْنِ اللَّهُ كُلًّا مِنْ سَعَتِهِ وَكَانَ اللَّهُ وَاسِعًا حَكِيمًا (130)}.
130- Eğer birbirlerinden ayrılırlarsa Allah her birini genişliği ile zengin kılar. Şüphesiz Allah Vâsi’dir, Hakîmdir.
#
{130} هذه الحالة الثالثةُ بين الزوجين إذا تعذَّر الاتِّفاق؛ فإنه لا بأس بالفراق، فقال: {وإن يتفرَّقا}؛ أي: بطلاق أو فسخ أو خلع أو غير ذلك، {يُغْنِ الله كلاًّ}: من الزوجين {من سَعَتِهِ}؛ أي: من فضله وإحسانه الواسع الشامل، فيغني الزوج بزوجة خيرٍ له منها، ويغنيها من فضله، وإن انقطع نصيبها من زوجها؛ فإن رزقها على المتكفِّل بأرزاق جميع الخَلْق، القائم بمصالحهم، ولعلَّ الله يرزُقها زوجاً خيراً منه. {وكان الله واسعاً}؛ أي: كثير الفضل واسع الرحمة، وصلتْ رحمتُه وإحسانُه إلى حيث وصل إليه علمُه، ولكنَّه مع ذلك {حكيماً}؛ أي: يعطي بحكمته ويمنع لحكمتِهِ؛ فإذا اقتضتْ حكمتُهُ منع بعض عبادِهِ من إحسانه بسبب من العبد لا يستحقُّ معه الإحسان؛ حَرَمَهُ عدلاً وحكمة.
130. Bu ayet,
eşler arasındaki üçüncü hali söz konusu etmektedir: Eğer uyum ve geçime imkân bulunmadığı takdirde ayrılmada bir sakınca yoktur.
Bundan dolayı Yüce Allah: “Eğer birbirlerinden ayrılırlarsa” buyurmaktadır. Boşanma, nikahın feshi, hul’ veya başka herhangi bir yolla ayrılırlarsa
“Allah” eşlerden “her birini genişliği ile” lütfu, geniş ve kapsamlı ihsanı ile
“zengin kılar.”
Kocayı önceki hanımından daha hayırlı bir hanım ile hanımı da kendi lütfu ile ihtiyaçtan kurtarır. Şâyet önceki kocasından nasibi kesilmiş ise bütün mahlukatın rızıklarını sağlamayı tekeffül etmiş bulunan ve onların maslahatlarını temin edip işlerini gören Allah, onun da rızkını verecektir. Belki Allah ona öncekinden daha hayırlı bir koca da ihsan eder.
“Şüphesiz Allah Vâsi’dir” Lütfu pek çok, rahmeti pek bol olandır. O’nun rahmet ve ihsanı, ilminin ulaştığı her yere ulaşmıştır. Bununla birlikte O “Hakîmdir”, hikmeti gereği verir ve yine hikmeti gereği vermez. O’nun hikmeti, bazı kullarının bizzat kulun kendisinden kaynaklanan bir husus dolayısı ile ihsanından mahrum kalmasını gerektirecek olur ve bundan dolayı ihsanı hak etmeyecek olursa adalet ve hikmetinin bir gereği olarak onu mahrum bırakır.
{وَلِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَلَقَدْ وَصَّيْنَا الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ مِنْ قَبْلِكُمْ وَإِيَّاكُمْ أَنِ اتَّقُوا اللَّهَ وَإِنْ تَكْفُرُوا فَإِنَّ لِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَكَانَ اللَّهُ غَنِيًّا حَمِيدًا (131) وَلِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَكَفَى بِاللَّهِ وَكِيلًا (132)}.
131- Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır.
Andolsun ki sizden evvel kendilerine kitap verilenlere de size de: Allah’a karşı takvalı olun, diye emrettik. Eğer nankörlük ederseniz/küfre saparsanız şüphesiz göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Allah Ganîdir, Hamîddir.
132- Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Vekil olarak Allah yeter.
#
{131 ـ 132} يخبر تعالى عن عموم ملكه العظيم الواسع المستلزم تدبيره بجميع أنواع التَّدبير وتصرُّفه بأنواع التصريف قدراً وشرعاً؛ فتصرُّفه الشرعي أن وصَّى الأوَّلين والآخرين أهل الكتب السابقة واللاَّحقة بالتَّقوى المتضمِّنة للأمر والنَّهي وتشريع الأحكام والمجازاة لمن قام بهذه الوصيَّة بالثواب والمعاقبة لمن أهملها وضيَّعها بأليم العذاب، ولهذا قال: {وإن تَكْفُروا}: بأن تتركوا تقوى الله وتشركوا بالله ما لم ينزِّل به عليكم سلطاناً؛ فإنكم لا تضرُّون بذلك إلا أنفسكم، ولا تضرُّون الله شيئاً، ولا تنقصون ملكَه، وله عبيدٌ خير منكم وأعظم وأكثر، مطيعون له خاضعون لأمره، ولهذا رتَّب على ذلك قوله: {وإن تَكْفُروا فإنَّ لله ما في السموات وما في الأرض وكان الله غنيًّا حميداً}: له الجود الكامل والإحسان الشامل الصادر من خزائن رحمته التي لا يَنْقُصُها الإنفاق ولا يَغيضها نفقةٌ، سحاء الليل والنهار، لو اجتمع أهل السماوات وأهل الأرض أولهم وآخرهم، فسأل كلُّ واحد منهم ما بلغت أمانيه، ما نَقَصَ من ملكه شيئاً، ذلك بأنه جوادٌ واجدٌ ماجدٌ، عطاؤه كلامٌ، وعذابه كلامٌ، إنما أمره لشيء إذا أراد أن يقولَ له كُن فيكون، ومن تمام غِناه أنَّه كامل الأوصاف؛ إذ لو كان فيه نقصٌ بوجه من الوجوه؛ لكان فيه نوعُ افتقارٍ إلى ذلك الكمال، بل له كلُّ صفة كمال، ومن تلك الصفة كمالها.
ومن تمام غِناه أنَّه لم يتَّخذ صاحبةً ولا ولداً ولا شريكاً في ملكه ولا ظهيراً ولا معاوناً له على شيء من تدابير ملكِهِ، ومن كمال غناه افتقار العالم العلويِّ والسفليِّ في جميع أحوالهم وشؤونهم إليه وسؤالهم إيّاه جميع حوائجهم الدقيقة والجليلة، فقام تعالى بتلك المطالب والأسئلة، وأغناهم وأقناهم ومنَّ عليهم بلطفه وهداهم.
وأما الحميدُ؛ فهو من أسماء الله تعالى الجليلة، الدال على أنه هو المستحقُّ لكلِّ حمدٍ ومحبةٍ وثناء وإكرام، وذلك لما اتَّصف به من صفات الحمد التي هي صفة الجمال والجلال، ولما أنعم به على خلقه من النعم الجزال؛ فهو المحمود على كلِّ حال.
وما أحسن اقتران هذين الاسمين الكريمين: الغنيّ الحميد؛ فإنه غنيٌّ محمودٌ؛ فله كمالٌ من غناه وكمالٌ من حمده وكمالٌ من اقتران أحدهما بالآخر، ثم كرَّر إحاطة ملكه لما في السماوات و [ما في] الأرض، وأنَّه على كلِّ شيء وكيل؛ أي: عالم قائم بتدبير الأشياء على وجه الحكمة؛ فإنَّ ذلك من تمام الوكالة؛ فإنَّ الوكالة تستلزم العلم بما هو وكيلٌ عليه، والقوَّة والقدرة على تنفيذه وتدبيره، وكون ذلك التدبير على وجه الحكمة والمصلحة؛ فما نقص من ذلك؛ فهو لنقص الوكيل، والله تعالى منزَّه عن كلِّ نقص.
131. Yüce Allah geniş, kapsamlı ve azametli mülkünden haber vermektedir. Bu mülk, O’nun her türüyle yönetim ve idare sahibi olmasını, kaderî ve şer’î her türlü tasarrufta bulunmasını gerektirir. Öncekilere de sonrakilere de, ilk gelen kitap ehline de sonra kendilerine kitap verdiği kimselere de emir ve yasakları ihtiva eden ve bunlara riayeti gerektiren takvâ emrini vermesi de O’nun şer’î tasarrufunun bir tecellisidir. Ahkâmı teşri etmesi, bu emrin gereğini yerine getirenleri mükâfatlandırması, onu ihmal edip riâyet etmeyenleri de can yakıcı bir azapla cezalandırması da bu tasarrufun kapsamı içerisindedir.
Bundan dolayı Yüce Allah devamla şöyle buyurmaktadır: “Eğer” Allah’a karşı takvâyı terk etmek sureti ile “nankörlük ederseniz/küfre saparsanız” ve Allah’a, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri ortak koşarsanız şüphesiz siz böyle yapmakla ancak kendinize zarar vermiş olursunuz. Allah’a hiçbir zarar veremeyeceğiniz gibi O’nun mülkünü eksiltmiş de olamazsınız. O’nun sizden daha hayırlı, daha üstün ve daha çok kulları vardır. Hepsi de O’na itaat ederler, O’nun emrine boyun eğerler.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Eğer küfre saparsanız/nankörlük ederseniz şüphesiz göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Allah Ganîdir” Yani harcamanın eksiltmediği, infakın azaltmadığı, gece ve gündüz bol bol ihsanda bulunduğu rahmetinin hazinelerinden sadır olan kuşatıcı, kapsamlı ve kamil bir cömertlik ve ihsan sahibidir. Eğer göklerde ve yerde bulunan herkes başından sonuna kadar bir araya gelip de onların her birisi isteyebildiği her şeyi istese ve Allah da onların isteklerini verse bu bile O’nun mülkünü eksiltmez. Çünkü O Cevad’dır, Vâcid’dir, Mâcid’dir
(cömertir, ihsanı bol olandır, en üstün şerefli olandır). O’nun ihsan ve bağışı da bir kelimedir, azabı da bir kelimedir.
Zira O bir şeyi diledi mi ona sadece: “Ol” der, o da oluverir. Bütün sıfatlarının kâmil olması da O’nun Ğanî (hiçbir şeye muhtaç olmayan, zengin) oluşunun bir gereğidir. Çünkü eğer O, herhangi bir bakımdan eksik olmuş olsaydı O’nda o eksikliği tamamlamaya yönelik bir çeşit muhtaçlık söz konusu olurdu. Aksine O, her türlü kemal sıfatına sahiptir. Bu sıfatın da kemaline sahiptir. O’nun Ğanî oluşunun kemal derecede olmasının bir tecellisi de eş ve çocuk edinmemesi, mülkünde ortağının, yardımcısının bulunmaması, mülkünün idaresinin hiçbir alanında bir yardımcıya muhtaç olmamasıdır. Ulvi ve sufli alemin bütün hal ve durumlarında Allah’a muhtaç olmaları, küçük büyük bütün ihtiyaçlarını O’ndan istemeleri de O’nun Ğanî oluşunun kemal derecesinde olmasından dolayıdır. İşte bu sıfatının bir tecellisi olarak O, bütün bu istekleri, dilek ve ihtiyaçları yerine getirmiş, onları varlıklı kılmış, ihtiyaçtan kurtarmış, lütfu ile onlara ihsanda bulunmuş ve onları hidayete iletmiştir.
“Hamîddir” Bu da şanı Yüce Allah’ın üstün ve şerefli isimlerinden birisi olup O’nun, her türlü hamde, sevgiye, övgü ve ikrama layık ve hak sahibi olduğunu ifade etmektedir. Çünkü cemal ve celâl sıfatlarını ihtiva eden hamd sıfatları ile muttasıf olmasından ve bütün yaratıklarına uçsuz bucaksız nimetleri ihsan etmiş olmasından ötürü O, her durumda hamde ve övgüye layık olandır.
“Ğanî ve Hamîd” şerefli isimlerinin yanyana gelmesi ne kadar da güzeldir! O, hiçbir şeye muhtaç olmayan Ğani’dir ve her türlü övgüye layık olan ve övülen Hamid’dir. O, hem Ğanî olma yönünden kemal derecesindedir, hem de Hamîd olma yönünden kemal derecesindedir. Bu iki ismin bir arada bulunması da ayrı bir kemal derecesini ifade eder.
132. Daha sonra Yüce Allah yine mülkünün, göklerde ve yerde bulunan her şeyi kuşattığını ve kendinsin her şeyin
“vekil”i olduğunu tekrarlamaktadır. Yani O, her şeyin idaresini bilen ve bunu hikmete uygun bir şekilde gerçekleştirendir. Bu da “vekil” oluşun kemal derecesidir. Çünkü bir şeye vekil olmak, hem üzerinde vekil olunan şeyi bilmeyi, hem de onu yerine getirme ve idare etme kudretine sahip olmayı gerektirir. Ayrıca bu idarenin, hikmet ve maslahata uygun olması da gerekir. Bunlardan herhangi birisi eksik olursa bu, “vekil”in eksikliğini gösterir. Allah ise her türlü eksiklikten münezzehtir. Yani O, kâmil kudrete sahip ve üzerinizde etkin iradeye sahip, Ğanî ve Hamîd olandır.
{إِنْ يَشَأْ يُذْهِبْكُمْ أَيُّهَا النَّاسُ وَيَأْتِ بِآخَرِينَ وَكَانَ اللَّهُ عَلَى ذَلِكَ قَدِيرًا (133) مَنْ كَانَ يُرِيدُ ثَوَابَ الدُّنْيَا فَعِنْدَ اللَّهِ ثَوَابُ الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ وَكَانَ اللَّهُ سَمِيعًا بَصِيرًا (134)}.
133- Eğer O dilerse -ey insanlar- sizi yok eder ve
(yerinize) başkalarını getirir. Allah buna gerçekten kâdirdir.
134- Kim dünya mükâfatını isterse
(bilsin ki) dünyanın da âhiretin de mükâfatı Allah’ın katındadır. Allah her şeyi işitendir, görendir.
#
{133} أي: هو الغنيُّ الحميد الذي له القدرة الكاملة والمشيئة النافذة فيكم. {إن يشأ يُذْهِبْكم أيُّها الناس ويأت بآخرين}: غيرِكم هم أطوع لله منكم وخيرٌ منكم. وفي هذا تهديدٌ للناس على إقامتهم على كفرهم وإعراضِهم عن ربِّهم؛ فإنَّ الله لا يعبأ بهم شيئاً إن لم يطيعوه، ولكنَّه يُمْهِلُ ويملي ولا يُهْمِلُ.
133.
“Eğer O dilerse -ey insanlar- sizi yok eder” ve sizden
“başkalarını getirir.” Ki bunlar Allah’a sizden daha çok itaat eder ve sizden daha hayırlı olurlar. Bu, insanların küfürleri üzere devam etmelerine ve Rablerinden yüz çevirmelerine karşı onlara yapılan bir tehdittir. Eğer O’na itaat etmeyecek olurlarsa Allah, hiçbir şekilde onlara önem vermez. Ancak O süre verip mühlet tanır ama asla ihmal etmez.
#
{134} ثم أخبر أنَّ مَن كانت هِمَّتُه وإرادتُه دنيَّة غير متجاوزة ثواب الدُّنيا، وليس له إرادةٌ في الآخرة؛ فإنه قد قَصَرَ سعيه ونظره، ومع ذلك؛ فلا يحصلُ له من ثواب الدُّنيا سوى ما كتب الله له منها؛ فإنه تعالى هو المالك لكل شيء، الذي عنده ثواب الدُّنيا والآخرة، فَلْيُطْلَبا منه ويُستعان به عليهما؛ فإنَّه لا يُنال ما عنده إلاَّ بطاعتِهِ، ولا تُدرك الأمور الدينيَّة والدنيويَّة إلاَّ بالاستعانة به والافتقار إليه على الدوام، وله الحكمة تعالى في توفيق من يوفِّقه وخِذلان مَن يخذلُه وفي عطائه ومنعه، ولهذا قال: {وكان الله سميعاً بصيراً}.
134. Daha sonra Yüce Allah, himmet ve iradesi düşük, talepleri dünyadan öte geçmeyen, âhirete yönelik hiçbir hedefi olmayan kimseleri haber vermektedir. Böyle bir kimse çabalarını dünyaya hasretmiş, bakış açısını daraltmıştır. Bununla birlikte o, Allah’ın dünyalıktan onun için takdir ettiğinden daha fazlasını da elde edemez. Çünkü Yüce Allah her şeyin malikidir. Dünya ve âhiretin mükafatı O’nun yanındadır. O halde her ikisi de O’ndan istenmelidir, dünya ve âhiret iyiliğine karşı O’ndan yardım dilenmelidir.
O’nun yanındaki mükâfata ise ancak O’na itaatle nail olunur. Dini ve dünyevi işler ancak O’nun yardımı alınarak ve devamlı O’na muhtaç olunduğu bilincine sahip olunarak elde edilir. Verip vermemesinde, muvaffakiyet ihsan etmesinde ve dilediklerini yardımından mahrum bırakmasında O’nun hikmetleri vardır.
Bundan dolayı Yüce Allah devamla şöyle buyurmaktadır: “Allah her şeyi işitendir, görendir.”
Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
ثم قال تعالى: {يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُونُوا قَوَّامِينَ بِالْقِسْطِ شُهَدَاءَ لِلَّهِ وَلَوْ عَلَى أَنْفُسِكُمْ أَوِ الْوَالِدَيْنِ وَالْأَقْرَبِينَ إِنْ يَكُنْ غَنِيًّا أَوْ فَقِيرًا فَاللَّهُ أَوْلَى بِهِمَا فَلَا تَتَّبِعُوا الْهَوَى أَنْ تَعْدِلُوا وَإِنْ تَلْوُوا أَوْ تُعْرِضُوا فَإِنَّ اللَّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا (135)}.
135- Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan ve kendi aleyhinize veya ana babanızın yahut yakınlarınızın aleyhine dahi olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun.
(Şahitlik edilen) ister zengin, ister fakir olsun, Allah ikisine de daha yakındır. O halde hevaya uyup da adaletten sapmayın. Eğer
(şahitlikte dilinizi) eğip büker veya
(şahitlik yapmaktan) yüz çevirirseniz şüpheniz olmasın ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
#
{135} يأمر تعالى عبادَه المؤمنين أن يكونوا {قوَّامين بالقسطِ شهداء لله}، والقوَّام صيغةُ مبالغةٍ؛ أي: كونوا في كلِّ أحوالكم قائمين بالقسطِ الذي هو العدل في حقوق الله وحقوق عباده؛ فالقِسْطُ في حقوق الله أن لا يُستعان بنعمه على معصيتِهِ، بل تُصرف في طاعته، والقِسْط في حقوق الآدميِّين أن تُؤدِّيَ جميع الحقوق التي عليك كما تَطْلُبُ حقوقك، فتؤدِّي النفقات الواجبة والدُّيون وتعامل الناس بما تحبُّ أن يعاملوك به من الأخلاق والمكافأة وغير ذلك.
ومن أعظم أنواع القِسْط القِسْط في المقالات والقائلين؛ فلا يحكم لأحدِ القولين أو أحد المتنازِعَين لانتسابه أو ميله لأحدهما، بل يَجعل وجهته العدل بينهما، ومن القسط أداء الشهادة التي عندك على أيِّ وجه كان، حتى على الأحباب، بل على النفس، ولهذا قال: {شهداء لله ولو على أنفسكم أو الوالدين والأقربين، إن يكنْ غنيًّا أو فقيراً فالله أولى بهما}؛ أي: فلا تُراعوا الغنيَّ لغناه ولا الفقير بزعمكم رحمة له، بل اشهدوا بالحقِّ على مَن كان. والقيام بالقسط من أعظم الأمور وأدل على دين القائم به وورعِهِ ومقامِهِ في الإسلام، فيتعيَّن على مَن نصح نفسه وأراد نجاتَها أن يهتمَّ له غاية الاهتمام، وأن يَجْعَلَهُ نصبَ عينيه ومحلَّ إرادته، وأن يزيل عن نفسِهِ كلَّ مانع وعائق يَعوقه عن إرادة القِسْط أو العمل به، وأعظم عائق لذلك اتِّباع الهوى، ولهذا نبَّه تعالى على إزالة هذا المانع بقوله: {فلا تتَّبِعوا الهوى أن تعدِلوا}؛ أي: فلا تتَّبعوا شهوات أنفسكم المعارضة للحقِّ؛ فإنكم إن اتَّبعتموها؛ عدلتُم عن الصواب ولم توفَّقوا للعدل؛ فإنَّ الهوى إمَّا أن يُعْمِيَ بصيرة صاحبه حتى يرى الحقَّ باطلاً والباطلَ حقًّا، وإما أن يعرفَ الحقَّ ويتركَه لأجل هواه؛ فمن سلم من هوى نفسه؛ وفِّق للحق وهُدِيَ إلى الصراط المستقيم.
ولما بيَّن أنَّ الواجب القيام بالقِسط؛ نهى عن ما يضادُّ ذلك، وهو لَيُّ اللسان عن الحقِّ في الشهادات وغيرها، وتحريف النُّطق عن الصواب المقصود من كلِّ وجه أو من بعض الوجوه، ويدخل في ذلك تحريف الشهادة وعدم تكميلها أو تأويلُ الشاهد على أمرٍ آخر؛ فإنَّ هذا من اللَّيِّ؛ لأنَّه الانحراف عن الحقِّ. {أو تعرِضوا}؛ أي: تتركوا القِسْط المَنوط بكم كترك الشاهد لشهادته وترك الحاكم لحكمه الذي يَجِبُ عليه القيام به.
{فإنَّ الله كان بما تعملون خبيراً}؛ أي: محيط بما فعلتم، يعلم أعمالَكم خفيَّها وجليَّها، وفي هذا تهديدٌ شديدٌ للذي يلوي أو يعرض، ومن باب أولى وأحرى الذي يحكم بالباطل أو يشهد بالزُّور؛ لأنه أعظم جرماً؛ لأن الأوَّلَيْنِ تركا الحقَّ، وهذا ترك الحقَّ، وقام بالباطل.
135.
Yüce Allah mü’min kullarına: “adaleti titizlikle ayakta tutan ve Allah için şahitlik eden kimseler” olmalarını emretmektedir.
“Titizlikle ayakta tutan” anlamı verilen
“القوام” kelimesi, mübalağa kipidir. Yani bütün hallerinizde adaleti ayakta tutan kimseler olun, demektir. Bu adalet de hem Allah'ın haklarını hem de kulların haklarını içine alır. Allah'ın haklarında adaletli olmak, O’nun nimetlerini isyanda kullanmayıp, itaati uğrunda kullanmak sureti ile olur. Kulların haklarında adaletli olmak ise kendi haklarını tastamam talep ettiğin gibi üzerinde bulunan başkalarına ait bütün hakları da eksiksiz yerine getirmendir. Buna göre vermen gereken nafakaları vermen, borçlarını ödemen, insanlara gerek ahlâkî davranışlar, gerekse de karşılık ve mükâfat verme konusunda sana nasıl davranmalarını istiyorsan onlara öylece davranman bu adaletin gereğidir.
