Ayet:
2- BAKARA SÛRESİ
2- BAKARA SÛRESİ
(Medine’de inmiştir, 286 âyettir)
Ayet: 1 - 5 #
{الم (1) ذَلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ (2) الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ (3) وَالَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِمَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ وَمَا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلِكَ وَبِالْآخِرَةِ هُمْ يُوقِنُونَ (4) أُولَئِكَ عَلَى هُدًى مِنْ رَبِّهِمْ وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ (5)}.
1- Elif, Lâm, Mîm 2- İşte bu o Kitab ki, onda hiçbir şüphe yoktur. Takva sahipleri için bir hidayettir. 3- Onlar gayba iman ederler, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden infâk ederler. 4- Onlar hem sana indirilene iman ederler, hem de senden önce indirilenlere... Ahirete de yakînen inanırlar. 5- İşte bunlar Rab’lerinden bir hidâyet üzeridirler ve felaha erenler de onlardır.
Besmeleye dair açıklamalar daha önce geçmişti.
#
{1} وأما الحروف المقطَّعة في أوائل السورة ؛ فالأسلم فيها السكوت عن التعرُّض لمعناها من غير مستند شرعي، مع الجزم بأن الله تعالى لم ينزلها عبثاً، بل لحكمة لا نعلمها.
1. “Elif, Lâm, Mîm.” Sûrelerin baş taraflarında yer alan bunun gibi “Mukatta’a Harfleri” ile ilgili izlenecek en sağlıklı yol, şer’i herhangi bir delile dayanmaksızın bunların anlamlarına dair söz söylemeyip susmaktır. Bununla birlikte Allah’ın bunları boşu boşuna değil, aksine bizim bilemeyeceğimiz bir hikmet dolayısıyla indirdiğini de kesinlikle kabul etmeliyiz.
#
{2} وقوله: {ذلك الكتاب}؛ أي: هذا الكتاب العظيم، الذي هو الكتاب على الحقيقة، المشتمل على ما لم تشتمل عليه كتب المتقدمين والمتأخرين من العلم العظيم والحقِّ المبين؛ {لا ريب فيه} فلا ريب فيه ولا شكَّ بوجه من الوجوه، ونفي الرَّيب عنه يستلزم ضده إذ ضد الريب والشك اليقين، فهذا الكتاب مشتمل على علم اليقين المزيل للشك والريب. وهذه قاعدة مفيدة أن النفي المقصود به المدح لا بد أن يكون متضمناً لضده وهو الكمال؛ لأن النفي عدم، والعدم المحض لا مدح فيه، فلما اشتمل على اليقين وكانت الهداية لا تحصل إلا باليقين؛ قال: {هدىً للمتقين}، والهدى ما تحصل به الهداية من الضلالة والشُّبَه، وما به الهداية إلى سلوك الطرق النافعة. وقال: {هدى} وحذف المعمولَ، فلم يقل: هدى للمصلحة الفلانية ولا للشيء الفلاني؛ لإرادة العموم وأنه هدى لجميع مصالح الدارين، فهو مرشدٌ للعباد في المسائل الأصولية والفروعية، ومبين للحق من الباطل والصحيح من الضعيف، ومبين لهم كيف يسلكون الطرق النافعة لهم في دنياهم وأخراهم. وقال في موضع آخر: {هدى للناس} فعمَّم، وفي هذا الموضع وغيره: {هدى للمتقين} لأنه في نفسه هدى لجميع الناس ، فالأشقياء لم يرفعوا به رأساً ولم يقبلوا هدى الله، فقامت عليهم به الحجة، ولم ينتفعوا به لشقائهم. وأما المتقون الذين أتوا بالسبب الأكبر لحصول الهداية وهو التقوى التي حقيقتها: اتخاذ ما يقي سخط الله وعذابه بامتثال أوامره، واجتناب النواهي، فاهتدوا به، وانتفعوا غاية الانتفاع، قال تعالى: {يا أيها الذين آمنوا إن تتقوا الله يجعل لكم فرقاناً} فالمتقون هم المنتفعون بالآيات القرآنية والآيات الكونية. ولأن الهداية نوعان: هداية البيان، وهداية التوفيق، فالمتقون حصلت لهم الهدايتان وغيرهم لم تحصل لهم هداية التوفيق، وهداية البيان بدون توفيق للعمل بها ليست هداية حقيقية تامة.
2. “İşte bu o kitap ki...” Yani bu, yüce Kitab öyle bir Kitab-ı hakikidir ki öncekilere ve sonrakilere ait hiçbir kitabın kapsamadığı muazzam bir ilmi ve apaçık bir hakkı içerir. Dolayısıyla da “Onda hiçbir şüphe yoktur.” Şüphenin hiçbir şekli söz konusu değildir. Şüphenin reddedilmesi onun zıddını gerektirir ki şüphenin zıddı da yakîn (kesin bilgi)dir. Öyleyse bu kitap şüpheyi gideren yakîni (kesin bilgiyi) içermektedir. Bu oldukça faydalı bir kâidedir. Yani övme kastı ile bir şeyin nefyedilmesi/reddedilmesi, mutlaka o şeyin zıddı olan mükemmelliği ihtiva etmeyi gerektirir. Çünkü nefy/ret, yokluktur, mutlak yoklukta ise herhangi bir övgü yoktur. Bu Kitab yakîni içerdiğinden ve hidayet de ancak yakîn ile elde edildiğinden ötürü Yüce Allah: “takva sahipleri için bir hidayettir” diye buyurmaktadır. “Hidayet”; kendisi vasıtası ile sapıklıktan ve şüphelerden sıyrılıp doğru yola ulaşılan ve faydalı yolların, kendisinin yol göstericiliği sayesinde izlenebildiği şey demektir. Burada hidayetin neye yönelik olduğunun zikredilmeyişinin, yani “filân maslahata hidâyettir”, “filân şeye hidayettir” denmeyişinin sebebi, bu hidayetin genel anlamda olması, yani dünya ve ahiretin bütün maslahatlarına yol gösterici olmasından dolayıdır. Dolaysıyla Kur’an, ister usul/temel meselelerde olsun ister füru/fer’i konularda olsun, kulları doğruya iletici, hakkı batıldan, sahihi zayıftan ayırt edici, dünya ve ahiretlerinde insanlara faydalı olan yolu nasıl izleyeceklerini açıklayıcı bir kitaptır. Bir başka yerde Kur'ân, “insanlar için hidayet” (el-Bakara, 2/185) şeklinde genel bir hidayet olmakla nitelendirilmektedir. Burada ve başka bazı yerlerde ise özel olarak “takva sahipleri için bir hidayet” olduğu ifade buyrulmaktadır. Çünkü Kur’an haddi zatında bütün insanlar için hidayettir. Fakat bedbaht olanlar, ona gereken önemi vermezler ve Allah’ın hidâyetini/yol göstericiliğini kabul etmezler. Böylece onlara karşı delil ortaya konmuş olur ve onlar ancak bedbahtlıkları dolayısıyla bu hidayetten istifade etmezler. “Takva sahipleri”ne gelince onlar hidayeti elde etmek için gerekli olan en büyük sebebi gerçekleştirmiş olanlardır. Bu sebep takvadır. Takvanın hakikati ise Yüce Allah’ın emirlerini yerine getirmek, yasaklarından kaçınmak suretiyle Allah’ın gazabına ve azabına karşı korunmak demektir. İşte böyle kimseler Kur’an ile hidayet bulurlar ve ondan en ileri derecede yararlanırlar. Nitekim Yüce Allah: “Ey iman edenler! Eğer Allah’a karşı takvalı olursanız o size bir furkan (hakkı batıldan ayırma kabiliyeti) verir.” (el-Enfal, 8/29) diye buyurmaktadır. Öyleyse hem Kur’anî âyetlerden, hem de kevnî âyetlerden yararlanabilenler, takva sahipleridir. Çünkü hidayet “beyânî hidayet/doğru yolu gösterme” ve “tevfikî hidayet/doğru yola ulaşmaya muvaffak kılma” olmak üzere iki türlüdür. Takva sahipleri bu iki hidâyeti de elde ederler. Onların dışındakiler ise tevfikî hidayeti elde edemezler. Gereğince amel edebilme başarısı olmaksızın beyanî hidayet ise gerçek ve tam bir hidayet değildir.
Daha sonra Yüce Allah takva sahiplerini inanç, zahir ameller ve batın ameller ile -çünkü takva bütün bunları kapsamaktadır- ilgili özelliklerini sıralamaktadır:
#
{3} {الذين يؤمنون بالغيب} حقيقة الإيمان هو التصديق التام بما أخبرت به الرسل، المتضمن لانقياد الجوارح، وليس الشأن في الإيمان بالأشياء المشاهدة بالحسِّ، فإنه لا يتميز بها المسلم من الكافر، إنما الشأنُ في الإيمان بالغيب الذي لم نره ولم نشاهده، وإنما نؤمن به لخبر الله وخبر رسوله. فهذا الإيمان الذي يميز به المسلم من الكافر؛ لأنه تصديق مجرد لله ورسله، فالمؤمن يؤمن بكل ما أخبر الله به، أو أخبر به رسوله سواء شاهده أو لم يشاهده، وسواء فهمه وعقله، أو لم يهتدِ إليه عقله وفهمه، بخلاف الزنادقة المكذبين بالأمور الغيبية لأن عقولهم القاصرة المقصرة لم تهتدِ إليها فكذبوا بما لم يحيطوا بعلمه؛ ففسدت عقولهم، ومرجت أحلامهم؛ وزكت عقول المؤمنين المصدقين المهتدين بهدى الله. ويدخل في الإيمان بالغيب الإيمان بجميع ما أخبر الله به من الغيوب الماضية والمستقبلة وأحوال الآخرة وحقائق أوصاف الله وكيفيتها وما أخبرت به الرسل من ذلك، فيؤمنون بصفات الله ووجودها، ويتيقنونها وإن لم يفهموا كيفيتها. ثم قال: {ويقيمون الصلاة} لم يقل: يفعلون الصلاة؛ أو يأتون بالصلاة لأنه لا يكفي فيها مجرد الإتيان بصورتها الظاهرة، فإقامة الصلاة، إقامتها ظاهراً، بإتمام أركانها وواجباتها وشروطها، وإقامتها باطناً ، بإقامة روحها وهو حضور القلب فيها وتدبر ما يقول ويفعله منها، فهذه الصلاة هي التي قال الله فيها: {إن الصلاة تنهى عن الفحشاء والمنكر} وهي التي يترتب عليها الثواب، فلا ثواب للعبد من صلاته إلا ما عقل منها، ويدخل في الصلاة فرائضها ونوافلها. ثم قال: {ومما رزقناهم ينفقون} يدخل فيه النفقات الواجبة؛ كالزكاة، والنفقة على الزوجات والأقارب والمماليك ونحو ذلك، والنفقات المستحبة بجميع طرق الخير، ولم يذكر المنفَق عليه لكثرة أسبابه وتنوع أهله، ولأن النفقة من حيث هي قربة إلى الله، وأتى «بِمِن» الدالة على التبعيض؛ لينبههم أنه لم يرد منهم إلا جزءاً يسيراً من أموالهم غير ضار لهم، ولا مثقل بل ينتفعون هم بإنفاقه، وينتفع به إخوانهم، وفي قوله: {رزقناهم} إشارة إلى أن هذه الأموال التي بين أيديكم ليست حاصلة بقوتكم وملككم، وإنما هي رزق الله الذي خوّلكم وأنعم به عليكم، فكما أنعم عليكم وفضلكم على كثير من عباده فاشكروه بإخراج بعض ما أنعم به عليكم، وواسوا إخوانكم المعدمين. وكثيراً ما يجمع تعالى بين الصلاة والزكاة في القرآن؛ لأن الصلاة متضمنة للإخلاص للمعبود، والزكاة والنفقة متضمنة للإحسان على عبيده؛ فعنوان سعادة العبد إخلاصه للمعبود وسعيه في نفع الخلق، كما أن عنوان شقاوة العبد عدم هذين الأمرين منه فلا إخلاص ولا إحسان.
3. “Onlar gayba iman ederler” İmanın hakikati; peygamberlerin verdiği haberleri tam anlamıyla tasdik etmektir. Bu tasdik organların itaat ve bağlılıklarını da içerir. İman da önemli olan duyularla hissedilen ve müşahade edilen şeylere inanmak değildir. Çünkü bu konuda müslüman ile kâfir arasında fark olmaz. Esas mesele görmediğimiz, müşahade etmediğimiz gayba, sadece Allah ve Rasûlü haber verdiği için iman etmektir. İşte kendisi ile müslümanın kâfirden ayırt edildiği iman budur. Zira bu iman sadece Allah ve Rasûlü’nü tasdik etmektir. O halde mü’min, ister müşahade etsin, ister etmesin, ister kavrayıp anlasın, ister akıl ve kavrayışıyla onu anlayamasın, Allah’ın ve Rasûlü’nün haber verdiği her şeye iman eder. Gaybi meseleleri yalanlayan zındıklar ise böyle değildir. Çünkü onlar hem akıllarının kıt olması hem de üzerlerine düşen görevi yerine getirmemelerinden dolayı bu gerçekleri kavrayamazlar. Bu nedenle onlar bilgileri ile kuşatamadıkları şeyleri yalanlamaya kalkışmış, böylelikle akılları bozulmuş ve fikirleri karmakarışık bir hal almıştır. Allah’ın hidayeti ile doğruyu bulan ve tasdik eden mü’minlerin akılları ise bu gibi olumsuzluklardan arınmıştır. Gayba imanın kapsamına Yüce Allah’ın haber verdiği gerek geçmişe, gerek geleceğe ait gaybî hususlara, ahiret hallerine, Yüce Allah’ın sıfatlarının hakikat ve keyfiyetlerine, bu hususta Peygamberlerin haber verdiklerinin tümüne iman etmek girer. O bakımdan mü’minler Allah’ın sıfatlarına ve bu sıfatların varlığına iman ederler. Keyfiyetlerini kavrayamasalar dahi bunlara kesin olarak inanırlar. Daha sonra Yüce Allah: “namazı dosdoğru kılarlar” diye buyurmuştur. Burada Allah “namaz kılarlar” yahut “namazı eda ederler” diye buyurmamaktadır. Çünkü mücerret olarak görünür şekli ile namazı eda etmek yeterli değildir. Namazın dosdoğru kılınması (ikâme edilmesi) hem görünürde rükünlerini, vaciplerini, şartlarını tam olarak yerine getirerek zahirî ikâmeyi, hem de namazın ruhunu gerçekleştirmek suretiyle batınî ikâmeyi kapsar. Namazın ruhu ise namaz kılarken kalbin/aklın namazda olması, namaz kılanın söylediklerini ve namazda yaptığı fiilleri düşünmesi, tefekkür etmesidir. İşte Yüce Allah’ın, hakkında: “Şüphesiz namaz insanı hayâsızlıktan ve kötülüklerden alıkoyar” (el-Ankebut, 29/45) diye buyurduğu namaz budur. Mükâfat ile karşılık görecek namaz da budur. Çünkü kul, namazdan ancak aklettiği kadarının mükâfatını alır. Ayetteki “namaz”ın kapsamına farz namazlar da nafile namazlar da girmektedir. Daha sonra Yüce Allah: “Kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden infâk ederler” buyuruyor. Bunun kapsamına da zekât, zevcelere, akrabalara, kölelere ve benzerlerine nafaka vermek (ihtiyaçlarını karşılamak) gibi farz harcamalar girdiği gibi bütün hayır yollarına yapılan müstehap infaklar da girmektedir. Kendilerine infak edileceklerin zikredilmeyişi infak yollarının çok ve infak yapılacak kimselerin çeşitli oluşundandır. Diğer taraftan infak bizatihi Yüce Allah’a yaklaştıran bir ibadettir. Burada “bir kısmı” anlamına gelen “من/…(şeyler)den” edatının getirilmesi, Allah'ın onlardan kendilerine verilenlere karşılık olarak ancak mallarının az bir bölümünü istediğine dikkatlerini çekmek içindir. Bu ise onlara ne zarar verecek ne de ağır gelecektir. Aksine onlar bu infak ile hem kendileri faydalanırlar, hem de kardeşleri bundan yararlanır. Yüce Allah’ın; “rızıklandırdığımız” buyruğu ile işaret edilmektedir ki elinizde bulunan mallar ne kendi kuvvetinizle elde ettiğiniz şeylerdir ne de mutlak egemenliği size aittir. Onlar ancak Allah’ın size ihsan ettiği ve nimet olarak bağışladığı bir rızıktır. O halde O, size bu nimeti ihsan edip kullarından pek çok kimseden üstün kıldığına göre, size vermiş olduğu bu nimetlerin bir bölümünü vermek sureti ile Allah’a şükrediniz ve mahrum olan kardeşlerinizi de gözetiniz. Yüce Allah Kur’ân-ı Kerim’de namaz ve zekâtı bir arada çokça zikreder. Çünkü namaz Ma’bud’a karşı ihlaslı olmayı; zekat ve infak ise O’nun kullarına ihsanı ihtiva eder. O bakımdan kulun mutluluğu bir taraftan Ma’bud’una karşı ihlasla kulluk yapmasına, diğer taraftan da Ma’bud’unun yarattıklarına faydalı olmak için gayret göstermesine bağlıdır. Nitekim kulun bedbaht olması da bu iki şeyden mahrum kalmasına, ihlası ve kullara iyiliği kaybetmesine bağlıdır.
#
{4} ثم قال: {والذين يؤمنون بما أنزل إليك} وهو: القرآن والسنة، قال تعالى: {وأنزل الله عليك الكتاب والحكمة} فالمتقون يؤمنون بجميع ما جاء به الرسول ولا يفرقون بين بعض ما أنزل إليه، فيؤمنون ببعضه، ولا يؤمنون ببعضه، إما بجحده، أو تأويله على غير مراد الله ورسوله، كما يفعل ذلك من يفعله من المبتدعة الذين يؤولون النصوص الدالة على خلاف قولهم بما حاصله عدم التصديق بمعناها وإن صدقوا بلفظها، فلم يؤمنوا بها إيماناً حقيقيًّا. وقوله: {وما أنزل من قبلك} يشمل الإيمان بجميع الكتب السابقة، ويتضمن الإيمانُ بالكتب الإيمان بالرسل وبما اشتملت عليه خصوصاً التوراة والإنجيل والزبور، وهذه خاصية المؤمنين يؤمنون بالكتب السماوية كلها وبجميع الرسل فلا يفرقون بين أحد منهم. ثم قال: {وبالآخرة هم يوقنون} والآخرة: اسم لما يكون بعد الموت، وخصه بالذكر بعد العموم؛ لأن الإيمان باليوم الآخر أحد أركان الإيمان؛ ولأنه أعظم باعث على الرغبة والرهبة والعمل، واليقين هو: العلم التام، الذي ليس فيه أدنى شك، الموجب للعمل.
4. “Onlar hem sana indirilene iman ederler, hem de senden önce indirilenlere...” Burada geçen “sana indirilen”den kasıt Kur’ân ve Sünnet’tir. Çünkü Yüce Allah: “Allah sana Kitab’ı ve Hikmet’i (sünneti) indirmiştir.” (en-Nisa, 4/113) buyurmaktadır. O nedenle takva sahipleri, Peygamberin bütün getirdiklerine iman eder, O’na indirilenler arasında ayrım yapıp da bir bölümüne inanıp diğer bir bölümüne inanmazlık etmezler. Ona indirilenlerin bir bölümüne inanıp bir bölümüne inanmamak da ya bid’atçılardan bazılarının yaptığı gibi O’na indirilenleri inkâr etmekle yahut da onu Allah ve Rasûlü’nün maksadına aykırı bir şekilde te’vil etmekle olur. Nitekim bu bid’atçılar görüşlerinin aksine delâlet eden nasları ya te’vil ederler. Te’villeri ile de neticede bu buyrukların ihtiva ettiği anlamı tasdik etmeme durumuna düşerler. Bu buyrukları lafzen tasdik etseler dahi, onlara gerçek anlamıyla iman etmezler. “Senden önce indirilenlere” buyruğu daha önce indirilmiş bütün kitaplara imanı kapsar. Kitaplara iman, hem Peygamberlere iman etmeyi, hem de bu kitapların kapsamına giren özellikle Tevrat, İncil ve Zebur’a iman etmeyi kapsar. İşte bu, mü’minlere has bir özelliktir. Onlar bütün semavi kitaplara iman ettikleri gibi, bütün Peygamberlere de inanırlar. Onlardan herhangi birisi arasında (iman bakımından) fark gözetmezler. Daha sonra Allah “Ahirete de yakînen inanırlar.” buyurmuştur. “Âhiret” ölümden sonra meydana gelecek olan olaylara verilen addır. İmanı genel olarak söz konusu ettikten sonra âhirete imanı özellikle zikretmesi, âhiret gününe imanın iman esaslarından birisi oluşundan ve Allah’ın mükâfaatını arzu etmeye, azabından korkmaya ve amellerde bulunmaya götüren en büyük etken oluşundan dolayıdır. “Yakîn” ise en ufak bir şüphenin yer almadığı ve kişiyi amele sevk eden tam ve eksiksiz bilgi demektir.
#
{5} {أولئك}؛ أي: الموصوفون بتلك الصفات الحميدة {على هدى من ربهم}؛ أي: على هدى عظيم؛ لأن التنكير للتعظيم، وأيُّ هداية أعظم من تلك الصفات المذكورة المتضمنة للعقيدة الصحيحة والأعمال المستقيمة؟! وهل الهداية في الحقيقة إلا هدايتهم وما سواها مما خالفها فهي ضلالة؟! وأتى بعلى في هذا الموضع الدالة على الاستعلاء، وفي الضلالة يأتي بفي كما في قوله: {وإنا أو إياكم لعلى هدى أو في ضلال مبين}؛ لأن صاحب الهدى مستعلٍ بالهدى مرتفع به، وصاحب الضلال منغمس فيه محتقر. ثم قال: {وأولئك هم المفلحون} والفلاح هو الفوز بالمطلوب والنجاة من المرهوب، حصر الفلاح فيهم؛ لأنه لا سبيل إلى الفلاح إلا بسلوك سبيلهم، وما عدا تلك السبيل فهي سبل الشقاء والهلاك والخسار التي تفضي بسالكها إلى الهلاك؛ فلهذا لما ذكر صفات المؤمنين حقًّا ذكر صفات الكفار المظهرين لكفرهم المعاندين للرسول فقال:
5. “İşte bunlar” yani sözü edilen bu güzel sıfatlara sahip olanlar “Rab’lerinden bir hidâyet üzeridirler.” Yani onların sahip olduğu hidâyet pek büyüktür. Zira burada “hidâyet”in nekire (belirtisiz) gelmesi tazim içindir. Sağlam bir itikadı ve dosdoğru amelleri içeren söz konusu sıfatlardan daha büyük hidâyet ne olabilir ki? Gerçek hidâyet ancak onların hidâyetidir. Buna uymayan, onun dışında kalan her bir şey ise dalâlettir, sapıklıktır. Burada yüceliğe, yüksekliğe delalet eden “ على : üzerinde” edatının gelmesinin, buna karşılık dalâlet ve sapıklık hakkında: “ في : içinde” edatının getirilmesinin -mesela Yüce Allah’ın: ﴾ وَإِنَّآ أَوۡ إِيَّاكُمۡ لَعَلَىٰ هُدًى أَوۡ فِي ضَلَٰلٖ مُّبِينٖ ﴿ / “Şüphe yok ki biz ya da siz, ya bir hidâyet üzereyiz, ya da apaçık bir sapıklık içindeyiz.” (Sebe, 34/24) buyruğunda olduğu gibi- sebebi, hidâyet sahibinin bulduğu hidâyet ile yücelmesi, üste çıkması, buna karşılık dalâlet sahibinin ise sapıklığa gömülmesi ve bundan dolayı da hakir düşmesidir. Daha sonra “ve felaha erenler de onlardır.” diye buyurmaktadır. “Felâh”, istenen, arzulanan şeyleri elde edebilme, korkulan şeylerden de kurtulmak demektir. Burada “felâh”ın yalnızca onlara münhasır kılınması, onların yolunu izlemekten başka felâha götürecek bir yol olmadığından dolayıdır. Bu yolun dışındaki her bir yol bedbahtlık, helâk ve hüsran yollarıdır. İzleyeni helâke götürürler. Bundan dolayı Allah, gerçek mü’minlerin sıfatlarını söz konusu ettikten sonra, Peygamberlere karşı inatlaşarak küfürlerini açıkça ortaya koyan kâfirlerin niteliklerini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 6 - 7 #
{إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا سَوَاءٌ عَلَيْهِمْ أَأَنْذَرْتَهُمْ أَمْ لَمْ تُنْذِرْهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ (6) خَتَمَ اللَّهُ عَلَى قُلُوبِهِمْ وَعَلَى سَمْعِهِمْ وَعَلَى أَبْصَارِهِمْ غِشَاوَةٌ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ (7)}.
6- Gerçekten o küfre saplananları uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, iman etmezler. 7- Allah kalplerine de kulaklarına da mühür vurmuştur. Gözleri üzerinde de perdeler mevcuttur. Onlar için büyük bir azap vardır.
#
{6} يخبر تعالى {إن الذين كفروا}، أي: اتصفوا بالكفر وانصبغوا به، وصار وصفاً لهم لازماً لا يردعهم عنه رادع، ولا ينجع فيهم وعظ أنهم مستمرون على كفرهم، فسواء عليهم {أأنذرتهم أم لم تنذرهم لا يؤمنون}. وحقيقة الكفر هو الجحود لما جاء به الرسول أو جحد بعضه، فهؤلاء الكفار لا تفيدهم الدعوة إلا إقامة الحجة عليهم، وكأن في هذا قطعاً لطمع الرسول - صلى الله عليه وسلم - في إيمانهم وأنك لا تأس عليهم، ولا تذهب نفسك عليهم حسرات.
6. “Gerçekten o küfre saplananları” Yüce Allah küfre saplananların, yani “küfür” kendilerinin sıfatı ve varlıklarının ayrılmaz bir niteliği haline dönüşmüş olan, küfrün boyası ile boyanmış kimselerin hiçbir şekilde bundan vazgeçmeyeceklerini, hiçbir öğüdün onları etkilemeyeceğini ve küfürleri üzere devam edeceklerini haber vermektedir. Dolayısıyla da “…uyarsan da uyarmasan da onlar için birdir, iman etmezler.” “Küfr”ün hakikati, Allah Rasûlü’nün getirdiklerinin bir kısmını veya tamamını bile bile reddetmektir. İşte bu kâfirlere yapılan davetin -onlar aleyhine kesin delilin ortaya konulmasından başka- bir faydası olmaz. Âdetâ bu buyruklarla onların iman edeceklerinden yana Allah Rasûlü’nün umudu kesilmek istenmekte ve Artık sen böyleleri için üzülme, onların iman etmeyişlerine üzülerek kendini helâk etme, denmektedir.
Daha sonra Yüce Allah onların iman etmelerine engel olan hususları söz konusu ederek:
Daha sonra Yüce Allah dış görünüşlerinde İslam, içlerinde küfür barındıran münafıkların nitelikleri ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 8 - 10 #
{وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَقُولُ آمَنَّا بِاللَّهِ وَبِالْيَوْمِ الْآخِرِ وَمَا هُمْ بِمُؤْمِنِينَ (8) يُخَادِعُونَ اللَّهَ وَالَّذِينَ آمَنُوا وَمَا يَخْدَعُونَ إِلَّا أَنْفُسَهُمْ وَمَا يَشْعُرُونَ (9) فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ فَزَادَهُمُ اللَّهُ مَرَضًا وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ بِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ (10)}.
8- İnsanlardan öyleleri vardır ki “Allah’a ve âhiret gününe iman ettik” derler. Oysa mümin değildirler. 9- Allah’ı ve mü’minleri aldatmaya çalışırlar, halbuki kendilerinden başkasını aldatmazlar da bunun farkında değillerdir. 10- Kalplerinde bir hastalık vardır, Allah da hastalıklarını artırmıştır. Yalan söyledikleri için de onlara acıklı bir azap vardır.
#
{8 ـ 9} واعلم أن النفاق هو إظهار الخير وإبطان الشر، ويدخل في هذا التعريف النفاق الاعتقادي والنفاق العملي؛ فالنفاق العملي؛ كالذي ذكر النبي - صلى الله عليه وسلم - في قوله: «آية المنافق ثلاث: إذا حدث كذب، وإذا وعد أخلف، وإذا ائتمن خان»؛ وفي رواية «وإذا خاصم فجر». وأما النفاق الاعتقادي المخرج عن دائرة الإسلام؛ فهو الذي وصف الله به المنافقين في هذه السورة وغيرها، ولم يكن النفاق موجوداً قبل هجرة النبي - صلى الله عليه وسلم - من مكة إلى المدينة ولا بعد الهجرة، حتى كانت وقعة بدر وأظهر الله المؤمنين وأعزهم؛ فذل من في المدينة ممن لم يسلم، فأظهر الإسلامَ بعضُهم خوفاً ومخادعة؛ ولتحقن دماؤهم وتسلم أموالهم، فكانوا بين أظهر المسلمين في الظاهر أنهم منهم، وفي الحقيقة ليسوا منهم. فمن لطف الله بالمؤمنين أن جَلا أحوالهم، ووصفهم بأوصاف يتميزون بها لئلا يغتر بهم المؤمنون، ولينقمعوا أيضاً عن كثير من فجورهم، قال تعالى: {يحذر المنافقون أن تنزل عليهم سورة تنبئهم بما في قلوبهم}؛ فوصفهم الله بأصل النفاق فقال: {وَمِنَ النَّاسِ مَن يقُولُ آمنَّا باللَّهِ وبِاليومِ الآخِرِ وَمَا هُم بمؤمنين}؛ فإنهم يقولون بألسنتهم ما ليس في قلوبهم فأكذبهم الله بقوله: {وما هُم بمؤمنين}؛ لأن الإيمان الحقيقي ما تواطأ عليه القلب واللسان، وإنما هذا مخادعة لله ولعباده المؤمنين، والمخادعة: أن يظهر المخادع لمن يخادعه شيئاً، ويبطن خلافه لكي يتمكن من مقصوده ممن يخادع، فهؤلاء المنافقون سلكوا مع الله وعباده هذا المسلك؛ فعاد خداعهم على أنفسهم، وهذا من العجائب ؛ لأن المخادع إما أن ينتج خداعه ويحصل له مقصوده أو يسلم لا له ولا عليه، وهؤلاء عاد خداعهم على أنفسهم ، فكأنهم يعملون ما يعملون من المكر لإهلاك أنفسهم وإضرارها وكيدها؛ لأن الله لا يتضرر بخداعهم شيئاً، وعباده المؤمنين لا يضرهم كيدهم شيئاً، فلا يضر المؤمنين أن أظهر المنافقون الإيمان؛ فسلمت بذلك أموالهم، وحقنت دماؤهم، وصار كيدهم في نحورهم، وحصل لهم بذلك الخزي والفضيحة في الدنيا، والحزن المستمر بسبب ما يحصل للمؤمنين من القوة والنصرة، ثم في الآخرة لهم العذاب الأليم الموجع المفجع بسبب كذبهم وكفرهم وفجورهم، والحال أنهم من جهلهم وحماقتهم لا يشعرون بذلك.
8-9. Şu bilinmelidir ki nifak (münafıklık) dışa hayır izhar etmek, içte şer gizlemektir. Bu tarifin kapsamına hem itikadî münafıklık, hem de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in şu hadis-i şerifte söz konusu ettiği amelî münafıklık girer: “Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler, söz verirse sözünde durmaz, ona emanet verilirse hainlik eder.” Bir başka rivâyette de şu vasıf beyan buyrulmaktadır: “Tartıştığı/davalaştığı zaman haddi aşar.” Kişiyi İslâm çerçevesinin dışına çıkartan itikadî münafıklık, Yüce Allah’ın gerek bu sûrede gerekse diğerlerinde münafıkları kendisiyle nitelendirdiği münafıklıktır. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in Mekke’den Medine’ye hicretinden önce de hicretten hemen sonra da Medine’de münafıklık yoktu. Ta ki Bedir vakası meydana geldikten sonra Allah mü’minleri muzaffer kılıp güçlendirinceye kadar. İşte o zaman Medine’de müslüman olmayanlar zelil duruma düşünce onlardan bazıları korkarak ve müslümanları aldatarak müslüman olduklarını izhar ettiler. Böylelikle kanlarının dökülmesini ve mallarına zarar gelmesini önlemek istemişlerdi. Bunlar müslümanlar arasında yaşarlardı ve zahiren müslümanlardan görünmekle birlikte, hakikatte müslümanlardan değillerdi. İşte Yüce Allah’ın mü’minlere lütfunun bir tecellisi olarak O, bu münafıkların kendilerini başkalarından ayırt eden niteliklerini açıkça ortaya koydu ki, mü’minler onlara aldanmasınlar ve münafıklar da yapacakları pek çok kötülüklerden böylelikle vazgeçsinler. Nitekim bir başka yerde Yüce Allah: “Münafıklar haklarında kalplerinde olanı kendilerine açıkça haber verecek bir sûrenin indirilmesinden çekinirler.” (et-Tevbe, 9/64) diye buyurmaktadır. Yüce Allah münafıkları, münafıklığın asıl özelliği ile vasfederek şöyle buyurmaktadır: “İnsanlardan öyleleri de vardır ki, Allah’a ve âhiret gününe iman ettik derler.” Yani onlar kalplerinde olmayan şeyleri dilleri ile söylerler. Yüce Allah; “Oysa mümin değildirler” buyruğu ile onların yalancı olduklarını ifade etmektedir. Çünkü gerçek iman için kalp ile dil arasında bir uyum bulunmalıdır. Bu şekilde (ikiyüzlü) bir tutum ise sadece Allah’ı ve O’nun mü’min kullarını aldatmaya çalışmaktır. Aldatmaya çalışmak (muhâdaa); aldatmak isteyenin aldatmaya çalıştığı kimseye içinde gizlediğinden farklı görünmesidir ki aldattığı kimseye karşı gözettiği maksadı böylelikle gerçekleştirebilsin. İşte bu münafıklar Allah’a ve Allah’ın kullarına karşı böyle bir yol izlemeye çalışmışlar fakat aldatmaları bizzat kendi başlarına geçmiş, aleyhlerine dönmüştür. Bu da hayret edilecek bir husustur. Çünkü aldatmaya çalışan bir kimsenin bu aldatması ya sonuç verir ve maksadını elde eder yahut da o, ne lehine ne de aleyhine hiçbir sonuç olmaksızın başa baş kalır. Bunların aldatmaları ise kendi aleyhlerine dönmüştür. Sanki onlar, yaptıkları hileleri bizzat kendilerini helâk etmek, kendilerine zarar vermek, kendilerini tuzağa düşürmek için yapıyor gibidirler. Zira Yüce Allah onların aldatmak istemelerinden hiçbir şekilde zarar görmez, mü’min kullarına da onların hile ve tuzaklarının hiçbir zararı dokunmaz. Zira münafıkların iman ettiklerini açığa vurmalarının mü’minlere bir zararı yoktur. Böylelikle münafıklar mallarını kurtarmış ve kanlarını korumuş olurlar ama bu hile ve tuzakları bizzat kendi başlarına geçer, bundan dolayı da dünya hayatında rezil ve rüsvay olurlar. Mü’minlerin elde ettikleri güç ve zaferler dolayısıyla sürekli kederlenir, tasalanırlar. Bundan sonra âhirette de onlara yalan söylemeleri, küfürleri ve günahkârlıkları sebebi ile oldukça feci, ızdırap ve acı verici, can yakıcı azap vardır. Ne var ki onlar cahillikleri ve ahmaklıklarından ötürü bunun farkına dahi varamazlar.
#
{10} وقوله: {في قلوبهم مرض}؛ المراد بالمرض هنا: مرض الشك، والشبهات، والنفاق، وذلك أن القلب يعرض له مرضان يخرجانه عن صحته واعتداله: مرض الشبهات الباطلة، ومرض الشهوات المُرْدِيَة. فالكفر والنفاق والشكوك والبِدَع كلها من مرض الشبهات، والزِنا ومحبة الفواحش والمعاصي وفعلها من مرض الشهوات؛ كما قال تعالى: {فيطمع الذي في قلبه مرض}؛ وهو شهوة الزنا، والمعافى من عوفي من هذين المرضين، فحصل له اليقين والإيمان والصبر عن كل معصية، فرفل في أثواب العافية. وفي قوله عن المنافقين: {في قلوبهم مرض فزادهم الله مرضاً}؛ بيان لحكمته تعالى في تقدير المعاصي، على العاصين وأنه بسبب ذنوبهم السابقة؛ يبتليهم بالمعاصي اللاحقة الموجبة لعقوباتها، كما قال تعالى: {ونقلب أفئدتهم وأبصارهم كما لم يؤمنوا به أول مرة}، وقال تعالى: {فلما زاغوا أزاغ الله قلوبهم}، وقال تعالى: {وأما الذين في قلوبهم مرضٌ فزادتهم رجساً إلى رجسهم} فعقوبة المعصية المعصية بعدها، كما أن من ثواب الحسنة الحسنة بعدها؛ قال تعالى: {ويزيد الله الذين اهتدوا هدى}.
10. “Kalplerinde bir hastalık vardır.” Burada hastalıktan kasıt; şüphe, tereddüt ve münafıklık hastalığıdır. Çünkü kalp kendisini sağlık ve itidal sınırlarının dışına çıkartan iki türlü hastalığa maruz kalır: Birisi batıl şüphelerden kaynaklanan hastalıktır, diğeri ise helâke götüren şehvet (nefsi arzuların) yol açtığı hastalıktır. Küfür, münafıklık, şek ve bid’atlerin hepsi şüphe ve tereddüt hastalıkları türündendir. Zina, hayâsızlık ve masiyetleri sevmek ve işlemek ise şehvet hastalıkları türündendir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Yoksa kalbinde hastalık bulunan kimse(ler) (kötü) ümitlere kapılır.” (el-Ahzab, 33/32) Buradaki “hastalık”tan kasıt zina arzusudur. Bu hastalıklardan yana esenlik ve afiyette olanlar ise bu iki hastalık türünden de esenliğe kavuşan, yakin ve imana sahip olup her türlü masiyete karşı sabır ve direncini koruyan ve bu sayede afiyet elbiselerini kuşanabilenlerdir. Münafıklar hakkında: “Kalplerinde bir hastalık vardır, Allah da hastalıklarını artırmıştır” buyruğunda Yüce Allah isyankârlar aleyhinde masiyetleri takdir edişindeki hikmeti açıklamaktadır. Şöyle ki Allah, önceden işlemiş oldukları günahlardan ötürü onları yeni masiyetlerle imtihan eder ki bu masiyetler dolayısıyla da onlar cezayı hak ederler. Nitekim Yüce Allah (bu gerçeği) şöyle ifade etmektedir: “İlk defa ona iman etmedikleri gibi (yine iman etmezler) biz de onların kalplerini ve gözlerini (haktan) çeviririz (de onu ne görür ne de kavrarlar).” (el-En’am, 6/110); “Onlar eğrilip sapınca Allah da kalplerini saptırdı.” (es-Saff, 61/5); “Kalplerinde hastalık bulunanlara gelince onların murdarlıklarına murdarlık katıp artırdı.” (et-Tevbe, 9/125) Buna göre günahın bir cezası da peşinden işlenen bir günahtır, aynı şekilde yapılan iyiliğin bir mükâfatı da peşinden işlenen bir iyiliktir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ve Allah hidâyete erenlerin de hidâyetini artırır.” (Meryem, 19/76)
Ayet: 11 - 12 #
{وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ لَا تُفْسِدُوا فِي الْأَرْضِ قَالُوا إِنَّمَا نَحْنُ مُصْلِحُونَ (11) أَلَا إِنَّهُمْ هُمُ الْمُفْسِدُونَ وَلَكِنْ لَا يَشْعُرُونَ (12)}.
11- Onlara: “Yeryüzünde fesat çıkarmayın” dendiği zaman “Biz, sadece ıslah edicileriz” derler. 12- İyi bilin ki onlar fesatçıların tâ kendileridirler. Ancak farkında değillerdir.
#
{11} أي: إذا نُهِيَ هؤلاء المنافقون عن الإفساد في الأرض، وهو العمل بالكفر والمعاصي، ومنه إظهار سرائر المؤمنين لعدوهم وموالاتهم للكافرين: {قالوا إنما نحن مصلحون}؛ فجمعوا بين العمل بالفساد في الأرض وإظهار أنه ليس بإفساد، بل هو إصلاح قلباً للحقائق، وجمعاً بين فعل الباطل واعتقاده حقًّا، وهؤلاء أعظم جناية ممن يعمل بالمعاصي مع اعتقاد تحريمها ، فهذا أقرب للسلامة وأرجى لرجوعه، ولما كان في قولهم: {إنما نحن مصلحون}؛ حصر للإصلاح في جانبهم ـ وفي ضمنه أن المؤمنين ليسوا من أهل الإصلاح ـ قلب الله عليهم دعواهم بقوله:
11. “Onlara: “Yeryüzünde fesat çıkarmayın” dendiği zaman” Yani bu münafıklara yeryüzünde; küfür ve günahlarla, mü’minlerin sırlarını düşmanlarına açıklayarak, kâfirlerle dostluk/muvâlât kurarak fesat çıkartmamaları söylenecek olursa “biz sadece ıslah edicileriz, derler.” Böylelikle yeryüzünde hem fesatçılık yapmakta hem de yaptıklarının fesat olmadığını iddia etmiş oluyorlar. Yaptıklarının fesat değil ıslah olduğunu söyleyerek de hakikatleri ters yüz ederler, batıl işlemekle birlikte onun hak olduğuna inanırlar. İşte bunların suçları, haram olduğuna inanarak günah işleyenlerden daha büyüktür. Çünkü bir günahı haram olduğuna inanarak işlemenin sonunda, esenlik bulup kurtulma ihtimali vardır; o kimsenin bu işten dönmesi de umulabilir. Onların; “biz sadece ıslah edicileriz” sözleri düzeltme ve ıslahın yalnızca kendi taraflarında bulunduğu anlamını taşıdığından ve zımnen de mü’minlerin düzelticilerden olmadığı manasını ihtiva ettiğinden, Yüce Allah onların bu iddialarını aleyhlerine çevirerek haklarında şöyle buyurmaktadır:
#
{12} {ألا إنهم هم المفسدون} فإنه لا أعظم إفساداً ممن كفر بآيات الله، وصد عن سبيل الله، وخادع الله وأولياءه، ووالى المحاربين لله ورسوله، وزعم مع هذا أن هذا إصلاح، فهل بعد هذا الفساد فساد؟! ولكن لا يعلمون علماً ينفعهم وإن كانوا قد علموا بذلك علماً تقوم به عليهم حجة الله، وإنما كان العمل [بالمعاصي] في الأرض إفساداً؛ لأنه سبب لفساد ما على وجه الأرض من الحبوب والثمار والأشجار والنبات لما يحصل فيها من الآفات التي سببها المعاصي، ولأن الإصلاح في الأرض أن تُعمَر بطاعة الله والإيمان به، لهذا خلق الله الخلق وأسكنهم [في] الأرض وأدرَّ عليهم الأرزاق؛ ليستعينوا بها على طاعته وعبادته، فإذا عُمِل فيها بضده كان سعياً فيها بالفساد وإخراباً لها عمَّا خُلِقت له.
12. “İyi bilin ki onlar fesatçıların tâ kendileridirler.” Çünkü Allah’ın âyetlerini inkar edip Allah yolundan alıkoyan, Allah’ı ve O’nun dostlarını aldatmaya çalışan, Allah ve Rasûlü’ne karşı savaş açanları dost bilen ve bütün bunlarla birlikte bu işin ıslah/düzelticilik olduğuna dair asılsız iddialarda bulunan bir kimseden daha büyük bir fesatçı bulunamaz. Bu fesadın ötesinde fesat olabilir mi? [“Ancak farkında değillerdir.”] Fakat onlar -kendileri aleyhinde delil olacak bir bilgiye sahip olmuş olsalar da- kendilerine fayda sağlayacak bir bilgiye sahip değildirler. Yeryüzünde günahlar işlemek fesat çıkarmaktır, çünkü bu, yeryüzünde bulunan bitki, meyve, ağaç ve birçok mahsullerin fesadının/bozulmasının sebebidir. Zira bunlar yeryüzünde işlenen masiyetler sebebi ile görülen çeşitli âfetlerle ortaya çıkar. Diğer taraftan yeryüzünün ıslahı/düzelmesi de Allah’a itaat ve O’na iman etmek ile sağlanır. Çünkü Allah insanları bunun için yaratmış, bunun için yeryüzünde yerleştirmiş ve onlara rızıklar ihsan etmiştir. Tâ ki onlardan istifade ederek Allah’a ibadet ve itaat etsinler. İşte bunun zıddı yapılacak olursa, orada fesat çıkartılmış ve yeryüzü yaratılış maksadından uzaklaştırılarak tahrip edilmiş olur.
Ayet: 13 #
{وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ آمِنُوا كَمَا آمَنَ النَّاسُ قَالُوا أَنُؤْمِنُ كَمَا آمَنَ السُّفَهَاءُ أَلَا إِنَّهُمْ هُمُ السُّفَهَاءُ وَلَكِنْ لَا يَعْلَمُونَ (13)}.
13- Onlara “İnsanların iman ettiği gibi iman edin” denilince, onlar; “O akılsızların iman ettikleri gibi mi iman edelim?” derler. Doğrusu, onlar akılsızların tâ kendileridir. Fakat bilmezler.
#
{13} أي: إذا قيل للمنافقين آمنوا كما آمن الناس، أي: كإيمان الصحابة رضي الله عنهم وهو: الإيمان بالقلب واللسان، قالوا بزعمهم الباطل: أنؤمن كما آمن السفهاء؟ يعنون ـ قبحهم الله ـ الصحابة رضي الله عنهم؛ لزعمهم أن سفههم أوجب لهم الإيمان، وترك الأوطان، ومعاداة الكفار، والعقل عندهم يقتضي ضد ذلك، فنسبوهم إلى السَفَه، وفي ضمن ذلك أنهم هم العقلاء أرباب الحجى والنُهى؛ فرد الله ذلك عليهم وأخبر أنهم هم السفهاء على الحقيقة؛ لأن حقيقة السفه جهل الإنسان بمصالح نفسه، وسعيه فيما يضرها، وهذه الصفة منطبقة عليهم، [وصادقة عليهم] كما أن العقل والحجى معرفة الإنسان بمصالح نفسه والسعي فيما ينفعه وفي دفع ما يضره، وهذه الصفة منطبقة على الصحابة والمؤمنين؛ فالعبرة بالأوصاف والبرهان، لا بالدعاوي المجردة والأقوال الفارغة.
13. Yani münafıklara insanların iman ettiği gibi iman edin -ki burada ashab-ı kiram (r.anhum)’ın imanı kastedilmektedir ki bu da hem kalp, hem de dil ile iman etmek demektir-, denilirse, onlar kendi batıl iddialarına göre “o sefihlerin iman ettikleri gibi mi iman edelim” derler. Onlar -Allah onları kahretsin- bu sözleriyle ashab-ı kiramı kastediyorlardı. Çünkü ashab-ı kiramın iman edip vatanlarını terk etmelerini ve kâfirlere düşman olmalarını akılsızlık olarak kabul ediyorlardı. Onlara göre akıl, bu davranışların zıddını yapmayı gerektirir. İşte bundan dolayı ashab-ı kiramın akılsız olduklarını iddia etmişlerdi. Buna bağlı olarak da asıl kendilerinin akıl ve üstün düşünce sahibi olduklarını iddia etmiş oluyorlardı. Allah onların bu iddialarını reddederek, gerçekte akılsızların kendileri olduğunu haber vermektedir. Çünkü gerçek akılsızlık insanın kendi nefsinin menfaatine olan şeyleri bilmemesi ve kendisine zararlı olacak işler işlemesidir. Dolayısıyla bu, onlara uyan bir sıfattır ve onlar hakkında geçerlidir. Öte yandan akıllık ve sağlıklı düşünce, insanın maslahatına olan şeyleri bilip kendisine faydalı olacak şeyleri yapması ve zararlı olacak şeyleri de önlemek için çalışmasıdır. Bu nitelik ise ancak ashab-ı kirama ve mü’minlere uymaktadır. O halde asıl muteber olan, sahip olunan nitelikler ve delillerdir. Yoksa kuru iddiaların ve boş sözlerin hiçbir değeri yoktur.
Ayet: 14 - 15 #
{وَإِذَا لَقُوا الَّذِينَ آمَنُوا قَالُوا آمَنَّا وَإِذَا خَلَوْا إِلَى شَيَاطِينِهِمْ قَالُوا إِنَّا مَعَكُمْ إِنَّمَا نَحْنُ مُسْتَهْزِئُونَ (14) اللَّهُ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ وَيَمُدُّهُمْ فِي طُغْيَانِهِمْ يَعْمَهُونَ (15)}.
14- İman edenlerle karşılaştıkları zaman; “İman ettik” derler. Kendi şeytanları ile baş başa kaldıklarında ise; “Biz kesinlikle sizinle beraberiz, onlarla sadece alay ediyoruz.” derler. 15- Asıl Allah onlarla alay eder ve azgınlıkları ile baş başa bırakarak şaşkınca dolaşmalarına mühlet verir.
#
{14} هذا من قولهم بألسنتهم ما ليس في قلوبهم، وذلك أنهم إذا اجتمعوا بالمؤمنين أظهروا أنهم على طريقتهم، وأنهم معهم، فإذا خلوا إلى شياطينهم ـ أي كبرائهم ورؤسائهم بالشر ـ قالوا: إنا معكم في الحقيقة وإنما نحن مستهزئون بالمؤمنين بإظهارنا لهم أننا على طريقتهم، فهذه حالهم الباطنة والظاهرة، ولا يحيق المكر السيئ إلا بأهله.
14. İşte bu buyrukta kalplerinde olmadığı halde sadece dilleri ile söyledikleri sözler dile getirilmektedir. Şöyle ki onlar mü’minlerle bir arada olduklarında mü’minlerin yolu üzere ve onlarla birlikte olduklarını izhar ederler. Ancak şeytanları, yani kötülük konusundaki büyükleri ve önderleri ile bir arada bulunduklarında; “Gerçekte biz sizinle birlikteyiz, biz mü’minlerle sadece, onların yolu üzere olduğumuzu söyleyerek alay ediyoruz”, derler. İşte münafıkların iç yüzleri ve zahirde nasıl gözüktükleri! Kötü hile ve tuzak, onu kuranın başına geçer.
#
{15} قال تعالى: {الله يستهزئُ بهم ويمدهم في طغيانهم يعمهون}؛ وهذا جزاء لهم على استهزائهم بعباده، فمن استهزائه بهم أن زين لهم ما كانوا فيه من الشقاء، والأحوال الخبيثة حتى ظنوا أنهم مع المؤمنين لَمَّا لم يسلطْ الله المؤمنين عليهم، ومن استهزائه بهم يوم القيامة: أنه يعطيهم مع المؤمنين نوراً ظاهراً، فإذا مشى المؤمنون بنورهم طفئ نور المنافقين وبقُوا في الظلمة بعد النور متحيرين، فما أعظم اليأس بعد الطمع {ينادونهم ألم نكن معكم، قالوا بلى ولكنكم فتنتم أنفسكم وتربصتم وارتبتم ... } الآية. قوله: {ويمدهم}؛ أي: يزيدهم {في طغيانهم}؛ أي: فجورهم وكفرهم {يعمهون}؛ أي: حائرون مترددون، وهذا من استهزائه تعالى بهم.
15. “Asıl Allah onlarla alay eder ve azgınlıkları ile baş başa bırakarak şaşkınca dolaşmalarına mühlet verir” İşte O’nun kulları ile alay etmelerinin cezası! İşlediklerini, bedbahtlıklarını ve kötü hallerini süslemesi ve mü’minleri onlara musallat kılmaması yüzünden, mü’minlerle beraber olduklarını zanneder hale gelmeleri Allah’ın onlarla alay etmesinin bir parçasıdır. Yine Allah’ın Kıyamet gününde mü’minlerle birlikte onlara da zahiren bir nur vermesi onlarla alayının kapsamı içerisindedir. Mü’minler kendi nurları ile birlikte yürüyüp gittiklerinde münafıkların nurları söndürülecek ve aydınlıktan sonra karanlık içerisinde şaşkın bir halde kalacaklardır. Umutlanmanın ardından ümitsizlik ne büyük bir acı!: “Onlara (müminlere); biz sizinle beraber değil miydik? diye seslenirler. (Müminler de:) Evet, ama siz nefislerinizi helâke sürüklediniz, (hakkımızda felaketler) bekleyip durdunuz ve şüphe ettiniz...” (el-Hadid, 57/14) XXXfarklı surelere ait ayetler farklı font ya da özelliklerde yazılsınXXX “Azgınlıkları ile” yani günahları ve küfürleri ile “baş başa bırakarak” azgınlıklarını daha bir artırarak “şaşkınca” hayret ve tereddüt içerisinde “dolaşmalarına mühlet verir.” İşte bu da Yüce Allah’ın onlarla alay etmesine dahildir.
Daha sonra Yüce Allah onların gerçek durumlarını şöylece açıklamaktadır:
Ayet: 16 #
{أُولَئِكَ الَّذِينَ اشْتَرَوُا الضَّلَالَةَ بِالْهُدَى فَمَا رَبِحَتْ تِجَارَتُهُمْ وَمَا كَانُوا مُهْتَدِينَ (16)}
16- İşte bunlar hidâyet karşılığında sapıklığı satın almışlardır, ne ticaretleri kar sağlamış ne de hidâyet bulmuşlardır.
#
{16} أولئك؛ أي: المنافقون الموصوفون بتلك الصفات {الذين اشتروا الضلالة بالهدى}؛ أي: رغبوا في الضلالة رغبة المشتري في السلعة ، التي ـ من رغبته فيها ـ يبذل فيها الأموال النفيسة، وهذا من أحسن الأمثلة، فإنه جعل الضلالة التي هي غاية الشر كالسلعة، وجعل الهدى الذي هو غاية الصلاح بمنزلة الثمن، فبذلوا الهدى رغبة عنه في الضلالة رغبة فيها، فهذه تجارتهم؛ فبئس التجارة، وهذه صفقتهم؛ فبئست الصفقة. وإذا كان من يبذل ديناراً في مقابلة درهم خاسراً فكيف من بذل جوهرة وأخذ عنها درهماً، فكيف من بذل الهدى في مقابلة الضلالة، واختار الشقاء على السعادة، ورغب في سافل الأمور وترك عاليها ، فما ربحت تجارته بل خسر فيها أعظم خسارة، أولئك الذين خسروا أنفسهم وأهليهم يوم القيامة ألا ذلك هو الخسران المبين. وقوله: {وما كانوا مهتدين}؛ تحقيق لضلالهم وأنهم لم يحصل لهم من الهداية شيء، فهذه أوصافهم القبيحة، ثم ذكر مثلهم [الكاشف لها غاية الكشف]، فقال:
16. “İşte bunlar” yani belirtilen niteliklere sahip olan bu münafıklar “hidâyet karşılığında sapıklığı satın almışlardır.” Yani müşterinin satın almak istediği eşyaya gösterdiği rağbetin benzeri bir şekilde sapıklığa rağbet etmişlerdir. Müşteri nasıl ki sahip olmak istediği bir mal uğrunda değerli parasını feda ediyorsa, bunlar da böyle yapmışlardır. Bu gerçekten en güzel örneklendirmelerden birisidir. Şöyle ki kötülüğün nihaî derecesi olan sapıklık ticaret malına benzetilirken, salâhın en ileri derecesi olan hidâyet de mala biçilen değere benzetilmiştir. İşte bunlar hidâyetten yüz çevirerek dalâleti arzu ettiler, ona rağbet gösterdiler ve onun uğrunda hidâyeti feda ettiler. İşte onların ticareti budur, ne kötü bir ticarettir bu; ne kötü bir alışveriştir bu! Gümüşe karşılık olarak altın veren bir kimse zararda olduğuna göre, son derece kıymetli bir mücevheri verip de onun yerine gümüş alanın durumu ne olur? Hele sapıklık karşılığında hidâyeti feda eden ve bedbahtlığı mutluluğa tercih edenin, aşağılık halleri arzulayarak üstün halleri terk edenin durumu ne olur? Bunun ticareti asla kârlı olamaz. Aksine o ticaretinde çok büyük zarar etmiştir. “İşte onlar kıyamet gününde hem kendilerini, hem de yakınlarını zarara sokanlardır. Haberiniz olsun ki bu, apaçık zararın tâ kendisidir.” (ez-Zümer, 39/15) Yüce Allah’ın; “ne de hidayet bulmuşlardır” ifadesi sapıklıklarının kesin olduğunu dile getirmekte, onların hidâyet namına hiçbir şeyi elde edemediklerini ortaya koymaktadır. İşte münafıkların çirkin nitelikleri, bunlardır. Daha sonra Yüce Allah onların niteliklerini son derece net bir şekilde ortaya koymak üzere bir misal vererek şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 17 - 20 #
{مَثَلُهُمْ كَمَثَلِ الَّذِي اسْتَوْقَدَ نَارًا فَلَمَّا أَضَاءَتْ مَا حَوْلَهُ ذَهَبَ اللَّهُ بِنُورِهِمْ وَتَرَكَهُمْ فِي ظُلُمَاتٍ لَا يُبْصِرُونَ (17) صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لَا يَرْجِعُونَ (18) أَوْ كَصَيِّبٍ مِنَ السَّمَاءِ فِيهِ ظُلُمَاتٌ وَرَعْدٌ وَبَرْقٌ يَجْعَلُونَ أَصَابِعَهُمْ فِي آذَانِهِمْ مِنَ الصَّوَاعِقِ حَذَرَ الْمَوْتِ وَاللَّهُ مُحِيطٌ بِالْكَافِرِينَ (19) يَكَادُ الْبَرْقُ يَخْطَفُ أَبْصَارَهُمْ كُلَّمَا أَضَاءَ لَهُمْ مَشَوْا فِيهِ وَإِذَا أَظْلَمَ عَلَيْهِمْ قَامُوا وَلَوْ شَاءَ اللَّهُ لَذَهَبَ بِسَمْعِهِمْ وَأَبْصَارِهِمْ إِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (20)}.
17- Onların misali ateş yakmak isteyen birinin misali gibidir. Ateş etrafını aydınlatınca Allah onların nurlarını giderip söndürür ve onları karanlıklar içinde (hiçbir şey) göremeyecek halde bırakır. 18- Onlar sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık onlar dönmezler. 19- Yahut gökten boşanan bir yağmur (yağışa tutulmuş kimse) gibi(dirler) ki onda karanlıklar, gök gürlemesi ve şimşek vardır. Yıldırımlardan ötürü ölüm korkusu ile parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Allah kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır. 20- Şimşek neredeyse gözlerini kapıp alıverecek… O (şimşek) önlerini aydınlattı mı ışığında yürürler, karanlık üzerlerine çöktü mü ayakta kalakalırlar. Eğer Allah dileseydi elbette işitmelerini de görmelerini de alıverirdi. Şüphesiz ki Allah her şeye güç yetirendir.
#
{17} أي: مثلهم المطابق لما كانوا عليه كمثل الذي استوقد ناراً أي: كان في ظلمة عظيمة، وحاجة إلى النار شديدة فاستوقدها من غيره، ولم تكن عنده معدة بل هي خارجة عنه، فلما أضاءت النار ما حوله، ونظر المحل الذي هو فيه وما فيه من المخاوف، وأمنها وانتفع بتلك النار، وقرت بها عينه، وظن أنه قادر عليها، فبينما هو كذلك، إذ ذهب الله بنوره؛ فزال عنه النور وذهب معه السرور، وبقي في الظلمة العظيمة والنار المحرقة؛ فذهب ما فيها من الإشراق وبقي ما فيها من الإحراق، فبقي في ظلمات متعددة: ظلمة الليل، وظلمة السحاب، وظلمة المطر، والظلمة الحاصلة بعد النور، فكيف يكون حال هذا الموصوف؟ فكذلك هؤلاء المنافقون استوقدوا نار الإيمان من المؤمنين ولم تكن صفة لهم، فاستضاؤوا بها مؤقتاً وانتفعوا؛ فحقنت بذلك دماؤهم، وسلمت أموالهم، وحصل لهم نوع من الأمن في الدنيا، فبينما هم كذلك إذ هجم عليهم الموت؛ فسلبهم الانتفاع بذلك النور، وحصل لهم كل هم وغم وعذاب، وحصل لهم ظلمة القبر، وظلمة الكفر، وظلمة النفاق، وظلمة المعاصي على اختلاف أنواعها، وبعد ذلك ظلمة النار وبئس القرار؛ فلهذا قال تعالى عنهم:
17. “Onların misali” Yani onların durumlarına uygun düşen örnekleri “ateş yakmak isteyen birinin misali gibidir”. Bu kimse oldukça koyu bir karanlık içerisindedir ve ateşe oldukça ihtiyaç duymaktadır. Bu nedenle de başkasından ateş yakmasını istemiştir. Çünkü yanında gerekli araç gereç yoktur ve ateş yakma onun imkânı dışındadır. Derken yakılmasını istediği ateş etrafını aydınlatınca ve o içinde bulunduğu yeri ve oradaki tehlikeleri görüp de bu ateşten yararlanarak güven ve rahata erdiği ve kendisini ateşe sahip olduğunu zannettiği bir anda Allah onun nurunu alıverir. Artık ışığı yok olmuş ve onunla birlikte neşesi de yok olmuştur. Geriye sadece zifiri bir karanlık ve yakıcı ateş kalmıştır. Ateşte ışık namına ne varsa gitmiş yalnız yakıcı alev kalmıştır. Böylece birçok karanlıkların içinde kalakalmıştır: Gecenin karanlığı, bulutların karanlığı, yağmurun karanlığı, aydınlıktan sonra ortaya çıkan karanlık... Bu durumdaki kişinin hali nice olur? İşte münafıkların hali de böyledir. Mü’minlerden iman ateşini yakmalarını istediler. Ama bu onlara ait bir vasıf olmadı. Derken geçici bir süre bu ateşten yararlanıp aydınlandılar. Böylelikle canları muhafaza edildi ve malları korundu. Dünyada bir çeşit emniyete kavuştular. Derken üzerlerine ölüm hücum eder de nuru ve ondan elde ettikleri faydaları onlardan çekip alır. Birden her türlü gam, keder ve azap içine düşüverirler. Kabir karanlığı, küfür karanlığı, münafıklık karanlığı, türlü çeşitleri ile günahların yol açtığı karanlıklarla baş başa kalırlar. Bunlardan sonra ise bir de Cehennem ateşinin karanlığı vardır ki orası ne kötü bir duraktır! Bundan dolayı Yüce Allah haklarında şöyle buyurmuştur:
#
{18} {صمٌّ}؛ أي: عن سماع الخير {بكمٌ}، أي: عن النطق به {عميٌ} عن رؤية الحق {فهم لا يرجعون}؛ لأنهم تركوا الحق بعد أن عرفوه؛ فلا يرجعون إليه، بخلاف من ترك الحق عن جهل وضلال؛ فإنه لا يعقل، وهو أقرب رجوعاً منهم.
18. “Onlar sağırdırlar,” hayır namına bir şey işitmezler; “dilsizdirler,” hayır konuşmazlar; “kördürler,” hakkı görmezler. “Artık onlar dönmezler.” Çünkü hakkı bilip tanıdıktan sonra onu terk ettiler, dolayısıyla da bir daha ona geri dönmezler. Onların durumu, bilmediği ve şaşkın olduğu için hakkı terk edenin durumundan farklıdır. Böyle bir kimsenin aklı ermez; o bakımdan böylesinin bu münafıklara göre hakka dönme ihtimali daha çoktur.
#
{19} ثم قال تعالى: {أو كصيب من السماء}؛ أي: كصاحب صيب وهو: المطر الذي يصوب؛ أي: ينزل بكثرة {فيه ظلمات}؛ ظلمة الليل، وظلمة السحاب، وظلمة المطر، وفيه {رعد}؛ وهو: الصوت الذي يسمع من السحاب وفيه {برق}؛ وهو الضوء اللامع المشاهد من السحاب.
19. Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Yahut gökten boşanan bir yağmur (yağışa tutulmuş kimse) gibi(dirler) Yani onların misali gökten boşanan bir yağmura tutulmuş kişiye benzer. “ki onda karanlıklar” yani gecenin, bulutların ve yağmurun karanlıkları, “gök gürlemesi” yani bulutlardan işitilen ses “ve şimşek” yani bulutların arasında parladığı görülen ışık “vardır.”
#
{20} {كلما أضاء لهم}؛ البرق في تلك الظلمات {مشوا فيه وإذا أظلم عليهم قاموا}؛ أي: وقفوا، فهكذا حالة المنافقين إذا سمعوا القرآن، وأوامره ونواهيه، ووعده ووعيده؛ جعلوا أصابعهم في آذانهم، وأعرضوا عن أمره ونهيه، ووعده ووعيده؛ فيروعهم وعيده، وتزعجهم وعوده، فهم يعرضون عنها غاية ما يمكنهم ويكرهونها كراهة صاحب الصيب الذي يسمع الرعد فيجعل أصابعه في أذنيه خشية الموت، فهذا ربما حصلت له السلامة ، وأما المنافقون فأنى لهم السلامة وهو تعالى محيط بهم قدرة وعلماً فلا يفوتونه ولا يعجزونه، بل يحفظ عليهم أعمالهم ويجازيهم عليها أتم الجزاء. ولما كانوا مبتلين بالصمم والبكم والعمى المعنوي ومسدودة عليهم طُرُقُ الإيمان قال تعالى: {ولو شاء الله لذهب بسمعهم وأبصارهم}؛ أي الحسية، ففيه تخويف لهم وتحذير من العقوبة الدنيوية؛ ليحذروا فيرتدعوا عن بعض شرهم ونفاقهم {إن الله على كل شيء قدير}؛ فلا يعجزه شيء، ومن قدرته أنه إذا شاء شيئاً فعله من غير ممانع ولا معارض. وفي هذه الآية وما أشبهها ردٌّ على القدرية القائلين بأن أفعالَهم غير داخلة في قدرة الله تعالى؛ لأن أفعالهم من جملة الأشياء الداخلة في قوله: {إن الله على كل شيء قدير}.
20. O şimşek, sözü geçen karanlıklar arasında “önlerini aydınlattı mı ışığında yürürler, karanlık üzerlerine çöktü mü ayakta kalakalırlar.” Yani oldukları yerde dururlar. İşte münafıkların durumu da böyledir! Kur’ân’ı, ondaki emirleri, yasakları, vaatleri ve tehditleri işittiklerinde parmakları ile kulaklarını tıkarlar, onun emir ve yasaklarından, vaat ve tehditlerinden yüz çevirirler. Tehditleri onları korkutur, vaatleri de rahatsız eder. O nedenle güçleri yettiği kadarı ile bütün bunlardan yüz çevirirler. Sağanak yağmura tutulup da gök gürültüsünü işiten, bundan dolayı da ölüm korkusu içinde parmakları ile kulaklarını tıkayan kimsenin sağanak yağmurdan hoşlanmaması gibi onlar da bunlardan hoşlanmazlar. Bu durumdaki birisi belki içinde bulunduğu halden kurtulabilir; ama münafıklar nasıl kurtulacaklar?! Zira Yüce Allah onları kudreti ve ilmi ile çepeçevre kuşatmıştır. Ne O’ndan kurtulabilirler, ne de O’nu aciz bırakabilirler. Aksine O, aleyhlerine olmak üzere amellerini tespit etmektedir ve eksiksiz bir şekilde amellerinin karşılığını verecektir. Münafıklar manen sağır, kör ve dilsiz olduklarından ve imana götüren yollar kendilerine kapalı olduğundan ötürüdür ki Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Eğer Allah dileseydi” maddi olarak “işitmelerini de görmelerini de alıverirdi”. Bu buyrukta yaptıklarından sakınmaları ve birtakım kötülüklerden ve münafıklıklarından vazgeçmeleri için dünyada karşı karşıya kalabilecekleri ceza ile tehdit edilmektedirler. “Şüphesiz ki Allah her şeye güç yetirendir.” O nedenle hiçbir şey O’nu aciz bırakamaz. O’nun kudretindendir ki bir şeyi diledi mi, herhangi bir engel ve karşı çıkma söz konusu olmaksızın onu yapar. Bu ve benzeri âyet-i kerimelerde yaptıkları fiillerin Yüce Allah’ın kudretine dâhil olmadığını söyleyen Kaderiyenin görüşleri reddedilmektedir. Çünkü onların yaptıkları fiiller de Yüce Allah’ın: “Şüphesiz ki Allah her şeye güç yetirendir.” buyruğu kapsamındaki “her şeye” arasındadır.
Ayet: 21 - 22 #
{يَاأَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُمْ وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ (21) الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ الْأَرْضَ فِرَاشًا وَالسَّمَاءَ بِنَاءً وَأَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَأَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَكُمْ فَلَا تَجْعَلُوا لِلَّهِ أَنْدَادًا وَأَنْتُمْ تَعْلَمُونَ (22)}.
21- Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratmış olan Rabbinize ibadet edin ki takva sahibi olasınız. 22- O (Rabbiniz) ki yeryüzünü sizin için bir döşek, göğü de bir bina yaptı. Sizin için gökten bir su indirdi de onunla size rızık olmak üzere türlü mahsuller çıkardı. Artık siz de bile bile Allah’a eşler koşmayın.
#
{21} هذا أمر عام لجميع الناس بأمر عام وهو العبادة الجامعة لامتثال أوامر الله واجتناب نواهيه وتصديق خبره، فأمرهم تعالى بما خلقهم له، قال تعالى: {وما خلقت الجن والإنس إلا ليعبدون}؛ ثم استدل على وجوب عبادته وحده بأنه ربكم الذي رباكم بأصناف النعم، فخلقكم بعد العدم، وخلق الذين من قبلكم.
21-22. Bu bütün insanlara yönelik genel bir emirdir. Bu emir, Allah’ın bütün emirlerini yerine getirmeyi, yasaklarından kaçınmayı ve haber verdiği şeyleri tasdik etmeyi kapsayan ibadet emridir. Yüce Allah insanlara, ne için yaratılmışlarsa onu yerine getirmelerini emretmektedir. Nitekim O, şöyle buyurmaktadır: “Ben cinleri de insanları da ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyât, 52/56) Daha sonra Yüce Allah yalnızca kendisine ibadet etmenin gerekliliğine dair kendisinin insanların Rabb’i oluşunu delil göstermektedir. O ki -ey insanlar-, sizleri çeşitli nimetlerle besleyip büyüttü. Yok iken sizi yaratıp var etti. Sizden öncekileri de yarattı. Üzerinize görünür görünmez nimetlerini ihsan etti. Bu kabilden olmak üzere yeryüzünü sizin için bir döşek yaptı ki bu sayede siz onun üzerinde yerleşir, bina yapar, ekip biçer ve bir yerden bir yere (rahatlıkla) gider ve bunun dışında daha pek çok şeyden istifade edersiniz. Semayı da sizin meskenleriniz için bir bina (tavan) kıldı. Orada sizin için ve ihtiyaçlarınızın görülmesi için zorunlu olan güneş, ay ve yıldızlar gibi faydalı pek çok şeyler var etti. “Sizin için gökten bir su indirdi de...” Gök (sema) insanın üstünde kalan her şeyin adıdır. O nedenle müfessirler buradaki “sema=gök”ten kastın bulutlar olduğunu söylemişlerdir. Yüce Allah işte bu bulutlardan bir su indirip “onunla size rızık olmak üzere türlü mahsuller çıkardı.” Tahıl, hurma, meyveler, ekinler ve bunun dışında birçok mahsuller çıkardı. Bunlar sizin için bir rızıktır. Onlar sayesinde rızkınızı sağlamakta, yaşam sürmekte ve onlardan yararlanmaktasınız. “Artık siz de… Allah’a eşler koşmayın.” Yani O’na yarattıkları arasından benzerler ve ortaklar edinip de Allah’a ibadet ettiğiniz gibi onlara da ibadet etmeyin. O’nu sevdiğiniz gibi onları da sevmeye kalkışmayın. Çünkü onlar da sizin gibi yaratılmışlardır. Onların rızkı da idaresi de Allah’ın elindedir. Yerde olsun, gökte olsun, zerre ağırlığı kadar bir şeye dahi sahip değildirler. Size de ne faydaları dokunur, ne de size zarar verebilirler. “bile bile” Yani Allah’ın ortağının olmadığını; ne yaratmada, ne rızık vermede, ne işleri çekip çevirmekte, ne uluhiyette, ne de kemal vasıflarda Allah’ın ortağı olmadığını bildiğiniz halde... Nasıl bunları bildiğiniz halde O’nunla beraber başka ilâhlara da ibadet edebilirsiniz? Şüphesiz ki bu, çok şaşırtıcı bir şeydir ve son derece büyük bir akılsızlıktır. Bu âyet-i kerime yalnızca Yüce Allah’a ibadet etme emri ile O’nun dışındaki varlıklara ibadet etme yasağını ihtiva ettiği gibi; O’na ibadet etmenin gereğine, O’ndan başkasına ibadetin de batıl olduğuna dair oldukça açık ve kesin bir delili de açıklamaktadır. Bu delil yalnızca tek başına yaratanın, rızık verenin, kâinatı idare edenin Allah olduğu gerçeğini ifade eden Rububiyet tevhididir. Herkes bu konuda Allah’ın hiçbir ortağının olmadığını kabul ettiğine göre, ibadette de O’nun ortağının olmadığını kabul ve itiraf etmelidir. İşte yüce yaratıcının vahdaniyetine ve şirkin batıl olduğuna dair en açık delil budur. “...ki takva sahibi olasınız.” Buyruğu iki anlama gelebilir. Birincisi: Bir tek Allah’a ibadet edecek olursanız, bununla O’nun gazabından ve azabından korunursunuz. Çünkü böylelikle sizler O’nun gazab ve azabını önleyen sebebe sarılmış olursunuz, şeklindedir. İkincisi: Allah’a ibadet ettiğiniz takdirde takvâ vasfına sahip muttaki kimselerden olursunuz. Her iki anlam da doğrudur ve biri diğerinden ayrılmaz. Zira eksiksiz bir şekilde ibadet eden bir kimse muttakilerden olur. Muttakilerden olan bir kimse ise Allah’ın azabından ve gazabından kurtulur.
Ayet: 23 - 24 #
{وَإِنْ كُنْتُمْ فِي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ وَادْعُوا شُهَدَاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ (23) فَإِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ الَّتِي وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ (24)}.
23- Eğer kulumuza parça parça indirdiğimiz (bu Kur’an’dan) şüphe içinde iseniz, haydi siz de onun dengi bir sûre getirin. Allah’tan başka şahitlerinizi de çağırın. Eğer doğru söyleyen kimselerdenseniz (haydi bunu yapın!). 24- Yok yapmazsanız -ki hiçbir zaman da yapamayacaksınız- o halde yakacağı insanlar ve taşlar olan, kafirler için hazırlanmış o ateşten sakının.
#
{23} وهذا دليل عقلي على صدق رسول الله - صلى الله عليه وسلم - وصحة ما جاء به فقال: وإن كنتم ـ يا معشر المعاندين للرسول الرادين دعوته الزاعمين كذبه ـ في شك، واشتباه مما نزلنا على عبدنا، هل هو حق أو غيره؟ فههنا أمر نَصَفٌ فيه الفيصلة بينكم وبينه، وهو: أنه بشر مثلكم ليس من جنس آخر ، وأنتم تعرفونه منذ نشأ بينكم لا يكتب ولا يقرأ، فأتاكم بكتاب زعم أنه من عند الله، وقلتم أنتم إنه تقوَّله وافتراه، فإن كان الأمر كما تقولون؛ فأتوا بسورة من مثله، واستعينوا بمن تقدرون عليه من أعوانكم وشهدائكم، فإن هذا أمر يسير عليكم، خصوصاً وأنتم أهل الفصاحة والخطابة والعداوة العظيمة للرسول، فإن جئتم بسورة من مثله؛ فهو كما زعمتم، وإن لم تأتوا بسورة من مثله وعجزتم غاية العجز [ولن تأتوا بسورة من مثله، ولكنّ هذا التقييم على وجه الإنصاف والتنزل معكم]؛ فهذا آية كبيرة ودليل واضح جلي على صدقه وصدق ما جاء به؛ فيتعين عليكم اتباعه، واتقاء النار التي بلغت في الحرارة العظيمة والشدة، أن كان وقودها الناس والحجارة، ليست كنار الدنيا التي إنما تُتَّقَد بالحطب، وهذه النار الموصوفة مُعَدة ومُهَيأة للكافرين بالله ورسله؛ فاحذروا الكفر برسوله بعدما تبين لكم أنه رسول الله.
23-24. “Eğer kulumuza parça parça indirdiğimiz (bu Kur’an’dan) şüphe içinde iseniz…” Bu âyet Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in doğruluğuna ve getirdiğinin hak oluşuna dair aklî bir delildir: Ey Allah Rasûlü’ne karşı inatla direnen, onun çağrısını reddedip yalancı olduğunu iddia edenler! Eğer sizler kulumuza indirdiğimizden yana hak mıdır, değil midir diye şüphe ve tereddüt içerisinde iseniz, işte karşınızda, O’nunla sizin aranızda haklıyı haksızdan ayırdedecek, insafla yapılmış bir teklif: O, sizin gibi bir insandır, başka bir tür varlık değildir. Aranızda yetiştiği günden beri siz O’nu tanımaktasınız, okuması da yok, yazması da. O, size bir kitap getirdi ve bu Kitab’ın Allah’tan gönderildiğini haber verdi. Siz ise “O’nu kendisi uydurup ortaya attı” diyorsunuz. Eğer durum, dediğiniz gibi ise haydi onun benzeri bir sûre getirin! Yardımcılarınızdan ve size tanıklık edeceklerden güç yetirdiğiniz kim varsa hepsinin de yardımını isteyin. Çünkü bu, sizin için kolay bir iştir. Zira sizler fesahat ehli kimselersiniz ve hitabetiniz de güçlüdür. Ayrıca Allah Rasûlü’ne karşı düşmanlığınız da çok büyüktür. Eğer Kur’ân’ın benzeri bir sûre ortaya koyabilirseniz, Allah Rasûlü sizin dediğiniz gibi biri demektir. Şâyet ona benzer bir sûre getiremeyecek olur ve bundan tam anlamıyla acze düşecek olursanız -ki bunu asla yapamayacaksınız, ancak bu, insaflı davranma ve size anladığınız dilden hitap etme adına sunulmuş bir tekliften ibarettir- işte bu, O’nun doğru söylediğine ve getirdiğinin doğruluğuna kesin ve açık bir delil, büyük bir belgedir. O zaman O’na tabi olmanız gerekir. Tâ ki son derece sıcak ve çetin bir azap yeri olan ateşten sakınasınız. Bu ateşin yakacağı insanlar ve taşlardır. Odunla tutuşturulan dünya ateşine benzemez. Ayrıca bu ateş, Allah'ı ve rasullerini inkâr edenler için hazırlanmıştır. O halde siz onun Allah Rasûlü olduğunu anladıktan sonra artık küfürden ve inkârdan sakının. Bu âyet-i kerime ve benzerlerine “tahaddi/meydan okuma âyeti” denilir. Bu da bu Kur’ân’ın bir benzerini getirmek veya herhangi bir yönden onun benzerini ortaya koymak açısından bütün insanların acizliklerini açıkça ortaya koyma amacı taşımaktadır. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “De ki: Andolsun bu Kur’ân’ın bir benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplansalar, birbirine yardımcı olsalar dahi yine de onun benzerini getiremezler.” (el-İsra, 17/88) Topraktan yaratılmış bir varlık, nasıl en Yüce Rabb’in sözüne benzer bir söz söyleyebilir? Yahut bütün yönleri ile eksik ve muhtaç olan bir varlık, nasıl olur da mutlak kemâle ve her bakımdan uçsuz bucaksız zenginliğe sahip o kâmil zâtın Kelâm’ına benzer bir söz ortaya koyabilir? Böyle bir şeye imkân yoktur, bu insanın gücünün altından kalkabileceği bir şey de değildir. Söz çeşitleri ile ilgili asgari bilgisi ve asgari seviyede söz zevki bulunan bir kimse, bu yüce Kur’ân’ı, belagat ehli şahsiyetlerin sözleri ile kıyaslayacak olursa olursa, aradaki büyük farkı görür. Yüce Allah’ın: “Eğer kulumuza parça parça indirdiğimiz (bu Kur’an’dan) şüphe içinde iseniz...” şeklinde başlayan buyruğu şuna delalet ermektedir: Sapıklıktan kurtulup hidâyet bulacağı ümid edilen kimse, hakkı sapıklıktan ayırt edemeyen, şaşkın ve şüpheli kimselerdir. Böyle biri hakkı araştırmakta samimi ise hak açıklandığı takdirde ona uyması beklenebilir. Hakkı bilmekle birlikte onu terk eden inatçı kimsenin ise dönüşüne imkân yoktur. Çünkü o zaten açıkça gördükten sonra hakkı terk etmiştir. Bilmediği için terk etmiş değildir. Böyle birisine yapılabilecek bir şey yoktur. Aynı şekilde hakkı aramakta samimi olmayan, aksine hakkı aramak için gayret göstermeyen ve yüz çeviren şüpheci de böyledir. Çoğunlukla böyle bir kimse de doğru yolu bulmaya muvaffak olamaz. Allah Rasûlü’nün bu üstün konumda bile “kul” olarak vasfedilmesi O’nun en büyük sıfatının öncekilerden de sonrakilerden hiçbir kimsenin bu hususta kendisine yetişemediği “ubudiyetin gereklerini yerine getirme makamı” olduğunun delilidir. Nitekim Yüce Allah, İsra makamında da onu “kul” olarak nitelendirmiştir: “Kulunu geceleyin... götüren (Allah) münezzehtir.” (el-İsra, 17/1) Kur’ân-ı Kerîm’in ona indirilmesi makamında da aynı şekilde O’nu “kul” olarak nitelendirmiştir: “Hak ile batılı ayıranı (Furkân’ı) kuluna âlemlere uyarıcı olsun diye indiren (Allah) ne yücedir!” (el-Furkan, 25/1) Yüce Allah’ın: “kâfirler için hazırlanmış...” buyruğu ve benzeri âyet-i kerimeler, Mu’tezilenin kanaatinin aksine Cennet ve Cehennem’in şu an yaratılmış olduklarına dair Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin görüşüne delildir. Aynı şekilde -Hariciler ve Mutezilenin görüşlerinin aksine- muvahhid kimselerin büyük günah işleseler dahi Cehennem’de ebedi olarak kalmayacaklarına da delildir. Çünkü Yüce Allah burada “kâfirler için hazırlanmış” diye buyurmaktadır. Eğer muvahhid olan asi ve günahkârlar ebedi olarak Cehennem’de kalacak olsalardı o, yalnızca kâfirler için hazırlanmış olmazdı. Yine bu âyet-i kerimede azaba sebeplerinin işlenmesi dolayısıyla müstahak olunacağına da delil vardır ki bu sebepler, küfür ve her çeşit günahtır.
Ayet: 25 #
{وَبَشِّرِ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ أَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقًا قَالُوا هَذَا الَّذِي رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ وَأُتُوا بِهِ مُتَشَابِهًا وَلَهُمْ فِيهَا أَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ (25)}.