Adaletin en büyük şekillerinden birisi de söylenen sözler ve söz söyleyen kimseler hakkında adil olmaktır. Sözlerden herhangi birisine meyli yahut da dava taraflarından herhangi birisi ile akrabalığı veya onlardan birisine meyli dolayısı ile lehlerine hüküm vermeye kalkışılmamalıdır. Aksine ikisi arasında adaletle hükmetmek amaç edinilmelidir.
Yapılacak olan şahitliğin -dostlar aleyhine hatta kişinin kendisi aleyhine dahi olsa- adil bir şekilde yerine getirilmesi de bu adaletin kapsamı içerisindedir. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “ve kendi aleyhinize veya ana babanızın yahut yakınlarınızın aleyhine dahi olsa Allah için şahitlik eden kimseler olun. (Şahitlik edilen) ister zengin, ister fakir olsun, Allah ikisine de daha yakındır.” Yani zenginliği dolayısı ile zenginden veya kendi kanaatiniz doğrultusunda acıdığınız için de fakirden yana olmayın. Aksine kim olursa olsun siz hak ile şahitlik edin, çünkü adaleti yerine getirmek en büyük işlerdendir. Adaleti yerine getirmek, bir kimsenin dininin istikametine, takvâsına ve İslâm’ın gereğini yerine getirmekteki titizliğine en açık delildir.
O halde kendi nefsinin iyiliğini isteyen, onun kurtulmasını arzu eden kimsenin adalete alabildiğine önem vermesi, adil olmayı en önemli hedef olarak belirlemesi, iradesini bu yönde harcaması, adil davranma iradesinden veya adalet gereğince amelde bulunmaktan alıkoyan her bir engeli de kendinden uzak tutmaya çalışması gerekmektedir. Bu konudaki en büyük engeli ise hevâya uymaktır.
Bundan dolayı Yüce Allah: “O halde hevaya uyup da adaletten sapmayın” buyruğu ile bu engelin ortadan kaldırılması gerektiğine dikkat çekmektedir. Yani hakka zıt olan nefsi arzularınızın arkasından gitmeyin. Çünkü sizler bu arzuların arkasından gidecek olursanız doğrudan uzaklaşmış ve adaletten sapmış olursunuz. Çünkü hevâ ya kişinin hakkı batıl, batılı da hak görmesine neden olacak şekilde basiretini köreltir yahut da kişiyi nefsi arzusu dolayısı ile hakkı bile bile terk etme noktasına iter. O bakımdan nefsinin hevâsından kurtulan bir kimse hakkı bulma muvaffakiyetini elde eder ve dosdoğru yola iletilir.
Yüce Allah yapılması gerekenin, adaleti ayakta tutmak olduğunu beyan ettikten sonra, bunun zıddı olan davranışı da yasaklamaktadır. Bu ise şahitliklerde ve başka hususlarda haktan uzaklaşarak dili eğip bükmek ve konuşmayı amaçlanan doğrudan tamamen ya da kısmen saptırmaktır. Şahitliği saptırmak, onu tam yapmamak yahut da şahidin başka bir yorumda bulunması da bu kapsama girmektedir. Bunlar dilin eğilip bükülmesinden sayılır. Çünkü hepsi de haktan sapmadır.
“veya (şahitlik yapmaktan) yüz çevirirseniz” yani şahidin şahitliğini, hâkimin de hükmünü yerine getirmesi gereken şekilde yerine getirmeyip terk etmesinde olduğu gibi size bağlı olan adaleti terk edecek olursanız
“şüpheniz olmasın ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır” yaptıklarınızı ilmiyle kuşatandır, amellerinizi gizlisi ile açığı ile bilendir. Bu buyruk dilini eğip büken yahut adaletten yüz çeviren kimselere yönelik çok ağır bir tehdittir. Dolayısı ile batıl bir hüküm veren yahut yalan yere şahitlik eden kimselerin böyle bir tehdite maruz kalmaları öncelikle söz konusudur. Çünkü onların bu cürümleri daha büyüktür. Çünkü öncekiler sadece hakkı terk ederken, bunlar hakkı terkin yanı sıra bir de batıl işlemektedirler.
{يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا آمِنُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ وَالْكِتَابِ الَّذِي نَزَّلَ عَلَى رَسُولِهِ وَالْكِتَابِ الَّذِي أَنْزَلَ مِنْ قَبْلُ وَمَنْ يَكْفُرْ بِاللَّهِ وَمَلَائِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالًا بَعِيدًا (136)}.
136- Ey iman edenler! Allah’a, O’nun Rasûlüne, Rasûlüne indirdiği kitaba ve daha önce indirdiği kitaplara iman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkâr ederse o, hiç şüphesiz uzak bir sapıklığa düşmüştür.
#
{136} اعلم أن الأمر إمّا أن يوجَّه إلى من لم يدخل في الشيء ولم يتَّصف بشيء منه؛ فهذا يكون أمراً له في الدُّخول فيه، وذلك كأمر من ليس بمؤمن بالإيمان؛ كقوله تعالى: {يا أيُّها الذين أوتوا الكتابَ آمِنوا بما نَزَّلْنا مصدِّقاً لما معكم ... } الآية، وإمّا أن يوجَّه إلى من دخل في الشيء؛ فهذا يكون أمره ليصحِّح ما وُجِدَ منه ويحصِّل ما لم يوجد، ومنه ما ذكره الله في هذه الآية من أمر المؤمنين بالإيمان؛ فإنَّ ذلك يقتضي أمرهم بما يصحِّح إيمانهم من الإخلاص والصدق وتجنُّب المفسدات والتوبة من جميع المنقصات، ويقتضي أيضاً الأمر بما لم يوجد من المؤمن من علوم الإيمان وأعماله؛ فإنَّه كلَّما وصل إليه نصٌّ وفهم معناه واعتقدَه؛ فإنَّ ذلك من الإيمان المأمور به، وكذلك سائر الأعمال الظاهرة والباطنة، كلُّها من الإيمان؛ كما دلَّت على ذلك النصوص الكثيرة وأجمع عليه سلف الأمة، ثم الاستمرار على ذلك والثَّبات عليه إلى الممات؛ كما قال تعالى: {يا أيُّها الذين آمنوا اتَّقوا الله حقَّ تُقاتِهِ ولا تموتنَّ إلاَّ وأنتُم مسلمونَ}، وأمر هنا بالإيمان به وبرسله وبالقرآن وبالكتب المتقدِّمة؛ فهذا كلُّه من الإيمان الواجب الذي لا يكون العبد مؤمناً إلاَّ به، إجمالاً فيما لم يصل إليه تفصيلُه، وتفصيلاً فيما عُلِمَ من ذلك بالتفصيل؛ فمن آمن هذا الإيمان المأمور به؛ فقد اهتدى وأنجح.
ومن كفر {بالله وملائكته وكتبه ورسله واليوم الآخر فقد ضلَّ ضلالاً بعيداً}: وأيُّ ضلال أبعد من ضلال من تَرَكَ طريق الهدى المستقيم وسَلَكَ الطريق الموصلةَ له إلى العذاب الأليم؟! واعلم أنَّ الكفر بشيء من هذه الأمور المذكورة كالكُفر بجميعها؛ لتلازُمِها وامتناع وجود الإيمان ببعضِها دون بعض.
136. Şu bilinmelidir ki emir, ya herhangi bir şeyin kapsamına girmeyen ve o şeyin hiçbir niteliğini taşımayan kimselere yöneltilir ki o takdirde böyle birisine verilen bu emir, o şeyin kapsamına girmesi için verilmiş olur. Mesela mü’min olmayan bir kimseye iman etmesini emretmek böyledir.
Yüce Allah’ın şu buyruğunda olduğu gibi: “Ey kendilerine kitap verilenler, beraberinizdekini doğrulayıcı olarak indirdiğimiz (kitaba) iman edin.” (en-Nisa, 4/47) Yahut da emir, bir şeyin kapsamı içerisinde olan kimseye yöneltilir ki o takdirde bu emir, ona o konudaki hatalarını düzeltmek ve eksiklerini tamamlamak için yöneltilmiş olur. İşte Yüce Allah’ın bu âyet-i kerimede mü’minlere iman etmelerine dair verdiği bu emir de bu türdendir. Bu emir, onların ihlâs, doğruluk, imanı ifsad edici şeylerden uzak durmak ve eksiltici her bir husustan tevbe etmek gibi imanlarını doğrultma özelliğine sahip olan hususları yerine getirmelerini emretme anlamındadır. Aynı şekilde bu emir, mü’minin sahip olmadığı iman bilgilerine sahip olması ve yerine getirmediği imani amelleri yerine getirmesi emrini de içerir.
Zira mümine her ne zaman bir nas ulaşır o da onun anlamını kavrayıp ona itikat ederse işte bu, ona emredilen imana dahildir. Yine zahir ve batın bütün amellerin durumu da böyledir, hepsi de imandandır. Nitekim pek çok nas buna delildir ve ümmetin selefi de bunu icma ile kabul etmiştir. Ayrıca ölünceye kadar bu şekilde devam edip sebat göstermek de buna dahildir.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Allah’tan nasıl korkmak gerekirse öyle korkun ve ancak müslümanlar olarak ölün.” (Ali İmran, 3/102)
Burada Yüce Allah; kendisine, peygamberlerine, Kur’ân-ı Kerîm’e ve daha önce indirilmiş bulunan kitaplara imanı emretmektedir. Bütün bunlar ise kişinin, tafsilatı kendisine ulaşmamış olan hususlarda icmali olarak, tafsilatı ulaşmış olanlarda da tafsili olarak iman etmedikçe mü’min olamayacağı vacip iman kapsamındadır. İşte kim bu şekilde emrolunduğu imanı yerine getirecek olursa hidayet bulmuş ve başarıya ulaşmış olur. Ama
“Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve âhiret gününü inkar ederse o, hiç şüphesiz uzak bir sapıklığa düşmüştür” Dosdoğru hidayet yolunu terk edip can yakıcı azaba ulaştıran yolu izleyen kimsenin sapıklığından daha büyük bir sapıklık olabilir mi? Şunu bilmek gerekir ki, sözü geçen bu hususlardan herhangi birisini inkar etmek, hepsini inkar etmek gibidir. Çünkü bunlar birbirlerinden ayrılmazlar, bir bölümüne iman edip de diğer bir bölümüne iman etmeyerek mü’min olmak mümkün değildir.
Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
ثم قال: {إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا ثُمَّ كَفَرُوا ثُمَّ آمَنُوا ثُمَّ كَفَرُوا ثُمَّ ازْدَادُوا كُفْرًا لَمْ يَكُنِ اللَّهُ لِيَغْفِرَ لَهُمْ وَلَا لِيَهْدِيَهُمْ سَبِيلًا (137)}.
137- Şüphesiz iman eden, sonra küfre sapan, sonra yine iman eden, sonra yine kâfir olan sonra da küfürlerini artırmış olanları Allah, ne mağfiret edecektir ne de doğru bir yola iletecektir.
#
{137} أي: من تكرَّر منه الكفر بعد الإيمان؛ فاهتدى ثم ضلَّ، وأبصر ثم عمي، وآمن ثم كفر، واستمرَّ على كفره وازداد منه؛ فإنه بعيد من التوفيق والهداية لأقوم الطريق، وبعيدٌ من المغفرة لكونه أتى بأعظم مانع يمنعه من حصولها؛ فإنَّ كفره يكون عقوبةً وطبعاً لا يزول؛ كما قال تعالى: {فلما زاغوا أزاغ الله قلوبَهم}، {ونقلِّب أفئِدَتَهم وأبصارَهم كما لم يؤمنوا به أوَّلَ مرةٍ}.
ودلَّت الآية أنَّهم إن لم يزدادوا كفراً بل رجعوا إلى الإيمان، وتركوا ما هم عليه من الكفران؛ فإن الله يغفر لهم، ولو تكرَّرت منهم الردَّة، وإذا كان هذا الحكم في الكفر؛ فغيرُهُ من المعاصي التي [دونه] من باب أولى؛ أنَّ العبد لو تكررت منه ثم عاد إلى التوبة؛ عاد الله له بالمغفرة.
137. Yani imandan sonra tekrar tekrar küfre sapan, hidayetten sonra dalâlete giren, gördükten sonra körleşen, iman edip sonra küfreden ve küfretmekte ısrar edip onu artıran kimse doğru yola ulaşmaktan, hidayeti bulmak muvaffakiyetine mazhar olmaktan alabildiğine uzaktır. Allah’ın mağfiretinden de uzaktır. Çünkü o mağfiretin gerçekleşmesinin en büyük engeli olan bir işi yapmıştır. Onun küfre sapması, yaptıklarının bir cezasıdır ve onda değişmez bir karakter olarak ortaya çıkar.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Onlar eğriliğe sapınca Allah’da kalplerini saptırdı” (es-Saf, 61/5);
“İlk defa ona iman etmedikleri gibi (yine iman etmezler) biz de onların kalplerini ve gözlerini (haktan) çeviririz (de onu ne görür ne de kavrarlar).” (el-En’am, 6/110)
Âyet-
i kerime şuna delildir: Eğer bunlar küfürlerini artırmayıp imana dönecek ve küfrü büsbütün terk edecek olsalar Allah onların günahlarını bağışlar. Defalarca irtidat etseler bile. Bu hüküm küfür hakkında böyle olduğuna göre küfürden daha aşağı olan diğer günahlar hakkında haydi haydi söz konusudur. Eğer kul bu günahları tekrar tekrar işledikten sonra tevbeye dönecek olursa Allah ona mağfiret eder.
{بَشِّرِ الْمُنَافِقِينَ بِأَنَّ لَهُمْ عَذَابًا أَلِيمًا (138) الَّذِينَ يَتَّخِذُونَ الْكَافِرِينَ أَوْلِيَاءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِنِينَ أَيَبْتَغُونَ عِنْدَهُمُ الْعِزَّةَ فَإِنَّ الْعِزَّةَ لِلَّهِ جَمِيعًا (139)}.
138- Münafıklara kendileri için can yakıcı bir azap olduğu müjdesini ver.
139- Onlar mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinen kimselerdir. İzzeti onların yanında mı arıyorlar? Halbuki izzet bütünü ile Allah’ındır.
#
{138} البشارة تستعمل في الخير، وتستعمل في الشر بقيدٍ؛ كما في هذه الآية. يقول تعالى: {بشِّر المنافقين}؛ أي: الذين أظهروا الإسلام وأبطنوا الكفر بأقبح بشارةٍ وأسوئها، وهو العذاب الأليم، وذلك بسبب محبَّتهم الكفار وموالاتهم ونصرتهم وتركهم لموالاة المؤمنين؛ فأيُّ شيءٍ حملهم على ذلك؟! أيبتغون عندهم العِزَّة؟! وهذا هو الواقع من أحوال المنافقين، ساء ظنُّهم بالله، وضَعُفَ يقينُهم بنصر الله لعبادِهِ المؤمنين، ولحظوا بعض الأسباب التي عند الكافرين، وقصر نظرُهم عما وراء ذلك، فاتَّخذوا الكافرين أولياء يتعزَّزون بهم ويستنصِرون، والحال أنَّ العزَّة لله جميعاً؛ فإنَّ نواصي العباد بيدِهِ ومشيئته نافذةٌ فيهم، وقد تكفَّل بنصر دينِهِ وعبادِهِ المؤمنين، ولو تخلَّل ذلك بعض الامتحان لعباده المؤمنين وإدالة العدوِّ عليهم إدالةً غير مستمرة؛ فإن العاقبة والاستقرار للمؤمنين.
وفي هذه الآية الترهيب العظيم من موالاة الكافرين وترك موالاة المؤمنين، وأنَّ ذلك من صفات المنافقين، وأنَّ الإيمان يقتضي محبَّة المؤمنين وموالاتهم وبُغض الكافرين وعداوَتِهم.
138. Müjde vermek, iyi şeyleri haber vermek için kullanılır. Kötülüğü haber vermek içinse -bu âyet-i kerimede olduğu gibi- belli bir kayıt ile birlikte kullanılır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “münafıklara” yani İslâm’a girdiklerini açığa vurmakla birlikte içten içe kâfir olan kimselere en çirkin ve en kötü bir müjde olan
“can yakıcı bir azap” müjdesini ver.
139. Münafıklar hakkındaki bu azabın sebebi, kâfirlere sevgi beslemeleri, onları dost edinmeleri, onlara yardımcı olmaları, buna karşılık mü’minleri dost edinmeyi terk etmeleridir. Peki, onları bu şekilde davranmaya iten nedir? Yoksa onlar kâfirlerin yanında izzet mi arıyorlar? İşte münafıkların gerçek durumu budur. Onlar böyle yapmakla Allah hakkında kötü zan beslemiş oluyorlar. Allah’ın mü’min kullarına yardımcı olacağı hakkındaki yakinlerinin zayıflığından dolayı bu kanaate sahip bulunuyorlar.
Onlar kâfirlerin sahip oldukları bazı imkânları görmekle birlikte bunun ötesini göremeyecek kadar kısır görüşlü olduklarından dolayı kâfirleri dost edinmişler, onların yanında güç arayışına ve onlardan yardım isteme noktasına gelmişlerdir.
“Hâlbuki izzet bütünü ile Allah’ındır.” Kulların bütün iradeleri O’nun elindedir, onlar hakkında gerçekleşen de O’nun meşietidir. O, dinini ve mü’min kullarını zafere ulaştırmayı garanti etmiştir. Zaman zaman araya mü’min kullarının karşı karşıya kaldıkları bazı imtihanlar girse ve düşmanın onlara karşı geçici olarak muzaffer olmaları söz konusu olsa bile güzel âkıbet ve istikrar mü’minlerindir.
Bu ayet-i kerimede kâfirleri dost edinmekten ve mü’minleri dost edinmeyi terk etmekten ileri derecede sakındırma söz konusudur. Ayrıca bunun, münafıkların niteliklerinden olduğu belirtilmekte ve imanın da mü’minleri sevmeyi, onları dost bilmeyi, kâfirlere de kin duyup onlara düşmanlık etmeyi gerektirdiği anlatılmaktadır.
{وَقَدْ نَزَّلَ عَلَيْكُمْ فِي الْكِتَابِ أَنْ إِذَا سَمِعْتُمْ آيَاتِ اللَّهِ يُكْفَرُ بِهَا وَيُسْتَهْزَأُ بِهَا فَلَا تَقْعُدُوا مَعَهُمْ حَتَّى يَخُوضُوا فِي حَدِيثٍ غَيْرِهِ إِنَّكُمْ إِذًا مِثْلُهُمْ إِنَّ اللَّهَ جَامِعُ الْمُنَافِقِينَ وَالْكَافِرِينَ فِي جَهَنَّمَ جَمِيعًا (140) الَّذِينَ يَتَرَبَّصُونَ بِكُمْ فَإِنْ كَانَ لَكُمْ فَتْحٌ مِنَ اللَّهِ قَالُوا أَلَمْ نَكُنْ مَعَكُمْ وَإِنْ كَانَ لِلْكَافِرِينَ نَصِيبٌ قَالُوا أَلَمْ نَسْتَحْوِذْ عَلَيْكُمْ وَنَمْنَعْكُمْ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ فَاللَّهُ يَحْكُمُ بَيْنَكُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَلَنْ يَجْعَلَ اللَّهُ لِلْكَافِرِينَ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ سَبِيلًا (141)}.
140- Allah, Kitapta size
(şu hükmü) indirdi: Allah’ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz vakit, onlar başka bir söze dalıncaya kadar yanlarında oturmayın. Çünkü o zaman siz de onlar gibi olursunuz. Şüphe yok ki Allah münafıkları da kâfirleri de cehennemde bir araya toplayacaktır.
141- Onlar sizi gözetleyip dururlar.
Onun için de şayet Allah’tan size bir zafer nasip olursa: “Biz de sizinle birlikte değil miydik?” derler. Eğer kâfirlere
(zaferden) bir pay düşerse derler ki:
“Biz sizin galip gelmenizi sağlamadık mı? Mü’minlere karşı da sizi korumadık mı?” Allah, kıyamet günü aranızda hüküm verecektir. Allah mü’minlerin aleyhine kâfirlere asla yol vermeyecektir.
#
{140} أي: وقد بيَّن الله لكم فيما أنزل عليكم حكمه الشرعيَّ عند حضور مجالس الكفر والمعاصي، {أن إذا سمعتُم آياتِ الله يُكْفَرُ بها ويستهزَأ بها}؛ أي: يُستهان بها، وذلك أن الواجب على كل مكلَّف في آيات الله الإيمانُ بها وتعظيمُها وإجلالها وتفخيمها، وهذا المقصود بإنزالها، وهو الذي خَلَقَ الله الخَلْق لأجله؛ فضدُّ الإيمان الكفر بها، وضدُّ تعظيمها الاستهزاء بها واحتقارها، ويدخل في ذلك مجادلة الكفار والمنافقين لإبطال آيات الله ونصر كفرهم، وكذلك المبتدعون على اختلاف أنواعهم؛ فإن احتجاجَهم على باطلهم يتضمَّن الاستهانة بآيات الله؛ لأنها لا تدل إلاَّ على الحقِّ ولا تستلزمُ إلاَّ صدقاً، بل وكذلك يدخل فيه حضور مجالس المعاصي والفسوق التي يُستهان فيها بأوامر الله ونواهيه، وتقتحم حدودُه التي حدَّها لعباده. ومنتهى هذا النهي عن القعود معهم {حتى يخوضوا في حديثٍ غيره}؛ أي: غير الكفر بآيات الله والاستهزاء بها. {إنَّكم إذاً}؛ أي: إن قعدتُم معهم في الحال المذكور {مثلُهم}: لأنكم رضيتُم بكفرِهم واستهزائِهِم، والراضي بالمعصية كالفاعل لها، والحاصل أنَّ مَن حَضَرَ مجلساً يُعصى الله به؛ فإنه يتعيَّن عليه الإنكار عليهم مع القدرة أو القيام مع عدمها.
{إنَّ الله جامع المنافقين والكافرين في جهنَّم جميعاً}؛ كما اجتمعوا على الكفر والموالاة، ولا ينفع المنافقين مجرَّد كونِهم في الظاهر مع المؤمنين؛ كما قال تعالى: {يوم يقولُ المنافقون والمنافقاتُ للَّذين آمنوا انظُرونا نَقْتَبِسْ من نورِكم ... } إلى آخر الآيات.
140. Yani Yüce Allah,
size indirdiği buyruklar içerisinde küfür ve masiyet meclislerinde bulunmanız halinde takınmanız gereken şer’i hükmü de size açıklamış bulunmaktadır: “Allah’ın âyetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay edildiğini” yani onların küçümsendiğini, hafife alındığını demektir. Çünkü Allah’ın âyetleri karşısında her mükellefin yerine getirmesi gereken görev, o âyetlere iman etmek, onları tazim etmek, yüceltmek ve onlara gereken saygıyı göstermektir. Bu âyetlerin indirilmesinden maksat budur. Allah’ın yaratıkları yaratma sebebi de budur. Buna göre o ayetlere imanın zıddı onları inkar etmektir. Bu âyetleri gereken şekilde tazim etmenin zıddı ise onlarla alay etmek ve onları küçümsemektir.
Kâfir ve münafıkların, Allah’ın âyetlerini çürütmek ve kendi küfürlerini desteklemek için giriştikleri tartışmalar da bunun kapsamına girmektedir. Değişik türleri ile bidatçiler de buna dâhildir. Zira onların kendi batıllarının doğruluğuna dair delil getirmeleri, aynı zamanda Allah’ın âyetlerini küçümsemeyi ihtiva eder. Çünkü Allah’ın âyetleri ancak hakka delildir ve ancak doğru olan bir şeyi ihtivâ ederler. Bunların yanı sıra Allah’ın emir ve yasaklarının küçümsendiği ve kulları için çizmiş olduğu sınırların çiğnendiği günah ve fısk meclislerinde bulunmak bile bu ayetteki yasağın kapsamına girmektedir.
Bu gibi kimselerle oturma yasağının nihai süresi ise
“onlar başka bir söze dalıncaya kadar” ifadesi ile belirtilmiştir. Yani Allah’ın âyetlerini inkar ve onlarla alay etmeyip bırakıp başka bir söze geçinceye kadar onlarla oturulamaz.
“Çünkü o zaman” yani sözü edilen ve yasaklanan halde onlarla birlikte oturacak olursanız
“siz de onlar gibi olursunuz.” Çünkü o zaman siz, onların küfür ve alaylarına rıza göstermiş olursunuz. Bir günaha razı olan kimse ise bizzat onu işleyen kimse gibidir.
Özetle Allah’a isyan edilen bir mecliste hazır bulunan bir kimsenin gücü yetiyor ise bna karşı çıkıp engel olması, böyle bir gücü yoksa kalkıp oradan ayrılması gerekir.
“Şüphe yok ki Allah münafıkları da kâfirleri de cehennemde bir araya toplayacaktır.” Tıpkı küfürde ve birbirlerini dost edinmede bir arada oldukları gibi. Münafıkların yalnızca zahiren mü’minlerle birlikte olmalarının da kendilerine hiçbir faydası olmayacaktır.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “O günde münafık erkeklerle münafık kadınlar mü’minlere: Bizi bekleyin de nurunuzdan aydınlanalım, derler...” (el-Hadid, 57/13)
Daha sonra Yüce Allah münafıkların gerçekte kâfirlerin dostları olduklarını,
mü’minlerin ise düşmanları olduğunu söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{141} ثم ذكر تحقيق موالاة المنافقين للكافرين ومعاداتهم للمؤمنين، فقال: {الذين يتربَّصون بكم}؛ أي: ينتظِرون الحالة التي تصيرون عليها، وتنتهون إليها من خيرٍ أو شرٍّ، قد أعدُّوا لكلِّ حالةٍ جواباً بحسب نفاقهم؛ {فإن كان لكم فتحٌ من الله قالوا ألم نكن معَكُم}؛ فيظهرون أنَّهم مع المؤمنين ظاهراً وباطناً؛ لِيَسْلَموا من القَدْح والطَّعْنِ عليهم ولِيُشْرِكوهم في الغنيمة والفيء ولينْتَصرُوا بهم. {وإن كان للكافرين نصيبٌ}: ولم يقلْ: فتحٌ؛ لأنه لا يحصل لهم فتحٌ يكون مبدأ لنصرتهم المستمرة، بل غايةُ ما يكون أن يكون لهم نصيبٌ غير مستقرٍّ حكمة من الله؛ فإذا كان ذلك؛ {قالوا ألم نستَحوِذْ عليكم}؛ أي: نستولي عليكم {ونمنَعْكم من المؤمنين}؛ أي: يتصنَّعون عندهم بكفِّ أيديهم عنهم مع القدرة، ومنعهم من المؤمنين بجميع وجوه المنع من تفنيدهم وتزهيدهم في القتال ومظاهرة الأعداء عليهم وغير ذلك مما هو معروفٌ منهم. {فاللهُ يحكمُ بينكم يوم القيامة}: فيجازي المؤمنين ظاهراً وباطناً بالجنة، ويعذِّب المنافقين والمنافقات والمشركين والمشركات.
{ولَن يَجْعَلَ الله للكافرين على المؤمنين سبيلاً}؛ أي: تسلُّطاً واستيلاءً عليهم، بل لا تزال طائفة من المؤمنين على الحق منصورة، لا يضرهم من خذلهم ولا مَن خالفهم، ولا يزال الله يحدِثُ من أسباب النصر للمؤمنين ودفع تسليط الكافرين ما هو مشهودٌ بالعيان، حتى أنَّ بعض المسلمين الذين تحكمهم الطوائف الكافرة قد بقوا محترمين، لا يتعرَّضون لأديانهم ولا يكونون مستصغَرين عندهم، بل لهم العزُّ التامُّ من الله، فلله الحمد أولاً وآخراً وظاهراً وباطناً.
141.
“Onlar sizi gözetleyip dururlar” Yani hayır ya da şer sizin sonunda ulaşacağınız noktayı, varacağınız hali gözetleyip dururlar ve münafıklıklarına uygun olarak her bir duruma uygun bir cevap hazırlarlar.
“Onun için de şayet Allah’tan size bir zafer nasip olursa: Biz de sizinle birlikte değil miydik? derler” ve bu sözlerle hem zahiren hem de batınen mü’minlerle birlikte olduklarını söylerler. Böylelikle tenkit edilmekten kurtulmayı, ganimet ve fey’de mü’minlerle ortak olmayı ve gerektiğinde de onların destek ve yardımını almayı amaçlarlar.
“Eğer kâfirlere (zaferden) bir pay düşerse” burada onlar hakkında
“zafer” denilmeyip “(zaferden) bir pay” denmiştir. Çünkü onlar için hiçbir zaman, devam edip gidecek bir zafer gerçekleşmeyecektir. Aksine -Allah’ın hikmetinin bir gereği olarak- onların bütün yapabilecekleri, zaferden sürekli olmayan bir pay sahibi olmaktan ibarettir. İşte böyle bir durum söz konusu olduğu takdirde kafirlere
“derler ki: Biz sizin galip gelmenizi sağlamadık mı?” Yani biz size yardım edip size bir galibiyet sağlamadık mı?
“Mü’minlere karşı da sizi korumadık mı?” Yani güç yetirebilmekle birlikte onlara el uzatmadıklarını söyleyerek onlara karşı yapmacık iddialarda bulunurlar. Mü’minlere karşı onları bütün yollarla koruduklarını iddia ederler. Mü’minleri kâfirleri rahatsız etmekten alıkoymak, onlarla savaşma isteklerini kırmak, mü’minlere karşı düşmanlarına destek vermek vb. gibi yaptıkları bilinen bütün yollarla.
“Allah, kıyamet günü aranızda hüküm verecektir.” Böylece zahir ve batınları ile mü’min olan kimseleri cennetle mükâfatlandıracak, münafık ve müşrik erkeklerle kadınları da azaba duçar edecektir.
“Allah mü’minlerin aleyhine kâfirlere asla yol vermeyecektir.” Kâfirleri mü’minlere musallat etmeyecek, mü’minleri avuçlarının içerisine almalarına fırsat vermeyecektir. Aksine mü’minlerden bir kesim, her zaman için hak üzere Allah’ın yardımına mazhar olmaya devam edecek, onları yardımsız bırakanların ve onlara muhalefet edenlerin onlara hiçbir zararları olmayacaktır. Yüce Allah mü’minlerin zafere kavuşmaları ve kâfirlerin onlar üzerindeki tasallutlarını bertaraf etmek için sebepler yaratmaktadır ve bu hep böyle olacaktır. Nitekim bu, gözle görülen bir husustur. Hatta kâfir kesimlerin egemen olduğu kimi müslümanlar bile saygı duyulan bir konumda bulunmakta, dinlerine herhangi bir şekilde saldırılmamakta, hor ve hakir görülmemektedirler. Aksine Allah’tan tam bir izzete sahip bulunmaktadırlar. Önünde de sonunda da zahiren ve batınen de hamd Allah’ındır.
{إِنَّ الْمُنَافِقِينَ يُخَادِعُونَ اللَّهَ وَهُوَ خَادِعُهُمْ وَإِذَا قَامُوا إِلَى الصَّلَاةِ قَامُوا كُسَالَى يُرَاءُونَ النَّاسَ وَلَا يَذْكُرُونَ اللَّهَ إِلَّا قَلِيلًا (142) مُذَبْذَبِينَ بَيْنَ ذَلِكَ لَا إِلَى هَؤُلَاءِ وَلَا إِلَى هَؤُلَاءِ وَمَنْ يُضْلِلِ اللَّهُ فَلَنْ تَجِدَ لَهُ سَبِيلًا (143)}.
142- Doğrusu münafıklar Allah’ı aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki O, onların aldatmalarını başlarına geçirir. Namaza kalktıkları vakit de üşene üşene kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar ve Allah’ı ancak pek az anarlar.
143- Onlar bu ikisi arasında bocalayan kararsız kimselerdir. Ne bunlara ne de onlara
(taraf) olurlar. Allah’ın şaşırttığı kimseye sen asla yol bulamazsın.
#
{142} يخبر تعالى عن المنافقين بما كانوا عليه من قبيح الصفات وشنائع السمات، وأن طريقَتَهم مخادعة الله تعالى؛ أي: بما أظهروه من الإيمان، وأبطنوه من الكفران؛ ظنُّوا أنه يروجُ على الله ولا يعلمه ولا يُبديه لعباده، والحال أنَّ الله خادِعُهم؛ فمجرَّد وجود هذه الحال منهم ومشيهم عليها خداعٌ لأنفسهم، وأيُّ خداع أعظمُ ممَّن يسعى سعياً يعود عليه بالهوانِ والذُّلِّ والحرمانِ، ويدلُّ بمجرَّده على نقص عقل صاحبه؛ حيث جمع بين المعصية ورآها حسنةً وظنَّها من العقل والمكر؟! فلله ما يصنع الجهلُ والخِذلانُ بصاحبه! ومن خداعه لهم يوم القيامة ما ذَكَرَهُ الله في قوله: {يوم يقول المنافقون والمنافقات للذين آمنوا انظُرونا نَقْتَبِسْ من نورِكُم قيلَ ارجِعوا وراءكم فالْتَمِسوا نوراً فضُرِبَ بينَهم بسورٍ له بابٌ باطِنُهُ فيه الرحمةُ وظاهرهُ من قِبَلِهِ العذابُ ينادونهم ألم نكن معكم ... } إلى آخر الآيات. ومن صفاتِهم أنَّهم {إذا قاموا إلى الصلاة} إن قاموا، التي هي أكبر الطاعات العملية {قاموا كسالى}: متثاقلين لها متبَرِّمين من فعلها، والكسل لا يكون إلاَّ مِن فَقْدِ الرغبة من قلوبهم؛ فلولا أنَّ قلوبهم فارغةٌ من الرغبة إلى الله وإلى ما عنده عادمةٌ للإيمان؛ لم يصدر منهم الكسل. {يراؤون الناس}؛ أي: هذا الذي انطوت عليه سرائرُهُم، وهذا مصدرُ أعمالهم، مراءاة الناس، يقصِدون رؤية الناس وتعظيمَهم، واحترامَهم، ولا يُخلصِون لله؛ فلهذا {لا يذكرونَ الله إلا قليلاً}؛ لامتلاء قلوبِهِم من الرِّياء؛ فإنَّ ذكر الله تعالى وملازمته لا يكون إلاَّ من مؤمن ممتلئٍ قلبُه بمحبَّة الله وعظمته.
142. Yüce Allah münafıkların sahip oldukları çirkin nitelikleri ve oldukça kötü alâmetleri haber vermektedir. Onların izledikleri yolun, Allah’ı aldatmaya çalışmaktan ibaret olduğunu bildirmektedir. Yani onlar, açığa vurdukları imanla ve içlerinde sakladıkları küfür ile Yüce Allah’ı -haşa- kandırabileceklerini, O’nun gerçeği bilmediğini ve gerçek yüzlerini kullarına açıklamayacağını zannediyorlar. Gerçekte ise onları aldatan Allah’tır, yani Allah onların bu yaptıklarının misliyle onları cezalandırır. Yalnızca onların bu halleri ve bu yolda devam etmeleri bile onların kendi kendilerini aldatması demektir. Bir kimsenin sonunda kendisini hakir ve zelil düşürecek ve mahrum bırakacak bir iş yapmasından daha büyük aldanma söz konusu olabilir mi? Yalnızca böyle bir davranış bile kişinin aklının ne kadar kıt olduğunu göstermektedir. Çünkü böyle davranan bir kimse hem günah işlemekte, hem onu güzel görmekte, hem de bu yaptığı işin akıllılık ve hile olduğunu zannetmektedir. Cahilliğin ve ilâhi yardımdan mahrum kalmanın kişiyi düşürdüğü bu hal, gerçekten dikkate değer bir haldir.
Yüce Allah’ın münafıkları aldatmasının,
yani aldatmalarını başlarına geçirmesinin bir parçası da Yüce Allah’ın şu buyruğunda sözünü ettiği durumdur: “O gün münafık erkeklerle münafık kadınlar mü’minlere: Bizi bekleyin de nurunuzdan aydınlanalım, diyecekler. Arkanıza dönün de (başka bir) nur arayın, denilecek. Aralarına iç tarafında rahmet, dış tarafında ise azap bulunan ve kapısı olan bir duvar çekilecektir. (Münafıklar) o (müminlere): Biz (dünyada) sizinle beraber değil miydik? diye seslenirler...” (el-Hadid, 57/13-14)
Bu münafıkların niteliklerinden birisi de şudur: Onlar amelî itaatlerin en büyüğü olan
“namaza kalktıkları vakit de” olur da kalkarlarsa
“üşene üşene kalkarlar” ağırdan alarak ve namaz kılmaktan rahatsız bir şekilde kılarlar. Tembellik, ancak bunu kalpten arzu etmediklerinden dolayı söz konusu olur. Şâyet kalplerinde Allah’a yönelme, O’nun nezdindekileri arzulama namına bir duygu ve imanın zerresi bulunsaydı böyle bir tembellikleri söz konusu olmazdı.
“İnsanlara gösteriş yaparlar.” Yani içlerinde gizledikleri şey budur. Onların amellerinin çıkış noktası da insanlara gösterişte bulunmaktır. İnsanların görmesi, kendilerini övmesi, kendilerine saygı duyması maksadı ile bu fiilleri yaparlar. Yoksa ihlâsla Allah için yapmazlar. İşte bundan dolayı da
“Allah’ı ancak pek az anarlar.” Çünkü kalpleri riyakarlık ile dopdoludur. Yüce Allah’ı zikretmek ve buna devam etmek ise ancak kalbi Allah sevgisi ve azameti ile dopdolu olan mü’min kimselerin yapabileceği bir iştir.
#
{143} {مذبذبين بين ذلك لا إلى هؤلاء ولا إلى هؤلاء}؛ أي: متردِّدين بين فريق المؤمنين وفريق الكافرين، فلا من المؤمنين ظاهراً وباطناً ولا من الكافرين ظاهراً وباطناً، أعطوا باطِنَهم للكافرين وظاهِرَهم للمؤمنين، وهذا أعظم ضلال يُقدَّر، ولهذا قال: {ومن يُضْلِل الله فلن تجد له سبيلاً}؛ أي: لن تجد طريقاً لهدايته ولا وسيلةً لترك غوايتِهِ؛ لأنَّه انغلق عنه بابُ الرحمة، وصار بَدَله كل نقمةٍ؛ فهذه الأوصاف المذمومة تدلُّ بتنبيهها على أنَّ المؤمنين متَّصفون بضدِّها من الصدق ظاهراً وباطناً والإخلاص، وأنَّهم لا يُجْهَلُ ما عندهم، ونشاطهم في صلاتهم وعباداتهم وكَثْرَةُ ذِكْرِهم لله تعالى، وأنَّهم قد هداهم الله ووفَّقهم للصراط المستقيم، فليعرِض العاقل نفسَه على هذين الأمرين، وليخترْ أيَّهما أولى به، والله المستعان.
143. Yani onlar mü’min kesim ile kâfir kesimi arasında gidip gelirler. Ne zahir ve batınları ile mü’minlerdendirler. Ne de zahir ve batınları ile kâfirlerdendirler. Onlar içlerini kâfirlere açmışlardır, zahirlerini de mü’minlere vermiş gibi görünürler. Bu ise mümkün olabilen sapıklığın en büyüğüdür.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
“Allah’ın şaşırttığı kimseye sen asla yol bulamazsın.” Böyle bir kimseyi hidayete iletmeye, azgınlığını terk etmesi için ona bir çare bulmaya imkânın yoktur. Çünkü böyle bir kimseye karşı rahmet kapısı kilitlenmiş ve onun yerini her türlü azap almıştır. Bu kötü sıfatlar -bir uyarı olarak- mü’minlerin, zahiren ve batınen bunların zıddı olan doğruluk ve ihlâs niteliklerine sahip olduklarına, namaz ve ibadetlerindeki gayretleri ile Yüce Allah’ı çokça zikretmelerinin bilinmeyen bir durum olmadığına delildir. Yine Allah’ın onları hidayete ilettiğine ve Sırat-ı Müstakimi izleme tevfikini onlara ihsan ettiğine de delildir. O halde aklı başında bulunan bir kimse bu iki grup özelliği göz önünde bulundursun ve kendisini de değerlendirsin. Kendisi için daha uygun bulduğunu da tercih etsin. Yardım istenecek Allah’tır.
{يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا الْكَافِرِينَ أَوْلِيَاءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِنِينَ أَتُرِيدُونَ أَنْ تَجْعَلُوا لِلَّهِ عَلَيْكُمْ سُلْطَانًا مُبِينًا (144)}.
144- Ey iman edenler! Mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin. Aleyhinizde Allah’a apaçık bir delil vermek mi istiyorsunuz?
#
{144} لما ذكر أنَّ من صفات المنافقين اتِّخاذ الكافرين أولياء من دون المؤمنين؛ نهى عبادَهُ المؤمنين أن يتَّصفوا بهذه الحالة القبيحة، وأن يُشابهوا المنافقين؛ فإنَّ ذلك موجب لأن {تجعلوا لله عليكم سلطاناً مبيناً}؛ أي: حجة واضحةً على عقوبتكم؛ فإنه قد أنذرنا وحذَّرنا منها، وأخبرنا بما فيها من المفاسد؛ فسلوكها بعد هذا موجب للعقاب. و [في] هذه الآية دليل على كمال عدل الله، وأنَّ الله لا يعذِّب أحداً قبل قيام الحجة عليه. وفيها التحذير من المعاصي؛ فإنَّ فاعِلَها يجعل لله عليه سلطاناً مبيناً.
144. Şanı Yüce Allah münafıkların nitelikleri arasında mü’minleri bırakıp kâfirleri dost edinme vasfını söz konusu ettikten sonra mü’min kullarına bu çirkin sıfata sahip olmalarını ve münafıklara benzemelerini yasaklamaktadır. Çünkü böyle bir tutum
“aleyhinizde Allah’a apaçık bir delil vermek” olur, yani sizin cezalandırılmanızı haklı kılacak açık bir kanıt vermiş olacaksınız. Çünkü Yüce Allah böyle bir niteliğe sahip olmaktan bizi sakındırmış ve uyarmıştır. Ayrıca böyle bir niteliğe sahip olmanın doğuracağı fesatları da bize haber vermiştir. Artık bundan sonra böyle bir yolu izlemek cezalandırmayı gerektirir.
Bu ayet-i kerime Yüce Allah’ın adaletinin kemaline, O’nun herhangi bir kimseye gerekli delili ortaya koymadan azap etmeyeceğine delildir. Yine bu buyruk günahlardan da sakındırmaktadır. Çünkü günah işleyen bir kimse kendi aleyhine Allah’a apaçık bir delil vermiş olur.
{إِنَّ الْمُنَافِقِينَ فِي الدَّرْكِ الْأَسْفَلِ مِنَ النَّارِ وَلَنْ تَجِدَ لَهُمْ نَصِيرًا (145) إِلَّا الَّذِينَ تَابُوا وَأَصْلَحُوا وَاعْتَصَمُوا بِاللَّهِ وَأَخْلَصُوا دِينَهُمْ لِلَّهِ فَأُولَئِكَ مَعَ الْمُؤْمِنِينَ وَسَوْفَ يُؤْتِ اللَّهُ الْمُؤْمِنِينَ أَجْرًا عَظِيمًا (146) مَا يَفْعَلُ اللَّهُ بِعَذَابِكُمْ إِنْ شَكَرْتُمْ وَآمَنْتُمْ وَكَانَ اللَّهُ شَاكِرًا عَلِيمًا (147)}.
145- Şüphesiz münafıklar cehennemin en aşağı tabakasındadırlar. Onlara hiçbir yardımcı bulamazsın.
146- Ancak tevbe edenler, hallerini düzeltenler, Allah’a sımsıkı sarılanlar ve dinlerini Allah için halis kılanlar müstesnadır. İşte onlar mü’minlerle beraberdir. Allah mü’minlere büyük bir mükâfat verecektir.
147- Eğer şükreder ve iman ederseniz Allah size ne diye azap etsin? Allah Şâkirdir, Alîmdir.
#
{145} يخبرُ تعالى عن مآل المنافقين أنَّهم في أسفل الدَّرَكات من العذاب وأشرِّ الحالات من العقاب؛ فهم تحت سائر الكفار؛ لأنَّهم شاركوهم بالكفرِ بالله ومعاداة رسله، وزادوا عليهم المكرَ والخديعةَ والتمكُّن من كثير من أنواع العداوة للمؤمنين على وجه لا يُشْعَرُ به ولا يحسُّ، ورتَّبوا على ذلك جريان أحكام الإسلام عليهم واستحقاق ما لا يستحقُّونه؛ فبذلك ونحوه استحقُّوا أشدَّ العذاب، وليس لهم منقذ من عذابه ولا ناصرٌ يدفع عنهم بعض عقابه.
145. Yüce Allah münafıkların âkıbetini haber vermektedir. Onlar azabın en aşağı tabakalarında, cezanın en kötü olanında bulunacaklardır. Zira onlar cehennemde diğer kâfirlerden de daha aşağıda olacaklardır. Çünkü onlar, Allah’a küfretmek ve O’nun peygamberlerine düşmanlık beslemekte kâfirlerle ortak bir tutum sergilemişler, bunun yanı sıra bir de mü’minlere karşı fark edemiyecekleri bir şekilde hile, tuzak, aldatma, çeşitli ve çok sayıda düşmanlık besleme yoluna başvurmuşlardı. Buna bağlı olarak İslâm ahkâmının kendilerine uygulanmasını ve hak etmedikleri şeyleri zahiren de olsa hak eder durumda olmuşlardı. İşte bu ve benzeri sebepler dolayısı ile onlar en ağır azabı hak etmişlerdir. Bu azaptan onları kurtarabilecek ve bu azabın bir bölümünün kaldırılmasında olsun onlara yardım edebilecek hiçbir kimse yoktur. Bu hüküm bütün münafıklar hakkında umumidir.