25- İman edip salih ameller işleyenlere de şunu müjdele: Onlar için altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Her ne zaman o cennetlerin meyvelerinden bir rızka kavuşsalar: “Bu, daha önce bize rızık olarak verilen(le aynı!) derler. Hâlbuki kendilerine öyle benzer olarak sunulur. Bir de orada onlar için tertemiz kılınmış zevceler vardır ve onlar orada ebedi kalacaklardır.
#
{25} لمَّا ذكر جزاء الكافرين ذكر جزاء المؤمنين أهل الأعمال الصالحات كما هي طريقته تعالى في كتابه يجمع بين الترغيب والترهيب؛ ليكون العبد راغباً راهباً خائفاً راجياً فقال: {وبشّر}؛ أي: أيها الرسول ، ومن قام مقامك {الذين آمنوا}؛ بقلوبهم {وعملوا الصالحات}؛ بجوارحهم؛ فصدقوا إيمانهم بأعمالهم الصالحة، ووُصِفت أعمال الخير بالصالحات؛ لأن بها تصلح أحوال العبد، وأمور دينه ودنياه، وحياته الدنيوية والأخروية، ويزول بها عنه فساد الأحوال؛ فيكون بذلك من الصالحين الذين يصلحون لمجاورة الرحمن في جنته فبشرهم {أن لهم جنات}؛ أي: بساتين جامعة للأشجار العجيبة والثمار الأنيقة والظل المديد والأغصان والأفنان، وبذلك صارت جنة يجتن بها داخلها وينعم فيها ساكنها {تجري من تحتها الأنهار}؛ أي: أنهار الماء واللبن والعسل والخمر يفجرونها كيف شاؤوا، ويصرفونها أين أرادوا، وتُسقَى منها تلك الأشجار؛ فتنبت أصناف الثمار {كلما رزقوا منها من ثمرة رزقاً قالوا هذا الذي رزقنا من قبل}؛ أي: هذا من جنسه وعلى وصفه، كلها متشابهة في الحسن واللذة ليس فيها ثمرة خاسَّةٌ، وليس لهم وقت خالٍ من اللَّذة؛ فهم دائماً متلذذون بأُكُلِها، وقوله: {وأتوا به متشابهاً}؛ قيل: متشابهاً في الاسم مختلفاً في الطعم ، وقيل: متشابهاً في اللون مختلف في الاسم، وقيل: يشبه بعضه بعضاً في الحسن واللذة والفكاهة، ولعل هذا أحسن. ثم لما ذكر مسكنهم، وأقواتهم من الطعام والشراب، وفواكههم ذكر أزواجهم؛ فوصفهنَّ بأكمل وصف وأوجزه وأوضحه؛ فقال: {ولهُم فيها أزواجٌ مُطهرةٌ}؛ فلم يقل مطهرةٌ من العيب الفلاني؛ ليشمل جميع أنواع التطهير، فهنَّ مطهرات الأخلاق، مطهرات الخلق، مطهرات اللسان، مطهرات الأبصار، فأخلاقهن أنهن عُرُبٌ متحببات إلى أزواجهن بالخلق الحسن وحسن التبعل والأدب القولي والفعلي، ومطهرٌ خَلْقُهن من الحيض والنفاس والمني والبول والغائط والمخاط والبصاق والرائحة الكريهة، ومُطَهرات الخَلْق أيضاً بكمال الجمال؛ فليس فيهن عيب ولا دمامة خَلْق، بل هن خيرات حسان، مطهرات اللسان والطرف، قاصرات طرفهن على أزواجهن، وقاصرات ألسنتهن عن كل كلام قبيح. ففي هذه الآية الكريمة ذكر المبشِّر والمُبشَّر والمُبَشَّر به والسبب الموصل لهذه البشارة؛ فالمبشر هو: الرسول - صلى الله عليه وسلم - ومن قام مقامه من أمته، والمبشَّر هم: المؤمنون العاملون الصالحات، والمبشر به هي: الجنات الموصوفات بتلك الصفات، والسبب الموصل لذلك، هو: الإيمان والعمل الصالح، فلا سبيل إلى الوصول إلى هذه البشارة إلا بهما، وهذا أعظم بشارة حاصلة على يد أفضل الخلق بأفضل الأسباب، وفيه استحباب بشارة المؤمنين وتنشيطهم على الأعمال بذكر جزائها وثمراتها؛ فإنها بذلك تخف وتسهل، وأعظم بشرى حاصلة للإنسان توفيقه للإيمان والعمل الصالح، فذلك أول البشارة وأصلها، ومن بعده البشرى عند الموت، ومن بعده الوصول إلى هذا النعيم المقيم. نسأل الله من فضله.
25. Yüce Allah kâfirlerin amellerinin cezasını söz konusu ettikten sonra, salih amellere sahip olan mü’minlerin de görecekleri karşılığı söz konusu etmektedir. Nitekim Yüce Allah’ın Kitab-ı Kerîm’inde izlediği yol da budur: Korkutma ve teşviki bir arada zikretmek. Tâ ki kul hem çekinsin, hem arzulasın. Hem korksun, hem de ümitlensin. Bunun için şöyle buyurmaktadır: Kalpleri ile “iman edip” azaları ile “salih ameller işleyenlere” böylelikle de imanlarını salih amelleri ile tasdik edenlere “şunu müjdele!” Sen ey Peygamber ve senin (tebliğ) makamına geçenler (müjdeleyin). Âyet-i kerimede hayırlı amellerin “salih” olmakla nitelendirilmesinin sebebi, bu amellerle onları işleyenlerin durumlarının, din ve dünya işlerinin, dünyevî ve uhrevî hayatlarının ıslah olması; bozuk hallerinin gidip düzelmesi, bunun sonucunda da kulun Cennet’te Rahman olan Allah’a komşuluk etmeye elverişli salih kimselerden olmasındandır. İşte bu gibi kimselere şunu müjdele: “Onlar için... cennetler vardır” yani hayret verici güzellikte ağaçlar, enfes meyveler, uzayıp giden gölgeler, sarmaş dolaş olmuş dallar bulunan bahçeler vardır ki bunlardan dolayı ona cennet adı verilmiştir. Çünkü oraya girenler, o ağaç ve dalların arasında adeta gizlenip örtülürler ve türlü nimetlere gark olurlar. “altından ırmaklar akan” yani sudan, sütten, baldan ve şaraptan ırmaklar akar. Onları diledikleri gibi akıtacaklar, istedikleri yere yönlendireceklerdir. Bu ağaçlar da onunla sulanacak, böylelikle çeşitli meyveler verecektir. “Her ne zaman o cennetlerin meyvelerinden bir rızka kavuşsalar: “Bu, daha önce bize rızık olarak verilen(le aynı)!” derler.” Yani bu önceki rızkımızla aynı türden ve aynı nitelikler sahip bir rızık! Hepsi güzellik ve lezzet bakımından birbirine benzer. Orada ne kötü bir meyve vardır, ne de lezzetsiz geçirdikleri bir vakit. Onlar yedikleri şeylerden daima lezzet alırlar. “Hâlbuki kendilerine öyle benzer olarak sunulur.” ifadesi “isimleri itibari ile birbirine benzer, fakat tatları itibari ile farklı farklıdır” şeklinde açıklandığı gibi “rengi itibari ile benzer, fakat isimleri farklıdır” şeklinde de açıklanmıştır. Ayrıca güzellik, lezzet ve hoş oluşları itibari ile birbirlerine benzerler diye de açıklanmıştır. En güzel açıklama bu olsa gerektir. Yüce Allah Cennet ehlinin kalacakları yerleri; yiyecek, içecek ve meyve gibi çeşitli gıdalarını söz konusu ettikten sonra, eşlerini de söz konusu ederek en mükemmel, en açık ve en özlü şekilde onları nitelendirerek: “Bir de orada onlar için tertemiz kılınmış zevceler vardır” buyurmuştur. Burada “filan kusurdan temizlenmiş” buyrulmayarak, her türlü temizlik çeşidini kapsayan bir ifade kullanılmıştır. O halde bu zevceler ahlâk bakımından tertemiz kılınmışlardır, yaratılış bakımından tertemizdirler, dilleri tertemizdir, gözleri tertemizdir. Güzel yaratılışları, güzel huyları, eşleri ile güzel bir şekilde birlikte olmaları, sözlü ve fiili edepleri dolayısıyla eşleri tarafından sevilirler. Ay hali, nifas, küçük ve büyük abdest, sümük, tükürük, hoş olmayan kokular gibi pisliklerden de yaratılış itibari ile temiz kılınmışlardır. Yaratılışları itibari ile mükemmel, güzellikleri ile de tertemizdirler. Onlarda hiçbir kusur yoktur. Hilkatlerinde hiçbir çirkinlik olmayacaktır. Aksine onların huyu-suyu, yüzü, dili, bakışı tertemizdir. Gözlerini yalnızca eşlerine dikmişlerdir. Dilleri de yalnızca güzel söz söyler, her türlü çirkin söz söylemekten uzaktırlar. Bu âyet-i kerimede hem müjdeleyen, hem müjdelenen, hem müjde olarak verilen şeyler, hem de müjdelenen bu şeylere ulaştıran yollar zikredilmektedir. Müjdeleyen kişi Allah Rasûlü ve onun ümmetinden, onun mirasçıları olanlardır. Müjdelenen kimseler ise salih ameller işleyen mü’minlerdir. Müjde olarak verilen şeyler ise anlatılan niteliklere sahip cennetlerdir. Bunlara ulaştıran yol ise iman ve salih ameldir. Bunlar olmaksızın bu müjdeye kavuşmaya imkân yoktur. İşte bu, mahlûkatın en faziletlisi aracılığıyla, en faziletli yollarla gerçekleşen en büyük müjdedir. Bu buyrukta, mü’minlere müjde vermenin, hayırlı amellerin sonuçlarını ve mükafatlarını söz konusu etmek sureti ile onları o amellere işlemek hususunda gayrete getirmenin müstehap olduğuna delil vardır. Çünkü bu yolla bu hayırlı amellerin yükü hafifler ve kolaylaşır. İnsanın sahip olabileceği en büyük müjde ise elbette iman ve salih amele ulaşabilme başarısıdır. İşte ilk ve asıl müjde budur. Bundan sonra ölüm esnasındaki müjde gelir. Bundan sonra da işte bu ebedi nimetlere ulaşmak gelir. Yüce Allah’tan lütfunu dileriz.
Ayet: 26 - 27 #
{إِنَّ اللَّهَ لَا يَسْتَحْيِي أَنْ يَضْرِبَ مَثَلًا مَا بَعُوضَةً فَمَا فَوْقَهَا فَأَمَّا الَّذِينَ آمَنُوا فَيَعْلَمُونَ أَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ وَأَمَّا الَّذِينَ كَفَرُوا فَيَقُولُونَ مَاذَا أَرَادَ اللَّهُ بِهَذَا مَثَلًا يُضِلُّ بِهِ كَثِيرًا وَيَهْدِي بِهِ كَثِيرًا وَمَا يُضِلُّ بِهِ إِلَّا الْفَاسِقِينَ (26) الَّذِينَ يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللَّهِ مِنْ بَعْدِ مِيثَاقِهِ وَيَقْطَعُونَ مَا أَمَرَ اللَّهُ بِهِ أَنْ يُوصَلَ وَيُفْسِدُونَ فِي الْأَرْضِ أُولَئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ (27)}
26- Gerçek şu ki Allah bir sivrisineği veya ondan öte herhangi bir şeyi misal vermekten hayâ etmez. İman edenler onun, Rablerinden gelen hakikat olduğunu bilirler. Ama küfre saplananlar “Allah bu misal ile ne murad etmiş?” derler. Allah onunla bir çoklarını saptırır ve yine onunla çoklarını da hidâyete eriştirir. O, onunla fasıklardan başkasını saptırmaz. 27- O (fasıklar) Allah’ın ahdini sağlamlaştırdıktan sonra bozarlar. Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeyleri koparırlar ve yeryüzünde fesat çıkarırlar. İşte onlar zarara uğrayanların tâ kendileridir.
#
{26} يقول تعالى: {إن الله لا يستحيي أن يضرب مثلاً ما}؛ أيْ: أيُّ مثل كان {بعوضة فما فوقها}؛ لاشتمال الأمثال على الحكمة وإيضاح الحق، والله لا يستحيي من الحق، وكأنّ في هذا جواباً لمن أنكر ضرب الأمثال في الأشياء الحقيرة، واعترض على الله في ذلك؛ فليس في ذلك محل اعتراض، بل هو من تعليم الله لعباده ورحمته بهم، فيجب أن تتلقى بالقبول والشكر، ولهذا قال: {فأما الذين آمنوا فيعلمون أنه الحق من ربهم}؛ فيفهمونها ويتفكرون فيها، فإن علموا ما اشتملت عليه على وجه التفصيل ازداد بذلك علمهم وإيمانهم، وإلا علموا أنها حق، وما اشتملت عليه حق، وإن خفي عليهم وجه الحق فيها، لعلمهم بأن الله لم يضربها عبثاً بل لحكمة بالغة ونعمة سابغة، {وأما الذين كفروا فيقولون ماذا أراد الله بهذا مثلاً}؛ فيعترضون ويتحيرون فيزدادون كفراً إلى كفرهم كما ازداد المؤمنون إيماناً على إيمانهم؛ ولهذا قال: {يضل به كثيراً ويهدي به كثيراً}؛ فهذه حال المؤمنين والكافرين عند نزول الآيات القرآنية، قال تعالى: {وإذا ما أنزلت سورة فمنهم من يقول أيكم زادته هذه إيماناً، فأما الذين آمنوا فزادتهم إيماناً وهم يستبشرون. وأما الذين في قلوبهم مرض فزادتهم رجساً إلى رجسهم وماتوا وهم كافرون}؛ فلا أعظم نعمة على العباد من نزول الآيات القرآنية، ومع هذا تكون لقوم محنة وحيرة وضلالة وزيادة شر إلى شرهم، ولقوم منحة ورحمة وزيادة خير إلى خيرهم، فسبحان من فاوت بين عباده، وانفرد بالهداية والإضلال. ثم ذكر حكمته وعدله في إضلاله من يضل ؛ فقال: {وما يضل به إلا الفاسقين}؛ أي: الخارجين عن طاعة الله المعاندين لرسل الله الذين صار الفسق وصفهم؛ فلا يبغون به بدلاً، فاقتضت حكمته تعالى إضلالهم؛ لعدم صلاحيتهم للهدى، كما اقتضى فضله وحكمته هداية من اتصف بالإيمان وتحلى بالأعمال الصالحة. والفسق نوعان: نوع مخرج من الدين وهو الفسق المقتضي للخروج من الإيمان كالمذكور في هذه الآية ونحوها، ونوع غير مخرج من الإيمان كما في قوله تعالى: {يا أيها الذين آمنوا إن جاءكم فاسق بنبأ فتبينوا ... }؛ الآية.
26. Yüce Allah buyuruyor ki: “Gerçek şu ki Allah bir sivrisineği veya ondan öte herhangi bir şeyi” yani misal olarak ne olursa olsun “misal vermekten hayâ etmez.” Çünkü bu misaller, hikmeti kapsayıcı olmaları ve hakkı açıklamalarıdır. Yüce Allah hakkı söylemekten haya etmez. Bu buyrukta basit ve önemsiz şeylerin misal verilmesine tepki gösterip bu konuda Allah’a itiraz eden kimselere cevap verilmiştir. Oysa bu gibi şeylerin misal verilmesinde itirazı gerektiren bir taraf yoktur. Aksine bu, Yüce Allah’ın, kullarına yönelik bir dersi ve rahmetidir. Öyleyse bunun kabul ve şükür ile karşılanması gerekir. İşte bundan dolayı Allah şöyle buyurmaktadır: “İman edenler onun, Rablerinden gelen hakikat olduğunu bilirler” Bu misalleri kavrarlar ve bu misaller üzerinde tefekkür ederler. Şâyet bu misallerin muhtevasını etraflı bir şekilde öğrenirlerse, ilim ve imanları artar. Yok, bilemezler ise en azından hem o misallerin hem de onların ihtiva ettikleri şeylerin hak olduğunu bilirler. İsterse bunların içerdikleri hakkın ne olduğu onlara kapalı kalsın. Çünkü onlar Allah’ın bu misalleri boş yere vermediğini, aksine sonsuz bir hikmet ve büyük bir nimet dolayısı ile bunları örnek verdiğini bilmektedirler. “Ama küfre saplananlar “Allah bu misal ile ne murad etmiş?” derler” ve böylelikle itiraz eder ve şaşırır kalırlar. Mü’minler bu konuda imanlarına iman kattıkları gibi, kâfirler de küfürlerine küfür katarlar. Bundan dolayı “Allah onunla bir çoklarını saptırır ve yine onunla çoklarını da hidâyete eriştirir” diye buyrulmaktadır. İşte Kur’ân âyetlerinin inişi esnasında mü’minlerle kâfirlerin hali budur. Bu konuda Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Bir sûre indirildiği zaman içlerinden bazıları: Bu hanginizin imanını artırdı? derler. İman etmiş olanlara gelince, daima onların imanını artırmıştır ve onlar birbirlerini müjdeleyip sevinirler. Kalplerinde hastalık bulunanlara gelince, onların murdarlıklarına murdarlık katıp artırmış ve onlar kâfirler olarak ölüp gitmişlerdir.” (et-Tevbe, 9/124-125) Kullar için Kur’ân âyetlerinin nüzûlünden daha büyük bir nimet olamaz. Ama buna rağmen bu âyetler kimi topluluklar için imtihan, şaşkınlık, sapıklık ve mevcut kötülüklerine kötülük katmaya sebep olur. Kimilerine de ihsan, rahmet ve mevcut hayırlarına hayır katmaya sebep olur. Kulları arasında farklılık kılan; tek başına hidâyete ileten ve dalâlete götüren Yüce Allah, her türlü eksiklikten münezzehtir. Bundan sonra Yüce Allah sapanları saptırmaktaki hikmet ve adaletini söz konusu ederek “O, bununla fasıklardan başkasını saptırmaz.” diye buyurmaktadır. Fasıklar; Allah’a itaatin dışına çıkan, Allah’ın Rasûllerine karşı inatlaşan, fısk vasfına bürünmüş ve onu başka hiçbir şeye değiştirmek istemeyen kimseler demektir. İşte Yüce Allah’ın hikmeti, bunların saptırılmasını gerektirmektedir. Çünkü onlar hidâyet bulmaya elverişli bir yapıda değillerdir. Nitekim Yüce Allah’ın lütuf ve hikmeti de iman sıfatını kazanan ve salih amellerle bezenen kimseleri hidâyete iletmeyi gerektirmiştir. Fâsıklık/fısk iki türlüdür: Birisi dinden çıkarıcı olandır ki bu imandan çıkmayı gerektiren fısk çeşididir. Bu âyet-i kerimede ve benzerlerinde sözü geçen fısk böyledir. Bir diğeri ise imanın dışına çıkartmayan fısk çeşididir. Yüce Allah’ın: “Ey iman edenler! Eğer bir fasık size bir haber getirirse...” (el-Hucurat, 49/6) buyruğunda olduğu gibi.
Daha sonra Yüce Allah, bu fasıkların niteliklerini belirterek şöyle buyurmaktadır:
#
{27} {الذين ينقضون عهد الله من بعد ميثاقه}؛ وهذا يعم العهد الذي بينهم وبين ربهم ، والذي بينهم وبين الخلق ، الذي أكده عليهم بالمواثيق الثقيلة والإلزامات، فلا يبالون بتلك المواثيق، بل ينقضونها، ويتركون أوامره، ويرتكبون نواهيه، وينقضون العهود التي بينهم وبين الخلق {ويقطعون ما أمر الله به أن يوصل}؛ وهذا يدخل فيه أشياء كثيرة، فإن الله أمرنا أن نصل ما بيننا وبينه بالإيمان به والقيام بعبوديته، وما بيننا وبين رسوله بالإيمان به ومحبته وتعزيره والقيام بحقوقه، وما بيننا وبين الوالدين والأقارب والأصحاب وسائر الخلق بالقيام بحقوقهم التي أمر الله أن نصلها، فأما المؤمنون فوصلوا ما أمر الله به أن يوصل من هذه الحقوق، وقاموا بها أتم القيام؛ وأما الفاسقون فقطعوها ونبذوها وراء ظهورهم معتاضين عنها بالفسق والقطيعة والعمل بالمعاصي وهو الإفساد في الأرض، {فأولئك}؛ أي: من هذه صفته {هم الخاسرون}؛ في الدنيا والآخرة، فحصر الخسارة فيهم؛ لأن خسرانهم عام في كل أحوالهم ليس لهم نوع من الربح، لأن كل عمل صالح شرطه الإيمان، فمن لا إيمان له؛ لا عمل له، وهذا الخسار هو: خسار الكفر، وأما الخسار الذي قد يكون كفراً وقد يكون معصية وقد يكون تفريطاً في ترك مستحب، المذكور في قوله تعالى: {إن الإنسان لفي خسر}؛ فهذا عام لكل مخلوق إلا من اتصف بالإيمان والعمل الصالح والتواصي بالحق والتواصي بالصبر، وحقيقته فوات الخير الذي كان العبد بصدد تحصيله وهو تحت إمكانه.
27. “O (fasıklar) Allah’ın ahdini sağlamlaştırdıktan sonra bozarlar.” Bu buyruktaki “ahid” hem onlar ile Rab’leri arasında, hem de onlar ile diğer insanlar arasında olan ve bağlı kalmayı ağır sözlerle ve bağlayıcı hükümlerle pekiştirdikleri bütün ahitleri kapsamaktadır. İşte onlar bu ahitlere hiçbir şekilde aldırmazlar. Aksine onları bozarlar. Allah’ın emirlerini terk eder, yasaklarını çiğnerler. Kendileri ile diğer insanlar arasındaki ahitlere de riayet etmezler. “Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeyleri koparırlar.” Bu buyruğun kapsamına da pek çok şey girmektedir. Şöyle ki Yüce Allah bizimle kendisi arasında iman bağını bağlı tutmayı ve ona ubudiyet vazifesini yerine getirmeyi emretmiştir. Bizimle Rasûlü arasında da Rasûlü’ne iman etmek, onu sevmek, saymak, onun haklarını yerine getirmek bağlarını, bizimle anne-baba, yakın akrabalar, dostlar ve diğer insanlar arasında da Allah’ın bağlı kalmamızı emretmiş olduğu sair hakları yerine getirmemizi emretmiştir. İşte mü’minler Allah’ın birleştirilmesini emretmiş olduğu bütün bu hakları birleştirir ve en mükemmel şekli ile bunları yerine getirmeye çalışırlar. Fasıklar ise bu bağları koparırlar, bunları arkalarına atarlar. Bunlara bağlı kalmak yerine fasıklığı, bu bağları koparmayı ve günahları işlemeyi tercih ederler. İşte yeryüzünde fesat çıkarmak da budur. “İşte onlar” yani bu nitelikleri taşıyanlar, dünyada da, âhirette de “zarara uğrayanların tâ kendileridir.” Zarara uğramayı, hüsranı onlara münhasır bir özellik olarak zikretmektedir. Çünkü onlar bütün halleri ile hüsrandadırlar. Kâr sağladıkları herhangi bir husus yoktur. Çünkü her bir salih amelin kabulü için iman şarttır. İmanı olmayanın ameli de olmaz. İşte bu hüsran, küfür hüsranıdır. Bütün insanları kuşatan ve kimi zaman küfür, kimi zaman masiyet, kimi zaman da bir müstehabı terk etmek şeklinde açığa çıkan hüsrana gelince bundan da Yüce Allah’ın: “Muhakkak insan, hüsrandadır” (el-Asr, 103/2) buyruğunda söz edilmektedir. Bu hüsrandan müstesna olanlar sadece iman, salih amel, karşılıklı olarak hakkı ve sabrı tavsiye etmek niteliklerine sahip kimselerdir. Hüsranın gerçek mahiyeti ise kulun, elde edebileceği ve imkânı dahilinde olan hayırları elden kaçırmasıdır.
Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 28 #
{كَيْفَ تَكْفُرُونَ بِاللَّهِ وَكُنْتُمْ أَمْوَاتًا فَأَحْيَاكُمْ ثُمَّ يُمِيتُكُمْ ثُمَّ يُحْيِيكُمْ ثُمَّ إِلَيْهِ تُرْجَعُونَ (28)}.
28- Allah’a nasıl küfr/nankörlük edersiniz!? Hâlbuki ölü idiniz de sizleri O diriltti. Sonra sizi öldürecek ve sonra sizi diriltecektir. Sonra da yalnızca O’na döndürüleceksiniz.
#
{28} هذا استفهام بمعنى التعجب والتوبيخ والإنكار؛ أي: كيف يحصل منكم الكفر بالله الذي خلقكم من العدم، وأنعم عليكم بأصناف النعم، ثم يميتكم عند استكمال آجالكم، ويجازيكم في القبور، ثم يحييكم بعد البعث والنشور، ثم إليه ترجعون فيجازيكم الجزاء الأوفى، فإذا كنتم في تصرفه وتدبيره وبره وتحت أوامره الدينية، وبعد ذلك تحت دينه الجزائي أَفَيَليق بكم أن تكفروا به؟ وهل هذا إلا جهل عظيم وسفه كبير ؟ بل الذي يليق بكم أن تتقوه وتشكروه، وتؤمنوا به ، وتخافوا عذابه، وترجوا ثوابه.
28. Bu buyrukta hayret, azarlama ve inkâr anlamında bir soru vardır. Yani sizi yoktan var eden ve size türlü nimetler ihsan eden, ecellerinizi tamamladığınız vakit sizi öldüren, kabirlerde amellerinize belli karşılıklar veren, sonra amellerinizden hesaba çekmek için sizi tekrar diriltip kabirlerinizden kaldıracak olan, sonra da huzuruna döneceğiniz ve tam anlamı ile yaptıklarınızın karşılığını verecek olan Allah’a nasıl olur da küfür ve nankörlük edersiniz? O’nun tasarrufu, idaresi, iyiliği ve O’nun dini emirleri altında olduğunuza, Kıyamet gününde de amellerinizin karşılığını O vereceğine göre, O’na küfür ve nankörlük etmeniz size yakışır mı? Böyle bir şey büyük bir bilgisizlikten, büyük bir beyinsizlikten başka nedir? Aksine size yakışan O’ndan korkmanız, sakınmanız, O’na şükretmeniz, O’na iman etmeniz, azabından korkup mükâfatını ummanızdır.
Ayet: 29 - 0 #
{هُوَ الَّذِي خَلَقَ لَكُمْ مَا فِي الْأَرْضِ جَمِيعًا}.
29- O, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı. Sonra göğe yöneldi de onları yedi gök halinde düzenledi. O her şeyi çok iyi bilendir.
#
{29} أي: خلق لكم برًّا بكم ورحمة جميع ما على الأرض للانتفاع والاستمتاع والاعتبار. وفي هذه الآية الكريمة دليل على أن الأصل في الأشياء الإباحة والطهارة؛ لأنها سيقت في معرض الامتنان، يخرج بذلك الخبائث فإن تحريمها أيضاً يؤخذ من فحوى الآية، وبيان المقصود منها، وأنه خلقها لنفعنا، فما فيه ضرر؛ فهو خارج من ذلك، ومن تمام نعمته منعنا من الخبائث تنزيهاً لنا؛ وقوله: {ثُمَّ اسْتَوَى إِلَى السَّمَاءِ فَسَوَّاهُنَّ سَبْعَ سَمَاوَاتٍ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ (29)}. «استوى»: ترد في القرآن على ثلاثة معانٍ: فتارة لا تُعدَّى بالحرف فيكون معناها: الكمال والتمام، كما في قوله عن موسى: {ولما بلغ أشده واستوى}؛ وتارة تكون بمعنى علا وارتفع، وذلك إذا عديت «بعلى» كقوله تعالى: {الرحمن على العرش استوى} ؛ {لتستووا على ظهوره}؛ وتارة تكون بمعنى قصد كما إذا عُدِيت «بإلى» كما في هذه الآية، أي: لما خلق تعالى الأرض قصد إلى خلق السماوات فسواهن سبع سماوات فخلقها وأحكمها وأتقنها وهو بكل شيء عليم، فيعلم ما يلج في الأرض وما يخرج منها، وما ينزل من السماء وما يعرج فيها، ويعلم ما تسرون وما تعلنون، يعلم السر وأخفى. وكثيراً ما يقرن بين خلقه وإثبات علمه كما في هذه الآية وكما في قوله تعالى: {ألا يعلم من خلق وهو اللطيف الخبير}؛ لأن خلقه للمخلوقات أدل دليل على علمه وحكمته وقدرته.
29. “O, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı” Yani iyilik ve rahmet olmak üzere yeryüzünde ne varsa hepsini yararlanmanız, kullanmanız ve ibret almanız için yaratan O’dur. Bu âyet-i kerimede eşyada aslolanın mubahlık ve temizlik olduğuna delil vardır. Çünkü âyet-i kerime minnet (ihsan ve lütuf) sadedinde zikredilmiştir. Bununla pis ve murdar olan şeyler dışarıda kalmaktadır. Zira bunların haram oldukları da yine bu âyetin ifadesinden, eşyanın yaratılmasındaki maksadın beyân edilmesinden ve bizim faydamız için yaratılmış olmalarından anlaşılmaktadır. O nedenle zararı bulunan bir şey bu kapsamın dışında kalmaktadır. Pis ve murdar şeyleri, bizi korumak ve uzak tutmak için yasaklamış olması da nimetini tamamlayan bir husustur. “Sonra göğe yöneldi (istiva) de onları yedi gök halinde düzenledi.” “İstivâ” kelimesi Kur’ân-ı Kerîm’de üç anlamda kullanılır. Bazen herhangi bir harf (edat) ile müteaddi (geçişli) olarak gelmez. O takdirde mükemmel ve tamam olmak anlamına gelir. Yüce Allah’ın Mûsâ hakkındaki ﴾ وَلَمَّا بَلَغَ أَشُدَّهُۥ ﴿ / “Güçlü çağına erişip olgunlaşınca…” (el-Kasas, 28/14) buyruğunda olduğu gibi. Kimi zaman da “üzerine çıktı” ve “yükseldi” anlamlarında kullanılır. “ على : üzerine, e, a” edatı ile geçişli olarak geldiğinde bu anlamı kazanır. Yüce Allah’ın şu buyruklarında olduğu gibi: ٱلرَّحۡمَٰنُ عَلَى ٱلۡعَرۡشِ ٱسۡتَوَىٰ ﴿ / “Rahman Arş’a istiva etti/yükseldi” (Taha, 20/5) ile ﴾ لِتَسۡتَوُۥاْ عَلَىٰ ظُهُورِهِۦ ﴿ / “Tâ ki (o hayvanların) sırtlarına binip kurulasınız…” (ez-Zuhruf, 43/13) buyruklarında olduğu gibi. Bazen de bu kelime “yöneldi” anlamında kullanılır. Bu âyet-i kerimede olduğu gibi “ إلى : e, a” edtı ile geçişli olarak gelirse bu anlamı alır. Buna göre bu ayetin anlamı şöyle olur: Yüce Allah yeryüzünü yarattıktan sonra semâvâtı yaratmaya yöneldi ve onları yedi sema halinde düzenledi. Semaları yaratıp yaratılışlarını da sağlam ve mükemmel yaptı. “O her şeyi çok iyi bilendir.” Yere gireni de, oradan çıkanı da bilir. Gökten ineni de, oraya yükseleni de bilir. Sizin neyi gizlediğinizi de, neyi açıkladığınızı da bilir. O gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilir. Yüce Allah bu âyet-i kerimede olduğu gibi, yaratmasını ve bilgisinin kapsamını bir arada çokça zikreder. Şu buyruğunda olduğu gibi: “Hiç yaratan bilmez mi? O Latiftir, her şeyden haberdardır.” (el-Mülk, 67/14). Çünkü O’nun bu yaratıkları yaratmış olması, ilim, hikmet ve kudretinin en açık bir delilidir.
Ayet: 30 - 34 #
{وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلَائِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الْأَرْضِ خَلِيفَةً قَالُوا أَتَجْعَلُ فِيهَا مَنْ يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاءَ وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لَا تَعْلَمُونَ (30) وَعَلَّمَ آدَمَ الْأَسْمَاءَ كُلَّهَا ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلَائِكَةِ فَقَالَ أَنْبِئُونِي بِأَسْمَاءِ هَؤُلَاءِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ (31) قَالُوا سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَا إِلَّا مَا عَلَّمْتَنَا إِنَّكَ أَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ (32) قَالَ يَاآدَمُ أَنْبِئْهُمْ بِأَسْمَائِهِمْ فَلَمَّا أَنْبَأَهُمْ بِأَسْمَائِهِمْ قَالَ أَلَمْ أَقُلْ لَكُمْ إِنِّي أَعْلَمُ غَيْبَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَأَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنْتُمْ تَكْتُمُونَ (33) وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلَائِكَةِ اسْجُدُوا لِآدَمَ فَسَجَدُوا إِلَّا إِبْلِيسَ أَبَى وَاسْتَكْبَرَ وَكَانَ مِنَ الْكَافِرِينَ (34)}.
30- “Hani Rabbin meleklere: Muhakkak ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, demişti de, melekler: Biz seni hamdinle tesbih ve takdis ettiğimiz halde orada fesad çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın? dediler. (O da:) Elbette ben sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim, buyurdu. 31- Âdem’e bütün isimleri öğretti, sonra onları meleklere gösterip: “Eğer (iddianızda) doğru iseniz, haydi bunların isimlerini bana haber verin” buyurdu. 32- (Melekeler:) “Seni tesbih/tenzih ederiz. Bizim senin öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz alîm ve hakîm olan yalnız Sensin.” 33- (Allah:) “Ey Âdem! Onlara bunların isimlerini haber ver.” buyurdu. O da onların isimlerini haber verince (Allah) şöyle buyurdu: “Size demedim mi ki göklerin ve yerin gaybını Ben bilirim. Açığa vurduğunuz şeyleri ve gizlediklerinizi de bilirim.” 34- Biz meleklere: “Âdem’e secde edin” dedik de onlar derhal secde ettiler. Ancak İblis hariç! O diretti, kibirlendi ve kâfirlerden oldu.
#
{30} هذا شروع في ابتداء خلق آدم عليه السلام أبي البشر وفضلهِ، وأن الله تعالى حين أراد خلقه أخبر الملائكة بذلك، وأن الله مستخلفه في الأرض، فقالت الملائكة عليهم السلام: أتجعل فيها من يفسد فيها بالمعاصي ويسفك الدماء، وهذا تخصيص بعد تعميم؛ لبيان شدة مفسدة القتل، وهذا بحسب ظنهم أن الخليفةَ المَجْعُول في الأرض سيحْدُثُ منه ذلك، فنزهوا الباري عن ذلك وعظموه، وأخبروا أنهم قائمون بعبادة الله على وجه خالٍ من المفسدة فقالوا: {ونحن نسبح بحمدك}؛ أي: ننزهك التنزيه اللائق بحمدك وجلالك {ونقدس لك}؛ يحتمل أن معناها ونقدسك؛ فتكون اللام مفيدة للتخصيص والإخلاص، ويحتمل أن يكون: ونقدس لك أنفسنا؛ أي: نطهرها بالأخلاق الجميلة؛ كمحبة الله، وخشيته، وتعظيمه، ونطهرها من الأخلاق الرذيلة {قال}؛ الله للملائكة: {إني أعلم}؛ من هذا الخليفة {ما لا تعلمون}؛ لأن كلامكم بحسب ما ظننتم، وأنا عالم بالظواهر والسرائر، وأعلم أن الخير الحاصل بخلق هذا الخليفة أضعاف أضعاف ما في ضمن ذلك من الشر، فلو لم يكن في ذلك، إلا أن الله تعالى أراد أن يجتبي منهم الأنبياء والصديقين والشهداء والصالحين، ولتظهر آياته للخلق ، ويحصل من العبوديات التي لم تكن تحصل بدون خلق هذا الخليفة كالجهاد وغيره، وليظهر ما كمن في غرائز المكلفين من الخير والشر بالامتحان، وليتبين عدوه من وليه وحزبه من حربه، وليظهر ما كَمُن في نفس إبليس من الشر الذي انطوى عليه واتصف به، فهذه حكم عظيمة يكفي بعضها في ذلك.
30. Bu ayetle insanlığın atası Âdem aleyhisselam’ın yaratılmasına ve O’nun faziletine dair açıklamalara başlanmaktadır. Yüce Allah O’nu yaratmak isteyince, meleklere bu hususu bildirmiş ve O’nu yeryüzünde halifelik konumuna getireceğini haber vermiştir. Melekler ise: “Biz seni hamdinle tesbih/tenzih” yani seni hamdine ve celaline yaraşır şekilde tenzih “ve takdis ettiğimiz halde orada” günahlar işleyerek “fesad çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?” demişlerdi. Burada umum (olan fesat) ifadesinden sonra hususi (bir fesat olan öldürme) ifadesinin kullanılarak (öldürmenin ayrıca zikredilmesi) öldürme fesadının ağırlığını açıklamak içindir. Melekler zanlarına göre yeryüzünde yaratılacak bir kimse bu işleri yapacaktı. Bu yüzden Yüce Allah’ı bundan tenzih ve tazim ettiler. Yüce Allah’a kendilerinin her türlü fesat çıkarmaktan uzak bir şekilde kendisine ibadet etmekte olduklarını da söylediler ve: “Biz seni hamdinle tesbih/tenzih ve takdis ettiğimiz halde...” dediler. “Takdis ettiğimiz” ifadesinin “yalnız seni takdis ederiz ve takdisi sana has kılarız” anlamına gelme ihtimali olduğu gibi “kendi nefislerimizi senin için takdis ederiz” anlamına gelme ihtimali de vardır. Yani biz güzel ahlâk ile nefislerimizi senin için temizler ve kötü huylardan arındırırız. Bu güzel ahlâk ise Allah’ı sevmek, O’ndan korkmak ve O’nu ta’zim etmek vb.dir. Yüce Allah meleklere şöyle dedi: “Elbette ben sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim.” Bu halife ile ilgili olarak sizin bilmediğiniz şeyleri ben biliyorum. Çünkü sizin bu sözleriniz kendi zannınıza dayalıdır. Ben ise açıkta olanı da, gizli olanı da bilirim. Bu halifenin yaratılması ile meydana gelecek hayrın onun yaratılmasındaki şerden kat kat fazla olduğunu da bilirim. Bu hususta sadece Yüce Allah’ın Âdem’in soyundan gelenler arasında peygamberleri, sıddıkları, şehitleri ve salihleri seçmesi, bütün insanlara Allah'ın varlığına dair belgelerin/âyetlerin açıkça ortaya konması, yine bu halife yaratılmasaydı söz konusu olmayacak olan cihad ve benzeri ibadetlerin gerçekleşmesi, mükelleflerin tabiatlarında saklı bulunan hayır ve şerrin imtihan ile ortaya çıkması, Allah’ın dostunun düşmanından ayırt edilmesi, Allah’ın hizbi ile O’na savaş açanların belirginleşmesi, İblisin içinde saklı bulunan kötülük ve şerrin su yüzüne çıkması vb. gibi -ki bütün bunlar çok büyük hikmetlerdir- bu hikmetlerden birisinin bulunması bile, Âdem’in yaratılış hikmetini açıklamak için yeterlidir.
Diğer taraftan, meleklerin söyledikleri sözler kendilerinin Yüce Allah’ın yeryüzünde yaratacağı halifeye üstün olduklarına dair bir işaret taşıdığından ötürü Yüce Allah onlara Âdem’in üstünlüğü ile Allah’ın ilim ve hikmetinin kemâlini itiraf etmelerini sağlayacak bir hususu beyan etmeyi diledi. İşte bunu da şu buyruğu ile açıklamaktadır:
#
{31} فَعَلَّمَ {آدم الأسماء كلَّها}؛ أي: أسماء الأشياء ومن هو مسمى بها، فعلمه الاسم والمُسمَّى؛ أي: الألفاظ والمعاني حتى المصغر من الأسماء والمكبر؛ كالقصعة والقُصيْعَة {ثم عرضهم}؛ أي: عرض المسمَّيَات {على الملائكة}؛ امتحاناً لهم هل يعرفونها أم لا {فقال أنبئوني بأسماء هؤلاء إن كنتم صادقين}؛ في قولكم وظنكم أنكم أفضل من هذا الخليفة.
31. “Âdem’e bütün isimleri öğretti.” Yani bütün eşyanın isimlerini hem de bu isimlerin ad olduğu eşyayı öğretti. Yani Âdem’e hem ismi, hem de bu isimlerin müsemmasını öğretti. Lafızları ve bu lafızların manalarını öğretti. Küçük büyük -tencere ve tepsiye varıncaya kadar- her şeyin isimlerini öğretti. “Sonra onları” yani ismin ad olarak konulduğu eşyayı, müsemmaları “meleklere” bunları biliyorlar mı bilmiyorlar mı, imtihan olsun diye “gösterip” eğer bu halifeden daha faziletli olduğunuz şeklindeki söz ve kanaatinizde “doğru iseniz haydi bunların isimlerini bana haber verin, buyurdu.”
#
{32} {قالوا سبحانك}؛ أي ننزهك من الاعتراض منَّا عليك، ومخالفة أمرك {لا علم لنا}؛ بوجه من الوجوه، {إلا ما علمتنا}؛ إياه فضلاً منك وجوداً {إنك أنت العليم الحكيم}؛ العليم الذي أحاط علماً بكل شيء، فلا يغيب عنه ولا يعزب مثقال ذرة في السماوات والأرض ولا أصغر من ذلك ولا أكبر، الحكيم: من له الحكمة التامة التي لا يخرج عنها مخلوق ولا يشذ عنها مأمور، فما خلق شيئاً إلا لحكمة، ولا أمر بشيء إلا لحكمة، والحكمة وضع الشيء في موضعه اللائق به. فأقروا واعترفوا بعلم الله وحكمته وقصورهم عن معرفة أدنى شيء، واعترافهم بفضل الله عليهم وتعليمه إياهم ما لا يعلمون.
32. (Melekeler:) “Seni tesbih/tenzih ederiz” Sana itiraz ve emrine muhalefet etmekten seni tenzih ederiz. Lütuf ve cömertliğin ile “senin öğrettiğinden başka hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz alîm ve hakîm olan yalnız Sensin.” Alîm; ilmi her şeyi kuşatan, hiçbir şey kendisine gizli olmayan, göklerde olsun, yerde olsun zerre ağırlığı kadar ve bundan daha küçük ya da daha büyük olmak üzere hiçbir şey kendisinden saklı kalmayan, demektir. Hakîm ise tam bir hikmet sahibi demektir ki yaratılmışlardan hiç kimse bunun dışında ve emri altındakilerden hiçbiri bundan müstesna değildir. Hikmetsiz hiçbir şey yaratmadığı gibi, hikmetsiz hiçbir şey de emretmemiştir. Hikmet ise her bir şeyi kendisine yakışan yere koymaktır. İşte melekler Allah’ın ilim ve hikmetini ikrar ve itiraf ettikleri gibi kendilerinin en basit bir şeyi dahi bilme imkânına sahip olmadıklarını da bildirdiler. Allah’ın kendi üzerlerindeki lütuf ve ihsanını, bilmedikleri şeyleri kendilerine öğrettiğini itiraf ettiler. İşte o zaman Yüce Allah şöyle buyurdu:
#
{33} فحينئذ قال الله: {يا آدم أنبئهم بأسمائهم}؛ أي: أسماء المسميات التي عرضها الله على الملائكة؛ فعجزوا عنها {فلما أنبأهم بأسمائهم}؛ تبين للملائكة فضل آدم عليهم، وحكمة الباري وعلمه في استخلاف هذا الخليفة {قال ألم أقل لكم إني أعلم غيب السموات والأرض} وهو ما غاب عنا فلم نشاهده، فإذا كان عالماً بالغيب، فالشهادة من باب أولى {وأعلم ما تبدون}؛ أي: تظهرون {وما كنتم تكتمون}.
33. “Ey Âdem! Onlara bunların isimlerini haber ver!” Yani Yüce Allah’ın meleklere gösterdiği ve bilmekten acze düştükleri eşyaların isimlerini söyle! “O da onların isimlerini haber verince” melekler Âdem’in kendilerinden üstün olduğunu ve Yüce Allah’ın bu halifeyi yeryüzüne halifelik makamına getirmekteki hikmet ve bilgisini açıkça öğrenmiş oldular. (Allah) şöyle buyurdu: “Size demedim mi ki göklerin ve yerin gaybını Ben bilirim.” Gayb, bizim için gizli olan, tanık olmadığımız ve görmediğimiz şeylerdir. Yüce Allah gizliyi bilen olduğuna göre görünen şeyleri haydi haydi bilir. “Açığa vurduğunuz şeyleri ve gizlediklerinizi de bilirim.”
#
{34} ثم أمرهم تعالى بالسجود لآدم إكراماً له وتعظيماً وعبودية لله تعالى؛ فامتثلوا أمر الله، وبادروا كلهم بالسجود، {إلا إبليس أبى} امتنع عن السجود، واستكبر عن أمر الله، وعلى آدم قال: {أأسجد لمن خلقت طيناً} وهذا الإباء منه، والاستكبار نتيجة الكفر الذي هو منطوٍ عليه، فتبينت حينئذ عداوته لله ولآدم وكفره واستكباره. وفي هذه الآيات من العِبَر والآيات إثبات الكلام لله تعالى، وأنه لم يزل متكلماً يقول ما شاء، ويتكلم بما شاء وأنه عليم حكيم، وفيه أن العبد إذا خفيت عليه حكمة الله في بعض المخلوقات، والمأمورات؛ فالواجب عليه التسليم واتهامُ عقله والإقرار لله بالحكمة؛ وفيه اعتناء الله بشأن الملائكة وإحسانه بهم بتعليمهم ما جهلوا، وتنبيههم على ما لم يعلموه. وفيه فضيلة العلم من وجوه: منها: أن الله تعرف لملائكته بعلمه وحكمته. ومنها: أن الله عرفهم فضل آدم بالعلم، وأنه أفضل صفة تكون في العبد. ومنها: أن الله أمرهم بالسجود لآدم إكراماً له لمَّا بانَ فضل علمه. ومنها: أن الامتحان للغير إذا عجزوا عما امتحنوا به ثم عرفه صاحب الفضيلة فهو أكمل مما عرفه ابتداء. ومنها: الاعتبار بحال أبوي الإنس والجن وبيان فضل آدم وأفضال الله عليه وعداوة إبليس له، إلى غير ذلك من العبر.
34. Daha sonra Yüce Allah meleklere Âdem’e secde etmelerini emretti. Bu secde, Âdem için saygı, Allah için de ta’zim ve ubudiyet anlamı taşımaktaydı. Onlar da Allah’ın emirlerini yerine getirdiler ve hepsi de secde etmek için ellerini çabuk tuttular. “Ancak İblis hariç! O, diretti” secde etmekten kaçındı. Yüce Allah’ın emrine ve Adem’e karşı büyüklük tasladı ve: “Hiç, bir çamur parçası olarak yarattığın kimseye secde eder miyim ben?” (el-İsra, 17/61) dedi. İblis’in bu şekilde diretip kibirlenmesi, mayasında bulunan küfrün bir sonucu idi. İşte o zaman Allah’a ve Âdem’e karşı düşmanlığı, kâfirliği ve kibri açıkça ortaya çıktı. Bu âyet-i kerimelerde pek çok ibret ve önemli işaretler vardır: 1- Yüce Allah’ın Kelâm sıfatı bildirilmekte ve ezelden beri Kelâm sıfatına sahip olduğu ve dilediği sözleri söylediği, dilediği gibi konuştuğu, alîm ve hâkim olduğu belirtilmektedir. 2- Kula, yarattığı bazı şeylerde ve emrettiklerinde Allah’ın hikmeti gizli kalırsa, ona düşen teslimiyet göstermek; anlayamamasının aklındaki eksiklikten kaynaklandığını ve Allah’ın hikmetini itiraf etmektir. 3- Yine bu ayetler Yüce Allah’ın meleklere özel bir itina gösterdiği, onlara cahili oldukları şeyleri öğretmek ve bilmedikleri şeylere de dikkatlerini çekmek sureti ile ihsanda bulunduğunu göstermektedir. 4- Yine bu ayetlerde birçok bakımdan ilmin üstünlüğüne de işaret vardır: Yüce Allah meleklere kendisini ilim ve hikmet sahibi olarak tanıtmıştır. Yine Yüce Allah onlara Âdem’in ilim ile üstünlük sahibi olduğunu ve kulun sahip olabileceği en değerli sıfatın ilim olduğunu göstermiştir. Yine Allah meleklere Adem’e -ilmiyle üstünlüğü ortaya çıkınca- ikram olmak üzere secde etmelerini emretmiştir. Başkaları imtihan edilir ve bu imtihanda aciz oldukları ortaya çıkar da bilgisi dolayısıyla üstünlük sahibi olan kişi imtihanda sorulan o hususu bilirse, onun bu bilmesi bu imtihan olmaksızın bilmesinden daha değerli olur. Yine bu ayetlerde insanların ve cinlerin atalarının (Âdem ve İblis) halindeki ibret, Âdem’in üstünlüğü, Allah’ın O’na lütuf ve ihsanda bulunduğu, İblis’in ise ona düşmanlık ettiği ve daha başka ibret alınacak çeşitli hususlar ortaya konmaktadır.
Ayet: 35 - 36 #
{وَقُلْنَا يَاآدَمُ اسْكُنْ أَنْتَ وَزَوْجُكَ الْجَنَّةَ وَكُلَا مِنْهَا رَغَدًا حَيْثُ شِئْتُمَا وَلَا تَقْرَبَا هَذِهِ الشَّجَرَةَ فَتَكُونَا مِنَ الظَّالِمِينَ (35) فَأَزَلَّهُمَا الشَّيْطَانُ عَنْهَا فَأَخْرَجَهُمَا مِمَّا كَانَا فِيهِ وَقُلْنَا اهْبِطُوا بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ وَلَكُمْ فِي الْأَرْضِ مُسْتَقَرٌّ وَمَتَاعٌ إِلَى حِينٍ (36)}.
35- Dedik ki; “Ey Âdem! Sen ve eşin Cennet’i mesken edinin ve ondan dilediğiniz yerden bol bol yiyin. (Fakat) şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz. 36- Derken Şeytan onların ayaklarını kaydırdı ve onları içinde bulundukları yerden çıkardı. Biz de dedik ki: “Kiminiz kiminize düşman olarak inin. Yeryüzünde sizin için bir zamana kadar bir karar yeri ve geçim vardır.”
#
{35} لما خلق الله آدم وفضَّله، أتمَّ نعمته عليه بأن خلق منه زوجة؛ ليسكن إليها ويستأنس بها، وأمرهما بسكنى الجنة والأكل منها رغداً؛ أي: واسعاً هنيئاً {حيث شئتما}؛ أي: من أصناف الثمار والفواكه، وقال الله له: {إن لك أن لا تجوع فيها ولا تعرى، وأنك لا تظمأ فيها ولا تضحى}، {ولا تقربا هذه الشجرة}؛ نوع من أنواع شجر الجنة الله أعلم بها، وإنما نهاهما عنها امتحاناً وابتلاء أو لحكمة غير معلومة لنا، {فتكونا من الظالمين}؛ دل على أن النهي للتحريم؛ لأنه رتب الظلم عليه ؛ فلم يزل عدوهما يوسوس لهما ويزين لهما تناول ما نُهيا عنه حتى أزلهما أي حملهما على الزلل بتزيينه {وقاسمهما}؛ بالله {إني لكما لمن الناصحين}.
35. Yüce Allah, Âdem’i yaratıp onu üstün kıldıktan sonra kendisiyle huzur ve sükun bulup yakınlık kuracağı zevcesini yaratmış böylelikle de O’na olan nimetini tamamlamıştır. Sonra her ikisine de Cennet’te kalmalarını, oradan istedikleri gibi bol bol yemelerini emir buyurmuştur: “Ey Âdem! Sen ve eşin Cennet’i mesken edinin ve ondan dilediğiniz yerden bol bol yiyin.” Yani dilediğiniz çeşitli meyve ve ürünlerden yiyin. Yüce Allah başka bir ayette geçtiği üzere ona: “Çünkü sen orada aç da kalmazsın çıplak da. Ve sen orada hiç şüphesiz susuz da kalmazsın, güneşte de yanmazsın.” (Tâhâ, 20/118-119) buyurmuştur. (Fakat) şu ağaca yaklaşmayın!” Burada sözü edilen ağaç Cennet ağaçlarından bir ağaçtır, onun hangi tür ağaç olduğunu en iyi Allah bilir. Ona ve eşine bu ağaca yaklaşmanın yasaklanması ya imtihan ve sınama içindi, yahut da bizce bilinmeyen başka bir hikmete mebni idi. “Yoksa zalimlerden olursunuz.” Bu buyruk söz konusu yasağın haram kılmaya yönelik olduğunu göstermektedir. Çünkü aksine hareket edilmesi halinde zalim olunacağını belirtilmiştir.
#
{36} فاغترا به وأطاعاه؛ فأخرجهما مما كانا فيه من النعيم، والرغد، وأُهْبِطوا إلى دار التعب والنصب والمجاهدة {بعضكم لبعض عدو}؛ أي: آدم وذريته أعداء لإبليس وذريته. ومن المعلوم أن العدو يَجِدُّ ويجتهد في ضرر عدوه وإيصال الشر إليه بكل طريق وحرمانه الخير بكل طريق، ففي ضمن هذا تحذير بني آدم من الشيطان كما قال تعالى: {إنّ الشيطان لكم عدو فاتخذوه عدواً إنما يدعو حزبه ليكونوا من أصحاب السعير} {أفتتخذونه وذريته أولياء من دوني وهم لكم عدو بئس للظالمين بدلاً} ثم ذكر منتهى الإهباط فقال: {ولكم في الأرض مستقر}؛ أي: مسكن وقرار {ومتاعٌ إلى حين}؛ انقضاء آجالكم ثم تنتقلون منها للدار التي خُلقتم لها وخلقت لكم، ففيها أن مدة هذه الحياة مؤقتة عارضة ليست مسكناً حقيقياً، وإنما هي معبر يُتزوَّد منها لتلك الدار، ولا تُعمَّر للاستقرار.
36. Düşmanları onlara vesvese vermeye ve kendileri için yasaklanan ağaçtan yemeğe teşvik etmeye devam edip durdu. Nihâyet “onların ayaklarını kaydırdı”. Yani onlara bu ağaçtan yemeyi süsleyerek onları yanlışa düşürdü ve “Şüphesiz ki ben size nasihat edenlerdenim, diye Allah adına onlara yemin etti.” (el-A’râf, 7/61) Onlar da ona aldandılar ve emrine uydular. O da onları içinde bulundukları nimet ve bolluktan çıkardı. Böylelikle yorulma, çalışıp didinme ve mücadele etme yurdu olan dünyaya indirildiler. “Kiminiz kiminize düşman olarak inin.” Yani Âdem ve zürriyeti ile İblis ve zürriyeti düşmandırlar. Bilindiği gibi düşman bir kimse düşmanına zarar vermek, ona kötülük yapmak için her türlü yolu dener, her fırsatta onu hayırdan mahrum bırakmaya çalışır. İşte bu çerçevede Âdem’in oğulları şeytana karşı uyarılmaktadırlar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Şüphe yok ki Şeytan sizin bir düşmanınızdır. O halde siz de onu düşman belleyin. O kendi taraftarlarını ancak alevli ateşe gireceklerden olsunlar diye davet eder.” (Fatır, 35/6); “Artık onlar sizin düşmanınızken siz beni bırakıp da onu ve zürriyetini dost mu edineceksiniz? Zalimler için ne fena bir bedel!” (Kehf, 18/50) Daha sonra Yüce Allah indirilmenin nihai yerinin yeryüzü olduğunu bildirerek “yeryüzünde sizin için bir zamana kadar” yani ecellerinizin biteceği vakte kadar “bir karar yeri” mesken ve yerleşecek yer “ve geçim vardır.” Ecellerinizin bitiminden sonra ise o dünyadan kendisi için yaratılmış olduğunuz ve sizin için yaratılmış bulunan (ahiret) yurduna intikal edeceksiniz. Bu ayette şu ifade edilmektedir: Yeryüzündeki hayat süreli ve geçici. Yeryüzü gerçek mesken değildir, sadece bir geçiş yeridir. Orada bu ebedi yurt için azık hazırlanır; yoksa orası ebedi kalacak şekilde imar edilmez.
Ayet: 37 #
[{فَتَلَقَّى آدَمُ مِنْ رَبِّهِ كَلِمَاتٍ فَتَابَ عَلَيْهِ إِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ (37)}].
37- Bunun üzerine Âdem Rabb’inden birtakım kelimeler öğrendi (ve tevbe etti). Allah da tevbesini kabul buyurdu. Zira O, tevbeleri kabul edendir, Rahîm’dir.
#
{37} {فتلقّى آدم}؛ أي: تلقف وتلقن وألهمه الله {من ربه كلمات}؛ وهي قوله: {ربنا ظلمنا أنفسنا ... }؛ الآية؛ فاعترف بذنبه، وسأل الله مغفرته {فتاب}؛ الله، {عليه}؛ ورحمه {إنه هو التواب}؛ لمن تاب إليه وأناب. وتوبته نوعان: توفيقه أولاً. ثم قبوله للتوبة إذا اجتمعت شروطها ثانياً. {الرحيم}؛ بعباده، ومن رحمته بهم أن وفقهم للتوبة وعفا عنهم وصفح.
37. “Âdem Rabb’inden birtakım kelimeler öğrendi” Yani o, Allah’tan ilham yoluyla bazı kelimeler öğrendi. Bu kelimeler de Yüce Allah’ın: “Rabbimiz biz kendimize zulmettik…” (el-A’raf, 7/23) âyetinde geçen sözlerdir. Böylelikle Âdem günahını itiraf etti ve Allah’tan günahının bağışlanmasını istedi. Allah da merhamet edip “tevbesini kabul buyurdu. Zira O, tevbeleri kabul edendir” tevbe edip kendisine dönen kimselerin tevbesini kabul eder. Allah’ın tevbeyi kabul etmesi iki türlüdür: Önce kişiyi tevbe etmeye muvaffak kılar, sonra da tevbe şartlarını taşıdığı takdirde tevbeyi kabul eder. “Rahîm’dir” Rahim, kullarına çok merhametli olan demektir. Onları tevbeye muvaffak kılması, sonra da affedip bağışlaması da O’nun rahmetinin bir tecellisidir.
Ayet: 38 - 39 #
{قُلْنَا اهْبِطُوا مِنْهَا جَمِيعًا فَإِمَّا يَأْتِيَنَّكُمْ مِنِّي هُدًى فَمَنْ تَبِعَ هُدَايَ فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ (38) وَالَّذِينَ كَفَرُوا وَكَذَّبُوا بِآيَاتِنَا أُولَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ (39)}.
38- “Hepiniz oradan inin” dedik. “Şâyet benden size bir hidâyet gelir de kim benim hidâyetime uyarsa, onlar için korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de.” 39- Küfre saplananlar ve ayetlerimizi yalanlayanlar ise işte onlar ateş ehlidirler ve onlar orada ebediyen kalacaklardır.
#
{38} كرر الإهباط؛ ليرتب عليه ما ذكر، وهو قوله: {فإما يأتينكم مني هدى}؛ أي: أيُّ وقت وزمان جاءكم مني يا معشرَ الثقلين هدى؛ أي: رسول وكتاب يهديكم لما يقربكم مني، ويدنيكم من رضائي فمن تبع هداي منكم، بأن آمن برسلي، وكتبي واهتدى بهم، وذلك بتصديق جميع أخبار الرسل والكتب والامتثال للأمر والاجتناب للنهي، {فلا خوف عليهم ولا هم يحزنون}؛ وفي الآية الأخرى، {فمن اتبع هداي فلا يضل ولا يشقى}. فرتب على اتباع هداه أربعة أشياء: نفي الخوف والحزن والفرق بينهما: أن المكروه إن كان قد مضى أحدث الحزن وإن كان منتظراً أحدث الخوف، فنفاهما عمن اتبع الهدى وإذا انتفيا حصل ضدهما وهو الأمن التام.
38. Yüce Allah, Cennet’ten indirilmeyi zikredeceği hususa bir girizgah olarak tekrar söz konusu etmiştir ki bu husus şudur: “Şâyet benden size bir hidâyet gelir de…” Yani ey insanlar ve cinler! Her ne zaman size benden bir “hidayet”, yani, sizi bana yakınlaştıracak, rızama doğru getirecek bir Peygamber ve bir Kitab gelecek olur da aranızdan “kim benim hidâyetime uyarsa” yani Peygamberlerime ve kitaplarıma iman etmek ve onlarla hidâyet bulmak sureti ile kim hidâyetime uyacak olursa -ki bu da Rasûllerin ve kitapların verdiği bütün haberleri tasdik etmek, emirleri yerine getirmek ve yasaklardan kaçınmak sureti ile olur- “onlar için korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de.” Bir diğer âyet-i kerimede bu durum şöyle ifade edilmektedir: “Kim benim hidâyetime uyarsa, o hem sapıtmaz, hem de bedbaht olmaz.” (Tâ-hâ, 20/123) Görüldüğü gibi, Yüce Allah hidâyetine tabi olmanın dört sonucu olduğunu belirtmektedir: Korku ve üzüntünün bulunmaması ki bu ikisinin arasındaki fark şudur: Eğer hoşlanılmayan bir şey geçmişte kalmışsa bu, üzüntü doğurur. Eğer onun ilerde gelmesi bekleniyorsa bu da korkuyu meydana getirir. Yüce Allah bu ikisinin de hidayete tabi olan için söz konusu olmayacağını belirtmektedir. Bunlar söz konusu olmadığında ise bunların zıddı söz konusu olur ki bu da tam bir güven hissidir. Aynı şekilde hidayete tabi olanlar için sapıklık ve bedbahtlık da söz konusu olmayacaktır. Bu iki olmayınca da onların zıddı gerçekleşecek demektir ki bunlar da hidayet ve mutluluktur. O halde Allah’ın hidâyetine tabi olan kimseler için hem dünyada, hem âhirette güven, mutluluk ve hidâyet gerçekleşir. Hoşa gitmeyen korku, üzüntü, sapıklık ve bedbahtlığın da her türlüsünden uzak kalır. Böylelikle arzulanan şeyler elde edilmiş, hoşlanılmayan ve korkulan şeylerden de uzak kalınmış olur.
#
{39} وكذلك: نفي الضلال والشقاء عمن اتبع هداه، وإذا انتفيا ثبت ضدهما، وهو الهدى والسعادة، فمن اتبع هداه حصل له الأمن والسعادة الدنيوية والأخروية والهدى وانتفى عنه كل مكروه من الخوف والحزن والضلال والشقاء؛ فحصل له المرغوب واندفع عنه المرهوب، وهذا عكس من لم يتبع هداه فكفر به وكذب بآياته؛ فأولئك أصحاب النار، أي: الملازمون لها ملازمة الصاحب لصاحبه، والغريم لغريمه {هم فيها خالدون} لا يخرجون منها ولا يفتر عنهم العذاب ولا هم ينصرون. وفي هذه الآيات، وما أشبهها انقسام الخلق من الجن والإنس إلى أهل السعادة، وأهل الشقاوة، وفيها صفات الفريقين والأعمال الموجبة لذلك، وأن الجن كالإنس في الثواب والعقاب، كما أنهم مثلهم في الأمر والنهي.
39. “Küfre saplananlar ve ayetlerimizi yalanlayanlar ise işte onlar…” Bu buyrukta bir öncekinin aksi durum söz konusu edilmektedir. Allah’ın hidâyetine tabi olmayıp Allah’ı inkar/küfür eden ve O’nun âyetlerini yalanlayan kimseler “ateş ehlidirler.” Yani arkadaşın arkadaşından ayrılmaması, alacaklının borçlusunun peşini bırakmaması gibi onlar da ateşten ayrılmayacaktır. “orada ebediyen kalacaklardır.” Ne oradan çıkabilirler, ne azapları diner, ne de yardım görürler. Bu ve benzeri âyetlerde cin ve insanlardan oluşan mahlûkatın mutlu/cennetlik kimselerle bedbaht/cehennemlik kimseler olmak üzere ikiye ayrıldıkları, her iki kesimin nitelikleri ve bunlar arasında yer almayı gerektiren ameller belirtilir. Yine cinlerin hem emir ve yasak bakımından hem de sevap ve ceza bakımından insanlar gibi oldukları ifade edilmektedir.
Daha sonra Yüce Allah, İsrailoğullarına olan nimet ve ihsanlarını hatırlatmaya geçerek şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 40 - 43 #
{يَابَنِي إِسْرَائِيلَ اذْكُرُوا نِعْمَتِيَ الَّتِي أَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَأَوْفُوا بِعَهْدِي أُوفِ بِعَهْدِكُمْ وَإِيَّايَ فَارْهَبُونِ (40) وَآمِنُوا بِمَا أَنْزَلْتُ مُصَدِّقًا لِمَا مَعَكُمْ وَلَا تَكُونُوا أَوَّلَ كَافِرٍ بِهِ وَلَا تَشْتَرُوا بِآيَاتِي ثَمَنًا قَلِيلًا وَإِيَّايَ فَاتَّقُونِ (41) وَلَا تَلْبِسُوا الْحَقَّ بِالْبَاطِلِ وَتَكْتُمُوا الْحَقَّ وَأَنْتُمْ تَعْلَمُونَ (42) وَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ وَآتُوا الزَّكَاةَ وَارْكَعُوا مَعَ الرَّاكِعِينَ (43)}.
40- Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi hatırlayın ve ahdimi yerine getirin ki ben de ahdinizi yerine getireyim. (Bir de) yalnız benden korkun. 41- Beraberinizde bulunanları tasdik edici olarak indirdiğime iman edin ve onu inkar edenlerin ilki olmayın. Âyetlerimi az bir pahaya satmayın ve yalnız benden korkup sakının. 42- Hakkı batılla bulayıp bile bile hakkı gizlemeyin. 43- Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve rükû edenlerle birlikte rükû edin.
#
{40} {يا بني إسرائيل}؛ المراد بإسرائيل: يعقوب عليه السلام، والخطاب مع فِرَق بني إسرائيل، الذين بالمدينة وما حولها ويدخل فيهم من أتى بعدهم، فأمرهم بأمر عام فقال: {اذكروا نعمتي التي أنعمت عليكم}؛ وهو يشمل سائر النعم التي سيذكر في هذه السورة بعضها، والمراد بذكرها بالقلب اعترافاً، وباللسان ثناءً، وبالجوارح باستعمالها فيما يحبه ويرضيه {وأوفوا بعهدي}؛ وهو ما عهده إليهم من الإيمان به، وبرسله، وإقامة شرعه {أوف بعهدكم}؛ وهو المجازاة على ذلك، والمراد بذلك ما ذكره الله في قوله: {ولقد أخذ الله ميثاق بني إسرائيل وبعثنا منهم اثني عشر نقيباً وقال الله إني معكم لئن أقمتم الصلاة وآتيتم الزكاة وآمنتم برسلي}؛ إلى قوله: {فقد ضل سواء السبيل}؛ ثم أمرهم بالسبب الحامل لهم على الوفاء بعهده، وهو الرهبة منه تعالى، وخشيته وحده، فإن من خشيه أوجبت له خشيته امتثال أمره، واجتناب نهيه، ثم أمرهم بالأمر الخاص الذي لا يتم إيمانهم ولا يصح إلا به فقال:
40. “Ey İsrailoğulları” buyruğunda geçen İsrail’den kasıt, Yakub aleyhisselam’dır. Burada hitap Medine ve etrafında bulunan çeşitli İsrailoğulları fırkalarına yöneliktir. Onlardan sonra gelenler de bu hitaba dahildirler. Allah onlara genel bir emir vererek: “Size verdiğim nimetimi hatırlayın” buyurmaktadır. Bu buyruk bir bölümü bu sûrede söz konusu edilecek olan bütün nimetleri kapsar. Hatırlamaktan maksat kalp ile itiraf etmek, dil ile övmek, âzâları da Allah’ın seveceği ve razı olacağı yollarda kullanmak sureti ile bu nimetlerin hatırlanmasıdır. “Ve ahdimi yerine getirin” buyruğu ise Allah'ın onlardan kendisine ve Peygamberlerine iman edeceklerine ve Şeriat’i uygulayacaklarına dair almış olduğu sözdür. “Ki ben de ahdinizi yerine getireyim.” Bu da onların sözlerinde durmalarına karşılık verilecek mükâfattır. Burada sözü edilen ahitten kasıt Yüce Allah’ın şu buyruğunda sözü edilen hususlardır: “Andolsun, Allah İsrailoğullarından söz almıştı. Biz içlerinden oniki de temsilci belirlemiştik. Allah buyurmuştu ki: Ben şüphesiz sizinle beraberim, andolsun ki eğer namaz kılar, zekât verir, Peygamberlerime inanırsanız... bundan sonra içinizden kim kâfir olursa, muhakkak doğru yoldan sapmış olur.” (el-Maide, 5/12) xxxbu ve benzeri bazı ayetler metinde de yarım ama aslında tamamının verilmesi daha doğru ve okuyucu açısından da daha anlaşılır olurXXX hocaya sorulabilirXXXX Bunun ardından Yüce Allah onlara, verdikleri sözde durmalarını sağlayacak sebebi emretmektedir ki bu da gereği üzere yalnızca O’ndan korkmaktır. Çünkü O’ndan korkan bir kimse bu korkusu dolayısıyla emrine uyar ve yasaklarından sakınır. Daha sonra Yüce Allah onlara kendisi olmaksızın imanlarının ne tamam ne de sahih olamayacağı bir hususu şöyle emretmektedir:
#
{41} {وآمنوا بما أنزلت}؛ وهو: القرآن الذي أنزله على عبده ورسوله محمد - صلى الله عليه وسلم -، فأمرهم بالإيمان به واتباعه، ويستلزم ذلك، الإيمان بمن أنزل عليه، وذكر الداعي لإيمانهم، فقال: {مصدقاً لما معكم}؛ أي: موافقاً له لا مخالفاً ولا مناقضاً، فإذا كان موافقاً لما معكم من الكتب غير مخالف لها فلا مانع لكم من الإيمان به؛ لأنه جاء بما جاءت به المرسلون، فأنتم أولى من آمن به وصدق به؛ لكونكم أهل الكتب والعلم. وأيضاً فإن في قوله: {مصدقاً لما معكم}؛ إشارة إلى أنكم إن لم تؤمنوا به عاد ذلك عليكم بتكذيب ما معكم؛ لأن ما جاء به هو الذي جاء به موسى وعيسى وغيرهما من الأنبياء، فتكذيبكم له تكذيب لما معكم. وأيضاً فإن في الكتب التي بأيديكم صفة هذا النبي الذي جاء بهذا القرآن، والبشارة به، فإن لم تؤمنوا به؛ كذبتم ببعض ما أنزل إليكم، ومن كذب ببعض ما أنزل إليه؛ فقد كذب بجميعه، كما أن من كفر برسولٍ؛ فقد كذب الرسل جميعهم، فلما أمرهم بالإيمان به نهاهم، وحذرهم عن ضده وهو الكفر به فقال: {ولا تكونوا أول كافر به}؛ أي: بالرسول والقرآن، وفي قوله: {أول كافر به}؛ أبلغ من قوله ولا تكفروا به؛ لأنهم إذا كانوا أول كافر به كان فيه مبادرتهم إلى الكفر [به] عكس ما ينبغي منهم، وصار عليهم إثمهم وإثم من اقتدى بهم من بعدهم. ثم ذكر المانع لهم من الإيمان وهو اختيار العرض الأدنى على السعادة الأبدية فقال: {ولا تشتروا بآياتي ثمناً قليلاً}؛ وهو ما يحصل لهم من المناصب والمآكل التي يتوهمون انقطاعها إن آمنوا بالله ورسوله، فاشتروها بآيات الله واستحبوها وآثروها {وإياي}؛ أي: لا غيري، {فاتقون}؛ فإنكم إذا اتقيتم الله وحده أوجبت لكم تقواه تقديم الإيمان بآياته على الثمن القليل، كما أنكم إذا اخترتم الثمن القليل؛ فهو دليل على ترحل التقوى من قلوبكم، ثم قال:
41. “Beraberinizde bulunanları tasdik edici olarak indirdiğime iman edin” Bundan kasıt Yüce Allah’ın kulu ve Rasûlü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e indirdiği Kur’ân-ı Kerîm’dir. Ona iman etmelerini ve uymalarını etmektedir. Bu Kitab’ın üzerine indirildiği kişiye iman etmeyi de gerektirir. Allah iman etmelerini gerektiren hususu da söz konusu etmiş “beraberinizde bulunanları tasdik edici” buyurmuştur. Yani ona uygun olan, muhalif olmayan ve onunla çelişmeyen Kitab’a iman edin, demektir. Kur’ân-ı Kerîm beraberinizde bulunan kitaplara uygun düştüğüne, aykırı olmadığına göre, sizin ona iman etmenize bir engel yoktur. Çünkü bu kitap diğer Rasûllerin getirdikleri ile aynıdır. O halde bu Kitab’a iman edip tasdik etmek, herkesten çok size yaraşır. Çünkü sizler Kitab ve ilim ehli kimselersiniz. Aynı şekilde “beraberinizde bulunanları tasdik edici” buyruğunda şuna da işaret vardır: Eğer bu Kitab’a iman etmeyecek olursanız, bu sizin beraberinizde bulunanları da yalanlamanız anlamına gelir. Çünkü onun getirdiği tıpkı Mûsâ, Îsâ ve diğer Peygamberlerin getirdikleri gibidir. Dolayısıyla sizin onu yalanlamanız, beraberinizde bulunanları yalanlamanız demektir. Aynı şekilde elinizde bulunan kitaplarda bu Kur’ân-ı Kerîm’i getiren Peygamberin niteliği ve onun Peygamber olarak gönderileceği müjdesi de vardır. Eğer siz bu Peygambere iman etmeyecek olursanız, üzerinize indirilenlerin bir bölümünü yalanlamış olursunuz. Kendisine indirilenlerin bir bölümünü yalanlayan kimse ise tamamını yalanlamış gibidir. Tıpkı bir Rasûlü inkâr edip yalanlayanın bütün Peygamberleri yalanlamış olacağı gibi. Yüce Allah onlara bu Kitab’a iman etmelerini emredince onun zıddı olan şeyi de yasaklamıştır ki bu da onu inkar etmektir: “ve onu” yani Rasûlü ve Kur’ân-ı Kerîm’i “inkar edenlerin ilki olmayın.” “Onu inkar edenlerin ilki olmayın” ifadesi, “onu inkar etmeyin” ifadesinden daha beliğdir. Çünkü onlar onu inkâr edenlerin ilki olurlarsa, onlardan beklenen tavrın aksine küfre çabucak koşmuş olurlar. Böylelikle de hem kendilerinin günahlarını, hem de onların ardından onlara uyanların günahlarını yüklenmiş olurlar. Daha sonra Yüce Allah iman etmelerini engelleyen hususun, değersiz bedelleri ebedi mutluluğa tercih etmeleri olduğunu beyân ederek: “Âyetlerimi az bir pahaya satmayın” buyurmaktadır. “Az bir paha” ise sahip oldukları mevkiler ve Allah’a ve Rasûlü’ne iman ettikleri takdirde kesileceğinden ve sonunun geleceğinden korktukları mallardır. Bu nedenle onlar Allah’ın âyetlerini bunlar karşılığında satmış, onları daha bir sevmiş ve tercih etmişlerdir. “Yalnız Benden” yani bu konuda başkasını bana ortak etmeden “korkup sakının (takvalı olun)!” Çünkü sizler yalnızca Allah’tan korkup sakınacak olursanız, bu sizi Allah’ın âyetlerine iman etmeyi, basit değerlere tercih etmeye götürecektir. Bunun aksi olarak da eğer basit değerleri tercih ederseniz bu, takvânın kalplerinizden silinip gittiğine delildir. Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{42} {ولا تلبسوا}؛ أي: تخلطوا {الحق بالباطل وتكتموا الحق}؛ فنهاهم عن شيئين، عن خلط الحق بالباطل وكتمان الحق؛ لأن المقصود من أهل الكتب والعلم تمييز الحق [من الباطل] وإظهار الحق، ليهتدي بذلك المهتدون، ويرجع الضالون وتقوم الحجة على المعاندين؛ لأن الله فصل آياته وأوضح بيناته؛ ليميز الحق من الباطل، ولتستبين سبيل المهتدين من سبيل المجرمين، فمن عمل بهذا من أهل العلم؛ فهو من خلفاء الرسل وهداة الأمم، ومن لَبَّس الحق بالباطل فلم يميز هذا من هذا مع علمه بذلك، وكتم الحق الذي يعلمه وأُمِرَ بإظهاره؛ فهو من دعاة جهنم؛ لأن الناس لا يقتدون في أمر دينهم بغير علمائهم، فاختاروا لأنفسكم إحدى الحالتين.
42. “Hakkı batılla bulayıp” yani karıştırıp “bile bile hakkı gizlemeyin.” Böylelikle onlara iki şeyi yasaklamaktadır: Hakka batılı karıştırmak ve hakkı gizlemek. Çünkü Kitab ve ilim ehlinden beklenen, hakkı batıldan ayırt etmek ve hakkı da açıkça ortaya koymaktır ki hidâyet bulmak isteyenler bununla doğru yolu bulsunlar, sapıtmış olanlar sapıklıklarından dönsünler ve inat edenlere karşı da delil ortaya konulmuş olsun. Çünkü Yüce Allah hakkı batıldan ayırt etsin ve günahkârların izledikleri yollar açık seçik ortaya çıksın diye apaçık delillerini açıklamış ve âyetlerini de etraflı bir şekilde izah etmiştir. İlim ehlinden olup bunlar ile amel eden kimseler, Peygamberlerin halifeleri ve ümmetlerin hidâyet önderleridir. Batılı hakka karıştırarak birini diğerinden -bile bile- ayırt etmeyenler, bildiği ve açıklamakla emrolunduğu halde hakkı gizleyenler ise Cehennem’e çağıranlardır. Çünkü insanlar dinleri ile ilgili hususlarda kendi âlimlerinden başkalarına uymazlar. İşte siz de kendiniz için bu iki halden birisini seçin. Daha sonra Yüce Allah onlara şunu emretmektedir:
#
{43} ثم قال: {وأقيموا الصلاة}؛ أي: ظاهراً وباطناً {وآتوا الزكاة}؛ مستحقيها، {واركعوا مع الراكعين}؛ أي: صلوا مع المصلين، فإنكم إذا فعلتم ذلك مع الإيمان برسل الله وآيات الله، فقد جمعتم بين الأعمال الظاهرة والباطنة، وبين الإخلاص للمعبود والإحسان إلى عبيده، وبين العبادات القلبية والبدنية والمالية، وقوله: {واركعوا مع الراكعين}؛ أي: صلوا مع المصلين، ففيه، الأمر بالجماعة للصلاة، ووجوبها، وفيه، أن الركوع ركن من أركان الصلاة، لأنه عبر عن الصلاة بالركوع، والتعبير عن العبادة بجزئها يدل على فرضيته فيها.
43. “Namazı dosdoğru” zahir ve batın şartlarına riayet ederek “kılın, zekâtı” hak edenlere “verin ve rükû edenlerle birlikte rükû edin.” Yani namaz kılanlarla birlikte siz de namaz kılın. Çünkü siz, Allah’ın peygamberlerine ve âyetlerine iman etmenin yanı sıra bunları da yerine getirecek olursanız, zahirî ve batınî amelleri, yüce Ma’buda ihlâsı ile O’nun kullarına ihsanı, kalbî ibadetler ile bedenî ve malî ibadetleri bir araya getirmiş olursunuz. Yüce Allah’ın: “rükû edenlerle birlikte rükû edin” yani namaz kılanlarla birlikte namaz kılın, buyruğu namazı cemaat ile kılma emrini içermekte ve bunun her bir mükellefe vacip olduğuna delalet etmektedir. Ayrıca bu buyruktan rükûnun, namazın rükünlerinden birisi olduğu da anlaşılmaktadır. Çünkü Yüce Allah namazdan rükû’ diye söz etmektedir. Bir ibadetten onun bir kısmını zikrederek bahsedilmesi o kısmın, o ibadette rükün olduğunun bir delilidir.
Ayet: 44 #
[{أَتَأْمُرُونَ النَّاسَ بِالْبِرِّ وَتَنْسَوْنَ أَنْفُسَكُمْ وَأَنْتُمْ تَتْلُونَ الْكِتَابَ أَفَلَا تَعْقِلُونَ (44)}].
44- İnsanlara iyiliği emredip de kendinizi unutuyor musunuz? Hâlbuki Kitab’ı da okuyup duruyorsunuz. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?
#
{44} {أتأمرون الناس بالبر}؛ أي: بالإيمان والخير، {وتنسون أنفسكم}؛ أي: تتركونها عن أمرها بذلك والحال، {وأنتم تتلون الكتاب أفلا تعقلون}؛ وسُمِّي العقل عقلاً؛ لأنه يعقل به ما ينفعه من الخير، وينعقل به عما يضره، وذلك أن العقل يحث صاحبه أن يكون أول فاعل لما يأمر به، وأول تارك لما ينهى عنه، فمن أمر غيره بالخير ولم يفعله أو نهاه عن الشر فلم يتركه دل على عدم عقله وجهله، خصوصاً إذا كان عالماً بذلك، قد قامت عليه الحجة، وهذه الآية وإن كانت نزلت في سبب بني إسرائيل، فهي عامة لكل أحد لقوله تعالى: {يا أيها الذين آمنوا لم تقولون ما لا تفعلون كبر مقتاً عند الله أن تقولوا ما لا تفعلون}؛ وليس في الآية أن الإنسان إذا لم يقم بما أُمِر به أنه يترك الأمر بالمعروف، والنهي عن المنكر؛ لأنها دلت على التوبيخ بالنسبة إلى الواجبَيْنِ، وإلا فمن المعلوم أن على الإنسان واجبين: أمر غيره ونهيه، وأمر نفسه ونهيها، فترك أحدهما لا يكون رخصة في ترك الآخر، فإن الكمال أن يقوم الإنسان بالواجبَيْنِ، والنقص الكامل أن يتركهما، وأما قيامه بأحدهما دون الآخر فليس في رتبة الأول وهو دون الأخير، وأيضاً فإن النفوس مجبولة على عدم الانقياد لمن يخالف قولَه فعلُه، فاقتداؤهم بالأفعال أبلغ من اقتدائهم بالأقوال المجردة.