#
{146} وهذا عامٌّ لكل منافق؛ إلاَّ مَن مَنَّ الله عليهم بالتوبة من السيئات. {وأصلحوا}: له الظواهر والبواطن. واعتصموا به والتجؤوا إليه في جلب منافعهم ودفع المضار عنهم، {وأخلصوا دينهم}: الذي هو الإسلامُ والإيمان والإحسان {لله}: فقصدوا وجهَ الله بأعمالهم الظاهرة والباطنة، وسلِموا من الرياء والنفاق؛ فمن اتَّصف بهذه الصفات {فأولئك مع المؤمنين}؛ أي: في الدُّنيا والبرزخ ويوم القيامة، {وسوف يؤت الله المؤمنينَ أجراً عظيماً}: لا يعلمُ كُنْهَهُ إلا الله، مما لا عينٌ رأت ولا أذنٌ سمعت ولا خطر على قلب بشر. وتأمَّل كيف خصَّ الاعتصام والإخلاص بالذِّكر مع دخولهما في قوله: {وأصلحوا}؛ لأنَّ الاعتصام والإخلاص من جملة الإصلاح؛ لشدَّة الحاجة إليهما، خصوصاً في هذا المقام الحرج، الذي تمكَّن من القلوبِ النفاقُ، فلا يزيله إلاَّ شدة الاعتصام بالله ودوام اللجأ والافتقار إليه في دفعه، وكون الإخلاص منافٍ كل المنافاة للنفاق، فذكرهما لفضلِهما وتوقُّف الأعمال الظاهرة والباطنة عليهما ولشدَّة الحاجة في هذا المقام إليهما.
وتأمَّل كيف لما ذكر أنَّ هؤلاء مع المؤمنين؛ لم يقل: وسوف يؤتيهم أجراً عظيماً، مع أن السياق فيهم، بل قال: {وسوف يؤتي الله المؤمنين أجراً عظيماً}؛ لأنَّ هذه القاعدة الشريفة لم يزل الله يبدئ فيها ويعيد إذا كان السياق في بعض الجزئيات، وأراد أن يترتب عليه ثواباً أو عقاباً، وكان ذلك مشتركاً بينه وبين الجنس الداخل فيه؛ رتَّب الثواب في مقابلة الحكم العام الذي تندرج تحته تلك القضية وغيرها، ولئلاَّ يُتَوَهَّم اختصاصُ الحكم بالأمرِ الجزئيِّ؛ فهذا من أسرار القرآن البديعة؛ فالتائبُ من المنافقين مع المؤمنين وله ثوابُهم.
146. Ancak Allah’ın kendilerine kötülüklerinden
“tevbe” etmeyi lütfettikleri, böylece “hallerini düzeltenler” yani Allah için zahirlerini ve batınlarını da ıslah edenler
“Allah’a sımsıkı sarılanlar” yani menfaatlerini elde etmek ve kendilerine gelecek zararı önlemek hususunda O’na sığınanlar
“ve dinlerini” yani İslâm, iman ve ihsandan ibaret olan dinlerini
“Allah için halis kılanlar” zahirî ve batınî amelleri ile Allah’ın vereceği karşılığı isteyenler, riyakârlık ve münafıklıktan kurtulanlar
“müstesnadır.”
“İşte onlar” bu niteliklere sahip olan kimseler, dünyada da berzah aleminde de Kıyamet gününde de
“mü’minlerle beraberdir. Allah mü’minlere büyük bir mükâfat verecektir.” ki bu, özünü Allah’tan başka kimsenin bilmediği, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın hatırından dahi geçmemiş bir mükâfattır.
Burada Allah’a sımsıkı sarılma ve ihlâs,
Yüce Allah’ın: “hallerini düzeltenler (ıslah edenler)” buyruğunun kapsamına girmekle birlikte burada onların özellikle ve ayrıca zikredilmiş olmaları üzerinde dikkatle durulmalıdır. Çünkü Allah’a sımsıkı sarılmak ve ihlâslı olmak, ıslahın kapsamına girer. Bunların özellikle zikredilmelerinin sebebi ise bilhassa nifakın kalplerde iyice yer ettiği bu önemli konumda onlara ileri derecede ihtiyaç duyulduğundan dolayıdır. Çünkü nifakı ortadan kaldıran, Allah’a sımsıkı sarılmak, sürekli olarak O’na sığınmak ve bu münafıklığı bertaraf etme noktasında devamlı O’na muhtaç olduğunun şuuruna varmaktır. İhlâsın da tam anlamı ile münafıklığa aykırı oluşu da bunların ayrıca zikredilmesini gerektiren diğer bir sebeptir. O bakımdan bu ikisinin
(Allah’a sımsıkı sarılmak ve ihlâs) ayrıca anılmaları üstünlükleri ve faziletleri, zahiri ve batıni bütün amellerin bunlara bağlı olması ve böyle bir konumda onlara ileri derecede ihtiyaç duyulması dolayısıyladır.
Ayrıca bu gibi kimselerin mü’minlerle birlikte oldukları söz konusu edildikten sonra -anlatım onlar hakkında olduğu halde-
Yüce Allah’ın: “Allah onlara büyük bir mükâfat verecektir” demeyerek
“Allah mü’minlere büyük bir mükâfat verecektir” dediğine de dikkat etmeliyiz.
Çünkü Yüce Allah’ın defalarca tekrarladığı oldukça önemli bir kaide şudur: Eğer buyrukların söz konusu ettiği husus, cüzi bazı meselelerle alakalı olur ve Yüce Allah da o meselenin mükâfat ya da cezayı gerektirdiğini anlatmayı irade buyurursa, bununla birlikte bu, hem o cüzi meseleyi hem de onunla aynı türden olan başka meseleleri kapsıyor ise Yüce Allah, mükâfatı ya da cezayı gerek o meseleyi gerekse onun kapsamına giren diğer meseleleri kapsayacak şekilde genel bir hüküm olarak söz konusu eder. Ki böylelikle herhangi bir kimse bu hükmün o cüzi meseleye has olduğu vehmine kapılmasın. İşte bu, Kur’ân-ı Kerîm’in harikulade sırlarından birisidir. İşte burada da tevbe eden münafıklar mü’minlerle beraberdir ve mü’minlerin mükâfatı bu tevbe edenler için de söz konusudur.
#
{147} ثم أخبر تعالى عن كمال غِناه وسَعَةِ حلمه ورحمته وإحسانه، فقال: {ما يفعلُ الله بعذابِكُم إن شَكَرْتُم وآمنتم}: والحالُ أنَّ الله شاكرٌ عليمٌ، يعطي المتحمِّلين لأجلِهِ الأثقال، الدَّائبين في الأعمال، جزيل الثواب وواسعَ الإحسان، ومن تَرَكَ شيئاً لله؛ أعطاه الله خيراً منه، ومع هذا يعلم ظاهِرَكم وباطِنَكم وأعمالكم وما تصدُرُ عنه من إخلاص وصدقٍ وضدِّ ذلك، وهو يريد منكم التوبة والإنابة والرجوع إليه؛ فإذا أنبتُم إليه؛ فأيُّ شيءٍ يفعل بعذابكم؛ فإنَّه لا يتشفَّى بعذابكم ولا ينتفع بعقابِكم، بل العاصي لا يضرُّ إلاَّ نفسه؛ كما أنَّ عمل المطيع لنفسِهِ، والشكر هو خضوعُ القلب، واعترافُه بنعمة الله، وثناءِ اللسان على المشكور، وعمل الجوارح بطاعتِهِ، وأن لا يستعينَ بنعمه على معاصيه.
147. Daha sonra Yüce Allah hiçbir kimseye muhtaç olmayan kemal derecesinde Ğani olduğunu, hilminin ve rahmetinin genişliğini,
ihsanının bolluğunu haber vererek şöyle buyurmaktadır: “Eğer şükreder ve iman ederseniz Allah size ne diye azap etsin?” Çünkü gerçek şu ki
“Allah Şâkirdir”, yani kendi rızası için ağırlıkları yüklenen, sıkıntılara katlanan, hayırlı amelleri sürekli işleyen kimselere pek bol mükâfat verir ve büyük ihsanlarda bulunur. Allah için herhangi bir şeyi terk eden kimseye Allah ondan hayırlı olanı verir. Bununla birlikte O, “Alîmdir”, sizin içinizi de dışınızı da bilir. Amellerinizi de bilir. Bu amellerden hangisinin ihlâs ve samimiyetle yapıldığını da bilir, bunun zıddını da bilir.
O, sizin O’na tevbe etmenizi ve kendisine dönmenizi ister. Şâyet O’na dönecek olursanız, O size azabı neylesin? Çünkü azap görmeniz O’nun hoşlanacağı bir şey değildir. Sizin cezalandırılmanız O’na bir fayda sağlamaz. Aksine isyankâr bir kimse ancak kendisine zarar verir. Nitekim itaatkârın ameli de itaatkâra fayda sağlar.
Şükür, kalbin itaatle boyun eğip Allah’ın nimetlerini itiraf etmesi, dilin O’ndan övgü ile söz etmesi, azaların O’na itaat ile amel etmesi ve Allah’ın nimetleri ile O’na isyana kalkışılmamasıdır.
{لَا يُحِبُّ اللَّهُ الْجَهْرَ بِالسُّوءِ مِنَ الْقَوْلِ إِلَّا مَنْ ظُلِمَ وَكَانَ اللَّهُ سَمِيعًا عَلِيمًا (148) إِنْ تُبْدُوا خَيْرًا أَوْ تُخْفُوهُ أَوْ تَعْفُوا عَنْ سُوءٍ فَإِنَّ اللَّهَ كَانَ عَفُوًّا قَدِيرًا (149)}.
148- Allah -zulme uğrayan müstesna- kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez. Allah Semîdir, Alîmdir.
149- Bir hayrı açıktan işler veya onu gizlerseniz yahut bir kötülüğü affederseniz
(bilin ki) Allah Afuvdur, Kâdirdir.
#
{148} يخبر تعالى أنه لا يحبُّ الجهر بالسوء من القول؛ أي: يبغض ذلك ويمقُتُه ويعاقبُ عليه، ويشمل ذلك جميع الأقوال السيئة التي تسوء وتحزن؛ كالشتم والقذف والسَّبِّ ونحو ذلك؛ فإن ذلك كلَّه من المنهيِّ عنه الذي يبغضُه الله، ويدلُّ مفهومها أنه يحبُّ الحسن من القول؛ كالذِّكر والكلام الطيب الليِّن. وقوله: {إلَّا من ظُلم}؛ أي: فإنه يجوز له أن يَدْعُوَ على من ظَلَمَهُ ويشتكي منه ويجهر بالسُّوء لمن جَهَرَ له به من غير أن يكذِبَ عليه ولا يزيدُ على مظلمتِهِ ولا يتعدَّى بشتمه غير ظالمه، ومع ذلك؛ فعفوُهُ وعدم مقابلته أولى؛ كما قال تعالى: {فمن عفا وأصْلَحَ فأجرُهُ على الله}، {وكان الله سميعاً عليماً}.
ولما كانت الآية قد اشتملت على الكلام السيئ والحسن والمباح؛ أخبر تعالى أنه سميع، فيسمع أقوالكم؛ فاحذروا أن تتكلَّموا بما يغضب ربَّكم فيعاقبكم [على ذلك]، وفيه أيضاً ترغيب على القول الحسن. عليمٌ بنيَّاتكم ومصدر أقوالكم.
148. Yüce Allah kötü sözün açıkça söylemesini sevmediğini haber vermektedir. Yani O böyle bir şeye buğzeder, gazabeder ve bundan dolayı cezalandırır.
“Kötü söz” sövmek, iftira etmek, çirkin söz söylemek vb. gibi hoşlanılmayan ve kişiyi üzen bütün kötü sözleri kapsamına alır. Çünkü bütün bunlar Yüce Allah’ın söylenmesini yasakladığı ve buğzettiği sözler arasındadır. Buyruğun mefhumu da şuna delildir: Allah zikir, hoş ve yumuşak söz vb. gibi bütün güzel sözleri de sever.
“Zulme uğrayan müstesna” yani böyle bir kimsenin kendisine zulmeden kimseye beddua etmesi, ondan şikayetçi olması ve kendisine açıkça kötü söz söyleyen kimseye misliyle karşılık vermesi caizdir. Ancak ona yalan ve iftira atmaması, yaptığı haksızlıktan daha ileri gitmemesi, kendisine zulmeden kimseden başkasına sövmek sureti ile de haddi aşmaması gerekir. Bununla birlikte affetmesi ve karşılık vermemesi daha uygundur.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Kim affedip düzeltirse artık onun mükâfatını vermek Allah’a aittir.” (eş-Şura, 42/40)
“Allah Semîdir, Alîmdir” Âyet-i kerime kötü, güzel ve mubah sözleri kapsadığından dolayı Yüce Allah
“Semî”, yani her şeyi işiten olduğunu haber vermektedir. O, sizin bütün sözlerinizi işitir. O bakımdan Rabbinizi gazaplandıracak şeyler konuşmaktan sakının. Aksi takdirde sizi cezalandırır. Yine bu buyruk ile güzel söz söylemek de teşvik edilmektedir. Allah “Alîmdir”, sizin niyetlerinizi de sözlerinizin asıl kaynağını da bilir.
#
{149} ثم قال تعالى: {إن تُبْدوا خيراً أو تُخْفوه}: وهذا يشمل كلَّ خير قوليٍّ وفعليٍّ ظاهر وباطن من واجب ومستحب، {أو تعفوا عن سوءٍ}؛ أي: عمَّن ساءكم في أبدانكم وأموالِكم وأعراضِكم فتسمَحوا عنه؛ فإنَّ الجزاء من جنس العمل؛ فمن عفا لله؛ عفا الله عنه. ومن أحسن؛ أحسن الله إليه؛ فلهذا قال: {فإنَّ الله كان عفوًّا قديراً}؛ أي: يعفو عن زَلاَّت عباده وذنوبهم العظيمة، فيسدِلُ عليهم سِتْرَه، ثم يعاملهم بعفوِهِ التامِّ الصادر عن قدرته.
وفي هذه الآية إرشادٌ إلى التفقه في معاني أسماء الله وصفاته، وأنَّ الخلق والأمر صادرٌ عنها، وهي مقتضية له ولهذا يعلل الأحكام بالأسماء الحسنى كما في هذه الآية، لما ذكر عمل الخير والعفو عن المسيء، رتَّب على ذلك بأن أحالنا على معرفة أسمائِهِ، وأنَّ ذلك يُغنينا عن ذِكْرِ ثوابها الخاص.
149.
Yüce Allah: “Bir hayrı açıktan işler veya onu gizlerseniz” buyurmaktadır. Bu ise sözlü, fiili, açık, gizli, farz ve müstehab her türlü hayrı kapsar.
“Yahut bir kötülüğü affederseniz” yani bedenleriniz, mallarınız, namus, şeref ve haysiyetiniz konusunda size kötülük eden kimseleri affedip müsamaha ile karşılayacak olursanız, hiç şüphesiz bunun karşılığı amelin cinsinden olacaktır. Şöyle ki Allah için affeden kimseyi Allah da affeder. İyilikte bulunan kimseye Allah da iyilikte bulunur.
Bundan dolayı O: “(bilin ki) Allah Afuvdur, Kâdirdir” buyurmaktadır. Yani O, kullarının yanılmalarını da büyük günahlarını da affeder. Onları kendi örtüsü ile örter, sonra da kudretinden sadır olan tam bir af ile onlara muamelede bulunur.
Bu âyet-i kerimede Allah’ın isim ve sıfatlarının manalarını iyice anlamaya, yaratmanın da emretmenin de bunlardan sadır olduğunu düşünmeye, esasen bu isim ve sıfatların bu emirleri gerektirdiğine dikkat etmeye dair bir irşad vardır. Bundan dolayıdır ki Yüce Allah ahkâmın illetlerini/gerekçelerini -bu ayeti kerimede olduğu gibi- esma-i hüsna ile açıklamaktadır. Şöyle ki O, hayır iş yapmayı ve kötülük işlerini bağışlamayı söz konusu ettikten sonra bunlarla ilgili yüce isimlerini zikretmektedir ki bu da bu gibi davranışların özel sevaplarını ayrıca söz konusu etmeye ihtiyaç bırakmaz.
{إِنَّ الَّذِينَ يَكْفُرُونَ بِاللَّهِ وَرُسُلِهِ وَيُرِيدُونَ أَنْ يُفَرِّقُوا بَيْنَ اللَّهِ وَرُسُلِهِ وَيَقُولُونَ نُؤْمِنُ بِبَعْضٍ وَنَكْفُرُ بِبَعْضٍ وَيُرِيدُونَ أَنْ يَتَّخِذُوا بَيْنَ ذَلِكَ سَبِيلًا (150) أُولَئِكَ هُمُ الْكَافِرُونَ حَقًّا وَأَعْتَدْنَا لِلْكَافِرِينَ عَذَابًا مُهِينًا (151) وَالَّذِينَ آمَنُوا بِاللَّهِ وَرُسُلِهِ وَلَمْ يُفَرِّقُوا بَيْنَ أَحَدٍ مِنْهُمْ أُولَئِكَ سَوْفَ يُؤْتِيهِمْ أُجُورَهُمْ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا (152)}.
150- Şüphe yok ki Allah’ı ve peygamberlerini inkar eden,
bir de Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak isteyip de: “Kimine iman ederiz, kimini inkar ederiz” diyenler ve böylece arada bir yol tutmaya yeltenenler var ya…
151- İşte onlar, gerçek kâfirlerin ta kendileridirler. Biz de kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.
152- Allah'a ve peygamberlerine iman edip de onlardan birini diğerinden ayırmayanlara gelince Allah, onlara mükafatlarını verecektir. Allah Ğafûrdur, Rahîmdir.
#
{150} هنا قِسْمان قد وَضَحا لكلِّ أحد: مؤمن بالله وبرسله كلِّهم وكتبه، وكافرٌ بذلك كلِّه. وبقي قسم ثالثٌ: وهو الذي يزعم أنه يؤمن ببعض الرسل دون بعض، وأنَّ هذا سبيلٌ ينجيه من عذاب الله، إن هذا إلاَّ مجرَّد أماني؛ فإنَّ هؤلاء يريدون التفريق بين الله وبين رسله؛ فإنَّ من تولَّى الله حقيقة؛ تولَّى جميع رسله؛ لأن ذلك من تمام تولِّيه، ومن عادى أحداً من رسله؛ فقد عادى الله وعادى جميع رسله؛ كما قال تعالى: {مَن كان عَدُوًّا لله ... } الآيات، وكذلك من كفر برسول؛ فقد كفر بجميع الرسل، بل بالرسول الذي يزعم أنه به مؤمن.
150-151.
Burada herkes için durumları açıkça ortada bulunan iki grup insan vardır: Allah’a, O’nun bütün peygamberlerine ve kitaplarına iman edenler ile bütün bunları inkar eden kâfirler. Geriye üçüncü bir kısım kalmaktadır ki bunlar da peygamberlerin bir bölümüne iman edip bir bölümüne iman etmediğini iddia eden ve bunun kendilerini Allah’ın azabından koruyacak bir yol olduğunu zanneden kimselerin yolu... Şüphesiz ki bu salt bir temenniden ibarettir.
Böyleleri Allah ile peygamberleri arasında ayırım gözetmek istemektedirler. Halbuki Allah’ı dost edinen kimse, O’nun bütün peygamberlerini de dost edinir. Çünkü bu Allah’ı tam dost edinmenin bir gereğidir. Allah’ın peygamberlerinden herhangi birisine düşmanlık besleyen bir kimse ise Allah’a düşmanlık beslemiş ve O’nun bütün peygamberlerine de düşmanlık beslemiş demektir.
Nitekim Yüce Allah: “Kim Allah’a... düşman olursa…” (el-Bakara, 2/97) ayetinde bu hususa işaret etmektedir.
(Metinde ayet bu şekilde yarım verilmiş ama tamamını vermek konunun anlaşılması için bence daha uygunXXXXXhocaya sorulabilir) Diğer taraftan bir peygamberi inkâr eden kimse de bütün peygamberleri hatta bizzat kendisine iman ettiğini iddia ettiği peygamberi dahi inkâr ediyor demektir.
Bundan dolayı Yüce Allah burada: “İşte onlar gerçek kâfirlerin ta kendileridirler.” buyurmaktadır ki böylelerinin mertebelerinin, iman ile küfür arasında orta bir yerde olduğu zannedilmesin.
Böylelerinin kendisine iman ettiklerini iddia ettikleri peygamberi dahi inkâr etmelerine gelince bunun izahı şöyledir: Onların iman ettikleri peygambelere iman etmelerini gerektiren delillerin her biri ya bizatihi yahut onun bir benzeri ya da onun daha kuvvetlisi, inkâr ettikleri peygamberler için de söz konusudur. Diğer taraftan inkâr ettiklerini söyledikleri peygamberler hakkında bulunduğunu iddia ettikleri her bir şüphenin benzeri yahut ondan daha büyüğü, iman ediyoruz dedikleri peygamber hakkında da söz konusudur. O halde bu konuda geriye sadece arzu, hevâ ve herkesin benzeri ile karşı çıkma imkânına sahip olduğu kuru iddialardan başka bir şey kalmamaktadır.
Bunların gerçek kâfir oldukları söz konusu edildikten sonra hem onları hem de her bir kâfiri kuşatan bir ceza söz konusu edilerek: “Biz de kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır” diye buyrulmaktadır. Onlar büyüklük taslayıp Allah’a imandan yüz çevirdikleri gibi Allah da onları rezil rüsvay edici ve can yakıcı bir azap ile alçaltacaktır.
#
{151 ـ 152} ولهذا قال: {أولئك هم الكافرون حقًّا}، وذلك لئلاَّ يُتَوهَّم أنَّ مرتَبَتَهم متوسطةٌ بين الإيمان والكفر. ووجه كونهم كافرين حتَّى بما زَعَموا الإيمان به؛ أنَّ كلَّ دليل دلَّهم على الإيمان بمن آمنوا به موجودٌ هو أو مثله أو ما فوقه للنبيِّ الذي كفروا به، وكلَّ شبهةٍ يزعُمون أنهم يقدحون بها في النبيِّ الذي كفروا به موجودٌ مثلها أو أعظم منها فيمن آمنوا به، فلم يبق بعد ذلك إلا التشهِّي والهوى ومجرَّد الدَّعوى التي يمكن كلُّ أحدٍ أنْ يقابلَها بمثلها. ولما ذكر أن هؤلاء هم الكافرون حَقًّا؛ ذكر عقاباً شاملاً لهم ولكل كافر، فقال: {وأعْتَدْنا للكافرين عذاباً مُهيناً}؛ كما تكبَّروا عن الإيمان بالله؛ أهانَهم بالعذاب الأليم المُخْزي. {والذين آمنوا بالله ورسلِهِ}: وهذا يتضمَّن الإيمان بكلِّ ما أخبر الله به عن نفسه وبكلِّ ما جاءت به الرسلُ من الأخبار والأحكام. ولم يفرِّقوا بين أحدٍ من رسله، بل آمنوا بهم كلِّهم؛ فهذا الإيمان الحقيقيُّ واليقين المبنيُّ على البرهان.