44. “İnsanlara iyiliği” yani imanı ve hayrı “emredip de kendinizi unutuyor musunuz?” Yani kendinize bunları emretmeyi terk mi ediyorsunuz? “Hâlbuki Kitab’ı da okuyup duruyorsunuz. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?” (Arapçada bağlamak anlamına gelen) “akl”a bu adın veriliş sebebi kişinin onun vasıtası ile kendisine fayda sağlayacak hayırlı şeyleri bağlaması ve onun sayesinde kendisine zarar verecek şeylerden uzak kalmasıdır. Akıl kişiye emrettiği şeyi ilk yapanın kendisi olmasını, yine vazgeçilmesini istediği şeyden de ilk vazgeçenin kendisi olmasını söyler. Buna göre bir kimse başkasına hayır olan bir şeyi emretmekle birlikte kendisi o şeyi yapmazsa yahut başkasını bir kötülükten alıkoyarken kendisi o kötülüğü terk etmeyecek olursa bu, o kimsenin akılsız ve cahil olduğunun bir delilidir. Özellikle de bunun farkında ise artık ona karşı delil gereği gibi ortaya konulmuş demektir. Bu âyet her ne kadar İsrailoğulları sebebi ile inmiş ise de herkes hakkında umumidir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz Allah’ın nezdinde büyük bir gazabı gerektirir!” (es-Saff, 61/2-3) Âyet-i kerimedeki bu emir, kendisi amel etmeyenin, iyiliği emredip kötülükten alıkoymayı terk edeceği anlamında değildir. Zira ayet sadece iki yönlü görev ile ilgili kusurdan dolayı azarlama içermektedir. Bilindiği gibi insanın iki görevi vardır. Bir, başkasına emir vermesi ve yasaklaması, bir de kendisine emir verip yasaklaması. Bunlardan herhangi birisini terk etmek diğerini terk etmeye ruhsat değildir. Çünkü en mükemmel olan, insanın her iki görevi de yerine getirmesindedir. Tam eksiklik de her ikisini birlikte terk etmesindedir. Bunlardan birisini yerine getirip diğerini yerine getirmemesi ise birinci mertebeye ulaşmıyor ise de ikincisinden daha iyidir. Aynı şekilde nefisler sözü ile davranışı birbirine aykırı olan kimselere itaat etmemek gibi fıtrî bir özelliğe sahiptir. Dolayısıyla da insanların davranışları örnek almaları, kuru sözlere uymalarından daha ileri derecededir.
Ayet: 45 - 48 #
{وَاسْتَعِينُوا بِالصَّبْرِ وَالصَّلَاةِ وَإِنَّهَا لَكَبِيرَةٌ إِلَّا عَلَى الْخَاشِعِينَ (45) الَّذِينَ يَظُنُّونَ أَنَّهُمْ مُلَاقُو رَبِّهِمْ وَأَنَّهُمْ إِلَيْهِ رَاجِعُونَ (46) يَابَنِي إِسْرَائِيلَ اذْكُرُوا نِعْمَتِيَ الَّتِي أَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَأَنِّي فَضَّلْتُكُمْ عَلَى الْعَالَمِينَ (47) وَاتَّقُوا يَوْمًا لَا تَجْزِي نَفْسٌ عَنْ نَفْسٍ شَيْئًا وَلَا يُقْبَلُ مِنْهَا شَفَاعَةٌ وَلَا يُؤْخَذُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلَا هُمْ يُنْصَرُونَ (48)}.
45- Bir de sabır ve namaz ile yardım isteyin. Gerçi bu, huşu sahipleri dışındakilere ağır gelir. 46- Onlar gerçekten Rab’lerine kavuşacaklarını ve (sonunda) yalnız O’na döneceklerini bilirler. 47- Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetlerimi ve sizi âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın. 48- Ve öyle bir günden korunun ki hiç kimse (o günde) başka bir kimseye hiçbir fayda veremez, kimseden şefaat kabul edilmez ve kimseden fidye de alınmaz. Onlara yardım da edilmez.
#
{45} أمرهم الله أن يستعينوا في أمورهم كلها بالصبر بجميع أنواعه، وهو الصبر على طاعة الله حتى يؤديها، والصبر عن معصية الله حتى يتركها، والصبر على أقدار الله المؤلمة فلا يتسخطها، فبالصبر وحبس النفس على ما أمر الله بالصبر عليه معونة عظيمة على كل أمر من الأمور، ومن يتصبر يصبره الله، وكذلك الصلاة التي هي ميزان الإيمان، وتنهى عن الفحشاء والمنكر يستعان بها على كل أمر من الأمور، {وإنها}؛ أي: الصلاة، {لكبيرة}؛ أي: شاقة {إلا على الخاشعين}؛ فإنها سهلة عليهم خفيفة؛ لأن الخشوع وخشيةَ الله ورجاءَ ما عنده يوجب له فعلها منشرحاً صدره لترقبه للثواب وخشيته من العقاب، بخلاف من لم يكن كذلك، فإنه لا داعي له يدعوه إليها، وإذا فعلها صارت من أثقل الأشياء عليه. والخشوع: هو خضوع القلب وطمأنينته وسكونه لله تعالى وانكساره بين يديه ذلًّا وافتقاراً وإيماناً به وبلقائه، ولهذا قال:
45. “Bir de sabır ve namaz ile yardım isteyin.” Yüce Allah bütün işlerinde, -her çeşidiyle birlikte- sabır ile yardım istemelerini emretmektedir. Sabrın çeşitleri ise (1) Allah’a itaat üzere sebat etme sabrı, (2) Terk edinceye dek Allah’a karşı günah işlemeye direnme sabrı, (3) Allah’ın acı ve ızdırap veren kaderlerine karşı kızıp öfkelenmeden dayanma sabrıdır. Buna göre kişinin Allah’ın kendisine emretmiş olduğu şeyler üzerinde sabredip bu hususta nefsin direnmesini sağlaması, her bir işte çok büyük bir destek ve yardımcıdır. Sabretmeye çalışana da Allah sabır ihsan eder. İmanın ölçüsü olan, kişiyi hayâsızlıklardan ve kötülüklerden alıkoyan namaz da böyledir. İşte bunların ikisi ile her bir işte yardım alınır. “Gerçi bu” yani namaz, “huşu sahipleri dışındakilere ağır gelir.” Yani meşakkatli ve zor gelir. Allah’tan korkan huşu sahiplerine ise kolaydır, zor değildir. Çünkü huşû’, Allah haşyeti/korkusu ve Allah’ın nezdindeki mükâfatları ummak, kişinin namazı gönül rahatlığı ile eda etmesini gerektirir. Çünkü o bundan dolayı başkalarından farklı olarak mükâfaat beklemekte ve azaptan da korkmaktadır. Böyle olmayanın ise namaz kılmasını gerektiren bir sebep yoktur. Namaz kılacak olsa bile namaz onun için en ağır işlerden birisi olur. Huşû’ ise kalbin saygıyla boyun eğmesi, Allah ile huzur ve sükûna kavuşması, O’nun önünde aciz, zelil ve fakir olarak; O’na ve O’nunla karşılaşacağına iman ederek ezikliğini arz etmesidir. İşte bundan dolayı şöyle buyurmaktadır:
#
{46} {الذين يظنون}؛ أي يستيقنون {أنهم ملاقو ربهم}؛ فيجازيهم بأعمالهم، {وأنهم إليه راجعون}؛ فهذا الذي خفف عليهم العبادات وأوجب لهم التسلي في المصيبات ونفس عنهم الكربات وزجرهم عن فعل السيئات، فهؤلاء لهم النعيمُ المقيمُ في الغرفاتِ العالياتِ، وأما من لم يؤمن بلقاء ربه كانت الصلاة وغيرها من العبادات من أشق شيء عليه.
46. “Onlar gerçekten Rab’lerine kavuşacaklarını” ve amellerinin karşılığını göreceklerini “ve (sonunda) yalnız O’na döneceklerini bilirler” yani buna kesin olarak inanırlar. İşte ibadetleri onlara kolaylaştıran ve musibetlerde teselli bulmalarını sağlayan, sıkıntılarını hafifleten, kötülükleri işlemekten onları alıkoyan budur. İşte böyleleri için yüksek köşklerde ebedi nimetler vardır. Rabbi ile karşılaşacağına iman etmeyen kimse için ise namaz ve diğer ibadetler en ağır işlerdendir.
#
{47} ثم: كرر على بني إسرائيل التذكير بنعمته وعظاً لهم وتحذيراً وحثًّا.
47. “Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetlerimi ve sizi âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın.” Bu âyet ile Allah, öğüt vermek, sakındırmak ve teşvik etmek kastı ile İsrailoğullarına nimetlerini bir kez daha hatırlamaları emrini vermektedir. Ayrıca, şöyle buyurarak Kıyamet günü ile onları korkutmaktadır:
#
{48} وخوفهم بيوم القيامة الذي: {لا تجزي}؛ فيه أي لا تغني {نفس}؛ ولو كانت من الأنفس الكريمة كالأنبياء والصالحين، {عن نفس}؛ ولو كانت من العشيرة الأقربين، {شيئاً}؛ لا كبيراً ولا صغيراً وإنما ينفع الإنسانَ عملُه الذي قدمه {ولا يقبل منها}؛ أي: النفس، {شفاعة}؛ لأحد بدون إذن الله ورضاه عن المشفوع له، ولا يرضى من العمل إلا ما أُريد به وجهه وكان على السبيل والسنة، {ولا يؤخذ منها عدل}؛ أي فداء ولو أن لكل نفس ظلمت ما في الأرض جميعاً ومثله معه لافتدوا به من عذاب الله ولا يقبل منهم ذلك، {ولا هم ينصرون}؛ أي: يدفع عنهم المكروه، فنفى الانتفاعَ من الخلق بوجه من الوجوه، فقوله: {لا تَجْزِي نفس عن نفس شيئاً} هذا في تحصيل المنافع، {ولا هم ينصرون} هذا في دفع المضار، فهذا النفي للأمر المستقبل به النافع، {ولا يقبل منها شفاعة ولا يؤخذ منها عدل} هذا نفي للنفع الذي يطلب ممن يملكه بعوض، كالعدل أو بغيره كالشفاعة؛ فهذا يوجب للعبد أن ينقطع قلبه من التعلق بالمخلوقين لعلمه أنهم لا يملكون له مثقال ذرة من النفع، وأن يعلقه بالله الذي يجلب المنافع ويدفع المضار فيعبده وحده لا شريك له، ويستعينه على عبادته.
48. “Ve öyle bir günden korunun ki” o günde “hiç kimse” isterse Peygamberler ve salihler gibi şerefli kimseler olsunlar “başka bir kimseye” isterse bu yakın akrabalarından olsun “hiçbir” ne küçük, ne büyük “fayda veremez.” İnsana o gün ancak dünyada iken yaptığı amelin faydası olacaktır. “Kimseden şefaat de kabul edilmez.” Allah’ın, kendisine şefaat edilecek olan hakkında izni ve rızası olmaksızın kimse kimseye şefaat edemeyecektir. Allah ise ancak rızası talep edilerek yapılan ve Peygamber’in gösterdiği yola ve sünnete uygun olan amelden razı olur. “Kimseden fidye de alınmaz.” Eğer bütün yeryüzündekiler bir o kadarı da beraber zulmedenlerin olsa Kıyamet gününde Allah'ın azabından kurtulmak için mutlaka onu feda ederlerdi. Ama bu onlardan kabul olunmayacaktır. “Onlara yardım da edilmez.” yani, hoşlarına gitmeyen durumdan kurtarılmazlar. Böylelikle bu buyruklarda Yüce Allah kıyamet günü yaratılmışlardan yararlanmanın hiçbir şekilde söz konusu olamayacağını ortaya koymaktadır. Şöyle ki: “Hiç kimse (o günde) başka bir kimseye hiçbir fayda veremez.” buyruğu fayda sağlama hakkındadır. “Onlara yardım da edilmez.” buyruğu ise zararları bertaraf etmek hakkındadır. Burada fayda verecek olanın fayda sağlama konusunda müstakil olduğu konulardaki fayda sağlama nefyedilmektedir. “kimseden şefaat kabul edilmez ve kimseden fidye de alınmaz.” Bu ise, kişinin fayda imkânı bulunan kimselerden talepte bulunarak bir fayda görmesinin söz konusu olmayacağını ifade etmektedir. Gerek bir karşılıkla -fidye gibi-, gerekse karşılıksız olarak -şefaat gibi- hiçbir şeyin faydası olmayacaktır. Bu da kulun kalbinin yaratılmışlara duyduğu güven bağının kesilmesini gerektirmektedir. Çünkü kul artık yaratılmışların zerre ağırlığı kadar kendisine bir fayda sağlama imkânına sahip olmadığını bilmektedir. Buna karşılık kul, kalbini her türlü menfaati sağlayan ve her türlü zararı önleyen Allah’a bağlamalıdır. Yalnızca O’na, hiçbir ortak koşmaksızın ibadet etmeli ve O’na ibadet etmek için O’ndan yardım istemelidir.
Ayet: 49 - 57 #
{وَإِذْ نَجَّيْنَاكُمْ مِنْ آلِ فِرْعَوْنَ يَسُومُونَكُمْ سُوءَ الْعَذَابِ يُذَبِّحُونَ أَبْنَاءَكُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَاءَكُمْ وَفِي ذَلِكُمْ بَلَاءٌ مِنْ رَبِّكُمْ عَظِيمٌ (49) وَإِذْ فَرَقْنَا بِكُمُ الْبَحْرَ فَأَنْجَيْنَاكُمْ وَأَغْرَقْنَا آلَ فِرْعَوْنَ وَأَنْتُمْ تَنْظُرُونَ (50) وَإِذْ وَاعَدْنَا مُوسَى أَرْبَعِينَ لَيْلَةً ثُمَّ اتَّخَذْتُمُ الْعِجْلَ مِنْ بَعْدِهِ وَأَنْتُمْ ظَالِمُونَ (51) ثُمَّ عَفَوْنَا عَنْكُمْ مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ (52) وَإِذْ آتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ وَالْفُرْقَانَ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ (53) وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِقَوْمِهِ يَاقَوْمِ إِنَّكُمْ ظَلَمْتُمْ أَنْفُسَكُمْ بِاتِّخَاذِكُمُ الْعِجْلَ فَتُوبُوا إِلَى بَارِئِكُمْ فَاقْتُلُوا أَنْفُسَكُمْ ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ عِنْدَ بَارِئِكُمْ فَتَابَ عَلَيْكُمْ إِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ (54) وَإِذْ قُلْتُمْ يَامُوسَى لَنْ نُؤْمِنَ لَكَ حَتَّى نَرَى اللَّهَ جَهْرَةً فَأَخَذَتْكُمُ الصَّاعِقَةُ وَأَنْتُمْ تَنْظُرُونَ (55) ثُمَّ بَعَثْنَاكُمْ مِنْ بَعْدِ مَوْتِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ (56) وَظَلَّلْنَا عَلَيْكُمُ الْغَمَامَ وَأَنْزَلْنَا عَلَيْكُمُ الْمَنَّ وَالسَّلْوَى كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ وَمَا ظَلَمُونَا وَلَكِنْ كَانُوا أَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ (57)}.
49- Hatırlayın ki sizi Firavun hanedanından kurtarmıştık. Onlar size azabın en kötüsünü tattırıyor; oğullarınızı boğazlıyor ve kız çocuklarınızı diri bırakıyorlardı. Bunda sizin için Rabbiniz tarafından büyük bir nimet bulunuyor. 50- Hani sizin için denizi yarıp sizi kurtarmış, Firavun ve hanedanını ise gözleriniz önünde suda boğmuştuk. 51- Hani hatırlayın Mûsâ ile kırk gece için sözleşmiştik. Sonra siz de tutup O’nun arkasından buzağı(yı ilah) edindiniz de (kendinize) zulmettiniz. 52- Sonra bunun ardından şükredersiniz diye sizi affetmiştik. 53- Hani doğru yola gelirsiniz diye Mûsâ’ya Kitab’ı ve Furkan’ı vermiştik. 54- Hatırlayın, Mûsâ kavmine şöyle demişti: “Ey kavmim, gerçekten siz buzağıyı (ilâh) edinmekle kendinize zulmettiniz. Hemen Yaradanınıza tevbe edin ve nefislerinizi/birbirinizi öldürün. Bu, Yaradanınız katında sizin için daha hayırlıdır.” Böylelikle tevbenizi kabul etti. Gerçekten O, kullarının tevbelerini çok kabul edendir, çok merhametlidir. 55- Hani “Ey Mûsâ, biz Allah’ı aşikâre görmedikçe sana asla inanmayacağız” demiştiniz de (o anda) siz bakıp dururken yıldırım sizi çarpmıştı. 56- Sonra ölümünüzün ardından şükredesiniz diye sizi tekrar diriltmiştik. 57- (Tih’de) sizi bulutla gölgelendirdik, size men ve selvâ indirdik. “Size verdiğimiz helâl ve temiz rızıklardan yiyin” (dedik). Onlar bize zulmetmediler, ancak kendi kendilerine zulmetmekteydiler.
#
{49 ـ 54} هذا: شروع في تعداد نعمه على بني إسرائيل على وجه التفصيل فقال: {وإذ نجيناكم من آل فرعون}؛ أي: من فرعون وملئه وجنوده وكانوا قبل ذلك، {يسومونكم}؛ أي: يولونهم ويستعملونهم {سوء العذاب}؛ أي: أشده بأن كانوا، {يذبحون أبناءكم}؛ خشية نموكم، {ويستحيون نساءكم}؛ أي: فلا يقتلونهن فأنتم بين قتيل ومُذلَّل بالأعمال الشاقة مستحيَى على وجه المنة عليه والاستعلاء عليه فهذا غاية الإهانة، فَمَنَّ الله عليهم بالنجاة التامة، وإغراق عدوهم، وهم ينظرون لتَقَرَّ أعينهم {وفي ذلكم}؛ أي: الإنجاء {بلاء}؛ أي: إحسان {من ربكم عظيم}؛ فهذا مما يوجب عليكم الشكر والقيام بأوامره. ثم ذكر منته عليهم بوعده لموسى أربعين ليلة؛ لينزل عليهم التوراة المتضمنة للنعم العظيمة والمصالح العميمة، ثم إنهم لم يصبروا قبل استكمال الميعاد حتى عبدوا العجل من بعده؛ أي ذهابه {وأنتم ظالمون}؛ عالمون بظلمكم، قد قامت عليكم الحجة، فهو أعظم جرماً، وأكبر إثماً. ثم إنه أمركم بالتوبة على لسان نبيه موسى بأن يقتل بعضكم بعضاً؛ فعفا الله عنكم بسبب ذلك {لعلكم تشكرون}؛ الله.
49-54. Burada Yüce Allah İsrailoğullarına nimetlerini tafsilatı ile saymaya başlayarak şöyle buyurmaktadır: “Hatırlayın ki sizi Firavun hanedanından” Firavun’dan, onun ileri gelenlerinden ve askerlerinden “kurtarmıştık.” Bundan önce ise “Onlar size azabın en kötüsünü tattırıyor” sizleri çeşitli işlerde ve hizmetlerinde (köle olarak) kullanıyorlardı. “Azabın en kötüsü” azabın en ağırı demektir ki o da şudur: “oğullarınızı boğazlıyor” çoğalırsınız korkusu ile boğazlayarak öldürüyorlar “kız çocuklarınızı diri bırakıyorlardı” onları öldürmüyorlardı. Böylece sizler ya öldürülüyor yahut da ağır işlerde çalıştırılıp zelil edilmek üzere hayatta bırakılıyordunuz ki bu da o kimseye bir lütuf olarak gösteriliyor ve onun üzerinde üstünlük kurularak yapılıyordu. Bu ise aşağılanmalarının en ileri derecesidir. İşte Yüce Allah onları (bu durumda iken) tam anlamı ile kurtarmış ve gözleri iyice aydın olsun diye bakıp dururlarken düşmanlarını suda boğmuştu. “Bunda” kurtarılmanızda, “sizin için Rabb’iniz tarafından büyük bir nimet” yani lütuf ve ihsan “bulunuyor.” İşte bu da şükretmenizi ve O’nun emirlerini yerine getirmenizi gerektiren hususlardandır. Daha sonra Yüce Allah, onlara büyük bir nimet olan, genel ve kapsamlı maslahatlar içeren Tevrat’ı onlara indirmek için Mûsâ aleyhisselam ile kırk gece sözleşmesi yönündeki lütfunu hatırlatmaktadır. Ancak onlar bu sözleşme süresinin tamamlanmasına kadar sabredemediler. O’nun arkasından yani Musa’nın gidişinden sonra buzağıya taptılar. (kendinize) zulmettiniz” Yani zulmettiğinizi de biliyordunuz. Size karşı delil ortaya konulmuştu. İşte böylesi suçun ve günahın en büyüğüdür. Daha sonra O, size tevbe etmenizi emretti, bu tevbenin de birbirinizi öldürmek şeklinde olacağını Peygamberi Mûsâ aleyhisselam’ın diliyle bildirdi. Bunu yapınca da Allah “şükredersiniz diye” sizi affetti. [“Hani doğru yola gelirsiniz diye Mûsâ’ya Kitab’ı ve Furkan’ı vermiştik.” Yani şu nimetimizi de hatırlayın ki biz, sapıklıktan kurtulup hidayete kavuşmanız için Musa’ya hakkı batıldan ayıran Kitabı -ki o Tevratt’tır- vermiştik.]
#
{55} {وإذ قلتم يا موسى لن نؤمن لك حتى نرى الله جهرة}؛ وهذا غاية الجرأة على الله وعلى رسوله، {فأخذتكم الصاعقة}؛ إما الموت أو الغشية العظيمة {وأنتم تنظرون}؛ وقوع ذلك كل ينظر إلى صاحبه.
55. “Hani “Ey Mûsâ, biz Allah’ı aşikâre görmedikçe sana asla inanmayacağız” demiştiniz.” İşte bu, Yüce Allah’a ve Rasûlü’ne karşı gösterilen küstahlığın en ileri derecesidir. (o anda) siz bakıp dururken” yani, her biri arkadaşına bakıp durduğu bir sırada “yıldırım sizi çarpmıştı” buradaki yıldırımdan kasıt ya ölüm yahut ileri derecedeki baygınlıktır.
#
{56} {ثم بعثناكم من بعد موتكم لعلكم تشكرون}؛ ثم ذكر نعمته عليهم في التِيه والبرية الخالية من الظلال وسعة الأرزاق فقال:
56. “Sonra ölümünüzün ardından şükredesiniz diye sizi tekrar diriltmiştik.” Yüce Allah daha sonra onları ne gölgesi ne de geniş rızıkları olan Tih çölünde nasıl nimetlendirdiğini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{57} {وظللنا عليكم الغمام وأنزلنا عليكم المنّ}؛ وهو: اسم جامع لكل رزق [حسن] يحصل بلا تعب، ومنه الزنجبيل والكمأة، والخبز، وغير ذلك، {والسلوى}؛ طائر صغير يقال له: السماني طيب اللحم؛ فكان ينزل عليهم من المنِّ والسلوى ما يكفيهم ويقيتهم {كلوا من طيبات ما رزقناكم}؛ أي: رزقاً لا يحصل نظيره لأهل المدن المترفهين، فلم يشكروا هذه النعمة ، واستمروا على قساوة القلوب وكثرة الذنوب {وما ظلمونا}؛ يعني بتلك الأفعال المخالفة لأوامرنا، لأن الله لا تضره معصية العاصين كما لا تنفعه طاعات الطائعين {ولكن كانوا أنفسهم يظلمون}؛ فيعود ضرره عليهم.
57. (Tih’de) sizi bulutla gölgelendirdik, size men ve selvâ indirdik” “Men” kelimesi yorulmaya gerek kalmaksızın elde edilen her türlü güzel rızkı kapsayan geniş anlamlı bir isimdir. Zencefil, mantar, ebegümeci otu ve benzeri şeyler bu kabildendir. “Selvâ” ise bıldırcın diye adlandırılan, eti lezzetli küçük bir kuştur. Böylece kendilerine yetecek ve onları besleyecek kadar men ve selvâ üzerlerine inerdi. “Size verdiğimiz helâl ve temiz rızıklardan yiyin.” Yani bu, müreffeh şehirlerin ahalisinin bile benzerini elde edemediği bir rızıktır. Ancak onlar bu nimete de şükretmediler. Kalplerinin katılığı ve çokça günah işlemeleri devam edip durdu. “Onlar bize zulmetmediler.” Yani emirlerimize muhalif bu fiilleri işlemekle zulümleri bize değildi; çünkü Yüce Allah itaatkârların itaatlerinden fayda görmediği gibi, isyankârların isyanlarından da zarar görmez. “Ancak kendi kendilerine zulmetmekteydiler.” Bunun zararı da kendilerine dönüyordu.
Ayet: 58 - 59 #
{وَإِذْ قُلْنَا ادْخُلُوا هَذِهِ الْقَرْيَةَ فَكُلُوا مِنْهَا حَيْثُ شِئْتُمْ رَغَدًا وَادْخُلُوا الْبَابَ سُجَّدًا وَقُولُوا حِطَّةٌ نَغْفِرْ لَكُمْ خَطَايَاكُمْ وَسَنَزِيدُ الْمُحْسِنِينَ (58) فَبَدَّلَ الَّذِينَ ظَلَمُوا قَوْلًا غَيْرَ الَّذِي قِيلَ لَهُمْ فَأَنْزَلْنَا عَلَى الَّذِينَ ظَلَمُوا رِجْزًا مِنَ السَّمَاءِ بِمَا كَانُوا يَفْسُقُونَ (59)}.
58- Hani “Şu kasabaya girin ve orada istediğinizi bol bol yiyin. Kapısından da secde ederek girin ve “hıtta” deyin ki günahlarınızı bağışlayalım. Biz iyilik edenlerin (mükâfatını) daha da artıracağız.” demiştik. 59- Ama o zulmedenler kendilerine söylenenleri başka sözlerle değiştirdiler. Biz de fasıklık ettikleri için zulmedenlerin üzerine gökten bir azap indirdik.
#
{58} وهذا أيضاً من نعمته عليهم بعد معصيتهم إياه، فأمرهم بدخول قرية تكون لهم عزًّا ووطناً ومسكناً، ويحصل لهم فيها الرزقُ الرغدُ، وأن يكون دخولهم على وجه خاضعين لله فيه بالفعل، وهو دخول الباب سجداً، أي: خاضعين ذليلين، وبالقول وهو أن يقولوا: {حطة}؛ أي: أن يحط عنهم خطاياهم بسؤالهم إياه مغفرته، {نغفر لكم خطاياكم}؛ بسؤالكم المغفرة {وسنزيد المحسنين}؛ بأعمالهم أي: جزاء عاجلاً وآجلاً.
58. “Hani “Şu kasabaya girin ve orada istediğinizi bol bol yiyin.” Bu da İsrailoğullarına isyan etmelerinden sonra Yüce Allah’ın onlara ihsan ettiği nimetler arasındadır. Allah kendileri için güç kaynağı, yurt ve mesken olacak bir kasabaya girmelerini emretti. Burada onlara rahatça ve bolca elde edecekleri bir rızık verilecekti. Bu kasabaya girişleri ise Yüce Allah’a zilletle boyun eğmek suretinde olacaktı. Fiilen, kapısından “secde ederek” yani, zillet ile ve boyun eğerek; sözlü olarak da “hıtta” diyerek, yani Yüce Allah’tan günahlarının bağışlanmasını isteyerek ve af dileyerek bunu gerçekleştireceklerdi. Böylece günahlarınızın bağışlanmasını isteyin “ki günahlarınızı bağışlayalım. Biz iyilik edenlerin (mükafatını) amelleri sebebi ile gerek dünyada, gerekse âhirette “daha da artıracağız.”
#
{59} {فبدل الذين ظلموا}؛ منهم، ولم يقل فبدلوا؛ لأنهم لم يكونوا كلهم بدلوا {قولاً غير الذي قيل لهم}؛ فقالوا: بدل حطة، حبة في حنطة، استهانة بأمر الله، واستهزاء وإذا بدلوا القول مع خفته فتبديلهم للفعل من باب أولى وأحرى، ولهذا دخلوا يزحفون على أدبارهم، ولما كان هذا الطغيان أكبر سببٍ لوقوع عقوبة الله بهم قال: {فأنزلنا على الذين ظلموا}؛ منهم {رجزاً}؛ أي: عذاباً {من السماء}؛ بسبب فسقهم وبغيهم.
59. “Ama” içlerinden “o zulmedenler kendilerine söylenenleri başka sözlerle değiştirdiler.” Burada ifade, sözü değiştirenlerin içlerinden bir topluluk olduğunu, hepsinin bunu yapmadığını açıklayıcı tarzdadır. İşte bunlar “hıtta” diyecek yerde, Allah’ın emrini küçümseyerek ve onunla alay ederek “hınta/buğday içerisinde bir habbe/tane”, diye (ses benzerliği verecek şekilde) söylediler. Söylenmesi kolay olduğu halde sözde değişiklik yapanlar, emrolundukları fiilde elbette ki değişiklik yaparlar. Bundan dolayı (secde etmek yerine) kıçları üzerinde sürünerek girdiler. Onların bu haddi aşan taşkınlıkları, Allah’ın cezasına çarptırılmalarının en büyük sebebi olduğundan dolayı Yüce Allah devamla şöyle buyurmaktadır: “Biz de” aralarından “zulmedenlerin üzerine fasıklık ettikleri için” fasıklıkları ve azgınlıkları sebebi ile “gökten bir azap indirdik.”
Ayet: 60 #
{وَإِذِ اسْتَسْقَى مُوسَى لِقَوْمِهِ فَقُلْنَا اضْرِبْ بِعَصَاكَ الْحَجَرَ فَانْفَجَرَتْ مِنْهُ اثْنَتَا عَشْرَةَ عَيْنًا قَدْ عَلِمَ كُلُّ أُنَاسٍ مَشْرَبَهُمْ كُلُوا وَاشْرَبُوا مِنْ رِزْقِ اللَّهِ وَلَا تَعْثَوْا فِي الْأَرْضِ مُفْسِدِينَ (60)}.
60- Hani Mûsâ kavmi için su istemişti. Biz de; “Âsân ile taşa vur” dedik. Hemen ondan on iki pınar fışkırdı. Her bir insan topluluğu kendi su alacakları yeri bilmekteydi. “Allah’ın rızkından yiyin, için. Yeryüzünde fesat çıkararak taşkınlık yapmayın.” (demiştik)
#
{60} {استسقى}؛ أي: طلب لهم ماء يشربون منه {فقلنا اضرب بعصاك الحجر}؛ إما حجر مخصوص معلوم عنده، وإما اسم جنس؛ {فانفجرت منه اثنتا عشرة عيناً}؛ وقبائل بني إسرائيل اثنتا عشرة قبيلة، {قد علم كل أناس}؛ منهم {مشربهم}؛ أي: محلهم الذي يشربون عليه من هذه الأعين، فلا يزاحم بعضهم بعضاً بل يشربونه متهنئين لا متكدرين، ولهذا قال: {كلوا واشربوا من رزق الله}؛ أي: الذي آتاكم من غير سعي ولا تعب {ولا تعثوا في الأرض}؛ أي: تخربوا على وجه الإفساد.
60. “Hani Mûsâ kavmi için su istemişti.” Mûsâ İsrailoğulları için içecek bir su isteyince “Biz de; “Âsân ile taşa vur” dedik” Buradaki taş, ya Mûsâ tarafından bilinen özel bir taş idi, ya da bir cins/tür ismi (olup herhangi bir taş) idi. “Hemen ondan on iki pınar fışkırdı.” İsrailoğullarının kabileleri sayısınca ki onlar on iki kabile idiler. “Her bir insan topluluğu kendi su alacağı yeri bilmekteydi.” Yani bu pınarlardan su içecekleri yeri biliyorlardı. Böylelikle kimse kimseyi rahatsız etmiyor, sıkıştırmıyordu. Rahat bir şekilde afiyetle içiyorlardı. İşte bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurdu: “Allah’ın rızkından yiyin, için”. Yani yorulmadan, çalışıp çabalamadan Allah’ın size vermiş olduğu rızıktan yiyin. “Yeryüzünde fesat çıkararak taşkınlık yapmayın.” Fesat çıkarmak sureti ile yeryüzünü tahrip etmeyin.
Ayet: 61 #
{وَإِذْ قُلْتُمْ يَامُوسَى لَنْ نَصْبِرَ عَلَى طَعَامٍ وَاحِدٍ فَادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُخْرِجْ لَنَا مِمَّا تُنْبِتُ الْأَرْضُ مِنْ بَقْلِهَا وَقِثَّائِهَا وَفُومِهَا وَعَدَسِهَا وَبَصَلِهَا قَالَ أَتَسْتَبْدِلُونَ الَّذِي هُوَ أَدْنَى بِالَّذِي هُوَ خَيْرٌ اهْبِطُوا مِصْرًا فَإِنَّ لَكُمْ مَا سَأَلْتُمْ وَضُرِبَتْ عَلَيْهِمُ الذِّلَّةُ وَالْمَسْكَنَةُ وَبَاءُوا بِغَضَبٍ مِنَ اللَّهِ ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ كَانُوا يَكْفُرُونَ بِآيَاتِ اللَّهِ وَيَقْتُلُونَ النَّبِيِّينَ بِغَيْرِ الْحَقِّ ذَلِكَ بِمَا عَصَوْا وَكَانُوا يَعْتَدُونَ (61)}.
61- Hani siz şöyle demiştiniz: “Ey Mûsâ, biz tek çeşit yemeğe katlanamayacağız. Bizim için Rabb’ine dua et de bize bakla (sebze), acur, sarımsak, mercimek ve soğan gibi yerin bitirdiği şeylerden çıkarsın.” (Mûsâ da) dedi ki: “Siz daha iyi olanı böyle daha aşağı olanla değiştirmek mi istiyorsunuz? Öyle ise herhangi bir şehre inin, istediğiniz şeyler orada vardır.” Bundan ötürü onlar zillet ve miskinliğe mahkûm edildiler ve Allah tarafından bir gazaba uğradılar. Bu, Allah’ın âyetlerini inkâr etmelerinden ve haksız yere peygamberleri öldürmelerinden dolayı idi. Bu, onların isyan etmelerinden ve haddi aşmalarından dolayı idi.
#
{61} أي: واذكروا {إذ قلتم} لموسى على وجه التملل لنعم الله، والاحتقار لها {لن نصبر على طعام واحد}؛ أي: جنس من الطعام وإن كان كما تقدم أنواعاً لكنها لا تتغير {فادع لنا ربك يخرج لنا مما تنبت الأرض من بقلها}؛ أي: نباتها الذي ليس بشجر يقوم على ساقه {وقثائها}؛ وهو الخيار {وفومها}؛ أي: ثومها والعدس والبصل معروف، قال لهم موسى: {أتستبدلون الذي هو أدنى}؛ وهو الأطعمة المذكورة {بالذي هو خير}؛ وهو المن والسلوى، فهذا غير لائق بكم، فإن هذه الأطعمة التي طلبتم، أي مِصْرٍ هبطتموه وجدتموها، وأما طعامكم الذي منَّ الله به عليكم فهو خير الأطعمة وأشرفها فكيف تطلبون به بدلاً؟ ولما كان الذي جرى منهم فيه أكبر دليل على قلة صبرهم، واحتقارهم لأوامر الله ونعمه جازاهم من جنس عملهم فقال: {وضربت عليهم الذلة}؛ التي تُشاهدَ على ظاهر أبدانهم {والمسكنة}؛ بقلوبهم فلم تكن أنفسهم عزيزة، ولا لهم همم عالية بل أنفسهم أنفس مهينة، وهممهم أردأ الهمم {وباؤوا بغضب من الله}؛ أي: لم تكن غنيمتهم التي رجعوا بها، وفازوا إلا أن رجعوا بسخطه عليهم؛ فبئس الغنيمة غنيمتهم، وبئس الحالة حالتهم {ذلك}؛ الذي استحقوا به غضبه {بأنهم كانوا يكفرون بآيات الله}؛ الدالات على الحق الموضحة لهم، فلما كفروا بها عاقبهم بغضبه عليهم وبما كانوا {يقتلون النبيين بغير الحق}؛ وقوله: {بغير الحق} زيادة شناعة، وإلا فمن المعلوم أن قتل النبيين لا يكون بحق، لكن لئلا يظن جهلهم وعدم علمهم {ذلك بما عصوا}؛ بأن ارتكبوا معاصي الله {وكانوا يعتدون}؛ على عباد الله؛ فإن المعاصي يجر بعضها بعضاً، فالغفلة ينشأ عنها الذنب الصغير، ثم ينشأ عنه الذنب الكبير، ثم ينشأ عنها أنواع البدع والكفر وغير ذلك، فنسأل الله العافية من كل بلاء. واعلم أن الخطاب في هذه الآيات لأمة بني إسرائيل الذين كانوا موجودين وقت نزول القرآن، وهذه الأفعال المذكورة خوطبوا بها وهي فعل أسلافهم، ونسبت لهم لفوائد عديدة. منها: أنهم كانوا يتمدحون، ويزكون أنفسهم، ويزعمون فضلهم على محمد ومن آمن به؛ فبين الله من أحوال سلفهم التي قد تقررت عندهم ما يبين به لكل واحد منهم أنهم ليسوا من أهل الصبر، ومكارم الأخلاق، ومعالي الأعمال، فإذا كانت هذه حالة سلفهم ـ مع أن المظنة أنهم أولى وأرفع حالة ممن بعدهم ـ فكيف الظن بالمخاطبين! ومنها: أن نعمة الله على المتقدمين منهم نعمة واصلة إلى المتأخرين، والنعمة على الآباء نعمة على الأبناء، فخوطبوا بها، لأنها نعم تشملهم وتعمهم. ومنها: أن الخطاب لهم بأفعال غيرهم مما يدل على أن الأمة المجتمعة على دين تتكافل وتتساعد على مصالحها، حتى كأنَّ متقدمهم ومتأخرهم في وقت واحد، وكأن الحادثَ من بعضهم حادثٌ من الجميع؛ لأن ما يعمله بعضهم من الخير يعود بمصلحة الجميع، وما يعمله من الشر يعود بضرر الجميع. ومنها: أن أفعالهم أكثرها لم ينكروها، والراضي بالمعصية شريك للعاصي، إلى غير ذلك من الحكم التي لا يعلمها إلا الله.
61. “Hani siz şöyle demiştiniz” Yani Mûsâ’ya, Allah’ın nimetlerinden usanmak ve onları hakir görmek sureti ile dediklerinizi de hatırlayın, ey İsrailoğulları! “Biz tek çeşit yemeğe katlanamayacağız.” Daha önce geçtiği gibi bu yemekleri her ne kadar çeşitli olsa da hiç değişmiyordu. O bakımdan “tek tür yemeğe dayanamıyoruz” dediler. “Bizim için Rabb’ine dua et de bize bakla” yani ağaç gibi gövdesi bulunmayan (sebze türü) bitkiler “acur, sarımsak, mercimek ve soğan gibi” bunlar bilinen şeylerdir “yerin bitirdiği şeylerden çıkarsın.” Mûsâ da onlara: “Siz daha iyi olanı böyle daha aşağı olanla değişmek mi istiyorsunuz” demişti. Daha iyi olan men ve selvâ, daha aşağı olan şeyler ise sözlerini ettikleri yiyeceklerdir. Sizin böyle yapmanız doğru değil. Çünkü sizin istediğiniz bu yiyecekleri hangi şehre inerseniz orada bulursunuz. Allah’ın size lütfetmiş olduğu yiyecekler ise yiyeceklerin en iyisi, en değerlisidir. Nasıl onları başka şeylerle değiştirmeye kalkışırsınız?! Onların bu tutumları sabırlarının azlığına, Yüce Allah’ın emir ve nimetlerini hafife almalarına en büyük delil olduğundan dolayı, Yüce Allah onları amellerine uygun bir şekilde cezalandırdı. Bedenlerinin üzerinde zahiren görülecek şekilde “zillete” kalplerinde de “miskinliğe” mahkûm edildiler. Böylelikle hiçbir zaman şahısları izzetli olmadığı gibi, yüksek hedeflere de yönelemediler. Aksine onlar şahsiyet olarak alçaktır, hedef ve gayretleri de alabildiğine bayağıdır. “Allah tarafından bir gazaba uğradılar.” Yani onların elde ettikleri ve sonuç olarak kavuştukları şey, sadece Allah’ın gazabı oldu. Elde ettikleri şey ne kötüdür! Durumları ne fenadır! “Bu” Allah’ın gazabını hak ettikleri bu halleri “Allah’ın âyetlerini inkâr etmelerinden” hakkı açıklığa kavuşturan belgelerine karşı gelmelerinden “ve haksız yere peygamberleri öldürmelerinden dolayı idi.” Onlar bu şekilde küfre yönelince Yüce Allah da onları, gazap ederek cezalandırdı. Peygamberlerin öldürülmesi ile ilgili olarak “haksız yere” denmesi, onların işledikleri fiillerin çirkinliğinin daha ileri derecede ifade edilmesi içindir. Yoksa Peygamberlerin öldürülmesinin haklı bir tarafı olmayacağı bilinen bir husustur. Bu ifadenin kullanılması cahillikleri ve bilgisizlikleri sebebi ile böyle yaptıkları zannedilmesin diyedir. “Bu, onların isyan etmelerinden” Allah’a isyanı gerektiren işleri yapmalarından ve Allah’ın kullarına karşı da “haddi aşmalarından dolayı idi.” Şüphesiz günahların biri diğerini çeker. Gafil olunduğunda önce küçük günahlar, daha sonra da büyük günahlar işlenir, arkasından türlü bid’atler, küfür ve başka çirkinlikler yapılır. Yüce Allah’tan, her türlü beladan afiyet ve esenlik dileriz. Şu bilinmelidir ki, bu âyet-i kerimede hitap Kur’ân-ı Kerîm’in nüzûlü döneminde mevcut bulunan İsrailoğullarına idi. Sözü geçen bu fiilleri onların ataları işlese de, onlar da bu hitaba maruz kaldılar ve bu fiiller onlara da nispet edildi. Bunun ifade ettiği pek çok fayda vardır basıları şöyledir: 1- İsrailoğulları kendilerini över, temize çıkarır ve Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ile O’na iman edenlere üstün olduklarını iddia ederlerdi. Böylelikle Yüce Allah atalarının, onlar tarafından da bilinen hallerini açıkladı ki bu, onların her birisinin ayrı ayrı sabırlı ve üstün ahlakî meziyetlere sahip, değerli işler yapmış kimseler olmadıklarını açıkça ortaya koymaktadır. Kendilerinden sonra gelenlerden daha iyi ve durumları itibari ile daha üstün oldukları kuvvetle muhtemel olan atalarının hali bu ise, ya şu muhataplar hakkında ne demeli? 2- Yüce Allah’ın İsrailoğullarının geçmişlerine ihsan etmiş olduğu nimetler sonrakilere de ulaşır. Atalara nimet evlatlara da nimet demektir. işte bu nimetlerden dolayı muhatap kılındılar; çünkü bu nimetler, onları da kapsayan nimetlerdir. 3- Kur’ân’ın, çağdaşlarına başkalarının fiilleri ile hitap etmesi şuna delildir: Belli bir din üzere toplanan ve onu ittifakla kabul eden bir ümmet, kendi menfaatleri çerçevesinde birbiriyle yardımlaşır ve dayanışma içerisinde bulunurlar. Öyle ki, onların öncekileri de, sonrakileri de aynı çağda yaşıyormuş gibi kabul edilir ve onlardan bir bölümünün yaptığı iş hepsi tarafından yapılmış gibi sayılır. Çünkü bir bölümünün yaptığı hayırlı işin maslahatı hepsine aittir. Yine bir bölümünün yaptığı kötülüğün zararı da hepsine dokunur. 4- Geçmişlerinin fiillerinin pek çoğunu sonrakiler reddetmemektedir. Günaha razı olan kimse de isyan edene ortaktır. Bu hitapta buna benzer Yüce Allah’tan başkasının bilmediği daha birçok hikmet vardır.
Daha sonra Yüce Allah kitap ehli fırkalar arasında hüküm vererek şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 62 #
{إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَالَّذِينَ هَادُوا وَالنَّصَارَى وَالصَّابِئِينَ مَنْ آمَنَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَعَمِلَ صَالِحًا فَلَهُمْ أَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْ وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ (62)}.
62- Şüphe yok ki iman edenler, yahudiler, hıristiyanlar ve sabiîlerden her kim Allah’a ve âhiret gününe iman eder ve salih amel işlerse onların ecirleri Rab’leri katındadır. Onlar için korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de.
#
{62} وهذا الحكم على أهل الكتاب خاصة، لأن الصابئين الصحيح: أنهم من جملة فرق النصارى، فأخبر الله أن المؤمنين من هذه الأمة واليهود والنصارى والصابئين من آمن بالله [منهم] واليوم الآخر وصدقوا رسلهم، فإن لهم الأجر العظيم، والأمن، ولا خوف عليهم ولا هم يحزنون، وأما من كفر منهم بالله ورسله واليوم الآخر، فهو بضد هذه الحال؛ فعليه الخوف والحزن. والصحيح: أن هذا الحكم بين هذه الطوائف من حيث هم لا بالنسبة إلى الإيمان بمحمد، فإن هذا إخبار عنهم قبل بعثة محمد، وإن هذا مضمون أحوالهم، وهذه طريقة القرآن إذا وقع في بعض النفوس ـ عند سياق الآيات ـ بعض الأوهام، فلا بد أن تجد ما يزيل ذلك الوهم؛ لأنه تنزيل من يعلم الأشياء قبل وجودها، ومن رحمته وسعت كل شيء، وذلك ـ والله أعلم ـ أنه لما ذكر بني إسرائيل وذمهم وذكر معاصيَهم وقبائحهم ربما وقع في بعض النفوس أنهم كلهم يشملهم الذم، فأراد الباري تعالى أن يبين من لا يلحقه الذم منهم بوصفه، ولما كان أيضاً ذكر بني إسرائيل خاصة يوهم الاختصاص بهم، ذكر تعالى حكماً عامًّا يشمل الطوائف كلها؛ ليتضح الحق ويزول التوهم والإشكال، فسبحان من أودع في كتابه ما يبهر عقول العالمين.
62. Bu hüküm özel olarak kitap ehli hakkındadır. Çünkü sahih olan, Sâbiîlerin de hıristiyan fırkalarından biri olduklarıdır. Yüce Allah bu ümmetten olan mü’minlerden, ayrıca yahudilerden, hıristiyanlardan ve sabiîler arasından Allah’a ve âhiret gününe iman edip kendilerine gönderilen peygamberleri tasdik edenlerin büyük bir ecre kavuşacaklarını, güvenlik altında olacaklarını, onlar için korkulacak herhangi bir şey olmadığını ve asla üzülmeyeceklerini haber vermektedir. Aralarından Allah’ı, kendilerine gönderilen rasûlleri ve âhiret gününü inkar edenlerin ise hali tam aksinedir. Onlar için hem korku vardır, hem de hüzün. Sahih olan görüşe göre bu, her taifeninki kendi içinde ait olmak üzere verilmiş bir hükümdür. Yoksa Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e iman ile herhangi bir ilgisi yoktur. Çünkü bu Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem Peygamber olarak gönderilmeden önce yaşayanlara dair verilmiş bir haber ve onların halleri ile ilgili bir bilgidir. İşte Kur’ân’ın izlediği yol budur: Eğer âyetlerin akışı içerisinde nefislerde birtakım şüphe ve tereddütler uyanacak olursa, mutlaka bu vehmi giderecek bir şeyler de bulunur. Çünkü bu Kur’ân, var olmadan önce eşyanın durumunu bilen ve rahmeti her şeyi kapsayan Yüce Zat tarafından indirilmiştir. Burada -Allah bilir ya-, Yüce Allah İsrailoğullarını söz konusu edip onları yerdikten, masiyetlerini ve çirkin işlerini zikrettikten sonra, bazı kimseler bütün İsrailoğullarının yergi kapsamına girdiği zannına kapılabilir. İşte bunun için Allah azze ve celle aralarından, bu yerginin kapsamına girmeyen kimseleri beyan etmeyi murad etmiştir. Diğer taraftan burada yalnızca İsrailoğullarının söz konusu edilmesi, bu hükmün onlara has olduğu vehmini uyandıracağından dolayı Yüce Allah bunu bütün inanç gruplarını kuşatıcı şekilde söz konusu etmektedir. Tâ ki hak apaçık ortaya çıksın, vehim ve karışıklık sona ersin. Kitab-ı Kerîm’inde âlemlerin akıllarını hayrete düşürecek parlak hakikatler bulunan Allah eksikliklerden münezzehtir.
Daha sonra Allah teâlâ yine İsrailoğullarını geçmişlerinin yaptıkları dolayısı ile azarlamaya dönerek şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 63 - 64 #
{وَإِذْ أَخَذْنَا مِيثَاقَكُمْ وَرَفَعْنَا فَوْقَكُمُ الطُّورَ خُذُوا مَا آتَيْنَاكُمْ بِقُوَّةٍ وَاذْكُرُوا مَا فِيهِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ (63) ثُمَّ تَوَلَّيْتُمْ مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ فَلَوْلَا فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ لَكُنْتُمْ مِنَ الْخَاسِرِينَ (64)}
63- Hani sizden sapasağlam söz almıştık ve Tûr’u üstünüze kaldırıp demiştik ki: “Size verdiğimizi kuvvetle tutun ve içindekinden gafil olmayın ki korunasınız.” 64- Sonra onun ardından yine yüz çevirdiniz. Eğer üzerinizde Allah’ın lütfu ve rahmeti olmasaydı, elbette hüsrana uğrayanlardan olurdunuz.
#
{63} أي: واذكروا، {إذ أخذنا ميثاقكم}؛ وهو العهد الثقيل المؤكد بالتخويف لهم برفع الطور فوقهم وقيل لهم، {خذوا ما آتيناكم}؛ من التوراة {بقوة}؛ أي بجد واجتهاد، وصبر على أوامر الله {واذكروا ما فيه}؛ أي: ما في كتابكم بأن تتلوه وتتعلموه {لعلكم تتقون}؛ عذاب الله وسخطه، أو لتكونوا من أهل التقوى.
63. “Hani sizden sapasağlam söz almıştık” yani, hatırlayın ki sizden ağır bir söz almıştık. Bu da Tûr üzerlerine kaldırılıp korkutularak alınmış bir sözdü. Onlara denildi ki: “Size verdiğimizi kuvvetle” yani, Tevrat’ı tam bir gayret, ciddiyet ve Allah’ın emirlerini ifa etmek üzere sabır ile “tutun ve içindekinden” yani Kitab’ınızın içinde bulunanlardan, o Kitab’ı okuyarak ve öğrenerek “gafil olmayın ki” Allah’ın azab ve gazabından “korunasınız.” Yahut da kötülüklerden sakınan takvâ ehli olasınız.
#
{64} فبعد هذا التأكيد البليغ {توليتم}؛ وأعرضتم وكان ذلك موجباً لأن يحل بكم أعظم العقوبات ولكن {لولا فضل الله عليكم ورحمته لكنتم من الخاسرين}.
64. “Sonra onun ardından” bu kesin pekiştirmeden sonra “yine yüz çevirdiniz.” Bu ise başınıza en ağır cezaların indirilmesini gerektirirdi “Eğer üzerinizde Allah’ın lütfu ve rahmeti olmasaydı, elbette hüsrana uğrayanlardan olurdunuz.”
Ayet: 65 - 66 #
{وَلَقَدْ عَلِمْتُمُ الَّذِينَ اعْتَدَوْا مِنْكُمْ فِي السَّبْتِ فَقُلْنَا لَهُمْ كُونُوا قِرَدَةً خَاسِئِينَ (65) فَجَعَلْنَاهَا نَكَالًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهَا وَمَا خَلْفَهَا وَمَوْعِظَةً لِلْمُتَّقِينَ (66)}.
65- İçinizden cumartesi günü haddi aşanları elbette bilirsiniz. Biz de onlara; “Aşağılık maymunlar olun” demiştik. 66- Bunu orada bulunup görenler için de sonradan gelenler için de ibretlik bir ceza ve takva sahipleri için de bir öğüt kıldık.
#
{65} أي: ولقد تقرر عندكم حالةُ، {الذين اعتدوا منكم في السبت}؛ وهم الذين ذكر الله قصتهم مبسوطة في سورة الأعراف في قوله: {واسألهم عن القرية التي كانت حاضرة البحر إذ يعدون في السبت ... } الآيات؛ فأوجب لهم هذا الذنب العظيم أن غضب الله عليهم، وجعلهم {قردة خاسئين}؛ حقيرين ذليلين، وجعل الله هذه العقوبة:
65. “İçinizden cumartesi günü haddi aşanları elbette bilirsiniz” Yani onların halleri sizce bilinmektedir. Onlar Allah’ın A’raf Sûresindeki şu buyruğunda kıssalarından genişçe söz ettiği kimselerdir: “Onlara deniz kıyısındaki o kasabanın durumunu da sor. Hani onlar Cumartesi gününde haddi aşmışlardı…” (el-A’raf, 7/163) İşte işledikleri bu büyük günah, Allah’ın kendilerine gazap etmesine, onların hakir ve zelil maymunlar kılınmalarına sebep olmuştu. Allah bu cezanın hikmetini de şöylece açıklamaktadır:
#
{66} {نكالاً لما بين يديها}؛ أي: لمن حضرها من الأمم، وبلغه خبرها ممن هو في وقتهم {وما خلفها}؛ أي: من بعدها فتقوم على العباد حجة الله، وليرتدعوا عن معاصيه، ولكنها لا تكون موعظة نافعة إلا للمتقين، وأما من عداهم فلا ينتفعون بالآيات.
66. “Bunu orada bulunup görenler için de” yani orada hazır bulunan ümmetler, onların döneminde yaşayan ve onların haberlerini alan kimseler için “sonradan gelenler için de” onlardan sonra gelecek nesiller için de “ibretlik bir ceza” kıldık ki, böylelikle kullara karşı Allah’ın delili ortaya konulmuş olsun ve O’na isyandan vazgeçsinler. Fakat bu, ancak takva sahipleri için faydalı bir öğüt olabilir. Onların dışında kalanlar ise bu âyetlerden, mucize ve belgelerden gereği gibi faydalanamazlar.
Ayet: 67 - 74 #
{وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِقَوْمِهِ إِنَّ اللَّهَ يَأْمُرُكُمْ أَنْ تَذْبَحُوا بَقَرَةً قَالُوا أَتَتَّخِذُنَا هُزُوًا قَالَ أَعُوذُ بِاللَّهِ أَنْ أَكُونَ مِنَ الْجَاهِلِينَ (67) قَالُوا ادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُبَيِّنْ لَنَا مَا هِيَ قَالَ إِنَّهُ يَقُولُ إِنَّهَا بَقَرَةٌ لَا فَارِضٌ وَلَا بِكْرٌ عَوَانٌ بَيْنَ ذَلِكَ فَافْعَلُوا مَا تُؤْمَرُونَ (68) قَالُوا ادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُبَيِّنْ لَنَا مَا لَوْنُهَا قَالَ إِنَّهُ يَقُولُ إِنَّهَا بَقَرَةٌ صَفْرَاءُ فَاقِعٌ لَوْنُهَا تَسُرُّ النَّاظِرِينَ (69) قَالُوا ادْعُ لَنَا رَبَّكَ يُبَيِّنْ لَنَا مَا هِيَ إِنَّ الْبَقَرَ تَشَابَهَ عَلَيْنَا وَإِنَّا إِنْ شَاءَ اللَّهُ لَمُهْتَدُونَ (70) قَالَ إِنَّهُ يَقُولُ إِنَّهَا بَقَرَةٌ لَا ذَلُولٌ تُثِيرُ الْأَرْضَ وَلَا تَسْقِي الْحَرْثَ مُسَلَّمَةٌ لَا شِيَةَ فِيهَا قَالُوا الْآنَ جِئْتَ بِالْحَقِّ فَذَبَحُوهَا وَمَا كَادُوا يَفْعَلُونَ (71) وَإِذْ قَتَلْتُمْ نَفْسًا فَادَّارَأْتُمْ فِيهَا وَاللَّهُ مُخْرِجٌ مَا كُنْتُمْ تَكْتُمُونَ (72) فَقُلْنَا اضْرِبُوهُ بِبَعْضِهَا كَذَلِكَ يُحْيِ اللَّهُ الْمَوْتَى وَيُرِيكُمْ آيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ (73) ثُمَّ قَسَتْ قُلُوبُكُمْ مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ فَهِيَ كَالْحِجَارَةِ أَوْ أَشَدُّ قَسْوَةً وَإِنَّ مِنَ الْحِجَارَةِ لَمَا يَتَفَجَّرُ مِنْهُ الْأَنْهَارُ وَإِنَّ مِنْهَا لَمَا يَشَّقَّقُ فَيَخْرُجُ مِنْهُ الْمَاءُ وَإِنَّ مِنْهَا لَمَا يَهْبِطُ مِنْ خَشْيَةِ اللَّهِ وَمَا اللَّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ (74)}.
67- Bir zaman Mûsâ kavmine; “Allah size bir inek boğazlamanızı emrediyor” deyince, “bizimle eğleniyor musun?” dediler. O da; “Cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım” dedi. 68- “Bizim için Rabb’ine dua et de onun mahiyetini bize iyice açıklasın” dediler. O da: “Allah: Ne çok yaşlı, ne de çok genç, ikisi ortası bir (inek).” buyuruyor. Artık emrolunduğunuz işi yapın.” dedi. 69- “Bizim için Rabb’ine dua et de rengin ne olduğunu bize iyice açıklasın” dediler. O da: “Allah: O, sapsarı ve rengi bakanların hoşuna giden bir inektir, buyuruyor.” dedi. 70- Dediler ki: “Bizim için Rabb’ine dua et de o ineğin nasıl olduğunu bize iyice açıklasın, çünkü bize göre (bu vasıfta pek çok) inek birbirine benziyor. İnşaallah doğruyu bulanlardan oluruz.” 71- Dedi ki: “O şöyle buyuruyor: O öyle bir inek ki işe koşulmamış, arazi sürmemiş ve ekin sulamamıştır. Kusursuzdur, hiçbir alacası yoktur.” Dediler ki: “İşte şimdi hakkı getirdin.” Nihâyet o ineği boğazladılar. Fakat az kalsın yapmayacaklardı. 72- Hani siz bir kişi öldürmüştünüz de (katili hakkında) her biriniz suçu diğerine atmıştınız. Hâlbuki Allah sizin gizlediğiniz şeyi açığa çıkaracaktı. 73- Bu sebeple “Onun bir parçası ile ona (ölüye) vurun!” dedik. İşte Allah ölüleri böyle diriltir. Akledersiniz diye âyetlerini böyle gösterir. 74- Sonra bunun ardından kalpleriniz yine katılaştı. Şimdi onlar taş gibi veya taştan da katıdır. Çünkü öyle taşlar var ki, içinden ırmaklar kaynar. Yine öyle taşlar var ki, yarılır da ondan su fışkırır ve öylesi de var ki Allah korkusundan yuvarlanır.
#
{67} أي: واذكروا ما جرى لكم مع موسى حين قتلتم قتيلاً؛ فادّارَأْتم فيه، أي: تدافعتم واختلفتم في قاتله حتى تفاقم الأمر بينكم، وكاد ـ لولا تبيين الله لكم ـ يحدث بينكم شر كبير، فقال لكم موسى في تبيين القاتل: اذبحوا بقرة، وكان من الواجب المبادرة إلى امتثال أمره وعدم الاعتراض عليه، ولكنهم أبوا إلا الاعتراض فقالوا: {أتتخذنا هزواً}؛ فقال نبي الله: {أعوذ بالله أن أكون من الجاهلين}؛ فإن الجاهل هو الذي يتكلم بالكلام الذي لا فائدة فيه وهو الذي يستهزئ بالناس، وأما العاقل فيرى أن من أكبر العيوب المزرية بالدين والعقل استهزاءه بمن هو آدمي مثله. وإن كان قد فضل عليه فتفضيله يقتضي منه الشكر لربه والرحمة لعباده: فلما قال لهم موسى ذلك علموا أن ذلك صدق، فقالوا:
67. Yani birisini öldürüp de onu öldürenin kimliği hususunda aranızda anlaşmazlığa düştüğünüz sırada Mûsâ ile aranızda geçenleri hatırlayın. Aranızdaki tartışma o kadar büyümüştü ki, eğer Allah’ın size durumu açıklaması olmasaydı aranızda çok büyük kötülükler ortaya çıkacaktı. Mûsâ, katilin açıklanması ile ilgili olarak bir inek kesin, demişti. Mûsâ’nın emrini hemen yerine getirmeleri ve ona itiraz etmemeleri gerekirken itirazdan başka bir yol izlemediler ve: “Bizimle eğleniyor musun?” dediler. Allah’ın Peygamberi ise, “Cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım” dedi. Çünkü, faydasız söz söyleyen ve insanlarla alay eden kişi cahildir. Akıllı kişi ise kendisi gibi bir insan ile alay etmeyi aklen ve dinen küçük düşürücü büyük bir ayıp olarak görür. Eğer kişi başkasından daha üstün ise onun bu üstünlüğü dolayısıyla Allah’a şükretmesi ve O’nun kullarına merhamet etmesi gerekir. Mûsâ onlara bu şekilde karşılık verince, onun bu söylediğinin doğru ve gerçek olduğunu bildiler ve bunun üzerine dediler ki:
#
{68} {ادع لنا ربك يبين لنا ما هي}؛ أي ما سنُّها {قال إنه يقول إنها بقرة لا فارض}؛ أي: كبيرة، {ولا بكر}؛ أي: صغيرة، {عوان بين ذلك فافعلوا ما تؤمرون}؛ واتركوا التشديد والتعنت.
68. “Bizim için Rabbine dua et de onun mahiyetini” yani yaşının ne olduğunu “bize iyice açıklasın. O da: “Allah: Ne çok yaşlı, ne de çok genç, ikisi ortası bir (inek).” buyuruyor.” Yani bu inek, ne küçük ne büyük değildir, orta yaşlıdır. “Artık emrolunduğunuz işi yapın.” ve işi yokuşa sürmekten ve zora koşmaktan vazgeçin.
#
{69} {قالوا ادع لنا ربك يبين لنا ما لونها قال إنه يقول إنها بقرة صفراء فاقع لونها}؛ أي: شديد، {تسر الناظرين}؛ من حسنها.
69. “Bizim için Rabb’ine dua et de rengin ne olduğunu bize iyice açıklasın” dediler. O da: “Allah: O, sapsarı ve rengi bakanların hoşuna giden bir inektir, buyuruyor.” dedi.” Yani olabildiğince sarı ve güzelliği dolayısıyla bakanların hoşlarına gider.
#
{70} {قالوا ادع لنا ربك يبين لنا ما هي إن البقر تشابه علينا}؛ فلم نهتد إلى ما تريد، {وإنا إن شاء الله لمهتدون}.
70. “Dediler ki: “Bizim için Rabb’ine dua et de o ineğin nasıl olduğunu bize iyice açıklasın, çünkü bize göre (bu vasıfta pek çok) inek birbirine benziyor.” Bu nedenle senin hangi ineği istediğini bir türlü tespit edemiyoruz, “İnşaallah doğruyu bulanlardan oluruz.”
#
{71} {قال إنه يقول إنها بقرة لا ذلول}؛ أي: مذللة بالعمل {تثير الأرض}؛ بالحراثة {ولا تسقي الحرث}؛ أي: ليست بسانية، {مسلمة}؛ من العيوب أو من العمل {لا شية فيها}؛ أي: لا لون فيها غير لونها الموصوف المتقدم، {قالوا الآن جئت بالحق}؛ أي: بالبيان الواضح، وهذا من جهلهم، وإلا فقد جاءهم بالحق أول مرة، فلو أنهم اعترضوا أيَّ بقرة لحصل المقصود، ولكنهم شددوا بكثرة الأسئلة؛ فشدد الله عليهم، ولو لم يقولوا إن شاء الله لم يهتدوا أيضاً إليها، {فذبحوها}؛ أي: البقرة التي وصفت بتلك الصفات، {وما كادوا يفعلون}؛ بسبب التعنت الذي جرى منهم.
71. “Dedi ki: “O şöyle buyuruyor: O öyle bir inek ki işe koşulmamış” yani işe koşularak, çalıştırılarak, boyunduruk altına alınmamış; “arazi sürmemiş ve ekin sulamamıştır.” Bu hayvan, sulamakta da kullanılmamıştır. “Kusursuzdur” her türlü kusurdan ve çalıştırılmış olmaktan uzaktır. “Hiçbir alacası yoktur” yani daha önce belirtilen nitelikteki renginden başka bir renk karışmamıştır. “Dediler ki: İşte şimdi hakkı getirdin” yani açık ve seçik izahı şimdi yaptın. Bu onların cahilliklerinin bir sonucudur. Yoksa tâ baştan beri Mûsâ onlara hakkı getirmişti. Eğer onlar herhangi bir ineği kesmiş olsalardı maksat gerçekleşirdi. Fakat onlar çokça soru sormak sureti ile işi yokuşa sürdüler. Allah da onlara işlerini zorlaştırdı. Ayrıca eğer “inşaallah=Allah dilerse” dememiş olsalardı, buna hidayet olunmayacaklardı. “Nihâyet o ineği boğazladılar.” Nitelikleri belirtilen ineği bulup kestiler; “fakat” işi yokuşa sürmeleri nedeniyle “az kalsın yapmayacaklardı.”
#
{72 ـ 73} فلما ذبحوها قلنا لهم اضربوا القتيل ببعضها، أي: بعضو منها إما بعضو معين أو أي عضو منها فليس في تعيينه فائدة؛ فضربوه ببعضها؛ فأحياه الله، وأخرج ما كانوا يكتمون؛ فأخبر بقاتله، وكان في إحيائه ـ وهم يشاهدون ـ ما يدل على إحياء الله الموتى، لعلكم تعقلون؛ فتنزجرون عن ما يضركم.
72-73. İsrailoğulları emrolundukları ineği kesince biz onlara; maktule ineğin bir parçası ile, yani onun bir organı ile vurun, dedik. Bu ya belirli bir organdı yahut da herhangi bir organdı. Bunun hangi organ olduğunun bir önemi yoktur. Onlar da ölüye ineğin bir parçası ile vurdular. Allah da onu diriltti ve böylelikle gizlemiş olduklarını açığa çıkarmış oldu. Zira ölü kendisini öldüreni haber verdi. Gözlerinin önünde ölünün diriltilmesi, Allah’ın ölüleri dirilteceğine kesin delildir. Yüce Allah “akledersiniz diye” bunu yaptı, yani akıl erdirirsiniz ve böylelikle size zararlı olacak şeylerden uzak kalırsınız.
#
{74} {ثم قست قلوبكم}؛ أي: اشتدت وغلظت فلم تؤثر فيها الموعظة {من بعد ذلك}؛ أي: من بعد ما أنعم الله عليكم بالنعم العظيمة وأراكم الآيات، ولم يكن ينبغي أن تقسو قلوبكم لأن ما شاهدتم مما يوجب رقة القلب وانقياده، ثم وصف قسوتها بأنها {كالحجارة} التي هي أشد قسوة من الحديد، لأن الحديد؛ والرصاص إذا أذيب في النار ذاب بخلاف الأحجار، وقوله: {أو أشد قسوة}؛ أي: أنها لا تقصر عن قساوة الأحجار، وليست «أو» بمعنى بل. ثم ذكر فضيلة الأحجار على قلوبهم فقال: {وإن من الحجارة لما يتفجر منه الأنهار وإن منها لما يشقق فيخرج منه الماء وإن منها لما يهبط من خشية الله}، فبهذه الأمور فَضَلَتْ قلوبَكم. ثم توعدهم تعالى أشد الوعيد فقال: {وما الله بغافل عمَّا تعملون}، بل هو عالم بها حافظ لصغيرها وكبيرها، وسيجازيكم على ذلك أتم الجزاء وأوفاه. واعلم أن كثيراً من المفسرين رحمهم الله قد أكثروا في حشو تفاسيرهم من قصص بني إسرائيل، ونزَّلوا عليها الآيات القرآنية، وجعلوها تفسيراً لكتاب الله، محتجين بقوله - صلى الله عليه وسلم -: «حدثوا عن بني إسرائيل ولا حرج». والذي أرى أنه وإن جاز نقل أحاديثهم على وجه تكون مفردة غير مقرونة ولا منزلة على كتاب الله، فإنه لا يجوز جعلها تفسيراً لكتاب الله قطعاً إذا لم تصح عن رسول الله - صلى الله عليه وسلم -، وذلك أن مرتبتها كما قال - صلى الله عليه وسلم -: «لا تصدقوا أهل الكتاب ولا تكذبوهم» ، فإذا كانت مرتبتها أن تكون مشكوكاً فيها، وكان من المعلوم بالضرورة من دين الإسلام أن القرآن يجب الإيمان به والقطع بألفاظه ومعانيه، فلا يجوز أن تجعل تلك القصص المنقولة بالروايات المجهولة التي يغلب على الظن كذبها، أو كذب أكثرها معاني لكتاب الله مقطوعاً بها، ولا يستريب بهذا أحد، ولكن بسبب الغفلة عن هذا حصل ما حصل، والله الموفق.
74. “Sonra bunun ardından yine kalpleriniz katılaştı” sertleşti, haşinleşti. Öğüt onlara etki etmez oldu. “Bunun ardından” yani “Yüce Allah size bunca büyük nimetleri ihsan ettikten ve bu kadar mucize ve belgeleri gösterdikten sonra” demektir. Oysa kalplerinizin katılaşmaması gerekirdi. Çünkü tanık olduğunuz bu olaylar kalplerin incelmesini ve itaatle boyun eğmesini gerektirirdi. Daha sonra Allah kalplerini “taş gibi” olmakla nitelendirdi. Taş demirden de daha katıdır. Çünkü demir ve kurşun taşın aksine ateşte eritilebilir. “veya daha da katıdır” buyruğu şu demektir: Yani kalplerinizin katılığı taşların katılığından (fazla olur) da eksik olmaz. Daha sonra Yüce Allah taşların, onların kalplerinden de üstün olduğunu belirterek şöyle buyurmaktadır: “Çünkü öyle taşlar var ki, içinden ırmaklar kaynar. Yine öyle taşlar var ki, yarılır da ondan su fışkırır ve öylesi de var ki Allah korkusundan yuvarlanır.” İşte bu özellikleri ile taşlar sizin kalplerinizden daha üstündür. Arkasından Allah onları en ağır şekilde tehdit ederek şöyle buyurmaktadır: “Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.” Aksine O, küçüğü ile büyüğü ile bütün amellerinizi tespit edendir, yaptıklarınızı bilendir. Ve bunların karşılığını tam ve eksiksiz bir şekilde size verecektir. [İsrailiyât İle İlgili Bir Değerlendirme:] Şu bilinmelidir ki, müfessirlerin birçoğu -Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun- tefsirlerini İsrailoğullarının kıssaları ile çokça doldurmuşlar, Kur’ân’ın âyetlerini onlara göre açıklamaya kalkışmışlar ve bu kıssaları Allah’ın Kitabı’nın tefsiri seviyesine çıkartmışlardır. Bunu yaparken de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in; “İsrailoğullarından nakilde bulunabilirsiniz, bunda bir mahzur yoktur.” buyruğunu delil göstermişlerdir. Bana göre onların sözlerini nakletmek caiz olsa bile bu, tek başına olmalı başka bir şeyle birlikte nakletmek şeklinde olmamalı ve onlar, Allah’ın Kitabı’nı açıklama sadedinde verilmemelidir. Çünkü bunların Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den geldikleri sahih olarak sabit olmadıkça, Allah’ın Kitab’ının kesin tefsiri olarak görülmeleri caiz olmaz. Bunların mertebesi Allah Rasûlü’nün de buyurduğu gibi şudur: “Kitap ehlini(n naklettikleri bilgileri) ne doğrulayın ne de yalanlayın!” Bunların mertebeleri şüpheli olduğuna ve “Kur’ân’a, onun lafız ve manaları ile birlikte kesin olarak iman etmek farzdır” hükmü İslâm dininin kat’i hükümlerinden olduğuna göre, tümünün yahut da çoğunun yalan olma ihtimali yüksek olan aslı meçhul rivâyetlerle nakledilen bu kıssaların, Allah’ın Kitab’ının kesin manaları olarak kabul edilmeleri caiz değildir. Bu konuda herhangi bir kimsenin şüphesi olamaz, fakat bu gerçekten gafil olunması sebebi ile olan olmuştur. Başarı Allah’tandır.
Ayet: 75 - 78 #
{أَفَتَطْمَعُونَ أَنْ يُؤْمِنُوا لَكُمْ وَقَدْ كَانَ فَرِيقٌ مِنْهُمْ يَسْمَعُونَ كَلَامَ اللَّهِ ثُمَّ يُحَرِّفُونَهُ مِنْ بَعْدِ مَا عَقَلُوهُ وَهُمْ يَعْلَمُونَ (75) وَإِذَا لَقُوا الَّذِينَ آمَنُوا قَالُوا آمَنَّا وَإِذَا خَلَا بَعْضُهُمْ إِلَى بَعْضٍ قَالُوا أَتُحَدِّثُونَهُمْ بِمَا فَتَحَ اللَّهُ عَلَيْكُمْ لِيُحَاجُّوكُمْ بِهِ عِنْدَ رَبِّكُمْ أَفَلَا تَعْقِلُونَ (76) أَوَلَا يَعْلَمُونَ أَنَّ اللَّهَ يَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَ (77) وَمِنْهُمْ أُمِّيُّونَ لَا يَعْلَمُونَ الْكِتَابَ إِلَّا أَمَانِيَّ وَإِنْ هُمْ إِلَّا يَظُنُّونَ (78)}.
75- Şimdi bunların size inanacaklarını mı ümit ediyorsunuz? Hâlbuki onlardan bir fırka vardı ki Allah’ın kelâmını işitirlerdi de onu anladıktan sonra bile bile tahrif ederlerdi. 76- İman edenler ile karşılaştıklarında “İman ettik” derler. Birbirleri ile baş başa kaldıklarında, “Allah’ın size açtığını, onu Rabb’inizin huzurunda size karşı delil getirsinler diye mi onlara haber veriyorsunuz, akıl erdiremiyor musunuz?!” derler. 77- Onlar bilmiyorlar mı ki Allah onların gizlediklerini de açığa vurduklarını bilmektedir? 78- Onların arasında ümmiler de vardır ki onlar, birtakım kuruntular dışında Kitab’ın ne olduğunu bilmezler ve yalnızca zanna uyarlar.
#
{75} هذا قطع لأطماع المؤمنين من إيمان أهل الكتاب؛ أي فلا تطمعوا في إيمانهم، وأخلاقهم لا تقتضي الطمع فيهم؛ فإنهم كانوا يحرفون كلام الله من بعد ما عقلوه وعلموه، فيضعون له معانيَ ما أرادها الله؛ ليوهموا الناس أنها من عند الله، وما هي من عند الله، فإذا كانت حالهم في كتابهم الذي يرونه شرفهم ودينهم يصدون به الناس عن سبيل الله، فكيف يرجى منهم إيمان لكم؟! فهذا من أبعد الأشياء.
75. “Şimdi bunların size inanacaklarını mı ümit ediyorsunuz?” Bu buyruk ile kitap ehlinin iman edeceklerinden yana mü’minlerin umutları kesilmektedir. Yani onların iman edeceklerini ummayın, çünkü onların sahip oldukları ahlâk onlardan yana ümitlenmeyi gerektirmemektedir. Çünkü onlar anlayıp öğrendikten sonra bile bile Allah’ın Kelam’ını tahrif ediyorlar ve ona Allah’ın murad etmediği manalar veriyorlardı. Böylelikle insanlara Allah tarafından gelmemiş bu manaların Allah tarafından gönderildiği izlenimi vermeye çalışıyorlardı. Kendileri için bir şeref ve dinlerinin kaynağı olarak gördükleri kitaplarına karşı tutumları bu olduğuna ve bu kitapla insanları Allah’ın yolundan alıkoyduklarına göre, onların size iman edecekleri nasıl umulabilir ki? Bu çok uzak bir ihtimaldir.
#
{76} ثم ذكر حال منافقي أهل الكتاب، فقال: {وإذا لقوا الذين آمنوا قالوا آمنا}، فأظهروا لهم الإيمان قولاً بألسنتهم ما ليس في قلوبهم، {وإذا خلا بعضهم إلى بعض}؛ فلم يكن عندهم أحد من غير أهل دينهم قال بعضهم لبعض: {أتحدثونهم بما فتح الله عليكم}؛ أي: أتظهرون لهم الإيمان وتخبرونهم أنكم مثلهم؟ فيكون ذلك حجة لهم عليكم، يقولون إنهم قد أقروا بأن ما نحن عليه حق وما هم عليه باطل، فيحتجون عليكم بذلك عند ربكم {أفلا تعقلون}؛ أي: أفلا يكون لكم عقل فتتركون ما هو حجة عليكم؟
76. Daha sonra Yüce Allah Kitap ehlinin münafıklarının halini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “İman edenler ile karşılaştıklarında: “İman ettik” derler” dilleri ile sözlü olarak -kalplerinde olmadığı halde- iman izhar ederler. “Birbirleri ile baş başa kaldıklarında” yanlarında kendi dindaşlarından başka hiçbir kimse olmadığında birbirlerine: “Allah’ın size açtığını, onu Rabb’inizin huzurunda size karşı delil getirsinler diye mi onlara haber veriyorsunuz?” Yani sizler iman izhar ediyor ve onlara sizin de onlar gibi olduğunuzu haber mi veriyorsunuz? Bu onların elinde sizin aleyhinizde bir delil olacaktı. Zira onlar: Ehli kitap bizim üzerinde olduğumuz yolun hak, kendi yollarının ise batıl olduğunu ikrar ettiler, derler ve bunu Rabbiniz katında aleyhinize delil getirirler. “Akıl erdiremiyor musunuz?” Yani siz aklınızı kullanıp aleyhinize delil olabilecek işi yapmaktan vazgeçmiyor musunuz? Bu onların birbirlerine söyledikleri sözlerdir.
#
{77} هذا يقوله بعضهم لبعض: {أو لا يعلمون أن الله يعلم ما يسرون وما يعلنون}، فهم وإن أسروا ما يعتقدونه فيما بينهم، وزعموا أنهم بإسرارهم لا يتطرق عليهم حجة للمؤمنين؛ فإن هذا غلط منهم وجهل كبير؛ فإن الله يعلم سرهم وعلنهم؛ فيظهر لعباده ما هم عليه.
77. “Onlar bilmiyorlar mı ki Allah onların gizlediklerini de açığa vurduklarını bilmektedir?” Onlar akidelerini kendi aralarında gizleseler ve bu gizlemeleri sayesinde mü’minler lehine ve kendi aleyhlerine bir delil oluşmayacağını zannetseler de bu onların bir hatası ve büyük cehaletleridir. Çünkü Allah subhanehu onların gizlediklerini de açığa vurduklarını da çok iyi bilir. Dolayısıyla da onların gerçek durumlarını kullarına açıkça gösterir.
#
{78} {ومنهم}؛ أي: من أهل الكتاب {أميون}؛ أي: عوام، وليسوا من أهل العلم {لا يعلمون الكتاب إلا أماني}؛ أي: ليس لهم حظ من كتاب الله إلا التلاوة فقط، وليس عندهم خبر بما عند الأولين الذين يعلمون حق المعرفة حالهم، وهؤلاء إنما معهم ظنون وتقاليد لأهل العلم منهم. فذكر في هذه الآيات علماءهم وعوامهم ومنافقيهم ومن لم ينافق منهم، فالعلماء منهم متمسكون بما هم عليه من الضلال، والعوام مقلدون لهم، لا بصيرة عندهم؛ فلا مطمع لكم في الطائفتين.
78. “Onların arasında” yani kitab ehlinin içinde “ümmiler de vardır ki” yani ilim ehlinden olmayan avam kimseler de vardır. “onlar birtakım kuruntular dışında Kitab’ın ne olduğunu bilmezler ve yalnızca zanna uyarlar.” Yani onlar, Allah’ın Kitab’ından onu okumanın dışında hiçbir nasibi olmayan ve kendilerinden öncekilerin -ki onlar kendi durumlarını hakkıyla biliyorlardı- yanında bulunanlardan haberleri olmayan kimselerdir. Bunların sahip oldukları, birtakım zanlardan ve aralarındaki ilim ehlini taklit etmekten ibarettir. Yüce Allah bu âyet-i kerimelerde onların ilim adamlarını, avamlarını, münafıklarını ve aralarından münafıklık etmeyen kimseleri de söz konusu etmektedir. Aralarından ilim adamları, üzerinde bulundukları sapıklığa sıkı sıkıya bağlıdırlar. Avam ise onları basiretsiz bir şekilde onları taklit ederler. Buna göre siz -ey müminler- her iki kesimden yana da ümit var olamazsınız.
Ayet: 79 #
{فَوَيْلٌ لِلَّذِينَ يَكْتُبُونَ الْكِتَابَ بِأَيْدِيهِمْ ثُمَّ يَقُولُونَ هَذَا مِنْ عِنْدِ اللَّهِ لِيَشْتَرُوا بِهِ ثَمَنًا قَلِيلًا فَوَيْلٌ لَهُمْ مِمَّا كَتَبَتْ أَيْدِيهِمْ وَوَيْلٌ لَهُمْ مِمَّا يَكْسِبُونَ (79)}.
79- Kendi elleri ile Kitab’ı yazıp da sonra az bir paha karşılığında onu satabilmek için “Bu Allah’ın katındandır” diyenlere veyl olsun! Veyl olsun ellerinin yazdıkları yüzünden onlara, veyl olsun kazandıkları yüzünden onlara!
#
{79} توعد تعالى المحرفين للكتاب الذين يقولون لتحريفهم وما يكتبون {هذا من عند الله}، وهذا فيه إظهار الباطل وكتم الحق، وإنما فعلوا ذلك مع علمهم، {ليشتروا به ثمناً قليلاً}، والدنيا كلها من أولها إلى آخرها ثمن قليل، فجعلوا باطلهم شَرَكاً يصطادون به ما في أيدي الناس. فظلموهم من وجهين: من جهة تلبيس دينهم عليهم، ومن جهة أخذ أموالهم بغير حق بل بأبطل الباطل، [وذلك] أعظم ممن يأخذها غصباً وسرقة ونحوهما، ولهذا توعدهم بهذين الأمرين، فقال: {فويل لهم مما كتبت أيديهم}؛ أي من التحريف والباطل {وويل لهم مما يكسبون}؛ من الأموال، والويل شدة العذاب والحسرة، وفي ضمنها الوعيد الشديد. قال شيخ الإسلام لما ذكر هذه الآيات من قوله: أفتطمعون إلى يكسبون: «فإن الله ذم الذين يحرفون الكلم عن مواضعه، وهو متناول لمن حمل الكتاب والسنة على ما أصَّلَه من البدع الباطلة، وذم الذين لا يعلمون الكتاب إلا أماني وهو متناول لمن ترك تدبر القرآن ولم يعلم إلا مجرد تلاوة حروفه، ومتناول لمن كتب كتاباً بيده مخالفاً لكتاب الله لينال به دنيا وقال: إنه من عند الله، مثل أن يقول: هذا هو الشرع والدين، وهذا معنى الكتاب والسنة، وهذا [معقول] السلف والأئمة، وهذا هو أصول الدين الذي يجب اعتقاده على الأعيان أو الكفاية، ومتناول لمن كتم ما عنده من الكتاب والسنة، لئلا يَحْتَجَّ به مخالفه في الحق الذي يقوله، وهذه الأمور كثيرة جداً في أهل الأهواء جملة، كالرافضة [والجهمية ونحوهم من أهل الأهواء والكلام، وفي أهل الأهواء] وتفصيلاً مثل كثير من المنتسبين إلى الفقهاء ... » انتهى.