{أولئك سوف يؤتيهم أجورَهم}؛ أي: جزاءَ إيمانِهِم وما ترتَّب عليه من عمل صالح وقول حسن وخُلُق جميل؛ كلٌّ على حَسَبِ حاله، ولعلَّ هذا هو السرُّ في إضافة الأجور إليهم. {وكان الله غفوراً رحيماً}: يغِفرُ السيِّئات، ويتقبَّل الحسنات.
152.
“Allah'a ve peygamberlerine iman edip…” Bu ise Allah’ın kendi zatı hakkında haber verdiği her şeye, bütün peygamberlerin getirdikleri tüm haber ve hükümlere iman etmeyi kapsamaktadır.
“onlardan birini diğerinden ayırmayanlara” aksine onların hepsine iman edenlere
“gelince” işte gerçek iman ve kat’i delile dayanan kesin bilgi budur. İşte “Allah, onlara mükafatlarını verecektir” imanlarının ve imana bağlı olarak işledikleri salih amellerin, güzel sözlerin ve güzel ahlakın karşılığını vererek onları mükâfatlandıracaktır. Bu da herkesin durumuna uygun bir şekilde olacaktır. Nitekim
“mükafatlar” kelimesinin onlara izafe edilmesindeki sır da bu olsa gerektir.
“Allah Ğafûrdur” kötülükleri bağışlar, affeder; “Rahîmdir” merhametiyle iyilikleri kabul buyurur.
{يَسْأَلُكَ أَهْلُ الْكِتَابِ أَنْ تُنَزِّلَ عَلَيْهِمْ كِتَابًا مِنَ السَّمَاءِ فَقَدْ سَأَلُوا مُوسَى أَكْبَرَ مِنْ ذَلِكَ فَقَالُوا أَرِنَا اللَّهَ جَهْرَةً فَأَخَذَتْهُمُ الصَّاعِقَةُ بِظُلْمِهِمْ ثُمَّ اتَّخَذُوا الْعِجْلَ مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَتْهُمُ الْبَيِّنَاتُ فَعَفَوْنَا عَنْ ذَلِكَ وَآتَيْنَا مُوسَى سُلْطَانًا مُبِينًا (153) وَرَفَعْنَا فَوْقَهُمُ الطُّورَ بِمِيثَاقِهِمْ وَقُلْنَا لَهُمُ ادْخُلُوا الْبَابَ سُجَّدًا وَقُلْنَا لَهُمْ لَا تَعْدُوا فِي السَّبْتِ وَأَخَذْنَا مِنْهُمْ مِيثَاقًا غَلِيظًا (154) فَبِمَا نَقْضِهِمْ مِيثَاقَهُمْ وَكُفْرِهِمْ بِآيَاتِ اللَّهِ وَقَتْلِهِمُ الْأَنْبِيَاءَ بِغَيْرِ حَقٍّ وَقَوْلِهِمْ قُلُوبُنَا غُلْفٌ بَلْ طَبَعَ اللَّهُ عَلَيْهَا بِكُفْرِهِمْ فَلَا يُؤْمِنُونَ إِلَّا قَلِيلًا (155) وَبِكُفْرِهِمْ وَقَوْلِهِمْ عَلَى مَرْيَمَ بُهْتَانًا عَظِيمًا (156) وَقَوْلِهِمْ إِنَّا قَتَلْنَا الْمَسِيحَ عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ رَسُولَ اللَّهِ وَمَا قَتَلُوهُ وَمَا صَلَبُوهُ وَلَكِنْ شُبِّهَ لَهُمْ وَإِنَّ الَّذِينَ اخْتَلَفُوا فِيهِ لَفِي شَكٍّ مِنْهُ مَا لَهُمْ بِهِ مِنْ عِلْمٍ إِلَّا اتِّبَاعَ الظَّنِّ وَمَا قَتَلُوهُ يَقِينًا (157) بَلْ رَفَعَهُ اللَّهُ إِلَيْهِ وَكَانَ اللَّهُ عَزِيزًا حَكِيمًا (158) وَإِنْ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ إِلَّا لَيُؤْمِنَنَّ بِهِ قَبْلَ مَوْتِهِ وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ يَكُونُ عَلَيْهِمْ شَهِيدًا (159) فَبِظُلْمٍ مِنَ الَّذِينَ هَادُوا حَرَّمْنَا عَلَيْهِمْ طَيِّبَاتٍ أُحِلَّتْ لَهُمْ وَبِصَدِّهِمْ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ كَثِيرًا (160) وَأَخْذِهِمُ الرِّبَا وَقَدْ نُهُوا عَنْهُ وَأَكْلِهِمْ أَمْوَالَ النَّاسِ بِالْبَاطِلِ وَأَعْتَدْنَا لِلْكَافِرِينَ مِنْهُمْ عَذَابًا أَلِيمًا (161)}.
153- Kitap ehli senden kendilerine gökten bir kitap indirmeni isterler.
Gerçekten onlar Mûsâ’dan daha büyüğünü istemişlerdi ve: “Allah’ı bize apaçık göster” demişlerdi de zulümleri yüzünden onları yıldırım çarpmıştı. Sonra onlara bunca açık belgeler gelmişken tutup buzağıyı ilâh edinmişlerdi. Nihayet biz bunu da affettik. Biz Mûsâ’ya apaçık bir delil vermiştik.
154- Sözlerine bağlanmaları için Tûr’u üzerlerine kaldırmıştık.
Onlara: “Kapıdan secdeye kapanarak girin” demiştik. Yine
“Cumartesi gününde aşırı gitmeyin” demiş ve onlardan sağlam bir söz almıştık.
155- Fakat sözlerini bozmaları, Allah’ın âyetlerini inkar etmeleri,
haksız yere peygamberleri öldürmeleri ve: “Kalplerimiz perdelidir” demelerinden ötürü
(onları lânetledik. Hayır, kalpleri perdeli değildir,) Aksine Allah küfürleri dolayısıyla kalplerini mühürlemiştir. Artık onlar, pek azı hariç iman etmezler.
156- Bir de onların küfürleri, Meryem aleyhinde pek büyük bir iftirada bulunmaları…
157-
Ve: “Biz, Allah’ın peygamberi Meryem oğlu İsa’yı öldürdük” demeleri sebebi ile
(onları cezalandırdık). Halbuki onlar onu öldürmediler, onu asmadılar da. Aksine kendilerine
(İsa’nın bir) benzeri gösterildi. Gerçek şu ki ondan yana anlaşmazlığa düşenler, onun
(öldürülmesi) hakkında şüphe içindedirler. Onların bu konuda zanna uymaktan başka bir bilgileri yoktur. Onlar onu kesinlikle öldürmediler.
158- Bilakis Allah onu kendi katına yükseltti. Allah Azîzdir, Hakîmdir.
159- Kitap ehli içinde ölümünden evvel ona iman etmeyecek hiç kimse yoktur. O da Kıyamet günü aleyhlerinde bir şahit olacaktır.
160- Yahudi olanlara, zulümleri sebebi ile kendilerine helâl kılınmış olan pek çok hoş ve temiz şeyi haram kıldık. Ayrıca Allah yolundan çokça alıkoymalarından…
161- Kendilerine yasak kılınmış olmakla birlikte faiz almalarından ve insanların mallarını batıl yollarla yemelerinden ötürü
(böyle yaptık). Onlardan kâfir olanlara pek acıklı bir azap hazırladık.
#
{153 ـ 158} هذا السؤال الصادر من أهل الكتاب للرسول محمدٍ - صلى الله عليه وسلم - على وجه العناد والاقتراح وجَعْلِهم هذا السؤال يتوقَّف عليه تصديقُهم أو تكذيبُهم، وهو أنَّهم سألوه أن ينزِلَ عليهم القرآن جملةً واحدةً كما نزلتِ التوراة والإنجيل، وهذا غاية الظُّلم منهم [والجهل]؛ فإن الرسول بشرٌ عبدٌ مدبَّرٌ ليس في يده من الأمر شيءٌ، بل الأمر كلُّه لله، وهو الذي يرسل وينزل ما يشاء على عباده؛ كما قال تعالى عن الرسول لما ذَكَرَ الآيات التي فيها اقتراح المشركين على محمد: {قُلْ سبحان ربِّي هل كنتُ إلا بشراً رسولاً}؛ وكذلك جعلهم الفارق بين الحقِّ والباطل مجرَّد إنزال الكتاب جملةً أو مفرقاً مجرَّد دعوى لا دليل عليها، ولا مناسبة بل ولا شُبهة؛ فمن أين يوجد في نبوَّة أحد من الأنبياء أنَّ الرسول الذي يأتيكم بكتابٍ نزل مفرَّقاً؛ فلا تؤمنوا به ولا تصدِّقوه؟! بل نزول هذا القرآن مفرَّقاً بحسب الأحوال مما يَدُلُّ على عظمتِهِ واعتناء الله بمن أُنْزِل عليه؛ كما قال تعالى: {وقال الذين كفروا لولا نُزِّلَ عليه القرآن جملةً واحدةً كذلك لِنُثَبِّتَ به فؤادك ورتَّلْناه ترتيلاً. ولا يأتونَكَ بَمَثل إلاَّ جئناك بالحقِّ وأحسنَ تفسيراً}.
فلمَّا ذكر اعتراضهم الفاسد؛ أخبر أنه ليس بغريب من أمرهم، بل سبق لهم من المقدِّمات القبيحة ما هو أعظم مما سلكوا مع الرسول الذي يزعمون أنهم آمنوا به؛ من سؤالهم له رؤية الله عياناً، واتِّخاذهم العجلَ إلهاً يعبُدونه من بعدما رأوا من الآيات بأبصارهم ما لم يَرَه غيرهم، ومن امتناعهم من قبول أحكام كتابهم، وهو التوراة حتى رفع الطُّور من فوق رؤوسهم، وهُدِّدوا أنهم إن لم يؤمنوا أسقط عليهم فقبلوا ذلك على وجه الإغماض والإيمان الشبيه بالإيمان الضروريِّ، ومن امتناعهم من دخول أبواب القرية التي أمروا بدخولها سجَّداً مستغفرين فخالفوا القول والفعل، ومن اعتداء من اعتدى منهم في السبت فعاقبهم الله تلك العقوبة الشنيعة، وبأخذ الميثاق الغليظ عليهم فنبذوه وراء ظهورِهم وكفروا بآيات الله وقتلوا رسلَه بغير حقٍّ، ومن قولهم: إنَّهم قتلوا المسيح عيسى وصلبوه، والحالُ أنَّهم ما قتلوه وما صلبوه بل شُبِّه لهم غيره. فقتلوا غيره وصَلَبوه، وادِّعائهم أنَّ قلوبهم غلفٌ لا تفقه ما تقول لهم ولا تفهمه، وبصدِّهم الناس عن سبيل الله فصدُّوهم عن الحقِّ، ودعَوْهم إلى ما هم عليه من الضلال والغيِّ، وبأخذِهم السُّحت والرِّبا مع نهي الله لهم عنه والتشديد فيه؛ فالذين فعلوا هذه الأفاعيل لا يُستنكر عليهم أن يسألوا الرسول محمداً أن ينزِّل عليهم كتاباً من السماء.
وهذه الطريقة من أحسن الطُّرق لمحاجَّة الخصم المبطل، وهو أنَّه إذا صدر منه من الاعتراض الباطل ما جعله شبهةً له ولغيره في ردِّ الحق أن يبيَّن من حاله الخبيثة وأفعاله الشنيعة ما هو من أقبح ما صدر منه؛ ليعلم كلُّ أحدٍ أنَّ هذا الاعتراض من ذلك الوادي الخسيس، وأنَّ له مقدماتٍ يجعل هذا معها. وكذلك كل اعتراض يعترضون به على نبوَّة محمدٍ - صلى الله عليه وسلم - يمكنُ أن يقابَلَ بمثلِهِ أو ما هو أقوى منه في نبوَّة من يدَّعون إيمانهم به؛ ليكتفي بذلك شرّهم وينقمع باطلهم، وكل حجَّة سلكوها في تقريرهم لنبوَّة من آمنوا به؛ فإنها ونظيرها وما هو أقوى منها دالَّة ومقرِّرة لنبوَّة محمد - صلى الله عليه وسلم -.
ولما كان المراد من تعديد ما عدَّد الله من قبائحهم هذه المقابلة؛ لم يبسطْها في هذا الموضع، بل أشار إليها وأحال على مواضعها، وقد بسطها في غير هذا الموضع في المحلِّ اللائق ببسطها.
153-158.
“Kitap ehli senden kendilerine gökten bir kitap indirmeni isterler.” Kitap ehli peygamber Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’den böyle bir istekte bulunmuşlardı. Bu istek ise inatlaşma ve küstahça bir tekliften ibaret idi. Ayrıca bu isteklerinin karşılanması ya da karşılanmaması -güya- onların Peygamberi tasdik etmelerini ya da yalanlamalarını belirleyecekti. Böylece onlar Peygamber’den Tevrat ve İncil’in indiği gibi Kur’ân’ın da üzerlerine toptan ve bir defada indirilmesini istemişlerdi. Bu ise onların aşırı bir zulümleri ve cehaletleridir. Çünkü Peygamber bir beşerdir, Allah’ın bir kuludur ve O’nun idaresi altındadır. Onun elinde hiçbir şey yoktur. Aksine emir ve her türlü iş Allah’ın elindedir. Kuluna risalet veren ve onu dilediğini indiren O’dur.
Nitekim Yüce Allah müşriklerin Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e kendilerine bir takım mucizeleri göstermesini teklif ettiklerini söz konusu ettiği âyetlerde Rasûlü hakkında şöyle buyurmaktadır: “De ki: Rabbimi tenzih ederim! Ben Peygamber olarak gönderilmiş bir insandan başka bir şey miyim ki?” (el-İsra, 17/93)
Aynı şekilde onların hak ile batılı ayırt eden ölçü olarak sadece kitabın toptan ya da bölüm bölüm indirilmesini kabul etmeleri, delili de münasebeti de bulunmayan ve hiçbir şüphe taşımayan boş bir iddiadır.
Peygamberlerden herhangi birisi hakkında: Size bölüm bölüm indirilmiş bir kitap getiren rasûle iman etmeyin ve onu tasdik etmeyin diye bir hüküm nerede vardır? Aksine Kur’ân-ı Kerîm’in duruma göre bölüm bölüm indirilmiş olması, Kur’ân’ın azametine ve Allah’ın, üzerine bu Kitabı indirdiği zata gereken itinayı ve ihtimamı gösterdiğine dair delillerden biridir.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Kâfirler dediler ki: Ona bu Kur’ân topluca, bir defada indirilmeli değil miydi? Biz onunla kalbine sebat verelim diye böyle yaptık ve onu ağır ağır okuduk. Onlar sana bir örnek getirdikleri her seferinde muhakkak ki biz, sana hakkı ve daha güzel bir açıklamayı getirmişizdir.” (el-Furkan, 25/32-33)
Yüce Allah onların bu tutarsız itirazlarını söz konusu ettikten sonra, bunun onların alışılmadık bir tutumları olmadığını haber vermektedir. Aksine onlar bundan önce hem de kendisine iman ettiklerini iddia ettikleri peygambere karşı çok daha büyük çirkinlikler yapmışlardı. Nitekim ondan açıkça Allah’ı göstermesini istemişlerdi. Gözleri ile başkalarının görmediği pek çok delil ve mucizayi gördükten sonra buzağıyı ilâh edinip ona tapınmışlardı. Ayrıca kitapları olan Tevrat’ta yer alan hükümleri de kabul etmemişlerdi de nihayet Tur başlarının tepesi üzerine kaldırılmış ve iman etmeyecek olurlarsa üzerlerine yıkılacağı tehdidinde bulunulmuştu. O vakit onlar bunu, zorunluluktan ve çaresizlik halindeki imana benzeyen bir iman ile kabul etmişlerdi.
Secde ederek ve mağfiret dileyerek girmeleri emredilen o şehrin kapısından girmeye yanaşmayıp onlara söylemeleri emredilen sözü de yapmaları istenilen fiili de değiştirdiler. Yine aralarından bazı kimseler cumartesi yasağı hususunda haddi aştılar. Allah da onları o ağır ceza ile cezalandırdı. Onlardan ağır bir ahit almakla birlikte onlar bu ahdi arkalarına attılar. Allah’ın âyetlerini inkar ettiler, haksız yere O’nun peygamberlerini öldürdüler. Onların bir başka büyük suçları da İsa Mesih’i öldürüp haça gerdiklerini iddia etmeleridir. Gerçekte ise onlar İsa’yı ne öldürdüler, ne de astılar. Aksine ondan başkası ona benzer gösterildi, onlar da ondan başkasını öldürüp astılar. Bir de onlar kalplerinin kılıflı olduğunu ve kendilerine söylenenleri kavrayamayıp anlayamadıklarını da iddia ettiler. İnsanları Allah yolundan alıkoydular, hakka uymalarını önlediler ve onları, izlemekte oldukları sapıklık ve azgınlığa davet ettiler. Ayrıca haram malları ve faizi alıp yediler. Oysa Yüce Allah bunları alıp yemelerini yasaklamış ve bu konuda onlara ağır tehditte bulunmuştu. İşte bunca kötülükleri işleyenlerin, Allah’ın son Rasûlü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’den üzerlerine semadan bir kitap indirmesini istemeleri de garipsenmez.
Bu yol, batıl üzere bulunan bir hasmı delil ile susturmak için izlenecek en güzel yoldur.
Şöyle ki: Böyle bir hasmın batıl bir itirazı söz konusu olur da bunu hakkı reddetmek ve hem kendisi hem de başkası için bir şüphe unsuru olmak üzere ileri sürerse bu hasmın bu yaptığından daha çirkin birtakım kötü fiilleri ve berbat hali ortaya konmalıdır. Böylelikle herkes, bu seviyesiz kişinin ileri sürdüğü böyle bir itirazın aslında bir geçmişi olduğunu ve bu itirazının da bu kötü geçmiş arasında mütalâa edilmesi gerektiğini bilmiş olur.
Yine bunların Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in peygamberliğine itiraz olmak üzere ileri sürdükleri her bir iddianın ya aynısının ya da daha kuvvetlisinin, onların iman ettiklerini iddia ettikleri kimselerin peygamberliği hakkında ileri sürülmesi de mümkündür. Böyle bir tutum ile onların kötülükleri bertaraf edilmiş ve batıl iddiaları kökten sökülüp atılmış olur. Çünkü onların kendisine iman ettiklerini ileri sürdükleri her bir peygamberin peygamberliğini ortaya koyarken delil diye ortaya koydukları her bir hususun bir benzeri yahut da ondan daha güçlü olanı Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in peygamberliğine de delildir ve onu ortaya koymaktadır.
Yüce Allah’ın onların yaptıkları bu çirkin fiillerini saymaktan maksadı, onlara böyle bir cevap vermek olduğundan dolayı onların bu çirkin fillerini geniş geniş açıklamamaktadır. Sadece bunlara işaret ile yetinmekte ve ilgili yerlere havale etmektedir. Bunları Yüce Allah açıklanmaları uygun olan başka bir yerde genişçe açıklamış bulunmaktadır.
#
{159} وقوله: {وإن من أهل الكتاب إلا ليؤمنن به قبل موته}: يحتمل أن الضمير هنا في قوله قبل موته يعودُ إلى أهل الكتاب، فيكون على هذا كلُّ كتابي يحضُرُه الموت ويعاين الأمر حقيقة؛ فإنه يؤمن بعيسى عليه السلام، ولكنه إيمان لا ينفع؛ إيمان اضطرار، فيكون مضمون هذا التهديد لهم والوعيد أن لا يستمرُّوا على هذه الحال التي سيندمون عليها قبل مماتهم؛ فكيف يكون حالهم يوم حشرهم وقيامهم؟! ويحتمل أن الضمير في قوله: {قبل موته}: راجعٌ إلى عيسى عليه السلام، فيكون المعنى: وما من أحدٍ من أهل الكتاب إلا ليؤمننَّ بالمسيح عليه السلام قبل موت المسيح، وذلك يكون عند اقتراب السَّاعة وظهور علاماتها الكبار؛ فإنها تكاثرت الأحاديث الصحيحة في نزوله عليه السلام في آخر هذه الأمة؛ يقتُلُ الدجَّال، ويضعُ الجِزْية، ويؤمنُ به أهل الكتاب مع المؤمنين {ويوم القيامة}: يكون عيسى عليهم شهيداً يشهد عليهم بأعمالهم وهل هي موافقةٌ لشرع الله أم لا؟ وحينئذٍ لا يشهد إلاَّ ببطلان كلِّ ما هم عليه مما هو مخالف لشريعة القرآن، ولما دعاهم إليه محمدٌ - صلى الله عليه وسلم - عَلِمْنا بذلك لعِلْمنا بكمال عدالة المسيح عليه السلام وصدقِهِ، وأنَّه لا يشهدُ إلاَّ بالحقِّ، إلاَّ أنَّ ما جاء به محمدٌ - صلى الله عليه وسلم - هو الحقُّ وما عداه فهو ضلالٌ وباطلٌ.
159.
Yüce Allah’ın: “Kitap ehlinden ölümünden evvel ona iman etmeyecek kimse yoktur” buyruğunda yer alan
“ölümünden evvel” ifadesindeki zamirin Kitap ehline ait olma ihtimali vardır. O takdirde mana, ölümün eşiğine gelmiş ve gerçeği açıkça görecek halde bulunan kitap ehline mensup her bir kişi, İsa aleyhisselam’a bu durumunda iman eder, demektir. Ancak bu imanın ona bir faydası olmayacaktır, çünkü bu zorunluluk
(çaresizlik hali) imanıdır. Buna göre bu buyruk, onlara ölmeden önce pişman olacakları bu hallerini devam ettirmemeleri için bir tehdit anlamı taşır. Ölümden önce bu halde olacaklarına göre; ya haşredilecekleri, kabirlerinden kaldırılacakları gün halleri ne olacaktır?
Yine
“ölümünden evvel” buyruğundaki zamirin İsa aleyhisselam’a raci olma ihtimali de vardır.
O takdirde anlam şöyle olur: Mesih’in ölümünden önce kitap ehlinden olup da ona iman etmeyecek hiçbir kimse kalmayacaktır. Bu ise Kıyametin yaklaştığı ve büyük alâmetlerinin ortaya çıkacağı bir sırada olacaktır. Çünkü bu ümmetin son dönemlerinde Mesih’in ineceğine dair gelen hadisler pek çoktur. O vakit Mesih aleyhisselam deccali öldürecek, cizyeyi kaldıracak ve bütün kitap ehli mü’minlerle birlikte ona iman edecektir.
Kıyamet gününde de İsa aleyhisselam onlara şahitlik edecek, amelleri Allah’ın şeriatına uygun muydu, değil miydi hususunda onlara karşı tanıklık edecektir. İşte o vakit insanların, Kur’ân Şeriatına ve Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in kendilerini izlemeye davet ettiği yola muhalif olarak yaptıkları her bir şeyin batıl olduğuna dair şahitlik edecektir. Bizim bunların böyle olacağına dair bilgimizin esası ise Mesih aleyhisselam’ın kâmil manada adaletli ve doğru sözlü olduğuna, onun ancak hak olan bir şeyi söyleyerek şahitlikte bulunacağına dair kesin inancımızdır. Çünkü artık ancak Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in getirdikleri haktır. Onun dışında kalanlar ise sapıklıktır ve batıldır.
#
{160 ـ 161} ثم أخبر تعالى أنه حرَّم على أهل الكتاب كثيراً من الطيِّبات التي كانت حلالاً عليهم، وهذا تحريم عقوبة، بسبب ظلمهم واعتدائهم وصدِّهم الناس عن سبيل الله ومنعهم إيَّاهم من الهدى وبأخذهم الرِّبا وقد نُهوا عنه، فمنعوا المحتاجين ممَّن يبايعونه عن العدل، فعاقبهم الله من جنس فعلهم، فمنعهم من كثير من الطيِّبات التي كانوا بصدد حلِّها لكونها طيبة. وأما التحريم الذي على هذه الأمة؛ فإنه تحريم تنزيهٍ لهم عن الخبائث التي تضرُّهم في دينهم ودنياهم.
160-161. Daha sonra Yüce Allah,
Kitap ehline önceleri kendilerine helâl olan hoş ve temiz pek çok şeyi haram kıldığını haber vermektedir: Bu haram kılma, ceza amaçlı bir haram kılma idi ve sebebi de haksızlıkları, haddi aşmaları, insanları Allah’ın yolundan alıkoyarak hidayet yolunu izlemelerine engel olmaları ve kendilerine yasak kılınmış olduğu halde faizi almaları idi ki bunun sonucunda onlar, alışveriş yaptıkları muhtaç kimseleri adaletten mahrum bırakmışlardı. Allah da onları yaptıklarının benzeri bir cezayla cezalandırdı ve kendilerine helâl olan pek çok hoş ve temiz şeyi kullanmalarını onlara yasakladı.
Bu ümmet
(Muhammed ümmeti) için haram kılınan şeylere gelince bunlar, onların din ve dünyalarında kendilerine zarar verebilecek pis ve murdar şeylerden uzak kalmalarını sağlamak için haram kılınmıştır.
{لَكِنِ الرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْمِ مِنْهُمْ وَالْمُؤْمِنُونَ يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ وَالْمُقِيمِينَ الصَّلَاةَ وَالْمُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَالْمُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ أُولَئِكَ سَنُؤْتِيهِمْ أَجْرًا عَظِيمًا (162)}.
162- Fakat onlar arasından ilimde yüksek bir dereceye erenler ile mü’minler, sana indirilene de senden önce indirilene de iman ederler. Onlar, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimselerdir. İşte onlara biz büyük bir mükâfat vereceğiz.
#
{162} لما ذَكَرَ معايب أهل الكتاب؛ ذَكَرَ الممدوحين منهم، فقال: {لكِن الراسخون في العلم}؛ أي: الذين ثَبَتَ العلم في قلوبهم ورَسَخَ الإيقان في أفئدتهم، فأثمر لهم الإيمان التامَّ العامَّ، {بما أُنزِلَ إليك وما أُنزِلَ من قبلك}: وأثمر لهم الأعمال الصالحة من إقامة الصَّلاة وإيتاء الزَّكاة اللَّذين هما أفضل الأعمال، وقد اشتملتا على الإخلاص للمعبود والإحسان إلى العبيد، وآمنوا باليوم الآخر، فخافوا الوعيد ورَجَوا الوعد، {أولئك سنؤتيهم أجراً عظيماً}؛ لأنَّهم جمعوا بين العلم والإيمان والعمل الصالح والإيمان بالكتب والرسل السابقة واللاحقة.
162.
Yüce Allah kitap ehlinin kusurlarını söz konusu ettikten sonra aralarından övülmeye değer olanları da söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
“Fakat onlar arasından ilimde yüksek bir dereceye erenler” ilmin kalperinde sağlamca yer edindiği, kesin inancın kalplerinde iyice kök saldığı ve o bakımdan kapsamlı ve tam bir imana sahip olmalarını sağladığı kimseler
“ile mü’minler sana indirilene de senden önce indirilene de iman ederler.” Bu iman onların namaz kılmak, zekât vermek gibi salih amellerde bulunmalarını da sağlar ki bu ikisi, amellerin en faziletlileridir. Bu iki amel mabuda ihlâsı, kullara da ihsanı ihtiva etmektedir. Bu kimseler ayrıca âhiret gününe de iman ederler, Allah’ın tehditlerinden korkar ve O’nun vaatlerini ümid ederler.
“İşte onlara biz büyük bir mükâfat vereceğiz.” Çünkü onlar hem ilme, hem imana, hem de salih amellere sahiptirler. Hem önce gelmiş hem de sonra gelen bütün kitaplara ve peygamberlere de bir arada imna etmişlerdir.
{إِنَّا أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ كَمَا أَوْحَيْنَا إِلَى نُوحٍ وَالنَّبِيِّينَ مِنْ بَعْدِهِ وَأَوْحَيْنَا إِلَى إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ وَالْأَسْبَاطِ وَعِيسَى وَأَيُّوبَ وَيُونُسَ وَهَارُونَ وَسُلَيْمَانَ وَآتَيْنَا دَاوُودَ زَبُورًا (163) وَرُسُلًا قَدْ قَصَصْنَاهُمْ عَلَيْكَ مِنْ قَبْلُ وَرُسُلًا لَمْ نَقْصُصْهُمْ عَلَيْكَ وَكَلَّمَ اللَّهُ مُوسَى تَكْلِيمًا (164) رُسُلًا مُبَشِّرِينَ وَمُنْذِرِينَ لِئَلَّا يَكُونَ لِلنَّاسِ عَلَى اللَّهِ حُجَّةٌ بَعْدَ الرُّسُلِ وَكَانَ اللَّهُ عَزِيزًا حَكِيمًا (165)}.
163- Muhakkak biz, Nuh’a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik. İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve evlatlarına, İsa’ya, Eyyub’a, Yunus’a, Hârûn’a ve Süleyman’a da vahyettik. Davud’a da Zebur’u verdik.
164- Kıssalarını sana daha önce anlattığımız peygamberlere de kıssalarını sana anlatmadığımız peygamberlere de
(vahyettik). Allah Mûsâ ile konuştu.
165-
(Onları) müjdeleyici ve uyarıcı peygamberler olarak
(gönderdik) ki insanların peygamberlerden sonra Allah’a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah Azîzdir, Hakîmdir.
#
{163} يخبر تعالى أنَّه أوحى إلى عبده ورسوله من الشرع العظيم والأخبار الصادقة ما أوحى إلى هؤلاء الأنبياء عليهم الصلاة والسلام، وفي هذا عدة فوائد: منها: أنَّ محمداً - صلى الله عليه وسلم - ليس ببدع من الرسل، بل أرسل الله قبله من المرسلين العدد الكثير والجمَّ الغفير؛ فاستغراب رسالته لا وجه له إلاَّ الجهل أو العناد.
ومنها: أنَّه أوحى إليه كما أوحى إليهم من الأصول والعدل الذي اتَّفقوا عليه، وأنَّ بعضهم يصدِّق بعضاً، ويوافق بعضهم بعضاً.
ومنها: أنَّه من جنس هؤلاء الرسل؛ فليعتبِرْه المعتبر بإخوانه المرسلين؛ فدعوتُه دعوتُهم، وأخلاقُهم متَّفقة، ومصدَرُهم واحدٌ، وغايتُهم واحدةٌ، فلم يقرنْه بالمجهولين ولا بالكذَّابين ولا بالملوك الظَّالمين.
ومنها: أنَّ في ذِكْرِ هؤلاء الرسل وتعدادهم من التنويه بهم والثناء الصادق عليهم وشرح أحوالهم مما يزداد به المؤمنُ إيماناً بهم ومحبَّة لهم واقتداءً بهديهم واستناناً بسنَّتهم ومعرفةً بحقوقِهم، ويكون ذلك مصداقاً لقوله: {سلامٌ على نوح في العالمين} {سلامٌ على إبراهيم} {سلامٌ على موسى وهارون} {سلامٌ على إلياسينَ. إنَّا كذلك نَجْزي المحسنينَ}؛ فكل محسن له من الثَّناء الحسن بين الأنام بحسبِ إحسانِهِ، والرسلُ خصوصاً هؤلاء المسمَّون في المرتبة العلياء من الإحسان.
ولمّا ذكر اشتراكهم بوحيه؛ ذَكَرَ تخصيص بعضِهم، فذَكَرَ أنَّه آتى داود الزَّبور، وهو الكتاب المعروف المزبور، الذي خَصَّ الله به داود عليه السلام لفضلِهِ وشرفِهِ، وأنَّه كلَّم موسى تكليماً؛ أي: مشافهةً منه إليه لا بواسطة، حتى اشتهر بهذا عند العالمين، فيقال: موسى كليم الرحمن.
163. Yüce Allah kulu ve Rasûlü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e vahyettiği büyük şeriatın ve doğru haberlerin, diğer peygamberlere -hepsine salat ve selam olsun- vahyettiğinin aynısı olduğunu haber vermektedir.
Bunun dile getirdiği birkaç gerçek vardır:
1. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem daha önce benzeri görülmedik yeni bir peygamber değildir. Aksine Allah ondan önce çok sayıda rasûller ve nebiler göndermiştir. O bakımdan onun peygamberliğini garip karşılamak ancak bilgisizlik ve inat ile açıklanabilir.
2. Yüce Allah önceki peygamberlere vahyettiği din esasları ile hepsinin ittifakla dile getirdikleri adaleti ona da vahyetmiştir. Ayrıca peygamberler birbirlerini tasdik ederler ve birinin tebliği diğerininkine uygundur.
3. Son peygamber de bu sözü edilen peygamberler gibidir. O bakımdan ibret alan kimse, onu diğer peygamber kardeşleri ile kıyaslayarak değerlendirmelidir. Zira onun daveti onların da davetiyle, ahlakı onların ahlâkı ile aynıdır. Hepsinin kaynağı birdir, amaçları birdir. Hiçbir peygamber gibi o da kim oldukları bilinmeyenlerle, yalancılarla, zalim yönetici ve hükümdarlarla birlikte olmamıştır.
4. Bu peygamberlerin söz konusu edilip onların sayılmaları, onlar için bir yüceltme ve haklı bir övgü olmasının yanı sıra durumlarının açıklanması, mü’minin onlara olan imanını ve onlara duyduğu sevgiyi artırır, onların gösterdikleri hidayet yoluna daha bir gayretle uymasını, onların sünnetlerini izlemeyi ve onların haklarını bilmeyi daha da ileri derecelere götürmesini sağlar. Ayrıca bu,
şanı Yüce Allah’ın şu buyruklarının da bir tasdikidir: “Alemlerde Nuh’a selam olsun; İbrahim’e selam olsun; Mûsâ ve Hârûn’a selam olsun; İlyas’a selam olsun. Biz iyilik edenleri işte böyle mükâfatlandırırız.” (es-Saffat, 37/79, 109, 120, 130, 131). İyilikte bulunan kimselerin hepsi, iyilikleri oranında insanlar arasında övgüye sahip olurlar. Peygamberler ise -özellikle bu adı anılanlar- iyiliğin en üstün mertebesindedirler.
Yüce Allah onların vahiy alma şeklindeki ortak özelliklerini anınca aralarından bazılarının ayırıcı özelliğini de söz konusu etmiş ve Dâvûd’a Zebur’u verdiğini zikretmiştir. Zebur da bilinen kitaptır. O, Yüce Allah’ın fazilet ve şerefi dolayısıyla özel olarak Davud aleyhisselam’a verdiği bir kitaptır.
#
{164} وذكر أن الرُّسل منهم من قصَّه الله على رسوله، ومنهم من لم يَقْصُصْه عليه، وهذا يدلُّ على كثرتِهِم.
164. Ayrıca Yüce Allah, Mûsâ ile konuştuğunu da zikretmektedir. Yani onunla arada herhangi bir aracı olmaksızın konuşmuştur. Öyle ki Mûsâ, bu özelliği ile herkes nezdinde tanınmıştır. O bakımdan Mûsâ hakkında
“kelîmurrahman” ve
“kelîmullah” denilmektedir.
Yine bu ayette yüce Allah, peygamberlerden kimisinin kıssasını Rasûlüne önceden anlattığını, kiminin kıssasını ise anlatmadığını söz konusu etmektedir ki bu da onların sayıca çok olduklarını ifade etmektedir.
#
{165} وأنَّ الله أرسلهم مبشِّرين لمن أطاع الله واتَّبعهم بالسعادة الدُّنيويَّة والأخرويَّة، ومنذرين مَن عصى الله وخالفهم بشقاوة الدَّارين؛ {لئلاَّ يكونَ للناس على الله حجَّةٌ بعد الرسل}، فيقولوا ما جاءنا من بشيرٍ ولا نذيرٍ، قل: قد جاءكم بشير ونذيرٌ، فلم يبق للخلق على الله حجة؛ لإرساله الرسل تترى؛ يبيِّنون لهم أمر دينهم ومراضي ربهم ومساخِطَه وطرقَ الجنة وطرق النار؛ فمن كَفَرَ منهم بعد ذلك، فلا يلومنَّ إلا نفسه، وهذا من كمال عزَّته تعالى وحكمتِهِ؛ أن أرسل إليهم الرسل وأنزل عليهم الكتب، وذلك أيضاً من فضله وإحسانه؛ حيث كان الناس مضطرِّين إلى الأنبياء أعظم ضرورةٍ تقدَّر، فأزال هذا الاضطرار؛ فله الحمد والشكر، ونسأله كما ابتدأ علينا نعمته بإرسالهم أن يتمَّها بالتوفيق لسلوك طريقهم؛ إنَّه جوادٌ كريمٌ.
165. Daha sonra Yüce Allah, bu peygamberleri Allah’a itaat edip kendilerine uyan kimselere dünyevi ve uhrevi mutluluğu müjdelemek, Allah’a isyan eden ve kendilerine muhalefet eden kimseleri de dünya ve âhirette bedbaht olmakla uyarmak üzere gönderdiğini bildirmektedir.
Bu da insanların peygamberlerin gönderilmesinden sonra artık Allah’a karşı ileri sürebilecekleri bir delilleri ve bahaneleri kalmasın ve: “Bize ne bir müjdeleyici ne de bir korkutucu gelmedi” demesinler diyedir. Çünkü
“İşte size gerçekten müjdeleyici ve korkutucu gelmiş bulunuyor.” (el-Maide, 5/19) O halde insanların Allah’a karşı ileri sürebilecekleri bir delilleri ve mazeretleri kalmamıştır. Çünkü O, peygamberleri ardı arkasına göndermiştir. Bu peygamberler insanlığa dinlerini, Rablerini nasıl razı edeceklerini ve nelerin Rablerini gazaplandırdığını, cennete ve cehenneme giden yolları açıklamışlardır. Artık bundan böyle kim kâfir olursa, kendisinden başkasını kınamasın.
Bu,
Yüce Allah’ın izzet ve hikmetinin kemalindendir: “Allah Azîzdir, Hakîmdir.” O, bütün insanlara peygamberler göndermiş, peygamberlere de kitaplar indirmiştir. Bu da O’nun lütuf ve ihsanının bir tecellisidir. Çünkü insanların peygamberlere zorunlu ihtiyaçları olabilecek en ileri derecededir. İşte Allah onların bu zorunlu ihtiyaçlarını gidermiş bulunmaktadır. O bakımdan O’na hamd ve şükürler olsun. Peygamberleri bize göndermek sureti ile baştan beri bize nimetlerini lütfettiği gibi onların yollarını izleme tevfikini vermekle de bu nimetini tamamlamasını Yüce Allah'tan niyaz ederiz. Çünkü O gerçekten cömerttir, bağışı bol olandır.
{لَكِنِ اللَّهُ يَشْهَدُ بِمَا أَنْزَلَ إِلَيْكَ أَنْزَلَهُ بِعِلْمِهِ وَالْمَلَائِكَةُ يَشْهَدُونَ وَكَفَى بِاللَّهِ شَهِيدًا (166)}.
166- Fakat Allah sana indirdiği ile şahitlik eder ki O, bunu kendi ilmi ile indirmiştir. Melekler de
(buna) şahitlik ederler. Şahit olarak Allah yeter.
#
{166} لما ذُكِر أن الله أوحى إلى رسوله محمدٍ - صلى الله عليه وسلم - كما أوحى إلى إخوانِهِ من المرسَلين؛ أخبر هنا بشهادتِهِ تعالى على رسالته وصحَّة ما جاء به. وأنه {أنزله بعلمه}: يُحتمل أن يكون المرادُ: أنْزَلَهُ مشتملاً على علمه؛ أي: فيه من العلوم الإلهية والأحكام الشرعيَّة والأخبار الغيبيَّة ما هو من علم الله تعالى الذي علَّم به عباده، ويُحتمل أن يكون المرادُ: أنْزَلَهُ صادراً عن علمه، ويكون في ذلك إشارةٌ وتنبيهٌ على وجه شهادتِهِ، وأنَّ المعنى إذا كان تعالى أنزل هذا القرآن المشتمل على الأوامر والنواهي، وهو يعلم ذلك، ويعلم حالة الذي أنزله عليه، وأنه دعا الناس إليه؛ فمن أجابه وصدَّقه؛ كان وليه، ومن كذَّبه وعاداه؛ كان عدوه، واستباح ماله ودمه، والله تعالى يمكِّنه ويوالي نصره ويجيب دعواته ويخذُل أعداءه وينصر أولياءه؛ فهل توجد شهادةٌ أعظم من هذه الشهادة وأكبر؟! ولا يمكن القدح في هذه الشهادة إلاَّ بعد القدح بعلم الله وقدرتِهِ وحكمتِهِ. وإخباره تعالى بشهادة الملائكة على ما أنزل على رسوله؛ لكمال إيمانهم ولجلالة هذا المشهود عليه؛ فإن الأمور العظيمة لا يستشهد عليها إلاَّ الخواصُّ؛ كما قال تعالى في الشهادة على التوحيد: {شَهِدَ الله أنَّه لا إله إلاَّ هو والملائكةُ وأولو العلم قائماً بالقِسْطِ لا إله إلاَّ هو العزيزُ الحكيم}، {وكفى بالله شهيداً}.
166. Daha sonra Yüce Allah, Rasûlü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e diğer peygamber kardeşlerine vahiyde bulunduğu gibi vahyettiğini söz konusu ettikten sonra
“fakat Allah sana indirdiği ile şahitlik eder ki...” buyruğu ile onun risaletine ve getirdiklerinin doğruluğuna şahitlik ettiğini haber vermektedir.
“O bunu kendi ilmi ile indirmiştir.” Bu buyruğun,
“Kitabı O’nun ilmini ihtiva edecek şekilde indirmiştir” anlamına gelmesi muhtemeldir. Yani o kitapta Allah’ın kullarına öğretmiş olduğu ve Allah’ın ilminden gelmiş ilâhi bilgiler, şer’i hükümler ve gaybî haberler vardır. Bir diğer ihtimal de bu buyruğun
“Allah, bu kitabı ilminden sadır olarak indirmiştir” anlamına gelmesidir. Bu da Yüce Allah’ın bu husustaki şahitliğinin ne şekilde olduğuna dair bir işaret ve bir dikkat çekmedir.
Buna göre ayet-
i kerimenin anlamı şöyle olur: Yüce Allah emir ve yasakları ihtiva eden bu Kur’ân-ı Kerîm’i bilgisi dahilinde indirmiş, onu indirdiği şahsın durumunu ve onun insanları bu Kitaba inanmaya davet ettiğini de bilmektedir. Bu durumda o peygamberin davetini kabul edip tasdik eden, Allah’ın velisi olur. Onu yalanlayıp ona düşmanlık eden kimse de Allah’ın düşmanıdır, bundan dolayı da onun malı ve kanı mubah olur. Onu tasdik edip ona iman edenlere Allah güç ve imkân verir, onlara yardımcı olur, dualarını kabul eder, düşmanlarını yardımsız bırakır ve Allah kendi dostlarının yardımcısı olur. İşte bundan daha muazzam, bundan daha büyük bir şahitlik bulunabilir mi? Böyle bir şahitliği reddetmeye kalkışmak ancak Allah’ın ilmini, kudretini ve hikmetini kabul etmemek ile mümkün olabilir.
Allah, meleklerin de Allah’ın Rasûlü üzerine indirdikleri lehine şahitlik ettiklerini haber vermiştir. Çünkü melekler kâmil bir imana sahiptirler ve hakkında şahitlikte bulunulan şeyin kadri de çok yüksektir. Esasen büyük meselelerde ancak çok özel kimselerin şahitlik etmesi istenir.
Nitekim Yüce Allah tevhide dair şahitlik hususunda şöyle buyurmaktadır: “Allah kendisinden başka hiçbir ilâh olmadığını, adaleti ayakta tutarak açıkladı. Melekler de, ilim sahibleri de (buna şahitlik ettiler). Ondan başka (hak) ilâh yoktur. O, Azîzdir, Hakîmdir.” (Al-i İmran, 3/18) Bununla birlikte
“Şahit olarak Allah yeter.”
{إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا وَصَدُّوا عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ قَدْ ضَلُّوا ضَلَالًا بَعِيدًا (167) إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا وَظَلَمُوا لَمْ يَكُنِ اللَّهُ لِيَغْفِرَ لَهُمْ وَلَا لِيَهْدِيَهُمْ طَرِيقًا (168) إِلَّا طَرِيقَ جَهَنَّمَ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا وَكَانَ ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ يَسِيرًا (169)}.
167- Kafir olup Allah yolundan alıkoyanlar şüphesiz uzak bir sapıklıkla sapmışlardır.
168- Kâfir olup zulmedenleri Allah ne mağfiret edecektir ne de onlara doğru bir yol gösterecektir.
169- Ancak cehennemin yolunu
(gösterecektir) ki onlar orada ebediyyen kalacaklardır. Bu, Allah’a pek kolaydır.