79. Yüce Allah, Kitab’ı tahrif edip de bu tahriflerine ve tahrif edip yazdıklarına “Bu Allah katındandır” diyen kimseleri tehdit etmektedir. Çünkü onların bu yaptıklarında batılı ızhar, hakkı gizlemek vardır ve onlar bunu bilerek ve “az bir paha karşılığında onu satabilmek için” yapmışlardır. Dünya -başından sonuna kadar sahip olduğu bütün değerleri ile- az bir pahadır. Bunlar uydurdukları batılları, insanların elinde bulunanları avlayabilecekleri bir ağa dönüştürmüşlerdir. Böylelikle onlara iki türlü zulüm etmiş oldular: Bir taraftan dinlerini batıllar karıştırarak bozmuşlar, diğer taraftan da haksız yere aksine tamamen batıl bir yolla mallarını almışlardır ki bu, gasp yoluyla, hırsızlık yaparak veya buna benzer yollarla başkalarının malını almaktan çok daha büyük bir vebaldir. Bu iki tutumlarından dolayı Allah bu kimseleri tehdit ederek; “Veyl olsun ellerinin yazdıkları yüzünden onlara” yani yaptıkları tahrif ve batıldan dolayı ve “veyl olsun kazandıkları” mallar “yüzünden onlara!” “Veyl”, şiddetli azap ve pişmanlık demek olup, muhtevası içerisinde oldukça ağır tehdit de vardır. Şeyhu’l-İslâm (İbn Teymiyye) Yüce Allah'ın: “Şimdi bunların size inanacaklarını mı ümit ediyorsunuz?” (75. âyet)ten itibaren; “veyl olsun kazandıkları yüzünden onlara!” buyruğuna kadar olan ayetleri zikrettikten sonra şöyle demiştir: “Allah kelimeleri yerlerinden oynatan tahrifçileri yermektedir. Bu Kitab ve Sünneti aslı olmayan batıl bid’atlere göre yorumlayanları da içine almaktadır. Ayrıca Kitab’dan kuruntudan başka bir şey bilmeyenleri de yermektedir ki bu da Kur’ân’ı dikkatle düşünmeyi terk etmeyi ve harflerini okumanın dışında ondan hiçbir şey bilmemeyi de kapsar. Aynı şekilde bu, dünyalık elde etmek için Allah’ın Kitab’ına aykırı bir şey yazıp da “Bu, Allah’ın katındandır” diyen kimseleri de kapsamaktadır. Mesela (böyle bir şey yazıp da) “İşte Şeriat ve din budur, Kitab ve Sünnet’in ihtiva ettiği mana budur. Selefin ve imamların söyledikleri bunlardır. Gerek farz-ı ayn, gerekse kifaye yoluyla inanılması gereken dinin esasları bunlardır” demek böyledir. Yine bu âyetler kendisine muhalif olan kimse delil olarak kulanmasın diye sahip olduğu Kitab ve Sünnet bilgisini saklayanları da kapsar. Bu gibi hususlar genel olarak Rafızîler, Cehmiyye vb. gibi çeşitli bidat ve kelam ehli arasında, özel olarak da fukahaya mensup olan birçok kimse arasında çokça rastlanılan durumlardır.”
Ayet: 80 - 82 #
{وَقَالُوا لَنْ تَمَسَّنَا النَّارُ إِلَّا أَيَّامًا مَعْدُودَةً قُلْ أَتَّخَذْتُمْ عِنْدَ اللَّهِ عَهْدًا فَلَنْ يُخْلِفَ اللَّهُ عَهْدَهُ أَمْ تَقُولُونَ عَلَى اللَّهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ (80) بَلَى مَنْ كَسَبَ سَيِّئَةً وَأَحَاطَتْ بِهِ خَطِيئَتُهُ فَأُولَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ (81) وَالَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ أُولَئِكَ أَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ (82)}.
80- Onlar bir de “Sayılı bir kaç gün dışında bize asla ateş dokunmaz” dediler. De ki: “Buna dair Allah’tan bir ahit mi aldınız -ki eğer öyleyse Allah asla ahdinden dönmez- yoksa Allah’a karşı bilmediğiniz şeyler mi söylüyorsunuz?” 81- Hayır, kim bir kötülük işler ve günahı kendisini çepeçevre kuşatırsa, işte onlar cehennem ehlidir. Onlar orada ebedî kalacaklardır. 82- İman edip salih ameller işleyenlere gelince onlar da cennet ehlidir. Onlar orada ebedî kalacaklardır.
#
{80} ذكر أفعالهم القبيحة، ثم ذكر ـ مع هذا ـ أنهم يزكون أنفسهم، ويشهدون لها بالنجاة من عذاب الله والفوز بثوابه، وأنهم لن تمسهم النار إلا أياماً معدودة؛ أي قليلة تعد بالأصابع، فجمعوا بين الإساءة والأمن، ولما كان هذا مجرد دعوى رد تعالى عليهم؛ فقال: {قل}؛ لهم يا أيها الرسول، {أتخذتم عند الله عهداً}؛ أي: بالإيمان به وبرسله وبطاعته، فهذا الوعد الموجب لنجاة صاحبه الذي لا يتغير ولا يتبدل {أم تقولون على الله مالا تعلمون}؛ فأخبر تعالى أن صدق دعواهم متوقفة على أحد هذين الأمرين اللذين لا ثالث لهما. إما أن يكونوا قد اتخذوا عند الله عهداً؛ فتكون دعواهم صحيحة. وإما أن يكونوا متقولين عليه؛ فتكون كاذبة فيكون أبلغ لخزيهم وعذابهم، وقد عُلِم من حالهم أنهم لم يتخذوا عند الله عهداً لتكذيبهم كثيراً من الأنبياء حتى وصلت بهم الحال إلى أن قتلوا طائفة منهم، ولنكولهم عن طاعة الله ونقضهم المواثيق، فتعين بذلك أنهم متقولون مختلقون قائلون عليه ما لا يعلمون، والقول عليه بلا علم من أعظم المحرمات وأشنع القبيحات.
80. “Onlar bir de “Sayılı bir kaç gün dışında bize asla ateş dokunmaz” dediler” Yüce Allah önce onların çirkin işlerini söz konusu etmiş, daha sonra -buna rağmen- kendilerini övüp temize çıkardıklarını, Allah’ın azabından kurtulacaklarına ve onun mükâfatını elde edeceklerine dair kendileri lehlerine tanıklık ettiklerini ve “sayılı bir kaç gün” yani parmakla sayılabilecek kadar pek az günün dışında ateş azabının kendilerine dokunmayacağını söylediklerini, böylelikle hem kötülükleri hem de Allah’ın azabından yana kendilerini güvende hissetme yanlışını bir araya topladıklarını zikretmektedir. Bu, kuru bir iddiadan ibaret olduğundan dolayı Yüce Allah onları reddederek şöyle buyurmaktadır: Ey Peygamber, onlara “De ki: Buna dair Allah’tan bir ahit mi aldınız?” Yani Allah'a iman ettiniz, Peygamberine de iman ve itaat ettiniz de Allah ile aranızda bir ahit mi oluştu? Zira hiçbir şekilde değişmeyecek ve kişinin kurtuluşunu gerekli kılan ahit işte budur. “Yoksa Allah’a karşı bilmediğiniz şeyler mi söylüyorsunuz?” Yüce Allah bu buyruğu ile onların ileri sürdükleri bu iddianın doğru olmasının bir üçüncüsü bulunmayan bu iki şıktan birisine bağlı olduğunu haber vermektedir: Ya onlar Allah katında bir ahit almış olmalıdırlar ki o zaman bu iddiaları doğru olur yahut da Allah’a iftira etmektedirler ki o zaman bu iddiaları yalandır. Bu ise onların en ileri derecede rezil-rüsva olmalarını ve azaba uğratılmalarını gerektirir. Allah katında bir ahitlerinin olmadığı, durumlarının bilinmesi, pek çok Peygamberi yalanlamaları, hatta o Peygamberlerden bir kısmını öldürmeleri, Allah’a itaatten çıkmaları ve ahitlerini bozmaları ile açığa çıkmıştır. Böylece kaçınılmaz bir sonuç olarak onların Allah’a yalan uyduran, iftira düzen kimseler oldukları, Allah’a karşı bilmedikleri şeyleri söyledikleri meydana çıkmaktadır. O’nun hakkında bilgisizce bir şey söylemek ise haramların en büyüklerinden, çirkinliklerin en kötü olanlarındandır.
#
{81} {من كسب سيئة}؛ وهو نكرة في سياق الشرط؛ فيعم الشرك فما دونه، والمراد به الشرك، هنا بدليل قوله: {وأحاطت به خطيئته}؛ أي: أحاطت بعاملها فلم تدع له منفذاً، وهذا لا يكون إلا الشرك، فإن من معه الإيمان لا تحيط به خطيئته، {فأولئك أصحاب النار هم فيها خالدون}؛ وقد احتج بها الخوارج على كفر صاحب المعصية، وهي حجة عليهم كما ترى، فإنها ظاهرة في الشرك، وهكذا كل مُبْطِل يحتَجُّ بآية أو حديث صحيح على قوله الباطل؛ فلا بد أن يكون فيما احتج به حجة عليه.
81. Daha sonra Yüce Allah herkesi içine alan umumi bir hükmü zikretmektedir ki bu hükme İsrailoğulları da, başkaları da dahildir. O hüküm, helak olanların ve kurtulanların vasıflarına dair, kendisinden başka hiçbir hükmün olmadığı, bu konuda ortaya atılan kuruntuları ve iddiaları da geçersiz kılan bir hükümdür. Yüce Allah bu hükmü söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Hayır” yani durum sizin söz konusu ettiğiniz gibi değildir. Sizin bu sözünüzün gerçek bir değeri yoktur, ama “kim bir kötülük işler ve günahı kendisini çepeçevre kuşatırsa” Burada “سيئة / kötülük” kelimesi şart cümlesi içerisinde gelen nekire (belirtisiz) bir isim olduğundan dolayı, hem şirki, hem de şirkten aşağı bütün günahları kapsamına alır. Ancak buradaki kasıt, şirktir. Zira Yüce Allah’ın: “ve günahı kendisini çepeçevre kuşatırsa” buyruğu bunun delilidir. “Günahın çepeçevre kuşatması”ndan kasıt işleyenin, hiçbir çıkış ve kurtuluş bulamayacağı şekilde etrafını kuşatması demektir ki bu da ancak şirk olabilir. Çünkü iman sahibi olan kişiyi hiçbir günah çepeçevre kuşatamaz. “işte onlar cehennem ehlidir. Onlar orada ebedî kalacaklardır.” Hariciler bu âyeti büyük günah işleyenin kâfir olacağına delil göstermişlerdir. Görüldüğü gibi aslında bu, aleyhlerinde bir delildir. Çünkü âyetin şirk hakkında olduğu açıkça ortadadır. İşte herhangi bir âyeti yahut sahih bir hadisi kendi batıl görüşüne delil gösteren ve batıl peşinde olan her bir kişinin, delil diye gösterdiği o buyrukta aleyhine bir delil bulunması -burada da görüldüğü gibi- kaçınılmaz bir husustur.
#
{82} {والذين آمنوا}؛ بالله وملائكته وكتبه ورسله واليوم الآخر {وعملوا الصالحات}؛ ولا تكون الأعمال صالحة إلا بشرطين: أن تكون خالصة لوجه الله، متبعاً بها سنة رسوله. فحاصل هاتين الآيتين أن أهل النجاة والفوز أهل الإيمان والعمل الصالح، والهالكون أهل النار المشركون بالله الكافرون به.
82. Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve Âhiret Gününe “iman edip salih ameller işleyenlere gelince...” Amellerin salih olması ancak iki şartın bulunması ile mümkündür: Allah rızası için ihlâsla yapılmış olmaları ve Allah Rasûlü’nün Sünnetine tâbî olarak yapılmaları. Bu iki âyetin özü şudur: Kurtuluşa erenler ve umdukları mükâfaatı elde edecek olanlar iman ve salih amel işleyenlerdir. Helâk olacak ve Cehennem halkından olacaklar ise Allah’a şirk koşan, O’nu inkar edenlerdir.
Ayet: 83 #
{وَإِذْ أَخَذْنَا مِيثَاقَ بَنِي إِسْرَائِيلَ لَا تَعْبُدُونَ إِلَّا اللَّهَ وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَانًا وَذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَقُولُوا لِلنَّاسِ حُسْنًا وَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ وَآتُوا الزَّكَاةَ ثُمَّ تَوَلَّيْتُمْ إِلَّا قَلِيلًا مِنْكُمْ وَأَنْتُمْ مُعْرِضُونَ (83)}.
83- Hani İsrailoğullarından “Allah’tan başkasına ibadet etmeyeceksiniz, anneye babaya, akrabaya, yetimlere ve yoksullara iyilik yapacaksınız” diye söz almış ve “İnsanlara güzel söz söyleyin, namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin” (diye emretmiştik). Sonra içinizden pek azınız hariç (sözünüzden) dönüp büsbütün yüz çevirdiniz.
#
{83} فهذه الشرائع من أصول الدين التي أمر الله بها في كل شريعة لاشتمالها على المصالح العامة في كل زمان ومكان؛ فلا يدخلها نسخ، كأصل الدين، ولهذا أمرنا الله بها في قوله: {واعبدوا الله ولا تشركوا به شيئاً}؛ إلى آخر الآية. فقوله: {وإذ أخذنا ميثاق بني إسرائيل}؛ هذا من قسوتهم أن كل أمر أمروا به استعصوا، فلا يقبلونه إلا بالأيمان الغليظة والعهود الموَثَّقة {لا تعبدون إلا الله}؛ هذا أمر بعبادة الله وحده ونهي عن الشرك به، وهذا أصل الدين فلا تقبل الأعمال كلها إن لم يكن هذا أساسها، فهذا حق الله تعالى على عباده، ثم قال: {وبالوالدين إحساناً}؛ أي أحسنوا بالوالدين إحساناً، وهذا يعم كل إحسان قولي وفعلي مما هو إحسان إليهم، وفيه النهي عن الإساءة إلى الوالدين أو عدم الإحسان والإساءة؛ لأن الواجب الإحسان، والأمر بالشيء نهي عن ضده، وللإحسان ضدان: الإساءة وهي أعظم جرماً، وترك الإحسان بدون إساءة وهذا محرم لكن لا يجب أن يلحق بالأول. وكذا يقال في صلة الأقارب واليتامى والمساكين، وتفاصيل الإحسان لا تنحصر بالعد بل تكون بالحد كما تقدم. ثم أمر بالإحسان إلى الناس عموماً فقال: {وقولوا للناس حسناً}؛ ومن القول الحسن أمرهم بالمعروف ونهيهم عن المنكر وتعليمهم العلم وبذل السلام والبشاشة وغير ذلك من كل كلام طيب، ولما كان الإنسان لا يسع الناس بماله أُمر بأمر يقدر به على الإحسان إلى كل مخلوق وهو الإحسان بالقول، فيكون في ضمن ذلك النهي عن الكلام القبيح للناس حتى للكفار، ولهذا قال تعالى: {ولا تجادلوا أهل الكتاب إلا بالتي هي أحسن}؛ ومن أدب الإنسان الذي أدب الله به عباده أن يكون الإنسان نزيهاً في أقواله وأفعاله، غير فاحش ولا بذيء ولا شاتم ولا مخاصم، بل يكون حسن الخلق واسع الحلم، مجاملاً لكلِّ أحد، صبوراً على ما يناله من أذى الخلق امتثالاً لأمر الله ورجاءً لثوابه. ثم أمرهم بإقامة الصلاة وإيتاء الزكاة لما تقدم أن الصلاة متضمنة للإخلاص للمعبود، والزكاة متضمنة للإحسان إلى العبيد، ثم بعد هذا الأمر لكم بهذه الأوامر الحسنة التي إذا نظر إليها البصير العاقل، عرف أن من إحسان الله على عباده أن أمرهم بها وتفضل بها، عليهم وأخذ المواثيق عليكم {توليتم}؛ على وجه الإعراض؛ لأن المتولي قد يتولى وله نية رجوع إلى ما تولى عنه، وهؤلاء ليس لهم رغبة ولا رجوع في هذه الأوامر، فنعوذ بالله من الخذلان. وقوله: {إلا قليلاً منكم}؛ هذا استثناء؛ لئلا يوهم أنهم تولوا كلهم، فأخبر أن قليلاً منهم عصمهم الله وثبتهم.
83. İşte bunlar Yüce Allah’ın bütün şeriatlarda emrettiği dinin esasları arasındadır. Çünkü bunlar her zaman ve her mekânda genel maslahatları kapsayan hükümlerdir. Bu bakımdan dinin aslı (itikadî hükümleri) gibi bunlar hakkında da nesih söz konusu olmaz. Bundan dolayı Yüce Allah: “Hiç bir şeyi ortak tutmadan (yalnız) Allah’a ibadet edin...” (en-Nisa, 4/36) buyruğunda ve devamında bize de aynı şeyleri emretmektedir. “Hani İsrailoğullarından… söz almıştık” İşte bu onların katılıkları yüzündendir. Onlara her bir emir verildiğinde isyana kalkıştılar. Ancak ağır ahitler ve pekiştirilmiş sözler alındıktan sonra onu kabule yanaşıyorlardı. “Allah’tan başkasına ibadet etmeyeceksiniz!” Bu, yalnızca Allah’a ibadet etmeyi emretmekte ve O’na ortak koşmayı yasaklamaktadır. İşte bu, dinin aslıdır. Eğer bu temele bağlı olarak yapılmayacak olursa, hiç bir iyi amel kabul olmaz. Zira bu, Allah’ın kulları üzerindeki bir hakkıdır. Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “anneye babaya, akrabaya, yetimlere ve yoksullara iyilik yapacaksınız.” Yani anneye babaya güzel bir şekilde davranın, iyilik edin. Bu buyruk gerek sözlü gerekse fiili her türlü iyi davranışı kapsamaktadır. Ayrıca anne babaya kötülük yapmayı veya onlara iyilikte bulunmayı terk ederek kötülük yapmayı da yasaklamaktadır. Çünkü farz olan, onlara iyilik yapmaktır, bir şeyin emredilmesi ise onun zıddı olan şeylerin yasaklanması demektir. İyiliğin zıddı ise iki şeydir: Birincisi kötülük yapmaktır ki bu daha büyük bir günahtır. İkincisi ise kötülük yapmaksızın onlara iyilik yapmayı terk etmektir. Bu da haramdır, ancak birinci türle aynı kabul edilmemesi gerekir. Aynı şekilde akraba, yetimler ve yoksulların gözetilmesi, onlara iyilik yapılması hakkında da bu söylediklerimiz aynen söz konusudur. İyiliğin ayrıntılı şekilde sayılıp dökülmesi mümkün değildir. Bu yüzden iyilik ancak -az önce geçtiği gibi- tarif edilebilir. Daha sonra Yüce Allah genel olarak bütün insanlara iyilikte bulunmayı emrederek: “İnsanlara güzel söyleyin” diye buyurmaktadır. İnsanlara güzel söylemenin kapsamına iyiliği emredip kötülükten alıkoymak, ilim öğretmek, selamlaşmayı yaygınlaştırmak, tatlı dillilik ve buna benzer her türlü hoş söz girer. İnsan malıyla bütün insanları gözetemeyeceğinden dolayı ona her bir yaratılmışa iyilik yapmaya güç yetirebileceği bir emir verilmiştir. Bu da sözlü olarak iyilik yapmaktır. İnsanlara -hatta kâfirlere dahi- kötü söz söylemenin yasak kılınması da bunun kapsamına girmektedir. Bundan dolayı Yüce Allah: “Aralarından zulmedenler müstesna olmak üzere Kitab ehli ile ancak en güzel yolla mücadele edin” (el-Ankebut, 29/46) diye buyurmaktadır. Yüce Allah’ın kullarından sahip olmalarını istediği âdâb arasında söz ve fiillerde nezih olmak, çirkin ve seviyesiz sözler söylememek, sövmekten ve anlamsız tartışmalarda bulunmaktan kaçınmak da vardır. Bunun yerine insan güzel ahlak sahibi, yumuşak huylu, herkesle güzel geçinen, insanların kendisine verebilecekleri eziyetlere karşı sabreden ve bütün bunları Allah’ın emrine uymak ve onun mükâfatını elde etmek üzere yapan bir kimse olmalıdır. Daha sonra Yüce Allah İsrailoğullarına namaz kılmalarını ve zekât vermelerini emretmektedir. Çünkü önceden de geçtiği üzere namaz, mabud olan Allah’a ihlâsla ibadeti, zekât da Allah’ın kullarına iyilikte bulunmayı içerir. Aklı başında basiret sahibi bir kimse bu güzel emirler hakkında ibretle düşünecek olursa, bunların Allah’ın kullarına ihsanının bir parçası olduğunu anlar. Allah’ın bu emirleri onlara vermekle onlara lütufta bulunduğunu kavrar. İşte Allah sizlere bu emirleri verdikten ve sizden birtakım ahitler aldıktan sonra “Sonra içinizden pek azınız hariç (sözünüzden) dönüp büsbütün yüz çevirdiniz.” Ve bu yüz çevirmeniz bir daha dönmemek üzere olmuştu. Çünkü bir kimse yüz çevirdiği şeye sonradan dönmek niyeti ile de yüz çevirebilir. Bunların ise tekrar bu emirlere geri dönme arzuları yoktu. Allah’ın tevfikinden mahrum kalmaktan Allah’a sığınırız. Yüce Allah’ın: “pek azınız hariç” buyruğu bir istisnadır ki, onların hepsinin yüz çevirdikleri kanaati doğmasın. Böylelikle Yüce Allah az bir bölümünü Allah’ın sözlerinden dönmekten koruduğunu ve onlara sebat vermiş olduğunu haber vermektedir.
Ayet: 84 - 86 #
{وَإِذْ أَخَذْنَا مِيثَاقَكُمْ لَا تَسْفِكُونَ دِمَاءَكُمْ وَلَا تُخْرِجُونَ أَنْفُسَكُمْ مِنْ دِيَارِكُمْ ثُمَّ أَقْرَرْتُمْ وَأَنْتُمْ تَشْهَدُونَ (84) ثُمَّ أَنْتُمْ هَؤُلَاءِ تَقْتُلُونَ أَنْفُسَكُمْ وَتُخْرِجُونَ فَرِيقًا مِنْكُمْ مِنْ دِيَارِهِمْ تَظَاهَرُونَ عَلَيْهِمْ بِالْإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَإِنْ يَأْتُوكُمْ أُسَارَى تُفَادُوهُمْ وَهُوَ مُحَرَّمٌ عَلَيْكُمْ إِخْرَاجُهُمْ أَفَتُؤْمِنُونَ بِبَعْضِ الْكِتَابِ وَتَكْفُرُونَ بِبَعْضٍ فَمَا جَزَاءُ مَنْ يَفْعَلُ ذَلِكَ مِنْكُمْ إِلَّا خِزْيٌ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ يُرَدُّونَ إِلَى أَشَدِّ الْعَذَابِ وَمَا اللَّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ (85) أُولَئِكَ الَّذِينَ اشْتَرَوُا الْحَيَاةَ الدُّنْيَا بِالْآخِرَةِ فَلَا يُخَفَّفُ عَنْهُمُ الْعَذَابُ وَلَا هُمْ يُنْصَرُونَ (86)}.
84- Hani yine sizden: “Birbirinizin kanını dökmeyeceksiniz ve birbirinizi yurtlarınızdan çıkarmayacaksınız.” diye söz almıştık. Sonra siz bunu kabul etmiştiniz ve (verdiğiniz söze) şahit de olmuştunuz. 85- Sonra işte sizler, (hala) birbirinizi öldürüyor, içinizden bir kesimi yurtlarından çıkarıyor ve onlara karşı günah ve düşmanlıkla birleşip yardımlaşıyorsunuz. Eğer size esir olarak gelirlerse fidye verip onları kurtarıyorsunuz. Hâlbuki onların (yurtlarından) çıkarılması size haram kılınmıştır. Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıyorsunuz da bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? İçinizden böyle yapanların cezası dünyada zilletten başka bir şey değildir. Kıyamet gününde ise böyleleri azabın en şiddetlisine itilirler. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir. 86- Onlar âhiret karşılığında dünya hayatını satın almış kimselerdir. Onun için azapları hafifletilmez ve onlara yardım da edilmez
#
{84 ـ 85} وهذا الفعل المذكور في هذه الآية فعل للذين كانوا في زمن الوحي بالمدينة، وذلك أن الأوس والخزرج ـ وهم الأنصار ـ كانوا قبل مبعث النبي - صلى الله عليه وسلم - مشركين، وكانوا يقتتلون على عادة الجاهلية، فنزلت عليهم الفرق الثلاث من فرق اليهود: بنو قريظة، وبنو النضير، وبنو قينقاع، فكل فرقة منهم حالفت فرقة من أهل المدينة، فكانوا إذا اقتتلوا أعان اليهودي حليفه على مقاتليه الذين يُعِينونهم الفرقة الأخرى من اليهود، فيقتل اليهوديُ اليهوديَ، ويخرجه من دياره إذا حصل جلاء ونهب، ثم إذا وضعت الحرب أوزارها، وكان قد حصل أسارى بين الطائفتين فدى بعضهم بعضاً، والأمور الثلاثة كلها قد فرضت عليهم: ففرض عليهم أن لا يسفك بعضهم دم بعض، ولا يخرج بعضهم بعضاً، وإذا وجدوا أسيراً منهم وجب عليهم فداؤه، فعملوا بالأخير وتركوا الأولين، فأنكر الله عليهم ذلك فقال: {أفتؤمنون ببعض الكتاب}؛ وهو فداء الأسير {وتكفرون ببعض}؛ وهو القتل والإخراج، وفيها دليل على أن الإيمان يقتضي فعل الأوامر واجتناب النواهي، وأن المأمورات من الإيمان. قال تعالى: {فما جزاء من يفعل ذلك منكم إلا خزي في الحياة الدنيا}؛ وقد وقع ذلك فأخزاهم الله، وسلط رسوله عليهم فقتل من قتل، وسبى من سبى منهم، وأجلى من أجلى، {ويوم القيامة يردون إلى أشد العذاب}؛ أي: أعظمه، {وما الله بغافل عما تعملون}؛ ثم أخبر تعالى عن السبب الذي أوجب لهم الكفر ببعض الكتاب والإيمان ببعضه، فقال:
84-85. Bu ayetlerde sözü geçen tutum, Medine’de vahyin indirildiği dönemde bulunanların tutumudur. Şöyle ki Ensar’ı oluşturan Evs ile Hazreçliler, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in peygamber olarak gönderilmesinden önce müşrik idiler ve cahiliye âdeti üzere birbirleri ile çarpışıyorlardı. İşte bu halde oldukları sırada Kurayza oğulları, Nadir oğulları ve Kaynuka oğulları diye bilinen üç yahudi grubu gelip onların bulundukları bölgeye yerleştiler. Ve onların her bir kesimi Medinelilerden bir kesimle antlaştılar. Birbirleri ile savaşacak olurlarsa yahudiler de o Araplarla savaşan kendi antlaşmalılarına, diğer Araplara karşı yardımcı oluyorlardı. Karşı taraftaki Araplara da bir başka yahudi kesimi yardımcı oluyordu. Böylelikle bir yahudi diğer bir yahudiyi öldürebiliyor ve herhangi bir sürgün ve talan söz konusu olduğu takdirde onu yurdundan çıkarabiliyordu. Daha sonra savaş sona erdiğinde eğer iki kesim arasında birtakım kimseler esir düşmüş ise fidye vererek biri diğerini esaretten kurtarıyordu. Hâlbuki şu üç husus onlara emredilmiş ve farz kılınmıştı: Biri diğerinin kanını dökmeyecekti, biri diğerini yurdundan çıkarmayacaktı ve onlardan birisinin esir olduğu görülecek olursa fidye vererek onu kurtaracaklardır. Onlar son emri yerine getirdiler. İlk iki emri ise terk ettiler. İşte Yüce Allah bu hususa işaret ederek ve onların bu yaptıklarını reddederek şöyle buyurmaktadır: “Yoksa siz Kitab’ın bir kısmına inanıyorsunuz da” bu fidye vererek esirleri kurtarmaktır; “bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz?” Bu da (dindaşlarını) öldürmeleri ve yurtlarından çıkarmalarıdır. Bu buyrukta imanın verilen emirleri yerine getirmeyi, yasaklardan da kaçınmayı gerektirdiğine ve emir olarak verilen buyrukların imandan olduğuna dair delil vardır. Daha sonra Yüce Allah bu şekilde davrananlar hakkında şöyle buyurmaktadır: “İçinizden böyle yapanların cezası dünya hayatında zilletten başka bir şey değildir.” Nitekim bu gerçekleşmiş ve Yüce Allah onları hor ve hakir düşürmüş, Rasûlü’nü onlara galip getirmiş, O da kimilerini öldürmüş, kimilerini esir etmiş, kimilerini de yurtlarından sürgüne göndermiştir. “Kıyamet gününde ise böyleleri azabın en şiddetlisine” en büyüğüne “itilirler. Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.” Daha sonra Yüce Allah onların Kitab’ın bir bölümünü inkar edip bir bölümüne iman etmelerine sebep olan şeyi şöylece haber vermektedir:
#
{86} {أولئك الذين اشتروا الحياة الدنيا بالآخرة}؛ توهموا أنهم إن لم يعينوا حلفاءهم حصل لهم عار فاختاروا النار على العار، فلهذا قال: {فلا يخفف عنهم العذاب}؛ بل هو باقٍ على شدته، ولا يحصل لهم راحة بوقت من الأوقات {ولا هم ينصرون}؛ أي: يدفع عنهم مكروه.
86. “Onlar âhiret karşılığında dünya hayatını satın almış kimselerdir.” Yani onlar antlaşmalıları olan (Arap kabilelerine) yardım etmeyecek olurlarsa, bunun kendileri için utanılacak bir iş olacağını vehmettiler ve o bakımdan ateşe girmeyi utanmaya tercih ettiler. Bundan dolayı da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Onun için azapları hafifletilmez” Aksine azapları ağırlık ve şiddeti ile devam edecek ve hiçbir vakit rahat yüzü göremeyecekler. “Onlara yardım da edilmez.” Hoşlarına gitmeyen hiçbir şey kaldırılmaz, bertaraf edilmez.
Ayet: 87 #
{وَلَقَدْ آتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ وَقَفَّيْنَا مِنْ بَعْدِهِ بِالرُّسُلِ وَآتَيْنَا عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ وَأَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِ أَفَكُلَّمَا جَاءَكُمْ رَسُولٌ بِمَا لَا تَهْوَى أَنْفُسُكُمُ اسْتَكْبَرْتُمْ فَفَرِيقًا كَذَّبْتُمْ وَفَرِيقًا تَقْتُلُونَ (87)}.
87- Andolsun ki biz Mûsâ’ya Kitab’ı verdik ve onun arkasından birbiri ardınca peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsa’ya da apaçık deliller verdik. Onu Ruhu’l-Kudüs ile destekledik. Demek, size ne zaman bir Peygamber nefislerinizin hevasına uymayan bir şey getirirse büyüklenecek, kimini yalanlayacak, kimini de öldüreceksiniz ha!
#
{87} يمتنُّ تعالى على بني إسرائيل أن أرسل إليهم كليمه موسى وآتاه التوراة، ثم تابع من بعده بالرسل الذين يحكمون بالتوراة، إلى أن ختم أنبياءهم بعيسى [بن مريم] عليه السلام وآتاه من الآيات البينات ما يؤمن على مثله البشر {وأيدناه بروح القدس}؛ أي: قواه الله بروح القدس، قال أكثر المفسرين إنه جبريل عليه السلام، وقيل إنه الإيمان الذي يؤيد الله به عباده، ثم مع هذه النعم التي لا يُقدَر قدرُها لمَّا أتوكم {بما لا تهوى أنفسكم استكبرتم}؛ عن الإيمان بهم، {ففريقاً}؛ منهم، {كذبتم وفريقاً تقتلون}؛ فقدمتم الهوى على الهدى وآثرتم الدنيا على الآخرة، وفيها من التوبيخ والتشديد ما لا يخفى.
87. Yüce Allah, İsrailoğullarına kendisiyle konuştuğu Mûsâ’yı Peygamber olarak göndermesi, O’na Tevrat’ı vermesi, daha sonra da son peygamberleri Meryem oğlu İsa aleyhisselam’a gelinceye kadar Tevrat ile hüküm veren peygamberleri ardı ardınca göndermesi şeklindeki lütfunu hatırlatmaktadır. Yine İsa’ya, insanların, benzerlerini görmesi halinde iman etmelerini sağlayacak apaçık belgeler ve mucizeler verdiğini de hatırlatmakta ve ayrıca: “O’nu Rûhu’l-Kudüs ile destekledik” diye buyurmaktadır. Yani Allah O’nu Rûhu’l-Kudüs ile daha bir güçlendirmişti. Müfessirlerin çoğunun dediklerine göre Rûhu’l-Kudüs’ten kasıt Cebrail aleyhisselam’dır. Rûhu’l-Kudüs’ün, Allah’ın, kullarını kendisi ile desteklediği iman olduğu da söylenmiştir. Buna rağmen değeri ölçülemeyecek kadar olan onca nimetleri getiren Peygamberler size “nefislerinizin hevasına uymayan bir şey getirirse” onlara iman etmekten “büyüklenecek” onların “kimini yalanlayacak, kimini de öldüreceksiniz ha!” Böylelikle siz hevanıza uymayı hidâyete uymanın önüne geçirdiniz. Dünyayı âhirete tercih ettiniz. Bu buyruk açıkça görüldüğü gibi büyük bir azar içermekte ve yaptıklarının çok ağır olduğunu ifade etmektedir.
Ayet: 88 #
{وَقَالُوا قُلُوبُنَا غُلْفٌ بَلْ لَعَنَهُمُ اللَّهُ بِكُفْرِهِمْ فَقَلِيلًا مَا يُؤْمِنُونَ (88)}.
88- Bir de “Kalplerimiz kılıflıdır” dediler. Öyle değil, Allah küfürleri yüzünden onlara lânet etmiştir. Artık onlar pek az iman ederler.
#
{88} أي: اعتذروا عن الإيمان لما دعوتهم إليه يا أيها الرسول بأن قلوبهم غلف أي عليها غلاف وأغطية فلا تفقه ما تقول، يعني فيكون لهم ـ بزعمهم ـ عذر لعدم العلم، وهذا كذب منهم، فلهذا قال تعالى: {بل لعنهم الله بكفرهم}؛ أي: أنهم مطرودون ملعونون بسبب كفرهم؛ فقليلاً المؤمن منهم، أو قليلاً إيمانهم، وكفرهم هو الكثير.
88. Yani ey Rasûlüm sen kendilerini imana davet ettiğinde kalplerinin örtülü, kılıflı olduğunu ileri sürerek mazeret beyan ettiler. Yani kılıflar ve örtüler içerisinde bulunduğundan, senin söylediklerini anlamıyorlarmış; bu da iddialarına göre bilgi sahibi olmadıklarından ötürü kendileri için mazeret teşkil ediyormuş. Ancak bu, onların söyledikleri bir yalandır. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Öyle değil! Allah küfürleri yüzünden onlara lânet etmiştir.” Yani küfürleri sebebi ile Allah’ın rahmetinden kovulmuş, lanete uğramışlardır. Onlardan iman edenler pek azdır. Yahut da onların imanları az, küfürleri çok daha fazladır.
Ayet: 89 - 90 #
{وَلَمَّا جَاءَهُمْ كِتَابٌ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ مُصَدِّقٌ لِمَا مَعَهُمْ وَكَانُوا مِنْ قَبْلُ يَسْتَفْتِحُونَ عَلَى الَّذِينَ كَفَرُوا فَلَمَّا جَاءَهُمْ مَا عَرَفُوا كَفَرُوا بِهِ فَلَعْنَةُ اللَّهِ عَلَى الْكَافِرِينَ (89) بِئْسَمَا اشْتَرَوْا بِهِ أَنْفُسَهُمْ أَنْ يَكْفُرُوا بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ بَغْيًا أَنْ يُنَزِّلَ اللَّهُ مِنْ فَضْلِهِ عَلَى مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ فَبَاءُوا بِغَضَبٍ عَلَى غَضَبٍ وَلِلْكَافِرِينَ عَذَابٌ مُهِينٌ (90)}.
89- Yanlarındakini doğrulamak üzere onlara Allah tarafından bir Kitap gelince -ki önceden kâfirlere karşı yardım isteyip duruyorlardı- işte o tanıdıkları kendilerine gelince onu inkâr ettiler. Allah’ın lâneti kâfirler üzerine olsun! 90- Allah’ın kullarından dilediği kimseye kendi lütfundan indirmesini kıskanarak Allah’ın indirdiklerini inkâr etmek karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür! Böylece gazap üstüne gazaba uğradılar. Kâfirler için küçük düşürücü bir azap vardır.
#
{89 ـ 90} أي: {ولما جاءهم [كتابٌ]} من عند الله على يد أفضل الخلق وخاتم الأنبياء، المشتمل على تصديق ما معهم من التوراة، وقد علموا به، وتيقنوه على أنهم إذا كان وقع بينهم وبين المشركين في الجاهلية حروب استنصروا بهذا النبي وتوعدوهم بخروجه، وأنهم يقاتلون المشركين معه، فلما جاءهم هذا الكتاب والنبي الذي عرفوا؛ كفروا به بغياً وحسداً أن ينزل الله من فضله على من يشاء من عباده، فلعنهم الله وغضب عليهم غضباً بعد غضب؛ لكثرة كفرهم وتوالي شكهم وشركهم، ولهم في الآخرة عذاب مهين أي مؤلم موجع، وهو صلْيُ الجحيم وفوت النعيم المقيم، فبئس الحال حالهم، وبئس ما استعاضوا واستبدلوا من الإيمان بالله وكتبه ورسله، الكفر به وبكتبه وبرسله مع علمهم وتيقنهم، فيكون أعظمَ لعذابهم.
89-90. “Yanlarındakini doğrulamak üzere onlara Allah tarafından bir Kitap gelince” Yani kendilerinin önceden bilip tanıdıkları, o yaratılmışların en faziletlisi ve peygamberlerin sonuncusu vasıtası ile gelen ve Tevrat’tan yanlarında bulunanı tasdik eden Kitab’ı onlar iyi bilmekte ve şeksiz şüphesiz tanımakta idiler. Hatta müşrikler ile kendi aralarında cahiliye döneminde meydana gelen savaşlarda o Peygamber ile yardıma kavuşacaklarına inanmakta, müşrikleri O’nun gelişi ile ve onunla birlikte savaşacaklarını söyleyerek korkutmakta idiler. O tanıdıkları Nebi ve Kitap gelince inkar ettiler. Bu küfürlerinin sebebi ise Allah’ın kulları arasından dilediği kimselere ihsanını indirmesini kıskanmaları ve taşkınlıkları idi. Bunun üzerine Allah onlara lânet etti ve küfürlerinin çokluğu, şüphe ve şirklerinin ardı arkasına gelmesi sebebi ile onlara gazap üstüne gazap etti. “Kâfirler için küçük düşürücü bir azap vardır.” Yani can yakıcı, ızdırap verici bir azap vardır. Bu da cehennem ateşini boylamak ve ebedi nimetlerden mahrum kalmaktır. Onların bu halleri ne kötüdür! Allah’a, kitaplarına, Peygamberlerine imanı bırakıp O’na, kitaplarına ve Peygamberlerine küfr etmeleri, onu bilmelerine ve doğruluğuna inanmalarına rağmen böyle bir değiş-tokuşa girmeleri ne kadar kötüdür! O nedenle bu, onların azaplarının daha da büyük olmasına sebeptir.
Ayet: 91 - 93 #
{وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ آمِنُوا بِمَا أَنْزَلَ اللَّهُ قَالُوا نُؤْمِنُ بِمَا أُنْزِلَ عَلَيْنَا وَيَكْفُرُونَ بِمَا وَرَاءَهُ وَهُوَ الْحَقُّ مُصَدِّقًا لِمَا مَعَهُمْ قُلْ فَلِمَ تَقْتُلُونَ أَنْبِيَاءَ اللَّهِ مِنْ قَبْلُ إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ (91) وَلَقَدْ جَاءَكُمْ مُوسَى بِالْبَيِّنَاتِ ثُمَّ اتَّخَذْتُمُ الْعِجْلَ مِنْ بَعْدِهِ وَأَنْتُمْ ظَالِمُونَ (92) وَإِذْ أَخَذْنَا مِيثَاقَكُمْ وَرَفَعْنَا فَوْقَكُمُ الطُّورَ خُذُوا مَا آتَيْنَاكُمْ بِقُوَّةٍ وَاسْمَعُوا قَالُوا سَمِعْنَا وَعَصَيْنَا وَأُشْرِبُوا فِي قُلُوبِهِمُ الْعِجْلَ بِكُفْرِهِمْ قُلْ بِئْسَمَا يَأْمُرُكُمْ بِهِ إِيمَانُكُمْ إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ (93)}.
91- Onlara; “Allah’ın indirdiğine iman edin” denildiği zaman; “Biz, bize indirilene iman ederiz” derler de ondan ötesini inkâr ederler. Hâlbuki o, beraberlerinde bulunanı doğrulayan hakkın tâ kendisidir. De ki: Madem iman ediyordunuz da niçin daha önce Allah’ın Peygamberlerini öldürüyordunuz?” 92- Andolsun Mûsâ size apaçık belgelerle gelmişti de siz onun ardından (açıkça) zulme saparak buzağıyı (ilah) edindiniz. 93- Hani sizden bir söz almış ve Tur’u üstünüze kaldırıp; “Size verdiğimiz (Kitabı) kuvvetle tutun ve dinleyin” demiştik. Onlar ise “Dinledik, isyan ettik” demişlerdi. Küfürleri yüzünden buzağı (sevgisi) kalplerine içirildi. De ki: “Eğer mümin iseniz, imanınız size ne çirkin şeyler emrediyor!”
#
{91} أي: وإذا أُمِر اليهود بالإيمان بما أنزل الله على رسوله وهو القرآن استكبروا وعتوا و {قالوا نؤمن بما أنزل علينا ويكفرون بما وراءه}؛ أي: بما سواه من الكتب، مع أن الواجب أن يؤمنوا بما أنزل الله مطلقاً سواء أنزل عليهم أو على غيرهم، وهذا هو الإيمان النافع، الإيمان بما أنزل الله على جميع رسل [الله]، وأما التفريق بين الرسل والكتب وزعم الإيمان ببعضها دون بعض فهذا ليس بإيمان بل هو الكفر بعينه، ولهذا قال تعالى: {إن الذين يكفرون بالله ورسله ويريدون أن يفرقوا بين الله ورسله ويقولون نؤمن ببعض ونكفر ببعض ويريدون أن يتخذوا بين ذلك سبيلا أولئك هم الكافرون حقًّا}؛ ولهذا رد عليهم تبارك وتعالى هنا ردًّا شافياً وألزمهم إلزاماً لا محيد لهم عنه فرد عليهم بكفرهم بالقرآن بأمرين فقال: {وهو الحق}؛ فإذا كان هو الحق في جميع ما اشتمل عليه من الإخبارات والأوامر والنواهي وهو من عند ربهم؛ فالكفر به بعد ذلك كفر بالله وكفر بالحق الذي أنزله. ثم قال: {مصدقاً لما معهم}؛ أي: موافقاً له في كلِّ ما دل عليه من الحق ومهيمناً عليه، فَلِمَ تؤمنون بما أنزل عليكم وتكفرون بنظيره، هل هذا إلا تعصب واتباع للهوى لا للهدى؟ وأيضاً فإن كون القرآن مصدقاً لما معهم يقتضي أنه حجة لهم على صدق ما في أيديهم من الكتب، فلا سبيل لهم إلى إثباتها إلا به، فإذا كفروا به وجحدوه صاروا بمنزلة من ادعى دعوى بحجة وبينة ليس له غيرها، ولا تتم دعواه إلا بسلامة بينته، ثم يأتي هو لبينته وحجته فيقدح فيها ويكذب بها، أليس هذا من الحماقة والجنون؟ فكان كفرهم بالقرآن كفراً بما في أيديهم ونقضاً له. ثم نقض عليهم تعالى دعواهم الإيمان بما أنزل إليهم بقوله: {قل}؛ لهم {فَلِمَ تقتلون أنبياء الله من قبل إن كنتم مؤمنين}.
91. “Onlara; “Allah’ın indirdiğine iman edin” denildiği zaman” Yani yahudilere Allah’ın Peygamberine indirmiş olduğu Kur’ân-ı Kerîm’e iman etmeleri söylendiği zaman büyüklenir ve azgınlık ederler: “Biz bize indirilene iman ederiz derler de ondan ötesini” yani onun dışındaki diğer kitapları “inkar ederler.” Hâlbuki ister kendilerine indirilmiş olsun, ister başkalarına indirilmiş olsun, kayıtsız şartsız olarak Allah’ın bütün indirdiklerine iman etmeleri gerekirdi. Fayda verecek olan iman, Allah’ın bütün Peygamberlerine indirdiklerine iman etmek şeklindeki imandır. Peygamberlerle kitaplar arasında ayırım gözeterek onların bir bölümüne iman ettiğini ileri sürmek iman değil, küfrün tâ kendisidir. İşte bundan dolayı Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Şüphe yok ki Allah’ı ve Peygamberlerini inkar edenler, bir de Allah ve Peygamberlerinin arasını ayırmak isteyenler; “Kimine iman eder, kimini inkar ederiz” diyenler ve böylece ikisi arasında bir yol tutturmaya yeltenenler, işte onlar gerçek kâfirlerin tâ kendileridirler.” (en-Nisa, 4/150-151) Bundan dolayı Yüce Allah burada bu gibi kimselerin kabahatlerini mükemmel bir şekilde reddetmekte ve kaçıp kurtulamayacakları bir şekilde onları susturmaktadır. Kur’ân’ı inkârlarına iki husus ile cevap vermekte ve şöyle buyurmaktadır: “Hâlbuki o... hakkın tâ kendisidir.” İhtiva ettiği bütün haberleri, emirleri ve yasakları ile hakkın tâ kendisi olduğuna ve Rab’lerinden geldiğine göre -buna rağmen- onu inkar etmek, hem Allah’a, hem de O’nun indirdiği hakkı inkar etmektir. Yüce Allah ayrıca “beraberlerinde bulunanı doğrulayan” diye buyurmaktadır. Yani bu Kur’ân onların ellerinde bulunan ve hak olan her şeye uygun ve onun hakkında hüküm vericidir. Peki, ne diye üzerinize indirilene iman ediyorsunuz da onun benzerine küfrediyorsunuz? Bu, taassup ve hidâyete değil hevâya tâbî olmaktan başka nedir? Aynı şekilde Kur’ân’ın onların beraberinde bulunanı doğrulaması, onlar için de ellerinde bulunan kitaplardan doğru olan hususlar hakkında bir delildir. Kur’ân’dan başka bir şeyle bunun ispatı mümkün değildir. Onlar Kur’ân’ı inkar ederek şöyle bir kimsenin durumuna düşmüş oldular: Bir kimse bir iddiada bulunmaktadır ve iddiasını ispatlamak için tek bir delili vardır. Bu iddiasının tahakkuku ise o delilin gerçek ve sağlıklı bir delil olmasına bağlıdır. Ancak tutar, kendisi kendi delilini, tenkit eder ve yalanlar. Böyle bir tutum ahmaklık ve delilikten başka nedir ki? Buna göre onların Kur’ân’ı inkar etmeleri, bizzat ellerinde bulunanı inkâr etmeleri ve çürütmeleri demektir. Daha sonra Yüce Allah kendilerine indirilmiş olanlara iman ettikleri iddialarını da şöylece çürütmektedir: Onlara “De ki: Madem iman ediyordunuz da niçin daha önce Allah’ın Peygamberlerini öldürüyordunuz?”
#
{92} {ولقد جاءكم موسى بالبينات}؛ أي: بالأدلة الواضحات المبينة للحق {ثم اتخذتم العجل من بعده}؛ أي: بعد مجيئه {وأنتم ظالمون}؛ في ذلك ليس لكم عذر.
92. “Andolsun ki Mûsâ size apaçık belgelerle” hem hakkı açıkça ortaya koyan hem de kendileri açık seçik olan delillerle “gelmişti de onun ardından” size Peygamber olarak gelişinden sonra (açıkça) zulme saparak buzağıyı (ilah) edindiniz.” Yani bu konuda hiçbir mazeretiniz geçerli değil.
#
{93} {وإذ أخذنا ميثاقكم ورفعنا فوقكم الطورخذوا ما آتيناكم بقوة واسمعوا}؛ أي: سماع قبول وطاعة واستجابة، {قالوا سمعنا وعصينا}؛ أي: صارت هذه حالتهم {وأشربوا في قلوبهم العجل}؛ أي: صُبِغ حب العجل وحب عبادته في قلوبهم وشربها بسبب كفرهم {قل بئسما يأمركم به إيمانكم إن كنتم مؤمنين}؛ أي: أنتم تدعون الإيمان وتتمدحون بالدين الحق وأنتم قتلتم أنبياء الله واتخذتم العجل إلهاً من دون الله لمَّا غاب عنكم موسى نبي الله، ولم تقبلوا أوامره ونواهيه إلا بعد التهديد وَرَفْعِ الطور فوقكم، فالتزمتم بالقول ونقضتم بالفعل، فما هذا الإيمان الذي ادعيتم؟ وما هذا الدين؟ فإن كان هذا إيماناً على زعمكم، فبئس الإيمان الداعي صاحبه إلى الطغيان والكفر برسل الله وكثرة العصيان، وقد عُهِد أن الإيمان الصحيح يأمر صاحبه بكل خير وينهاه عن كل شرٍّ، فوضح بهذا كذبهم وتبين تناقضهم.
93. “Hani sizden bir söz almış ve Tur’u üstünüze kaldırıp; “Size verdiğimiz (Kitabı) kuvvetle tutun ve dinleyin” demiştik.” Dinlemek hakkındaki bu emir, verileni kabul, ona itaat ve emri yerine getirmek şeklindeki dinlemedir. “Onlar ise “Dinledik, isyan ettik” demişlerdi.” Bunun yerine böyle bir tutum takınmışlardı. “Küfürleri yüzünden buzağı (sevgisi) kalplerine içirildi.” Yani buzağıya ve ona ibadete karşı duydukları sevgi kalplerini çepeçevre kuşatmış ve küfürleri sebebi ile bu sevgi kalplerinin tâ içine sinmişti. “De ki: “Eğer mümin iseniz, imanınız size ne çirkin şeyler emrediyor!” Yani sizler iman iddiasında bulunuyor ve hak dine bağlı olmakla övünüyorsunuz. Hâlbuki sizler hem peygamberleri öldürmüş, hem de Allah’ın Peygamberi sizin yanınızda olmadığı sırada Allah’ı bırakıp buzağıyı ilâh edinmiştiniz. Allah’ın emir ve yasaklarını ise ancak tehdit edildikten ve üzerinize Tur’un kaldırılmasından sonra kabul etmiş, sözlü olarak emirlere uyacağınızı söylemekle birlikte fiilen bu sözünüzü de bozmuş idiniz. Sahibi olduğunuzu iddia ettiğiniz bu iman nasıl bir imandır, bu din ne biçim bir dindir? Eğer iddianıza göre iman bu demekse, kişiyi azgınlığa götüren, Allah’ın Peygamberlerini inkâra ve pek çok hususta Allah’a isyana götüren iman ne kadar kötü bir imandır! Hâlbuki bilinen şudur: Sağlıklı bir iman, sahibine her türlü hayrı yapmayı emreder ve her türlü kötülükten de onu alıkoyar. Böylelikle sizin yalan söylediğiniz ortaya çıkmakta ve çelişkileriniz açıkça belli olmaktadır.
Ayet: 94 - 96 #
{قُلْ إِنْ كَانَتْ لَكُمُ الدَّارُ الْآخِرَةُ عِنْدَ اللَّهِ خَالِصَةً مِنْ دُونِ النَّاسِ فَتَمَنَّوُا الْمَوْتَ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ (94) وَلَنْ يَتَمَنَّوْهُ أَبَدًا بِمَا قَدَّمَتْ أَيْدِيهِمْ وَاللَّهُ عَلِيمٌ بِالظَّالِمِينَ (95) وَلَتَجِدَنَّهُمْ أَحْرَصَ النَّاسِ عَلَى حَيَاةٍ وَمِنَ الَّذِينَ أَشْرَكُوا يَوَدُّ أَحَدُهُمْ لَوْ يُعَمَّرُ أَلْفَ سَنَةٍ وَمَا هُوَ بِمُزَحْزِحِهِ مِنَ الْعَذَابِ أَنْ يُعَمَّرَ وَاللَّهُ بَصِيرٌ بِمَا يَعْمَلُونَ (96)}.
94- De ki: “Eğer Allah katında âhiret yurdu başkalarının değil de sadece sizin ise haydi ölümü temenni edin bakalım, eğer doğru söylüyorsanız…” 95- Fakat ellerinin gönderdiklerinden dolayı hiçbir zaman onu temenni etmezler. Allah o zalimleri çok iyi bilir. 96- Andolsun ki onları insanlar içinde yaşama en düşkün hatta müşriklerden bile daha düşkün bulursun. Onlardan her biri kendisine bin yıl ömür verilsin ister. Hâlbuki ömrünün uzun olması kendisini azaptan kurtaracak değildir. Allah yapmakta olduklarını çok iyi görüyor.
#
{94} أي: {قل}؛ لهم على وجه تصحيح دعواهم، {إن كانت لكم الدار الآخرة}؛ يعني الجنة، {خالصة من دون الناس}؛ كما زعمتم أنه لن يدخل الجنة إلا من كان هوداً أو نصارى، وأن النار لن تمسهم إلا أياماً معدودة فإن كنتم صادقين بهذه الدعوى، {فتمنوا الموت}؛ وهذا نوع مباهلة بينهم وبين رسول الله - صلى الله عليه وسلم - وليس بعد هذا الإلجاء والمضايقة لهم بعد العناد منهم إلا أحد أمرين: إما أن يؤمنوا بالله ورسوله، وإما أن يباهلوا على ما هم عليه بأمر يسير عليهم وهو تمني الموت الذي يوصلهم إلى الدار التي هي خالصة لهم، فامتنعوا عن ذلك؛ فعلم كل أحد أنهم في غاية المعاندة والمحادّة لله ورسوله مع علمهم بذلك، ولهذا قال تعالى:
94. Sen iddialarının doğruluğunu ispat etmeleri için onlara “De ki: Eğer Allah katında âhiret yurdu” yani Cennet “başkalarının değil de” iddia ettiğiniz gibi “sadece sizin ise” yani “Cennet’e ancak yahudi ve hıristiyanlar girecektir, Cehennem ateşi de sayılı günler dışında bizlere asla dokunmayacaktır”, şeklindeki bu iddianızda samimi iseniz “haydi ölümü temenni edin bakalım” Bu, onlarla Allah Rasûlü arasında bir çeşit mubahele (iddiada bulunan tarafların Allah’ın lânetinin, yalan söyleyenlerin üzerine olmasını dilemeleri)dir. Bu inatlaşmalarından sonra bu şekilde doğruyu itiraf etmek için köşeye sıkıştırılınca yapabilecekleri ancak şu iki şeyden birisi idi: Ya Allah’a ve Rasûlü’ne iman edeceklerdi yahut da onlar için oldukça kolay bir iş hakkında böyle temennide (mubahelede) bulunacaklardı. Bu kolay iş ise kendilerini yalnızca kendilerine ait olduklarını iddia ettikleri yurda (Cennet’e) ulaştıracak olan ölümü temenni etmekten ibaretti. Ancak onlar buna yanaşmadılar. Böylelikle herkes onların alabildiğine inat eden ve Allah Rasûlü’ne -doğruyu bile bile- karşı çıkan, onların yolundan uzaklaşan kimseler olduklarını öğrenmiş olmaktadır. İşte bundan dolayı da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{95} {ولن يتمنوه أبداً بما قدمت أيديهم}؛ من الكفر والمعاصي؛ لأنهم يعلمون أنه طريق لهم إلى المجازاة بأعمالهم الخبيثة، فالموت أكره شيء إليهم، وهم أحرص على الحياة من كل أحد من الناس حتى من المشركين الذين لا يؤمنون بأحد من الرسل والكتب. ثم ذكر شدة محبتهم الدنيا فقال:
95-96. “Fakat ellerinin gönderdiklerinden” küfür ve masiyetlerden “dolayı hiçbir zaman onu temenni etmezler.” Çünkü onlar ölümün kötü amellerinin cezasını görmeye götüren bir yol olduğunu çok iyi bilirler. O bakımdan ölüm onlar için her şeyden daha tiksindiricidir ve onlar hiçbir peygambere ve kitaba iman etmeyen müşrikler de dahil olmak üzere, herkesten daha ileri derecede hayata tutkun ve bağlıdırlar. Daha sonra Yüce Allah onların dünyaya aşırı sevgilerini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Onlardan her biri kendisine bin yıl ömür verilsin ister.” Bu da tutkunluğun en ileri derecesidir. Onlar imkânsız bir şeyi temenni ettiler. Halbuki onlara sözünü ettikleri kadar ömür verilecek olsa dahi bunun kendilerine hiçbir faydası olmayacak ve azabı hiçbir şekilde onlardan uzaklaştırmayacaktır. “Allah yapmakta olduklarını çok iyi görüyor.” Bu da amellerine karşılık ceza göreceklerine dair onlara yapılan bir tehdittir.
Ayet: 97 - 98 #
{قُلْ مَنْ كَانَ عَدُوًّا لِجِبْرِيلَ فَإِنَّهُ نَزَّلَهُ عَلَى قَلْبِكَ بِإِذْنِ اللَّهِ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ وَهُدًى وَبُشْرَى لِلْمُؤْمِنِينَ (97) مَنْ كَانَ عَدُوًّا لِلَّهِ وَمَلَائِكَتِهِ وَرُسُلِهِ وَجِبْرِيلَ وَمِيكَالَ فَإِنَّ اللَّهَ عَدُوٌّ لِلْكَافِرِينَ (98)}.
97- De ki: “Her kim Cebrail’e düşman ise bilsin ki o, o (Kur’an’ı) senin kalbin üzerine önündekileri doğrulayıcı, mü’minlere de bir hidâyet ve bir müjde olmak üzere Allah’ın izniyle indirdi.” 98- Her kim Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail ve Mikail’e düşman olursa, bilsin ki Allah da kâfirlerin düşmanıdır.
#
{97 ـ 98} أي: قل لهؤلاء اليهود الذين زعموا أن الذي منعهم من الإيمان أن وليك جبريل عليه السلام ولو كان غيره من ملائكة الله لآمنوا بك وصدقوا: إن هذا الزعم منكم تناقض وتهافت وتكبر على الله، فإن جبريل عليه السلام هو الذي نزل بالقرآن من عند الله على قلبك، وهو الذي ينزل على الأنبياء قبلك، والله هو الذي أمره وأرسله بذلك، فهو رسول محض، مع أن هذا الكتاب الذي نزل به جبريل مصدقاً لما تقدمه من الكتب غير مخالف لها ولا مناقض، وفيه الهداية التامة من أنواع الضلالات، والبشارة بالخير الدنيوي والأخروي لمن آمن به، فالعداوة لجبريل الموصوف بذلك كفر بالله وآياته وعداوة لله ولرسله وملائكته، فإن عداوتهم لجبريل لا لذاته، بل لما ينزل به من عند الله من الحق على رسل الله، فيتضمن الكفر والعداوة للذي أنزله وأرسله والذي أرسل به والذي أرسل إليه، فهذا وجه ذلك.
97-98. Yani o, iman etmekten kendilerini alıkoyanın senin dostu olan Cebrail aleyhisselam olduğunu ve eğer Allah’ın melekleri içinde ondan başkası olsaydı mutlaka sana iman edip seni tasdik edeceklerini iddia eden yahudilere de ki: Şüphesiz sizin bu iddianız bir çelişkidir, bir saçmalıktır. Allah’a karşı büyüklenmektir. Çünkü Allah nezdinden senin kalbinin üzerine Kur’ân-ı Kerîm’i indiren de, senden önceki peygamberlere vahiy indirmiş olan da odur. Ona bu emri veren ve bu görevle gönderen de Allah’tır. O halde Cebrail sadece bir elçidir. Bununla birlikte Cebrail’in kendisinden önceki kitapları doğrulamak üzere indirmiş olduğu bu Kitab-ı Kerîm de, ne önceki kitaplara muhaliftir, ne de onlarla herhangi bir hususta çelişki içindedir. Bu kitapta ona iman edenler için bütün çeşitleri ile sapıklıklardan kurtarıcı tam bir hidâyet, dünyevi ve uhrevi hayırlarla ilgili müjde vardır. Buna göre bu niteliklere sahip olan Cebrail’e düşmanlık etmek, Allah’a ve ayetlerine küfretmek; Allah’a, peygamberlerine ve meleklerine düşmanlık beslemek demektir. Yahudilerin Cebrail’e düşmanlıkları bizzat ona değil, Allah’ın, peygamberlerine indirmiş olduğu hakka düşmanlıktır. Dolayısı ile onların bu düşmanlıkları Cebrail’i indirene, onu elçi olarak gönderene, Cebrail’in elçi olarak getirdiklerine ve Cebrail’in elçi olarak geldiği kimseye bir düşmanlıktır ve bunların hepsine toptan küfürdür. İşte onların bu düşmanlıklarının açıklaması ve iç yüzü budur.
Ayet: 99 #
{وَلَقَدْ أَنْزَلْنَا إِلَيْكَ آيَاتٍ بَيِّنَاتٍ وَمَا يَكْفُرُ بِهَا إِلَّا الْفَاسِقُونَ (99)}.
99- Andolsun ki biz sana apaçık âyetler indirdik. Bunları fasıklardan başkası inkâr etmez.
#
{99} يقول لنبيه - صلى الله عليه وسلم -: {ولقد أنزلنا إليك آيات بينات}؛ تحصل بها الهداية لمن استهدى وإقامة الحجة على من عاند، وهي في الوضوح والدلالة على الحق قد بلغت مبلغاً عظيماً، ووصلت إلى حالة لا يمتنع من قبولها إلا من فسق عن أمر الله وخرج عن طاعة الله، واستكبر غاية التكبر.
99. Allah Peygamber’ine hitaben şöyle buyuruyor: “Andolsun ki biz sana apaçık âyetler indirdik.” Öyle âyetler ki yol göstericilik isteyene yol gösterir, inat göstererek küfürde direnene karşı da hücceti ortaya koyar. Bu âyetlerin açıklığı ve hakka delâletleri öyle büyük bir derecede ve öyle bir durumdadır ki, ancak Allah’ın emrinin ve O’na itaatin dışına çıkarak fasıklık yapanlar ve alabildiğine boş bir kibirle büyüklük taslayanlar onları kabule yanaşmazlar.
Ayet: 100 #
{أَوَكُلَّمَا عَاهَدُوا عَهْدًا نَبَذَهُ فَرِيقٌ مِنْهُمْ بَلْ أَكْثَرُهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ (100)}.
100- Onlar her ne zaman bir ahit yapsalar, içlerinden bir topluluk onu (bozup bir kenara) atıvermedi mi? Dahası onların çoğu iman etmezler.
#
{100} وهذا فيه التعجب من كثرة معاهداتهم وعدم صبرهم على الوفاء بها فكلما تفيد التكرار، فكلما وجد العهد ترتب عليه النقض، ما السبب في ذلك؟ السبب أن أكثرهم لا يؤمنون، فعدم إيمانهم هو الذي أوجب لهم نقض العهود، ولو صدق إيمانهم لكانوا مثل من قال الله فيهم: {من المؤمنين رجال صدقوا ما عاهدوا الله عليه}.
100. Bu buyruk verdikleri ahitlerin çokluğunun ve bu ahitlerine bağlı kalmak için hiçbir sabır ve çaba göstermeyişlerinin hayret edilecek bir husus olduğunu ortaya koymaktadır. “ كلما : her ne zaman” buyruğu tekrarı ifade etmektedir. Yani onlar ne zaman bir ahit verdilerse, mutlaka bu ahdi bozmuşlardır. Peki, buna sebep nedir? Sebep, onların pek çoğunun iman eden kimseler olmayışıdır. Onların iman etmemeleri, ahitlerini bozma sonucunu doğurmuştur. Şâyet samimi olarak iman etmiş olsalardı, mutlaka Yüce Allah’ın, haklarında: “Mü’minler arasında Allah’a verdikleri sözde içtenlikle sebat gösteren nice yiğitler vardır.” (el-Ahzab, 33/23) buyurduğu kimseler gibi olurlardı.
Ayet: 101 - 103 #
{وَلَمَّا جَاءَهُمْ رَسُولٌ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ مُصَدِّقٌ لِمَا مَعَهُمْ نَبَذَ فَرِيقٌ مِنَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ كِتَابَ اللَّهِ وَرَاءَ ظُهُورِهِمْ كَأَنَّهُمْ لَا يَعْلَمُونَ (101) وَاتَّبَعُوا مَا تَتْلُو الشَّيَاطِينُ عَلَى مُلْكِ سُلَيْمَانَ وَمَا كَفَرَ سُلَيْمَانُ وَلَكِنَّ الشَّيَاطِينَ كَفَرُوا يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَ وَمَا أُنْزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَ وَمَا يُعَلِّمَانِ مِنْ أَحَدٍ حَتَّى يَقُولَا إِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ فَلَا تَكْفُرْ فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَا يُفَرِّقُونَ بِهِ بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِهِ وَمَا هُمْ بِضَارِّينَ بِهِ مِنْ أَحَدٍ إِلَّا بِإِذْنِ اللَّهِ وَيَتَعَلَّمُونَ مَا يَضُرُّهُمْ وَلَا يَنْفَعُهُمْ وَلَقَدْ عَلِمُوا لَمَنِ اشْتَرَاهُ مَا لَهُ فِي الْآخِرَةِ مِنْ خَلَاقٍ وَلَبِئْسَ مَا شَرَوْا بِهِ أَنْفُسَهُمْ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ (102) [وَلَوْ أَنَّهُمْ آمَنُوا وَاتَّقَوْا لَمَثُوبَةٌ مِنْ عِنْدِ اللَّهِ خَيْرٌ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ (103)]}.
101- Onlara Allah tarafından yanlarındakini doğrulayan bir peygamber geldiği zaman kendilerine Kitab verilenlerden bir fırka sanki bilmiyorlarmış gibi Allah’ın Kitab’ını arkalarına attılar. 102- Şeytanların, Süleyman’ın hükümranlığına dair uydurdukları şeylerin ardına düştüler. Halbuki Süleyman kâfir olmadı. Fakat o şeytanlar kâfir oldular. İnsanlara büyüyü ve Babil’deki iki meleğe, Harut ve Marut’a indirilen şeyleri öğretiyorlardı. Hâlbuki o iki melek; “Biz ancak imtihanız, sakın küfre girme” demedikçe kimseye (büyü) öğretmezlerdi. İşte ikisinden koca ile karısını ayıracak şeyleri öğrenirlerdi. Allah’ın izni olmadıkça onunla hiçbir kimseye zarar verebilecek değillerdi. Onlar kendilerine zarar verecek ve fayda sağlamayacak şeyleri öğreniyorlardı. Andolsun ki onlar büyüyü satın alan kimsenin âhirette hiçbir nasibi olmadığını elbette biliyorlardı. Kendilerini karşılığında sattıkları şey ne kadar da kötüdür! Keşke bilselerdi! 103- Eğer iman edip sakınmış olsalardı, elbette Allah’ın sevabı daha hayırlı olurdu. Keşke bilselerdi!
#
{101} أي: ولما جاءهم هذا الرسول الكريم بالكتاب العظيم بالحق الموافق لما معهم وكانوا يزعمون أنهم متمسكون بكتابهم، فلما كفروا بهذا الرسول وبما جاء به {نبذ فريق من الذين أوتوا الكتاب كتاب الله}؛ الذي أنزل إليهم أي طرحوه رغبة عنه {وراء ظهورهم}؛ وهذا أبلغ في الإعراض كأنهم في فعلهم هذا من الجاهلين وهم يعلمون صدقه وحقيقة ما جاء به، تبين بهذا أن هذا الفريق من أهل الكتاب لم يبق في أيديهم شيء حيث لم يؤمنوا بهذا الرسول، فصار كفرهم به كفراً بكتابهم من حيث لا يشعرون. ولما كان من العوائد القدرية والحكمة الإلهية أن من ترك ما ينفعه وأمكنه الانتفاع به ولم ينتفع؛ ابتلي بالاشتغال بما يضره، فمن ترك عبادة الرحمن؛ ابتليَ بعبادة الأوثان، ومن ترك محبة الله وخوفه ورجاءه؛ ابتليَ بمحبة غير الله وخوفه ورجائه، ومن لم ينفق ماله في طاعة الله أنفقه في طاعة الشيطان، ومن ترك الذلَّ لربه؛ ابتليَ بالذل للعبيد، ومن ترك الحق؛ ابتليَ بالباطل.
101. “Onlara Allah tarafından yanlarındakini doğrulayan bir peygamber geldiği zaman” Yani bu şerefli Peygamber onlara yüce Kitab’ı ve beraberlerinde bulunana muvafık olan hakkı getirdiği vakit -ve onlar bu sırada kendi kitaplarına sımsıkı sarılmış olduklarını da iddia ediyorlarken- Peygambere ve O’nun getirdiklerine küfrettiler ve bunun sonucunda: “Kitap verilenlerden bir fırka Allah’ın” kendilerine indirmiş olduğu “Kitab’ını” ondan yüz çevirerek, ona iltifat etmeyerek “arkalarına attılar.” Bu, Allah’ın Kitab’ından yüz çevirmeyi ifade etmede daha ileri derecede bir ifadedir. Onlar bu davranışları ile cahillerdenmiş gibi davranıyorlardı. Hâlbuki onlar Peygamberin doğruluğunu ve getirdiklerinin gerçek mahiyetini bilen kimselerdir. Böylelikle Kitab ehlinden bu kesimin, Peygambere iman etmediklerinden dolayı ellerinde hak namına hiçbir şey kalmadığı açıkça ortaya konmaktadır. Zira onların bu Kitab’a küfretmeleri, farkında olmadıkları bir surette kendi kitaplarına da küfretmeleri sonucunu doğurmuştur.
#
{102 ـ 103} كذلك: هؤلاء اليهود لما نبذوا كتاب الله اتبعوا ما تتلوا الشياطين، وتختلق من السحر على ملك سليمان حيث أخرجت الشياطين للناس السحر، وزعموا أن سليمان عليه السلام كان يستعمله وبه حصل له الملك العظيم، وهم كذبة في ذلك فلم يستعمله سليمان بل نزهه الصادق في قيله: {وما كفر سليمان}؛ أي: بتعلم السحر فلم يتعلمه، {ولكن الشياطين كفروا}؛ في ذلك {يعلمون الناس السحر}؛ من إضلالهم وحرصهم على إغواء بني آدم وكذلك اتبع اليهود السحر الذي أُنْزِلَ على الملكين الكائنين بأرض بابل من أرض العراق، أنزل عليهما السحر امتحاناً وابتلاءً من الله لعباده فيعلمانهم السحر، {وما يعلمان من أحد حتى}؛ ينصحاه و {يقولا إنما نحن فتنة فلا تكفر}؛ أي: لا تتعلم السحر؛ فإنه كفر، فينهيانه عن السحر ويخبرانه عن مرتبته، فتعليم الشياطين للسحر على وجه التدليس والإضلال، ونسبته وترويجه إلى من برأه الله منه وهو سليمان عليه السلام، وتعليم الملكين امتحاناً مع نصحمها لئلا يكون لهم حجة، فهؤلاء اليهود يتبعون السحر الذي تعلمه الشياطين والسحر الذي يعلمه الملكان، فتركوا علم الأنبياء والمرسلين وأقبلوا على علم الشياطين، وكلٌّ يصبو إلى ما يناسبه. ثم ذكر مفاسد السحر فقال: {فيتعلمون منهما ما يفرقون به بين المرء وزوجه}؛ مع أن محبة الزوجين لا تقاس بمحبة غيرهما، لأن الله قال في حقهما: {وجعل بينكم مودة ورحمة}؛ وفي هذا دليل على أن السحر له حقيقة، وأنه يضر بإذن الله؛ أي: بإرادة الله، والإذن نوعان: إذن قدري: وهو المتعلق بمشيئة الله كما في هذه الآية، وإذن شرعي كما في قوله تعالى في الآية السابقة: {فإنه نزله على قلبك بإذن الله}؛ وفي هذه الآية وما أشبهها أن الأسباب مهما بلغت في قوة التأثير فإنها تابعة للقضاء والقدر ليست مستقلة في التأثير، ولم يخالف في هذا الأصل أحد من فرق الأمة غير القدرية في أفعال العباد زعموا: أنها مستقلة غير تابعة للمشيئة، فأخرجوها عن قدرة الله، فخالفوا كتاب الله وسنة رسوله وإجماع الصحابة والتابعين. ثم ذكر أن علم السحر مضرة محضة، ليس فيه منفعة لا دينية ولا دنيوية، كما يوجد بعض المنافع الدنيوية في بعض المعاصي كما قال تعالى في الخمر والميسر: {قل فيهما إثم كبير ومنافع للناس وإثمهما أكبر من نفعهما}؛ فهذا السحر مضرة محضة فليس له داعٍ أصلاً، فالمنهيات كلها إما مضرة محضة أو شرها أكبر من خيرها، كما أن المأمورات إما مصلحة محضة أو خيرها أكثر من شرها. {ولقد علموا}؛ أي: اليهود، {لمن اشتراه}؛ أي: رغب في السحر رغبة المشتري في السلعة، {ما له في الآخرة من خلاق}؛ أي: نصيب بل هو موجب للعقوبة، فلم يكن فعلهم إياه جهلاً ولكنهم استحبوا الحياة الدنيا على الآخرة فلبئس {ما شروا به أنفسهم لو كانوا يعلمون}؛ علماً يثمر العمل ما فعلوه.
102. “Şeytanların, Süleyman’ın hükümranlığına dair uydurdukları şeylerin ardına düştüler.” Kaderî sırlardan ve ilahî hikmetlerden biri, yararlı olan ve kendisi ile yararlanmak imkânı bulunan şeyleri terk ederek onlardan yararlanmayan kimsenin, kendisine zarar verecek şeyler ile uğraşmakla müptela kılınmasıdır. Rahman olan Allah’a ibadeti terk eden, putlara ibadet belası ile karşı karşıya kalır. Allah’a muhabbeti, O’ndan korkup ummayı terk eden, Allah’tan başkasına muhabbet beslemek, O’ndan başkasından korkmak ve ummak belasına müptela olur. Malını Allah’a itaat uğrunda infak etmeyen kimse şeytana itaat uğrunda harcar. Rabbi’nin huzurunda boyun eğmeyi terk eden bir kimse kulların önünde boyun eğme belasına mahkûm olur. Hakkı terk eden de batıla müptela olur. Aynı şekilde bu yahudiler de Allah’ın Kitab’ını terk ettikleri için şeytanların, Süleyman’ın hükümranlığına dair okuyup uydurdukları büyülere tâbî oldular. Çünkü şeytanlar insanlara büyüyü çıkarıp göstermiş ve Süleyman aleyhisselam’ın büyücülük yaptığını ve bu büyücülük vasıtası ile büyük bir egemenlik ve saltanata eriştiğini iddia etmişlerdi. Oysa şeytanlar bu iddialarında yalan söylemektedirler. Süleyman asla büyücülük yapmış değildir. Aksine buyruğunda gerçeği ve doğruyu dile getiren Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Hâlbuki Süleyman” büyüyü öğrenmek suretiyle “kâfir olmadı” ve dolayısıyla büyücülük öğrenmedi. “Fakat” bu hususta “şeytanlar kâfir oldular. İnsanlara büyüyü... öğretiyorlardı.” Bunun sebebi Adem oğullarını azdırmak ve onları saptırmak istemeleridir. Yahudiler de aynı şekilde Irak topraklarından olan Babil’de bulunan iki meleğe indirilmiş bulunan büyüye tâbî olmuşlardı. Bu iki meleğe Allah’ın kullarını imtihan edip sınaması için büyü indirilmişti. Bunlar da insanlara büyüyü öğretiyorlardı. “Hâlbuki o iki melek; biz ancak imtihanız” diye öğüt vermedikçe “sakın küfre girme” yani sihri öğrenme, çünkü bu, küfürdür “demedikçe” böylelikle büyücülük konusunda o kimseyi uyarmadıkça ve sihrin durumunu ona bildirmedikçe “kimseye öğretmezlerdi.” Buna göre şeytanların büyücülük öğretmeleri hakkı batıla karıştırmak, saptırmak ve bu büyüyü Allah’ın kendisini büyücülükten tenzih ettiği kimselere nispet ederek güzel göstermek içindir. Allah’ın, büyücülükten tenzih etmekle birlikte şeytanın büyüyü kendisine nispet ettiği kişi ise Süleyman aleyhisselam’dır. İki meleğin insanlara büyü öğretmeleri ise imtihan etmek içindi ve öğrenmek isteyenlerin herhangi bir mazeretleri olmaması için de bunu öğüt vererek yapıyorlardı. İşte bu yahudiler şeytanların ve bu iki meleğin öğretmiş olduğu büyüye tâbî oluyorlar. Böylelikle onlar nebilerin ve rasullerin getirdikleri ilmi terk ettiler ve şeytanların ilmine yöneldiler. Herkes kendisine uygun olana meyleder. Daha sonra Yüce Allah büyünün kötülüğünü söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “İşte ikisinden koca ile karısının arasını ayıracak şeyleri öğrenirlerdi.” Halbuki eşlerin birbirlerine olan sevgisi başka sevgilerle kıyas edilmez. Çünkü Yüce Allah eşlerin karşılıklı sevgileri hakkında: “Aranızda muhabbet ve merhamet var etmiştir.” (en-Nur, 30/21) buyurmaktadır. Bu da büyünün gerçek olduğuna ve Allah’ın iznine bağlı olarak zarar verdiğine delildir. Allah’ın izni ise iki türlüdür: Kaderî izin: Bu, bu âyet-i kerimede olduğu gibi Allah’ın meşietine/iradesine taalluk eden izin demektir. Şer’î izin: Bu da Yüce Allah’ın daha önce geçen: “Muhakkak ki o (Cebrail), onu Allah’ın izni ile senin kalbine... indirmiştir.” (el-Bakara, 2/97) buyruğundaki gibi (dini konulara yönelik izni)dir. Bu âyet-i kerime ve benzerlerinde sebeplerin ne kadar güçlü bir etkiye sahip olsalar bile neticede kaza ve kadere tâbî olduklarına ve etki göstermekte bağımsız olmadıklarına açık bir delil vardır. Zaten bu aslî ilke hususunda kulların fiillerine dair Kaderiye’nin görüşü müstesna, ümmet fırkalarından hiçbir kimse muhalif kanaat belirtmiş değildir. Kaderiyye ise kulların fiillerinin bağımsız olduğunu ve ilâhi meşiete tâbî olmadıklarını iddia etmiş ve böylelikle sebepleri Allah’ın kudretinin dışında mütâlaa etmiştir. Bu görüşleri ile Allah’ın Kitab’ına, Rasulünün Sünnetine, ashab ve tabiinin icmaına muhalefet etmişlerdir. Daha sonra Yüce Allah büyü bilgisinin katıksız bir zarar olduğunu, bazı günahlarda dünyevî birtakım menfaatler bulunsa da büyüde ne dini ne de dünyevi hiçbir fayda bulunmadığını söz konusu etmektedir. Mesela Yüce Allah içki ve kumarın faydası hakkında şöyle buyurmaktadır: “De ki: İkisinde de hem büyük bir günah, hem de insanlar için bazı faydalar vardır. Ama günahları faydalarından daha büyüktür.” (el-Bakara, 2/219) Ancak sihir katıksız bir zarardır. Dolayısıyla da ona başvurmayı gerektirecek hiçbir neden yoktur. Bütün yasak kılınan şeyler ya katıksız zarardır yahut da kötülükleri faydalarından daha büyüktür. Aynı şekilde yerine getirilmesi emrolunan bütün hususlar da ya katıksız maslahattır yahut taşıdıkları hayır, zararlarından daha çoktur. “Andolsun ki, büyüyü satın alan kimsenin” yani müşterinin satın almak istediği mala gösterdiği rağbet gibi büyüye rağbet edenlerin “âhirette hiçbir nasibi olmadığını elbette biliyorlardı.” Sihir ile âhirette pay sahibi olmak şöyle dursun, onun cezayı gerektirici bir günah olduğunu da biliyorlardı. Buna göre onların büyücülük yapmaları bilgisizliklerinden kaynaklanmıyordu. Aksine onlar dünya hayatını âhiretten daha çok seven kimselerdi. “Kendilerini karşılığında sattıkları şey ne kadar da kötüdür. Keşke bilselerdi!” Sonucu amel olan bir bilgi ile bilselerdi bunu yapmazlardı. [103- Şayet Yahudiler, iman edip Allah'tan korksalardı Allah'ın mükafatının onlar için sihirden ve onun vasıtasıyla kazandıkları şeylerden daha hayırlı olduğunu kesin olarak anlarlardı. Şayet iman ve takva ile elde edilecek olan sevap ve mükafatı gerçek manada bilselerdi kesinlikle iman ederlerdi.]
Ayet: 104 - 105 #
{يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَقُولُوا رَاعِنَا وَقُولُوا انْظُرْنَا وَاسْمَعُوا وَلِلْكَافِرِينَ عَذَابٌ أَلِيمٌ (104) مَا يَوَدُّ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ وَلَا الْمُشْرِكِينَ أَنْ يُنَزَّلَ عَلَيْكُمْ مِنْ خَيْرٍ مِنْ رَبِّكُمْ وَاللَّهُ يَخْتَصُّ بِرَحْمَتِهِ مَنْ يَشَاءُ وَاللَّهُ ذُو الْفَضْلِ الْعَظِيمِ (105)}
104- Ey iman edenler! “Râinâ” demeyin, “unzurnâ” deyin ve dinleyin. Kâfirler için çok acı bir azap var. 105- Kitap ehli olan kâfirler de müşrikler de Rabb’inizden size hiçbir hayrın indirilmesini istemezler. Allah ise rahmetini dilediğine has kılar. Allah büyük lütuf sahibidir.
#
{104} كان المسلمون يقولون حين خطابهم للرسول عند تعلمهم أمر الدين: {راعنا}؛ أي: راع أحوالنا فيقصدون بها معنى صحيحاً، وكان اليهود يريدون بها معنى فاسداً، فانتهزوا الفرصة فصاروا يخاطبون الرسول بذلك ويقصدون المعنى الفاسد، فنهى الله المؤمنين عن هذه الكلمة سَدًّا لهذا الباب، ففيه النهي عن الجائز إذا كان وسيلة إلى محرم، وفيه الأدب واستعمال الألفاظ التي لا تحتمل إلا الحسن وعدم الفحش وترك الألفاظ القبيحة أو التي فيها نوع تشويش واحتمال لأمر غير لائق، فأمرهم بلفظة لا تحتمل إلا الحسن فقال: {وقولوا انظرنا}؛ فإنها كافية يحصل بها المقصود من غير محذور، {واسمعوا}؛ لم يذكر المسموع ليعم ما أمر باستماعه فيدخل فيه سماع القرآن وسماع السنة التي هي الحكمة لفظاً ومعنى واستجابة ففيه الأدب والطاعة، ثم توعد الكافرين بالعذاب المؤلم الموجع.