#
{167} لما أخبر عن رسالة الرُّسل صلوات الله وسلامه عليهم، وأخبر برسالة خاتمهم محمدٍ، وشَهِدَ بها وشَهِدَتْ ملائكته؛ لَزِمَ من ذلك ثبوت الأمر المقرَّر والمشهود به، فوجب تصديقُهم والإيمان بهم واتِّباعهم، ثم توعَّد من كفر بهم، فقال: {إنَّ الذين كفروا وصَدُّوا عن سبيل الله}؛ أي: جمعوا بين الكفر بأنفسهم وصدِّهم الناس عن سبيل الله، وهؤلاء [هم] أئمة الكفر ودُعاة الضَّلال، {قد ضَلُّوا ضلالاً بعيداً}، وأي ضلال أعظم من ضلال من ضَلَّ بنفسه وأضلَّ غيره؛ فباء بالإثمين ورجع بالخسارتين وفاتته الهدايتان؟!
167. Yüce Allah hem peygamberlerin -Allah’ın salat ve selamı üzerlerine olsun- risaletlerini hem de onların sonuncusu olan Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in risaletini haber verdikten ve bu hususa hem kendisinin hem de meleklerinin şahitlik ettiğini bildirdikten sonra artık haber verilen ve hakkında şahitlik edilen bu hususun sabit olduğu ortaya çıkmış oldu. O nedenle de peygamberlerin hepsinin tasdik edilmesi, onlara iman edilip tabi olunması da kaçınılmaz olmuştur. İşte bundan sonra Yüce Allah,
onları inkar edenleri tehdit ederek şöyle buyurmaktadır: “Kafir olup Allah yolundan alıkoyanlar” yani hem bizzat kâfir olanlar hem de başka insanları da Allah’ın yolundan alıkoyanlar… İşte böyleleri, küfrün önderleri ve sapıklığın davetçileridir. O bakımdan bunlar
“şüphesiz uzak bir sapıklıkla sapmışlardır.” Hem bizzat saparak hem de başkasını saptırarak iki türlü günahı kazanan, her iki zarara muhatap olan ve böylelikle hem kendisini hem de başkalarını hidâyete ulaştırma imkânını kaybeden kimsenin sapıklığından daha büyük bir sapıklık olabilir mi?
#
{168 ـ 169} ولهذا قال: {إنَّ الذين كفروا وظلموا}: وهذا الظلم هو زيادة على كفرهم، وإلاَّ؛ فالكفر عند إطلاق الظُّلم يدخل فيه، والمراد بالظلم هنا: أعمال الكفر والاستغراق فيه؛ فهؤلاء بعيدون من المغفرة والهداية للصراط المستقيم، ولهذا قال: {لم يكنِ الله ليغفرَ لهم ولا ليهدِيَهم طريقاً إلَّا طريقَ جهنَّم}، وإنَّما تعذَّرت المغفرة لهم والهداية لأنَّهم استمرُّوا في طُغيانهم وازدادوا في كفرِهم فطُبِعَ على قلوبهم وانسدَّت عليهم طرقُ الهداية بما كسبوا وما ربُّك بظلاَّم للعبيد. {وكان ذلك على الله يسيراً}؛ أي: لا يُبالي الله بهم ولا يعبأ؛ لأنَّهم لا يَصْلُحون للخير، ولا يَليق بهم إلاَّ الحالة التي اختاروها لأنفسهم.
168-169.
Bundan dolayı Yüce Allah: “Kâfir olup zulmedenleri...” buyurmaktadır. Bu zulüm ise onların küfürlerinden başka ve ona ilave bir şeydir. Aksi takdirde küfür zaten -mutlak olarak zulmün söz konusu edilmesi halinde- zulmün kapsamına girer. Burada zulümden kasıt, küfür amelleri ve onun içerisine alabildiğine dalmaktır. Bu gibi kimseler ilâhi mağfiretten de dosdoğru yola iletilmekten de uzaktırlar.
Bundan dolayı da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “…Allah ne mağfiret edecektir ne de onlara doğru bir yol gösterecektir. Ancak cehennemin yolunu (gösterecektir)” Böylelerinin mağfirete nail olup hidâyete ermelerinin mümkün olmayışı, azgınlıklarını sürdürmeleri, küfürlerini artırmaları bundan dolayı da kalplerinin mühürlenmesi, işledikleri günahlar sebebiyle de önlerinde hidâyet yollarının kapanmasıdır. Yoksa
“Rabbin kullara asla zulmedici değildir.” (Fussilet, 41/46)
“Bu, Allah’a pek kolaydır.” Yani Allah onlara aldırış etmez, onları önemsemez. Çünkü onlar hayra elverişli kimseler değildir. Onlara ancak kendileri için seçtikleri hal yakışır.
{يَاأَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءَكُمُ الرَّسُولُ بِالْحَقِّ مِنْ رَبِّكُمْ فَآمِنُوا خَيْرًا لَكُمْ وَإِنْ تَكْفُرُوا فَإِنَّ لِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَكَانَ اللَّهُ عَلِيمًا حَكِيمًا (170)}.
170- Ey insanlar! Hiç şüphesiz Peygamber size Rabbinizden hak ile gelmiştir. O halde kendi iyiliğiniz için iman edin. Eğer kâfir olursanız
(bilin ki) göklerde ve yerde ne varsa Allah’ındır. Allah Alîmdir, Hakîmdir.
#
{170} يأمر تعالى جميعَ الناس أن يؤمِنوا بعبدِهِ ورسوله محمَّدٍ - صلى الله عليه وسلم -، وذكر السبب الموجب للإيمان به والفائدة من الإيمان به. والمضرَّة من عدم الإيمان به.
فالسَّبب الموجب هو إخباره بأنَّه جاءهم بالحقِّ؛ أي: فمجيئُهُ نفسُه حقٌّ وما جاء به من الشرع حقٌّ؛ فإنَّ العاقل يعرِفُ أن بقاء الخلق في جهلهم يعمهون وفي كفرِهم يتردَّدون والرسالة قد انقطعت عنهم غيرُ لائق بحكمةِ الله ورحمته؛ فمن حكمتِهِ ورحمته العظيمة نفس إرسال الرسول إليهم ليعرِّفهم الهدى من الضلال والغي من الرشد؛ فمجرَّد النظر في رسالتِهِ دليلٌ قاطعٌ على صحَّة نبوَّته، وكذلك النظر إلى ما جاء به من الشرع العظيم والصِّراط المستقيم؛ فإنَّ فيه من الإخبار بالغيوب الماضية والمستقبلة والخبر عن الله وعن اليوم الآخرِ ما لا يعرفه إلاَّ بالوحي والرسالة وما فيه من الأمر بكلِّ خير وصلاح ورشدٍ وعدل وإحسان وصدق وبرٍّ وصلةٍ وحسن خُلق، ومن النهي عن الشرِّ والفساد والبغي والظُّلم وسوء الخُلُق والكذب والعقوق، مما يقطع به أنَّه من عند الله، وكلَّما ازداد به العبد بصيرةً؛ ازداد إيمانُه ويقينُه؛ فهذا السبب الداعي للإيمان.
وأما الفائدة في الإيمان؛ فأخبر أنه خيرٌ {لكم}، والخير ضدُّ الشرِّ؛ فالإيمان خير للمؤمنين في أبدانهم وقلوبهم وأرواحهم ودُنياهم وأخراهم، وذلك لما يترتَّب عليه من المصالح والفوائد؛ فكلُّ ثواب عاجل وآجل فمن ثمرات الإيمان؛ فالنصر والهدى والعلم والعمل الصالح والسرور والأفراح والجنَّة وما اشتملت عليه من النعيم كلُّ ذلك سبب عن الإيمان؛ كما أن الشقاء الدُّنيويَّ والأخرويَّ من عدم الإيمان أو نقصه.
وأما مضرَّة عدم الإيمان به - صلى الله عليه وسلم -؛ فيُعْرَفُ بضدِّ ما يترتَّب على الإيمان به وأن العبد لا يضرُّ إلاَّ نفسه، والله تعالى غنيٌّ عنه لا تضرُّه معصية العاصين، ولهذا قال: {فإنَّ لله ما في السموات والأرضِ}؛ أي: الجميع خَلْقُه وملكُه وتحت تدبيره وتصريفه. {وكان الله عليماً}: بكلِّ شيءٍ {حكيماً}: في خلقِهِ وأمره؛ فهو العليم بمن يستحقُّ الهداية والغواية، الحكيم في وضع الهداية والغواية موضعهما.
170. Yüce Allah bütün insanlara kulu ve Rasûlü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e iman etmelerini emretmektedir. Ona iman etmeyi gerektiren sebebi, ona imanın faydasını ve ona iman etmeme halindeki zararı da söz konusu etmektedir.
Ona iman etmeyi gerektiren sebep, onun insanlara hak ile gelmiş olmasıdır. Yani bizatihi onun gelişi de haktır, getirdiği şeriat da haktır. Aklı başında bir kimse insanların, cehalet içerisinde, şaşkın bir halde, risaletten uzak, küfre saplanmış ve tereddütlerle kuşatılımış halde kalmalarının, Allah’ın hikmet ve rahmetine uygun düşmeyeceğini bilir. İşte Yüce Allah’ın insanlara peygamberini göndermesi, O’nun yüce hikmet ve muazzam rahmetinin bir tecellisidir. Çünkü bu peygamber onlara neyin hidâyet, neyin sapıklık, neyin doğruluk, neyin de eğrilik olduğunu bildirmek için gelmiştir. Onun risaletine sadece bir göz atmak, peygamberliğinin doğruluğunu anlamak için yeterlidir. Aynı şekilde onun getirmiş olduğu yüce şeriata ve dosdoğru yola bir göz atmak da bunu anlamak için yeterlidir. Çünkü onun getirdiği dinde, geçmiş ve geleceğe dönük gaybi bilgiler haber verildiği gibi Allah ve âhiret günü hakkında da ancak vahiy ve risalet ile bilinebilecek şeyler bildirilmektedir. Onun getirdiği dinde hayır, salah, doğruluk, adalet, ihsan, sıdk, iyilik, hakları gözetmek, güzel ahlakın her türlüsünün emredilmiş olması; buna karşılık her türlü kötülük, fesad, azgınlık, zulüm, kötü ahlâk, yalan ve hak sahiplerinin hakkına riâyet etmemek gibi hususların yasaklanmış olması, kesinlikle bu dinin Allah’tan geldiğini ortaya koymaktadır. Kulun bunlara dair basireti arttıkça iman ve yakîni de artar. İşte O’na iman etmeyi gerektiren sebep budur.
Peygamber’e imanın faydasına gelince Yüce Allah, bize O’na imanın
“kendi iyiliğimize” olacağını haber vermektedir. İyilik ise kötülüğün zıddıdır. İman etmek hem bedenleri, hem kalpleri, hem ruhları, hem dünyaları, hem de âhiretleri yönünden mü’minlerin iyiliğinedir. Çünkü imanın sonucunda pek çok maslahat ve fayda elde edilir. Dünyevi ve uhrevi her türlü mükâfat imanın mahsulüdür. İlâhi yardıma mazhar olmak, hidâyet, ilim, salih amel, sevinç, cennet, cennetin ihtiva ettiği her türlü nimet gibi bütün bu hususlar imanın bir sonucudur. Öte yandna dünyevi ve uhrevi bedbahtlık da imansızlıktan yahut iman eksikliğinden dolayıdır.
Peygamber’e iman etmemenin zararına gelince bu da imanın sağladığı faydaların zıddını bilmekle anlaşılır. Kul iman etmemekle ancak kendisine zarar verir. Şanı Yüce Allah’ın ona hiçbir ihtiyacı yoktur. İsyankârların isyanının O’na bir zararı olmaz.
İşte bundan dolayı da Yüce Allah: “Eğer kâfir olursanız (bilin ki) göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır” buyurmaktadır. Yani hepsi O’nun yarattığı varlıklardır, hepsi O’nun mülküdür ve hespi de O’nun idare ve tasarrufu altındadır.
“Allah, Âlîmdir”; her şeyi çok iyi bilir, “Hakîmdir.” yaratmasında ve emrinde de hikmet sahibidir. O bakımdan O, kimin hidâyeti kimin de sapıklığı hak ettiğini çok iyi bilir. Ayrıca hidâyet ve sapıklığı yerli yerince koymak hususunda da hikmeti sonsuzdur.
{يَاأَهْلَ الْكِتَابِ لَا تَغْلُوا فِي دِينِكُمْ وَلَا تَقُولُوا عَلَى اللَّهِ إِلَّا الْحَقَّ إِنَّمَا الْمَسِيحُ عِيسَى ابْنُ مَرْيَمَ رَسُولُ اللَّهِ وَكَلِمَتُهُ أَلْقَاهَا إِلَى مَرْيَمَ وَرُوحٌ مِنْهُ فَآمِنُوا بِاللَّهِ وَرُسُلِهِ وَلَا تَقُولُوا ثَلَاثَةٌ انْتَهُوا خَيْرًا لَكُمْ إِنَّمَا اللَّهُ إِلَهٌ وَاحِدٌ سُبْحَانَهُ أَنْ يَكُونَ لَهُ وَلَدٌ لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَكَفَى بِاللَّهِ وَكِيلًا (171)}.
171- Ey Kitab ehli, dininizde aşırı gitmeyin ve Allah’a karşı hak olandan başkasını söylemeyin. Meryem oğlu İsa Mesih yalnızca Allah’ın peygamberi, Meryem’e ulaştırdığı kelimesi ve kendinden bir ruhtur.
Artık Allah’a ve peygamberlerine iman edin de: “(İlah) üçtür” demeyin. Kendi iyiliğiniz için
(bundan) vazgeçin. Allah ancak tek bir ilâhtır. O, çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Vekil olarak Allah yeter.
#
{171} ينهى تعالى أهل الكتاب عن الغلوِّ في الدِّين، وهو مجاوزة الحدِّ والقدر المشروع إلى ما ليس بمشروع، وذلك كقول النصارى في غلوُّهم بعيسى عليه السلام ورفعِهِ عن مقام النبوَّة والرِّسالة إلى مقام الرُّبوبيَّة الذي لا يليقُ بغير الله؛ فكما أن التَّقصير والتفريطَ من المنهيَّات؛ فالغلوُّ كذلك، ولهذا قال: {ولا تقولوا على اللهِ إلَّا الحقَّ}، وهذا الكلام يتضمَّن ثلاثة أشياء: أمرين منهيّ عنهما، وهما قول الكذب على الله والقول بلا علم في أسمائه وصفاته وأفعاله وشرعه ورسله. والثالث: مأمورٌ [به]، وهو قول الحقِّ في هذه الأمور.
ولما كانت هذه قاعدةً عامَّةً كليَّةً، وكان السياق في شأن عيسى عليه السلام نصَّ على قول الحقِّ فيه المخالف لطريقة اليهوديَّة والنصرانيَّة، فقال: {إنَّما المسيح عيسى بن مريم رسولُ الله}؛ أي: غاية المسيح عليه السلام ومنتهى ما يصل إليه من مراتب الكمال أعلى حالة تكون للمخلوقين، وهي درجة الرسالة، التي هي أعلى الدَّرجات وأجلّ المثوبات، وأنه {كَلِمَتُهُ ألقاها إلى مريم}؛ أي: كلمة تكلَّم الله بها، فكان بها عيسى، ولم يكن تلك الكلمة، وإنما كان بها، وهذا من باب إضافة التشريف والتكريم، وكذلك قولُه: {وروحٌ منه}؛ أي: من الأرواح التي خلقها وكمَّلها بالصِّفات الفاضلة والأخلاق الكاملة، أرسل الله رُوحه جبريلَ عليه السلام، فنفَخَ في فرج مريم عليها السلام، فحملت بإذن الله بعيسى عليه السلام، فلمَّا بيَّن حقيقة عيسى عليه السلام؛ أمر أهل الكتاب بالإيمان به وبرسله، ونهاهم أن يجعلوا الله ثالث ثلاثةٍ؛ أحدهم عيسى والثاني مريم؛ فهذه مقالة النصارى قبَّحهم الله، فأمرهم أن ينتهوا، وأخبر أن ذلك خيرٌ لهم؛ لأنه الذي يتعيَّن أنه سبيل النجاة وما سواه فهو طرق الهلاك. ثم نزَّه نفسه عن الشريك والولد، فقال: {إنَّما الله إلهٌ واحدٌ}؛ أي: هو المنفردُ بالألوهيَّة الذي لا تنبغي العبادة إلاَّ له. {سبحانَه}؛ أي: تنزَّه وتقدَّس، {أن يكونَ له ولدٌ}: لأنَّ {له ما في السموات وما في الأرض}؛ فالكلُّ مملوكون له مفتقِرون إليه؛ فمحالٌ أن يكون له شريكٌ منهم أو ولدٌ.
ولما أخبر أنه المالك للعالم العلويِّ والسفليِّ أخبر أنه قائمٌ بمصالحهم الدنيويَّة والأخرويَّة، وحافظها [ومجازيهم] عليها تعالى:
171.
“Ey Kitab ehli, dininizde aşırı gitmeyin” Yüce Allah, Kitap ehline dinde aşırı gitmeyi yasaklamaktadır. Dinde aşırı gitmek ise meşru olan sınırı ve ölçüyü aşarak meşru olmayana düşmektir. Mesela Hıristiyanların İsa aleyhisselam hususunda aşırıya giderek onu nübüvvet ve risalet makamından çıkarıp Allah’tan başkasına asla yaraşmayan rububiyet makamına çıkarmaları buna bir örnektir. İşte nasıl ki eksik ve kusurlu davranmak yasaksa, aşırıya gitmek de öylece yasaktır.
Bundan dolayı da burada: “Allah’a karşı hak olandan başkasını söylemeyin” buyrulmaktadır. Bu buyruk üç hususu ihtiva etmektedir. Bunlardan ikisi yasak kılınmış şeylerdir ki bunlar; Allah hakkında yalan söylemek ve O’nun isimleri, sıfatları, fiilleri, şeriatı ve peygamberleri hakkında bilgisizce söz söylemektir. Üçüncüsü ise emrolunmuş bir husus olup bu da bütün bu hususlarda yalnızca hakkı söylemektir.
Bu, küllî ve genel bir kaide olduğundan ve konu da İsa aleyhisselam ile alâkalı olduğundan, burada özellikle yahudiliğin ve hıristiyanlığın İsa hakkında izlediği yolun aksi olan
“hak sözün söylenmesi” vurgulanmış ve şöyle buyrulmuştur:
“Meryem oğlu İsa Mesih yalnızca Allah’ın peygamberi” yani Mesih aleyhisselam’ın ulaşabileceği en nihai kemal mertebesi, bütün yaratılmışlar için olabilecek en yüce hal, derecelerin en yükseği ve ilâhi taltiflerin en üstünü olan risalet derecesidir.
“Meryem’e ulaştırdığı kelimesi” yani Yüce Allah’ın söylediği ve bunun sonucunda İsa aleyhisselam’ın var olduğu bir kelimedir. Yoksa o, bizatihi o kelimenin kendisi değildir. Aksine o, bu kelime ile var olmuştur. Buradaki izafet terkibi (
“O’nun kelimesi” şeklindeki isim tamlaması) şereflendirme ve mükerrem kılma anlamındadır.
Aynı şekilde Yüce Allah’ın: “ve kendinden bir ruhtur” buyruğu da böyledir. Yani Yüce Allah’ın yaratıp üstün niteliklerle ve kâmil ahlâk ile kemale erdirdiği ruhlardan bir ruhtur. Allah, bu anlamda bir diğer ruhu olan Cibril aleyhisselam’ı göndermiş, o da Meryem’in -ona selam olsun- fercine üflemiştir ve böylece Meryem de Allah’ın izni ile İsa aleyhisselam’a gebe kalmıştır.
Yüce Allah İsa aleyhisselam hakkındaki hakikati beyan ettikten sonra Kitab ehline ona ve diğer peygamberlere iman etmelerini emredip Allah’ı üçün üçüncüsü kabul etmelerini de yasaklamaktadır bu üçten bir İsa, ikincisi de Meryem’dir. İşte hıristiyanların -Allah onları bu çirkin iddialarından dolayı cezalandırsın- söyledikleri budur. Yüce Allah onlara bu işten vazgeçmelerini emretmekte ve böylesinin kendileri için daha hayırlı olacağını bildirmektedir. Çünkü kurtuluşa ermenin yegane yolu budur ve onun dışındaki bütün yolların helâk yolu oldukları açıkça ortadadır.
Daha sonra Yüce Allah kendi zatını,
ortağı ve evladı bulunmaktan tenzih ederek şöyle buyurmaktadır: “Allah ancak tek bir ilâhtır” yani uluhiyette tek ve kendisinden başka ibadete layık olan kimsenin bulunmadığı yegane zat O’dur.
“O, ocuğu olmaktan münezzehtir” yücedir ve mukaddestir. Çünkü
“Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur.” Her şey O’nun mülküdür ve O’na muhtaçtır. Dolayısı ile onlardan herhangi bir varlığın O’nun ortağı veya evladı olması imkânsız bir şeydir.
Yüce Allah ulvi alemin de süfli alemin de mutlak mâlik ve idarecisi olduğunu haber verdikten sonra onların dünyevi ve uhrevi maslahatlarını kendisinin idare ettiğini,
bunları koruyup muhafaza edenin ve herkese amellerinin karşılığını verecek olanında yine kendisi olduğunu haber vererek şöyle buyurmaktadır: “Vekil olarak Allah yeter.”
{لَنْ يَسْتَنْكِفَ الْمَسِيحُ أَنْ يَكُونَ عَبْدًا لِلَّهِ وَلَا الْمَلَائِكَةُ الْمُقَرَّبُونَ وَمَنْ يَسْتَنْكِفْ عَنْ عِبَادَتِهِ وَيَسْتَكْبِرْ فَسَيَحْشُرُهُمْ إِلَيْهِ جَمِيعًا (172) فَأَمَّا الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فَيُوَفِّيهِمْ أُجُورَهُمْ وَيَزِيدُهُمْ مِنْ فَضْلِهِ وَأَمَّا الَّذِينَ اسْتَنْكَفُوا وَاسْتَكْبَرُوا فَيُعَذِّبُهُمْ عَذَابًا أَلِيمًا وَلَا يَجِدُونَ لَهُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ وَلِيًّا وَلَا نَصِيرًا (173)}.
172- Mesih de mukarreb melekler de Allah’a kul olmaktan asla yüksünmezler. Kim O’na kulluktan yüksünür ve kibirlenirse
(bilsin ki) Allah onların hepsini huzuruna toplayacaktır.
173- İman edip de sâlih ameller işleyenlere gelince O; onlara mükâfatlarını eksiksiz ödeyecek, hem de lütfundan onlara fazlasını verecektir.
(Kendisine ibadetten) yüksünenlere ve büyüklük taslayanlara gelince onları pek acıklı bir azapla cezalandıracak ve onlar kendileri için Allah’tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı bulamayacaklardır.
#
{172} لما ذكر تعالى غلوَّ النصارى في عيسى عليه السلام، وذَكَرَ أنَّه عبده ورسوله؛ ذَكَرَ هنا أنه لا يستنكِف عن عبادتِهِ ربَّه ؛ أي: لا يمتنع عنها رغبةً عنها، لا هو {ولا الملائكة المقربون}، فنزَّههم عن الاستنكاف، وتنزيههم عن الاستكبار من باب أولى، ونفي الشيء فيه إثباتُ ضدِّه؛ أي: فعيسى والملائكة المقربون قد رغبوا في عبادِة ربِّهم وأحبُّوها وسَعَوْا فيها بما يَليق بأحوالهم، فأوجب لهم ذلك الشرف العظيم والفوز العظيم، فلم يستنكِفوا أن يكونوا عبيداً لربوبيَّته ولا لإلهيَّته، بل يَرَوْنَ افتقارهم لذلك فوق كلِّ افتقار. ولا يُظَنُّ أنَّ رفع عيسى أو غيره من الخلق فوق مرتبته التي أنزله الله فيها وترفُّعه عن العبادة كمالاً، بل هو النقص بعينه، وهو محلُّ الذَّمِّ والعقاب، ولهذا قال: {ومن يَسْتَنكِفْ عن عبادتِهِ ويَسْتَكْبِرْ فسيحشُرهم إليه جميعاً}؛ أي: فسيحشر الخلق كلَّهم إليه المستنكِفين والمستكبِرين وعباده المؤمنين، فيحكم بينهم بحكمه العدل وجزائه الفصل.
172.
“Mesih de mukarreb melekler de Allah’a kul olmaktan asla yüksünmezler.” Yüce Allah hıristiyanların İsa aleyhisselam hakkında aşırılıklarını söz konusu edip onun Allah’ın kulu ve elçi olduğunu zikrettikten sonra burada da Mesih’in, Rabbine ibadet etmekten yüksünüp yüz çevirmeyeceğini, aynı şekilde
“mukarreb melekler”in de böyle olduklarını söz konusu etmektedir. Allah onları ibadetten yüz çevirmekten tenzih ettiğine göre Allah’a karşı büyüklenmekten münezzeh olmaları öncelikle söz konusudur. Zira bir şeyin nefyedilmesi, onun zıddının isbat edilmesi demektir. O halde İsa da mukarreb melekler de Rablerine ibadeti şeref bilmişler, O’na ibadeti sevmişler ve hallerine uygun olarak da bu yolda gayret etmişlerdir. Bu sebeple de onlar, büyük bir şerefe ve büyük bir felâha nail olmuşlardır. Onlar Yüce Allah’ın rububiyeti ve uluhiyeti önünde kul olmaktan asla yüksünmezler. Aksine kulluğa her şeyden daha çok muhtaç olduklarını bilir ve bunu ikrar ederler.
İsa aleyhisselam’ın yahut ondan başka herhangi bir kimsenin, Allah’ın onu yerleştirmiş olduğu makamından daha yukarıya çıkartılmasının yahut da o kimsenin kendisini Allah’a ibadetten daha yüksek bir konumda görmesinin bir kemal olduğu asla zannedilmesin. Aksine böyle bir tutum bizatihi eksiklik ve kusurdur. Yerilmeyi ve cezalandırılmayı gerekli kılan bir suçtur.
Bu sebeple Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Kim O’na kulluktan yüksünür ve kibirlenirse (bilsin ki) Allah onların hepsini huzuruna toplayacaktır.” Yani hem O’na kulluk etmekten geri duranları ve büyüklük taslayanları hem de mü’min kullarını olmak üzere herkresi bir araya toplayacaktır. Aralarında adil bir şekilde hükmedecek ve haklı ile haksızı tespit edecek şekilde amellerinin karşılığını verecektir.
Daha sonra Yüce Allah onlar hakkındaki bu hükmünü genişçe açıklayarak şöyle buyurmaktadır:
#
{173} ثم فصَّل حكمهَ فيهم، فقال: {فأمَّا الذين آمنوا وعملوا الصالحات}؛ أي: جمعوا بين الإيمان المأمور به وعمل الصالحات من واجبات ومستحبَّات من حقوق الله وحقوق عباده، {فيوفِّيهم أجورَهم}؛ أي: الأجور التي رتَّبها على الأعمال كل بحسب إيمانه وعمله، {ويزيدُهم من فضله}: من الثَّواب الذي لم تَنَلْهُ أعمالُهم ولم تَصِلْ إليه أفعالُهم ولم يخطُرْ على قلوبِهِم، ودَخَلَ في ذلك كلُّ ما في الجنَّة من المآكل والمشارب والمناكح والمناظر والسُّرور ونعيم القلب والرُّوح ونعيم البدن، بل يدخل في ذلك كلُّ خير دينيٍّ ودنيويٍّ رُتِّب على الإيمان والعمل الصالح. {وأمّا الذين اسْتَنكَفوا واسْتَكْبَروا}؛ أي: عن عبادة الله تعالى، {فيعذِّبُهم عذاباً أليماً}، وهو سخط الله وغضبه والنار الموقَدة التي تطَّلع على الأفئدة، {ولا يَجِدون لهم مِن دون الله وليًّا ولا نصيراً}؛ أي: لا يجدون أحداً من الخلق يتولاَّهم فيحصِّل لهم المطلوبَ، ولا من ينصُرُهم فيدفعُ عنهم المرهوبَ، بل قد تَخَلَّى عنهم أرحم الراحمين وتَرَكَهم في عذابِهم خالدين، وما حكم به تعالى؛ فلا رادَّ لحكمِهِ ولا مغيِّرَ لقضائِهِ.
173.
“İman edip de salih ameller işleyenlere gelince” yani emrolundukları şekilde iman etmekle beraber, gerek Allah’ın hakları gerekse de kullarının hakları içerisinde farz ve müstehap olan türden sâlih amelleri işleyenler
“O, onlara mükâfatlarını eksiksiz ödeyecek”, yani Yüce Allah amellere karşılık olarak tespit etmiş olduğu ecir ve mükâfatı herkese -iman ve ameline uygun olarak- verecektir
“hem de lütfundan onlara fazlasını verecektir.” Amelleri ile elde edemeyecekleri ve filleri ile ulaşmaları söz konusu olmayan, kalplerinden de hatırlarından da geçirmedikleri mükâfatları da onlara fazladan ihsan edecektir. Bunun kapsamına ise cennetteki her türlü yiyecek, içecek, zevceler, güzel manzaralar, sevindirici hususlar, kalbi ve ruhi nimetlerle bedeni nimetler girdiği gibi Yüce Allah’ın iman ve salih amele bağlı olarak ihsan edeceğini belirttiği dini ve dünyevi bütün hayırlar da dahildir.
“(Kendisine ibadetten) yüksünenlere ve büyüklük taslayanlara gelince onları” Yüce Allah’a ibadet etmeyerek bunu büyüklüklerine sığdıramayanları
“pek acıklı bir azapla cezalandıracak” bu ceza, Allah’ın gazabı ve kalplere kadar işleyen alevli ateşidir.
“ve onlar kendileri için Allah’tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı bulamayacaklardır.” Yani yaratılmışlar arasında kendilerini dost bilecek hiçbir kimse bulamayacaklar ki arzuladıklarını elde edebilsinler. Yine Allah’tan başka kendilerine yardım edecek ve korktuklarını kendilerinden uzaklaştırıp defedebilecek hiçbir kimse de bulamayacaklardır. Tam aksine merhametlilerin en merhametlisi dahi onları terk edecek ve onları azapları içerisinde ebedi olarak bırakacaktır. Yüce Allah’ın verdiği bir hükmü reddedebilecek hiçbir kimse olmadığı gibi O’nun kazasını değiştirebilecek hiçbir güç de yoktur.
{يَاأَيُّهَا النَّاسُ قَدْ جَاءَكُمْ بُرْهَانٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَأَنْزَلْنَا إِلَيْكُمْ نُورًا مُبِينًا (174) فَأَمَّا الَّذِينَ آمَنُوا بِاللَّهِ وَاعْتَصَمُوا بِهِ فَسَيُدْخِلُهُمْ فِي رَحْمَةٍ مِنْهُ وَفَضْلٍ وَيَهْدِيهِمْ إِلَيْهِ صِرَاطًا مُسْتَقِيمًا (175)}.
174- Ey insanlar! Rabbinizden size bir burhan geldi. Size apaçık bir nur da indirdik.
175- Allah’a iman edip de O’na sarılanlara gelince O; onları kendinden bir rahmetin ve lütfun içine yerleştirecek ve kendisine varan dosdoğru bir yola iletecektir.
#
{174} يمتنُّ تعالى على سائر الناس بما أوصل إليهم من البراهين القاطعة والأنوار السَّاطعة، ويقيمُ عليهم الحجَّة، ويوضِّح لهم المحجَّة، فقال: {يا أيُّها الناس قد جاءكم برهانٌ من ربِّكم}؛ أي: حججٌ قاطعةٌ على الحقِّ تبيِّنه وتوضِّحه وتبيِّن ضدَّه، وهذا يشمل الأدلَّة العقليَّة والنقليَّة، والآيات الأفقيَّة والنفسيَّة، {سَنُريهم آياتِنا في الآفاق وفي أنْفُسِهِم حتَّى يتبيَّنَ لهم أنه الحقُّ}، وفي قوله: {مِن ربِّكم}: ما يدلُّ على شرف هذا البرهان وعظمتِهِ؛ حيث كان من ربِّكم الذي ربَّاكم التربية الدينيَّة والدنيويَّة؛ فمن تربيته لكم التي يُحمد عليها، ويُشكر أن أوصل إليكم البيِّنات ليهدِيَكم بها إلى الصِّراط المستقيم والوصول إلى جنَّات النعيم. وأنزل {إليكم نُوراً مبيناً}، وهو هذا القرآن العظيم، الذي قد اشتمل على علوم الأوَّلين والآخِرين والأخبار الصَّادقة النافعة والأمر بكلِّ عدل وإحسانٍ وخيرٍ والنهي عن كلِّ ظلم وشرٍّ؛ فالناسُ في ظلمةٍ إنْ لم يستَضيئوا بأنوارِهِ، وفي شقاءٍ عظيم إن لم يقتَبِسوا من خيرِهِ.
174. Yüce Allah, insanlara ulaştırmış olduğu kesin deliller ve apaçık nurlar dolayısı ile lütfunu hatırlatmakta,
onlara karşı delili ortaya koyup izlemeleri gereken yolu da açıkça göstererek şöyle buyurmaktadır: “Ey insanlar! Size Rabbinizden bir burhan” yani hakkı gösteren ve onu açıklayıp netleştiren, hakkın zıddını da ortaya koyan kat’i deliller
“geldi.” Bu, hem aklî delilleri hem de naklî delilleri kapsamakta, yine hem afakî (insanların dış dünyalarındaki) belgeleri hem de enfusi (iç dünyalarındaki) delilleri ihtiva etmektedir: “Onun, gerçeğin ta kendisi olduğu kendilerine apaçık belli oluncaya kadar âyetlerimizi onlara hem afakta hem kendi nefislerinde göstereceğiz.” (Fussilet, 41/53)
Yüce Allah’ın:
“Rabbinizden” buyruğunda, bu delilin ne kadar şerefli ve ne kadar büyük olduğuna delil teşkil edecek bir incelik vardır. Çünkü bu burhan, sizi hem dini hem dünyevi terbiyesi ile besleyip büyüten Rabbinizden gelmiştir. İşte kendisi sebebi ile övülmeye ve şükredilmeye layık olan size yönelik bu terbiyesinin bir parçası da kendileri vasıtası ile sizleri dosdoğru yola iletmek ve nimetlerle dolu cennetlere ulaştırmak için bu apaçık delilleri size ulaştırmış olmasıdır.
“Size apaçık bir nur da indirdik.” Bu da Kur’ân-ı Kerim’dir. Ki o öncekilerin de sonrakilerin ilimlerini, faydalı ve doğru haberleri, adaleti, ihsanı ve hayır olan her bir emri, buna karşılık her türlü zulüm ve kötülüğü de yasaklamayı ihtiva etmektedir. Eğer insanlar onun nurları ile aydınlanmayacak olurlarsa karanlık içerisinde kalırlar. Eğer onun hayrından yararlanmayacak olurlarsa büyük bir bedbahtlık içerisine düşerler. Ancak insanlar, Kur’ân-
ı Kerîm’e iman ve onunla yararlanmaları açısından iki kısma ayrılmışlardır:
#
{175} ولكن انقسم الناسُ بحسب الإيمان بالقرآن والانتفاع به قسمين: {فأمَّا الذين آمنوا بالله}؛ أي: اعترفوا بوجودِهِ واتِّصافه بكلِّ وصفٍ كامل وتنزيهه من كلِّ نقص وعيبٍ، {واعتَصَموا به}؛ أي: لجؤوا إلى الله واعتمدوا عليه وتبرَّؤوا من حَوْلِهم وقوَّتهم واستعانوا بربِّهم، {فسيُدْخِلُهم في رحمةٍ منه وفضل}؛ أي: فسيتغمَّدهم بالرحمة الخاصَّة فيوفِّقهم للخيرات ويجزِلُ لهم المثوبات ويدفعُ عنهم البليَّات والمكروهات. {ويهديهم إليه صراطاً مستقيماً}؛ أي: يوفِّقهم للعلم والعمل؛ معرفة الحقِّ والعمل به؛ أي: ومن لم يؤمن بالله، ويعتَصِمْ به، ويتمسَّك بكتابِهِ؛ منعهم من رحمتِهِ، وحرمهم من فضلِهِ، وخلَّى بينهم وبين أنفسِهِم، فلم يَهْتَدوا، بل ضلُّوا ضلالاً مبيناً؛ عقوبةً لهم على تركِهِم الإيمان، فحصلتْ لهم الخيبةُ والحرمانُ. نسأله تعالى العفو والعافية والمعافاة.
175.
“Allah’a iman edip de” yani O’nun varlığını kabul ederek, bütün kemal sıfatlara sahip olduğuna, her türlü eksiklik ve kusurdan da münezzeh olduğuna inanan ve
“O’na sarılanlara” yani Allah’a sığınan, O’na güvenen, kendi güç ve imkânlarının bu hususta işe yaramadığını kabul ederek Rablerinin yardımını isteyenlere
“gelince O, onları kendinden bir rahmetin ve lütfun içine yerleştirecek” yani Yüce Allah onları özel bir rahmetle saracak, onları hayırlara muvaffak kılacak, onları bol bol mükâfatlandıracak, her türlü belayı da onlardan uzaklaştıracak
“ve kendisine varan dosdoğru yola iletecektir” Onları ilme, amele, hakkı bilip gereğince amel etmeye muvaffak kılacaktır.
Diğer taraftan kim de Allah’a iman etmez, O’na sarılmaz, O’nun kitabına sıkı sıkıya tutunmaz ise Allah, onlara rahmette bulunmayacak ve onları lütfundan mahrum bırakacaktır. Onları kendi hallerine bırakacaktır. Bu nedenle de onlar hidâyet bulamayacaklar, aksine imanı terk etmelerinin bir cezası olarak apaçık bir sapıklığa düşecekler, bunun sonucunda da büyük bir zarar ve mahrumiyetle karşı karşıya kalacaklardır. Yüce Allah’tan af, afiyet ve esenlik temenni ederiz.
{يَسْتَفْتُونَكَ قُلِ اللَّهُ يُفْتِيكُمْ فِي الْكَلَالَةِ إِنِ امْرُؤٌ هَلَكَ لَيْسَ لَهُ وَلَدٌ وَلَهُ أُخْتٌ فَلَهَا نِصْفُ مَا تَرَكَ وَهُوَ يَرِثُهَا إِنْ لَمْ يَكُنْ لَهَا وَلَدٌ فَإِنْ كَانَتَا اثْنَتَيْنِ فَلَهُمَا الثُّلُثَانِ مِمَّا تَرَكَ وَإِنْ كَانُوا إِخْوَةً رِجَالًا وَنِسَاءً فَلِلذَّكَرِ مِثْلُ حَظِّ الْأُنْثَيَيْنِ يُبَيِّنُ اللَّهُ لَكُمْ أَنْ تَضِلُّوا وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ (176)}.
176- Senden fetvâ isterler.
De ki: Allah size kelâle hakkında şöyle fetva verir: Eğer çocuğu bulunmayıp da kızkardeşi bulunan bir erkek ölürse bıraktığının yarısı kızkardeşe aittir. Eğer o
(kızkardeşin) çocuğu yoksa o erkek de kızkardeşine mirasçı olur. Eğer kızkardeşler iki tane iseler erkek kardeşin bıraktığının üçte ikisini alırlar. Şâyet erkek ve kız
(karışık) kardeşler iseler o zaman erkek için kadının iki payı kadar vardır. Allah yanılmayasınız diye size açıklıyor. Allah her şeyi çok iyi bilendir.
#
{176} أخبر تعالى أنَّ الناس استفتوا رسوله - صلى الله عليه وسلم - ؛ أي: في الكلالة؛ بدليل قوله: {قل الله يُفتيكم في الكلالة}، وهي الميت يموتُ وليس له ولد صُلْبٍ ولا ولد ابنٍ ولا أب ولا جَدٌّ، ولهذا قال: {إن امرؤ هلك ليس له ولد}، أي: لا ذكر ولا أنثى، لا ولد صُلْبٍ ولا ولد ابنٍ، وكذلك ليس له والدٌ؛ بدليل أنَّه ورَّثَ فيه الإخوة، والأخوات بالإجماع لا يرثون مع الوالد؛ فإذا هَلَكَ وليس له ولدٌ ولا والدٌ. {وله أختٌ}؛ أي: شقيقةٌ أو لأبٍ لا لأمٍّ؛ فإنه قد تقدَّم حكمُها. {فلها نصفُ ما ترك}؛ أي: نصف متروكات أخيها من نقودٍ وعقارٍ وأثاثٍ وغير ذلك، وذلك من بعد الدَّين والوصيَّة؛ كما تقدم. {وهو}؛ أي: أخوها الشقيق أو الذي للأب، {يَرِثُها إن لم يكن لها ولد}، ولم يُقَدِّر له إرثاً لأنه عاصبٌ فيأخذ مالها كلَّه إن لم يكن صاحبُ فرض ولا عاصب يشارِكه أو ما أبقت الفروض. {فإن كانتا}؛ أي: الأختان، {اثنتين}؛ أي: فما فوق {فلهما الثُّلثانِ مما تَرَكَ، وإن كانوا إخوةً رجالاً ونساءً}؛ أي: اجتمع الذُّكور من الإخوة لغير أمٍّ مع الإناث، {فللذَّكر مثلُ حظِّ الأنثيين}: فيسقُط فرض الإناث ويُعَصِّبُهنَّ إخوتُهن. {يبيِّنُ الله لكم أن تَضِلُّوا}؛ أي: يبيِّن لكم أحكامه التي تحتاجونها ويوضِّحها ويشرحُها لكم فضلاً منه وإحساناً لكي تهتدوا ببيانه [وتعملوا] بأحكامه، ولئلاَّ تضِلوا عن الصِّراط المستقيم بسبب جهلكم وعدم علمِكم. {والله بكلِّ شيءٍ عليمٌ}؛ أي: عالم بالغيب والشهادةِ والأمور الماضية والمستقبلَةَ، ويعلم حاجَتَكم إلى بيانِهِ وتعليمِهِ، فيعلِّمكم من علمِهِ الذي ينفعُكم على الدَّوام في جميع الأزمنة والأمكنة.
آخر تفسير سورة النساء. فلله الحمد والشكر.
176. Şanı Yüce Allah insanların, Rasûlüne sallallahu aleyhi ve sellem’den kelale hakkında fetva istediklerini haber vermektedir.
Bu sorunun kelale hakkında olduğunun delili ise: “De ki: Allah size kelâle hakkında şöyle fetva verir” buyruğudur. Kelâle ise bir kimsenin kendi öz oğlu, oğlunun oğlu, babası ve dedesi hayatta olmaksızın vefat etmesi haline denir.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Eğer çocuğu bulunmayıp da” yani erkek olsun, kız olsun, kendi öz çocuğu olsun, oğlundan çocuğu
(torunu) olsun çocuğu bulunmayacak olursa ve aynı şekilde babası ve dedesi de yoksa, demektir. Babasının olmadığına delil, bu buyrukta kardeşlerin mirasçı olacakların söz konusu edilmesidir ki kardeşlerin baba ile birlikte miras alamayacakları icma ile kabul edilmiştir.
İşte bir kimse çocuğu da babası da bulunmaksızın ölür de anne baba bir yahut sadece baba bir -anne bir olmaz çünkü onun hükmü daha önceden geçmişti-
“kızkadeşi bulunan bir erkek ölürse bıraktığının yarısı” yani erkek kardeşinin geriye bıraktığı nakit, gayrimenkul, ev eşyası ve buna benzer şeylerin yarısı
“kızkardeşe aittir.” Bu da önceden geçtiği üzere borcunun ödenmesinden ve vasiyetinin yerine getirilmesinden sonra söz konusudur.
“Eğer o (kızkardeşin) çocuğu yoksa” ve onun mirastan alacağı bir miktar da bulunmuyorsa
“o erkek de kızkardeşine” yani anne baba bir yahut baba bir erkek kardeş, kız kardeşine
“mirasçı olur.” Çünkü erkek kardeş asabedir, eğer farz hisse sahibi veya ona ortak olacak yahut da farzlardan arta kalanı alacak başka bir asabe yok ise kızkardeşinin geriye bıraktığı malının tamamını alır.
“Eğer kızkardeşler iki tane” ve daha yukarı
“iseler erkek kardeşin bıraktığının üçte ikisini alırlar. Şâyet erkek ve kız (karışık) kardeşler iseler” yani baba bir erkek kardeşler, kızkardeşlerle bir arada bulunacak olurlarsa
“o zaman erkek için kadının iki payı kadar vardır.” Bu durumda kadınların farz hissesi düşer ve onların erkek kardeşleri onların hisselerinden arta kalanı alır.
“Allah yanılmayasınız diye size açıklıyor.” Yüce Allah gerek duyacağınız hükümleri size kendi lütuf ve ihsanı olmak üzere açıklamaktadır. Böylelikle O’nun beyanı ile hidâyet bulasınız, hükümleri gereğince amel edesiniz, cahilliğiniz ve bilgisizliğiniz sebebi ile de dosdoğru yoldan sapıp uzaklaşmayasınız.
“Allah her şeyi çok iyi bilendir.” Yani O, gizliyi de açığı da bilir, geçmiştekileri de gelecektekileri de bilir. Sizin O’nun açıklamasına ve O’nun size öğretmesine ihtiyacınız olduğunu da bilir. O bakımdan bütün zaman ve mekanlarda sürekli olarak size fayda sağlayacak olan ilminden size gerekli olanları öğretir.
Nisâ Sûresi’nin tefsiri burada sona ermektedir. Yüce Allah’a hamd ve şükürler olsun.
***