104. “Ey iman edenler! “Râinâ” demeyin.” Müslümanlar, Peygamber kendilerine dinlerini öğrettiği sırada ona hitaben “bizim halimizi gözet” anlamında “râinâ” derler ve bu kelime ile sağlıklı ve doğru bir mana kastederlerdi. Yahudiler ise bu kelimeyi kötü bir mana kastederek kullanıyorlar ve bu fırsatı değerlendirerek Peygamber’e onunla hitap ediyorlardı. Allah da böyle bir kapıyı kapatmak üzere mü’minlere bu kelimeyi kullanmayı yasakladı. Bu buyruktan, eğer haram olana götüren bir yol ise caiz olan bir şeyin de yasaklanabileceği anlaşılmaktadır. Yine bu buyrukta güzel edep, sadece güzel anlamlar içeren ve hiçbir yönden kötü mana taşımayan lafızları kullanmak ve çirkin sözleri terk etmek hakkında nasihat vardır. Yine uygun olmayan bir anlama gelme ihtimali bulunan ve bir çeşit şaşırtmaca anlamlar taşıyan sözleri terk etme emri vardır. O bakımdan Yüce Allah müminlere ancak güzel bir anlama gelme ihtimali bulunan bir söz kullanmalarını emrederek: “Unzurnâ deyin” buyurdu. Çünkü (bize bak, bizi gözet anlamına gelen) “unzurnâ” kelimesi yeterlidir ve herhangi bir sakınca söz konusu olmaksızın maksat onunla gerçekleşir. “ve dinleyin” Yüce Allah burada dinlenecek şeyi söz konusu etmemiştir. Bunun sebebi dinlenmesi emrolunan her bir şeyi kapsamına alsın diyedir. Böylece hem Kur’ân’ı, hem de hikmetin kendisi olan Sünnet’i lafzı ve manası ile dinlemeyi hem de onlarda verilen emri ve yapılan çağrıyı kabul edip karşılık vermeyi kapsamaktadır. Dolayısıyla bu emrin çerçevesine edeb ve itaat girmektedir. Daha sonra Allah, kâfirleri can yakıcı, acı verici bir azab ile tehdit etmektedir.
#
{105} وأخبر عن عداوة اليهود والمشركين للمؤمنين أنهم ما يودون، {أن ينزل عليكم من خير}؛ أي: لا قليلاً ولا كثيرًا، {من ربكم}؛ حسدًا منهم وبغضاً لكم أن يختصكم بفضله فإنه، {ذو الفضل العظيم} ومن فضله عليكم؛ إنزال الكتاب على رسولكم ليزكيكم ويعلمكم الكتاب والحكمة ويعلمكم ما لم تكونوا تعلمون، فله الحمد والمنة.
105. “Kitap ehli olan kâfirler de müşrikler de Rabb’inizden size hiçbir hayrın indirilmesini istemezler.” Yüce Allah yahudi ve müşriklerin mü’minlere düşmanlıklarını haber vermekte ve onların mü’minlere az ya da çok hayır namına hiçbir şey indirilmesini arzulamadıklarını bildirmektedir. Buna sebep ise mü’minlere karşı duydukları kıskançlıkları ve Allah’ın lütfunu mü’minlere has kılmasına duydukları kindir. Hâlbuki “Allah büyük lütuf sahibidir.” Ey mü’minler! Allah’ın sizi temizlesin, size Kitab ve Hikmet’i öğretsin, size bilmediğinizi bildirsin ve öğretsin diye Rasulünüze Kitab’ı indirmiş olması da Allah’ın üzerinizdeki lütfundandır. Hamd Allah’ındır, minnet duyguları onadır.
Ayet: 106 - 107 #
{مَا نَنْسَخْ مِنْ آيَةٍ أَوْ نُنْسِهَا نَأْتِ بِخَيْرٍ مِنْهَا أَوْ مِثْلِهَا أَلَمْ تَعْلَمْ أَنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (106) أَلَمْ تَعْلَمْ أَنَّ اللَّهَ لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَصِيرٍ (107)}.
106- Biz bir âyeti nesheder veya unutturursak ya ondan daha hayırlısını ya da onun benzerini getiririz. Bilmez misin ki Allah her şeye kâdirdir. 107- Bilmez misin ki göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır? Allah’tan başka hiçbir dostunuz ve hiçbir yardımcınız da yoktur.
#
{106} النسخ هو النقل، فحقيقة النسخ نقل المكلفين من حكم مشروع إلى حكم آخر أو إلى إسقاطه، وكان اليهود ينكرون النسخ ويزعمون أنه لا يجوز، وهو مذكور عندهم في التوراة، فإنكارهم له كفر وهوى محض، فأخبر الله تعالى عن حكمته في النسخ، وأنه ما ينسخ {من آية أو ننسها}؛ أي: ننسها العباد فنزيلها من قلوبهم، {نأت بخير منها}؛ وأنفع لكم، {أو مثلها}؛ فدل على أن النسخ لا يكون لأقل مصلحة لكم من الأول لأن فضله تعالى يزداد خصوصاً على هذه الأمة التي سهل عليها دينها غاية التسهيل، وأخبر أن من قدح في النسخ [فقد] قدح في ملكه وقدرته فقال: {ألم تعلم أن الله على كل شيء قدير}.
106. Nesh, nakletmek, aktarmak demektir. Neshin gerçek mahiyeti, mükelleflerin, muhatap oldukları meşru bir hükümden başka hükme nakledilmeleri yahut da o hükmün düşürülmesidir. Yahudiler neshi inkâr ediyor, neshin caiz olmadığını iddia ediyorlardı. Hâlbuki nesh ellerinde bulunan Tevrat’ta da zikredilmiştir. Buna göre neshi inkâr etmeleri katıksız bir küfür ve hevâdan ibaretti. İşte bu yüzden Yüce Allah neshin hikmetini haber vererek şöyle buyurmaktadır: “Biz bir âyeti nesheder veya unutturursak” yani onu kullara unutturup kalplerinden silecek olursak, “ya ondan daha hayırlısını” ve sizin için daha faydalısını “veya onun benzerini getiririz.” Bu, neshin sizin için en azından maslahat itibari ile birinci hükümden daha aşağıda olmayacağını göstermektedir. Çünkü Yüce Allah’ın özellikle bu ümmet üzerindeki lütfu devamlı artış halindedir. O bu ümmete dinini son derece kolaylaştırmıştır. Yüce Allah neshe dil uzatan kimselerin aslında Yüce Allah’ın hükümranlığına ve kudretine de dil uzatmış olacağını haber vererek şöyle buyurmaktadır: “Bilmez misin ki Allah her şeye kâdirdir.”
#
{107} {ألم تعلم أن الله له ملك السموات والأرض}؛ فإذا كان مالكاً لكم متصرفاً فيكم تصرف المالك البر الرحيم في أقداره وأوامره ونواهيه، فكما أنه لا حجر عليه في تقدير ما يقدره على عباده من أنواع التقادير، كذلك لا يعترض عليه فيما يشرعه لعباده من الأحكام، فالعبد مدبر مسخر تحت أوامر ربه الدينية والقدرية فما له والاعتراض، وهو أيضاً ولي عباده ونصيرهم، فيتولاهم في تحصيل منافعهم، وينصرهم في دفع مضارهم، فمن ولايته لهم، أن يشرع لهم من الأحكام ما تقتضيه حكمته ورحمته بهم. ومن تأمل ما وقع في القرآن والسنة من النسخ، عرف بذلك حكمة الله، ورحمته عباده، وإيصالهم إلى مصالحهم من حيث لا يشعرون بلطفه.
107. “Bilmez misin ki göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır?” O sizin mutlak mâlikiniz olduğuna göre, son derece şefkatli ve merhametli bir mâlikin egemenlik sahasında tasarrufta bulunduğu gibi O da sizin üzerinizde kaderiyle, emirleri ve yasakları ile tasarruf eder. O’nun kulları hakkındaki çeşitli takdirlerinde kudreti için herhangi bir sınır söz konusu olmadığı gibi, kulları için teşri buyurduğu hükümlerde de kendisine itiraz olunamaz. Çünkü kul Rabb’inin dinî ve kaderî emirleri altında altındadır, onlara boyun eğmek durumundadır. O halde kul kim oluyor ki, itiraz etsin? Aynı şekilde O, kullarının gerçek dostu ve yardımcısıdır. Menfaatlerinin elde edilmesinde onların dostu olduğu gibi, zarar verecek şeylerin bertaraf edilmesinde de onlara yardımcı olur. Allah’ın kullarının velisi, gerçek dostu olmasının bir göstergesi de onlara olan rahmetinin ve hikmetinin gerektirdiği hükümleri onlar için teşrî’ buyurmasıdır. Kur’ân ve Sünnetteki nesh üzerinde dikkatle düşünen bir kimse bu yolla Allah’ın hikmetini, kullarına olan rahmetini ve onların fark edemeyecekleri bir şekilde lütfuyla yararlı olan şeyleri onlara nasıl ulaştırdığını görür.
Ayet: 108 - 110 #
{أَمْ تُرِيدُونَ أَنْ تَسْأَلُوا رَسُولَكُمْ كَمَا سُئِلَ مُوسَى مِنْ قَبْلُ وَمَنْ يَتَبَدَّلِ الْكُفْرَ بِالْإِيمَانِ فَقَدْ ضَلَّ سَوَاءَ السَّبِيلِ (108) وَدَّ كَثِيرٌ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ لَوْ يَرُدُّونَكُمْ مِنْ بَعْدِ إِيمَانِكُمْ كُفَّارًا حَسَدًا مِنْ عِنْدِ أَنْفُسِهِمْ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمُ الْحَقُّ فَاعْفُوا وَاصْفَحُوا حَتَّى يَأْتِيَ اللَّهُ بِأَمْرِهِ إِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (109) وَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ وَآتُوا الزَّكَاةَ وَمَا تُقَدِّمُوا لِأَنْفُسِكُمْ مِنْ خَيْرٍ تَجِدُوهُ عِنْدَ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ (110)}.
108- Yoksa siz de Peygamberinizden, önceden Mûsâ’dan isteklerde bulunulduğu gibi istekte bulunmak mı istiyorsunuz? Kim imanı küfürle değişirse doğru yoldan sapıtmış olur. 109- Ehl-i Kitap’tan birçoğu hak kendilerine besbelli olmuşken sırf içlerine yerleşmiş olan kıskançlıktan dolayı sizi imanınızdan sonra (tekrar) küfre döndürmeyi çok isterler. Artık Allah’ın emri gelinceye kadar affedip bağışlayın. Şüphesiz Allah her şeye gücü yetendir. 110- Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin. Nefisleriniz için önden ne hayır gönderirseniz, Allah nezdinde onu bulacaksınız. Şüphesiz Allah ne yaptığınızı çok iyi görendir.
#
{108} ينهى الله المؤمنين أو اليهود بأن يسألوا رسولهم، {كما سئل موسى من قبل}؛ والمراد بذلك أسئلة التعنت والاعتراض، كما قال تعالى: {يسألك أهل الكتاب أن تنزل عليهم كتاباً من السماء فقد سألوا موسى أكبر من ذلك فقالوا أرنا الله جهرة}؛ وقال تعالى: {يا أيها الذين آمنوا لا تسألوا عن أشياء إن تبد لكم تسؤكم}؛ فهذه ونحوها هي المنهي عنها. وأما سؤال الاسترشاد والتعلم فهذا محمود قد أمر الله به كما قال تعالى: {فاسألوا أهل الذكر إن كنتم لا تعلمون}؛ ويقرهم عليه كما في قوله: {يسألونك عن الخمر والميسر}؛ و {يسألونك عن اليتامى}؛ ونحو ذلك. ولما كانت المسائل المنهي عنها مذمومة قد تصل بصاحبها إلى الكفر قال: {ومن يتبدل الكفر بالإيمان فقد ضل سواء السبيل}.
108. “Yoksa siz de Peygamberinizden, önceden Mûsâ’dan isteklerde bulunulduğu gibi istekte bulunmak mı istiyorsunuz?” Yüce Allah mü’minlere ya da yahudilere Rasullerinden Musa’dan istenenler türünden isteklerde bulunmalarını yasaklamaktadır. Bundan kasıt ise işi yokuşa sürmek ve itiraz etmek gayesi ile yapılan istekler ve sorulan sorulardır. Yüce Allah’ın şu buyruklarında işaret ettiği gibi: “Kitap ehli senden kendilerine gökten bir kitap indirmeni isterler. Gerçekten Mûsâ’dan daha büyüğünü istemişlerdi de, Allah’ı bize apaçık göster, demişlerdi.” (en-Nisa, 4/153) “Ey iman edenler! Size açıklanınca üzüleceğiniz birtakım şeyleri sormayın.” (el-Maide, 5/101) İşte bu ve benzerleri, hakkında soru sorulması ve istekte bulunulması yasak kılınan hususlardandır. Doğrunun gösterilmesi ve öğrenmek kastı ile soru sormaya gelince, bu övülmüş bir husustur. Yüce Allah, şu buyruklarında olduğu gibi, bunu emretmektedir: “Eğer bilmiyor iseniz, zikir/ilim ehline sorun.” (en-Nahl, 16/43, el-Enbiyâ, 21/7). Yüce Allah onların soru sormalarını da takdir etmekte (reddetmemektedir), şu buyruklarda olduğu gibi: “Sana içki ve kumar hakkında sorarlar.” (el-Bakara, 2/219); “Sana yetimler hakkında soru sorarlar.” (el-Maide, 5/220) ve benzeri gibi. Yasak kılınmış soru sormalar ve istekler yerilmiş olduğundan ve kimi zaman bunların sahiplerini küfre kadar götürebildiğinden Yüce Allah: “Kim imanı küfürle değişirse doğru yoldan sapıtmış olur.” diye buyurmaktadır.
#
{109} ثم أخبر عن حسد كثير من أهل الكتاب وأنهم بلغت بهم الحال أنهم ودوا {لو يردونكم من بعد إيمانكم كفاراً}؛ وسعوا في ذلك، وعملوا المكايد، وكيدهم راجع عليهم كما قال تعالى: {وقالت طائفة من أهل الكتاب آمنوا بالذي أنزل على الذين آمنوا وجه النهار واكفروا آخره لعلهم يرجعون}؛ وهذا من حسدهم الصادر من عند أنفسهم، فأمرهم الله بمقابلة من أساء إليهم [غاية الإساءة] بالعفو عنهم والصفح حتى يأتي الله بأمره، ثم بعد ذلك أتى الله بأمره إياهم بالجهاد، فشفى الله أنفس المؤمنين منهم، فقتلوا من قتلوا واسترقوا من استرقوا، وأجلوا من أجلوا، {إن الله على كل شيء قدير}.
109. Daha sonra Yüce Allah, kitap ehlinin pek çoğunun kıskançlığını ve onların “sizi imanınızdan sonra (tekrar) küfre döndürmeyi çok isterler” şeklindeki çok şiddetli arzularını haber vermektedir. Bu uğurda çalışıp çabaladılar, türlü hile ve tuzaklar hazırladılar ama onların kurdukları tuzaklar hep aleyhlerine dönmüştür. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Kitap Ehlinden bir zümre dedi ki: İman edenlere indirilene gündüzün başında iman edin, sonunda da küfredin. Olur ki dönerler.” (Ali İmran, 3/77) Bu da onların nefislerinden kaynaklanan kıskançlıklarından dolayıdır. Yüce Allah mü’minlere kendilerine kötülük yapanlara -Allah’ın emri gelinceye kadar- af ve hoşgörü ile karşılık vermelerini emretmektedir. Daha sonra Yüce Allah onlara cihad emrini verdi. Böylelikle Allah mü’minlerin yüreklerine soğuk su serpti ve onların kimilerini öldürdüler, kimilerini esir aldılar, kimilerini de sürgüne gönderdiler. “Şüphesiz Allah her şeye gücü yetendir.”
#
{110} ثم أمرهم الله بالاشتغال بالوقت الحاضر بإقامة الصلاة وإيتاء الزكاة وفعل كل القربات، ووعدهم أنهم مهما فعلوا من خير فإنه لا يضيع عند الله بل يجدونه عنده وافراً موفراً قد حفظه {إن الله بما تعملون بصير}.
110. “Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin…” Daha sonra Yüce Allah hâli hazırdaki zamanda namazı dosdoğru kılma, zekâtı verme ve Allah’a yakınlaştırıcı her türlü fiili yapmakla vakit geçirmelerini emretmekte, hayır namına yaptıkları her bir şeyin Allah nezdinde asla kaybolmayacağını, boşa çıkmayacağını, aksine onu Allah katında tam manasıyla tespit edilmiş ve eksiksiz olarak bulacaklarını vaat etmektedir: “Şüphesiz Allah neler yaptığınızı çok iyi görendir.”
Ayet: 111 - 112 #
{وَقَالُوا لَنْ يَدْخُلَ الْجَنَّةَ إِلَّا مَنْ كَانَ هُودًا أَوْ نَصَارَى تِلْكَ أَمَانِيُّهُمْ قُلْ هَاتُوا بُرْهَانَكُمْ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ (111) بَلَى مَنْ أَسْلَمَ وَجْهَهُ لِلَّهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ فَلَهُ أَجْرُهُ عِنْدَ رَبِّهِ وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ (112)}.
111- “Yahudi ve hıristiyan olanlardan başkası asla Cennet’e giremez!” dediler. Bu, onların kendi kuruntularıdır! De ki: “Eğer doğru iseniz delilinizi getirin.” 112- Hayır! Kim ihsan sahibi olarak yüzünü Allah’a teslim ederse işte onun ecri Rabb’i katındadır. Onlar için korku yoktur ve onlar üzülmezler de.
#
{111} أي: قال اليهود: لن يدخل الجنة إلا من كان هوداً، وقالت النصارى: لن يدخل الجنة إلا من كان نصارى، فحكموا لأنفسهم بالجنة وحدهم، وهذا مجرد أماني غير مقبولة إلا بحجة وبرهان فأتوا بها إن كنتم صادقين، وهكذا كل من ادعى دعوى لا بد أن يقيم البرهان على صِحة دعواه، وإلا فلو قلبت عليه دعواه وادعى مدع عكس ما ادعى بلا برهان لكان لا فرق بينهما، فالبرهان هو الذي يصدق الدعاوي أو يكذبها، ولما لم يكن بأيديهم برهان علم كذبهم بتلك الدعوى.
111. “Yahudi ve hıristiyan olanlardan başkası asla Cennet’e giremez!” dediler.” Yani yahudiler, “Cennet’e yahudi olandan başkası girmeyecektir.” dediler, hıristiyanlar da; “Cennet’e hıristiyan olandan başkası asla girmeyecektir,” dediler. Böylelikle yalnız kendilerinin Cennetlik olacağı hükmüne vardılar. Bu ise belli bir delil ve belgesi olmaksızın kabul edilemeyecek mücerret bir kuruntudur. O halde eğer doğru söyleyenler iseniz, böyle bir delili getirin. İşte herhangi bir iddiada bulunan herkesin durumu böyledir. Mutlaka iddiasının doğruluğuna dair delili ortaya koymak zorundadır. Eğer herhangi bir kimse de yine delilsiz olarak aynı iddianın aksini ileri sürecek olursa, ikisi arasında herhangi bir fark kalmaz. Çünkü iddiaları doğrulayan yahut yalan olduğunu ortaya koyan şey, delildir. Onların ellerinde de herhangi bir delil olmadığına göre onların bu iddialarında yalan söyledikleri açıkça ortaya çıkmış oldu.
#
{112} ثم ذكر تعالى البرهان الجلي العام لكل أحد فقال: {بلى}؛ أي: ليس بأمانيكم ودعاويكم ولكن، {من أسلم وجهه لله}؛ أي: أخلص لله أعماله متوجهاً إليه بقلبه، {وهو}؛ مع إخلاصه {محسن}؛ في عبادة ربه بأن عبده بشرعه فأولئك هم أهل الجنة وحدهم، فلهم أجرهم عند ربهم؛ وهو الجنة بما اشتملت عليه من النعيم، {ولا خوف عليهم ولا هم يحزنون}؛ فحصل لهم المرغوب ونجوا من المرهوب، ويفهم منها أن من ليس كذلك فهو من أهل النار الهالكين، فلا نجاة إلا لأهل الإخلاص للمعبود والمتابعة للرسول.
112. Daha sonra Yüce Allah herkes için geçerli olan ve açık seçik delili şöylece söz konusu etmektedir: “Hayır!” Yani durum, sizin temenni, kuruntu ve iddialarınıza dayalı değildir; aksine “ihsan sahibi olarak” yani Rabb’ine ibadetini, Rabb’inin Şeriat’ına uygun surette yapmakla ve ihlâs ile birlikte “yüzünü Allah’a teslim ederse” yani kalbi ile Allah’a yönelerek amellerini ihlâsla sadece ve sadece Allah için yaparsa, işte Cennetlik olanlar ancak ve yalnız bunlardır. “işte onun ecri Rabb’i katındadır.” Bu da kapsadığı nimetler ile birlikte Cennet’tir. “Onlar için korku yoktur ve onlar üzülmezler de.” Böylelikle arzu ettiklerini elde etmiş, korktuklarından kurtulmuş olacaklardır. Âyetten şu da anlaşılmaktadır: Böyle olmayan herkes helâk olacak olan Cehennem ehlindendir. Ancak Mâbud’a ihlâs ile ibadet eden ve Rasûl’e tâbî olanlar kurtulabileceklerdir.
Ayet: 113 #
{وَقَالَتِ الْيَهُودُ لَيْسَتِ النَّصَارَى عَلَى شَيْءٍ وَقَالَتِ النَّصَارَى لَيْسَتِ الْيَهُودُ عَلَى شَيْءٍ وَهُمْ يَتْلُونَ الْكِتَابَ كَذَلِكَ قَالَ الَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ مِثْلَ قَوْلِهِمْ فَاللَّهُ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فِيمَا كَانُوا فِيهِ يَخْتَلِفُونَ (113)}.
113- Yahudiler; “Hristiyanlar hiçbir şey üzerinde değildir” dediler. Hıristiyanlar da; “Yahudiler hiçbir şey üzerinde değildir” dediler. Hâlbuki hepsi de Kitab’ı okurlar. Bilmeyenler de tıpkı onların dedikleri gibi söylediler. Artık Allah anlaşmazlığa düştükleri bu hususta Kıyamet gününde aralarında hüküm verecektir.
#
{113} وذلك أنه بلغ بأهل الكتاب الهوى والحسد إلى أن بعضهم ضلل بعضاً، وكفر بعضهم بعضاً كما فعل الأميون من مشركي العرب وغيرهم، فكل فرقة تضلل [الفرقةَ] الأخرى، ويحكم الله في الآخرة بين المختلفين بحكمه العدل الذي أخبر به عباده، فإنه لا فوز ولا نجاة إلا لمن صدَّق جميع الأنبياء والمرسلين، وامتثل أوامر ربه، واجتنب نواهيه، ومن عداهم فهو هالك.
113. Kitap ehlinin hevâ ve kıskançlıkları birbirlerini sapıklıkla itham etmeye ve birinin diğerini tekfir etmesine varacak kadar ileri seviyeye ulaşmıştı. Tıpkı Arap olan ve olmayan müşrikler arasındaki ümmilerin yaptıklarını yaptılar. Her bir kesim diğerini sapıklıkla itham etmektedir. Yüce Allah ise âhirette kullarına haber verdiği şekilde adil hükmü ile hüküm verecektir. O gün bütün nebileri ve rasulleri tasdik edip Rabb’inin emirlerine uyan, yasaklarından kaçınanların dışındakiler hakkında kurtuluş söz konusu değildir. Onların dışında kalan herkes helâk olacaktır.
Ayet: 114 #
{وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنْ مَنَعَ مَسَاجِدَ اللَّهِ أَنْ يُذْكَرَ فِيهَا اسْمُهُ وَسَعَى فِي خَرَابِهَا أُولَئِكَ مَا كَانَ لَهُمْ أَنْ يَدْخُلُوهَا إِلَّا خَائِفِينَ لَهُمْ فِي الدُّنْيَا خِزْيٌ وَلَهُمْ فِي الْآخِرَةِ عَذَابٌ عَظِيمٌ (114)}.
114- Allah’ın mescidlerinde O’nun isminin anılmasını meneden ve onların harab olmalarına çalışanlardan daha zalim kim olabilir? Böyleleri oralara ancak korka korka girebilirler. Onlara dünyada zillet vardır, âhirette de en büyük azab yine onlaradır.
#
{114} أي: لا أحد أظلم وأشد جرماً ممن منع مساجد الله عن ذكر الله فيها وإقامة الصلاة وغيرها من [أنواع] الطاعات، {وسعى}؛ أي: اجتهد وبذل وسعه، {في خرابها}؛ الحسي والمعنوي، فالخراب الحسي هدمها وتخريبها وتقذيرها، والخراب المعنوي منع الذاكرين لاسم الله فيها، وهذا عام لكل من اتصف بهذه الصفة فيدخل في ذلك أصحاب الفيل وقريش حين صدوا رسول الله عنها عام الحديبية، والنصارى حين أخربوا بيت المقدس، وغيرهم من أنواع الظلمة الساعين في خرابها محادّة لله ومشاقة، فجازاهم الله بأن منعهم دخولها شرعاً وقدراً إلا خائفين ذليلين، فلما أخافوا عباد الله أخافهم الله، فالمشركون الذين صدوا رسوله لم يلبث رسول الله - صلى الله عليه وسلم - إلا يسيراً حتى أذن الله له في فتح مكة ومنع المشركين من قربان بيته فقال تعالى: {يا أيها الذين آمنوا إنما المشركون نجس فلا يقربوا المسجد الحرام بعد عامهم هذا}؛ وأصحاب الفيل قد ذكر الله ما جرى عليهم، والنصارى سلط الله عليهم المؤمنين فأجلوهم [عنه]، وهكذا كل من اتصف بوصفهم فلا بد أن يناله قسطه، وهذا من الآيات العظيمة أخبر بها الباري قبل وقوعها فوقعت كما أخبر، واستدل العلماء بالآية الكريمة على أنه لا يجوز تمكين الكفار من دخول المساجد {لهم في الدنيا خزي}؛ [أي]: فضيحة؛ كما تقدم {ولهم في الآخرة عذاب عظيم}؛ وإذا كان لا أظلم ممن منع مساجد الله أن يذكر فيها اسمه، فلا أعظم إيماناً ممن سعى في عمارة المساجد بالعمارة الحسية والمعنوية؛ كما قال تعالى: {إنما يعمر مساجد الله من آمن بالله واليوم الآخر}؛ بل قد أمر الله تعالى برفع بيوته وتعظيمها وتكريمها فقال تعالى: {في بيوت أذن الله أن ترفع ويذكر فيها اسمه}. وللمساجد أحكام كثيرة يرجع حاصلها إلى مضمون هذه الآيات الكريمة.
114. “Allah’ın mescidlerinde O’nun isminin anılmasını meneden” Yani Allah’ın mescidlerinde Allah’ın adının anılmasını, namaz kılınmasını ve benzeri itaatlerin yerine getirilmesini engelleyen kimselerden “ve onların” maddi ve manevi yönden “harab olmalarına çalışanlardan” yani bu konuda bütün gayretini ortaya koyanlardan “daha zalim kim olabilir?” yani böylelerden daha zalim ve daha büyük bir günah ve suç sahibi yoktur. Mescidlerin maddi olarak tahriplerinden kasıt onların yıkılmaları, tahrip edilmeleri ve kirletilmeleridir. Manevi tahrip ise oralarda Allah’ın adının anılmasını engellemektir. Bu, bu niteliğe sahip olan herkes hakkında umumî bir hükümdür. Bunun kapsamına Fil ashabı ve Hudeybiye yılı Allah Rasûlünü Mescid-i Haram’a gitmekten alıkoyan Kureyşliler, Beytulmakdis’i tahrip eden hıristiyanlar ve bunların dışında Allah’a karşı çıkmak, muhalefet etmek maksadı ile mescidlerin tahribi için çalışan çeşitli zalimler de girmektedir. Allah’ın bunlara verdiği ceza, oralara girmekten hem şer’an, hem de ilâhî bir kader olarak men edilmeleri olmuştur. Onlar oralara ancak zelil olarak ve korku içinde girebilirler. Allah’ın kullarını korkuttukları için Allah da onların kalplerine korku salmıştır. Allah, Rasûlünü Hudeybiye’de engelleyen müşriklere karşı, aradan fazla geçmeden Rasûlü’ne Mekke’yi fethetme iznini vermiş ve müşriklerin, Beyt’ine yaklaşmalarını men ederek şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir; onun için bu yıllarından sonra artık Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar.” (et-Tevbe, 9/28) Fil Ashabının başından geçenleri de Yüce Allah Kitab-ı Kerîm’inde zikretmiştir. Hıristiyanlara da Allah, mü’minleri egemen kılmış ve bunlar, onları oradan sürmüşlerdi. İşte bu şekilde onların niteliklerine sahip olan herkesin payını zamanı gelince alması kaçınılmaz bir şeydir. Ayrıca bu Allah’ın haber verdiği büyük mucize ve belgelerdendir. Zira bunlar meydana gelmeden önce Allah vukua geleceklerini bildirmiştir ve O’nun bildirdiği gibi de gerçekleşmiştir. Ayrıca alimler, bu âyet-i kerimeyi, kâfirlerin mescidlere girmelerine imkân tanımanın caiz olmadığına delil göstermişlerdir. “Onlara dünyada zillet” önceden geçtiği gibi rezillik ve rüsvalık “vardır, âhirette de en büyük azap yine onlaradır.” Allah’ın mescidlerinde Allah’ın adının anılmasını engelleyenden daha zalim kimseler olmadığına göre, bu mescidlerin maddi ve manevi olarak imar edilmesi için çalışandan da daha büyük iman sahibi kimse olamaz. Nitekim Yüce Allah bunu: “Allah’ın mescidlerini ancak Allah’a ve âhiret gününe iman eden... kimseler imar eder” (et-Tevbe, 9/18) buyruğunda dile getirmektedir. Hatta Yüce Allah adına kurulan evlerin yükseltilmesini, ta’zim edilmesini ve onlara gereken saygının gösterilmesini de emrederek şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın, yükseltilmesine ve içlerinde adının anılmasına izin verdiği evlerde...” (en-Nur, 24/36) Mescidlere dair pek çok hüküm vardır ki bunların özü bu âyet-i kerimelerin muhtevası içerisindedir.
Ayet: 115 #
{وَلِلَّهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ فَأَيْنَمَا تُوَلُّوا فَثَمَّ وَجْهُ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ وَاسِعٌ عَلِيمٌ (115)}.
115- Doğu da, batı da Allah’ındır. O halde nereye dönerseniz Allah’ın yüzü oradadır. Şüphe yok ki Allah Vasi’dir, her şeyi çok iyi bilendir.
#
{115} أي: {ولله المشرق والمغرب}؛ خصهما بالذكر لأنهما محل الآيات العظيمة [فهما] مطالع الأنوار ومغاربها، فإذا كان مالكاً لها كان مالكاً لكل الجهات {فأينما تولوا}؛ وجوهكم من الجهات إذا كان توليكم إياها بأمره، إما أن يأمركم باستقبال الكعبة بعد أن كنتم مأمورين باستقبال بيت المقدس، أو تؤمرون بالصلاة في السفر على الراحلة ونحوها، فإن القبلة حيثما توجه العبد، أو تشتبه القبلة فيتحرى الصلاة إليها، ثم يتبين له الخطأ أو يكون معذوراً بصلب أو مرض ونحو ذلك، فهذه الأمور إما أن يكون العبد فيها معذوراً أو مأموراً. وبكل حال فما استقبل جهة من الجهات خارجة عن ملك ربه {فثم وجه الله إن الله واسع عليم}؛ فيه إثبات الوجه لله تعالى على الوجه اللائق به تعالى، وإن لله وجهاً لا تشبهه الوجوه، وهو تعالى واسع الفضل والصفات عظيمها عليم بسرائركم ونياتكم، فمن سعته وعلمه، وسع لكم الأمر، وقبل منكم المأمور، فله الحمد والشكر.
115. “Doğu da, batı da Allah’ındır.” Özellikle doğu ile batıyı söz konusu etmesi, aydınlığın doğuş ve batışında muazzam âyetlerin (ilâhi belge ve mucizelerin) yeri olmalarındandır. O doğunun da batının da mutlak mâliki olduğuna göre, bütün cihetlerin de mutlak mâlikidir. “O halde nereye dönerseniz.” Yani O’nun emri ile döndürmüş olmanız şartı ile yüzünüzü hangi yöne dönerseniz dönün, demektir. O size daha önce Beytülmakdis’e dönmekle emretmiş iken, şimdi Kabe’ye yönelmenizi emredebilir yahut yolculuk esnasında binek üzerinde ve benzeri şekillerde nasıl namaz kılacağınızı (ve nereye döneceğinizi) emreder. Zira (bu son durumda) kıble kulun yöneldiği taraftır. Yahut kıblenin nerede olduğu şüpheli olursa, namaz kılacak kişi araştırarak kıbleyi tespit etmeye çalışır. Daha sonra o tespitinin hatalı olduğunu görse de onun yöneldiği taraf kıble olmuş olur. Ya da hastalık, hareket edemeyecek halde olmak ve benzeri bir durumda da (kıbleye yönelmekten) mazur olur. Bu gibi durumlarda kul ya mazurdur (kıbleye yönelememekten dolayı mazereti makbuldür), yahut da mazereti olmayıp kıbleye yönelmekle memurdur. Durumu ne olursa olsun, onun yöneldiği her bir yön mutlaka Rabbi’nin hükümranlığı altındadır. “Allah’ın yüzü oradadır. Şüphe yok ki Allah Vasi’dir, her şeyi çok iyi bilendir.” Bu buyrukta Yüce Allah’ın azametine ve celâline yaraşır şekilde ve diğer yüzlere benzemeyen hakiki bir “yüz”ü olduğu ifade edilmektedir. Ayrıca yüce Rabb’imiz Vasi’dir, yani lütfu geniş ve sıfatları azametli olandır. Sizin gizlediklerinizi ve niyetlerinizi çok iyi bilendir. İşte O’nun lütfunun genişliği ve bilgisi dolayısıyla bu hususu da sizin lehinize genişletmiş ve size vermiş olduğu bu emre uygun olarak amelinizi kabul etmiştir. Hamd ve şükür yalnız O’nadır.
Ayet: 116 - 117 #
{وَقَالُوا اتَّخَذَ اللَّهُ وَلَدًا سُبْحَانَهُ بَلْ لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ كُلٌّ لَهُ قَانِتُونَ (116) بَدِيعُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَإِذَا قَضَى أَمْرًا فَإِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ (117)}.
116- Onlar “Allah çocuk edindi” dediler. (Hâşâ!) O (bundan) münezzehtir. Tam aksine, göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur, hepsi O’na boyun eğer. 117- O, göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. Bir şeyin olmasına hükmetti mi, ona yalnızca “Ol” der, o da oluverir.
#
{116} {وقالوا}؛ أي: اليهود والنصارى والمشركون وكل من قال ذلك، {اتخذ الله ولداً}؛ فنسبوه إلى ما لا يليق بجلاله وأساءوا كل الإساءة وظلموا أنفسهم وهو تعالى صابر على ذلك منهم، قد حلم عليهم، وعافاهم، ورزقهم مع تنقصهم إياه {سبحانه}؛ أي: تنزه وتقدس عن كل ما وصفه به المشركون والظالمون مما لا يليق بجلاله، فسبحان من له الكمال المطلق من جميع الوجوه الذي لا يعتريه نقصٌ بوجه من الوجوه، ومع رده لقولهم أقام الحجة والبرهان على تنزيهه عن ذلك فقال: {بل له ما في السموات والأرض}؛ أي: جميعهم ملكه وعبيده يتصرف فيهم تصرف المالك بالمماليك وهم قانتون له مسخرون تحت تدبيره، فإذا كانوا كلهم عبيده مفتقرين إليه، وهو غني عنهم فكيف يكون منهم أحد يكون له ولداً، والولد لا بد أن يكون من جنس والده لأنه جزء منه، والله تعالى المالك القاهر وأنتم المملوكون المقهورون وهو الغني وأنتم الفقراء، فكيف مع هذا يكون له ولد؟ هذا من أبطل الباطل وأسمجه. والقنوت نوعان: قنوت عام وهو قنوت الخلق كلهم تحت تدبير الخالق، وخاص وهو قنوت العبادة. فالنوع الأول كما في هذه الآية، والنوع الثاني كما في قوله تعالى: {وقوموا لله قانتين}. ثم قال:
116. “Onlar” Yani yahudiler, hıristiyanlar, müşrikler ve aynı kanaati ileri süren herkes “Allah çocuk edindi, dediler” ve böylelikle O’nun celâl ve azametine yakışmayan bir şeyi O’na nispet ettiler, alabildiğine kötü bir isnadda bulundular ve kendilerine de zulmettiler. Allah ise onların bu cahilliklerine karşı sabır göstermektedir. Onlara hilmi ile muamele etmekte, buna rağmen onlara afiyet vermekte, O’na karşı kusurlarına rağmen O onları rızıklandırmaktadır. (Hâşâ!) O (bundan) münezzehtir.” Müşriklerin ve zalimlerin, celâl ve azametine yakışmayan bütün nitelemelerinden münezzehtir, yücedir. Her yönüyle mutlak kemâle sahip olan, hiçbir şekilde eksikliğin kendisine ulaşamadığı Rabb’imizi tenzih ederiz. Yüce Allah iddialarını reddetmekle birlikte bu kusurdan münezzeh oluşuna dair delili ve belgeyi de ortaya koyarak şöyle buyurmaktadır: “Tam aksine, göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur, hepsi O’na boyun eğer” Hepsi O’nun mülkü ve O’nun kullarıdır. Onlar üzerinde mutlak mâlikin hükümranlığı altında bulunanlara tasarruf ettiği gibi tasarruf eder. Onlarsa O’nun tedbir ve idaresi altında O’na boyun eğer ve O’nun emrine göre hareket ederler. Hepsi O’nun kulları ve O’na muhtaç olduklarına, kendisinin ise onlara ihtiyacı bulunmadığına göre onlardan herhangi bir kimse nasıl olur da O’nun çocuğu olabilir? Çocuğun babasının cinsinden olması kaçınılmaz bir şeydir, çünkü çocuk babasının bir parçasından vücuda gelir. Yüce Allah mutlak mâlik ve mutlak egemendir. Sizler onun mülkiyeti ve egemenliği altındasınız. O hiçbir şeye muhtaç olmayandır, çok zengindir, siz ise muhtaçsınız. Bununla birlikte O’nun çocuğu nasıl olabilir? Bu batılın en ileri ve en çirkin derecesinde bir iddiadır. Ayette sözü edilen “boyun eğme”, iki türlüdür. Genel anlamda boyun eğme. Bu bütün yaratıkların boyun eğme ve itaatleridir ki hepsi yaratıcının idaresi altındadır. Özel anlamdaki boyun eğme ise ibadet olan boyun eğmedir. Birinci boyun eğişe bu âyet-i kerime örnektir. İkinci türe ise Yüce Allah’ın şu buyruğu örnek verilebilir: “Allah’ın huzurunda O’na gönülden boyun eğerek durun.” (el-Bakara, 238).
#
{117} {بديع السموات والأرض}؛ أي: خالقهما على وجه قد أتقنهما وأحسنهما على غير مثال سبق، {وإذا قضى أمراً فإنما يقول له كن فيكون}؛ فلا يستعصي عليه ولا يمتنع منه.
117. Daha sonra zâtıyla ve şanıyla Yüce olan Allah şöyle buyurmaktadır: “O, göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır” Yani onları daha önce benzeri bir örnek söz konusu olmaksızın sapasağlam, mükemmel ve en güzel şekilde yaratandır. “Bir şeyin olmasına hükmetti mi, ona yalnızca ol der, o da oluverir.” Hiçbir iş O’na zor ve ağır gelmez ve hiçbir zaman o işin gerçekleşmesine karşı konulamaz.
Ayet: 118 - 119 #
{وَقَالَ الَّذِينَ لَا يَعْلَمُونَ لَوْلَا يُكَلِّمُنَا اللَّهُ أَوْ تَأْتِينَا آيَةٌ كَذَلِكَ قَالَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ مِثْلَ قَوْلِهِمْ تَشَابَهَتْ قُلُوبُهُمْ قَدْ بَيَّنَّا الْآيَاتِ لِقَوْمٍ يُوقِنُونَ (118) إِنَّا أَرْسَلْنَاكَ بِالْحَقِّ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَلَا تُسْأَلُ عَنْ أَصْحَابِ الْجَحِيمِ (119)}.
118- Bilmeyenler; “Allah bizimle konuşmalı yahut bize bir âyet gelmeli değil miydi?!” dediler. Onlardan öncekiler de tıpkı onlar gibi söylemişlerdi. Kalpleri birbirine ne kadar da benzemiş! Biz yakîn sahibi olmak isteyenlere âyetleri iyice açıklamışızdır. 119- Şüphe yok ki biz seni Hak ile müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Sen cehennemliklerden sorumlu değilsin.
#
{118} أي: قال الجهلة من أهل الكتاب وغيرهم هلا يكلمنا الله كما كلم الرسل، {أو تأتينا آية}؛ يعنون آيات الاقتراح التي يقترحونها بعقولهم الفاسدة وآرائهم الكاسدة التي تجرؤوا بها على الخالق واستكبروا على رسله كقولهم: {لن نؤمن لك حتى نرى الله جهرة}؛ {يسألك أهل الكتاب أن تنزل عليهم كتاباً من السماء فقد سألوا موسى أكبر من ذلك ... }؛ الآية. {وقالوا مالِ هذا الرسول يأكل الطعام ويمشي في الأسواق لولا أنزل إليه ملك فيكون معه نذيراً أو يلقى إليه كنز أو تكون له جنة يأكل منها ... }؛ الآيات، وقوله: {وقالوا لن نؤمن لك حتى تفجر لنا من الأرض ينبوعاً ... }؛ الآيات. فهذا دأبهم مع رسلهم يطلبون آيات التعنت لا آيات الاسترشاد، ولم يكن قصدهم تبيين الحق فإن الرسل قد جاؤوا من الآيات بما يؤمن على مثله البشر، ولهذا قال تعالى: {قد بينا الآيات لقوم يوقنون}؛ فكل موقن فقد عرف من آيات الله الباهرة وبراهينه الظاهرة ما حصل له به اليقين، واندفع عنه كل شك وريب.
118. “Bilmeyenler” Yani kitap ehlinden olsun diğer din mensupları arasından olsun, bilgisiz ve cahil olanlar Allah, peygamberlerle konuştuğu gibi bizimle de konuşmalı değil miydi? dediler. “yahut bize bir âyet gelmeli değil miydi!” Bu âyet ile kastettikleri kendi bozuk akılları, işe yaramaz görüşleri ile teklif ettikleri ve yaratıcıya karşı küstahlık ederek istedikleri âyetler, yani mucizelerdir. Bu istekleri ile Peygamberlere karşı da büyüklenmişlerdi. Şu buyruklarda nakledilen istekleri bunlara birer örnektir: “Biz Allah’ı apaçık görmedikçe sana kat’iyyen iman etmeyiz.” (el-Bakara, 2/55); “Kitap ehli senden kendilerine gökten bir kitap indirmeni isterler. Gerçekten onlar Mûsâ’dan daha büyüğünü istemişlerdi de; “Allah’ı bize apaçık göster” demişlerdi.” (en-Nisa, 4/153); “Ve şöyle dediler: Bu nasıl Peygamberdir ki yemek yer ve pazarlarda dolaşır? Onunla birlikte uyarıcı olmak üzere beraberinde bir melek indirilmeli değil miydi? Yahut O’na bir hazine verilmeli veya mahsullerinden yiyeceği bir bahçesi olmalı değil miydi?” (el-Furkan, 25/7-8); “Dediler ki: Bize yeryüzünden bir pınar fışkırtmadıkça asla sana inanmayacağız...” (el-İsra, 17/90) İşte zalimlerin, Peygamberlerine karşı takındıkları tutum hep böyle olagelmiştir. Onlar mucizeleri doğruyu bulmak kastı ile istemiyorlardı, inatta ve işi yokuşa sürmek için istiyorlardı. Maksatları hakkın açığa kavuşturulması değildi. Çünkü Peygamberler, zaten iman edecek kimselerin benzerini görmeleri halinde iman edebilecekleri türden mucizeler getirmişlerdir. İşte bundan dolayı Yüce Allah: “Biz yakîn sahibi olmak isteyenlere âyetleri iyice açıklamışızdır” diye buyurmaktadır. Yakîn sahibi herkes, Allah’ın göz kamaştırıcı delil ve belgelerini, apaçık burhanlarını bilip tanımıştır. Bunlarla yakîne ulaşmış ve ondan her türlü şüphe ve tereddüt uzaklaşmış gitmiştir.
Daha sonra Yüce Allah, Peygamberin gerçeği getirdiğine, bildirdiklerinin doğruluğuna delâlet eden birçok mucizeyi ihtiva eden özlü bir mucizeyi söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{119} {إنا أرسلناك بالحق بشيراً ونذيراً}؛ فهذا مشتمل على الآيات التي جاء بها، وهي ترجع إلى ثلاثة أمور: الأول في نفس إرساله، والثاني في سيرته وهديه ودِلِّه، والثالث في معرفة ما جاء به من القرآن والسنة. فالأول والثاني قد دخلا في قوله: {إنا أرسلناك}؛ والثالث [دخل] في قوله: {بالحق}. وبيان الأمر الأول: وهو ـ نفس إرساله ـ أنه قد علم حالة أهل الأرض قبل بعثته - صلى الله عليه وسلم - وما كانوا عليه من عبادة الأوثان والنيران والصلبان وتبديلهم للأديان حتى كانوا في ظلمة من الكفر قد عمتهم وشملتهم، إلا بقايا من أهل الكتاب قد انقرضوا قبيل البعثة، وقد علم أن الله تعالى لم يخلق خلقه سدى ولم يتركهم هملاً، لأنه حكيم عليم قدير رحيم، فمن حكمته ورحمته بعباده أن أرسل إليهم هذا الرسول العظيم يأمرهم بعبادة الرحمن وحده لا شريك له، فبمجرد رسالته يعرف العاقل صدقه، وهو آية كبيرة على أنه رسول الله. وأما الثاني فمن عرف النبي - صلى الله عليه وسلم - معرفة تامة، وعرف سيرته وهديه قبل البعثة ونشوءه على أكمل الخصال، ثم من بعد ذلك قد ازدادت مكارمه وأخلاقه العظيمة الباهرة للناظرين، فمن عرفها وسبر أحواله عرف أنها لا تكون إلا أخلاق الأنبياء الكاملين؛ لأنه تعالى جعل الأوصاف أكبر دليل على معرفة أصحابها وصدقهم وكذبهم. وأما الثالث: فهو معرفة ما جاء به - صلى الله عليه وسلم - من الشرع العظيم والقرآن الكريم المشتمل على الإخبارات الصادقة والأوامر الحسنة والنهي عن كل قبيح، والمعجزات الباهرة، فجميع الآيات تدخل في هذه الثلاثة. قوله: {بشيراً}؛ أي: لمن أطاعك بالسعادة الدنيوية والأخروية، {نذيراً}؛ لمن عصاك بالشقاوة والهلاك الدنيوي والأخروي، {ولا تسأل عن أصحاب الجحيم}؛ أي: لست مسؤولاً عنهم، إنما عليك البلاغ وعلينا الحساب.
119. “Şüphe yok ki biz seni Hak ile müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdik.” İşte bu, O’nun getirmiş olduğu bütün âyetleri (mucize ve belgeleri) kapsamaktadır. Bu mucizeler de üç hususta toplanır: Birincisi, bizzat O’nun Peygamber olarak gönderilmesi, İkincisi, O’nun yaşayışı (sireti), önderliği ve doğru yolu göstermesi, Üçüncüsü de O’nun getirmiş olduğu Kur’ân ve Sünnet’in bilinmesi. Birinci ve ikinci tür Yüce Allah’ın: “Biz seni... gönderdik.” buyruğu; üçüncüsü de “hak ile” buyruğu çerçevesine girmektedir. Birinci husus olan peygamber olarak gönderilmesini açıklayalım: Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in peygamber olarak gönderilmeden önce yeryüzündeki insanların durumu bilinen bir husustur. Putlara, ateşe, haça tapmakta idiler. Dinlerini değiştirmiş bunun sonucunda da küfrün karanlıkları içerisinde kalmışlardı. Bu karanlık -kitap ehlinden oldukça az kalıntılar müstesna- hepsini kapsamıştı. Bu kalıntılar da Peygamberimizin peygamber olarak gönderilmesinden önce tamamen silinip kalkmıştı. Yüce Allah’ın insanları boşuna yaratmadığı, ihmal edip başıboş bırakmayacağı bilinen bir husustur. Çünkü O hakîmdir, alîmdir, kadîrdir, rahîmdir. Kullarına rahmet ve hikmetinin bir gereği olarak Rahman olan Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmaksızın bir ve tek olarak ibadet etmeyi emreden bu büyük Peygamberi göndermiştir. Aklı başında bir kişi yalnızca peygamber olarak gönderilmesinden onun doğru söylediğini anlar. Bu, bizzat onun Allah’ın Rasulü olduğuna dair büyük bir belgedir. İkinci hususa gelince, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’i tam anlamıyla tanıyan, peygamber olarak gönderilmesinden önceki hayatını, en mükemmel hasletlere sahip olarak yetişmiş olduğunu bilen, bundan sonra da üstün meziyetlerinin ve bakanların gözlerini kamaştıracak yüce ahlâkının daha da arttığını gören, işte bütün bunları bilen ve onun durumunu inceleyen kimse hiç şüphesiz bunların ancak kâmil peygamberlerin ahlâkı olduğunu bilir. Çünkü Yüce Allah sahip olunan nitelikleri, o niteliklerin sahibi olanları tanımaya, doğru ya da yalan söylediklerini tespit etmeye dair büyük bir delil olarak ortaya koymuştur. Üçüncü husus ise Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in getirmiş olduğu muazzam Şeriat’ı tanımaktır. Gerçek ve doğru haberleri, güzel emirleri, her türlü çirkini yasaklamayı ve göz kamaştırıcı mucizeleri içeren Kur’ân-ı Kerîm’i yakından bilmektir. İşte düşünülebilecek bütün mucize ve belgeler bu üç tür mucize ve belgenin kapsamına girmektedir. Yüce Allah’ın “müjdeleyici” buyruğu, “Sana itaat eden kimselere dünya ve âhirette mutluluk müjdesini ver”; “uyarıcı” ise “Sana isyan eden kimseleri dünya ve âhirette bedbaht olmak ve helâk olmakla uyar” demektir. “Sen cehennemliklerden sorumlu değilsin.” Cehennemlik oluşlarından dolayı sen sorumlu olmayacaksın. Sana düşen yalnızca tebliğ etmektir, hesaba çekmek ise bizim işimizdir.
Ayet: 120 #
{وَلَنْ تَرْضَى عَنْكَ الْيَهُودُ وَلَا النَّصَارَى حَتَّى تَتَّبِعَ مِلَّتَهُمْ قُلْ إِنَّ هُدَى اللَّهِ هُوَ الْهُدَى وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ أَهْوَاءَهُمْ بَعْدَ الَّذِي جَاءَكَ مِنَ الْعِلْمِ مَا لَكَ مِنَ اللَّهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَصِيرٍ (120)}.
120- Dinlerine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar asla senden hoşnut olmazlar. De ki: “Allah’ın hidâyeti, işte doğru yol ancak budur.” Andolsun ki sana gelen bunca ilimden sonra onların heva ve heveslerine uyacak olursan artık Allah’tan yana hiçbir dostun ve hiçbir yardımcın olmaz.
#
{120} يخبر تعالى رسوله أنه لا يرضى منه اليهود ولا النصارى إلا باتباعه دينهم؛ لأنهم دعاة إلى الدين الذي هم عليه يزعمون أنه الهدى، فقل لهم: {إن هدى الله}؛ الذي أرسلت به {هو الهدى}؛ وأما ما أنتم عليه فهو الهوى بدليل قوله: {ولئن اتبعت أهواءهم بعد الذي جاءك من العلم ما لك من الله من ولي ولا نصير}؛ فهذا فيه النهي العظيم عن اتباع أهواء اليهود والنصارى والتشبه بهم بما يختص به دينهم. والخطاب وإن كان لرسول الله - صلى الله عليه وسلم -، فإن أمته داخلة في ذلك؛ لأن الاعتبار بعموم المعنى لا بخصوص المخاطب، كما أن العبرة بعموم اللفظ لا بخصوص السبب.
120. “Dinlerine uymadıkça ne yahudiler ne de hıristiyanlar asla senden hoşnut olmazlar.” Yüce Allah, Rasulüne yahudilerle hıristiyanların kendisinden hoşnut olmalarının, onların dinlerine uymadıkça mümkün olmadığını haber vermektedir. Çünkü onlar kabul ettikleri dine davet ederler ve hidâyetin bu dinde olduğunu iddia ederler. Sen de onlara “De ki:” Benimle gönderilmiş bulunan “Allah’ın hidâyeti, işte doğru yol ancak budur.” Sizin izlediğiniz yol ise Yüce Allah’ın şu buyruğunun da gösterdiği gibi hevânın tâ kendisidir: “Andolsun ki sana gelen bunca ilimden sonra onların hevâ ve heveslerine uyacak olursan artık Allah’tan yana hiçbir dostun ve hiçbir yardımcın olmaz.” İşte bu buyruk yahudi ve hıristiyanların hevâlarına uymayı ve dinlerine has hususlarda onlara benzemeyi yasaklayan çok önemli bir yasaktır. Hitap her ne kadar Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’e ise de onun ümmeti de bunun kapsamına girmektedir. Çünkü asıl muteber olan muhatabın hususiliği değil, mananın umumiliğidir. Tıpkı asıl muteber olanın nüzûl sebebinin özel oluşu olmayıp lafzın umumi olması gibi.
Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 121 - 123 #
{الَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَتْلُونَهُ حَقَّ تِلَاوَتِهِ أُولَئِكَ يُؤْمِنُونَ بِهِ وَمَنْ يَكْفُرْ بِهِ فَأُولَئِكَ هُمُ الْخَاسِرُونَ (121) يَابَنِي إِسْرَائِيلَ اذْكُرُوا نِعْمَتِيَ الَّتِي أَنْعَمْتُ عَلَيْكُمْ وَأَنِّي فَضَّلْتُكُمْ عَلَى الْعَالَمِينَ (122) وَاتَّقُوا يَوْمًا لَا تَجْزِي نَفْسٌ عَنْ نَفْسٍ شَيْئًا وَلَا يُقْبَلُ مِنْهَا عَدْلٌ وَلَا تَنْفَعُهَا شَفَاعَةٌ وَلَا هُمْ يُنْصَرُونَ (123)}.
121- Kendilerine Kitab’ı verdiğimiz kimseler onu tilâvet eder (hakkını vererek okurlar). İşte bunlar ona iman ederler. Her kim de onu inkâr ederse, işte onlar zarara uğrayanların tâ kendileridir. 122- Ey İsrailoğulları! Size ihsan ettiğim nimetimi ve vaktiyle sizi âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın. 123- Kimsenin kimseye hiçbir fayda sağlayamayacağı, kimseden fidyenin kabul edilmeyeceği ve hiçbir şekilde şefaatin fayda vermeyeceği bir günden de sakının. O gün onlara yardım da edilmez.
#
{121} يخبر تعالى أن الذين آتاهم الكتاب ومنَّ عليهم به منِّة مطلقة أنهم {يتلونه حق تلاوته}؛ أي: يتبعونه حق اتباعه، والتلاوة الاتِّباع، فيحلون حلاله، ويحرمون حرامه، ويعملون بمحكمه، ويؤمنون بمتشابهه، وهؤلاء هم السعداء من أهل الكتاب الذين عرفوا نعمة الله وشكروها، وآمنوا بكل الرسل ولم يفرقوا بين أحد منهم، فهؤلاء هم المؤمنون حقًّا لا من قال منهم نؤمن بما أنزل علينا ويكفرون بما وراءه، ولهذا توعدهم بقوله: {ومن يكفر به فأولئك هم الخاسرون}.
121. Yüce Allah, kendilerine kitap verip bu yolla mutlak nimete mazhar kıldığı kimselerin bir özelliğini şöyle bildirmektedir: “onu tilâvet eder (hakkını vererek okurlar) Yani ona hakkıyla uyarlar. Kitab’ın tilaveti, Kitab’a tâbî olmak, helâlini helâl, haramını haram bilmek, muhkemi ile amel etmek, müteşabihine iman etmek demektir. İşte kitap ehli arasından bu şekilde hareket edenler bahtiyar ve mutlu kimselerdir. Bunlar Allah’ın, üzerlerindeki nimetini gereği gibi bilip tanımış, O’na şükretmiş ve bütün Peygamberlere iman etmiş kimselerdir. Peygamberlerin birini diğerinden ayırmazlar. İşte gerçek mü’min olanlar bunlardır. Yoksa aralarından: “Bize indirilene iman ederiz” deyip “ondan ötesini inkar eden” (el-Bakara, 2/91) kimseler değildir. İşte bundan dolayı Yüce Allah böylelerini: “Her kim de onu inkâr ederse, işte onlar zarara uğrayanların tâ kendileridir” buyruğu ile tehdit etmektedir.
#
{122 ـ 123} وقد تقدم تفسير الآية التي بعدها.
122-123. Bu iki âyetin tefsiri daha önce (el-Bakara, 2/47-48. âyetlerde) geçmişti.
Ayet: 124 - 125 #
{وَإِذِ ابْتَلَى إِبْرَاهِيمَ رَبُّهُ بِكَلِمَاتٍ فَأَتَمَّهُنَّ قَالَ إِنِّي جَاعِلُكَ لِلنَّاسِ إِمَامًا قَالَ وَمِنْ ذُرِّيَّتِي قَالَ لَا يَنَالُ عَهْدِي الظَّالِمِينَ (124) وَإِذْ جَعَلْنَا الْبَيْتَ مَثَابَةً لِلنَّاسِ وَأَمْنًا وَاتَّخِذُوا مِنْ مَقَامِ إِبْرَاهِيمَ مُصَلًّى وَعَهِدْنَا إِلَى إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ أَنْ طَهِّرَا بَيْتِيَ لِلطَّائِفِينَ وَالْعَاكِفِينَ وَالرُّكَّعِ السُّجُودِ (125)}.
124- Hani Rabb’i İbrahim’i birtakım kelimelerle imtihan etmiş, o da bunları eksiksiz yerine getirmişti. (Allah:) “Ben seni insanlara önder yapacağım” buyurunca o: “Zürriyetimden de” demişti. (Allah da:) “Benim ahdim zalimleri kapsamaz.” buyurmuştu. 125- Hani biz o Evi insanlar için bir dönüş ve güven yeri kılmıştık. Siz de İbrahim’in makamından bir namazgâh edinin. İbrahim ve İsmail’e de şöyle emir vermiştik: “Evimi tavaf edenler, itikâfa girenler, rüku ve secde edenler için tertemiz kılın.”
#
{124} يخبر تعالى عن عبده وخليله إبراهيم عليه السلام المتفق على إمامته وجلالته الذي كل من طوائف أهل الكتاب تدعيه، بل وكذلك المشركون أن الله ابتلاه وامتحنه بكلمات أي بأوامر ونواهٍ كما هي عادة الله في ابتلائه لعباده ليتبين الكاذب الذي لا يثبت عند الابتلاء والامتحان من الصادق، الذي ترتفع درجته، ويزيد قدره، ويزكو عمله ويخلص ذهبه، وكان من أجلِّهم في هذا المقام الخليل عليه السلام، فأتم ما ابتلاه الله به وأكمله ووفاه، فشكر الله له ذلك، ولم يزل الله شكوراً فقال: {إني جاعلك للناس إماماً}؛ أي: يقتدون بك في الهدي ويمشون خلفك إلى سعادتهم الأبدية، ويحصل لك الثناء الدائم والأجر الجزيل والتعظيم من كل أحد. وهذه ـ لعمر الله ـ أفضل درجة تنافس فيها المتنافسون، وأعلى مقام شمر إليه العاملون، وأكمل حالة حصلها أولو العزم من المرسلين وأتباعهم من كل صِدِّيق متبع لهم داعٍ إلى الله وإلى سبيله، فلما اغتبط إبراهيم بهذا المقام، وأدرك هذا، طلب ذلك لذريته لتعلو درجته ودرجة ذريته، وهذا أيضاً من إمامته ونصحه لعباد الله ومحبته أن يكثر فيهم المرشدون، فلله عظمة هذه الهمم العالية والمقامات السامية. فأجابه الرحيم اللطيف وأخبر بالمانع من نيل هذا المقام فقال: {لا ينال عهدي الظالمين}؛ أي: لا ينال الإمامة في الدين من ظلم نفسه وضرها وحطَّ قدرها لمنافاة الظلم لهذا المقام، فإنه مقام آلته الصبر واليقين، ونتيجته أن يكون صاحبه على جانب عظيم من الإيمان والأعمال الصالحة والأخلاق الجميلة والشمائل السديدة والمحبة التامة والخشية والإنابة، فأين الظلم وهذا المقام؟ ودلَّ مفهوم الآية أن غير الظالم سينال الإمامة، ولكن مع إتيانه بأسبابها.
124. “Hani Rabb’i İbrahim’i birtakım kelimelerle imtihan etmiş…” Yüce Allah, önderliği ve üstünlüğü ittifakla kabul edilmiş olan kulu ve yakın dostu İbrahim aleyhisselam’a dair haber vermektedir ki bütün kitap ehli, hatta aynı şekilde müşrikler bile İbrahim’e yakın oldukları iddiasındadır. Yüce Allah bize bu yakın dostunu sınayıp birtakım kelimelerle, yani birtakım emir ve yasaklarla imtihan ettiğini haber veriyor. Nitekim Yüce Allah’ın kullarını sınamaktaki âdeti budur. Böylelikle bu sınavlarla imtihan halinde kimin doğru, kimin de yalancı olduğu açıkça ortaya çıkar. Doğru olanların derecesi yükselir, kadri ve kıymeti artar, ameli daha bir arılaşır ve onun altını daha bir somlaşır. İşte bu sınava tâbî tutulanlar ve bu makama erişenler arasında en üstün ve en değerli kişilerden birisi hiç şüphesiz İbrahim el-Halil’dir. O, Rabb’inin kendisini sınadığı o kelimeleri tamamıyla yerine getirmiş, en mükemmel bir şekilde ifa etmiştir. Allah da O’nun bu bağlılığını karşılıksız bırakmayıp mükâfatlandırmış -ki Yüce Allah hiçbir zaman iyi amelleri karşılıksız bırakmaz- ve şöyle buyurmuştur: “Ben seni insanlara önder yapacağım.” Yani insanlar hidâyet hususunda sana uyacaklar, ebedi saadetlerine ulaşabilmek için senin arkandan yürüyecekler. Böylelikle sen ebedi olarak övgüye, büyük bir mükâfaata ve herkes tarafından saygıya nail olacaksın. Allah’a yemin olsun ki bu, uğrunda yarış yapılan en üstün derecedir. Hayırlı amellerde bulunanların giriştiği en yüce makamdır. Azim sahibi rasullerle Allah’a ve Allah’ın yoluna davette onlara uyan her bir sıddîkın elde edebileceği en mükemmel durumdur. İbrahim aleyhisselam bu makama gıpta ettiği ve ayrıca ona ulaştığından dolayı böyle bir şeyi zürriyeti için de istedi. Tâ ki hem kendisinin, hem soyundan gelecek olanların derecesi yükselsin. Bu da onun önderliğinin, Allah’ın kullarının iyiliklerini istemesinin ve onlar arasında doğru yola iletenlerin çoğalmasını arzu etmesinin bir sonucudur. İşte bu büyük ve üstün gayretler Allah içindir, bu yüce makamlara ulaşmak da Allah’ın lütfuyladır. Rahim ve Lâtif olan Allah, İbrahim’in bu isteğine icabet etti ve bu makama erişmeye neyin engel teşkil ettiğini de şöyle haber verdi: “Benim ahdim zalimleri kapsamaz.” Yani kendi nefsine zulmeden, zarar veren, nefsinin değerini düşüren bir kimse dinde önderlik makamına erişemez. Çünkü zulüm bu makama aykırıdır. Bu makam sabır ve yakîn aracılığı ile ulaşılan bir makamdır. Bunun sonucunda ise bu makamın sahibi büyük bir imana, üstün salih amellere, güzel ahlâka, dosdoğru özelliklere, eksiksiz muhabbete, Allah’a itaatle ve korkuyla boyun eğme ve Allah’a yönelme hallerine sahip olur. Zulüm nere, böyle bir makam nere? Âyetin mefhumu zalim olmayan kimselerin önderlik noktasına ulaşabileceğine ancak bununla birlikte bu makama ulaştırıcı sebepleri yerine getirmeleri gerektiğine delildir.
#
{125} ثم ذكر تعالى أنموذجاً باقياً دالاًّ على إمامة إبراهيم وهو: هذا البيت الحرام الذي جعل قصده ركناً من أركان الإسلام حاطاًّ للذنوب والآثام، وفيه من آثار الخليل وذريته ما عرف به إمامته وتُذُكِّرت به حالته فقال: {وإذ جعلنا البيت مثابة للناس}؛ أي: مرجعاً يثوبون إليه بحصول منافعهم الدينية والدنيوية، يترددون إليه ولا يقضون منه وطراً، وجعله {أمناً}؛ يأمن به كلُّ أحد حتى الوحش وحتى الجمادات كالأشجار، ولهذا كانوا في الجاهلية ـ على شركهم ـ يحترمونه أشد الاحترام ويجد أحدهم قاتل أبيه في الحرم فلا يهيجه، فلما جاء الإسلام زاده حرمة وتعظيماً وتشريفاً وتكريماً، {واتخذوا من مقام إبراهيم مصلى}؛ يحتمل أن يكون المراد بذلك المقام المعروف الذي قد جعل الآن مقابل باب الكعبة، وأن المراد بهذا ركعتا الطواف يستحب أن تكونا خلف مقام إبراهيم وعليه جمهور المفسرين ويحتمل أن يكون المقام مفرداً مضافاً فيعم جميع مقامات إبراهيم في الحج، وهي المشاعر كلها من الطواف والسعي والوقوف بعرفة ومزدلفة ورمي الجمار والنحر وغير ذلك من أفعال الحج، فيكون معنى قوله: {مصلى}؛ أي: معبداً، أي اقتدوا به في شعائر الحج، ولعل هذا المعنى أولى لدخول المعنى الأول فيه واحتمال اللفظ له. {وعهدنا إلى إبراهيم وإسماعيل}؛ أي: أوحينا إليهما وأمرناهما بتطهير بيت الله من الشرك والكفر والمعاصي ومن الرجس والنجاسات والأقذار ليكون {للطائفين}؛ فيه {والعاكفين والركع السجود}؛ أي: المصلين، قدّم الطواف لاختصاصه بالمسجد الحرام، ثم الاعتكاف لأن من شرطه المسجد مطلقاً، ثم الصلاة مع أنها أفضل لهذا المعنى، وأضاف الباري البيت إليه لفوائد: منها: أن ذلك يقتضي شدة اهتمام إبراهيم وإسماعيل بتطهيره لكونه بيت الله فيبذلان جهدهما، ويستفرغان وسعهما في ذلك. ومنها: أن الإضافة تقتضي التشريف والإكرام ففي ضمنها أمر عباده بتعظيمه وتكريمه. ومنها: أن هذه الإضافة هي السبب الجالب للقلوب إليه.
125. Yüce Allah İbrahim’in önderliğine delâlet eden kalıcı bir örneği söz konusu etmektedir. Bu da Beyt-i Haram’dır ki burayı ziyaret etmek, İslâm rükünlerinden bir rükûndür, küçük ve büyük günahların dökülmesine bir sebeptir. Bu Beyt-i Haram’da İbrahim el-Halil’in ve onun soyundan gelenlerin bıraktığı eserler vardır. Bunlarla onun önderliğinin derecesi anlaşılır ve onun durumu hatırlanır. İşte bu konuda Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Hani biz o Evi insanlar için bir dönüş” yani dini ve dünyevi menfaatlerini elde etmek için dönüp geldikleri, tekrar tekrar gidip geldikleri ve bir türlü kendisine doyamadıkları bir mekan “ve güven yeri kılmıştık.” Yani herkesin hatta yabani hayvanların ve ağaç gibi cansız varlıkların dâhil içerisinde güven altında bulunduğu bir belde yaptık. Bundan dolayı cahiliye döneminde Araplar müşrik olmalarına rağmen Beyt-i Haram’a en ileri derecede saygı gösteriyor, herhangi bir kimse harem bölgesinde babasının katilini bulsa dahi, onu rahatsız ve tedirgin etmiyordu. İslâm geldikten sonra onun saygınlığını, teşrif ve tekrimini daha da artırdı. “Siz de İbrahim’in makamından bir namazgâh edinin.” Bu buyruk ile şu an Kâbe’nin kapısının karşısında bulunan malum Makamın kastedilmesi ihtimali olduğu gibi tavaftan sonra kılınan iki rekât namazın kastedilmiş olma ihtimali de vardır. Bu iki rekâtın Makam-ı İbrahim’in arkasında olması müstehabdır. Müfessirlerin çoğunluğunun kabul ettiği görüş budur. Bir diğer ihtimal de şudur: Bu ayette geçen “makam” kelimesi tekil ve izafet halindedir. O takdirde İbrahim’in hacdaki bütün Makamlarını kapsar ki bunlar da tavaf, sa’y, Arafat vakfesi, Müzdelife vakfesi, Cemrelere taş atma, kurban kesme ve bunların dışında kalan hac amelleri gibi bütün hac ibadetleridir. Buna göre “namazgâh” kelimesi de mabed (ibadet olunan yer) anlamında olur. Yani siz hac ibadetlerinde İbrahim’e tâbî olun, demektir. Birinci manayı içermesi ve lafzın da bu anlama müsait olmasından dolayı bu anlamın daha uygun olması umulur. “İbrahim ve İsmail’e de şöyle emir vermiştik: Evimi tavaf edenler, itikâfa girenler, rüku ve secde edenler” yani namaz kılanlar “için tertemiz kılın.” Yani onlara Allah’ın Evini şirkten, küfür ve masiyetlerden, necasetlerden ve her türlü pislikten temizleyin, diye emir ve vahiy etmiştik. Bu buyrukta “tavaf”ın öncelikle söz konusu edilmesi, tavafın Mescid-i Haram’a has ibadetlerden olmasından dolayıdır. Daha sonra itikâfın söz konusu edilmesi ise itikafın mutlak olarak bir mescidde yapılmasının şart oluşundan dolayıdır. Daha faziletli olmasına rağmen namazın bunlardan sonra söz konusu edilmesinin sebebi işte budur. Yüce Allah’ın Beyt’i kendisine izafe ederek “Evim” demesinin birtakım anlamları vardır. Bunlardan birisi: Bunun, İbrahim ile İsmail’in o Beyt’i tertemiz etmek için -Allah’ın Evi olması dolayısı ile- çok büyük bir gayret harcamalarını gerektirmesidir. Böylelikle onlar bütün gayretlerini ve çabalarını bu uğurda, bütün takatlerini bu yolda harcarlar. Diğer bir husus, izafet bir şeyin şerefini yükseltme ve ikramı ifade eder. Bu izafet de Allah kullarına bu Beyt’i ta’zim etmelerini, ona gereken saygıyı göstermelerini emretmektedir. Bir diğer husus buradaki izafetin, kalplerin ona yönelmesine vesile olmasıdır.
Ayet: 126 #
{وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ رَبِّ اجْعَلْ هَذَا بَلَدًا آمِنًا وَارْزُقْ أَهْلَهُ مِنَ الثَّمَرَاتِ مَنْ آمَنَ مِنْهُمْ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ قَالَ وَمَنْ كَفَرَ فَأُمَتِّعُهُ قَلِيلًا ثُمَّ أَضْطَرُّهُ إِلَى عَذَابِ النَّارِ وَبِئْسَ الْمَصِيرُ (126)}.
126- Hani İbrahim; “Rabb’im, bunu emin bir belde kıl! Halkından Allah’a ve âhiret gününe iman edenleri meyvelerle rızıklandır” demişti. Allah da buyurdu ki: “Kâfir olanı dahi kısa bir zaman için faydalandıracak, sonra onu Cehennem azabına mahkûm edeceğim. O, varılacak ne kötü bir yerdir!”
#
{126} أي: وإذ دعا إبراهيم لهذا البيت أن يجعله الله بلداً آمناً ويرزق أهله من أنواع الثمرات، ثم قيد عليه السلام هذا الدعاء للمؤمنين تأدباً مع الله إذ كان دعاؤه الأول فيه الإطلاق، فجاء الجواب فيه مقيداً بغير الظالم، فلما دعا لهم بالرزق وقيده بالمؤمن وكان رزق الله شاملاً للمؤمن والكافر والعاصي والطائع قال تعالى: {ومن كفر}؛ أي: أرزقهم كلهم مسلمهم وكافرهم، أما المسلم فيستعين بالرزق على عبادة الله ثم ينتقل منه إلى نعيم الجنة، وأما الكافر فيتمتع فيها قليلاً، {ثم أضطره}؛ أي: ألجئه وأخرجه مكرهاً {إلى عذاب النار وبئس المصير}.
126. “Hani İbrahim; “Rabb’im, bunu emin bir belde kıl!…” Yani İbrahim aleyhisselam bu Beyt’e Allah’ın burayı güvenilir bir belde kılması, buranın ahalisini de türlü ürünlerler rızıklandırması için dua etmiş ve de Allah’a karşı edebinden dolayı bu duayı mü’minler ile kayıtlamıştır. Zira onun yaptığı ilk duasında ifadeleri mutlak/genel idi. Ancak o duası “zulme bulaşmama” kaydı ile kabul edilmişti. Bundan dolayı İbrahim aleyhisselam da bu Beyt’in ahalisine rızık ihsan edilmesi için dua edip de “iman” kaydını zikredince, Yüce Allah’ın lütfu mü’mini de, kâfiri de, isyankârı da, itaatkârı da kapsayıcı olduğundan dolayı Allah “kâfir olanı dahi” diye karşılık vermiştir. Yani ben müslümanları ile kâfirleri ile onların hepsini rızıklandıracağım. Müslüman olan bu rızkı Allah’a ibadete bir yardımcı olarak kullanır, sonra da bu rızıktan ebedi olan Cennet’in nimetlerine geçer. Kâfir ise bu rızık ile kısa bir süre yararlandırıldıktan sonra “onu Cehennem azabına mahkûm edeceğim” yani o istemese dahi ben onu o azaba duçar edeceğim, istemeye istemeye onu zorla oraya sokacağım ki “O, varılacak ne kötü bir yerdir!”
Ayet: 127 - 129 #
{وَإِذْ يَرْفَعُ إِبْرَاهِيمُ الْقَوَاعِدَ مِنَ الْبَيْتِ وَإِسْمَاعِيلُ رَبَّنَا تَقَبَّلْ مِنَّا إِنَّكَ أَنْتَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ (127) رَبَّنَا وَاجْعَلْنَا مُسْلِمَيْنِ لَكَ وَمِنْ ذُرِّيَّتِنَا أُمَّةً مُسْلِمَةً لَكَ وَأَرِنَا مَنَاسِكَنَا وَتُبْ عَلَيْنَا إِنَّكَ أَنْتَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ (128) رَبَّنَا وَابْعَثْ فِيهِمْ رَسُولًا مِنْهُمْ يَتْلُو عَلَيْهِمْ آيَاتِكَ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُزَكِّيهِمْ إِنَّكَ أَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ (129)}
127- Hani İbrahim ve İsmail o Evin temellerini birlikte yükseltiyorlardı: “Rabb’imiz, bizden kabul buyur, şüphesiz sen işitensin, hakkıyla bilensin.” 128- “Rabb’imiz, ikimizi de sana teslim olmuş kimselerden kıl. Soyumuzdan da sana teslim olmuş bir ümmet (yarat) ve bize menasikimizi göster. Tevbelerimizi de kabul buyur. Çünkü sen tevbeleri çokça kabul edensin, çok merhametlisin.” 129- “Rabb’imiz, onlara içlerinden kendilerine Senin âyetlerini okuyacak, Kitab’ı ve Hikmet’i öğretecek ve onları arındıracak bir peygamber gönder. Şüphesiz ki sen Azizsin, Hakimsin.”
#
{127} أي: واذكر إبراهيم وإسماعيل في حالة رفعهما القواعد من البيت الأساس واستمرارهما على هذا العمل العظيم، وكيف كانت حالهما من الخوف والرجاء حتى إنهما مع هذا العمل دعوا الله أن يتقبل منهما عملهما حتى يجعل فيه النفع العميم.
127. “Hani İbrahim ve İsmail o Evin temellerini birlikte yükseltiyorlardı.” Yani İbrahim ile İsmail’in Beyt-i Şerif’in temellerini yükseltirken ve bu büyük işe devam ederkenki hallerini ve nasıl bir korku ve umut içerisinde olduklarını an! Öyle ki bu işi yapmakla birlikte Allah’tan bu amellerini kabul etmesi için niyazda bulunmuşlardı ki Allah bu amellerini oldukça kapsamlı bir şekilde faydalı kılsın.
#
{128} ودعوا لأنفسهما وذريتهما بالإسلام الذي حقيقته خضوع القلب وانقياده لربه المتضمن لانقياد الجوارح {وأرنا مناسكنا}؛ أي: علمناها على وجه الإراءة والمشاهدة ليكون أبلغ، يحتمل أن يكون المراد بالمناسك أعمال الحج كلها كما يدل عليه السياق والمقام ويحتمل أن يكون المراد ما هو أعم من ذلك وهو الدين كله والعبادات كلها كما يدل عليه عموم اللفظ، لأن النسك التعبد، ولكن غلب على متعبدات الحج تغليباً عرفياً، فيكون حاصل دعائهما يرجع إلى التوفيق للعلم النافع والعمل الصالح. ولما كان العبد مهما كان لا بد أن يعتريه التقصير ويحتاج إلى التوبة قالا: {وتب علينا إنك أنت التواب الرحيم}.
128. “Rabb’imiz, ikimizi de sana teslim olmuş kimselerden kıl. Soyumuzdan da sana teslim olmuş bir ümmet (yarat) Hem kendilerinin, hem de soylarından gelecek olanların teslim, yani İslâm’a bağlı olmalarını dilemişlerdi. İslâm’ın gerçek mahiyeti kalbin yüce Rabb’ine saygı ve itaatle boyun eğmesi, emrine bağlanmasıdır ki bu, bedenin âzâlarının itaatini de içine alır. “ve bize menasikimizi göster.” Yani bunları bize gösterme ve müşahede etme tarzında öğret ki daha etkili olsun. Menasikten maksadın -ifadelerin akışının ve konunun delâlet ettiği gibi- bütün hac amelleri olması ihtimali olduğu gibi, bundan daha kapsamlı bir anlama gelme ihtimali de vardır ki, o da dinin tamamı ve bütün ibadetlerdir. Lafzın umumi gelmesi de buna delil teşkil etmektedir. Çünkü (“menasik” kökünden gelen) “nusuk” ibadet etmek demektir. Fakat örfî olarak çoğunlukla (tağlîb yoluyla) hac ibadetleri hakkında kullanılır olmuştur. Buna göre İbrahim ile İsmail’in yaptıkları dua neticede faydalı bilgiye ve salih amele muvaffak kılınmayı ihtiva etmektedir. Daha sonra kul ne olursa olsun kusurlu amelde bulunacağından ve tevbeye ihtiyacı olacağından dolayı şöyle dua etmişlerdir: “Tevbelerimizi de kabul buyur. Çünkü sen tevbeleri çokça kabul edensin, çok merhametlisin.”
#
{129} {ربنا وابعث فيهم}؛ أي: في ذريتنا {رسولاً منهم}؛ ليكون أرفع لدرجتهما ولينقادوا له وليعرفوه حقيقة المعرفة {يتلو عليهم آياتك}؛ لفظاً وحفظاً وتحفيظاً، {ويعلمهم الكتاب والحكمة}؛ معنى {ويزكيهم}؛ بالتربية على الأعمال الصالحة والتبري من الأعمال الردية التي لا تزكو النفس معها، {إنك أنت العزيز}؛ أي: القاهر لكلِّ شيء الذي لا يمتنع على قوته شيء {الحكيم}؛ الذي يضع الأشياء مواضعها، فبعزتك وحكمتك ابعث فيهم هذا الرسول. فاستجاب اللهُ لهما؛ فبعث الله هذا الرسول الكريم الذي رحم الله به ذريتهما خاصة وسائر الخلق عامة، ولهذا قال عليه الصلاة والسلام: «أنا دعوة أبي إبراهيم».
129. “Rabb’imiz, onlara” yani soyumuzdan geleceklere, derecelerini daha bir yükseltici olsun, ona itaat etsinler ve onu gereği gibi tanısınlar diye “içlerinden kendilerine Senin âyetlerini okuyacak” lafzen ve ezberden okuyacak ve de ezberleterek “Kitab’ı ve Hikmet’i” manası ile “öğretecek ve onları arındıracak” salih ameller üzere eğitip kötü amellerden de -ki ruhun onlar oldukça arınmasına imkân yoktur- uzaklaştırmak suretiyle arındıracak “bir peygamber gönder. Şüphesiz ki sen Azizsin,” Hiçbir şeyin gücü karşısında imkânsız olmadığı ve her şeye kahredici gücüyle hakim olansın “Hakimsin” Her bir işi yerli yerince yapan hikmet sahibisin. İşte izzet ve hikmetinle sen onlara bu Peygamberi gönder. Yüce Allah her ikisinin de duasını kabul buyurdu ve özel olarak onların soyundan gelenlere, genel olarak da diğer bütün insanlara kendisi ile rahmet buyurduğu bu şerefli son Peygamberi gönderdi. İşte bundan dolayı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem: “Ben atam İbrahim’in (Allah tarafından kabul olunan) duasıyım.” diye buyurmuştur.
Yüce Allah İbrahim’i böylece yücelttikten ve onun üstün sıfatlarına dair haber verdikten sonra şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 130 - 134 #
{وَمَنْ يَرْغَبُ عَنْ مِلَّةِ إِبْرَاهِيمَ إِلَّا مَنْ سَفِهَ نَفْسَهُ وَلَقَدِ اصْطَفَيْنَاهُ فِي الدُّنْيَا وَإِنَّهُ فِي الْآخِرَةِ لَمِنَ الصَّالِحِينَ (130) إِذْ قَالَ لَهُ رَبُّهُ أَسْلِمْ قَالَ أَسْلَمْتُ لِرَبِّ الْعَالَمِينَ (131) وَوَصَّى بِهَا إِبْرَاهِيمُ بَنِيهِ وَيَعْقُوبُ يَابَنِيَّ إِنَّ اللَّهَ اصْطَفَى لَكُمُ الدِّينَ فَلَا تَمُوتُنَّ إِلَّا وَأَنْتُمْ مُسْلِمُونَ (132) أَمْ كُنْتُمْ شُهَدَاءَ إِذْ حَضَرَ يَعْقُوبَ الْمَوْتُ إِذْ قَالَ لِبَنِيهِ مَا تَعْبُدُونَ مِنْ بَعْدِي قَالُوا نَعْبُدُ إِلَهَكَ وَإِلَهَ آبَائِكَ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَاقَ إِلَهًا وَاحِدًا وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ (133) تِلْكَ أُمَّةٌ قَدْ خَلَتْ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَلَكُمْ مَا كَسَبْتُمْ وَلَا تُسْأَلُونَ عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونَ (134)}
130- Kendini bilmezlerden başka İbrahim’in dininden kim yüz çevirir ki?! Andolsun biz onu dünyada beğenip seçmişizdir. O âhirette de muhakkak salihlerdendir. 131- Rabb’i ona; “Teslim ol” dediği zaman, “Âlemlerin Rabb’ine teslim oldum” demişti. 132- İbrahim bunu oğullarına vasiyet etti. Yakub da “Oğullarım, Allah sizin için bu dini beğenip seçti, o halde siz ancak müslümanlar olarak can verin” dedi. 133- Yoksa siz ölüm Yakub’a gelip çattığı zaman orada hazır mıydınız? Hani o oğullarına; “Benden sonra neye ibadet edeceksiniz?” dediği zaman onlar; “Senin ilâhın ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın ilâhı olan bir tek ilâha ibadet edeceğiz. Biz yalnızca O’na teslim olduk.” demişlerdi. 134- Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız da sizindir. Siz onların amellerinden sorulacak değilsiniz.
#
{130} أي: ما يرغب {عن ملة إبراهيم}؛ بعد ما عرف من فضله، {إلا من سفه نفسه}؛ أي: جهلها وامتهنها ورضي لها بالدون وباعها بصفقة المغبون كما أنه لا أرشد وأكمل ممَّن رغب في ملة إبراهيم، ثم أخبر عن حالته في الدنيا والآخرة فقال: {ولقد اصطفيناه في الدنيا}؛ أي: اخترناه ووفقناه للأعمال التي صار بها من المصطفين الأخيار، {وإنه في الآخرة لمن الصالحين}؛ الذين لهم أعلى الدرجات.
130. “Kendini bilmezlerden başka İbrahim’in dininden kim yüz çevirir ki?!” Yani kendini küçük düşüren, kendisini cahil konumuna koyan, aşağılamaya razı olan ve aldanan bir kimse gibi kendisini basit şeyler karşılığında satan kimselerden başkası İbrahim’in üstünlüğünü bilip tanıdıktan sonra onun dininden yüz çevirmez. İbrahim’in dinini isteyip arzulayandan daha doğru yolda ve daha mükemmel bir kimse olmadığı gibi, O’nun dininden yüz çevirenden daha aşağı kimse de olamaz. Daha sonra Yüce Allah İbrahim’in dünya ve âhiretteki durumunu haber vererek şöyle buyurmaktadır: “Andolsun biz onu dünyada beğenip seçmişizdir”; biz onu seçtik ve kendisini onlar sebebi ile hayırlı seçkinlerden kıldığımız amellere muvaffak kıldık. “O âhirette de muhakkak” en üstün derecelere sahip olacak “salihlerdendir.”
#
{131} {إذ قال له ربُّه أسلم قال}؛ امتثالاً لربه {أسلمتُ لربِّ العالمين}؛ إخلاصاً وتوحيداً ومحبة وإنابة فكان التوحيدُ للهِ نعته، ثم ورَّثه في ذريته ووصاهم به، وجعلها كلمة باقية في عقبه، وتوارثت فيهم حتى وصلت ليعقوبَ فوصى بها بنيه.
131-132 “Rabb’i ona Teslim ol, dediği zaman” Rabb’inin emrine uyarak: “Âlemlerin Rabb’ine teslim oldum, demişti.” Yani ihlâs, tevhid, muhabbet ve tevbe ile Sana teslim oldum. Buna göre Allah’ı tevhid İbrahim’in en belirgin niteliği idi. Daha sonra o, bunu soyundan gelecekler arasında miras bıraktı ve bunu onlara tavsiye etti. Bunu soyundan gelecekler arasında kalıcı bir söz olarak bıraktı. Bu da aralarında miras olarak nesilden nesile aktarıldı ve Yakub’a kadar ulaştı ve o da bunu oğullarına vasiyet etti. O halde sizler de -Ey Yakub (İsrail) oğulları-, özellikle babanız size bunu vasiyet ettiği için bu vasiyete tam anlamı ile bağlı kalmanız ve Peygamberlerin sonuncusuna tâbî olmanız gerekmektedir. Zira Yakub şöyle demişti: “Oğullarım, Allah sizin için bu dini beğenip seçti”; bir rahmet, bir ihsan olmak üzere sizin yararınıza bu dini seçti. O halde bu dinin gereklerini yerine getirin. Bu dinin hükümlerine uymak sizin niteliğiniz olsun. Bu dinin emrettiği ahlâk ile ahlâklanın. Bu hal üzere devam edin ki ölüm ancak siz böyle bir yol üzere iken gelip sizi bulsun. Zira bir kimse belli bir şeye bağlı kalarak yaşayacak olursa, o şekilde ölür. Ne şekilde ölürse de o şekilde diriltilir.
#
{133} ولما كان اليهود يزعمون أنهم على ملة إبراهيم ومن بعده يعقوب قال تعالى منكراً عليهم: {أم كنتم شهداء}؛ أي: حضوراً {إذ حضر يعقوب الموت}؛ أي: مقدماته وأسبابه فقال لبنيه على وجه الاختبار ولتقرَّ عينُه في حياته بامتثالهم ما وصاهم به: {ما تعبدون من بعدي}؛ فأجابوه بما قرت به عينُه فقالوا: {نعبد إلهك وإله آبائك إبراهيم وإسماعيل وإسحاق إلهاً واحداً}؛ فلا نشرك به شيئاً ولا نعدل به {ونحن له مسلمون}؛ فجمعوا بين التوحيد والعمل، ومن المعلوم أنهم لم يحضروا يعقوب، لأنهم لم يوجدوا بعد، فإذا لم يحضروا، فقد أخبر الله عنه أنه وصى بنيه بالحنيفية لا باليهودية، ثم قال تعالى:
133. Yahudiler İbrahim’in, ondan sonra da Yakub’un dini üzere olduklarını iddia ettiklerinden dolayı Yüce Allah onların tutumlarını reddeden bir üslûpla şöyle buyurmaktadır: “Yoksa siz ölüm” yani ölümün belirtileri ve sebepleri “Yakub’a gelip çattığı zaman orada hazır mıydınız?” Orada mı bulunuyordunuz? O vakit o çocuklarına hem onları sınamak hem de hayatta iken onlara vermiş olduğu tavsiyeyi yerine getirdiklerini bizzat görmek sureti ile gözü arkada kalmasın diye “Benden sonra neye ibadet edeceksiniz?” demişti. Onlar da babalarının gözünü aydınlatacak şu cevabı vermişlerdi: “Senin ilâhın ve ataların İbrahim, İsmail ve İshak’ın ilâhı olan bir tek ilâha ibadet edeceğiz”, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayacağız ve hiçbir şeyi O’na denk tutmayacağız. “Biz yalnızca O’na teslim olduk.” Böylelikle tevhid ve ameli bir arada zikretmiş oldular. Bilindiği gibi (Peygamber’in çağdaşı olan yahudiler), Yakub’un yanında hazır bulunmamışlardı. Çünkü o vakit henüz var edilmemişlerdi. Yakub’un yanında hazır olmadıklarına göre de (onların iddialarının aksine) Yüce Allah; onun, oğullarına yahudiliği değil Hanifliği vasiyet etmiş olduğunu haber vermektedir. Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{134} {تلك أمة قد خلت}؛ أي: مضت {لها ما كسبت ولكم ما كسبتم}؛ أي: كلٌّ له عمله، وكلٌّ سيجازى بما فعله، لا يُؤَاخذ أحد بذنب أحد، ولا ينفع أحداً إلا إيمانه وتقواه، فاشتغالكم بهم وادعاؤكم أنكم على ملتهم والرضا بمجرد القول أمر فارغ لا حقيقة له، بل الواجب عليكم أن تنظروا حالتكم التي أنتم عليها هل تصلح للنجاة أم لا؟
134. “Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız da sizindir.” Yani herkesin ameli kendisinedir. Herkes yaptığının karşılığını görecektir. Hiçbir kimse bir diğerinin günahından dolayı sorumlu tutulmayacağı gibi, kimseye de kendi imanı ve takvâsından başka bir şey fayda vermeyecektir. Öyleyse sizin bu geçmiş ümmetin dini üzere olduğunuzu iddia etmekle meşguliyetiniz ve yalnızca söz söylemekle yetinmeniz, aslı olmayan boş bir iddiadır. Aksine size düşen, gerçekten kurtuluşa elverişli midir, değil midir diye halihazırdaki durumunuza bakmaktır.
Ayet: 135 #
{وَقَالُوا كُونُوا هُودًا أَوْ نَصَارَى تَهْتَدُوا قُلْ بَلْ مِلَّةَ إِبْرَاهِيمَ حَنِيفًا وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكِينَ (135)}
135- “Yahudi veya hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız” dediler. De ki: “Hayır, Hanif olarak İbrahim’in dinine (uyarız). O, müşriklerden değildi.”
#
{135} أي: دعا كل من اليهود والنصارى المسلمين إلى الدخول في دينهم زاعمين أنهم هم المهتدون وغيرهم ضال، [قل] له مجيباً جواباً شافياً {بل}؛ نتبع {ملة إبراهيم حنيفاً}؛ أي: مقبلاً على الله معرضاً عما سواه قائماً بالتوحيد تاركاً للشرك والتنديد، فهذا الذي في اتباعه الهداية وفي الإعراض عن ملته الكفر والغواية.
135. Yani yahudi ve hıristiyanlar ayrı ayrı müslümanları kendi dinlerine girmeye çağırarak kendilerinin hidâyet üzere, kendilerinden başkalarının ise sapık olduklarını iddia ettiler. İşte Yüce Allah Peygamberine (böyle diyenlere) açık ve kesin bir şekilde şöylece cevap vermesini emretmektedir: “Hayır,” bunun yerine biz “Hanif olarak İbrahim’in dinine” uyarız. “Hanif”ten maksat, Allah’tan başka her şeyden yüz çevirerek Allah’a yönelen, tevhidi yerine getiren, ortak ve eş koşmayı terk eden kimse demektir. İşte hidâyet ona uymaktadır. Onun dininden yüz çevirmek ise küfür ve sapıklıktır.
Ayet: 136 #
{قُولُوا آمَنَّا بِاللَّهِ وَمَا أُنْزِلَ إِلَيْنَا وَمَا أُنْزِلَ إِلَى إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ وَالْأَسْبَاطِ وَمَا أُوتِيَ مُوسَى وَعِيسَى وَمَا أُوتِيَ النَّبِيُّونَ مِنْ رَبِّهِمْ لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِنْهُمْ وَنَحْنُ لَهُ مُسْلِمُونَ (136)}
136- Deyin ki: “Biz Allah’a ve bize indirilene, İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve torunlarına indirilene, Mûsâ’ya ve İsa’ya verilenlere ve bütün Peygamberlere Rabb’leri tarafından verilenlere iman ettik. Onlardan hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz. Biz yalnızca O’na teslim olduk.”
#
{136} هذه الآية الكريمة قد اشتملت على جميع ما يجب الإيمان به. واعلم أن الإيمان الذي هو تصديق القلب التام بهذه الأصول، وإقراره المتضمن لأعمال القلوب والجوارح، وهو ـ بهذا الاعتبار ـ يدخل فيه الإسلام وتدخل فيه الأعمال الصالحة كلها، فهي من الإيمان وأثر من آثاره، فحيث أطلق الإيمان دخل فيه ما ذكر، وكذلك الإسلام إذا أطلق دخل فيه الإيمان، فإذا قرن بينهما كان الإيمان اسماً لما في القلب من الإقرار والتصديق، والإسلام اسماً للأعمال الظاهرة. وكذلك إذا جمع بين الإيمان والأعمال الصالحة. فقوله تعالى: {قولوا}؛ أي: بألسنتكم متواطئة عليها قلوبكم، وهذا هو القول التام المترتب عليه الثواب والجزاء، فكما أن النطق باللسان بدون اعتقاد القلب نفاق وكفر، فالقول الخالي من العمل عمل القلب عديم التأثير قليل الفائدة، وإن كان العبد يؤجر عليه إذا كان خيراً ومعه أصل الإيمان، لكن فرق بين القول المجرد والمقترن به عمل القلب. وفي قوله {قولوا}؛ إشارة إلى الإعلان بالعقيدة والصدع بها والدعوة لها، إذ هي أصل الدين وأساسه، وفي قوله {آمنا}؛ ونحوه مما فيه صدور الفعل منسوباً إلى جميع الأمة إشارة إلى أنه يجب على الأمة الاعتصام بحبل الله جميعاً والحث على الائتلاف حتى يكون داعيهم واحداً وعملهم متحداً، وفي ضمنه النهي عن الافتراق. وفيه أن المؤمنين كالجسد الواحد. وفي قوله: {قولوا آمنا بالله ... } الخ؛ دلالة على جواز إضافة الإنسان إلى نفسه الإيمان على وجه التقييد، بل على وجوب ذلك، بخلاف قوله أنا مؤمن ونحوه فإنه لا يقال إلا مقروناً بالاستثناء بالمشيئة لما فيه من تزكية النفس والشهادة على نفسه بالإيمان، فقوله: {آمنا بالله}؛ أي: بأنه واجب الوجود واحد أحد متصف بكل صفة كمال، منزه عن كل نقص وعيب، مستحق لإفراده بالعبادة كلها وعدم الإشراك به في شيء منها بوجه من الوجوه. {وما أنزل إلينا}؛ يشمل القرآن والسنة لقوله تعالى: {وأنزل الله عليك الكتاب والحكمة}؛ فيدخل فيه الإيمان بما تضمنه كتاب الله وسنة رسوله من صفات الباري وصفات رسله واليوم الآخر والغيوب الماضية والمستقبلة، والإيمان بما تضمنه ذلك من الأحكام الشرعية الأمرية وأحكام الجزاء وغير ذلك {وما أنزل إلى إبراهيم ... }؛ إلى آخر الآية، فيه الإيمان بجميع الكتب المنزلة على جميع الأنبياء، والإيمان بالأنبياء عموماً وخصوصاً ما نص عليه في الآية لشرفهم ولإتيانهم بالشرائع الكبار، فالواجب في الإيمان بالأنبياء والكتب أن يؤمن بهم على وجه العموم والشمول، ثم ما عرف منهم بالتفصيل وجب الإيمان به مفصلاً. وقوله: {لا نفرق بين أحد منهم}؛ أي: بل نؤمن بهم كلهم، هذه خاصية المسلمين التي انفردوا بها عن كلِّ من يدعي أنه على دين، فاليهود والنصارى والصابئون وغيرهم وإن زعموا أنهم يؤمنون بما يؤمنون به من الرسل والكتب فإنهم يكفرون بغيره فيفرقون بين الرسل والكتب، بعضها يؤمنون به وبعضها يكفرون به، وينقض تكذيبهم تصديقهم، فإن الرسول الذي زعموا أنهم قد آمنوا به قد صدق سائر الرسل وخصوصاً محمداً - صلى الله عليه وسلم -، فإذا كذبوا محمداً فقد كذبوا رسولهم فيما أخبرهم به فيكون كفراً برسولهم، وفي قوله: {وما أوتي النبيون من ربهم}؛ دلالة على أن عطية الدين هي العطية الحقيقية المتصلة بالسعادة الدنيوية والأخروية، لم يأمرنا أن نؤمن بما أوتي الأنبياء من الملك والمال ونحو ذلك، بل أمرنا أن نؤمن بما أعطوا من الكتب والشرائع، وفيه أن الأنبياء مبلغون عن الله ووسائط بين الله وبين خلقه في تبليغ دينه، ليس لهم من الأمر شيء. وفي قوله: {من ربهم}؛ إشارة إلى أنه من كمال ربوبيته لعباده أن ينزل عليهم الكتب ويرسل إليهم الرسل، فلا تقتضي ربوبيته تركهم سدى ولا هملاً، وإذا كان ما أوتي النبيون إنما هو من ربهم ففيه الفرق بين الأنبياء وبين من يدعي النبوة، وأنه يحصل الفرق بينهم بمجرد معرفة ما يدعون إليه، فالرسل لا يدعون إلا لخير ولا ينهون إلا عن كل شر، وكل واحد منهم يصدق الآخر ويشهد له بالحق من غير تخالف ولا تناقض لكونه من عند ربهم، {فلو كان من عند غير الله لوجدوا فيه اختلافاً كثيراً}؛ وهذا بخلاف من ادعى النبوة فلا بد أن يتناقضوا في أخبارهم وأوامرهم ونواهيهم كما يعلم ذلك من سبر أحوال الجميع وعرف ما يدعون إليه، فلما بين تعالى جميع ما يؤمن به عموماً وخصوصاً وكان القول لا يغني عن العمل قال: {ونحن له مسلمون}؛ أي: خاضعون لعظمته منقادون لعبادته بباطننا وظاهرنا مخلصون له العبادة، بدليل تقديم المعمول وهو {له}؛ على العامل وهو، {مسلمون}. فقد اشتملت هذه الآية الكريمة على إيجازها واختصارها على أنواع التوحيد الثلاثة: توحيد الربوبية، وتوحيد الألوهية، وتوحيد الأسماء والصفات. واشتملت على الإيمان بجميع الرسل وجميع الكتب، وعلى التخصيص الدال على الفضل بعد التعميم، وعلى التصديق بالقلب واللسان والجوارح والإخلاص لله في ذلك، وعلى الفرق بين الرسل الصادقين ومن ادعى النبوة من الكاذبين، وعلى تعليم الباري عباده كيف يقولون، ورحمته وإحسانه عليهم بالنعم الدينية المتصلة بسعادة الدنيا والآخرة. فسبحان من جعل كتابه تبياناً لكل شيء وهدى ورحمة لقوم يؤمنون.
136. Bu âyet-i kerime kendisine iman edilmesi gereken her şeyi kapsamaktadır. Şu bilinmelidir ki iman, bu esasların kalpten tam anlamıyla tasdik ve ikrar edilmesidir ki bu aynı zamanda hem kalbin amellerini, hem de beden âzâlarının amellerini içine almaktadır. Bu itibarla İslâm imanın kapsamına girdiği gibi, bütün salih ameller de imanın kapsamı içerisindedir. Salih ameller imandandır ve imanın sonuçlarındandır. İman (yalnız başına) mutlak olarak zikredilecek olursa, sözü geçen bütün bu hususlar imanın kapsamına girer. İslâm da aynı şekilde mutlak olarak zikredildiği takdirde iman da onun kapsamına girer. Şayet her ikisi birlikte zikredilecek olurlarsa o zaman iman, kalpte bulunan ikrar ve tasdikin adı; İslâm ise zahiri amellerin adı olur. İman ve salih amellerin birlikte zikredilmesi halinde de durum böyledir. Yüce Allah’ın: “Deyin ki” buyruğu, kalplerinizle uyum halinde olmak üzere, dillerinizle de söyleyin, demektir. İşte mükâfata ve ecir almayı gerektiren “tam deme/söyleme” böyle olur. Kalbin itikadı olmaksızın dil ile söylemek nifak ve küfür olduğu gibi, kalbin amelinden yoksun bulunan sözün de etkisi yoktur ve faydası pek azdır. Söz hayırlı olup beraberinde imanın aslı bulunması halinde, kulun ecir alması söz konusu olmakla birlikte durum böyledir. Ancak yalın bir söz ile kalbî amelin eşlik ettiği söz arasında da önemli bir fark vardır. Yüce Allah’ın: “Deyin ki...” buyruğunda akidenin açıkça ilan edilmesine ve akideye davete işaret vardır. Zira dinin aslı ve temeli akidedir. “İman ettik” buyruğunda ve benzeri gibi bir fiilin bütün ümmete nispet edilerek sâdır olduğu belirtilen buyruklarda ise ümmetin hep beraber Allah’ın ipine sıkı sıkıya sarılması ve birbirleri ile kaynaşmaları gerektiğine bir işaret vardır. Tâ ki onların davetleri de, amelleri de bir olsun. Bu buyrukta zımnen tefrika/ayrılık da yasaklanmaktadır. Yine bu buyrukta mü’minlerin tek bir beden gibi oldukları gerçeğine de işaret edilmektedir. Yüce Allah’ın: “Deyin ki: Biz Allah’a... iman ettik” buyruğunda insanın kayıtlamak sureti ile imanı kendisine izafe etmesinin caiz olduğuna, hatta bunun farz olduğuna delil vardır. Ancak “Ben mü’minim” ve benzeri ifadeler böyle (İman ettik vb. fiil cümleleri gibi) değildir. Zira “Ben mü’minim” vb. ifadeler ancak Allah’ın meşieti ile istisna edilerek (Ben inşaallah mü’minim, şeklinde) söylenebilir. Çünkü (inşaallah demeden “Ben mü’minim” demek) kişinin nefsisini tezkiye etmesi ve kendisi hakkında (kamil) imana sahip olduğunu iddia etmesi anlamına gelir. Yüce Allah’ın: “Biz Allah’a... iman ettik” buyruğunda Allah’ın Vâcibu’l-Vücud olduğu, bir ve tek olduğu, kemâl sıfatlarına sahip bulunduğu, her türlü eksiklik ve kusurdan münezzeh olduğu, bütün ibadetlerin yalnızca kendisine yapılması gerektiği ve bu hakka yalnızca O’nun sahip olduğu; ibadetin hiçbir bölümüne O’ndan başkasının ortak edilmemesi, hiçbir şekilde başkasının O’na ortak koşulmaması gerektiği ifade edilmektedir. “Bize indirilene” buyruğu Kur’ân’ı ve Sünnet’i kapsamaktadır. Çünkü Yüce Allah: “Ve Allah sana Kitab’ı ve Hikmet’i indirdi.” (en-Nisa, 4/113) buyurmaktadır. Bunun da kapsamına Allah’ın Kitab’ının ve Rasûlü’nün Sünnetinin ihtiva etmiş olduğu Yaratıcının sıfatlarına, rasûllerinin sıfatlarına, âhiret gününe, geçmiş ve geleceğe dair gaybi bilgilere, yine onların içerdiği Şer’î emir ve hükümlere, cezaî hükümlere ve diğerlerine iman etmek de dahildir. “İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve torunlarına indirilene…” Burada, tüm peygamberlere indirilmiş bütün kitaplara iman, genel olarak bütün peygamberlere özel olarak da –üstünlükleri ve büyük Şeriatleri getirmeleri dolayısıyla- âyet-i kerimede açıkça sözü edilen peygamberlere iman vurgulanmaktadır. Peygamberlere ve kitaplara imanda göz önünde bulundurulması gereken husus, genel ve kapsamlı şekilde hepsine iman etmektir. Bundan sonra ise mufassal olarak (ismen bilinenlere de) öylece iman etmek icap eder. “Onlardan hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz.” Aksine onların tümüne iman ederiz. İşte bu müslümanların bir özelliğidir. Bu özellikle onlar belli bir din üzere olduğunu iddia eden herkesten ayrılırlar. Yahudiler, hıristiyanlar, sabiîler ve diğerleri -her ne kadar birtakım Peygamber ve kitaplara iman ettiklerini iddia ediyor iseler de- kendi kitapları ve peygamberleri dışındakileri inkar etmektedirler. Böylelikle peygamberler ve kitaplar arasında ayrım yaparlar, kimi peygamber ve kitaplara iman ederken, kimilerini inkar ederler. Onların bu inkar ve yalanlamaları ise tasdikleri ile tezat teşkil etmektedir. Zira kendisine iman ettiklerini iddia ettikleri peygamber de diğer peygamberleri, özellikle de Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i tasdik etmiştir. Bunlar Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i yalanladıklarına göre kendi peygamberlerini ve onların verdiği haberleri de yalanlamış ve kendi peygamberlerini inkâr etmiş olurlar. Yüce Allah’ın: “ve bütün Peygamberlere Rabb’leri tarafından verilenlere iman ettik” buyruğunda dünya ve âhiret mutluluğunun ayrılmaz bir parçası olan gerçek lütfun din bağışı olduğuna açık delil vardır. Zira Yüce Allah bizlere; Peygamberlere verilen büyük mülk, hükümdarlık, mal ve benzeri şeylere iman etmemizi emretmemiştir. Aksine O bizlere, peygamberlerine verilen kitap ve şeriatlara iman etmemizi emretmiştir. Yine bu buyrukta peygamberlerin, Allah’tan aldıklarını tebliğ eden kimseler ve Allah ile insanlar arasında Allah’ın dininin tebliğ edilmesi hususunda aracı olduklarına ancak “emir namına hiçbir şeye sahip olmadıklarına” açık delil vardır. “Rabb’leri tarafından” buyruğunda da Allah’ın kullarının kâmil Rabb’i olduğuna işaret vardır. İşte bu kemal Rububiyetinin bir tecellisi olarak onlara kitaplar indirmiş ve peygamberler göndermiştir. O’nun Rububiyeti onları başıboş ve ihmal edilmiş halde bırakılmamalarını gerektirir. Peygamberlere verilenler Rabb’lerinden geldiğine göre peygamberler ile peygamberlik iddiasında bulunanlar arasındaki fark da ortaya çıkmaktadır. Aralarındaki fark ise sırf neye davet ettiklerinin bilinmesi ile anlaşılabilir. Peygamberler hayırdan başka bir şeye çağırmazlar ve sadece her türlü kötülüğü yasaklarlar. Onların her birisi diğerini tasdik eder ve onun doğru olduğuna dair şahitlik eder, aralarında herhangi bir muhalefet veya çelişki olmaz. Çünkü onların getirdikleri Rabb’lerinden gelmiştir. “Eğer o Allah’tan başkasından gelse idi, elbette içinde birbirini tutmayan birçok şeyler bulurlardı.” (en-Nisa, 4/82) Peygamberlik iddiasında bulunanların durumu ise çok daha farklıdır. Bu iddiada bulunanların verdikleri haberlerin, emir ve yasakların birbirleri ile çelişmeleri kaçınılmazdır. Nitekim bu iddiada bulunanların hallerini tetkik eden ve davet ettikleri şeyi bilen kimseler bunu açıkça anlarlar. Yüce Allah özel ve genel olarak iman edilecek şeylerin tümünü beyan etmekle birlikte, amelsiz sözün bir faydası olmadığından “Biz yalnızca O’na teslim olduk.” buyurmaktadır. Yani biz O’nun azâmetine saygı ile eğilenler, zahir ve batınımızla ibadetine bağlı kalan kimseleriz. İbadetimizi yalnız O’na halis kılarız. “Halis kılma”; “Ona” anlamındaki “له” kelimesinin daha önce zikredilmesinden anlaşılmaktadır. Bu âyet-i kerime oldukça özlü ve kısa olmakla birlikte, tevhidin üç türü olan rububiyet tevhidi, ulûhiyet tevhidi, isim ve sıfatların tevhidini kapsamakta; bütün peygamberlere ve kitaplara imana; ismi sayılan peygamberlerin faziletine; kalp, dil ve âzâlar ile tasdike, bütün bu hususlarda Allah’a ihlâs ile bağlanmaya; doğru söyleyen Peygamberler ile yalancı olup da Peygamberlik iddiasında bulunanların birbirinden farklı olduklarına, yüce yaratıcının kullarına neleri nasıl söylemeleri gerektiğini öğretmesine, onun dünya ve âhiret mutluluğuna sıkı sıkıya bağlı bulunan dini nimetleri onlara ihsan edip rahmetini onlara bağışladığına delâlet etmektedir. Kitab’ını (gerekli) her şeyin açıklaması, iman eden bir topluluk için de bir hidâyet ve rahmet kılan Allah, her türlü eksiklikten münezzehtir.
Ayet: 137 #
{فَإِنْ آمَنُوا بِمِثْلِ مَا آمَنْتُمْ بِهِ فَقَدِ اهْتَدَوْا وَإِنْ تَوَلَّوْا فَإِنَّمَا هُمْ فِي شِقَاقٍ فَسَيَكْفِيكَهُمُ اللَّهُ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ (137)}
137- Artık eğer onlar da sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse, muhakkak hidâyet bulurlar. Şâyet yüz çevirirlerse, mutlaka apaçık bir ayrılığa düşerler. Onlara karşı sana Allah yeter. O her şeyi işitendir, her şeyi bilendir.
#
{137} أي: فإن آمن أهل الكتاب بمثل ما آمنتم به يا معشر المؤمنين من جميع الرسل، وجميع الكتب، الذين أول من دخل فيهم وأولى خاتمهم وأفضلهم محمد - صلى الله عليه وسلم -، والقرآن، وأسلموا لله وحده ولم يفرقوا بين أحد من الرسل ، {فقد اهتدوا}؛ للصراط المستقيم الموصل لجنات النعيم؛ أي فلا سبيل لهم إلى الهداية إلا بهذا الإيمان، لا كما زعموا بقولهم كونوا هوداً أو نصارى تهتدوا فزعموا أن الهداية خاصة بما كانوا عليه. والهدى: هو العلم بالحق والعمل به، وضده الضلال عن العلم، والضلال عن العمل بعد العلم وهو الشقاق الذي كانوا عليه لما تولوا وأعرضوا، فالمشاق هو الذي يكون في شقٍّ والله ورسوله في شقٍّ، ويلزم من المشاقة المحادَّة والعداوة البليغة التي من لوازمها بذل ما يقدرون عليه من أذية الرسول، فلهذا وعد الله رسوله أن يكفيه إياهم لأنه {السميع} لجميع الأصوات باختلاف اللغات على تفنن الحاجات. {العليم} بما بين أيديهم وما خلفهم بالغيب والشهادة بالظواهر والبواطن، فإذا كان كذلك كفاك الله شرهم، وقد أنجز الله لرسوله وعده، وسلطه عليهم حتى قتل بعضهم، وسبى بعضهم، وأجلى بعضهم، وشردهم كل مشرد، ففيه معجزة من معجزات القرآن وهو الإخبار بالشيء قبل وقوعه فوقع طبق ما أخبر.
137. Yani ey mü’minler topluluğu! Eğer kitap ehli de sizin iman ettiğiniz gibi bütün peygamberlere, bütün kitaplara ve bunların kapsamına ilk ve öncelikli olarak giren peygamberlerin sonuncusu ve en faziletlisi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e ve Kur’ân-ı Kerîm’e iman edip de yalnızca Allah’a teslim olur ve peygamberlerden hiçbirisi arasında ayrım gözetmeyecek olurlarsa, işte o vakit “muhakkak” Naim Cennetlerine ulaştıran Sırat-ı Müstakim’e doğru “hidâyet bulurlar.” Yani bu şekilde iman etmedikleri sürece onların hidâyete giden yolu bulmalarına imkân yoktur. Hiçbir şekilde durum onların: “Yahudi veya hıristiyan olun ki doğru yolu bulasınız” dedikleri gibi veya hidâyet ve doğru yolun yalnızca izledikleri yola münhasır olduğu şeklindeki iddiaları gibi değildir. “Hidâyet” hakkı bilmek ve onunla amel etmektir. Bunun zıddı ise ilimden ve ilmin akabinde amelden sapmaktır. İşte bu onların haktan yan çizip hidayetten yüz çevirmelerinin ardından üzerinde oldukları “ayrılık”tır. Ayrılık içerisinde bulunan, Allah ve Rasûlü bir tarafta, kendisi ise ayrı bir tarafta olan kimse demektir. Ayrılık içerisinde olmak Allah ve Rasûlü ile sınır mücadelesine girmeyi, Allah ve Rasulüne ileri derecede düşmanlığı gerektirir. Bu da Allah Rasûlü’ne eziyet etmek için çalışma sonucunu doğurur. Bundan dolayı Allah, Rasûlü’ne onlara karşı yeterli geleceği vaadinde bulunmuştur. Çünkü O, değişik dillerde olan ve türlü türlü ihtiyaçları dile getiren bütün sesleri “işitendir”. Onların önlerindekini de arkalarındakini de, gizliyi de açığı da zahiri de batını da “bilendir”. Durum bu olduğuna göre, Allah onların kötülüklerine karşı sana yeter. Nitekim Allah, Rasûlü’ne vaat ettiğini gerçekleştirmiş ve O’nu onlara üstün ve galip kılmıştır. O kadar ki, onların kimilerini öldürmüş, kimilerini esir almış, kimilerini sürgüne göndermiş ve alabildiğine darmadağın etmiştir. İşte bu buyrukta Kur’ân’ın mucizelerinden bir mucize vardır. Zira o, bir şeyi vukûundan önce haber vermiş ve o, tıpkı haber verdiği şekilde vukûa gelmiştir.
Ayet: 138 #
{صِبْغَةَ اللَّهِ وَمَنْ أَحْسَنُ مِنَ اللَّهِ صِبْغَةً وَنَحْنُ لَهُ عَابِدُونَ (138)}
138- Allah’ın boyası(na sarılın). Kimin boyası Allah’ınkinden daha güzel olabilir ki? Biz yalnız O’na ibadet edenleriz.
#
{138} أي: الزموا صبغة الله وهو دينه، وقوموا به قياماً تامًّا بجميع أعماله الظاهرة والباطنة وجميع عقائده في جميع الأوقات حتى يكون لكم صبغة وصفة من صفاتكم، فإذا كان صفة من صفاتكم أوجب ذلك لكم الانقياد لأوامره طوعاً واختياراً ومحبة، وصار الدين طبيعة لكم بمنزلة الصبغ التام للثوب الذي صار له صفة، فحصلت لكم السعادة الدنيوية والأخروية لحثِّ الدين على مكارم الأخلاق ومحاسن الأعمال ومعالي الأمور. فلهذا قال على سبيل التعجب المتقرر للعقول الزكية؛ {ومن أحسن من الله صبغة}؛ أي: لا أحسن صبغة من صبغته ، وإذا أردت أن تعرف نموذجاً يبين لك الفرق بين صبغة الله وبين غيرها من الصبغ فقس الشيء بضده، فكيف ترى في عبد آمن بربه إيماناً صحيحاً أثر معه خضوع القلب وانقياد الجوارح، فلم يزل يتحلى بكل وصف حسن وفعل جميل وخلق كامل ونعت جليل، ويتخلى من كل وصف قبيح ورذيلة وعيب فَوَصْفُهُ الصدق في قوله وفعله والصبر والحلم والعفة والشجاعة والإحسان القولي والفعلي ومحبة الله وخشيته وخوفه ورجاؤه، فحاله الإخلاص للمعبود والإحسان لعبيده، فقسه بعبد كفر بربه وشرد عنه وأقبل على غيره من المخلوقين فاتصف بالصفات القبيحة من الكفر والشرك والكذب والخيانة والمكر والخداع وعدم العفة والإساءة إلى الخلق في أقواله وأفعاله فلا إخلاص للمعبود ولا إحسان إلى عبيده؛ فإنه يظهر لك الفرق العظيم بينهما، ويتبين لك أنه لا أحسن [صبغة] من صبغة الله، وفي ضمنه أنه لا أقبح صبغة ممن انصبغ بغير دينه. وفي قوله: {ونحن له عابدون}؛ بيان لهذه الصبغة وهي القيام بهذين الأصلين الإخلاص والمتابعة؛ لأن العبادة: اسم جامع لكل ما يحبه الله ويرضاه من الأعمال والأقوال الظاهرة والباطنة، ولا تكون كذلك حتى يشرعها الله على لسان رسوله. والإخلاص أن يقصد العبد وجه الله وحده في تلك الأعمال، فتقديم المعمول يؤذن بالحصر، وقال: {ونحن له عابدون}؛ فوصفهم باسم الفاعل الدال على الثبوت والاستقرار؛ ليدلَّ على اتصافهم بذلك [وكونه صار صبغةً لهم ملازماً].
138. “Allah’ın boyası(na sarılın) Yani Allah’ın dini demek olan Allah’ın boyasından ayrılmayın ve bu dinin gereklerini yerine getirin. Zahirî ve batınî bütün amelleri ile onu uygulayın. Akidesine de sarılın ve bunu sürekli olarak yapın. Tâ ki bu din sizin boyanız ve ayrılmaz bir niteliğiniz olsun. Bu dine bağlılık sizin bir niteliğiniz olunca da artık isteyerek, kendi tercihinizle ve seve seve onun emirlerine uyarsınız ve bu din, sizin için bir elbisenin ayrılmaz bir niteliği olan boya gibi tabiatınız haline gelir. Bunun sonucunda da siz dünyevi ve uhrevi saadeti elde edersiniz. Çünkü din üstün ahlâki değerlere, güzel amellere ve yüce işlere teşvik eder. Bundan dolayı üstün akılların şaşkınlığını dile getiren teaccüp (hayret) ifadesi ile: “Kimin boyası Allah’ınkinden daha güzel olabilir ki?” diye buyurmaktadır. Bu, “O’nun boyasından daha güzel bir boya olamaz” demektir. Allah’ın boyası ile diğer boyalar arasındaki farkı görmek için bir örnek isteyen kimse herhangi bir şeyi zıddıyla kıyaslasın. Şimdi bir tarafta Rabb’ine sağlam bir iman ile iman etmiş, sonra bununla birlikte onun etkileri olan kalbî huşu, bedeni azalar ile emirlere bağlılık gibi her tür güzel nitelik ile bezenmiş, mükemmel ahlâkı elde edip çirkin her bir nitelikten, her bir bayağı davranış ve kusurdan uzaklaşmış, sözü ve fiiliyle doğru, sabırlı, tahammüllü, iffetli, şecâat sahibi, söz ve davranışları ile iyilikte bulunan, Allah’ı seven, Allah’tan korkan, O’nun rahmetini uman, mutlak Mabud’a karşı ihlâslı, o mabudun kullarına da iyiliksever olduğu bir makama ulaşmış bir kul… Diğer tarafta da Rabb’ini inkar eden, O’nan uzaklaşan ve diğer yaratılmışlara yönelen, küfür, şirk, yalan, hainlik, düzenbazlık, aldatma, iffetsizlik, söz ve davranışları ile kötülük gibi sıfatlara sahip olan, Mabud’a karşı ihlâslı, kullarına karşı da iyiliksever olmayan başka biri… Şimdi bu ikisini birbirine kıyas et! Böyle bir kıyaslamayı yapacak olursak, ikisi arasındaki büyük farkı açıkça görürüz ve bunun sonucunda Allah’ın boyasından daha güzel bir boya olmadığını açıkça tespit ederiz. Bu buyruktan Allah’ın dini dışında boyanılan boyalardan daha çirkini olmadığı da anlaşılmaktadır. “Biz yalnız O’na ibadet edenleriz.” buyruğu ise bu boyanın mahiyetini beyan etmektedir ki o da ihlâs ve mutabaat (Peygambere tâbî olmak) şeklindeki iki esası yerine getirmekten ibarettir. Çünkü “ibadet” Allah’ın sevdiği ve razı olduğu her türlü zahiri ve batin amellerle sözleri kapsar. Bunların ibadet olabilmeleri ise Yüce Allah’ın bunu Rasûlü vasıtası ile meşru kılmış olmasına bağlıdır. İhlâs ise kulun yaptığı bu amellerde yalnızca Allah’ın rızasını gözetmesi demektir. İşte bu buyrukta da (“ona” anlamındaki) “له” kelimesinin önce gelmesi hasr (yalnız) anlamını vermektedir. Yine Yüce Allah: “Biz yalnız O’na ibadet edenleriz” buyruğunda onların bu niteliğe sahip olduklarını ve bunun onlar üzerinde adeta ayrılmaz bir boya haline geldiğini göstermesi için sübut ve istikrar (devamlılık) anlamlarına delâlet eden ism-i fail ( عابدون : ibadet edenleriz) kalıbını kullanmıştır.
Ayet: 139 #
{قُلْ أَتُحَاجُّونَنَا فِي اللَّهِ وَهُوَ رَبُّنَا وَرَبُّكُمْ وَلَنَا أَعْمَالُنَا وَلَكُمْ أَعْمَالُكُمْ وَنَحْنُ لَهُ مُخْلِصُونَ (139)}
139- De ki: “Bizimle Allah hakkında mı çekişiyorsunuz? Hâlbuki O, bizim de Rabb’imiz, sizin de Rabb’inizdir. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de sizedir. Biz yalnızca O’na ihlâsla bağlananlarız.”
#
{139} المحاجة: هي المجادلة بين اثنين فأكثر تتعلق في المسائل الخلافية حتى يكون كل من الخصمين يريد نصرة قوله وإبطال قول خصمه، فكل واحد منهما يجتهد في إقامة الحجة على ذلك، والمطلوب منها أن تكون بالتي هي أحسن بأقرب طريق يرد الضال إلى الحق، ويقيم الحجة على المعاند، ويوضح الحق، ويبين الباطل، فإن خرجت عن هذه الأمور كانت مماراة ومخاصمة لا خير فيها، وأحدثت من الشرِّ ما أحدثت، فكان أهل الكتاب يزعمون أنهم أولى بالله من المسلمين، وهذا مجرد دعوى تفتقر إلى برهان ودليل، فإذا كان رب الجميع واحداً ليس ربًّا لكم دوننا، وكلٌّ منا ومنكم له عمله، فاستوينا نحن وأنتم بذلك، فهذا لا يوجب أن يكون أحد الفريقين أولى بالله من غيره؛ لأن التفريق مع الاشتراك في الشيء من غير فرق مؤثر دعوى باطلة، وتفريق بين متماثلين ومكابرة ظاهرة، وإنما يحصل التفضيل بإخلاص الأعمال الصالحة لله وحده، وهذه الحالة وصف المؤمنين وحدهم فتعين أنهم أولى بالله من غيرهم لأن الإخلاص هو الطريق إلى الخلاص. فهذا هو الفرق بين أولياء الرحمن وأولياء الشيطان بالأوصاف الحقيقية التي يسلمها أهل العقول ولا ينازع فيها إلا كل مكابر جهول، ففي هذه الآية إرشاد لطيف لطريق المحاجة، وأن الأمور مبنية على الجمع بين المتماثلين، والفرق بين المختلفين.
139. “De ki: “Bizimle Allah hakkında mı çekişiyorsunuz?” (Çekişme ve karşılıklı delil getirme anlamındaki) “المحاجة”, ihtilaflı meseleler hakkında iki ve daha fazla kişi arasındaki tartışma demektir. Bu tartışmada hasımlardan her biri kendi görüşünü haklı çıkarmayı, hasmının görüşünü ise çürütmeyi ister. O bakımdan her bir kişi kendi görüşüne delil getirmeye gayret eder. Tartışmada beklenen, en güzel yolla yürütülmesi, yanlış yolda olan kimseyi doğruya, hakka çevirecek en kısa yoldan yapılması ve inat eden kimseye karşı delil getirip hakkı açıklığa kavuşturarak batılın ne olduğunun beyan edilmesidir. Eğer tartışma bu özelliklerin dışına çıkacak olursa, artık bu boşu boşuna bir inatlaşma ve faydasız bir cedelleşme olur. Bu da birçok kötülüklerin ortaya çıkmasına sebep olur. İşte ehli kitap da Allah’a müslümanlardan daha çok yakın olduklarını iddia ediyorlardı. Bu ise belge ve delil ile ispatlanması gereken kuru bir iddiadan ibaretti. Zira herkesin Rabb’i bir ve tek olduğuna, bizden başka Rabb’iniz olmadığına, bizim amelimizin bize, sizin ameliniz de size olduğuna göre, bu konuda bizler ile sizler arasında hiçbir fark yoktur. Bu da her iki kesimden herhangi birisinin başkasına göre Allah’a daha çok yakın olmasını gerektirmez. Çünkü belli bir konuda ortak olunmasına rağmen ve ortada herhangi bir fark söz konusu da değilken ayrıma gitme iddiası batıl bir iddiadır. Birbirine benzer şeyleri, birbirinden ayrı mütâlâa etmektir, apaçık bir inatlaşmadır ve hakka karşı kibirlenmedir. Üstünlük ancak ve ancak salih amellerin yalnızca Allah için ihlâsla yapılmasındadır. Bu ise yalnızca mü’minlerin sahip oldukları bir niteliktir. O halde mü’minlerin diğerlerine göre Allah’a daha yakın oldukları ortaya çıkmaktadır. Çünkü ihlâs, halâsın (kurtuluşun) yoludur. İşte Rahman olan Allah’ın gerçek dostları ile şeytanın dostları arasındaki fark budur. Üstünlük, akıl sahiplerinin kabul ettiği ve son derece cahil ve hakka karşı inatla kibirlenenden başkasının tartışma konusu etmediği gerçek niteliklerle söz konusu olur. Bu âyet-i kerimede tartışma yöntemi de çok incelikli bir şekilde gösterilmekte ve şu esas ifade edilmektedir: Benzer şeyler ortak hükümlere sahiptir, farklı şeylerin hükümleri de farklıdır.
Ayet: 140 #
{أَمْ تَقُولُونَ إِنَّ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ وَالْأَسْبَاطَ كَانُوا هُودًا أَوْ نَصَارَى قُلْ أَأَنْتُمْ أَعْلَمُ أَمِ اللَّهُ وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنْ كَتَمَ شَهَادَةً عِنْدَهُ مِنَ اللَّهِ وَمَا اللَّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ (140)}
140- Yoksa siz “İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve oğulları da yahudi veya hıristiyan idi” mi diyorsunuz? De ki: “Siz mi daha iyi biliyorsunuz yoksa Allah mı?” Yanındaki Allah’tan gelen şahitliği gizleyenden daha zalim kim olabilir? Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.
#
{140} وهذه دعوى أخرى منهم ومحاجة في رسل الله زعموا أنهم أولى بهؤلاء الرسل المذكورين من المسلمين؛ فردَّ الله عليهم بقوله: {أأنتم أعلم أم الله}؛ فالله يقول: {ما كان إبراهيم يهودياً ولا نصرانياً ولكن كان حنيفاً مسلماً وما كان من المشركين}؛ وهم يقولون بل كان يهودياً أو نصرانياً، فإما أن يكونوا هم الصادقين العالمين أو يكون الله تعالى هو الصادق العالم بذلك، فأحد الأمرين متعين لا محالة، وصورة الجواب مبهم وهو في غاية الوضوح والبيان، حتى أنه من وضوحه لم يحتج أن يقول بل الله أعلم وهو أصدق، ونحو ذلك لانجلائه لكل أحد، كما إذا قيل الليل أنور أم النهار؟ والنار أحر أم الماء؟ والشرك أحسن أم التوحيد؟ ونحو ذلك، وهذا يعرفه كل من له أدنى عقل حتى أنهم بأنفسهم يعرفون ذلك ويعرفون أن إبراهيم وغيره من الأنبياء لم يكونوا هوداً ولا نصارى، فكتموا هذا العلم وهذه الشهادة، فلهذا كان ظلمهم أعظم الظلم، ولهذا قال تعالى: {ومن أظلم ممن كتم شهادة عنده من الله}؛ فهي شهادة عندهم مودعة من الله لا من الخلق فيقتضي الاهتمام بإقامتها، فكتموها وأظهروا ضدها، جمعوا بين كتم الحق وعدم النطق به وإظهار الباطل والدعوة إليه، أليس هذا أعظم الظلم؟ بلى والله وسيعاقبهم عليه أشد العقوبة، فلهذا قال: {وما الله بغافل عما تعملون}؛ بل قد أحصى أعمالهم وعدها وادَّخر لهم جزاءها، فبئس الجزاءُ جزاؤهم، وبئست النار مثوى للظالمين. وهذه طريقة القرآن في ذكر العلم والقدرة عقب الآيات المتضمنة للأعمال التي يجازى عليها، فيفيد ذلك الوعد والوعيد والترغيب والترهيب، ويفيد أيضاً ذكر الأسماء الحسنى بعد الأحكام أن الأمر الديني والجزائي أثرٌ من آثارها وموجب من موجباتها وهي مقتضية له. ثم قال تعالى:
140. “Yoksa siz “İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve oğulları da yahudi veya hıristiyan idi” mi diyorsunuz?” İşte bu onların bir diğer iddiaları ve Allah’ın peygamberleri hakkında ortaya attıkları başka bir tartışmadır. Sözü geçen bu peygamberlere müslümanlardan daha yakın olduklarını iddia etmişlerdi. Allah da onların bu iddialarını: “Siz mi daha iyi biliyorsunuz yoksa Allah mı?” diyerek reddetmektedir. Yüce Allah (bir başka yerde de): “İbrahim bir yahudi değildi, bir hıristiyan da değildi. O hanif bir müslümandı, müşriklerden de değildi.” (Ali İmran, 3/67) buyurmaktadır. Onlar ise; “Hayır, İbrahim yahudi veya hıristiyan idi” derler. Bu durumda ya doğru söyleyen ve bilenler onlardır yahut da bunu bilen ve doğru söyleyen Allah’tır. Bunlardan birisi kaçınılmaz olarak geçerlidir. Bu sorunun cevabı ise müphem bırakılmıştır. Ancak gâyet açık ve nettir. Hatta meselenin apaçık ortada olmasından ötürü, “Elbette Allah daha iyi bilir, daha doğru söyler” gibi bir şey söylemeye gerek bile yoktur. Çünkü durum herkes için açıkça ortadadır. Zira bu, tıpkı “Gece mi daha aydınlıktır, gündüz mü? Ateş mi daha sıcaktır, yoksa su mu? Şirk mi daha güzeldir, yoksa tevhid mi?” sorularının cevabı gibidir. Bu gibi soruların cevabını ise azıcık aklı olan herkes bilir. Hatta kendileri de bunu çok iyi bilirler. İbrahim’in de, diğer peygamberlerin de yahudi veya hıristiyan olmadığını çok iyi bilmektedirler. Ne var ki onlar bu bilgiyi ve tanıklığı gizlediler. Bundan dolayı zulümleri en büyük zulümdür. Ve işte bundan dolayı Yüce Allah: “Yanındaki Allah’tan gelen şahitliği gizleyenden daha zalim kim olabilir?” diye buyurmaktadır. Yani bu, insanlar tarafından değil Allah tarafından kendilerine tevdi edilmiş bir şahitliktir. Öyleyse bu şahitliğin yerine getirilmesi için gereken ihtimamı göstermeliydiler. Onlar ise bu şahitliği gizlediler ve onun tam zıddını açığa vurdular. Böylelikle hakkı gizlemek ve hakkı söylememek ile bâtılı açıklamak ve bâtıla davet etmek gibi iki büyük cürümü birlikte işlediler. Bu en büyük zulüm değil midir? Allah’a andolsun ki öyledir ve Allah bundan dolayı onları en ağır şekilde cezalandıracaktır. İşte bu sebepten Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah yaptıklarınızdan gafil değildir.” Bilakis Allah onların amellerini tek tek saymış, tespit etmiştir. Bu amellerin cezasını da saklamıştır. Görecekleri ceza ne kötüdür! Zalimlerin barınağı olan Cehennem ateşi ne kötüdür! Yüce Allah’ın cezalandıracağı amelleri ihtiva eden âyetlerin akabinde ilim ve kudretini söz konusu etmesi konusunda Kur’ân’ın izlediği yol işte budur. Bu, vaat ve tehdit, teşvik ve korkutma ifade eder. Aynı şekilde hükümlerin akabinde Allah’ın güzel isimlerinin anılması, dini ya da cezai emirlerin bu güzel isimlerin sonuçlarından ve gereklerinden olduğunu, bu isimlerinin bunu gerektirdiğini ifade eder. Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 141 #
{تِلْكَ أُمَّةٌ قَدْ خَلَتْ لَهَا مَا كَسَبَتْ وَلَكُمْ مَا كَسَبْتُمْ وَلَا تُسْأَلُونَ عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونَ (141)}.
141- Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız da sizindir. Siz onların amellerinden sorulacak değilsiniz.
#
{141} تقدم تفسيرها وكررها لقطع التعلق بالمخلوقين، وإن المعول عليه ما اتصف به الإنسان لا عمل أسلافه وآبائه، فالنفع الحقيقي بالأعمال لا بالانتساب المجرد للرجال.
141. Bu âyet-i kerimenin tefsiri daha önce (Bakara, 134) geçmişti. Tekrar edilmesindeki hikmet ise yaratılmışlara güvenip dayanmamak gerektiğini, esas olanın, insanın sahip olduğu nitelikler olduğunu, yoksa geçmişlerinin ve atalarının yaptıkları olmadığını ortaya koymak içindir. “Gerçek fayda birtakım kimselerin soyundan gelmekle değil, amellerle elde edilir,” demektir.
Ayet: 142 - 0 #
{سَيَقُولُ السُّفَهَاءُ مِنَ النَّاسِ مَا وَلَّاهُمْ عَنْ قِبْلَتِهِمُ الَّتِي كَانُوا عَلَيْهَا قُلْ لِلَّهِ الْمَشْرِقُ وَالْمَغْرِبُ يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ (142) وَكَذَلِكَ جَعَلْنَاكُمْ أُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَهِيدًا}
142- İnsanlardan birtakım akılsızlar; “Onları daha önce yöneldikleri kıblelerinden döndüren nedir?” diyecekler. De ki: “Doğu da, batı da Allah’ındır. O, dilediği kimseyi dosdoğru yola iletir.”
#
{142} قد اشتملت الآية الأولى على معجزة وتسلية وتطمين قلوب المؤمنين واعتراض، وجوابه من ثلاثة أوجه وصفة المعترض وصفة المُسلِّم لحكم الله دينه، فأخبر تعالى أنه سيعترض السفهاء من الناس وهم الذين لا يعرفون مصالح أنفسهم بل يضيعونها ويبيعونها بأبخس ثمن وهم اليهود والنصارى ومن أشبههم من المعترضين على أحكام الله وشرائعه، وذلك أن المسلمين كانوا مأمورين باستقبال بيت المقدس مدة مقامهم بمكة ثم بعد الهجرة إلى المدينة نحو سنة ونصف لما لله [تعالى] في ذلك من الحكم التي سيشير إلى بعضها، وكانت حكمته تقتضي أمرهم باستقبال الكعبة فأخبرهم أنه لا بد أن يقول السفهاء من الناس: {ما ولاَّهم عن قبلتهم التي كانوا عليها}؛ وهي استقبال بيت المقدس أيْ: أيُّ شيء صرفهم عنه؟ وفي ذلك الاعتراض على حكم الله وشرعه وفضله وإحسانه، فسَّلاهم وأخبر بوقوعه وأنه إنما يقع ممن اتصف بالسفه قليل العقل والحلم والديانة، فلا تبالوا بهم إذ قد عُلِم مصدر هذا الكلام، فالعاقل لا يبالي باعتراض السفيه ولا يلقي له ذهنه. ودلت الآية على أنه لا يعترض على أحكام الله إلا سفيه جاهل معاند، وأما الرشيد المؤمن العاقل فيتلقى أحكام ربه بالقبول والانقياد والتسليم كما قال تعالى: {وما كان لمؤمن ولا مؤمنة إذا قضى الله ورسوله أمراً أن يكون لهم الخيرة من أمرهم}؛ {فلا وربك لا يؤمنون حتى يحكموك فيما شجر بينهم}؛ الآية {إنما كان قول المؤمنين إذا دعوا إلى الله ورسوله ليحكم بينهم أن يقولوا سمعنا وأطعنا}؛ وقد كان في قوله السفهاء ما يغني عن رد قولهم وعدم المبالاة به، ولكنه تعالى مع هذا لم يترك هذه الشبهة حتى أزالها وكشفها مما سيعرض لبعض القلوب من الاعتراض فقال تعالى: {قل}؛ لهم مجيباً: {لله المشرق والمغرب يهدي من يشاء إلى صراط مستقيم}؛ أي: فإذا كان المشرق والمغرب ملكاً لله ليس جهة من الجهات خارجة من ملكه ومع هذا يهدي من يشاء إلى صراط مستقيم ومنه هدايتكم إلى هذه القبلة التي هي ملة أبيكم إبراهيم فلأي شيء يعترض المعترض بتوليتكم قبلة داخلة تحت ملك الله؟ لم تستقبلوا جهة ليست ملكاً له فهذا يوجب التسليم لأمره بمجرد ذلك، فكيف وهو من فضل الله عليكم وهدايته وإحسانه أن هداكم لذلك، فالمعترض عليكم معترض على فضل الله حسداً لكم وبغياً. ولما كان قوله: {يهدي من يشاء إلى صراط مستقيم}؛ مطلقاً والمطلق يُحمَل على المقيد فإن الهداية والضلال لهما أسباب أوجبتها حكمة الله وعدله وقد أخبر في غير موضع من كتابه بأسباب الهداية التي إذا أتى بها العبد حصل له الهدى كما قال تعالى: {يهدي به الله من اتبع رضوانه سبل السلام}؛ ذكر في هذه الآية السبب الموجب لهداية هذه الأمة مطلقاً بجميع أنواع الهداية ومنَّة الله عليها فقال:
142. Bu âyet-i kerime bir mucize, bir teselli, mü’minlerin kalplerini tatmin, bir itiraz ve ona dair üç yönden cevap ihtiva etmekte; Allah’ın hükmüne ve dinine karşı itiraz edenlerin niteliği ile müslümanların niteliğini ortaya koymaktadır. Yüce Allah insanlar arasından akılsız birtakım kimselerin itiraz edeceklerini haber vermektedir. Akılsızlar ise bizzat kendi maslahatlarını dahi bilemeyen, aksine onları zâyi edip en basit değerler karşısında değiştiren kimselerdir. Yahudiler, hıristiyanlar ve Allah’ın hüküm ve şeriatlerine itiraz eden benzeri kimseler hep akılsızdır. Şöyle ki; müslümanlar önceleri Mekke’de kaldıkları sürece (namazlarında) Beytü’l-Makdis’e yönelmekle emrolunmuşlardı. Daha sonra Medine’ye hicretten itibaren yaklaşık bir buçuk yıl kadar bir süre de aynı yere yönelmekle emrolunmuşlardı. Yüce Allah ilerde bir kısmına işaret edeceği birtakım hikmetler dolayısı ile Kabe’ye yönelmelerini emretti. O’nun hikmeti de bu emri vermesini gerektiriyordu. Böylelikle Yüce Allah insanlar arasından birtakım akılsızların mutlaka: “Onları daha önce yöneldikleri kıblelerinden döndüren nedir?” diyeceklerini müslümanlara haber vermektedir. Yani onları Beytu’l-Makdis’e dönmekten alıkoyan şey nedir? Daha önce yöneldikleri kıble ise Beytü’l-Makdis idi. Bu, Yüce Allah’ın hüküm ve Şeriatına bir itirazdır. O’nun lütuf ve ihsanına bir itirazdır. Yüce Allah mü’minleri teselli ederek bunun meydana geleceğini haber vermekte, ancak bu itirazı kıt akıllı, kısır düşünceli ve dine bağlılığı zayıf kimselerin yapacağını belirtmektedir. Öyleyse onlara aldırış etmeyin, çünkü bu sorunun kaynağı artık bilinmektedir. Zaten aklı başında bir kimse akılsız bir kimsenin itirazına aldırış etmez ve onu kafasına takmaz. Âyet-i kerime aynı şekilde Yüce Allah’ın hükümlerine cahil ve hakka karşı bile bile inat eden sefihlerden başkasının itiraz etmeyeceğini de göstermektedir. Aklı başında doğru yol üzerinde yürüyen bir mü’min ise Rabb’inin hükümlerini kabul ile karşılar, onlara itaat ve teslimiyetle bağlı olduğunu ortaya koyar. Nitekim Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır: “Allah ve Rasûlü bir işi hükme bağladığında hiçbir mü’min erkek ve hiçbir mü’min kadına o işlerinde istediklerini yapmak hakkı yoktur.” (el-Ahzab, 33/36); “Hayır! Rabb’ine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar.” (en-Nisa, 4/65); “Aralarında hükmetmek üzere Allah’a ve Rasûlü’ne davet olunduklarında mü’minlerin sözleri ancak; “İşittik ve itaat ettik” demektir.” (en-Nur, 24/51) Yüce Allah’ın; “akılsızlar” buyruğunda, aslında onların sözlerine cevap vermeye gerek bırakmayacak ve aldırmamayı haklı çıkartacak bir mana vardır; ancak bununla birlikte Yüce Allah bu şüpheyi cevapsız bırakmayıp izale etmekte ve birtakım kalplerde ortaya çıkabilecek itirazların varlığı ihtimali ile bu şüphenin gerçek yüzünü açığa çıkartıp onlara cevap olmak üzere “De ki: Doğu da, batı da Allah’ındır. O dilediği kimseyi dosdoğru yola iletir.” diye buyurmaktadır. Yani doğu da batı da Allah’ın mülkü olduğuna göre, O’nun mülkü dışında hiçbir cihet kalmamaktadır. Bununla birlikte O dilediği kimseyi dosdoğru yola iletir. İşte İbrahim aleyhisselam’ın dininin bir parçasını teşkil eden bu kıbleye sizleri iletmesi de dilediği kimseleri dosdoğru yola iletmenin bir parçasıdır. O halde Yüce Allah’ın mülkü kapsamı içerisinde bulunan bir kıbleye sizi yönlendirdiği için itiraz edenlerin itirazlarının sebebi ne? Çünkü siz O’nun mülkünde olmayan bir tarafa dönmüş değilsiniz. Durumun böyle olması, yalnızca O’nun emrine teslimiyeti gerektirir. Nasıl böyle olmasın ki? Çünkü Allah’ın üzerinizdeki lütfunun hidâyet ve ihsanının bir delili de sizi buna iletmiş olmasıdır. Size itiraz eden aslında -sizi kıskandığı ve çekemediği için- Allah’ın lütfuna itiraz etmektedir. Yüce Allah’ın: “O dilediği kimseyi dosdoğru yola iletir” buyruğu mutlak bir buyruktur. Mutlak buyruklar ise mukayyede hamledilir (onunla birlikte değerlendirilir). Şüphesiz hidâyet ve dalâletin Yüce Allah’ın hikmet ve adaletinin gerektirdiği birtakım sebepleri vardır ve o hitabının başka yerlerinde hidâyetin birtakım sebeplerini de bildirilmektedir. Kul bu sebepleri yerine getirdiği takdirde hidâyeti elde eder. Nitekim O, şöyle buyurmaktadır: “Allah onunla rızasına uyanları selamet yollarına hidâyet eder.” (el-Maide, 5/16) Bu âyet-i kerimede bu ümmetin hidâyet bulmasını gerektiren sebep, bütün hidâyet türleri ile ve mutlak olarak (kayıtsız olarak) gelmiştir. Bu hidâyet de Allah’ın bu ümmete bir lütuf ve ihsanıdır. Bu yüzden Yüce Allah bir sonraki ayette şöyle buyurmaktadır:
143. “Böylece sizi vasat” adaletli ve hayırlı “bir ümmet kıldık.” Vasatın dışında kalan şeyler ise uç noktalardır ki, bunlar da tehlike sınırları içerisinde demektir. Allah bu ümmeti bütün dini hususlarda vasat kılmıştır: Peygamberler hususunda bu ümmetin tutumu vasattır. Hıristiyanlar gibi Peygamberler hususunda aşırı gidenler ile yahudiler gibi Peygamberler hakkında olmadık iddialarda bulunanlar arasında vasattır. Çünkü bu ümmet kendilerine yakışan şekilde hepsine iman etmiştir. Şeriati itibari ile de bu ümmet vasattır. Ne yahudilerin aşırılıkları ne de hıristiyanların gevşeklikleri söz konusudur. Temizlik ve yiyecekler konusunda da vasattır. İbadet ve dualarının ancak havra ve mabetlerinde geçerli olan yahudilere benzemezler. Yahudiler necis şeylerden su ile temizlenemezler. Onlara ceza olmak üzere bazı temiz şeyler de kendilerine haram kılınmıştır. Bu ümmet hiçbir şeyi necis kabul etmeyen, hiçbir şeyi haram kabul etmeyen aksine önlerine gelen her şeyi mubah karşılayan hıristiyanlara da benzemezler. Aksine bu ümmetin temizliği en mükemmel ve en eksiksiz şekildedir. Allah onlara hoş ve temiz olan yiyecek, içecek, giyecekleri ve evlilik yolu ile karşı cinsi mubah kılmıştır. Bunlardan pis ve murdar olanları da bu ümmete haram kılmıştır. Öyleyse bu ümmet dini itibari ile en kâmil, ahlâkı itibari ile en üstün, amelleri itibari ile en faziletli ümmettir. Bu ümmete Yüce Allah kendileri dışında kalan hiçbir ümmete vermediği ilmi, güzel ahlâkı, adalet ve ihsanı bahşetmiştir. Bundan dolayı bu ümmetin mensupları “vasat bir ümmet” olmuşlardır. Olgundurlar, mutedildirler. Bunun sebebi ise: “bütün insanlar üzerine şahitler” olmalarıdır. Bu ise onların adaletli olmaları ve adaletle hükmetmeleri dolayısıyladır. Başka dinlere mensup insanlar hakkında hüküm verirler; başkaları ise onlar hakkında hüküm veremez. Bu ümmetin kabul görerek lehine tanıklık ettiği her bir şey makbuldür. Bu ümmetin reddedip aleyhine tanıklık ettiği her şey de merduttur, geçersizdir. Şâyet; hasım tarafların birbirleri aleyhindeki sözleri makbul olmamakla birlikte bu ümmetin başkaları hakkındaki hükmü nasıl kabul edilir? diye sorulacak olursa, şöyle cevap verilir: Hasımların sözlerinin karşılıklı kabul edilmeyiş sebebi, tarafların doğru olmayan iddiada bulunmak gibi bir zan altında bulunmalarından dolayıdır. Böyle bir zan söz konusu olmayıp -bu ümmette olduğu gibi- tam bir adalet söz konusu ise işte esas maksat da adalet ve hak ile hüküm vermektir. Bunun şartı ise ilim ve adalettir. Bu iki özellik de bu ümmette vardır. Bu yüzden bu ümmetin şahitliği makbuldür. Herhangi bir kimse bu ümmetin fazileti hususunda şüpheye düşecek ve bu ümmeti tezkiye edecek birisini isteyecek olursa, işte bu şahitliği bu ümmet hakkında yapacak kişi insanların en mükemmeli olan Peygamberleri sallallahu aleyhi ve sellem’dir. Bundan dolayı da Yüce Allah: “Peygamber de sizin üzerinize şahit olsun.” buyurmaktadır. Bu ümmetin başkalarına karşı şahitliği arasında şu da vardır: Kıyamet gününde Yüce Allah rasûllere ve nebilere ümmetlerine tebliğ edip etmediklerini, bu peygamberleri yalanlayan ümmetlere de peygamberlerinin kendilerine tebliğ edip etmediğini soracak, ümmetler bu tebliği inkâr ettiklerinde de peygamberler bu ümmetin (Muhammed Ümmetinin) şahitlik etmesini isteyeceklerdir. Bu ümmetin Peygamberi de bu ümmeti tezkiye edecek (şahitlik etme ehliyetine sahip olduklarını bildirecek)tir. Bu âyet-i kerimede bu ümmetin icmaının kat’i bir delil olduğu ve ümmet olarak -“vasat” ifadesinin mutlak olması dolayısı ile- hatadan korunmuş olduklarını gösteren bir delil de vardır. Şayet onların hata üzere ittifak etmeleri farz edilecek olsaydı, bu durumda onlar tam manasıyla değil sadece bazı hususlarda vasat olabilirlerdi. Yine “Siz bütün insanlar üzerine şahitler olasınız” ifadesi de onların, bir konuda Allah'ın onu helal, haram veya farz kıldığına şahitlik ettikleri vakit bu konuda hata etmekten masum olduklarını ifade eder. Çünkü vasat olmak için verilen hükümde, şahitlikte, fetvada ve benzeri hususlarda adalet şarttır.
Ayet: 143 #
{وَمَا جَعَلْنَا الْقِبْلَةَ الَّتِي كُنْتَ عَلَيْهَا إِلَّا لِنَعْلَمَ مَنْ يَتَّبِعُ الرَّسُولَ مِمَّنْ يَنْقَلِبُ عَلَى عَقِبَيْهِ وَإِنْ كَانَتْ لَكَبِيرَةً إِلَّا عَلَى الَّذِينَ هَدَى اللَّهُ وَمَا كَانَ اللَّهُ لِيُضِيعَ إِيمَانَكُمْ إِنَّ اللَّهَ بِالنَّاسِ لَرَءُوفٌ رَحِيمٌ (143)}.
143- Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık ki siz bütün insanlar üzerine şahitler olasınız, Peygamber de sizin üzerinize şahit olsun. Senin (daha önce) yönelmekte olduğun yeri ise Peygambere uyanlarla iki ökçesi üzerinde geri dönenleri bilelim (ortaya koyalım) diye kıble yaptık. O, elbette Allah’ın hidâyet eylediği kimselerden başkasına mutlaka ağır gelecekti. Allah imanınızı zayi edecek değildir. Gerçekten Allah insanlara karşı raûftur, çok merhametlidir.
#
{143} يقول تعالى: {وما جعلنا القبلة التي كنت عليها}؛ وهي: استقبال بيت المقدس أولاً، {إلا لنعلم}؛ أي: علماً يتعلق به الثواب والعقاب، وإلا فهو تعالى عالم بكل الأمور قبل وجودها، ولكن هذا العلم لا يعلق عليه ثواباً ولا عقاباً لتمام عدله وإقامة الحجة على عباده، بل إذا وجدت أعمالهم ترتب عليها الثواب والعقاب، أي شرعنا تلك القبلة لنعلم ونمتحن {من يتبع الرسول}؛ ويؤمن به فيتبعه على كل حال لأنه عبد مأمور مدبر، ولأنه قد أخبرت الكتب المتقدمة أنه يستقبل الكعبة فالمنصف الذي مقصوده الحق مما يزيده ذلك إيماناً وطاعة للرسول، وأما من انقلب على عقبيه وأعرض عن الحق واتبع هواه فإنه يزداد كفراً إلى كفره وحيرة إلى حيرته ويدلي بالحجة الباطلة المبنية على شبهة لا حقيقة لها {وإن كانت}؛ أي: صرفك عنها {لكبيرة}؛ أي: شاقة {إلا على الذين هدى الله}؛ فعرفوا بذلك نعمة الله عليهم وشكروا وأقروا له بالإحسان حيث وجههم إلى هذا البيت العظيم الذي فضله على سائر بقاع الأرض وجعل قصده ركناً من أركان الإسلام وهادماً للذنوب والآثام، فلهذا خفَّ عليهم ذلك وشقَّ على من سواهم. ثم قال تعالى: {وما كان الله ليضيع إيمانكم}؛ أي: ما ينبغي له ولا يليق به تعالى بل هي من الممتنعات عليه، فأخبر أنه ممتنع عليه ومستحيل أن يضيع إيمانكم، وفي هذا بشارة عظيمة لمن منَّ الله عليهم بالإسلام والإيمان بأن الله سيحفظ عليهم إيمانهم فلا يضيعه، وحفظه نوعان: حفظ عن الضياع والبطلان بعصمته لهم عن كل مفسد ومزيل له ومنقص من المحن المقلقة والأهواء الصادة، وحفظ بتنميته لهم وتوفيقهم لما يزداد به إيمانهم ويتم به إيقانهم، فكما ابتدأكم بأن هداكم للإيمان فسيحفظه لكم ويتم نعمته بتنميته وتنمية أجره وثوابه وحفظه من كل مكدر، بل إذا وجدت المحن التي المقصود منها تبيين المؤمن الصادق من الكاذب فإنها تمحص المؤمنين وتظهر صدقهم، وكأن في هذا احترازاً عما قد يقال أن قوله: {وما جعلنا القبلة التي كنت عليها إلا لنعلم من يتبع الرسول ممن ينقلب على عقبيه}؛ قد يكون سبباً لترك بعض المؤمنين إيمانهم فدفع هذا الوهم بقوله: {وما كان الله ليضيع إيمانكم}؛ بتقديره لهذه المحنة أو غيرها، ودخل في ذلك من مات من المؤمنين قبل تحويل الكعبة فإن الله لا يضيع إيمانهم لكونهم امتثلوا أمر الله وطاعة رسوله في وقتها، وطاعة الله امتثال أمره في كل وقت بحسب ذلك. وفي هذه الآية دليل لمذهب أهل السنة والجماعة أن الإيمان تدخل فيه أعمال الجوارح. وقوله: {إن الله بالنَّاسِ لرءوفٌ رحيمٌ}؛ أي: شديد الرحمة بهم عظيمها، فمن رأفته ورحمته بهم أن يُتِمَّ عليهم نعمته التي ابتدأهم بها، وأن ميز عنهم من دخل في الإيمان بلسانه دون قلبه، وأن امتحنهم امتحاناً زاد به إيمانهم وارتفعت به درجتهم، وأن وجههم إلى أشرف البيوت وأجلها.
143. “Senin (daha önce) yönelmekte olduğun yeri” yani Beytu’l-Makdis’e yönelmeni “Peygambere uyanlarla iki ökçesi üzerinde geri dönenleri bilelim (ortaya koyalım) diye kıble yaptık.” Yani mükâfaat ve cezanın kendisine bağlı olduğu manada bilelim (ortaya çıkartalım) diye böyle yaptık. Yoksa Yüce Allah bütün işleri daha onlar var olmadan önce bilir. Ancak O’nun bu bilmesi herhangi bir mükâfat ve bir cezayı gerektirmez. Çünkü Yüce Allah’ın adaleti tamdır, (mükâfaat ve ceza konusuda) kullarına karşı delili ortaya koyması eksiksizdir. Bu yüzden amelleri ortaya döküldüğü zaman bu amellerine karşılık mükâfat ve ceza söz konusu olur. O halde biz o kıbleye yönelmeyi sadece “Peygambere uyanlarla” ona iman ederek her konuda ona tâbî olanlarla “iki ökçesi üzerinde geri dönenleri” bilelim ve imtihan edelim diye meşru kıldık. Peygambere her durumda uymanın gereği, O’nun emir kulu olması ve işleri Rabb’i tarafından yönlendirilen bir kimse olmasından dolayıdır. Diğer taraftan, önceki kitaplar O’nun Kabe’ye yönelerek namaz kılacağını da haber vermiştir. Maksadı hakkı bulmak olan insaflı kimsenin ise bu durum imanını artırır, Peygambere olan itaatini daha bir pekiştirir. Ökçeleri üzerinde gerisin geri dönüp haktan yüz çeviren, hevâsına tâbî olana gelince, böylesinin ise küfrüne küfür, şaşkınlığına şaşkınlık katar. Hiçbir aslı olmayan şüphe üzerine kurulu bâtıl deliller öne sürer. “O elbette Allah’ın hidâyet eylediği kimselerden başkasına mutlaka ağır gelecekti.” Yani senin bu kıblenden diğerine döndürülmen ağır gelmiştir. Allah’ın hidâyete erdirdiği kimseler ise Allah’ın üzerlerindeki nimetini itiraf ve takdir ettiler, O’na şükrettiler, O’nun kendilerine ihsanda bulunduğunu ikrar ettiler. Çünkü Yüce Allah kendilerini yeryüzünün diğer bölgelerinden daha üstün ve faziletli kıldığı bu Beyt-i Azim’e yöneltmiş bulunuyor. Bu Beyt’i ziyareti İslâm’ın rükünlerinden bir rükün, büyük ve küçük günahları ortadan kaldıran bir esas kılmıştır. Bundan dolayı Allah’ın hidâyet ettiği kimselere bu Beyt’e yönelmek kolay bir iş gelmiştir. Bunların dışındakilere ise ağır gelmiştir. “Allah imanınızı zayi edecek değildir.” Yani böyle bir şey Allah’a yakışmaz, hatta böylesi Allah için imkânsız şeylerdendir. Yüce Allah imanınızı boşa çıkarmasının kendisi için imkânsız bir şey olduğunu haber vermiştir. Bu buyrukta Yüce Allah’ın mü’minlere, iman ve İslâm’ı lütfettiği kimselere Allah’ın onların imanlarını koruyacağı ve boşa çıkarmayacağına dair büyük bir müjde vardır. İmanlarının korunması ise iki türlüdür: İmanın zâyi olmaya ve boşa çıkmaya karşı korunması ki bu, Allah’ın imanı bozan, ortadan kaldıran ve onu eksilten her türlü endişe veren imtihanlardan ve haktan alıkoyan hevâların peşine düşmekten koruması ile olur. İkincisi de imanı, artırması şeklindeki korumasıdır. Bu da imanlarını artıran ve yakînlerini tamamlayan şeylere onları muvaffak kılması ile olur. O tâ baştan beri sizi imana ilettiği gibi, imanınızı da koruyacak, üzerinizdeki nimetini imanınızı artırmak, ona vereceği mükâfaatı ve sevabı çoğaltmak, onu bulandıracak her bir şeyden de onu korumak suretiyle sizin için muhafaza edecektir. Hatta samimi mü’minin yalancıdan ayırt edilmesi maksadı ile birtakım imtihanlar ortaya çıkacak olursa, bunlar mü’minleri olumsuzluklardan arındırır ve onların sadakatlerini açıkça ortaya koyar. Bu son cümle, sanki Yüce Allah’ın: “Senin (daha önce) yönelmekte olduğun yeri Peygambere uyanlarla iki ökçesi üzerinde geri dönenleri bilelim (ortaya koyalım) diye kıble yaptık.” buyruğunun içerdiği “Böyle bir durum, birtakım mü’minlerin imanlarını terk etmesine sebep teşkil edebilir” şeklindeki bir itirazı bertaraf etmek için zikredilmiş gibidir. Yüce Allah böyle bir vehmi, bu tür bir imtihanı veya başkasını takdir etmek sureti ile “imanınızı zayi edecek değildir” buyurarak bertaraf etmektedir. Bunun kapsamına kıblenin değiştirilmesinden önce vefat eden mü’minler de girmektedir. Allah onların da imanlarını boşa çıkarmaz. Çünkü onlar zamanında Allah’ın emrini uygulamış ve Rasûlüne itaat etmiş kimselerdir. Allah’a itaat etmek ise Allah’ın vermiş olduğu emirlere her zamanın şartları içerisinde uymak demektir. Bu âyet-i kerimede Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin benimsediği “beden âzâlarının işlediği ameller de imanın kapsamına dahildir” şeklindeki görüşünün lehine bir delil vardır. Yüce Allah’ın: “Gerçekten Allah insanlara karşı raûftur, çok merhametlidir” buyruğu da şu demektir: Allah onlara karşı oldukça merhametlidir ve onlara olan şefkati pek büyüktür. Onlara olan şefkat ve rahmetinin bir tecellisi de baştan beri kendilerine ihsan etmiş olduğu nimeti tamamlaması, dili ile imana girmekle birlikte, kalbinden iman etmemiş olan kimseleri ayırt etmesidir. Yine onları iman edenlerin imanının artmasına sebep teşkil eden ve bu yolla da derecelerinin yükselmesini sağlayan imtihanla sınaması ve onları en şerefli ve en kıymetli eve (Kabe’ye) yöneltmesi de bunun bir sonucudur.
Ayet: 144 #
{قَدْ نَرَى تَقَلُّبَ وَجْهِكَ فِي السَّمَاءِ فَلَنُوَلِّيَنَّكَ قِبْلَةً تَرْضَاهَا فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَحَيْثُ مَا كُنْتُمْ فَوَلُّوا وُجُوهَكُمْ شَطْرَهُ وَإِنَّ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ لَيَعْلَمُونَ أَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ وَمَا اللَّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا يَعْمَلُونَ (144)}
144- Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirmeni elbette görüyoruz. Onun için seni hoşnut olacağın bir kıbleye döndüreceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Haram’a doğru çevir. Her nerede bulunursanız bulunun yüzlerinizi o yöne çevirin. Şüphe yok ki kendilerine kitap verilenler bunun Rabb’lerinden gelen bir hak olduğunu pek iyi bilirler. Allah onların yapmakta olduklarından gafil değildir.
#
{144} يقول الله لنبيه: {قد نرى تقلب وجهك في السماء}؛ أي كثرة تردده في جميع جهاته شوقاً وانتظاراً لنزول الوحي باستقبال الكعبة، وقال: {وجهك}؛ ولم يقل بصرك لزيادة اهتمامه، ولأن تقليب الوجه مستلزم لتقليب البصر، {فلنُوَلِّيَنَّكَ}؛ أي: نوجهك لولايتنا إياك، {قبلة ترضاها}؛ أي: تحبها، وهي الكعبة، وفي هذا بيان لفضله وشرفه - صلى الله عليه وسلم -، حيث أن الله تعالى يسارع في رضاه. ثم صرح له باستقبالها فقال: {فولِّ وجهك شطر المسجد الحرام}؛ والوجه: ما أقبل من بدن الإنسان {وحيث ما كنتم}؛ أي: من بر وبحر شرق وغرب جنوب وشمال، {فولوا وجوهكم شطره}؛ أي: جهته، ففيها اشتراط استقبال الكعبة للصلوات كلها فرضها ونفلها، وأنه إن أمكن استقبال عينها وإلا فيكفي شطرها وجهتها، وأن الالتفات بالبدن مبطل للصلاة؛ لأن الأمر بالشيء نهي عن ضده. ولما ذكر تعالى ـ فيما تقدم ـ المعترضين على ذلك من أهل الكتاب وغيرهم وذكر جوابهم، ذكر هنا أن أهل الكتاب والعلمِ منهم يعلمون أنك في ذلك على حقٍّ واضحٍ لما يجدونه في كتبهم فيعترضون عناداً وبغياً، فإذا كانوا يعلمون بخطئهم فلا تبالوا بذلك، فإن الإنسان إنما يغمه اعتراض من اعترض عليه إذا كان الأمر مشتبهاً وكان ممكناً أن يكون معه صواب، فأما إذا تيقن أن الصواب والحق مع المعترض عليه وأن المعترض معاند عارف ببطلان قوله فإنه لا محل للمبالاة، بل يُنتظَر بالمعترض العقوبة الدنيوية والأخروية فلهذا قال تعالى: {وما الله بغافل عمَّا يعملُون}؛ بل يحفظ عليهم أعمالهم ويجازيهم عليها، وفيها وعيد للمعترضين وتسلية للمؤمنين.
144. Yüce Allah, Peygamberine hitaben: “Biz yüzünü göğe doğru evirip çevirmeni” Kâbe’ye yönelmeyi emreden vahyin inişini bekleyerek ve arzulayarak göğün her bir tarafına çokça bakıp durmanı “elbette görüyoruz.” Yüce Allah’ın: “yüzünün” buyurup da “gözünün” buyurmamış olması, hem Peygamber’in bu işe fazla önem verdiği dolayısıyladır, hem de yüzün evirilip çevrilmesinin aynı zamanda gözün de evrilip çevrilmesini gerektirmesinden dolayıdır. “Onun için seni hoşnut olacağın bir kıbleye” sevdiğin kıble olan Kâbe’ye “döndüreceğiz.” Biz seni dost edindiğimizden dolayı, o yöne çevireceğiz. Bu buyruk Peygamber’in fazilet ve şerefini de açıklamaktadır. Çünkü Yüce Allah onu hoşnut edecek şeyi yapmaktadır. Daha sonra Yüce Allah Peygamber’e bu kıbleye yönelmesini açıkça emrederek: “Artık yüzünü Mescid-i Haram’a doğru çevir” diye buyurmaktadır. Yüzle insan bedeninin ön tarafına denk gelen yön kastedilmektedir. “Her nerede bulunursanız bulunun” karada yahut denizde, doğuda ya da batıda, güneyde yahut kuzeyde olun “yüzlerinizi o yöne çevirin.” İşte bu buyruktan farz olsun nafile olsun bütün namazlar için Kabe’ye yönelmenin farz olduğu anlaşılmaktadır. Yine bu buyruktan anlaşıldığına göre eğer bizzat kıbleye yönelme imkânı varsa yönelin; aksi takdirde kıblenin bulunduğu tarafa yönelmek yeterlidir. Bedenen kıbleden başka tarafa dönmek ise namazı bozar. Çünkü bir şeyi emretmek onun aksini yasaklamak demektir. Yüce Allah bundan önceki buyruklarda Kitab ehlinden olsun başkalarından olsun, bu işe itiraz edenleri ve onlara verilen cevabı söz konusu etmiş idi. Burada da Kitap ehli ile onların ilim adamlarının, Rasulün bu hususta apaçık bir hak üzere olduğunu bildiklerini söz konusu etmektedir. Çünkü onlar bunu kendi kitaplarında bulmaktadırlar. Dolayısı ile itirazları sadece inat ve kıskançlıklarından dolayıdır. Onlar hatalarını bildiklerine göre artık bu yaptıklarına aldırış etmeyin. Çünkü kişi kendisine itiraz eden kimsenin itiraz ettiği hususun şüpheli olması ve itirazcının da doğru söyleme imkânının bulunması halinde üzülür. Ama itiraz edilenin, haklı ve doğruyu savunan taraf olduğundan emin olunduğu, itiraz eden kişinin de inatçı ve söylediği sözün bâtıl olduğu bilindiği vakit, onun bu itirazına aldırış etmeyi gerektiren bir durum yoktur. Aksine böyle bir itirazcının dünyevi ve uhrevi cezaya çarptırılması beklenir. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah onların yapmakta olduklarından gafil değildir.” Aksine O, amellerini tespit eder ve bu yaptıkları ile kendilerini cezalandırır. Bu buyrukta itiraz edenlere bir tehdit, mü’minlere de bir teselli vardır.
Ayet: 145 #
{وَلَئِنْ أَتَيْتَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ بِكُلِّ آيَةٍ مَا تَبِعُوا قِبْلَتَكَ وَمَا أَنْتَ بِتَابِعٍ قِبْلَتَهُمْ وَمَا بَعْضُهُمْ بِتَابِعٍ قِبْلَةَ بَعْضٍ وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ أَهْوَاءَهُمْ مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَكَ مِنَ الْعِلْمِ إِنَّكَ إِذًا لَمِنَ الظَّالِمِينَ (145)}
145- Andolsun ki, sen kendilerine kitap verilenlere her türlü âyeti getirsen bile onlar yine de senin kıblene uymazlar. Sen de onların kıblelerine uyacak değilsin. Esasen onlar da birbirlerinin kıblesine uymaz. Andolsun ki sana gelen bunca ilimden sonra onların hevâlarına uyarsan, o zaman muhakkak zalimlerden olursun.
#
{145} كان النبي - صلى الله عليه وسلم - من كمال حرصه على هداية الخلق يبذل [لهم] غاية ما يقدر عليه من النصيحة ويتلطف بهدايتهم، ويحزن إذا لم ينقادوا لأمر الله، فكان من الكفار من تمرَّد عن أمر الله واستكبر على رسل الله وترك الهدى عمداً وعدواناً فمنهم اليهود والنصارى أهل الكتاب الأول الذين كفروا بمحمد عن يقين لا عن جهل؛ فلهذا أخبره الله تعالى أنك لو {أتيت الذين أتُوا الكتاب بكل آيةٍ}؛ أي: بكلِّ برهان ودليل يوضح قولك ويبين ما تدعو إليه، {ما تبعوا قبلتك}؛ أي: ما تبعوك؛ لأن اتباع القبلة دليل على اتباعه، ولأن السبب هو شأن القبلة، وإنما كان الأمر كذلك لأنهم معاندون عرفوا الحقَّ وتركوه، فالآياتُ إنما [تفيدو] ينتفع بها من يتطلب الحق وهو مشتبه عليه؛ فتوضح له الآيات البينات، وأما من جزم بعدم اتباع الحق فلا حيلة فيه، وأيضاً فإن اختلافهم فيما بينهم حاصل، وبعضهم غير تابع قبلة بعض، فليس بغريب منهم مع ذلك أن لا يتبعوا قبلتك يا محمد وهم الأعداء حقيقة الحسدة. وقوله: {وما أنت بتابع قبلتهُم}؛ أبلغ من قوله ولا تتبع؛ لأن ذلك يتضمن أنه - صلى الله عليه وسلم -، اتصف بمخالفتهم، فلا يمكن وقوع ذلك منه، ولم يقل ولو أُتُوا بكل آية؛ لأنهم لا دليل لهم على قولهم، وكذلك إذا تبين الحق بأدلته اليقينية لم يلزم الإتيان بأجوبة الشُبَه الواردة عليه؛ لأنه لا حد لها، ولأنه يعلم بطلانها للعلم بأن كلَّ ما نافى الحق الواضح فهو باطل، فيكون حل الشبه من باب التبرع. {ولئن اتَّبعت أهواءهُم}؛ إنما قال: أهواءهم ولم يقل دينهم؛ لأن ما هم عليه مجرد أهوية نفس، حتى هم في قلوبهم يعلمون أنه ليس بدين، ومن ترك الدين اتبع الهوى ولا محالة، قال تعالى: {أفرأيت من اتخذ إلهه هواه}، {من بعد ما جاءك من العلم}؛ بأنك على الحق وهم على الباطل، {إنَّك إذاً}؛ أي: إن اتبعتهم، فهذا احتراز لئلا تنفصل هذه الجملة عما قبلها ولو في الأفهام {لمن الظالمين}؛ أي: داخل فيهم ومندرج في جملتهم، وأي ظلم أعظم من ظلم من علم الحق والباطل؟ فآثر الباطل على الحق، وهذا وإن كان الخطاب له - صلى الله عليه وسلم -، فإن أمته داخلة في ذلك؛ وأيضاً فإذا كان هو - صلى الله عليه وسلم -، لو فعل ذلك ـ وحاشاه ـ صار ظالماً مع علو مرتبته وكثرة إحسانه فغيره من باب أولى وأحرى. ثم قال تعالى:
145. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem insanların hidâyete ermelerini çok arzuladığından dolayı elinden geldiğince onlara nasihat eder, güzel davranır ve Allah’ın emrine uymadıkları takdirde de üzülürdü. Kâfirler içerisinde Allah’ın emrine başkaldıran, Allah’ın rasûllerine karşı büyüklük taslayarak kasten ve düşmanlık olsun diye haddi aşarak hidâyeti terk eden kimseler vardı. İşte Yahudiler ve hıristiyanlar da bunlar arasındadır. Kitap ehlinin bu önceki mensupları Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i bilgisizliklerinden dolayı değil, kesin bilgilerine rağmen inkar etmişlerdi. İşte bundan dolayı Yüce Allah ona şöyle haber vermektedir: “Andolsun ki sen kendilerine kitap verilenlere her türlü âyeti” senin sözlerini açıklayan ve kendisine davet ettiğin şeyi beyan eden her türlü belge ve delili “getirsen bile onlar yine de senin kıblene uymazlar.” Yani sana uymazlar, demektir. Çünkü kıbleye tâbî olmak ona uymanın bir delilidir ve bu ifadelere sebep de kıbledir. Durumun böyle oluşunun sebebi onların bile bile inat eden kimseler olmalarıdır. Onlar hakkı bildikleri halde terk ettiler. Âyetler (belgeler ve mucizeler) ise ancak hakkı açıkça tespit edemeyen ve hakkı arayan kimselere fayda sağlar. Apaçık âyetler böyleleri için durumu açıklığa kavuşturur. Hakka tâbî olmamayı kesinlikle kararlaştırmış olana ise yapabilecek bir şey yoktur. Ayrıca onlar kendi aralarında da anlaşmazlık halindedirler. Onların kimisi diğerinin kıblesine uymamaktadır. Durum böyle iken ey Muhammed, onlar -gerçekten kıskanç düşmanların iken- senin kıblene tâbî olmamalarında garip kaçan bir şey yoktur? Yüce Allah’ın: “Sen de onların kıblelerine uyacak değilsin.” buyruğu “…uyma!” demekten daha beliğdir. Çünkü böyle bir ifade Peygamber’in onlara muhalefet etme sıfatına sahip olduğunu, bu yüzden de onlara tâbî olmasına imkân olmadığını ifade eder. Burada onlar hakkında “onlara her türlü delil getirilecek olsa bile” denmemiş olması, onların iddialarının lehine getirebilecekleri hiçbir delillerinin bulunmayışından dolayıdır. Aynı şekilde hak kesin delilleri ile açıkça ortaya çıktığı vakit onun hakkında vârid olabilecek birtakım şüphelere cevap getirmeye gerek yoktur. Çünkü bu gibi şüphelerin sonu olmaz ve diğer taraftan bu şüphelerin bâtıl olduğu bilinen bir husustur. Zira apaçık hakka uymayan her bir şeyin bâtıl olduğu bilinen bir şeydir. Dolayısı ile bu gibi şüpheleri çözmek ve ortadan kaldırmakla uğraşmak, nafile işler kabilinden olur. “Andolsun ki... hevâlarına uyarsan” buyruğunda “hevâları” denilip “dinleri” denilmeyişinin sebebi, izlemekte oldukları yolun tamamen hevadan, nefsi arzulardan ibaret oluşundan dolayıdır. Hatta onlar kendi içlerinde bile bu uydukları şeyin din olmadığını bilirler. Gerçek dini terk eden bir kimse ise kaçınılmaz olarak hevâsına tâbî olur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Hevâsını ilâh edinen kimseyi gördün mü?” (el-Furkan, 25/43) Senin hak üzere, onların ise bâtıl üzere olduklarına dair “sana gelen bunca ilimden sonra onların hevâlarına uyarsan, o zaman” yani “onlara uyduğun takdirde”… Bu, bu sonuç cümlesinin zihinlerde bile olsa öncesinden ayrılmaması için getirilmiş kayıttır. “muhakkak zalimlerden olursun.” Onlar arasında yer alır ve onların kapsamına girersin. Esasen hakkı ve bâtılı bildikten sonra bâtılı hakka tercih eden kimsenin zulmünden daha büyük hangi zulüm vardır? Hitap burada her ne kadar Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e yönelik ise de şüphesiz onun ümmeti de bu hitabın kapsamındadır. Aynı şekilde bizzat kendisi -hâşâ- böyle bir şey yapacak olursa, mertebesinin yüksekliğine ve iyiliklerinin çokluğuna rağmen zalimlerden oluyorsa, başkasının böyle bir işi yapması halinde zalimlerden olması haydi haydi söz konusudur.
Ayet: 146 - 147 #
{الَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَعْرِفُونَهُ كَمَا يَعْرِفُونَ أَبْنَاءَهُمْ وَإِنَّ فَرِيقًا مِنْهُمْ لَيَكْتُمُونَ الْحَقَّ وَهُمْ يَعْلَمُونَ (146) الْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ فَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الْمُمْتَرِينَ (147)}
146- Kendilerine Kitab’ı verdiklerimiz onu öz oğullarını tanıdıkları gibi tanıyorlar. Bununla birlikte içlerinden bir grup bile bile hakkı gizliyorlar. 147- Hak Rabb’indendir. O halde sakın şüphecilerden olma.
#
{146} يخبر تعالى أن أهل الكتاب قد تقرر عندهم وعرفوا أن محمداً رسول الله وأن ما جاء به حق وصدق، وتيقنوا ذلك كما تيقنوا أبناءهم بحيث لا يشتبهون [عليهم] بغيرهم، فمعرفتهم بمحمد - صلى الله عليه وسلم -، وصلت إلى حد لا يشكون فيه ولا يمترون. لكن فريقاً منهم وهم أكثرهم الذين كفروا به كتموا هذه الشهادة مع تيقنها وهم يعلمون، ومن أظلم ممن كتم شهادة عنده من الله وفي ضمن ذلك تسلية للرسول والمؤمنين وتحذير لهم من شرهم وشبههم، وفريق منهم لم يكتموا الحق وهم يعلمون، فمنهم من آمن به، ومنهم من كفر به جهلاً. فالعالم عليه إظهار الحق وتبيينه وتزيينه بكلِّ ما يقدر عليه من عبارة وبرهان ومثال وغير ذلك، وإبطال الباطل وتمييزه عن الحق وتشيينه وتقبيحه للنفوس بكل طريق مؤدٍّ لذلك، فهؤلاء الكاتمون عكسوا الأمر فانعكست أحوالهم.
146. “Kendilerine Kitab’ı verdiklerimiz onu öz oğullarını tanıdıkları gibi tanıyorlar.” Yüce Allah bu buyruğu ile şunu haber vermektedir: Kitap ehli Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem Allah’ın Rasûlü olduğunu, O’nun getirdiklerinin de hak ve gerçek olduğunu bilmektedirler. Kendi oğullarını başkalarıyla karıştırmadan gayet iyi tanıdıkları gibi senin peygamber olduğunu da gayet iyi biliyorlar. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem hakkındaki bilgileri hiçbir şüphe ve tereddüde meydan vermeyecek derecede ileri bir seviyededir. Fakat onların bir bölümü -ki bunlar da onu inkar eden çoğunluktur- kesin olmasına rağmen bu tanıklığı bile bile gizlemişlerdir. “Yanında Allah’tan gelen şahitliği gizleyenden daha zalim kim olabilir?!” (el-Bakara, 21/40) Bu buyruğun kapsamında Allah Rasûlü’ne ve mü’minlere bir teselli, onların kötülüklerinden ve uyandıracakları şüphelerden de bir sakındırma söz konusudur. Bir kesim ise bildikleri halde hakkı gizleyen kimselerden değildir. Bunların bazısı Peygambere iman ettiği gibi, bazısı da bilgisizliklerinden dolayı onu inkar etmişlerdir. Hakkı açıklamak, beyan etmek ve güzel ifade, delil, örnekleme ve buna benzer hususlarla gücünün yettiği kadar onu süslemek, bâtılı çürütmek, onu haktan ayırıp açıkça ortaya koymak, nefislere onun çirkin olduğunu bunu sağlayacak her yolla göstermek, âlimlere düşen bir görevdir. İşte bu hakkı gizleyenler tam aksini yaptılar ve bunların halleri de tam aksi şekilde ortaya çıktı.
#
{147} {الحق من ربك}؛ أي: هذا الحق الذي هو أحق أن يسمى حقًّا من كلِّ شيء لما اشتمل عليه من المطالب العالية والأوامر الحسنة وتزكية النفوس وحثها على تحصيل مصالحها ودفع مفاسدها لصدوره من ربك الذي من جملة تربيته لك أن أنزل عليك هذا القرآن الذي فيه تربية العقول والنفوس وجميع المصالح، {فلا تكونن من الممترين}؛ أي: فلا يحصل لك أدنى شك وريبة فيه، بل تفكر فيه وتأمل حتى تصل بذلك إلى اليقين، لأن التفكر فيه لا محالة دافع للشك موصل لليقين.
147. “Hak Rabb’indendir.” Yani hak diye adlandırılmaya her şeyden çok daha layık olan, bu haktır. Bunun sebebi onun ihtiva ettiği üstün maksatlar, güzel emirler ile ruhları tezkiye eden, nefsin menfaatlerini elde etmeye teşvik edip onu ifsad eden şeylerin bertaraf edilmesini teşvik eden buyrukları kapsamasıdır. Bunun böyle olması sana Rabb’inden gelmesinden dolayıdır. Çünkü Rabb’in seni terbiye etmesinin bir parçası olarak sana, akıl ve nefisleri terbiyenin yanı sıra bütün maslahatları ihtiva eden bu Kur’ân-ı Kerîm’i indirmiştir. “O halde sakın şüphecilerden olma!” Yani bu hak hususunda senin en küçük bir şüphen dahi olmasın. Aksine onun üzerinde tefekkür et, dikkatle düşün ki bu yolla yakîne ulaşasın. Zira onun üzerinde tefekkür kaçınılmaz olarak şüpheleri uzaklaştırır, yakîne ulaştırır.
Ayet: 148 #
{وَلِكُلٍّ وِجْهَةٌ هُوَ مُوَلِّيهَا فَاسْتَبِقُوا الْخَيْرَاتِ أَيْنَ مَا تَكُونُوا يَأْتِ بِكُمُ اللَّهُ جَمِيعًا إِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (148)}
148- Herkesin kendisine döndüğü bir yönü vardır. Öyle ise siz hayır işlerinde birbirinizle yarışın. Her nerede olsanız olun Allah tümünüzü bir araya getirecektir. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir.
#
{148} أي: كل أهل دين وملة له وجهة يتوجه إليها في عبادته، وليس الشأن في استقبال القبلة فإنه من الشرائع التي تتغير بها الأزمنة والأحوال ويدخلها النسخ والنقل من جهة إلى جهة، ولكن الشأن كل الشأن في امتثال طاعة الله والتقرب إليه وطلب الزلفى عنده، فهذا هو عنوان السعادة ومنشور الولاية، وهو الذي إذا لم تتصف به النفوس حصلت لها خسارة الدنيا والآخرة، كما أنها إذا اتصفت به فهي الرابحة على الحقيقة، وهذا أمر متفق عليه في جميع الشرائع، وهو الذي خلق الله له الخلق وأمرهم به، والأمر بالاستباق إلى الخيرات قدر زائد على الأمر بفعل الخيرات، فإن الاستباق إليها يتضمن فعلها وتكميلها وإيقاعها على أكمل الأحوال والمبادرة إليها، ومن سبق في الدنيا إلى الخيرات فهو السابق في الآخرة إلى الجنات، فالسابقون أعلى الخلق درجة، والخيرات تشمل جميع الفرائض والنوافل من صلاة وصيام وزكاة وحج وعمرة وجهاد ونفع متعدٍّ وقاصر، ولما كان أقوى ما يحث النفوس على المسارعة إلى الخير وينشطها ما رتب الله عليها من الثواب قال: {أينما تكونوا يأت بكم الله جميعاً إن الله على كلِّ شيء قدير}؛ فيجمعكم ليوم القيامة بقدرته، فيجازي كل عامل بعمله؛ {ليجزي الذين أساءوا بما عملوا ويجزي الذين أحسنوا بالحسنى}. ويستدل بهذه الآية الشريفة على الإتيان بكل فضيلة يتصف بها العمل، كالصلاة في أول وقتها، والمبادرة إلى إبراء الذمة من الصيام والحجِّ والعمرة وإخراج الزكاة، والإتيان بسنن العبادات وآدابها، فلله ما أجمعها وأنفعها من آية.
148. “Herkesin kendisine döndüğü bir yönü vardır.” Yani her bir din mensubunun ibadeti esnasında kendisine yöneldiği bir yönü vardır. Mesele kıbleye yönelme meselesi değildir. Çünkü bu mesele zaman ve hallerin değişmesi ile değişebilen Şer’î hükümlerdendir. Bu mesele neshe ve bir cihetten bir başka cihete nakle konu olabilir. Ancak esas mesele Allah’a itaat, O’na yaklaşmak ve O’nun nezdinde yakınlaşmaya talip olmaktır. İşte mutluluğun adresi ve Allah’a dost oluşun belgesi budur. Eğer nefisler bu özelliklere sahip olmayacak olursa, dünya ve âhirette hüsrana uğrar. Diğer taraftan bu özelliğe sahip olunursa işte gerçekten o zaman kârlı olunur. Bu da bütün şeriatlerde ittifakla kabul olunmuş bir husustur. Allah’ın insanları yaratma sebebi de budur, onlara verdiği emir de budur. “Öyle ise siz hayır işlerinde birbirinizle yarışın.” Hayırlarda yarışma emri, hayırları işleme emrine ek bir mana içermektedir. Çünkü hayır işlerinde yarışmak, hayırları işlemeyi, tamamlamayı, en mükemmel halleri ile yerine getirmeyi ve bunları yapmakta eli çabuk tutmayı ihtiva eder. Dünya hayatında hayırlara çabucak koşuşan kimseler âhirette de Cennetlere çabucak ulaşırlar. Çünkü öne geçenler (sabikûn) insanlar arasında en üstün dereceye sahip olanlardır. Hayırlar ise farzı ile nafilesi ile namaz, oruç, zekât, hac, umre, cihad gibi -gerek faydası başkalarına ulaşan, gerekse kişinin kendisine münhasır kalan- bütün hayır türlerini kapsar. Nefisleri hayırlara koşmakta eli çabuk tutmaya teşvik eden ve gayrete getiren en güçlü hususlardan birisi, Allah’ın bu hayırlara ihsan edeceği sevap ve mükâfatlar olduğundan dolayı Yüce Allah devamla şöyle buyurmaktadır: “Her nerede olsanız olun Allah tümünüzü bir araya getirecektir. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir.” Sizi kudreti ile Kıyamet gününde bir araya getirecek ve herkese amelinin karşılığını verecektir: “Kötülük edenleri yaptıkları karşılığında cezalandırması, güzel amelde bulunanları da daha güzeli ile mükâfatlandırması için.” (en-Necm, 53/31) Bu âyet-i kerime ayrıca amellere ait her bir fazileti yerine getirmeye delil gösterilebilir. Namazın ilk vaktinde kılınması, kişinin oruç, hac, umre, zekât gibi zimmetinde olan borçlarından bir an önce kurtulmaya gayret göstermesi, ibadetlerin sünnet ve âdâbını yerine getirmesi vb gibi. Allah’a andolsun ki, bu âyet-i kerime oldukça kapsamlı ve pek çok faydalar ihtiva eden bir âyettir.
Ayet: 149 - 150 #
{وَمِنْ حَيْثُ خَرَجْتَ فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَإِنَّهُ لَلْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ وَمَا اللَّهُ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ (149) وَمِنْ حَيْثُ خَرَجْتَ فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَحَيْثُ مَا كُنْتُمْ فَوَلُّوا وُجُوهَكُمْ شَطْرَهُ لِئَلَّا يَكُونَ لِلنَّاسِ عَلَيْكُمْ حُجَّةٌ إِلَّا الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ فَلَا تَخْشَوْهُمْ وَاخْشَوْنِي وَلِأُتِمَّ نِعْمَتِي عَلَيْكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ (150)}
149- Nereden (yola) çıkarsan çık (namazda) yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Elbette ki bu Rabb’inden gelen mutlak bir haktır. Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir. 150- Nereden (yola) çıkarsan çık (namazda) yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. Her nerede olursanız olun yüzlerinizi o yöne döndürün ki -içlerinden zulmedenler hariç- insanların sizin aleyhinizde bir delilleri olmasın. O halde onlardan korkmayın, benden korkun. Böylece size olan nimetimi tamamlayayım ve doğru yolu bulabilesiniz.
#
{149} أي: {ومن حيث خرجت}؛ في أسفارك وغيرها وهذا للعموم، {فولِّ وجهك شطر المسجد الحرام}؛ أي: جهته. ثم خاطب الأمة عموماً فقال:
149-150. “Nereden (yola) çıkarsan çık (namazda) yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir.” Yani -umum ifade edecek şekilde- ister yolculuklarında, ister başka hallerde olsun o yöne dön. Allah bir sonraki ayette de genel olarak bütün ümmete hitap ederek: “Her nerede olursanız olun yüzlerinizi o yöne döndürün.” buyurmaktadır. Burada “Elbette ki bu Rabb’inden gelen mutlak bir haktır.” Buyruğu, herhangi bir kimsenin bu hususta en ufak bir şüphesinin olmaması ve herhangi bir şekilde bunun emre uymak için değil de böyle arzulandığı için söylendiğini sanmaması için bu ifadede biri “إن” diğeri de “ل” harfi ile olmak üzere iki ayrı te’kid/pekiştirme edatı getirilmiştir. (Bu, mealde “elbette” ve “mutlak” kelimeleri ile karşılanmaya çalışılmıştır) “Allah yaptıklarınızdan habersiz değildir.” Aksine O, bütün hallerinizde sizi görendir, öyleyse O’na karşı gereken edebi takının. Emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmak sureti ile O’nun gözetimi altında olduğunuzu bilin. Hiçbir şekilde amellerinizden gafil kalınmayacak, aksine amellerinizin karşılığını gerçek anlamıyla ve eksiksiz olarak göreceksiniz. Hayır yaparsanız hayır, kötülük işlemiş iseniz kötülük göreceksiniz. Yüce Allah devamla “ki -içlerinden zulmedenler hariç- insanların sizin aleyhinizde bir delilleri olmasın” diye buyurmaktadır. Yani bizim size şerefli Kâbe’ye yönelmeyi meşru kılmamızın sebebi, Kitab Ehlinden olsun, müşriklerden olsun, insanlardan hiçbirisinin size karşı ileri sürebilecekleri bir delili kalmasın diyedir. Eğer Beytü’l-Makdis’e doğru kıblede kalmaya devam etseydin, o zaman onların karşı delil getirmeleri mümkün olurdu. Çünkü Kitap Ehli, kendi kitaplarında onun nihâî kıblesinin Beyt-i Haram olan Kâbe olduğunu görmekteydiler. Müşrikler de bu muazzam Beyt’in övünülecek şeyler arasında olduğunu görüyorlar ve İbrahim’in dininin bir parçası olduğunu kabul ediyorlardı. Eğer Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem Beyti kıble edinerek oraya yönelmemiş olsaydı, ona karşı birtakım deliller ileri sürebilir ve şöyle diyebilirlerdi: “Hem İbrahim’in soyundan geliyor, hem de İbrahim’in kıblesine yönelmiyor! Şu halde, İbrahim’in dini üzere olduğunu nasıl iddia edebilir?” İşte kıbleye yönelmek sureti ile hem Kitab Ehline, hem de müşriklere karşı delil ortaya konulmuş oldu ve onların Peygamber’e karşı ileri sürebilecekleri delilleri de kestirilip atıldı. “içlerinden zulmedenler hariç...” Yani insanlar arasından artık herhangi bir delil ileri sürmeye kalkışan olursa, o bu hususta zalim bir kimsedir. Onun ileri süreceği bu delilin hevâ ve zulme uymanın dışında hiçbir dayanağı yoktur. Böyle birisini ikna etmeye yol bulunamaz, ona karşı delil getirmenin bir faydası da yoktur. Aynı şekilde onların delil getirmek kastı ile ileri sürdükleri şüpheleri önemsemenin anlamı da yoktur, ona kulak vermeye gerek de yoktur. Bundan dolayıdır ki Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “O halde onlardan korkmayın.” Çünkü ileri sürecekleri her delil bâtıldır. Bâtıl da adı gibi destekten mahrumdur. O bâtılı ileri sürene yardım edecek kimse de olmaz. Hak sahibi ise böyle değildir. Çünkü hakkın kendinden gelen bir gücü, bir üstünlüğü vardır. Ayrıca o, hakka sahip olanın Allah’tan korkmasını gerektirir. Yüce Allah da her hayrın başı olan kendinden korkmayı emretmiştir. Çünkü Allah’tan korkmayan bir kimse Allah’a karşı gelmekten geri kalmaz, O’nun emirlerine uymaz. Müslümanların kıblelerinin Kâbe’ye çevrilmesinin sonucu büyük bir fitne ortaya çıkmıştı. Bu fitneyi Kitab Ehli, münafıklar ve müşrikler yaymış, bu konuda çokça söz söylemiş ve pek çok şüpheler uyandırmaya gayret etmişlerdi. Bundan dolayı Yüce Allah bu hususu geniş geniş açıklayarak en mükemmel bir şekilde beyan etmiş, bu âyet-i kerimelerin ihtiva ettiği çeşitli tekid (pekiştirme) türleri ile de bu konuyu tekid etmiştir: 1- Bir defa emir vermek yeterli olmakla birlikte, Kıbleye yönelme emrini üç defa tekrarlamıştır. 2- Emir ya Rasûle yönelik olur ki o takdirde ümmeti de onun kapsamına girer; yahut da genel olarak bütün ümmete yönelik olur. Bu âyette ise “yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir” buyruğunda özel olarak Allah Rasûlü’ne Kıbleye yönelme emri verilmekle birlikte “yüzlerinizi o yöne döndürün” buyruğunda da genel olarak bütün ümmete emir verilmiştir. 3- Bu buyruklarda inatçıların ileri sürdüğü bâtıl bütün deliller reddedilip çürütülmüş ve tek tek -önceden açıklandığı şekilde- bütün şüpheler çürütülmüştür. 4- Artık Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in Kitap ehlinin kıblesine uyma ihtimali ve Kitap ehlinin bu husustaki umudu kökten kesilmiştir. 5- Bir başka te’kid şekli de Yüce Allah’ın: “Elbetteki bu Rabb’inden gelen mutlak bir haktır” buyruğunda görülmektedir. Doğru söyleyen Yüce Rabb’in sadece haber vermesi yeterlidir. Bununla birlikte O, “Elbette ki bu Rabb’inden gelen mutlak bir haktır” diyerek sözünü ayrıca te’kid etmiştir. 6- Bir diğer pekiştirici ifade de, bütün gizlilikleri bilen Yüce Allah’ın Kitap Ehlinin de bu işin bu şekli ile doğru olduğunu bildiklerini haber vermesidir. Ancak onlar bunu bilmekle birlikte bu tanıklığı gizlemektedirler. Yüce Allah’ın, bizi bu Kıble’ye döndürmesi büyük bir nimet olduğundan, bu ümmet üzerinde olan lütuf ve rahmeti sürekli arttığından ve indirmiş olduğu her bir Şer’î hüküm başlı başına büyük bir nimet olduğundan dolayı “Böylece size olan nimetimi tamamlayayım” buyurmuştur. Çünkü asıl nimet Rasûlü’nü göndermek ve O’na Kitab’ını indirmek sûreti ile mü’minleri dinine iletmiş olmasıdır. Bundan sonra bu asıl nimeti tamamlayan diğer nimetler ise sayılamayacak, tespit edilemeyecek kadar çoktur ki bunlar, Allah Rasûlü’nü göndermesinden itibaren dünyadan göç edeceği vakte yakın zamana kadar devam etmiştir. Yüce Allah hem Rasûlullah’ın kendisine, hem de ümmetine öyle haller ve nimetler bağışlamış ki, bunlar ile gerek Peygamberi’nin ve gerek Peygamber’in ümmetinin üzerindeki nimetini tamamlamıştır. Bunun ifadesi olarak da Peygamberine: “Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı beğenip seçtim.” (el-Maide, 5/3) buyruğunu indirmiştir. Şükrünü edâ etmek şöyle dursun, saymakla dahi bitiremeyeceğimiz lütuflar ihsan eden Allah’a hamdolsun! “ve doğru yolu bulabilesiniz.” Yani hakkı bilip gereğince amel edebilesiniz. Şânı yüce olan Allah kullarına rahmetinin bir tecellisi olarak hidâyete götüren yolları, son derece kolaylaştırmıştır ve bu yolları izlemeye dikkatlerini çekerek bu yolları eksiksiz bir şekilde beyan etmiştir. Öyle ki, bunun bir parçası olarak o hakka karşı inatla duracak kimselere de imkân verir. Bunlar hakka karşı mücadele ederler. Bu sebeple de hak daha bir açıklık kazanır. Hakkın delilleri ve alametleri açıkça ortaya çıkar. Bâtılın tutarsızlığı da belirginleşir, hiçbir asla sahip olmadığı anlaşılır. Eğer bâtıl hakka karşı çıkmamış olsa idi belki de insanların pek çoğu bazı hususları açıkça göremeyeceklerdi. Çünkü eşya çoğunlukla zıtları ile netlik kazanır ve anlaşılır. Gece olmasaydı gündüzün üstünlüğü, çirkin olmasaydı güzelin üstünlüğü ve karanlık olmasaydı aydınlığın yararı bilinmezdi. Bâtıl olmasaydı da hak açık bir şekilde vuzuha kavuşmayacaktı. Bundan dolayı da Allah’a hamdolsun.
Ayet: 151 - 152 #
{كَمَا أَرْسَلْنَا فِيكُمْ رَسُولًا مِنْكُمْ يَتْلُو عَلَيْكُمْ آيَاتِنَا وَيُزَكِّيكُمْ وَيُعَلِّمُكُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُعَلِّمُكُمْ مَا لَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَ (151) فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُوا لِي وَلَا تَكْفُرُونِ (152)}
151- Nitekim size içinizden bir Peygamber gönderdik ki o, size âyetlerimizi okuyor, sizi arındırıyor, size Kitab’ı ve hikmeti öğretiyor ve bilmediğiniz şeyleri size bildiriyor. 152- Öyle ise Ben’i anın ki Ben de sizi anayım ve Bana şükredin, nankörlük etmeyin.
#
{151} يقول تعالى: إن إنعامنا عليكم باستقبال الكعبة وإتمامها بالشرائع والنعم المتممة ليس ذلك ببدع من إحساننا ولا بأوله بل أنعمنا عليكم بأصول النعم ومتمماتها فأبلغها إرسالنا إليكم هذا الرسول الكريم منكم تعرفون نسبه وصدقه وأمانته وكماله ونصحه {يتلو عليكم آياتنا}؛ وهذا يعم الآيات القرآنية وغيرها، فهو يتلو عليكم الآيات المبينة للحق من الباطل والهدى من الضلال التي دلتكم أولاً على توحيد الله وكماله ثم على صدق رسوله ووجوب الإيمان به ثم على جميع ما أخبر به من المعاد والغيوب، حتى حصل لكم الهداية التامة والعلم اليقيني {ويزكيكم}؛ أي: يطهر أخلاقكم ونفوسكم بتربيتها على الأخلاق الجميلة، وتنزيهها عن الأخلاق الرذيلة، وذلك كتزكيتهم من الشرك إلى التوحيد ومن الرياء إلى الإخلاص، ومن الكذب إلى الصدق، ومن الخيانة إلى الأمانة، ومن الكبر إلى التواضع، ومن سوء الخلق، إلى حسن الخلق ومن التباغض والتهاجر والتقاطع إلى التحاب والتواصل والتوادد وغير ذلك من أنواع التزكية {ويعلمكم الكتاب}؛ أي: القرآن ألفاظه ومعانيه {والحكمة}؛ قيل هي السنة، وقيل: الحكمة معرفة أسرار الشريعة والفقه فيها وتنزيل الأمور منازلها، فيكون على هذا تعليم السنة داخلاً في تعليم الكتاب؛ لأن السنة تبين القرآن وتفسره وتعبر عنه {ويعلمكم ما لم تكونوا تعلمون}؛ لأنهم كانوا قبل بعثته في ضلال مبين لا علم ولا عمل، فكل علم أو عمل نالته هذه الأمة فعلى يده - صلى الله عليه وسلم -، وبسببه كان. فهذه النعم هي أصول النعم على الإطلاق، وهي أكبر نعم ينعم بها على عباده؛ فوظيفتهم شكر الله عليها والقيام بها، فلهذا قال تعالى:
151. “Nitekim size içinizden bir Peygamber gönderdik…” Yüce Allah buyuruyor ki: Kâbeye yönelme emrini vermekle size nimet ihsan edişimiz ve bunu diğer şer’î hükümlerle ve tamamlayıcı nimetlerle tamamlayıp eksiklerini gidermemiz, yeni bir şey olmadığı gibi size yönelik ilk ihsanımız da değildir. Aksine biz sizlere nimetlerin esaslarını da onları tamamlayan diğer nimetleri de ihsan etmişizdir ki bunlardan en önemlisi, aranızdan nesebini, doğruluğunu, emanetini, mükemmelliğini, samimiyetle size öğüt verişini bildiğiniz kerim Rasûlü’müzü size gönderişimizdir. “…ki o, size âyetlerimizi okuyor” Buradaki âyetler Kur’ân âyetlerini de diğerlerini de kapsamına alır. O size hakkı bâtıldan, hidâyeti dalâletten ayırt eden âyetleri okur. Bu âyetler de her şeyden önce Allah’ın birliğini ve kemalini göstermiş, sonra Rasûlü’nün doğruluğunu, ona iman etmenin farziyetini ifade etmiştir. Sonra da öldükten sonra dirilişi ve gaybla ilgili konuları açıklamıştır. Nihâyet bu açıklamalarla sizin için tam hidâyet ve yakîn bilgi husûle gelmiştir. “Sizi arındırıyor” yani ahlakınızı ve nefislerinizi güzel ahlak ile terbiye ederek ve kötü huylardan temizleyerek arındırır. Bunu da onların şirkten arındırılarak tevhide, riyakârlıktan ihlâsa, yalandan doğruluğa, hainlikten emanete, kibirden alçakgönüllülüğe, kötü ahlaktan güzel ahlaka, karşılıklı kin, nefret ve bağları koparmaktan sevgiye, bağları sağlamlaştırmaya ve karşılıklı iyi duygular beslemeye ulaştırmakla ve buna benzer çeşitli arındırma şekilleri ile gerçekleştirmiştir. “Size Kitabı” lafız ve manalarıyla Kur’ân’ı “ve hikmeti öğretiyor” hikmetin sünnet olduğu söylendiği gibi, şeriatın inceliklerini bilmek, onu fıkhetmek (derinlemesine anlayıp kavramak) olduğu ve her bir işi yerli yerine koymak anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu durumda sünnetin öğretilmesi de Kitabın öğretilmesinin kapsamı içerisindedir. Çünkü Sünnet Kur’ân-ı Kerîm’i beyan edip açıklar ve onun yorumunu ortaya koyar. “Bilmediğiniz şeyleri size bildirir.” Çünkü Peygamber’in gönderilişinden önce apaçık bir sapıklık içerisindeydiler. Ne ilimden haberleri vardı ne de amelden. Her bir ilim yahut ameli bu ümmet Peygamber eli ile ve onun vasıtası ile elde etmiştir. Bu, kayıtsız ve şartsız olarak bütün nimetlerin esasını teşkil eder ve Yüce Allah’ın kullarına ihsan ettiği en büyük nimet de odur. Öyleyse bu ümmetin görevi bu nimetler dolayısıyla Allah’a şükretmek ve bunların gereğini yerine getirmektir. İşte bu sebeple Yüce Allah bir sonraki âyette şöyle buyurmaktadır:
#
{152} {فاذكروني أذكركم}؛ فأمر تعالى بذكره، ووعد عليه أفضل جزاء وهو ذكره؛ لمن ذكره كما قال تعالى على لسان رسوله: «من ذكرني في نفسه ذكرته في نفسي، ومن ذكرني في ملأ ذكرته في ملأ خير منهم» ، وذكر الله تعالى أفضله ما تواطأ عليه القلب واللسان وهو [الذكرُ] الذي يثمر معرفة الله ومحبته وكثرة ثوابه، والذكر هو رأس الشكر فلهذا أمر به خصوصاً ثم من بعده أمر بالشكر عموماً فقال: {واشكروا لي}؛ أي: على ما أنعمت عليكم بهذه النعم ودفعت عنكم صنوف النقم، والشكر يكون بالقلب إقراراً بالنعم واعترافاً، وباللسان ذكراً وثناءً، وبالجوارح طاعةً لله وانقياداً لأمره واجتناباً لنهيه، فالشكر فيه بقاء النعمة الموجودة وزيادة في النعم المفقودة، قال تعالى: {لئن شكرتم لأزيدنكم}. وفي الإتيان بالأمر بالشكر بعد النعم الدينية من العلم وتزكية الأخلاق والتوفيق للأعمال بيان أنها أكبر النعم، بل هي النعم الحقيقية التي تدوم إذا زال غيرها، وإنه ينبغي لمن وفقوا لعلم أو عمل أن يشكروا الله على ذلك ليزيدهم من فضله وليندفع عنهم الإعجاب فيشتغلوا بالشكر، ولما كان الشكر ضده الكفر نهى عن ضده فقال: {ولا تكفرون}؛ المراد بالكفر ههنا ما يقابل الشكر، فهو كفر النعم وجحدها وعدم القيام بها. ويحتمل أن يكون المعنى عامًّا فيكون الكفر أنواعاً كثيرة أعظمه الكفر بالله، ثم أنواع المعاصي على اختلاف أنواعها وأجناسها من الشرك فما دونه.
152. “Öyle ise Ben’i anın ki Ben’de sizi anayım.” Yüce Allah kendisini anmayı/zikretmeyi emretmekte ve buna karşılık en üstün mükâfatı vaat etmektedir ki bu da O’nun kendisini ananları anmasıdır. Yüce Allah, Rasûlü’nün diliyle şöyle buyurmaktadır: “Her kim beni kendi nefsinde anarsa ben de onu kendi nefsimde anarım. Her kim beni bir topluluk arasında anarsa ben de onu onlardan daha hayırlı bir topluluk arasında anarım.” Allah’ı anmanın en faziletli şekli, kalb ile dilin uyum içerisinde ve beraberce Allah’ı anmasıdır. İşte marifetullahı ve Allah sevgisini doğuran ve çokça sevaba vesile olan anma/zikir budur. Zikir, şükrün başıdır. Bundan dolayı Yüce Allah özellikle onu emretmiştir. Ondan sonra ise genel olarak kendisine şükretmeyi emrederek: “ve Bana şükredin” buyurmaktadır. Yani Ben sizlere bunca nimetleri ihsan ettiğim için, değişik türleri ile sıkıntılarınızı uzaklaştırdığım için Bana şükredin. Şükür çeşitli şekillerde olur: Kalp ile şükür, nimetleri ikrar ve itiraf; dil ile şükür, nimetleri anmak ve bundan dolayı nimet sahibini övmek; azalar ile şükür ise Allah’a itaat, emirlerine bağlılık ve yasaklarından kaçınmak ile gerçekleşir. Şükür mevcut nimetlerin sürekliliğini, elde olmayan nimetlerin de elde edilmesini sağlar. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: “Andolsun ki eğer şükrederseniz elbette size daha çok veririm.” (İbrahim, 14/7) İlim, ahlakın temizlenip arındırılması, salih amellere muvaffakiyet gibi dinî nimetlerden sonra şükür emrinin gelmesi bu nimetlerin en büyük nimetler olduğunu ortaya koymaktadır. Hatta asıl nimetler ve başkaları zeval bulduğunda dahi devam edecek gerçek nimetler bunlardır. Bu yüzden ilim yahut amel tevfikine mazhar olan kimselerin, Allah’ın lütfunu daha bir artırması ve onları kendilerini beğenmekten koruyup şükür ile meşgul olmalarını sağlaması için O’na çokça şükretmeleri gerekir. Şükrün zıddı küfür/nankörlük olduğundan dolayı Yüce Allah devamla “ve nankörlük (küfür) etmeyin” diye buyurmaktadır. Burada “küfür”den kasıt şükrün zıddı olan küfürdür ki bu da nimetlere nankörlük etmek, onları inkâr etmek ve nimetlerin gereğini yerine getirmemektir. Bunun umumi olma ihtimali de vardır. O takdirde “küfür”ün birçok çeşidi söz konusu olur ki bunların en büyüğü Allah’a karşı kâfir olmaktır. Daha sonra da şirkin aşağısında yer alan değişik tür ve cinslerine göre çeşitli masiyetler de bu kapsama girer.
Ayet: 153 #
{يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اسْتَعِينُوا بِالصَّبْرِ وَالصَّلَاةِ إِنَّ اللَّهَ مَعَ الصَّابِرِينَ (153)}
153- Ey iman edenler! Sabırla ve namazla yardım isteyin. Şüphesiz ki Allah, sabredenlerle beraberdir.
#
{153} أمر الله تعالى المؤمنين بالاستعانة على أمورهم الدينية والدنيوية {بالصبر والصلاة}؛ فالصبر هو حبس النفس وكفها على ما تكره، فهو ثلاثة أقسام: صبرها على طاعة الله حتى تؤديها، وعن معصية الله حتى تتركها، وعلى أقدار الله المؤلمة فلا تتسخطها. فالصبر هو المعونة العظيمة على كل أمر، فلا سبيل لغير الصابر أن يدرك مطلوبه، خصوصاً الطاعات الشاقة المستمرة فإنها مفتقرة أشد الافتقار إلى تحمل الصبر وتجرع المرارة الشاقة، فإذا لازم صاحبها الصبر فاز بالنجاح، وإن رده المكروه والمشقة عن الصبر والملازمة عليها لم يدرك شيئاً وحصل على الحرمان، وكذلك المعصية التي تشتد دواعي النفس ونوازعها إليها وهي في محل قدرة العبد، فهذه لا يمكن تركها إلا بصبر عظيم وكف لدواعي قلبه ونوازعها لله تعالى واستعانة بالله على العصمة منها فإنها من الفتن الكبار، وكذلك البلاء الشاق خصوصاً إن استمر، فهذا تضعف معه القوى النفسانية والجسدية ويوجد مقتضاها وهو التسخط إن لم يقاومها صاحبها بالصبر لله والتوكل عليه واللجْأ إليه والافتقار على الدوام، فعلمت أن الصبر محتاج إليه العبد، بل مضطر في كل حالة من أحواله، فلهذا أمر الله تعالى به وأخبر أنه {مع الصابرين}؛ أي: مع من كان الصبر لهم خلقاً وصفة وملكة بمعونته وتوفيقه وتسديده فهانت عليهم بذلك المشاق والمكاره وسهل عليهم كل عظيم وزالت عنهم كل صعوبة، وهذه معية خاصة تقتضي محبته ومعونته ونصره وقربه وهذه منقبة عظيمة للصابرين فلو لم يكن للصابرين فضيلة إلا أنهم فازوا بهذه المعية من الله لكفى بها فضلاً وشرفاً، وأما المعية العامة فهي معية العلم والقدرة كما في قوله تعالى: {وهو معكم أينما كنتم} وهذه عامة للخلق. وأمر تعالى بالاستعانة بالصلاة لأن الصلاة هي عماد الدين ونور المؤمنين، وهي الصلة بين العبد وبين ربه، فإذا كانت صلاة العبد صلاة كاملة مجتمعاً فيها ما يلزم فيها وما يسن، وحصل فيها حضور القلب الذي هو لبها فصار العبد إذا دخل فيها استشعر دخوله على ربه ووقوفه بين يديه موقف العبد الخادم المتأدب مستحضراً لكل ما يقوله وما يفعله مستغرقاً بمناجاة ربه ودعائه، لا جرم أن هذه الصلاة من أكبر المعونة على جميع الأمور، فإن الصلاة تنهى عن الفحشاء والمنكر، ولأن هذا الحضور الذي يكون في الصلاة يوجب للعبد في قلبه وصفاً وداعياً يدعوه إلى امتثال أوامر ربه واجتناب نواهيه، هذه هي الصلاة التي أمر الله أن نستعين بها على كل شيء.
153. “Ey iman edenler! Sabırla ve namazla yardım isteyin.” Yüce Allah mü’minlere hem dini hem de dünyevi konularda yardım dilemelerini emretmektedir. Sabır, nefsi hoşlanmadığı şeylere katlanmaya mecbur etmek ve buna zorlamak demektir ve üç türlüdür: Gereği gibi eda edinceye kadar Allah’a itaat üzere sabır, Terk edinceye kadar Allah’a isyanı gerektiren hususlara karşı sabır; Kızıp öfkelenmeden Allah’ın acı ve ızdırap veren mukadderatına karşı sabır. Buna göre sabır, her işte en büyük yardımdır. Sabredenden başkasının istediğini elde etmesine imkan yoktur. Özellikle devamlı ve insana ağır gelen ibadetlerde durum böyledir. Çükü bu ibadetlerin sabra, tahammüle ve bunun acılarını yudumlamaya ihtiyacı oldukça fazladır. O nedenle kişi sabırdan ayrılmayacak olursa başarıya ulaşır. Şâyet zorluklar ve hoşlanmadığı şeyler, onu sabırdan ve onlara devam etmekten alıkoyacak olursa, hiçbir şey elde edemez ve mahrumiyetle karşı karşıya kalır. Nefsin şiddetle arzu duyduğu ve kulun güç yetirebildiği alan içerisinde bulunan günahlar da böyledir. Bunları terk edebilmek ancak büyük bir sabır ile ve Allah için kalbindeki günah arzularını bastırmakla ve onlardan korunmak için Allah’tan yardım dilemekle mümkün olur. Çünkü gerçekten günahlar, büyük fitneler arasında yer alır. Ağır ve zorlu belalar -özellikle sürekli olanları- da böyledir. Bu gibi belalar karşısında ruhi ve bedeni güçler zayıflar ve bu zayıflamanın sonucu olan musibetlere tahammülsüzlük ve öfke ortaya çıkar. Bunlarla karşı karşıya kalan kişi şayet Allah için sabırla, tevekkülle, sürekli olarak O’na sığınmakla ve O’na muhtaç olduğunu devamlı hatırında bulundurmakla o belalara karşı koymayacak olursa musibetlere tahammülsüzlük ve öfke kaçınılmazdır. Böylelikle kulun sabra ihtiyacı bulunduğunu hatta her halde sabretmek durumunda olduğunu anlamış bulunuyoruz. İşte bundan dolayı Yüce Allah bize sabretmeyi emretmekte ve sabredenlerle beraber olacağını haber vermektedir: “Şüphesiz ki Allah, sabredenlerle beraberdir.” Yani sabrı -Allah’ın yardım ve tevfiki ile- huy, ayrılmaz bir nitelik ve bir meleke edinen kimselerle, demektir. Böylelikle onların gözünde sıkıntılar ve hoşlanılmayacak şeyler hafifler. Başkalarına büyük gelen her şey onlara kolay gelir ve önlerindeki zorluklar kalkar. Buradaki “beraberlik” özel anlamda bir beraberliktir. Bu “beraberlik”, Allah’ın böylelerini sevmesini, onlara yardımcı olmasını, destek vermesini ve yakın olmasını ifade eder. Bu gerçekten sabredenler için büyük bir mertebedir. Eğer sabredenlerin Allah’ın böyle bir beraberliğine nail olmaları dışında hiçbir faziletleri olmasaydı bile bu, fazilet ve şeref olarak yeterli olurdu. Allah'ın genel anlamdaki “beraberliği” ise ilim ve kudret yönünden beraberliği demektir. Yüce Allah’ın buyruğunda olduğu gibi: “Ve nerede olursanız olun O, sizinle beraberdir” (el-Hadid, 57/4) Bu tür beraberlik, bütün yaratıkları içine alan umumi bir beraberliktir. Yüce Allah (sabrın yanı sıra) namaz ile de yardım dilemeyi emretmektedir. Çünkü namaz dinin direğidir, mü’minlerin nurudur ve kul ile Rabbi arasındaki bağdır. Kulun kıldığı namaz, taşıması gerekli bütün özellikleri ve sünnetleri ile birlikte kâmil bir namaz olur, özünü teşkil eden kalp huzuru da namazda hasıl olursa, yani kul namaza girdiği vakit, Rabbinin huzuruna girdiği ve önünde divan durduğu şuuruna varır, kendini edebini takınan bir hizmetkâr konumunda hisseder, söylediği ve yaptığı her şeyi farkına vararak söyler ve yapar, Rabbine seslendiğinin ve O’na dua ettiğinin şuuru her tarafını kuşatırsa hiç şüphesiz böyle bir namaz, bütün işlerde en büyük yardımcıdır. Çünkü namaz her türlü hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Diğer taraftan namazdaki bu huzur ve şuur kulun kalbini arındırır, Rabbinin emirlerine uymasını, yasaklarından da kaçınmasını sağlar. İşte Yüce Allah’ın her şeye karşı kendisi aracılığı ile yardım istememizi emrettiği namaz budur.
Ayet: 154 #
{وَلَا تَقُولُوا لِمَنْ يُقْتَلُ فِي سَبِيلِ اللَّهِ أَمْوَاتٌ بَلْ أَحْيَاءٌ وَلَكِنْ لَا تَشْعُرُونَ (154)}
154- Allah yolunda öldürülenler için “Ölüler” demeyin. Aksine onlar diridirler fakat siz anlayamazsınız.
#
{154} لما ذكر تبارك وتعالى الأمر بالاستعانة بالصبر على جميع الأحوال ذكر نموذجاً مما يستعان بالصبر عليه وهو الجهاد في سبيله وهو أفضل الطاعات البدنية وأشقها على النفوس لمشقته في نفسه ولكونه مؤدياً للقتل وعدم الحياة التي إنما يرغب الراغبون في هذه الدنيا لحصول الحياة ولوازمها، فكل ما يتصرفون به فإنه سعيٌ لها ودفع لما يضادها. ومن المعلوم أن المحبوب لا يتركه العاقل إلا لمحبوب أعلى منه وأعظم، فأخبر تعالى أن من قتل في سبيله بأن قاتل في سبيل الله لتكون كلمة الله هي العليا ودينه الظاهر لا لغير ذلك من الأغراض فإنه لم تفته الحياة المحبوبة بل حصل له حياة أعظم وأكمل مما تظنون وتحسبون، فالشهداء {أحياء عند ربهم يرزقون. فرحين بما آتاهم الله من فضله ويستبشرون بالذين لم يلحقوا بهم من خلفهم ألاَّ خوف عليهم ولا هم يحزنون. يستبشرون بنعمة من الله وفضل وأن الله لا يضيع أجر المؤمنين}؛ فهل أعظم من هذه الحياة المتضمنة للقرب من الله تعالى وتمتعهم برزقه البدني في المأكولات والمشروبات اللذيذة والرزق الروحي وهو الفرح وهو الاستبشار وزوال كل خوف وحزن وهذه حياة برزخية أكمل من الحياة الدنيا، بل قد أخبر النبي - صلى الله عليه وسلم - أن أرواح الشهداء في أجواف طير خضر ترد أنهار الجنة، وتأكل من ثمارها وتأوي إلى قناديل معلقة بالعرش. وفي هذه الآية أعظم حث على الجهاد في سبيل الله وملازمة الصبر عليه، فلو شعر العباد بما للمقتولين في سبيل الله من الثواب لم يتخلف عنه أحد، ولكن عدم العلم اليقيني التام هو الذي فتر العزائم وزاد نوم النائم وأفات الأجور العظيمة والغنائم، لم لا يكون كذلك والله تعالى قد {اشترى من المؤمنين أنفسهم وأموالهم بأن لهم الجنة يقاتلون في سبيل الله فيقتلون ويقتلون}؛ فوالله لو كان للإنسان ألف نفس تذهب نفساً فنفساً في سبيل الله لم يكن عظيماً في جانب هذا الأجر العظيم. ولهذا لا يتمنى الشهداء بعدما عاينوا من ثواب الله وحسن جزائه إلا أن يُرَدُّوا إلى الدنيا؛ حتى يقتلوا في سبيله مرة بعد مرة. وفي الآية دليل على نعيم البرزخ وعذابه كما تكاثرت بذلك النصوص.
154. Yüce Allah bütün konularda sabır ile kendisinden yardım dilemeyi emrettikten sonra, kendisine karşı sabır ile yardım isteyeceğimiz örnek bir ameli söz konusu etmektedir ki bu da Allah yolunda cihaddır. Allah yolunda cihad bedeni ibadetlerin en faziletlisi, nefislere de en ağır gelenidir. Çünkü cihad bizatihi zordur. Öldürülmeye götüren, hayatın son bulmasına sebep teşkil eden bir yoldur. Oysa bu dünya hayatını arzu edenler, sadece hayatta kalmayı ve bunu sağlayacak şeyleri isterler. Böylelerinin yaptığı her bir iş, hayat için çalışmadan ve hayata zıt şeyleri önleme için gayretten ibarettir. Bilindiği gibi aklı başında bir kimse sevdiği bir şeyi ancak ondan daha üstün ve daha büyük bir şey için feda edebilir. Bu buyruğu ile Yüce Allah -başka herhangi bir maksat için değil sırf- Allah yolunda Allah’ın adı en üstün, dini en yüce olsun diye çarpışmak sureti ile Kendi yolunda öldürülen kimsenin o çok sevilen hayatı elden kaçırmamış olacağını, aksine insanların zan ve tahmin ettiğinden daha üstün ve daha mükemmel bir hayatı elde etmiş olacağını bildirmektedir. Çünkü şehitler: “Rableri katında diridirler, rızıklanırlar. Allah’ın lütfundan kendilerine verdikleri ile hepsi de sevinç içindedirler ve arkalarından henüz kendilerine katılamayanları; ‘Onlar için hiçbir korku yoktur, onlar üzülecek de değillerdir’ diye müjdelemek isterler. Onlara Allah’tan bir nimet, bir lütuf ve Allah’ın mü’minlerin ecrini kaybetmeyeceği müjdesini de vermek isterler.” (Ali İmran, 3/169-171) Yüce Allah’a yakın olma, son derece lezzetli yiyecekler ve içeceklerden oluşan bedeni rızıkların yanı sıra sevinç ve müjde ile her türlü korku ve üzüntünün ortadan kalkması gibi ruhi rızıklar ihtiva eden böyle bir hayattan daha üstün ne olabilir?! Berzahtaki bu hayat, dünya hayatından daha mükemmeldir. Dahası Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şehitlerin ruhlarının Cennetin nehirlerine giden, Cennet meyvelerinden yiyen ve Arş’a asılı kandillere tüneyen kuşların kursaklarında olduğunu haber vermektedir. Bu âyet-i kerime’de Allah yolunda cihada ve cihadda sabır ve metanet göstermeye çok büyük bir teşvik vardır. Eğer kullar Allah yolunda öldürülenlerin alacakları mükâfatın farkına gereği gibi varacak olurlarsa, hiçbir kimse cihaddan geri kalmaz. Ne var ki bu konudaki tam ve yakîni bilginin yokluğu, insanların azimlerini kırmakta, uyuyanların uykusunu derinleştirmekte, pek büyük ecir ve ganimetlerden mahrum kalmalarına sebep olmaktadır. Yüce Allah: “Mü’minlerden canlarını ve mallarını onlara Cenneti vermek karşılığında satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşır, öldürür ve öldürülürler.” (et-Tevbe, 9/111) buyurduğuna göre bunun başka bir sebebi olabilir mi? Allah’a yemin ederim ki eğer insanın bin tane canı olsa ve bunları Allah yolunda teker teker feda edecek olsa bu yaptığı, bu büyük mükâfat yanında az kalır. Bundan dolayı şehitler Allah’ın mükâfatını ve güzel ecirlerini gördükten sonra dünyaya geri döndürülüp ardı ardına defalarca Allah yolunda öldürülmek dışında bir şey istemezler. Bu ayet-i kerimede ayrıca -bu konudaki diğer pek çok nasta da belirtildiği gibi- berzah/kabir alemindeki nimet ve azap hakkında delil vardır.
Ayet: 155 - 157 #
{وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنَ الْأَمْوَالِ وَالْأَنْفُسِ وَالثَّمَرَاتِ وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ (155) الَّذِينَ إِذَا أَصَابَتْهُمْ مُصِيبَةٌ قَالُوا إِنَّا لِلَّهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ (156) أُولَئِكَ عَلَيْهِمْ صَلَوَاتٌ مِنْ رَبِّهِمْ وَرَحْمَةٌ وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُهْتَدُونَ (157)}
155- Andolsun sizi biraz korku, biraz açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele! 156- Onlar kendilerine bir musibet gelip çattığında: “Hiç şüphesiz biz Allah’a aidiz ve muhakkak O’na döneceğiz” derler. 157- İşte Rab’lerinden bir övgü ve bir rahmet, onların üzerinedir ve hidayete erdirilenler de işte onlardır.
#
{155} أخبر تعالى أنه لا بد أن يبتليَ عباده بالمحن ليتبين الصادق من الكاذب والجازع من الصابر، وهذه سنته تعالى في عباده، لأن السراء لو استمرت لأهل الإيمان ولم يحصل معها محنة لحصل الاختلاط الذي هو فساد، وحكمة الله تقتضي تمييز أهل الخير من أهل الشر، هذه فائدة المحن لا إزالة ما مع المؤمنين من الإيمان ولا ردهم عن دينهم، فما كان الله ليضيع إيمان المؤمنين. فأخبر في هذه الآية أنه سيبتلي عباده، {بشيء من الخوف}؛ من الأعداء، {والجوع}؛ أي: بشيء يسير منهما لأنه لو ابتلاهم بالخوف كله أو الجوع لهلكوا، والمحن تمحص لا تهلك، {ونقص من الأموال}؛ وهذا يشمل جميع النقص المعتري للأموال من جوائح سماوية وغرق وضياع وأخذ الظلمة للأموال من الملوك الظلمة وقطاع الطريق وغير ذلك {والأنفس}؛ أي: ذهاب الأحباب من الأولاد والأقارب والأصحاب، ومن أنواع الأمراض في بدن العبد أو بدن من يحبه، {والثمرات}؛ أي: الحبوب وثمار النخيل والأشجار كلها والخضر ببرد أو برَد أو حرق أو آفة سماوية من جراد ونحوه، فهذه الأمور لا بد أن تقع لأن العليم الخبير أخبر بها فوقعت كما أخبر، فإذا وقعت انقسم الناس قسمين: جازعين وصابرين. فالجازع حصلت له المصيبتان، فوات المحبوب وهو وجود هذه المصيبة وفوات ما هو أعظم منها وهو الأجر بامتثال أمر الله بالصبر ففاز بالخسارة والحرمان ونقص ما معه من الإيمان، وفاته الصبر والرضا والشكران وحصل له السخط الدال على شدة النقصان. وأما من وفقه الله للصبر عند وجود هذه المصائب فحبس نفسه عن التسخط قولاً وفعلاً واحتسب أجرها عند الله وعلم أن ما يدركه من الأجر بصبره أعظم من المصيبة التي حصلت له، بل المصيبة تكون نعمة في حقه لأنها صارت طريقاً لحصول ما هو خير له وأنفع منها، فقد امتثل أمر الله وفاز بالثواب، فلهذا قال تعالى: {وبشر الصابرين}؛ أي: بشرهم بأنهم يوفون أجرهم بغير حساب، فالصابرون هم الذين فازوا بالبشارة العظيمة والمنحة الجسيمة، ثم وصفهم بقوله:
155. “Andolsun sizi biraz korku, biraz açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz.” Yüce Allah kimin doğru ve samimi, kimin de yalancı, kimin sabırlı, kimin de tahammülsüz olduğunu açıkça ortaya çıkarmak için kullarını çeşitli imtihanlarla sınamasının kaçınılmaz olduğunu haber vermektedir. Allah'ın kullarına uyguladığı sünneti/kanunu budur. Çünkü iman ehlinin rahat ve huzuru devam edip gidecek ve herhangi bir mihnet ve sıkıntı meydana gelmeyecek olursa -fesadın tâ kendisi olan- “karışma” ortaya çıkar ki Yüce Allah’ın hikmeti, hayır ehlinin şer ehlinden ayırt edilmesini gerektirmektedir. İşte imtihanın faydası budur. Bunun maksadı mü’minlerin sahip oldukları imanı ortadan kaldırmak ya da onları dinlerinden döndürmek değildir. Çünkü Allah mü’minlerin imanını zayi etmez. Yüce Allah bu âyet-i kerimede kullarını düşmanlardan kaynaklanan “biraz korku” diğer taraftan da “biraz açlık” ile imtihan edeceğini haber vermektedir. Burada “biraz” denmiştir, çünkü onları korkunun tamamı yahut açlığın tamamı ile imtihan edecek olursa helâk olurlar. Oysa imtihan helâk edici değildir, arındırıcıdır, temizleyicidir. “Mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle” Bu da gerek semavi birtakım afetler, gerek su baskını, gerek kaybolma gibi, malların karşı karşıya kalacağı eksiltici her türlü hususu kapsar. Zalim yöneticilerin, yol kesicilerin ve bunlara benzer kimselerin malları alması da bu kapsama girer. “Canlardaki eksiklik” ise evlat, akraba, arkadaş gibi sevilenlerin yitirilmesini ve kulun gerek kendi bedenindeki gerekse sevdiklerinin bedenindeki türlü hastalıkları kapsar. “Ürünlerdeki eksiklik” de tahıl, hurma ve bütün ağaçların meyveleri ile yeşilliklerin soğuk, dolu, yangın yahut da çekirge ve buna benzer semavi afetlerle eksiltilmesidir. Bu hususlar mutlaka meydana gelecektir. Çünkü her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah, bunların meydana geleceğini haber vermiştir. Nitekim haber verdiği de ortaya çıkmıştır, çıkacaktır. İşte bunlar meydana geldi mi de insanlar iki kısım olurlar: tahammül gösteremeyen sabırsızlar ve sabredip katlananlar. Tahammül gösteremeyen kimseler iki musibetle karşı karşıya kalırlar. Hem sevdiklerini kaybetmek -ki bu böyle bir musibetin ortaya çıkmasıyla olur- hem de onlardan daha büyük bir şeyi elden kaçırmak ki bu da Allah’ın sabır emrini yerine getirmekle elde edilecek ecir ve mükâfattır. Böyle bir kimse hem zarara uğrar, hem de mükâfattan mahrum kalır, üstelik sahip olduğu imanda da eksiklik söz konusu olur. Sabır, rıza ve şükür fırsatını da kaybetmiş olur. Aşırı eksiklik ve mahrumiyete delalet eden ilâhi gazaba da mahkûm olur. Bu musibetlerin ortaya çıkması halinde Allah’ın sabredebilme muvaffakiyetini ihsan ettiği ve buna bağlı olarak kendisini (ilâhi kadere karşı) sözlü ve fiili olarak öfkelenmekten alıkoyan, bunun mükâfatını Allah’tan bekleyen, sabrı dolayısıyla elde edeceği ecir ve mükâfatın karşılaştığı musibetten daha büyük olduğunu bilen, hatta karşılaştığı musibet kendisi için daha hayırlı ve kaybettiklerinden daha faydalı şeyleri elde etmek için bir vesile olduğundan dolayı bu musibetin kendisi hakkında gerçek bir nimete dönüştüğünü kabul eden bir kimse ise hem Allah’ın emrini yerine getirmiş hem de mükâfatı elde ederek kurtulmuş olur. İşte bundan dolayı Yüce Allah devamla: “Sabredenleri müjdele” buyurmaktadır. Yani bunlara ecirlerinin hesapsız bir şekilde kendilerine verileceğini müjdele. İşte bu büyük müjdeye nail olanlar ve bu muazzam mükâfatı elde edenler, ancak sabredenlerdir. Daha sonra Yüce Allah sabredenlerin niteliklerini şu buyrukları ile dile getirmektedir:
#
{156} {الذين إذا أصابتهم مصيبة}؛ وهي كل ما يؤلم القلب أو البدن أو كليهما مما تقدم ذكره، {قالوا إنا لله}؛ أي: مملوكون لله مدبرون تحت أمره وتصريفه فليس لنا من أنفسنا وأموالنا شيء، فإذا ابتلانا بشيء منها فقد تصرف أرحم الراحمين بمماليكه وأموالهم فلا اعتراض عليه، بل من كمال عبودية العبد علمه بأن وقوع البلية من المالك الحكيم الذي هو أرحم بعبده من نفسه، فيوجب له ذلك الرِّضا عن الله والشكر له على تدبيره لما هو خير لعبده وإن لم يشعر بذلك، ومع أننا مملوكون لله فإنا إليه راجعون يوم المعاد، فمجازٍ كل عامل بعمله، فإن صبرنا واحتسبنا وجدنا أجرنا موفراً عنده، وإن جزعنا وسخطنا لم يكن حظنا إلا السخط وفوات الأجر، فكون العبد لله وراجعاً إليه من أقوى أسباب الصبر.
156. “Onlar kendilerine bir musibet” az önce sözü geçenlerden kalbe yahut bedene ya da her ikisine birden acı ve ızdırap veren herhangi bir şey “gelip çattığında: Hiç şüphesiz biz Allah’a aidiz”, O’nun mülküyüz, O’nun emri ve idaresi altındayız. Mallarımızdan ve canlarımızdan bize ait olan hiçbir şey yoktur. O, bunlardan herhangi birisi ile bize bir bela ve musibet verecek olursa merhametlilerin en merhametlisi, kendi kulları ve onların ellerinde bulunan mallar üzerinde tasarrufta bulunmuş demektir. O halde O’na itiraz edilmez. Kulun bu belanın, hikmeti sonsuz, mutlak malik ve kuluna kendi nefsinden bile daha merhametli olan zâttan geldiğini bilmesi ubudiyyetinin kemâlindendir. Bu sayede o, Allah’tan hoşnut olur, işleri -kendisi bunun farkına varmasa dahi- hayrına olacak şekilde çekip çevirmesinden ötürü O’na şükreder. Ayrıca bizler Allah’a ait olduğumuz gibi diriliş gününde de yine O’na döneceğiz ve herkes amelinin karşılığını görecektir. Eğer sabreder ve mükâfatımızı Allah’tan umacak olursak şüphesiz ecrimizi onun yanında eksiksiz buluruz. Eğer tahammülsüzlük gösterir ve başımıza gelene öfkelenecek olursak elimize gazaptan ve ecirden mahrum kalıştan başka bir şey geçmez. Kulun Allah’a ait ve O’na dönecek olduğunu bilmesi, sabretmesini sağlayan en büyük sebeplerindendir.
#
{157} {أولئك}؛ الموصوفون بالصبر المذكور {عليهم صلوات من ربهم}؛ أي: ثناء وتنويه بحالهم، {ورحمة}؛ عظيمة، ومن رحمته إياهم أن وفقهم للصبر الذي ينالون به كمال الأجر {وأولئك هم المهتدون}؛ الذين عرفوا الحق، وهو في هذا الموضع علمهم بأنهم لله وأنهم إليه راجعون وعملوا به وهو هنا صبرهم لله، ودلت هذه الآية على أن من لم يصبر فله ضد ما لهم فحصل له الذم من الله والعقوبة والضلال والخسار، فما أعظم الفرق بين الفريقين وما أقل تعب الصابرين وأعظم عناء الجازعين. فقد اشتملت هاتان الآيتان على توطين النفوس على المصائب قبل وقوعها لتخف وتسهل إذا وقعت، وبيان ما تقابل به إذا وقعت وهو الصبر، وبيان ما يعين على الصبر وما للصابرين من الأجر. ويعلم حال غير الصابر بضد حالة الصابر وأن هذا الابتلاء والامتحان سنة الله التي قد خلت ولن تجد لسنة الله تبديلاً وبيان أنواع المصائب.
157. “İşte” sözü geçen şekilde sabır niteliğine sahip olanlar “Rab’lerinden bir övgü” yani bir yüceltme ve hallerinin güzelliğine bir iltifat “ve” çok büyük “bir rahmet onların üzerinedir.” Onlara olan rahmetinin bir tecellisi de onları kendisi sebebi ile mükemmel ecir ve mükâfata nail olacakları sabra muvaffak kılmasıdır. “ve hidayete erdirilenler de işte onlardır.” Yani onlar hakkı bilenlerdir -ki bununla burada Allah’a ait olduklarını ve O’na dönecek olduklarını bilmeleri kastedilmektedir- ve bu bilgiye uygun hareket edenlerdir ki bununla da Allah için sabretmeleri kastedilmektedir. Bu âyet-i kerime şunu da ifade etmektedir: Sabretmeyen kimse sabredenlerin görecekleri karşılıkların zıddını görecektir. Böyle bir kimse Allah tarafından yerilecek, ceza görecek, dalalet ve hüsran ile karşı karşıya kalacaktır. Bu iki kesim arasındaki fark ne kadar da büyüktür! “Sabredenlerin yorulmaları ne kadar az, tahammül gösteremeyenlerin sıkıntıları ise ne kadar büyüktür!” Bu son iki âyet-i kerime musibetler meydana gelmeden önce ruhları onlara hazırlamaktadır ki meydana geldikleri zaman ruhlara hafif gelsin. Böyle musibetler meydana geldiği takdirde musibetlere ne ile karşı konulacağı da belirtilmektedir ki bu da sabırdır. Sabra neyin yardımcı olduğu ve sabredenlerin alacağı mükâfatlar da açıklanmaktadır. Sabretmeyenin durumunu ise sabredenin halini bilmek suretiyle öğreniyoruz ki bu da sabredenin durumunun tam zıddıdır. Ayrıca böyle bir imtihan Allah’ın öteden beri var olan bir sünneti/kanunudur ki Allah’ın sünnetinde değişiklik olmaz. Yine bu âyetlerde musibetlerin çeşitleri de açıklanmaktadır.
Ayet: 158 #
{إِنَّ الصَّفَا وَالْمَرْوَةَ مِنْ شَعَائِرِ اللَّهِ فَمَنْ حَجَّ الْبَيْتَ أَوِ اعْتَمَرَ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْهِ أَنْ يَطَّوَّفَ بِهِمَا وَمَنْ تَطَوَّعَ خَيْرًا فَإِنَّ اللَّهَ شَاكِرٌ عَلِيمٌ (158)}
158- Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah’ın alâmetlerindendir. O halde her kim Beyt’te hac veya umre yaparsa onları tavaf etmesinde hiçbir sakınca yoktur. Kim de gönülden bir hayır işlerse (bilsin ki) Allah, Şâkir ve Alîmdir.
#
{158} يخبر تعالى: {إن الصفا والمروة}؛ وهما معروفان {من شعائر الله}؛ أي: أعلام دينه الظاهرة التي تعبَّد الله بها عباده، وإذا كانا من شعائر الله فقد أمر الله بتعظيم شعائره فقال: {ومن يعظم شعائر الله فإنها من تقوى القلوب}؛ فدل مجموع النصين أنهما من شعائر الله، وأن تعظيم شعائره من تقوى القلوب، والتقوى واجبة على كل مكلف، وذلك يدل على أن السعي بهما فرض لازم للحج والعمرة كما عليه الجمهور، ودلت عليه الأحاديث النبوية، وفعله النبي - صلى الله عليه وسلم -، وقال: «خذوا عني مناسككم». {فمن حج البيت أو اعتمر فلا جناح عليه أن يطوف بهما}؛ هذا دفع لوهم من توهم وتحرج من المسلمين عن الطواف بينهما لكونهما في الجاهلية تعبد عندهما الأصنام، فنفى تعالى الجناح لدفع هذا الوهم لا لأنه غير لازم، ودل تقييد نفي الجناح فيمن تطوف بهما في الحج والعمرة أنه لا يتطوع بالسعي مفرداً إلا مع انضمامه لحج أو عمرة، بخلاف الطواف بالبيت فإنه يشرع مع العمرة والحج وهو عبادة مفردة. فأما السعي والوقوف بعرفة ومزدلفة ورمي الجمار فإنها تتبع النسك، فلو فعلت غير تابعة للنسك كانت بدعة، لأن البدعة نوعان: نوع يتعبد لله بعبادة لم يشرعها أصلاً، ونوع يتعبد له بعبادة قد شرعها على صفة مخصوصة فتفعل على غير تلك الصفة وهذا منه. وقوله: {ومن تطوع}؛ أي: فعل طاعة مخلصاً بها لله تعالى {خيراً}؛ من حج وعمرة وطواف وصلاة وصوم وغير ذلك، فهو خير له؛ فدل هذا على أنه كلما ازداد العبد من طاعة الله ازداد خيره وكماله ودرجته عند الله لزيادة إيمانه، ودل تقييد التطوع بالخير أن من تطوع بالبدع التي لم يشرعها الله ولا رسوله أنه لا يحصل له إلا العناء، وليس بخير له، بل قد يكون شرًّا له إن كان متعمداً عالماً لعدم مشروعية العمل. {فإن الله شاكر عليم}؛ الشاكر والشكور من أسماء الله تعالى الذي يقبل من عباده اليسير من العمل، ويجازيهم عليه العظيم من الأجر الذي إذا قام عبده بأوامره وامتثل طاعته أعانه على ذلك وأثنى عليه ومدحه وجازاه في قلبه نوراً وإيماناً وسعة وفي بدنه قوة ونشاطاً وفي جميع أحواله زيادة بركة ونماء وفي أعماله زيادة توفيق، ثم بعد ذلك يقدم على الثواب الآجل عند ربه كاملاً موفراً لم تنقصه هذه الأمور، ومن شكره لعبده أن من ترك شيئاً لله أعاضه الله خيراً منه، ومن تقرب منه شبراً تقرب منه ذراعاً، ومن تقرب منه ذراعاً تقرب منه باعاً، ومن أتاه يمشي أتاه هرولة، ومن عامله ربح عليه أضعافاً مضاعفة، ومع أنه شاكر فهو عليم بمن يستحق الثواب الكامل بحسب نيته وإيمانه وتقواه ممن ليس كذلك، عليم بأعمال العباد فلا يضيعها بل يجدونها أوفر ما كانت على حسب نياتهم التي اطلع عليها العليم الحكيم.
158. Yüce Allah bilinen, belli iki yer olan “Safa ile Merve”nin, “Allah’ın alâmetlerinden” olduğunu haber vermektedir. Yani bunlar, kulların kendileri aracılığıyla Allah’a ibadet ettikleri ilahi dinin apaçık görülen alâmetlerindendir. Bunlar Allah’ın dininin alâmetlerinden olduğuna göre Allah da kendi alâmetlerini tazim etmeyi emrederek: “Kim Allah’ın şeâirini (dininin alâmetlerini) tâzim ederse şüphesiz ki bu, kalplerin takvâsındandır.” (el-Hac, 22/32) buyurduğundan dolayı, bu iki nas bir arada Sâfa ile Merve’nin Allah’ın dininin alâmetlerinden olduğunu ve Allah’ın dininin alâmetlerini tazim etmenin de kalplerin takvâsından ileri geldiğini ortaya koymaktadır. Takvâ ise her mükellef kişinin yerine getirmesi gereken bir yükümlülüktür. Bu da Sâfa ile Merve arasında sây etmenin hac ve umre için gerekli bir farz olduğunu göstermektedir. Nitekim cumhurun görüşü bu yönde olduğu gibi nebevi hadisler ve Peygamberin uygulaması da buna delildir. Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem: “Hac ibadetlerinizi benden öğrenin.” diye buyurmuştur. “O halde her kim Beyt’te hac veya umre yaparsa onları tavaf etmesinde hiçbir sakınca yoktur.” Bu buyruk cahiliye döneminde bu iki tepenin yakınında tapınılan iki putun bulunması dolayısıyla aralarında tavaf etmekten çekinen ve bundan dolayı birtakım vehimlere kapılan müslümanların bu vehimlerini bertaraf etmektedir. Yüce Allah böyle bir vehmi ortadan kaldırmak için bu iki yer arasında tavaf etmenin günah olmadığını belirtmektedir. Yoksa aralarında tavaf etmenin gerekli olmadığını açıklamak için böyle buyurmuş değildir. Diğer taraftan hac ile umre esnasında bu iki yeri tavaf etmede sakınca olmadığının belirtilmesi, buralarda ancak hac ve umre ile birlikte sa’y yapılabileceğini ve tek başına sa’y ile nafile ibadette bulunulamayacağını göstermektedir. Böylelikle sa’y, Beyt’in etrafındaki tavaftan farklı olmaktadır. Çünkü Beytin etrafında tavaf, hem umre ve hac ile meşrudur, hem de o başlı başına bir ibadettir. Sây etmek, Arafat’ta vakfe yapmak, Müzdelife’de vakfe yapmak ve cemrelere taş atmak ise hac ibadetine tâbî ibadetlerdir. Bunlar hacca tâbî olmaksızın yapılacak olurlarsa bid’at olurlar. Çünkü bid’at iki türlüdür. Birisi Allah’ın hiçbir şekilde teşri buyurmadığı bir ibadeti Allah için ibadet kastı ile yapmaktır. Diğer türü ise Allah’ın özel bir şekilde meşru kıldığı bir ibadeti bu özel şekil ve nitelikten farklı olarak yapmaktır ki işte bu da buna dahildir. “Kim de gönülden bir hayır işlese” Hac, umre, tavaf, namaz, oruç ve buna benzer herhangi bir hayırlı ameli ihlâs ile işleyip Yüce Allah’a itaatte bulunursa elbette ki bu, onun için daha da hayırlıdır. Bu buyruk kul Allah’a ne kadar çok itaat ederse onun hayrının, kemalinin, Allah nezdindeki derecesinin -imanı da artmış olacağından- artacağını göstermektedir. Yapılacak nafile ibadetin “hayır” olarak kayıtlanması da şunu göstermektedir: Allah’ın da Rasûlü’nün de meşru kılmadığı bid’atler ile nafile ibadette bulunmaya kalkışan bir kimse yorulmaktan başka hiçbir şey elde edemez ve böyle bir şey o kimse için hayır olmaz. Hatta eğer bu yaptığı işin meşru olmadığını bile bile bunu kasten yapıyor ise o iş onun için şer bile olur. “Gerçekten Allah Şakir ve Alîmdir.” Şakir ve Şekûr Yüce Allah’ın isimlerindendir. Yani O, kullarının az ve basit amellerini dahi kabul eder ve bu amelleri karşılığında onlara büyük mükâfatlar verir. Kul emirlerini yerine getirip itaat edecek olursa ona yardımcı olur. Onu över ve kalbine nur, iman ve genişlik verir, bedenine güç ve gayret ihsan eder, bütün hallerine bereket ve genişlik, amellerine de artış ve muvaffakiyet ihsan eder. Bundan sonra ise Rabbinin nezdinde âhiretteki mükâfatını tam ve eksiksiz alır. Hiçbir şekilde eksik mükâfat görmez. Allah’ın kullarına Şekur oluşunun bir tecellisi de şudur: Bir kimse Allah rızası için bir şeyi terk edecek olursa Allah onun yerine ona ondan daha hayırlısını verir. Bir kimse Yüce Allah’a bir karış yaklaşırsa Allah ona bir arşın yaklaşır; Allah’a bir arşın yaklaşana O, bir kulaç yaklaşır. Kendisine doğru yürüyerek gidene Allah koşarak gider. Allah ile ticarete girişen hiç şüphesiz o ticaretten kat kat kâr sağlar. Allah bu şekilde amellerin ecrini veren (şakir ve şekûr olmakla birlikte) niyeti, imanı ve takvâsı dolayısıyla eksiksiz mükâfata kimin hak kazandığını ve kimin de böyle olmadığını çok iyi bilen Alîmdir. O, kullarının amellerini çok iyi bilir ve bunları boşa çıkarmaz. Aksine kullar, alîm ve hakîm olan Allah’tan muttali olduğu niyetlerine göre en güzel ve mükemmel şekli ile amellerinin karşılığını alacaklardır.
Ayet: 159 - 162 #
{إِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ مَا أَنْزَلْنَا مِنَ الْبَيِّنَاتِ وَالْهُدَى مِنْ بَعْدِ مَا بَيَّنَّاهُ لِلنَّاسِ فِي الْكِتَابِ أُولَئِكَ يَلْعَنُهُمُ اللَّهُ وَيَلْعَنُهُمُ اللَّاعِنُونَ (159) إِلَّا الَّذِينَ تَابُوا وَأَصْلَحُوا وَبَيَّنُوا فَأُولَئِكَ أَتُوبُ عَلَيْهِمْ وَأَنَا التَّوَّابُ الرَّحِيمُ (160) إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا وَمَاتُوا وَهُمْ كُفَّارٌ أُولَئِكَ عَلَيْهِمْ لَعْنَةُ اللَّهِ وَالْمَلَائِكَةِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِينَ (161) خَالِدِينَ فِيهَا لَا يُخَفَّفُ عَنْهُمُ الْعَذَابُ وَلَا هُمْ يُنْظَرُونَ (162)}
159- İndirdiğimiz apaçık âyetleri ve hidâyeti, biz onları insanlara Kitapta apaçık bir şekilde beyân ettikten sonra onları gizleyenler var ya; işte onlara hem Allah lanet eder, hem de lanet edenler lanet eder. 160- Ancak tevbe edenler, ıslah edenler ve açıklayanlar müstesnâ. Ben onların tevbelerini kabul ederim. Ben tevbeleri çokça kabul edenim, çok merhamet edenim. 161- Muhakkak küfre girip de kâfir olarak ölenler var ya, işte Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onların üzerinedir. 162- Onun içinde sonsuza dek kalacaklardır. Ne azapları hafifletilecek ne de onlara süre verilecektir.
#
{159} هذه الآية وإن كانت نازلة في أهل الكتاب وما كتموا من شأن الرسول - صلى الله عليه وسلم -، وصفاته فإن حكمها عامٌّ لكل من اتصف بكتمان ما أنزل الله {من البينات}؛ الدالات على الحق المظهرات له {والهدى}؛ وهو العلم الذي تحصل به الهداية إلى الصراط المستقيم، ويتبين به طريق أهل النعيم من طريق أهل الجحيم، فإن الله أخذ الميثاق على أهل العلم بأن يبينوا للناس ما منَّ الله به عليهم من علم الكتاب ولا يكتموه، فمن نبذ ذلك وجمع بين المفسدتين: كتم ما أنزل الله والغش لعباد الله فأولئك {يلعنهم الله}؛ أي: يبعدهم ويطردهم عن قربه ورحمته {ويلعنهم اللاعنون}؛ وهم جميع الخليقة، فتقع عليهم اللعنة من جميع الخليقة لسعيهم في غش الخلق وفساد أديانهم وإبعادهم من رحمة الله، فجوزوا من جنس عملهم، كما أن معلم الناس الخير يصلي الله عليه وملائكته حتى الحوت في جوف الماء لسعيه في مصلحة الخلق وإصلاح أديانهم، وقربهم من رحمة الله، فجوزي من جنس عمله. فالكاتم لما أنزله الله مضاد لأمر الله مشاق لله، يبين الله الآيات للناس ويوضحها، وهذا يسعى في طمسها وإخفائها ، فهذا عليه هذا الوعيد الشديد.
159. “İndirdiğimiz apaçık âyetleri ve hidâyeti, biz onları insanlara Kitapta apaçık bir şekilde beyân ettikten sonra onları gizleyenler var ya…” Bu âyet-i kerime her ne kadar kitap ehli ve onların Allah Rasûlü ve nitelikleri ile ilgili gizleyip sakladıkları hususlarla ilgili olarak inmiş ise de hükmü, Allah’ın indirmiş olduğu “apaçık ayetleri” yani hakka delâlet eden ve hakkı ortaya koyan apaçık belgeleri ve “hidayeti” gizleme niteliğine sahip olan herkes hakkında umumidir. “Hidayet” kendisi ile dosdoğru yola ulaşmanın gerçekleştiği ve kendisi vasıtası ile Cennetliklerin yolunun Cehennemliklerin yolu ile ayırd edilebildiği ilim demektir. İşte Yüce Allah ilim ehlinden, insanlara Allah’ın onlara lütfetmiş olduğu kitap ilmini açıklamak ve gizlememek üzere ahit almıştır. Kim bu ahdi bir kenara iter ve böylelikle iki kötülüğü bir arada işleyerek hem Allah’ın indirdiğini gizler, hem de Allah’ın kullarını aldatacak olursa “işte onlara hem Allah lanet eder” yani kendisine yakın olmaktan uzaklaştırır, rahmetinden kovar “hem de lanet edenler lanet eder.” Bunlar da bütün yaratılmışlardır. Bütün yaratıklar tarafından onlara lanet edilir. Çünkü onlar insanları aldatmak, dinlerini bozmak, insanları Allah’ın rahmetinden uzaklaştırmak için çalışmaktadırlar. Bu yüzden de yaptıkları işin benzeriyle cezalandırılacaklardır. Öte yandan insanlara hayrı öğretene Allah rahmet melekleri de dua ederler. Hatta suyun içerisindeki balıklar bile ona dua eder. Çünkü o bütün insanların ve yaratılmışların menfaatine çalışır. İnsanların dinlerini düzeltmeye, onları Allah’ın rahmetine yakınlaştırmaya gayret eder. Bu nedenle o da amelinin benzeri ile mükâfat görecektir. Buna göre Allah’ın indirdiğini gizleyen kimse Allah’ın emrine karşı çıkan ve Allah’a karşı gelen bir kimsedir. Allah, âyetlerini insanlara açıklamakta ve izah etmekte o ise Allah’ın âyetlerini saklamaya ve gizlemeye çalışmaktadır. İşte bu gibileri için oldukça ağır bir tehdit söz konusudur.
#
{160} {إلا الذين تابوا}؛ أي: رجعوا عما هم عليه من الذنوب ندماً وإقلاعاً وعزماً على عدم المعاودة {وأصلحوا}؛ ما فسد من أعمالهم؛ فلا يكفي ترك القبيح حتى يحصل فعل الحسن، ولا يكفي ذلك في الكاتم أيضاً حتى يبين ما كتمه ويبدي ضد ما أخفى فهذا يتوب الله عليه لأن توبة الله غير محجوب عنها، فمن أتى بسبب التوبة تاب الله عليه لأنه {التواب}؛ أي: الرجاع على عباده بالعفو والصفح بعد الذنب إذا تابوا وبالإحسان والنعم بعد المنع إذا رجعوا {الرحيم}؛ الذي اتصف بالرحمة العظيمة التي وسعت كل شيء، ومن رحمته أن وفقهم للتوبة والإنابة فتابوا وأنابوا ثم رحمهم بأن قبل ذلك منهم لطفاً وكرماً، هذا حكم التائب من الذنب.
160. “Ancak tevbe edenler...” yani hem pişmanlık duyarak, hem vazgeçerek hem de bir daha aynı şeyi yapmamaya azmederek, işledikleri günahlardan dönenler ve “ıslah edenler” yani bozuk amellerini düzeltenler müstesnadır. Güzel iş yapılmadıkça çirkin işin terk edilmesi yeterli değildir. Aynı şekilde bu, hakkı gizleyen bir kimse için de yeterli değildir, onun gizlediğini açıklayıp sakladığını açığa vurması gerekir. İşte bu şekilde davrananın Allah tevbesini kabul eder; çünkü Allah’ın, tevbesini kabul etmesine engel olacak bir şey yoktur. Tevbenin gereklerini yerine getiren bir kimsenin Allah tevbesini kabul eder. Çünkü o; “tevbeleri çokça kabul eden” yani günahlarından tevbe etmeleri halinde affetmek ve bağışlamak suretiyle, gittikleri yanlış yoldan geri döndükleri takdirde de engellediği nimetlerini tekrar ihsan etmek suretiyle kullarının kendisine dönüşünü kabul ile karşılayandır. “çokça merhamet eden” Her şeyi kuşatan büyük rahmet ile muttasıf olandır. Onları tevbeye ve doğruya dönüşe muvaffak kılması, böylelikle tevbe edip Allah’a döndüklerinde de lütuf ve keremi ile onların tevbelerini kabul etmesi de O’nun rahmetindendir. İşte günahından tevbe edenin hükmü budur.
#
{161} وأما من كفر واستمر على كفره حتى مات لم يرجع إلى ربه ولم ينب إليه ولم يتب عن قريب فأولئك {عليهم لعنة الله والملائكة والناس أجمعين}؛ لأنه لما صار كفرهم وصفاً ثابتاً صارت اللعنة عليهم وصفاً ثابتاً لا تزول، لأن الحكم يدور مع علته وجوداً وعدماً.
161. “Muhakkak küfre girip de kâfir olarak ölenler var ya” Küfre saparak ölünceye kadar küfrü üzere devam eden, Rabbine geri dönmeyen ve yol yakınken tevbe etmeyenlere gelince işte “Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onlar üzerinedir.” Küfür onların değişmez nitelikleri olduğu gibi lanet de sonu gelmeyecek şekilde değişmez bir vasıfları olmuştur. Çünkü hüküm varlığı ve yokluğu itibari ile illeti (gerekçesi) ile birlikte bulunur.
#
{162} {خالدين فيها}؛ أي: في اللعنة أو في العذاب وهما متلازمان {لا يخفف عنهم العذاب}؛ بل عذابهم دائم شديد مستمر {ولا هم ينظرون}؛ أي: يمهلون لأن وقت الإمهال وهو الدنيا قد مضى، ولم يبق لهم عذر فيعتذرون.
162. “Onun içinde” yani lanette veya azapta ki bu ikisi birbirlerinden ayrılmaz şeylerdir “sonsuza dek kalacaklardır. Ne azapları hafifletilecek” aksine azapları devamlı, şiddetli ve süreklidir; “ne de onlara süre verilecektir.” Yani mühlet de verilmez. Çünkü mühlet verilecek süre -ki bu da dünyadadır- geçip gitmiştir. Geriye ileri sürecekleri hiçbir mazeretleri kalmamıştır ki mazeret ileri sürmeye kalkışabilsinler.
Ayet: 163 #
{وَإِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ الرَّحْمَنُ الرَّحِيمُ (163)}
163- İlâhınız tek bir ilâhtır. Ondan başka hiçbir ilâh yoktur, o Rahmândır, Rahîmdir.
#
{163} يخبر تعالى وهو أصدق القائلين أنه {إله واحد}؛ أي: متوحد منفرد في ذاته وأسمائه وصفاته وأفعاله فليس له شريك في ذاته ولا سمي له ولا كفو له ولا مثل ولا نظير ولا خالق ولا مدبر غيره، فإذا كان كذلك فهو المستحق لأن يؤله ويعبد بجميع أنواع العبادة ولا يشرك به أحد من خلقه لأنه {الرحمن الرحيم}؛ المتصف بالرحمة العظيمة التي لا يماثلها رحمة أحد فقد وسعت كل شيء وعمت كل حي، فبرحمته وجدت المخلوقات وبرحمته حصلت لها أنواع الكمالات، وبرحمته اندفع عنها كل نقمة، وبرحمته عرَّف عباده نفسه بصفاته وآلائه وبين لهم كل ما يحتاجون إليه من مصالح دينهم ودنياهم بإرسال الرسل وإنزال الكتب، فإذا علم أن ما بالعباد من نعمة فمن الله وأن أحداً من المخلوقين لا ينفع أحداً عُلِمَ أن الله هو المستحق لجميع أنواع العبادة وأن يفرد بالمحبة والخوف والرجاء والتعظيم والتوكل وغير ذلك من أنواع الطاعات وأن من أظلم الظلم وأقبح القبيح أن يعدل عن عبادته إلى عبادة العبيد وأن يشرك المخلوقين من تراب برب الأرباب أو يعبد المخلوق المدبر العاجز من جميع الوجوه مع الخالق المدبر القادر القوي الذي [قد] قهر كل شيء، ودان له كل شيء. ففي هذه الآية إثبات وحدانية الباري وإلهيته وتقريرها بنفيها عن غيره من المخلوقين وبيان أصل الدليل على ذلك وهو إثبات رحمته التي من آثارها وجود جميع النعم واندفاع جميع النقم، فهذا دليل إجمالي على وحدانيته تعالى. ثم ذكر الأدلة التفصيلية فقال:
163. Yüce Allah -ki O söz söyleyenlerin en doğrusudur- kendisinin “tek bir ilâh” olduğunu haber vermektedir. Yani zatı ile isimleri ile sıfatları ile ve fiilleri ile bir ve tektir. Zâtında ortağı yoktur. Ona benzer bir adaş bulunmaz. Onun misli, dengi, benzeri yoktur. Ondan başka yaratıcı, O’ndan başka kâinatı idare eden hiçbir kimse yoktur. Durum böyle olduğuna göre, ilâh kabul edilmeye, bütün ibadet şekilleri ile ibadet olunmaya, yarattıklarından hiçbir kimsenin kendisine ortak koşulmamasına müstahak olan da O’dur. Çünkü O “Rahmândır, Rahîmdir” Hiçbir kimsenin rahmetinin onunkine benzemediği, eşsiz rahmet sıfatına sahiptir. Onun rahmeti her şeyi kuşatmış, her bir canlıyı kaplamıştır. Bütün yaratıklar O’nun rahmeti ile var olmuştur ve bu yaratıkların türlü şekillerdeki mükemmellikleri, olgunlukları onun rahmeti ile hasıl olmuştur. Onun rahmeti sayesinde bu mahlukatın her türlü sıkıntısı bertaraf olur. Rahmetinin bir tecellisi olarak kendi zâtını kullarına sıfatları ile ve nimetleri ile tanıtmıştır. Gerek duyacakları dini ve dünyevi maslahatlarını Peygamberler göndererek, kitaplar indirerek beyan etmiştir. Kulların sahip oldukları her bir nimet Allah’tan geldiği, mahlûkattan hiçbir kimsenin hiçbir kimseye fayda vermediği kesin olarak bilindiğine göre bütün çeşitleri ile ibadete layık olanın Allah olduğu, yalnızca O’nun sevilip O’ndan korkulması, O’ndan umulması, O’nun tazim edilmesi, O’na tevekkül edilmesi ve buna benzer çeşitli ibadetlerin yalnızca O’na yapılması gerektiği de anlaşılır. Hiç şüphesiz en büyük zulüm ve en çirkin iş de Allah’a ibadetten yüz çevirip kullara ibadete yönelmek, topraktan yaratılmış varlıkları en yüce Rabbe ortak koşmak yahut da bütün yönleri ile aciz ve işleri başkası tarafından çekilip çevrilen yaratılmışları, her şeyi idare eden mutlak kadir ve güçlü yaratıcıya ortak koşmaktır. O yaratıcı ki her şey onun gücü ve emri altındadır ve her şey O’n boyun eğmiştir. Bu âyet-i kerimede yaratıcının vahdaniyeti ve uluhiyeti açıklanmakta diğer yaratıkların hiçbir şekilde uluhiyete lâyık olmadıkları belirtilmektedir. Bunun asıl delilinin ise Allah’ın rahmet sıfatı olduğuna dikkat çekilmektedir. Bütün nimetlerin varlığı ve bütün sıkıntıların bertaraf edilmesi de bu rahmetin bir tecellisidir. Bu Yüce Allah’ın vahdaniyetine dair icmâlî bir delildir. Daha sonraki âyet-i kerimede ise Yüce Allah vahdaniyetinin tafsilî delillerini de şöylece zikretmektedir:
Ayet: 164 #
{إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَاخْتِلَافِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّتِي تَجْرِي فِي الْبَحْرِ بِمَا يَنْفَعُ النَّاسَ وَمَا أَنْزَلَ اللَّهُ مِنَ السَّمَاءِ مِنْ مَاءٍ فَأَحْيَا بِهِ الْأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ فِيهَا مِنْ كُلِّ دَابَّةٍ وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَاءِ وَالْأَرْضِ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ (164)}
164- Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün değişmesinde, insanlar için yararlı şeylerle denizde akıp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirdiği suda -ki O onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltir ve orada her çeşit canlıyı yayar-, rüzgârların estirilişinde ve gökle yer arasında boyun eğdirilmiş bulutlarda aklını kullanan bir topluluk için nice âyetler vardır.
#
{164} أخبر تعالى أن في هذه المخلوقات العظيمة آيات؛ أي: أدلة على وحدانية الباري وإلهيته وعظيم سلطانه ورحمته وسائر صفاته، ولكنها {لقوم يعقلون}؛ أي: لمن لهم عقول يعملونها فيما خلقت له، فعلى حسب ما منَّ الله على عبده من العقل ينتفع بالآيات ويعرفها بعقله وفكره وتدبره، ففي {خلق السموات}؛ في ارتفاعها واتساعها وإحكامها وإتقانها وما جعل الله فيها من الشمس والقمر والنجوم وتنظيمها لمصالح العباد وفي خلق {الأرض}؛ مهاداً للخلق يمكنهم القرار عليها والانتفاع بما عليها والاعتبار، ما يدل ذلك على انفراد الله تعالى بالخلق والتدبير وبيان قدرته العظيمة التي بها خلقها، وحكمته التي بها أتقنها وأحسنها ونظمها، وعلمه ورحمته التي بها أودع ما أودع من منافع الخلق ومصالحهم وضروراتهم وحاجاتهم، وفي ذلك أبلغ الدليل على كماله واستحقاقه أن يفرد بالعبادة لانفراده بالخلق والتدبير والقيام بشؤون عباده. وفي {اختلاف الليل والنهار}؛ وهو تعاقبهما على الدوام إذا ذهب أحدهما خلفه الآخر، وفي اختلافهما في الحر والبرد والتوسط، وفي الطول والقصر والتوسط، وما ينشأ عن ذلك من الفصول التي بها انتظام مصالح بني آدم وحيواناتهم، وجميع ما على وجه الأرض من أشجار ونوابت، كل ذلك بانتظام وتدبير وتسخير تنبهر له العقول، وتعجز عن إدراكه من الرجال الفحول ما يدل ذلك على قدرة مصرفها وعلمه وحكمته ورحمته الواسعة ولطفه الشامل وتصريفه وتدبيره الذي تفرد به وعظمته وعظمة ملكه وسلطانه ممّا يوجب أن يؤله ويعبد ويفرد بالمحبة والتعظيم والخوف والرجاء وبذل الجهد في محابه ومراضيه. وفي {الفلك التي تجري في البحر} وهي السفن والمراكب ونحوها مما ألهم الله عباده صنعتها وخلق لهم من الآلات الداخلية والخارجية ما أقدرهم عليها ثم سخر لها هذا البحر العظيم والرياح التي تحملها بما فيها من الركاب والأموال والبضائع التي هي من منافع الناس وبما تقوم مصالحهم وتنتظم معايشهم، فمن الذي ألهمهم صنعتها وأقدرهم عليها وخلق لهم من الآلات ما به يعملونها، أم من الذي سخر لها البحر تجري فيه بإذنه وتسخيره والرياح، أم من الذي خلق للمراكب البرية والبحرية النار والمعادن المعينة على حملها وحمل ما فيها من الأموال، فهل هذه الأمور حصلت اتفاقاً أم استقل بعملها هذا المخلوق الضعيف العاجز الذي خرج من بطن أمه لا علم له ولا قدرة، ثم خلق له ربه القدرة وعلمه ما يشاء تعليمه، أم المسخر لذلك رب واحد حكيم عليم لا يعجزه شيء ولا يمتنع عليه شيء. بل الأشياء قد دانت لربوبيته، واستكانت لعظمته، وخضعت لجبروته. وغاية العبد الضعيف أن جعله الله جزءاً من أجزاء الأسباب التي بها وجدت هذه الأمور العظام، فهذا يدل على رحمة الله وعنايته بخلقه، وذلك يوجب أن تكون المحبة كلها له والخوف والرجاء وجميع الطاعة والذل والتعظيم {وما أنزل الله من السماء من ماء}؛ وهو المطر النازل من السحاب {فأحيا به الأرض بعد موتها}؛ فأظهرت من أنواع الأقوات وأصناف النبات ما هو من ضرورات الخلائق التي لا يعيشون بدونها، أليس ذلك دليلاً على قدرة من أنزله وأخرج به ما أخرج ورحمته ولطفه بعباده وقيامه بمصالحهم وشدة افتقارهم وضرورتهم إليه من كل وجه؟ أَما يوجب ذلك أن يكون هو معبودهم وإلههم؟ أليس ذلك دليلاً على إحياء الموتى ومجازاتهم بأعمالهم؟ {وبث فيها}؛ أي في الأرض {من كلِّ دابة}؛ أي: نشر في أقطار الأرض من الدواب المتنوعة ما هو دليل على قدرته وعظمته ووحدانيته وسلطانه العظيم، وسخرها للناس ينتفعون بها بجميع وجوه الانتفاع: فمنها ما يأكلون من لحمه ويشربون من دره، ومنها ما يركبون، ومنها ما هو ساعٍ في مصالحهم وحراستهم، ومنها ما يعتبر به، ومنها أنه بث فيها من كل دابة فإنه سبحانه هو القائم بأرزاقهم المتكفل بأقواتهم، فما من دابة في الأرض إلا على الله رزقها ويعلم مستقرها ومستودعها. وفي {تصريف الرياح}؛ باردة وحارة وجنوباً وشمالاً وشرقاً ودبوراً وبين ذلك، وتارة تثير السحاب، وتارة تؤلف بينه، وتارة تلقحه، وتارة تدره، وتارة تمزقه، وتزيل ضرره، وتارة تكون رحمة، وتارة ترسل بالعذاب، فمن الذي صرفها هذا التصريف وأودع فيها من منافع العباد ما لا يستغنون عنه، وسخرها ليعيش فيها جميع الحيوانات وتصلح الأبدان والأشجار والحبوب والنوابت إلا العزيز الحكيم الرحيم اللطيف بعباده المستحق لكل ذلٍّ وخضوع ومحبةٍ وإنابة وعبادة، وفي تسخير السحاب بين السماء والأرض على خفته ولطافته يحمل الماء الكثير فيسوقه الله إلى حيث شاء فيحيي به البلاد والعباد ويروي التلول والوهاد وينزله على الخلق وقت حاجتهم إليه، فإذا كان يضرهم كثرته أمسكه عنهم فينزله رحمة ولطفاً ويصرفه عناية وعطفاً، فما أعظم سلطانه وأغزر إحسانه وألطف امتنانه، أليس من القبيح بالعباد أن يتمتعوا برزقه ويعيشوا ببره وهم يستعينون بذلك على مساخطه ومعاصيه، أليس ذلك دليلاً على حلمه وصبره وعفوه وصفحه وعظيم لطفه، فله الحمد أولاً وآخراً وباطناً وظاهراً. والحاصل أنه كلما تدبر العاقل في هذه المخلوقات، وتغلغل فكره في بدائع المبتدعات، وازداد تأمله للصنعة وما أودع فيها من لطائف البر والحكمة علم بذلك أنها خلقت للحق وبالحق، وأنها صحائف آيات وكتب دلالات على ما أخبر به الله عن نفسه ووحدانيته وما أخبرت به الرسل من اليوم الآخر، وأنها مسخرات ليس لها تدبير ولا استعصاء على مدبرها ومصرفها، فتعرف أن العالم العلوي والسفلي كلهم إليه مفتقرون وإليه صامدون، وأنه الغني بالذات عن جميع المخلوقات فلا إله إلا الله، ولا رب سواه.
164. Yüce Allah bu ayette, bu büyük ve muazzam yaratıklarda yaratıcının birliğine ve ulûhiyetine, egemenliğinin, rahmetinin vb. sıfatlarının azametine dair apaçık belgeler olduğunu haber vermektedir. Ancak bu belgeler “aklını kullanan bir topluluk” içindir. Yani akıllarını yaratılış sebepleri doğrultusunda kullananlar içindir. Yüce Allah kuluna lütfettiği akıl oranında o da bu âyetlerden yararlanır. Akıl, fikir ve tedebbürü (düşünmesi) ile bunları bilip tanır. “Göklerin ve yerin yaratılışında” göklerin yükseltilmiş olmasında, genişliğinde, son derece sağlam yapısında, mükemmel düzeninde, Allah’ın orada yaratmış olduğu güneş, ay ve yıldızlarda, kulların maslahatına uygun bir şekilde düzenlenmiş olmalarında; yeryüzünün de insanlar için üzerinde durabilecekleri ve faydalanıp ibret alabilecekleri şekilde bir döşek kılınmış olmasında, Yüce Allah’ın yaratma ve idarede bir ve tek olduğuna delil teşkil edecek birçok belgeler vardır. Bu belgeler O’nun bütün bunları muazzam kudreti ile yaratmış olduğunu, eşsiz hikmeti ile bunları sapasağlam kıldığını, en güzel şekilde düzenlediğini, ilim ve rahmeti ile bunlara insanların menfaat ve maslahatlarını, zaruri olan ve olmayan ihtiyaçlarını tevdi etmiş olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. İşte bütün bunlar Allah’ın kemal sıfatlarına sahip olduğunun en kesin ve açık delilleridir. Bunlar yalnızca O’na ibadet edilmesi gerektiğini ortaya koymaktadırlar. Çünkü tek başına yaratan ve bütün varlıkları idare eden O’dur, kullarının işlerini gören, ihtiyaçlarını gideren O’dur. “Gece ile gündüzün değişmesinde” sürekli olarak birinin diğerinin arkasından gelmesinde, biri giderken diğerinin gelmesinde, sıcaklık, soğukluk, ılıklık, uzunluk ve kısalık yönlerinden değişmelerinde, buna bağlı olarak Ademoğullarının, hayvanların, yeryüzünde bulunan her türlü ağaç ve bitkinin maslahatının düzene girmesini sağlayan mevsimlerde… Bütün bunlar hiç şüphesiz düzenli bir şekilde meydana gelmekte, ilâhî tedbirin ve musahhar kılışın bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Akıl bunlar karşısında hayrete düşer, üstün akıl sahipleri bunu gereği gibi idrak etmekten yana acze düşerler. Bu ise bunları gerçekleştirenin kudretine, ilmine, hikmetine, geniş rahmetine, kapsamlı lütfuna, eşsiz tasarruf ve tedbirine, azametine, egemenlik ve saltanatının büyüklüğüne delildir. Bütün bunlar ise yalnızca O’nun ilâh edinilmesini ve O’na ibadet edilmesini gerektirir. Yalnızca O’nun sevilmesini, O’nun tazim edilmesini, O’ndan korkulmasını ve O’ndan umulmasını gerektirir. O’nun sevdiği ve razı olacağı alanlarda bütün gayreti harcamayı gerektirir. “İnsanlar için yararlı şeylerle denizde akıp giden gemilerde” Yüce Allah’ın kullarına yapımlarını ilham ettiği büyük ve küçük gemi, kayık ve benzerlerinde, bunları yapabilme ve yönetebilme gücünü kendileri ile elde ettikleri dahili ve harici türlü aletleri onlar için yaratmasında... Diğer taraftan Allah bu araçlar için bu muazzam denizleri ve rüzgarları boyun eğdirmiştir. İçindeki yolcuları ile ve insanlar için yararlı olan malları, ticaret eşyaları ve kendileri vasıtasıyla maslahatlarının ayakta kalabildiği ve geçimlerinin düzenlendiği eşyalarıyla üzerinde akar giderler. İnsanlara bu araçları yapma ilhamını veren, bunları yapabilme gücünü ihsan eden ve kendileri vasıtası ile bu araçları yapabilecekleri gereçleri yaratan kimdir? Bu gemiler için denizi amade kılarak orada izni ile gemileri yürüten denizi ve rüzgarları musahhar kılan kimdir? Kara ve deniz vasıtaları için ateşi, bunların hareketlerine yardımcı olan ve yüklerini teşkil eden malları taşımalarını sağlayan enerji ve özel madenleri yaratan kimdir? Bütün bunlar kendiliklerinden mi meydana gelmiştir? Acaba annesinin karnından hiçbir bilgi ve güce sahip olmaksızın dünyaya gelen, sonra da Rabbi tarafından ona bu güç verilip ve dilediği şeyleri öğretilen bu aciz ve zayıf varlık mı hiçbir şeye bağımlı olmaksızın bunları meydana getirebilmiştir? Yoksa bütün bunları yapan bir ve tek hakim, alim, hiçbir şeyin aciz bırakmadığı ve kendisi için hiçbir şeyin imkânsız olmadığı Yüce Yaratıcı mıdır? Elbette! Her şey onun rububiyeti önünde itaatle boyun eğmiştir. Azameti önünde boyun bükmüştür, onun ceberrutu karşısında zillet ve itaatini sunmuştur. Zayıf ve güçsüz olan kul ise nihâyetinde kendileri dolayısıyla bu büyük işlerin var olduğu sebeplerde küçük bir parça olmaktan ibarettir. İşte bu da Yüce Allah’ın yarattıklarına rahmet ve inâyetinin delillerindendir. Bu da bütün muhabbetin O’na tahsis edilmesini, yalnız O’ndan korkulup yalnız O’ndan umulmasını, bütün itaatin, zillet ve tazimin O’na tahsis edilmesini gerektirir. “Allah’ın gökten indirdiği suda” yani bulutlardan inen yağmurda “ki O onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltir” bu yağmur vesilesi ile yeryüzü çeşitli gıdaları, çeşitli bitkileri ortaya çıkarır. Bunlar ise yaratıklar için zorunlu şeylerdir, bunlar olmadan yaşayamazlar. İşte bu, bu suyu indirenin ve bununla onca bitkiyi ortaya çıkaranın kudretine, kullarına olan rahmet ve lütfuna, onların maslahatlarını temin ettiğine, kullarının O’na son derece ve her bakımdan zorunlu olarak muhtaç olduklarına açık bir delil değil midir? Durumun böyle olması Allah’ın onların yegane ma’bud ve ilâhları olmasını gerektirmiyor mu? Yine bu, ölülerin diriltileceğine, amellerinin karşılıklarının da kendilerine verileceğine bir delil değil midir? “ve orada” yani yeryüzünde “her çeşit canlıyı yayar” yeryüzünün her bir bölgesinde türlü canlıları yaymış olması da O’nun kudretine, azametine, vahdaniyetine, uçsuz bucaksız egemenliğine bir delildir. O bütün bunları insanlara amade kılmıştır ve insanlar bütün yönleri ile bunlardan yararlanmaktadırlar. Bu canlı varlıkların kimilerinin etlerini yerler, kimilerinin sütlerini içerler, kimilerinin de sırtına binerler. Kimileri insanlar için faydalı işleri görmekte, onları korumakta, kimileri de insanların ibret almasına vesile olmaktadır. Kısacası O, yeryüzünde her türlü canlıyı yaymış bulunmaktadır. Bütün bu canlıların da rızıklarını veren, onların gıda ve ihtiyaçlarını teminat altına alan O’dur. “Yeryüzünde rızkı Allah tarafından karşılanmayan hiçbir canlı yoktur. O her bir canlının karar kıldığı yeri de emanet bırakıldığı yeri de bilir.” (Hud, 11/6) “Rüzgarların estirilişinde” sıcak ve soğuk, güneyden ve kuzeyden, doğudan ve batıdan ve bunların arasındaki yönlerden estirilmesinde… Kimi rüzgârlar bulutları kaldırır, kimi rüzgârlar bulutları birbirine yakınlaştırıp kaynaştırır, kimi rüzgârlar bulutları aşılar, kimi rüzgârlar yağmur yağdırır, kimi rüzgarlar bulutları dağıtır ve zararlarını ortadan kaldırır, kimi rüzgarlar rahmettir; kimi rüzgarlar azap gönderilmesine vesiledir. Bu rüzgârları, bu şekilde evirip çeviren ve bunlara kulların muhtaç olmamaları söz konusu olmayacak menfaatleri tevdi eden kimdir? Bütün canlıların yaşamalarına sebep olsun diye bedenler, ağaçlar, tahıllar ve bitkiler yaşayabilsin diye bunları musahhar kılan Aziz, Hakim, Rahim, kullarına Latif, her türlü zilletin ve itaatin arz edilmesine, sevginin, tevbe ile dönüşün ve ibadetin kendisine tahsis edilmesine layık olandan başka kim olabilir? “Gökle yer arasında boyun eğdirilmiş bulut” hafifliğine ve letafetine rağmen pek çok su taşır. Yüce Allah bu bulutları dilediği yere sürer. Bu bulutlarla toprakları ve kulları ihya eder. Tepeleri ve ovaları sular. İnsanlara bu yağmuru ihtiyaç duydukları vakit indirir. Fazlası onlara zarar verecek olursa yağdırmaz. Buna göre o yağmuru rahmet ve lütuf olmak üzere indirir, inâyet ve şefkat kastı ile yağdırır. Onun saltanatı ne büyük, ihsanı ne bol, lütufları ne kadar inceliklidir. Onun rızkı ile yararlanan, ihsanı ile geçinen kulların, bunları Allah’ı gazaplandıracak işlerde, masiyet yolunda kullanmaları çirkin bir iş değil midir? İnsanlar bunu yapmakla birlikte O’nun bunca ihsanı hilmine, sabrına, affına, bağışlamasına ve lütfunun büyüklüğüne delil değil midir? Başında da sonunda da hamd yalnız O’nundur. Gizlisi ile açığı ile hamd yalnız O’nadır. Hülasa aklı başında olan bir insan bu yaratıklar üzerinde düşündükçe, bu harikulade mahlûkatın harikulade özelliklerini düşünmeye daldıkça, ilâhi sanatı yakından inceleyip bunlardaki yüce Rabbin, ihsan ve hikmetinin inceliklerini daha bir gördükçe bunların hak için ve hak ile yaratılmış olduğunu bilir. Yine bilir ki bunlar, Allah’ın kendi zatı ve vahdaniyetine dair bildirdiklerine ve peygamberlerin de âhiret gününe dair verdikleri haberlere delil teşkil eden ve bu mahlûkatın musahhar kılındıklarını ve hiçbirisinin idare edilmesinin, onları yaratan ve idare eden zat için bir zorluğu olmadığını gösteren ilâhî âyetlerin sahifeleri ve kitapları olduğunu bilmiş olur. Bunları düşünen bir akıl, âlem-i ulvinin de alem-i süflinin de O’na muhtaç olduğunu, O’na boyun eğdiklerini, O’nun ise hiçbir mahlukata muhtaç olmadığını görür. Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. Onun dışında hiçbir Rab yoktur.
Ayet: 165 - 167 #
{وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَتَّخِذُ مِنْ دُونِ اللَّهِ أَنْدَادًا يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللَّهِ وَالَّذِينَ آمَنُوا أَشَدُّ حُبًّا لِلَّهِ وَلَوْ يَرَى الَّذِينَ ظَلَمُوا إِذْ يَرَوْنَ الْعَذَابَ أَنَّ الْقُوَّةَ لِلَّهِ جَمِيعًا وَأَنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعَذَابِ (165) إِذْ تَبَرَّأَ الَّذِينَ اتُّبِعُوا مِنَ الَّذِينَ اتَّبَعُوا وَرَأَوُا الْعَذَابَ وَتَقَطَّعَتْ بِهِمُ الْأَسْبَابُ (166) وَقَالَ الَّذِينَ اتَّبَعُوا لَوْ أَنَّ لَنَا كَرَّةً فَنَتَبَرَّأَ مِنْهُمْ كَمَا تَبَرَّءُوا مِنَّا كَذَلِكَ يُرِيهِمُ اللَّهُ أَعْمَالَهُمْ حَسَرَاتٍ عَلَيْهِمْ وَمَا هُمْ بِخَارِجِينَ مِنَ النَّارِ (167)}.
165- (Bütün bunlara rağmen) insanlardan bir kısmı Allah’ın yanı sıra birtakım ortaklar ediniyorlar da onları Allah sever gibi seviyorlar. İman edenlerin Allah’a olan sevgisi ise çok daha güçlüdür. Zulmedenler azabı görecekleri vakit (anlayacakları gibi şimdi de) kuvvetin bütünüyle Allah’ın olduğunu ve Allah’ın azabının gerçekten çok şiddetli olduğunu bir bilseler! 166- O zaman kendilerine uyulanlar, uyanlardan uzaklaşacaklardır. O azabı görecekler ve aralarındaki bütün bağlar da kopacaktır. 167- (Onlara) uyanlar da: “Keşke, bizim için (dünyaya) bir dönüş imkânı olsa da onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan uzaklaşsak!” derler. İşte böylece Allah onlara amellerini üzerlerine çökmüş pişmanlıklar halinde gösterecektir. Onlar o ateşten çıkacak da değillerdir.
#
{165 ـ 166 ـ 167} ما أحسن اتصال هذه الآية بالتي قبلها، فغنه تعالى لما بين وحدانيته وأدلتها القاطعة وبراهينها الساطعة الموصولة إل علم اليقين المزيلة لكل شك ذر هنا أن {من الناس}، مع هذا البيان التام {من يتخذ} من المخلوقين {أنداداً} لله؛ أي: نظراء ومثلاء يساويهم في الله بالعبادة والمحبة والتعظيم والطاعة، ومن كان بهذه الحالة ـ بعد إقامة الحجة وبيان التوحيد ـ علم أنه معاند لله، مشاق له، أو معرض عن تدبر آياته، والتفكر في مخلوقاته فليس له أدنى عذر في ذلك، بل قد حقت عليه كلمة العذاب، وهؤلاء الذين يتخذون الأنداد مع الله لا يسوونهم بالله في الخلق والرزق والتدبير، وإنما يسوونهم به في العبادة فيعبدونهم ليقربوهم إليه، وفي قوله اتخذوا دليل على أنه ليس لله ندٌّ وإنما المشركون جعلوا بعض المخلوقات أنداداً له تسمية مجردة ولفظاً فارغاً من المعنى؛ كما قال تعالى: {وجعلوا لله شركاء قل سموهم أم تنبئونه بما لا يعلم في الأرض أم بظاهر من القول}؛ {إن هي إلاَّ أسماء سميتموها أنتم وآباؤكم ما أنزل الله بها من سلطان إن يتبعون إلاَّ الظن}. فالمخلوق ليس ندًّا لله لأن الله هو الخالق وغيره مخلوق والرب الرازق ومن عداه مرزوق، والله هو الغني وأنتم الفقراء وهو الكامل من كل الوجوه، والعبيد ناقصون من جميع الوجوه، والله هو النافع الضار، والمخلوق ليس له من النفع والضر والأمر شيء، فعلم علماً يقيناً بطلان قول من اتخذ من دون الله آلهة وأنداداً سواء كان ملكاً أو نبيًّا أو صالحاً أو صنماً أو غير ذلك وإن الله هو المستحق للمحبة الكاملة والذل التام، فلهذا مدح الله المؤمنين بقوله: {والذين آمنوا أشد حبًّا لله}؛ أي: من أهل الأنداد لأندادهم لأنهم أخلصوا محبتهم له وهؤلاء أشركوا بها، ولأنهم أحبوا من يستحق المحبة على الحقيقة الذي محبته هي عين صلاح العبد وسعادته وفوزه. والمشركون أحبوا من لا يستحق من الحب شيئاً ومحبته عين شقاء العبد وفساده وتشتت أمره. فلهذا توعدهم الله بقوله: {ولو يرى الذين ظلموا}؛ باتخاذ الأنداد والانقياد لغير رب العباد وظلموا الخلق بصدهم عن سبيل الله وسعيهم فيما يضرهم {إذ يرون العذاب}؛ أي: يوم القيامة عياناً بأبصارهم {أن القوة لله جميعاً وأن الله شديد العذاب}؛ أي: لعلموا علماً جازماً أن القوة والقدرة لله كلها وأن أندادهم ليس فيها من القوة شيء، فتبين لهم في ذلك اليوم ضعفها وعجزها لا كما اشتبه عليهم في الدنيا، وظنوا أن لها من الأمر شيئاً وأنها تقربهم إليه وتوصلهم إليه فخاب ظنهم، وبطل سعيهم، وحق عليهم شدة العذاب ولم تدفع عنهم أندادهم شيئاً، ولم تغن عنهم مثقال ذرة من النفع، بل يحصل لهم الضرر منها من حيث ظنوا نفعها. وتبرأ المتبعون من التابعين، وتقطعت بينهم الوصل التي كانت في الدنيا لأنها كانت لغير الله وعلى غير أمر الله، ومتعلقة بالباطل الذي لا حقيقة له فاضمحلت أعمالهم، وتلاشت أحوالهم، وتبين لهم أنهم كانوا كاذبين وأن أعمالهم التي يؤملون نفعها وحصول نتيجتها انقلبت عليهم حسرة وندامة وأنهم خالدون في النار لا يخرجون منها أبداً، فهل بعد هذا الخسران خسران؟ ذلك بأنهم اتبعوا الباطل فعملوا العمل الباطل ورجوا غير مرجوٍ وتعلقوا بغير متعلق فبطلت الأعمال ببطلان متعلقها ولما بطلت وقعت الحسرة بما فاتهم من الأمل فيها فضرتهم غاية الضرر، وهذا بخلاف من تعلق بالله الملك الحق المبين، وأخلص العمل لوجهه، ورجا نفعه فهذا قد وضع الحق في موضعه، فكانت أعماله حقًّا لتعلقها بالحق ففاز بنتيجة عمله ووجد جزاءه عند ربه غير منقطع كما قال تعالى: {الذين كفروا وصدوا عن سبيل الله أضل أعمالهم، والذين آمنوا وعملوا الصالحات وآمنوا بما نزل على محمد وهو الحق من ربهم كفر عنهم سيئاتهم وأصلح بالهم، ذلك بأن الذين كفروا اتبعوا الباطل وأن الذين آمنوا اتبعوا الحق من ربهم كذلك يضرب الله للناس أمثالهم}. وحينئذ يتمنى التابعون أن يردوا إلى الدنيا فيتبرؤوا من متبوعهم بأن يتركوا الشرك بالله ويقبلوا على إخلاص العمل لله، وهيهات فات الأمر وليس الوقت وقت إمهال وإنظار، ومع هذا فهم كذبة فلو ردوا لعادوا لما نهوا عنه وإنما هو قول يقولونه وأماني يتمنونها حنقاً وغيظاً على المتبوعين لما تبرؤوا منهم والذنب ذنبهم فرأس المتبوعين على الشر إبليس ومع هذا يقول لأتباعه: {لما قضي الأمر إن الله وعدكم وعد الحق ووعدتكم فأخلفتكم، وما كان لي عليكم من سلطان إلا أن دعوتكم فاستجبتم لي فلا تلوموني ولوموا أنفسكم}.
165. Bu âyet-i kerimenin bir önceki âyetle bağlantısı ne kadar da güzeldir! Yüce Allah vahdaniyetini, bunun kat’i delillerini ve her türlü şüpheyi ortadan kaldıran ve kesin bilgiye ulaştıran apaçık belgelerini beyan ettikten sonra, burada da şöyle buyurmaktadır: “İnsanlardan bir kısmı” bunca eksiksiz açıklamaya rağmen bazı yaratılmışları “Allah’ın yanı sıra birtakım ortaklar ediniyorlar…” Yani ibadet, muhabbet, tazim ve itaatte Allah’a denk ve benzer tutuyorlar. Artık delilin ortaya konulmasından ve tevhidin açıklanmasından sonra bu durumda olan bir kimsenin, Allah’a karşı inatlaşan, Allah’a karşı çıkan bir kimse olduğu yahut da Allah’ın âyetleri ve Allah’ın yarattıkları üzerinde tefekkür ve düşünmekten yüz çeviren bir kimse olduğu anlaşılır. O nedenle de böylesinin bu yüz çevirmesinde ve inatlaşmasında en küçük bir mazereti dahi olamaz. Aksine böyleleri hakkında azap hak olmuştur. Allah’la birlikte ortaklar edinen bu kimseler, onları yaratma, rızık verme ve varlıkların işlerini idare etme gibi hususlarda Allah’a eşit görüyor değillerdi. Sadece, ortak edindiklerini ibadette Allah’a eşit kabul ediyor ve kendilerini Allah’a yakınlaştırsınlar diye bu varlıklara ibadet ediyorlardı. Yüce Allah’ın: “ediniyorlar” buyurmasında Allah’ın hiçbir denginin olmadığına, müşriklerin birtakım yaratılmışları O’na denk tutmalarının ise sadece mücerret bir adlandırma ve anlamsız boş sözlerden ibaret olduğuna delil vardır. Nitekim bir başka yerde de şöyle buyrulmaktadır: “Onlar Allah’a ortak koştular. De ki: Bunların adlarını söyleyin bakalım! Siz yeryüzünde ona bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz; yoksa siz üstünkörü söz mü söylüyorsunuz?” (er-Râd, 13/33); “Onlar ancak sizin ve atalarınızın adlandırdığı ve Allah’ın kendileri hakkında hiçbir delil indirmediği birtakım isimlerden ibarettir. Onlar ancak zanna uyarlar.” (en-Necm, 53/23) Hiçbir yaratılmış Allah’a denk olamaz; çünkü Allah yaratıcıdır, onun dışındaki varlıklar ise yaratılmıştır. O Rabdir, rızık verendir. Onun dışındakiler ise rızık verilendir. Allah hiçbir şeye muhtaç olmayan zengindir, yaratılmışlar ise O’na muhtaçtır. O her bakımdan kâmildir, eksiklikten münezzehtir. Kullar ise bütün yönleri ile eksiktirler. Fayda da veren, zarar da veren Allah’tır. Yaratılmış varlıkların ise kendiliklerinden fayda ve zarar verme güçleri, herhangi bir şeye sahip olmaları söz konusu değildir. Böylelikle kesin olarak Allah’tan başka ilâhlar ve ortaklar edinenlerin sözlerinin bâtıl olduğu ortaya çıkmaktadır. Ortak edinilen bu varlık ister bir melek, ister bir peygamber, ister salih bir kul, ister bir put, ister başka bir şey olsun fark etmez. Yine kesin olarak kâmil sevgiye ve huzurunda tam bir zilletle boyun eğmeye müstahak olan yalnız Allah’tır. Bundan dolayı Yüce Allah mü’minleri: “İman edenlerin Allah’a olan sevgisi ise çok daha güçlüdür.” diyerek övmektedir. Yani mü’minler ortak edinenlerin ortaklarına duydukları sevgiden çok daha kuvvetli bir sevgi ile Allah’ı severler. Çünkü onlar sevgilerini Allah’a tahsis etmişler. Onlar ise o sevgiye başkalarını ortak etmişlerdir. Ayrıca mü’minler gerçek anlamda sevgiye layık olan, sevilmesi kulun salahının, mutluluğunun ve kurtuluşunun tâ kendisi olan bir zatı sevmişlerdir. Müşrikler ise hiçbir şekilde sevilmeye layık olmayan ve sevilmesi de kulun bedbahtlığının, fesada ermesinin, işlerinin darmadağınık olmasının ve yüzüstü kalmasının sebebi olan varlıkları sevmişlerdir. Bundan dolayı da Yüce Allah böylelerini şu buyruğu ile tehdit etmektedir: Allah’a ortaklar koşmak, kulların gerçek Rabbinden başkasına boyun eğmek, Allah’ın yolundan alıkoymak ve insanların zararına çalışmak suretiyle “Zulmedenler” Kıyamet gününde gözleri ile ayan beyan “azabı görecekleri vakit (anlayacakları gibi şimdi de) kuvvetin bütünüyle Allah’ın olduğunu ve Allah’ın azabının gerçekten çok şiddetli olduğunu bir bilseler!” Yani azabı göreceklerinde kuvvet ve kudretin bütünü ile Allah’a ait olduğunu, koştukları ortakların ise hiçbir güce sahip olmadıklarını, anlayacaklardır. İşte o gün ortaklarının güçsüz ve aciz olduklarını dünya hayatında iken sandıkları gibi herhangi bir yetkiye sahip olmadıklarını, bu ortakların kendilerini Allah’a yakınlaştıramadığını, Allah’a ulaştıramadıklarını göreceklerdir. Böylelikle zanlarının boş olduğu ortaya çıkacak, çabaları boşa gitmiş olacaktır. Ağır ve çetin azap onlara hak olacak ve ortakları onların azaplarından hiçbir şeyi geri çeviremeyecek, onlara zerre ağırlığı kadar bir faydaları dokunmayacaktır. Tam aksine faydalı olacaklarını sandıkları bu varlıklardan dolayı zarar göreceklerdir. 166-167. “O zaman kendilerine uyulanlar, uyanlardan uzaklaşacaklardır. O azabı görecekler ve aralarındaki bütün bağlar da kopacaktır.” Kendilerine uyulanlar kendilerine uyanlar ile hiçbir ilişkilerinin olmadığını ilan edecek, dünyada iken aralarında bulunan her türlü bağ paramparça olacaktır. Çünkü aradaki bu bağlar Allah’tan başkası içindi ve Allah’ın emrine uygun değildi ve hiçbir aslı olmayan bâtıl ile alakalıydı. Bundan dolayı amelleri darmadağınık ve halleri de perişan olacaktır. Yalan söylemiş olduklarını açıkça anlayacaklar. Fayda vereceğini, sonuç alacaklarını sandıkları amelleri ise aleyhlerine bir hasret ve bir pişmanlığa dönüşmüş olacaktır. Onlar ebediyen, bir daha hiç çıkmamak üzere Cehenneme gireceklerdir. O halde bu hüsrandan öte bir hüsran var mıdır? Buna sebep ise onların bâtıla uymaları, umut bağlanmaması gereken şeye umut bağlamaları, bağlanılmaması gereken yere bağlanmalarıdır. Böylece amellerinin bağlı olduğu şey batıl ve boş olunca amelleri de boşa çıkacaktır. Amelleri boşa çıkınca da umdukları boşa çıktığı için pişmanlık duyacaklar ve umut bağladıkları bu varlıklar kendileri için çok büyük zarara neden olacaktır. Mutlak Melik ve apaçık hakkın kendisi olan Allah’a bağlanan, amelini yalnız O’nun için ihlâsla yapan ve O’nun faydasını uman kişin durumu ise çok farklıdır. Böylesi hakkı yerli yerine koymuştur. O nedenle amelleri de hak olmuştur. Çünkü amelleri hakka bağlıdır. Bundan dolayı böyle bir kimse amelinin neticesini elde ederek kurtulur. Amelinin karşılığını Rabbinin nezdinde kesintisiz ve eksiksiz olarak bulur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Kâfir olup Allah’ın yolundan alıkoyanların amellerini (Allah) boşa çıkartır. İman edip salih amel işleyenler ve Muhammed’e indirilene -ki o Rabb’lerinden gelen hakkın tâ kendisidir- iman edenlerin ise (Allah) günahlarını bağışlar ve hallerini ıslah eder. Bu böyledir çünkü kâfir olanlar bâtıla uymuşlardır. İman edenler ise Rablerinden gelen hakka uymuşlardır. İşte Allah insanlara misallerini böyle açıklar.” (Muhammed, 47/1-3) İşte o vakit bâtıl önderlerin peşinden gidenler dünya hayatına geri döndürülerek Allah’a ortak koşmayı terk etmek ve ameli Allah için ihlâsla yapmaya yönelmek suretiyle uydukları önderlerden uzaklaşmayı temenni edeceklerdir. Ancak iş işten geçmiş olacaktır. Çünkü o vakit, mühlet verilecek ve süre tanınacak bir vakit değildir. Buna rağmen onlar bu temennilerinde de yalancıdırlar. Zira eğer dünyaya geri döndürülecek olsalar yine kendilerine yasak kılınmış şeylere tekrar dönerler. Onların bu sözleri, uydukları kimseler kendilerinden uzaklaştıklarında öfke ve kızgınlıkla söyledikleri bir sözden ve kuruntudan ibaret bir temenniden öte bir şey değildir. Zira günah onların günahıdır. Kötülüklerde kendisine uyulanların başı İblistir. Bununla beraber o kendilerine uyanlara şöyle diyecektir: “İş olup bitince şeytan da der ki: Doğrusu Allah’ın size verdiği söz gerçekti, ben de size vaadde bulunmuştum ama size verdiğim sözde durmadım. Zaten benim sizin üzerinizde hiçbir nüfuzum da yoktu. Yalnız ben sizi çağırdım, siz de çağrımı kabul ettiniz, o halde beni kınamayın, bilakis kendinizi kınayın.” (İbrahim, 14/22).
Ayet: 168 - 170 #
{يَاأَيُّهَا النَّاسُ كُلُوا مِمَّا فِي الْأَرْضِ حَلَالًا طَيِّبًا وَلَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ إِنَّهُ لَكُمْ عَدُوٌّ مُبِينٌ (168) إِنَّمَا يَأْمُرُكُمْ بِالسُّوءِ وَالْفَحْشَاءِ وَأَنْ تَقُولُوا عَلَى اللَّهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ (169) وَإِذَا قِيلَ لَهُمُ اتَّبِعُوا مَا أَنْزَلَ اللَّهُ قَالُوا بَلْ نَتَّبِعُ مَا أَلْفَيْنَا عَلَيْهِ آبَاءَنَا أَوَلَوْ كَانَ آبَاؤُهُمْ لَا يَعْقِلُونَ شَيْئًا وَلَا يَهْتَدُونَ (170)}
168- Ey insanlar! Yeryüzündeki şeylerden helâl ve temiz olanlarını yiyin. Şeytanın adımlarına da uymayın, zira o size apaçık bir düşmandır. 169- O size ancak kötülüğü, hayâsızlığı ve Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder. 170- Onlara: “Allah’ın indirdiğine uyun” denildiği zaman onlar: “Hayır biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız” derler. Ya ataları bir şeye akıl erdirememiş ve doğruyu bulamamış idiyseler!?
#
{168} هذا خطاب للناس كلهم مؤمنهم وكافرهم، فامتن عليهم بأن أمرهم أن يأكلوا من جميع ما في الأرض من حبوب وثمار وفواكه وحيوانات حالة كونها {حلالاً}؛ أي: محللاً لكم تناوله ليس بغصب ولا سرقة ولا محصلاً بمعاملة محرمة أو على وجه محرم أو معيناً على محرم {طيباً}؛ أي: ليس بخبيث كالميتة والدم ولحم الخنزير والخبائث كلها. ففي هذه الآية دليل على أن الأصل في الأعيان الإباحة أكلاً وانتفاعاً وأن المحرم نوعان: إما محرم لذاته وهو الخبيث الذي هو ضد الطيب، وإما محرم لما عرض له وهو المحرم لتعلق حق الله أو حق عباده به، وهو ضد الحلال. وفيه دليل على أن الأكل بقدر ما يقيم البنية واجب يأثم تاركه لظاهر الأمر، ولما أمرهم باتباع ما أمرهم به إذ هو عين صلاحهم نهاهم عن اتباع {خطوات الشيطان}؛ أي: طرقه التي يأمر بها، وهي جميع المعاصي من كفر وفسوق وظلم، ويدخل في ذلك تحريم السوائب والحام ونحو ذلك، ويدخل فيه [أيضاً] تناول المأكولات المحرمة. {إنه لكم عدو مبين}؛ أي: ظاهر العداوة فلا يريد بأمركم إلا غشكم وأن تكونوا من أصحاب السعير، فلم يكتف ربنا بنهينا عن اتباع خطواته حتى أخبرنا وهو أصدق القائلين بعداوته الداعية للحذر منه، ثم لم يكتف بذلك حتى أخبرنا بتفصيل ما يأمر به، وأنه أقبح الأشياء، وأعظمها مفسدة، فقال:
168. “Ey insanlar! Yeryüzündeki şeylerden helâl ve temiz olanlarını yiyin.” Bu mü’minleri ile kâfirleri ile bütün insanlara yönelik bir hitaptır. Yüce Allah onlara yeryüzünde bulunan tahıl, mahsul, meyve ve hayvanat gibi her bir şeyden yemelerini emrederek lütfunu hatırlatmaktadır. Şu kadar var ki yiyecekleri bu şeyler “helâl ve temiz” olmalıdır. Yani kullanmanız helâl olan şeylerden olmalıdır. Gasp veya hırsızlık yoluyla alınmış yahut da haram kılınan bir işlemle elde edilmiş, haram bir yolla ele geçirilmiş ya da haram olan bir şeye yardımcı olmak üzere alınmış olmamalıdır. Aynı şekilde pis ve murdar da olmamalıdır. Leş, kan, domuz eti ve diğer bütün murdar pislikler böyledir. Bu âyet-i kerime yemek ya da yararlanmak kastı ile kullanım yönünden “eşyada asıl olanın mubahlık” olduğuna, haramın da bizzat (lizatihi) haram ve arızî bir sebeple (li ğayrihi) haram şeklinde iki kısım olduğuna delil vardır. Haram lizatihi, hoş ve temizin aksine murdar ve pis olduğu için haram olan şeydir. Arızî bir sebep dolayısıyla (li ğayrihi) haram ise Allah’ın ya da kullarının hakkı kendisine taalluk ettiğinden dolayı haram olan şey demektir ve helâlin zıddıdır. Yine bu ayette insanın bünyesini ayakta tutacak miktar yemesinin farz olduğuna ve bunu terk edenin günahkâr olacağına delil vardır. Zira ayetteki “yiyin” emrinin zahiri bunu göstermektedir. Yüce Allah, kullarına verdiği emirlere tâbî olmalarını -ki Allah’ın emirlerine uymak insanların iyiliklerinin tâ kendisidir- emrettikten sonra bir de onlara “şeytanın adımlarına uymayı”, yani şeytanın emrettiği yollarda yürümelerini yasaklamıştır. Bu yollar ise küfür, fasıklık ve zulüm kabilinden olan bütün masiyetlerdir. Saibe, hâm ve benzeri (cahiliye döneminde kutsal sayılan) hayvanların haram kılınması bunun kapsamına girdiği gibi haram olan yiyecekleri yemek de bunun kapsamına girmektedir. “Zira o size apaçık bir düşmandır.” Düşmanlığı açıkça ortadadır. O nedenle o size verdiği emirler ile sadece sizi aldatır ve sizin Cehennemliklerden olmanızı ister. Yüce Rabbimiz bize şeytanın adımlarına tâbî olmayı yasaklamakla yetinmeyip -söz söyleyenlerin en doğrusu olarak- bize bu düşmandan sakınmamızı gerektiren düşmanlığını da haber vermektedir. Yine bununla da yetinmeyip şeytanın emrettiği hususları da genişçe açıklamakta, onun emirlerinin her şeyin en çirkini ve en kötüsü olduğunu da bildirerek şöyle buyurmaktadır:
#
{169} {إنما يأمركم بالسوء}؛ أي: الشر الذي يسوء صاحبه، فيدخل في ذلك جميع المعاصي فيكون قوله، {والفحشاء}؛ من باب عطف الخاص على العام لأن الفحشاء من المعاصي ما تناهى قبحه كالزنا وشرب الخمر والقتل والقذف والبخل ونحو ذلك مما يستفحشه من له عقل {وأن تقولوا على الله مالا تعلمون}؛ فيدخل في ذلك القول على الله بلا علم في شرعه وقدره، فمن وصف الله بغير ما وصف به نفسه، أو وصفه به رسوله، أو نفى عنه ما أثبته لنفسه، أو أثبت له ما نفاه عن نفسه؛ فقد قال على الله بلا علم، ومن زعم أن لله ندًّا وأوثاناً تقرب مَنْ عَبَدَها من الله فقد قال على الله تعالى بلا علم، ومن قال: إن الله أحل كذا، أو حرم كذا، أو أمر بكذا، أو نهى عن كذا بغير بصيرة، فقد قال على الله بلا علم، ومن قال: إنَّ الله خلق هذا الصنف من المخلوقات للعلة الفلانية بلا برهان له بذلك؛ فقد قال على الله بلا علم. ومن أعظم القول على الله بلا علم أن يتأول المتأول كلامه أو كلام رسوله على معاني اصطلح عليها طائفة من طوائف الضلال ثم يقول إن الله أرادها، فالقول على الله بلا علم من أكبر المحرمات وأشملها وأكبر طرق الشيطان التي يدعو إليها، فهذه طرق الشيطان التي يدعو إليها هو وجنوده، ويبذلون مكرهم وخداعهم على إغواء الخلق بما يقدرون عليه، وأما الله تعالى فإنه يأمر بالعدل والإحسان وإيتاء ذي القربى وينهى عن الفحشاء والمنكر والبغي. فلينظر العبد نفسه مع أي الداعيَيْنِ [هو] ومن أي الحِزْبَيْنِ؟ أتتبع داعي الله الذي يريد لك الخير والسعادة الدنيوية والأخروية الذي كل الفلاح بطاعته وكل الفوز في خدمته وجميع الأرباح في معاملة المنعم بالنعم الظاهرة والباطنة، الذي لا يأمر إلا بالخير ولا ينهى إلا عن الشرِّ، أم تتبع داعي الشيطان الذي هو عدو الإنسان الذي يريد لك الشرَّ ويسعى بجهده على إهلاكك في الدنيا والآخرة؟ الذي كل الشرِّ في طاعته وكل الخسران في ولايته، الذي لا يأمر إلا بشرٍّ ولا ينهى إلا عن خير.
169. “O size ancak kötülüğü… emreder” sahibinin kötülüğüne sebep teşkil eden şerri emreder. Bunun kapsamına her türlü masiyet girmektedir. Buna göre “hayâsızlığı” buyruğu ise özelin genele atfedilmesi kabilinden olur. Çünkü hayâsızlık (الفحشاء); zina, içki içmek, adam öldürmek, iftirada bulunmak, cimrilik ve benzeri gibi her bir aklın çirkin gördüğü ve çirkinliği en ileri derecede olan günahlardır. “ve Allah’a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.” Bunun kapsamına bilgisizce Allah hakkında, hem şeriatına hem kaderine dair söz söylemeler girer. Yüce Allah’ı kendisinin ve Peygamberinin vasfetmediği şekilde vasfeden yahut O’nun zatı hakkında bildirdiği sıfatı kabul etmeyen ya da kendi zatı hakkında kabul etmediği bir şeyi ileri süren herkes, Allah hakkında bilgisizce söz söylemiş olur. Allah’a batıl zanları gereği ortaklar edinip putları ona eş tutan ve bunların Allah’a yaklaştırdıklarını iddia edenler de Allah’a karşı bilgisizce söz söylemiş olurlar. Yol gösterici herhangi bir delile dayanmaksızın, Allah bunu helâl, şunu haram kıldı, şunu emretti, bunu yasakladı, diyen bir kimse Allah hakkında bilgisizce söz söylemiş olur. Allah şu mahlûkat türünü -buna dair herhangi bir delil bulunmaksızın- şu sebepten yaratmıştır diyen bir kimse de aynı şekilde Allah hakkında bilgisi olmaksızın söz söylemiş olur. Allah hakkında bilgisizce söz söyleme şekillerinin en büyüklerinden birisi de Yüce Allah’ın ya da Rasûlü’nün sözünü, sapık kesimlerden herhangi bir kesimin kabul ettiği terimlere uygun olarak tevil edip sonra da Allah bunu murad etmiştir, diyenlerin sözüdür. Allah hakkında bilgisizce söz söylemek haramların en büyüklerinden, en kapsamlılarından, şeytanın kendisine davet ettiği yolların en tehlikelilerindendir. İşte şeytanın ve askerlerinin davet ettiği ve ellerinden geldiğince insanları azdırmak için bütün hile ve tuzaklarını ortaya koydukları yollar bunlardır. Yüce Allah ise adaleti, iyiliği, yakınları gözetmeyi emreder. Hayâsızlıktan, kötülükten ve haddi aşmaktan da men eder. Bu bakımdan kul kendisine iyice dikkat etmelidir: Bu iki davetçi tarafın hangisi ile birliktedir ve bu iki gruptan hangisindendir? Senin için hayrı, dünya ve âhiret mutluluğunu isteyen davetçiye mi uymaktasın, her türlü kurtuluşun kendisine itaatle, her türlü arzun ve emelin kendisine hizmetle elde edildiği; açık ve gizli nimetleri ihsan eden, hayırdan başkasını emretmeyen ve şerden başkasını da yasaklamayan, her türlü kâr kendisiyle istediği şekilde ticarette bulunmakla elde edilen Allah’ın davetçisine mi tâbî olmaktasın; yoksa insanın düşmanı olan ve senin için kötülüğü isteyen, bütün gayretiyle dünyada da âhirette de seni helâk etmeye çalışan şeytanın davetçisine mi uymaktasın? O şeytan ki her türlü kötülük ona itaatten kaynaklanır, her türlü hüsran da onu dost bellemekten gelir. O şeytan ki kötülükten başkasını emretmez, hayırdan başka hiçbir şeyden de alıkoymaz.
#
{170} {بل نتبع ما ألفينا عليه آباءنا} فاكتفوا بتقليد الآباء، وزهدوا في الإيمان بالأنبياء، ومع هذا فآباؤهم أجهل الناس وأشدهم ضلالاً. وهذه شبهة لرد الحق واهية، فهذا دليل على إعراضهم عن الحق ورغبتهم عنه وعدم إنصافهم، فلو هدوا لرشدهم وحسن قصدهم لكان الحق هو القصد، ومن جعل الحق قصده، ووازن بينه وبين غيره، تبين له الحق قطعاً واتبعه إن كان منصفاً. ثم قال تعالى:
170. Yüce Allah, müşriklerin durumunu haber vererek onların Allah ve Rasûlü’nün indirdiklerine uymakla emrolundukları vakit bundan yüz çevirdiklerini ve: “Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız” diyerek atalarını taklit etmekle yetindiklerini ve Peygamberlere imana rağbet etmediklerini haber vermektedir. Hâlbuki ataları insanların en bilgisizleri ve en aşırı derecede sapıklarıdır. Atalara uymak hakkı reddetmek için ileri sürülen çürük bir gerekçe, yersiz bir şüphedir. Bu onların haktan yüz çevirdiklerine, hakka rağbet etmediklerine ve insaflı davranmadıklarına delildir. Eğer doğru yola girseler ve güzel bir niyetle doğruya yönelecek olsalardı elbette ki hakka ulaşmayı amaçlarlardı. Hakka ulaşmayı amaçlayan ve hak ile batıl arasında bir kıyaslama yapan kimse de -eğer insaflı davranırsa- kesinlikle hakkı görür ve ona tâbî olur. Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 171 #
{وَمَثَلُ الَّذِينَ كَفَرُوا كَمَثَلِ الَّذِي يَنْعِقُ بِمَا لَا يَسْمَعُ إِلَّا دُعَاءً وَنِدَاءً صُمٌّ بُكْمٌ عُمْيٌ فَهُمْ لَا يَعْقِلُونَ (171)}
171- Küfre saplananların durumu, bağırıp çağırıştan başka bir şey duymayanlara haykıran kimsenin haline benzer. Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Onun için akıl erdirmezler.
#
{171} لما بين تعالى عدم انقيادهم لما جاءت به الرسل وردهم لذلك بالتقليد علم من ذلك أنهم غير قابلين للحق ولا مستجيبين له، بل كان معلوماً لكل أحد أنهم لن يزولوا عن عنادهم، أخبر تعالى أن مثلهم عند دعاء الداعي لهم إلى الإيمان كمثل البهائم التي ينعق لها راعيها وليس لها علم بما يقول داعيها ومناديها، فهم يسمعون مجرد الصوت الذي تقوم به عليهم الحجة، ولكنهم لا يفقهونه فقهاً ينفعهم، فلهذا كانوا صمًّاً لا يسمعون الحق سماع فهم وقبول، عمياً لا ينظرون نظر اعتبار، بُكماً فلا ينطقون بما فيه خير لهم، والسبب الموجب لذلك كله أنه ليس لهم عقل صحيح بل هم أسفه السفهاء وأجهل الجهلاء. فهل يستريب العاقل أن من دُعِيَ إلى الرشاد وذيد عن الفساد، ونُهِيَ عن اقتحام العذاب، وأُمِرَ بما فيه صلاحه وفلاحه وفوزه ونعيمه، فعصى الناصح، وتولى عن أمر ربه، واقتحم النار على بصيرة واتبع الباطل ونبذ الحق أن هذا ليس له مسكة من عقل، وأنه لو اتصف بالمكر والخديعة والدهاء فإنه من أسفه السفهاء.
171. Yüce Allah Peygamberlerin getirdiklerine bağlı olmayışlarını ve taklide sarılarak onların getirdiklerini reddedişlerini açıkça ortaya koyunca artık onların hakkı kabul etmeyen ve hakkın çağrısına uymayan kimseler oldukları meydana çıkmış, dahası herkes onların asla inatlarından vazgeçmeyeceklerini anlamıştır. İşte bunun ardından Allah, onların kendilerini imana çağıran davetçinin karşısındaki durumunun, çobanları kendilerine seslenen ama o seslenen çobanın ne söylediğini anlayamayan davarlar gibi olduklarını haber vermektedir. Onlar sadece, aleyhlerine delilin ortaya konulması sonucunu veren sesi işitirler, fakat kendilerine yararlı olacak şekilde o sesin mahiyetini kavrayamazlar. Bundan dolayı “sağırdırlar” anlayacak ve kabul etmekle sonuçlanacak bir işitme ile hakkı işitmezler, “kördürler” ibret nazarıyla bakmazlar, “dilsizdirler” kendileri için hayır olan sözler söyleyemezler. Bütün bunlara yol açan sebep ise onların sağlıklı bir akla sahip olmayışlarıdır. Hatta bunlar akılsızların akılsızı ve bilgisizlerin bilgisizidirler. Akıllı bir kimse doğruya davet edildiği, fesattan alıkonulduğu, azaba götürecek yolları izlemek kendisine yasaklandığı; buna karşılık salah ve kurtuluşunu gerektiren ve nimete ulaşmasına sebep teşkil edecek emirler kendisine verildiği vakit kendisine öğüt veren kimseye karşı gelen ve Rabbinin nimetinden yüz çevirip bile bile ateşe atılan, batıla uyan ve hakkı bir kenara iten kimsenin zerre kadar aklının bulunmadığından şüphe eder mi hiç? İsterse ileri derecede hile ve tuzaklara başvursun ve düzenbazlıklara girsin… Şüphesiz ki böyle birisi akılsızların en akılsızıdır.
Ayet: 172 - 173 #
{يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ وَاشْكُرُوا لِلَّهِ إِنْ كُنْتُمْ إِيَّاهُ تَعْبُدُونَ (172) إِنَّمَا حَرَّمَ عَلَيْكُمُ الْمَيْتَةَ وَالدَّمَ وَلَحْمَ الْخِنْزِيرِ وَمَا أُهِلَّ بِهِ لِغَيْرِ اللَّهِ فَمَنِ اضْطُرَّ غَيْرَ بَاغٍ وَلَا عَادٍ فَلَا إِثْمَ عَلَيْهِ إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ (173)}
172- Ey iman edenler! Size rızık olarak verdiğimiz şeylerin temiz olanlarından yiyin ve Allah’a şükredin, eğer O’na kulluk ediyorsanız… 173- O size ancak leşi, kanı, domuz etini bir de Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı. Fakat kim mecbur kalır da (harama) saldırmamak ve haddi aşmamak (kaydıyla bunlardan yerse) ona günah yoktur. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir.
#
{172} هذا أمر للمؤمنين خاصة بعد الأمر العام، وذلك أنهم هم المنتفعون على الحقيقة بالأوامر والنواهي بسبب إيمانهم، فأمرهم بأكل الطيبات من الرزق والشكر لله على إنعامه باستعمالها بطاعته والتقوي بها على ما يوصل إليه، فأمرهم بما أمر به المرسلين في قوله: {يا أيها الرسل كلوا من الطيبات واعملوا صالحاً}؛ فالشكر في هذه الآية هو العمل الصالح، وهنا لم يقل حلالاً لأن المؤمن أباح الله له الطيبات من الرزق خالصة من التبعة، ولأن إيمانه يحجزه عن تناول ما ليس له. وقوله: {إن كنتم إياه تعبدون}؛ أي: فاشكروه فدل على أن من لم يشكر الله لم يعبده وحده، كما أن من شكره فقد عبده وأتى بما أمر به، ويدل أيضاً على أن أكل الطيب سبب للعمل الصالح وقبوله. والأمر بالشكر عقيب النعم، لأن الشكر يحفظ النعم الموجودة، ويجلب النعم المفقودة، كما أن الكفر ينفر النعم المفقودة، ويزيل النعم الموجودة.
172. Daha önce verilen genel emirden sonra bu; özel olarak mü’minlere verilmiş bir emirdir. Çünkü verilen emir ve yasaklardan imanları sebebi ile gerçek anlamda faydalananlar onlardır. Yüce Allah onlara temiz ve helâl rızıklardan yemelerini, bu nimetleri dolayısıyla da -onları Allaha itaat uğrunda ve ona itaate götüren yollara ulaşmak için güç kazanmak amacıyla kullanmaları suretiyle- şükretmelerini emretmektedir. Böylelikle Yüce Allah peygamberlere verdiği emrin aynısını mü’minlere de emretmektedir: “Ey Peygamberler, hoş ve temiz şeylerden yiyin ve salih ameller işleyin.” (el-Mü’minûn, 23/51). Bu âyet-i kerimede şükürden kasıt, salih amel işlemektir. Burada ayrıca “helâl” denmemesi, Yüce Allah’ın hoş ve temiz olan rızıkları mü’minlere sorumluluktan uzak bir şekilde mubah kılmış olmasından dolayıdır. Diğer taraftan mü’minin imanı, onu hakkı (helâl) olmayan şeylere el uzatmaktan alıkoyar. “eğer O’na kulluk ediyorsanız” o halde O’na şükredin, demektir. Bu da Allah’a şükretmeyen kimsenin, yalnızca bir ve tek olarak Allah’a ibadet etmediğini göstermektedir. Öte yandan Allah’a şükreden de, Allah’a ibadet etmiş ve emrolunduğunu yerine getirmiş demektir. Aynı zamanda bu, helâl ve temiz olan şeyleri yemenin salih amele ve onun kabul edilmesine vesile olduğuna da delildir. Nimetlerin akabinde şükretme emri şükrün elde bulunan nimetleri koruması, ele geçmemiş nimetleri de kazandırmasından ötürüdür. Nitekim küfür ve nankörlük de elde bulunmayan nimetlerin daha da uzaklaşmasına, mevcut nimetlerin de yok olmasına sebeptir. Yüce Allah hoş ve temiz şeylerin mübah kılındığını zikrettikten sonra pis şeylerin haram kılındığını da söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{173} ولما ذكر تعالى إباحة الطيبات ذكر تحريم الخبائث فقال: {إنما حرم عليكم الميتة}؛ وهي: ما مات بغير تذكية شرعية؛ لأن الميتة خبيثة مضرة لرداءتها في نفسها ولأن الأغلب أن تكون عن مرض فيكون زيادة مرض ، واستثنى الشارع من هذا العموم ميتة الجراد وسمك البحر فإنه حلال طيب {والدم}؛ أي: المسفوح كما قيد في الآية الأخرى {وما أهل به لغير الله}؛ أي ذبح لغير الله كالذي يذبح للأصنام والأوثان من الأحجار والقبور ونحوها، وهذا المذكور غير حاصر للمحرمات، وجيء به لبيان أجناس الخبائث المدلول عليه بمفهوم قوله: {طيبات}؛ فعموم المحرمات تستفاد من الآية السابقة من قوله: {حلالاً طيباً}؛ كما تقدم وإنما حرم علينا هذه الخبائث ونحوها لطفاً بنا وتنزيهاً عن المضر، ومع هذا {فمن اضطر}؛ أي ألجئ إلى المحرم بجوع وعدم أو إكراه {غير باغ}؛ أي: غير طالب للمحرم مع قدرته على الحلال أو مع عدم جوعه {ولا عاد}؛ أي: متجاوز الحد في تناول ما أبيح له اضطراراً فمن اضطر وهو غير قادر على الحلال، وأكل بقدر الضرورة فلا يزيد عليها {فلا إثم}؛ أي: جناح {عليه}؛ وإذا ارتفع الإثم رجع الأمر إلى ما كان عليه، والإنسان بهذه الحالة مأمور بالأكل بل منهيٌّ أن يلقي بيده إلى التهلكة وأن يقتل نفسه، فيجب إذاً عليه الأكل ويأثم إن ترك الأكل حتى مات فيكون قاتلاً لنفسه، وهذه الإباحة والتوسعة من رحمته تعالى بعباده، فلهذا ختمها بهذين الاسمين الكريمين المناسبين غاية المناسبة فقال: {إن الله غفورٌ رحيم}. ولما كان الحل مشروطاً بهذين الشرطين، وكان الإنسان في هذه الحالة ربما لا يستقصي تمام الاستقصاء في تحقيقها، أخبر [تعالى] أنه غفور، فيغفر [له] ما أخطأ فيه في هذه الحال خصوصاً، وقد غلبته الضرورة، وأذهبت حواسه المشقة. وفي هذه الآية دليل على القاعدة المشهورة «الضرورات تبيح المحظورات»، فكل محظور اضطر له الإنسان فقد أباحه له الملك الرحمن، فله الحمد والشكر أولاً وآخراً وظاهراً وباطناً.
173. “O size ancak leşi…” Leş, dine uygun boğazlama dışında bir yolla ölmüş olan demektir. Çünkü leş, pistir ve zararlıdır. Zira özü itibari ile kötüdür. Çoğunlukla da bu tür ölümler, hastalık sebebi ile olmaktadır. Bu ise yiyende daha fazla hastalığa sebep olur. Şâri genel olarak yasak kılınmış olan bu leş kapsamından çekirge ölüsü ile denizlerdeki balıkların ölmüş olanlarını istisna etmiştir. Dolayısıyla da bunlar helâl ve temizdir. “Kanı” yani akıtılmış kanı… Nitekim bir başka âyet-i kerimede (Enam, 6/145) bu şekilde kayıtlandırılmıştır. “Domuz etini bir de Allah’tan başkası adına kesileni haram kıldı.” Yani put ve heykellere kesilen, kabir, türbe ve benzerlerine kesilenler gibi… Sözü geçen bu hususlar, haramların bunlardan ibaret olduğunu ifade etmemektedir. Bunların zikredilmesi Yüce Allah’ın: “…şeylerin temiz olanlarından” buyruğunun mefhumundan anlaşılan çeşitli pis ve murdar şeyleri beyan etmek için zikredilmiştir. Çünkü genel olarak haram kılınan şeyler daha önceki bir âyet-i kerimede geçen: “helâl ve temiz olanlarını” buyruğundan anlaşılmaktadır. Yüce Allah’ın bu gibi pis şeyleri ve benzerleri haram kılması bize bir lütfudur ve bizi zarardan korumak içindir. Bununla birlikte “kim mecbur kalır da” yani açlık, bulamamak veya zorlama (ikrah) sebebi ile bunlardan yemeye mecbur kalırsa (harama) saldırmamak” helâlı kullanma gücü olmakla veya aç olmamakla beraber harama yönelmeksizin “ve haddi aşmamak (kaydıyla bunlardan yerse) yani zorunluluktan dolayı kendisine mubah kılınan şeyi kullanmakta haddi aşmamak kaydıyla… İşte kim mecbur kalır ve helale güç yetiremez de zaruret miktarınca yiyip daha ileri gitmezse “ona günah yoktur.” Bundan dolayı hakkında bir vebal söz konusu değildir. Günah kalktığına göre emir önceki haline geri döner. Bu durumda insan yemekle emrolunmuştur. Hatta eli ile kendisini tehlikeye atması, kendisini öldürmesi yasaktır. O takdirde yemesi gerekir, yemeyi terk edip de ölecek olursa günahkâr olur, kendi kendisini öldürmüş olur. Böyle bir mubahlık ve genişlik Yüce Allah’ın kullarına rahmetindendir. İşte bundan dolayı konuya son derece uygun şu iki şerefli ismi ile bu âyet-i kerimeyi sona erdirmektedir: “Şüphesiz ki Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir.” Haram olan şeylerin helâl olması bu iki şarta bağlı olduğuna göre ve bu durumda insanın bunları tam anlamı ile gerçekleştirmesi mümkün olamayacağından, Yüce Allah kendisinin bağışlayıcı olduğunu haber vermektedir. Yani böyle bir durumda özellikle de zaruretin baskısı altında kalmış ve zorluk; duyularını kapatmış iken yapacağı hataları Allah bağışlar. Bu âyet-i kerimede; “Zaruretler mahzurlu şeyleri (yasakları) mubah kılar” şeklindeki meşhur kaideye delil vardır. Buna göre yasak olan her bir şeyi insan kullanmak zorunda kalırsa mutlak egemen ve rahman olan Allah, o şeyi ona mubah kılmış olur. Önünde de sonunda da zahiren ve batınen hamd ve şükür yalnız O’nadır.
Ayet: 174 - 176 #
{إِنَّ الَّذِينَ يَكْتُمُونَ مَا أَنْزَلَ اللَّهُ مِنَ الْكِتَابِ وَيَشْتَرُونَ بِهِ ثَمَنًا قَلِيلًا أُولَئِكَ مَا يَأْكُلُونَ فِي بُطُونِهِمْ إِلَّا النَّارَ وَلَا يُكَلِّمُهُمُ اللَّهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَلَا يُزَكِّيهِمْ وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ (174) أُولَئِكَ الَّذِينَ اشْتَرَوُا الضَّلَالَةَ بِالْهُدَى وَالْعَذَابَ بِالْمَغْفِرَةِ فَمَا أَصْبَرَهُمْ عَلَى النَّارِ (175) ذَلِكَ بِأَنَّ اللَّهَ نَزَّلَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ وَإِنَّ الَّذِينَ اخْتَلَفُوا فِي الْكِتَابِ لَفِي شِقَاقٍ بَعِيدٍ (176)}.
174- Allah’ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip de onu az bir pahaya değiştirenler var ya! İşte onların yiyip de karınlarına doldurdukları şey ancak ateştir. Kıyamet Günü’nde Allah onlarla ne konuşur ne de onları temize çıkarır. Onlar için acıklı bir azap da vardır. 175- Onlar hidâyete karşılık sapıklığı, mağfirete karşılık azabı satın aldılar. Bunlar azaba ne kadar da sabırlılar?! 176- Bunun sebebi, Allah’ın, Kitabı hak ile indirmesidir. Muhakkak ki Kitap hakkında anlaşmazlığa düşenler, elbette uzak bir aykırılık içindedirler.
#
{174 ـ 175} هذا وعيد شديد لمن كتم ما أنزل الله على رسله من العلم الذي أخذ الله الميثاق على أهله أن يبينوه للناس ولا يكتموه، فمن تعوض عنه بالحطام الدنيوي ونبذ أمر الله فأولئك {ما يأكلون في بطونهم إلا النار}؛ لأن هذا الثمن الذي اكتسبوه إنما حصل لهم بأقبح المكاسب وأعظم المحرمات، فكان جزاؤهم من جنس عملهم، {ولا يكلمهم الله يوم القيامة}؛ بل قد سخط عليهم وأعرض عنهم، فهذا أعظم عليهم من عذاب النار، {ولا يزكيهم}؛ أي: لا يطهرهم من الأخلاق الرذيلة، وليس لهم أعمال تصلح للمدح والرضا والجزاء عليها، وإنما لم يزكهم لأنهم فعلوا أسباب عدم التزكية التي أعظم أسبابها العمل بكتاب الله والاهتداء به والدعوة إليه، فهؤلاء نبذوا كتاب الله وأعرضوا عنه واختاروا الضلالة على الهدى والعذاب على المغفرة فهؤلاء لا يصلح لهم إلا النار، فكيف يصبرون عليها؟ وأنَّى لهم الجلد عليها؟
174-175. “Allah’ın indirdiği kitaptan bir şeyi gizleyip de onu az bir pahaya değiştirenler var ya…” Bu, Allah’ın Peygamberlerine indirmiş olduğu şeyleri -ki bu da ilimdir- gizleyen kimselere çok ağır bir tehdittir. Zira Allah o ilim ehlinden onu insanlara açıklayacaklarına ve gizlemeyeceklerine dair ahit almıştır. Her kim bu ilmi dünyevî lezzetler karşılığında gizler, Allah’ın emrini bir kenara bırakırsa işte öylelerinin “yiyip de karınlarına doldurdukları şey ancak ateştir.” Çünkü onların kazandıkları bu bedel ancak ve ancak en kötü bir yol ile ellerine geçmiş, haramlığı en büyük şeyler karşılığında onu almışlardır. Bundan dolayı cezaları da amelleri türünden olacaktır. “Kıyamet Günü’nde Allah onlarla ne konuşur” aksine Allah gazap etmiş ve onlardan yüz çevirmiş olacaktır. Bu da onlar için Cehennem azabından daha büyüktür. “ne de onları temize çıkarır.” Adi ve aşağılık huylardan onları arındırmaz. Onların övülmeye, beğenilmeye ve mükâfatı verilmeye elverişli amelleri bulunmaz. Onları temize çıkarmayışının sebebi, bunun en büyük sebeplerini işlemiş olmalarından ötürüdür. Temize çıkarılmanın en büyük sebebi ise Allah’ın kitabı ile amel etmek, onunla hidâyete ulaşmak ve ona davet etmektir. Bunlar ise Allah’ın kitabını bir kenara attılar, ondan yüz çevirdiler, sapıklığı hidâyete, azabı da mağfirete tercih ettiler. Bunlara ateş azabından başka bir şey uygun düşmez. Peki, ateş azabına nasıl dayanabilecekler ve ona nasıl karşı durabilecekler?
#
{176} {ذلك}؛ المذكور وهو مجازاته بالعدل ومنعه أسباب الهداية ممن أباها واختار سواها {بأن الله نزل الكتاب بالحق}؛ ومن الحق مجازاة المحسن بإحسانه والمسيء بإساءته، وأيضاً ففي قوله: {نزل الكتاب بالحق}؛ ما يدل على أن الله أنزله لهداية خلقه وتبيين الحق من الباطل والهدى من الضلال، فمن صرفه عن مقصوده فهو حقيق بأن يجازَى بأعظم العقوبة، {وإن الذين اختلفوا في الكتاب لفي شقاق بعيد}؛ أي: وإن الذين اختلفوا في الكتاب فآمنوا ببعضه وكفروا ببعضه والذين حرفوه وصرفوه على أهوائهم ومراداتهم {لفي شقاق}؛ أي: محادة {بعيد}؛ من الحق، لأنهم قد خالفوا الكتاب الذي جاء بالحق الموجب للاتفاق وعدم التناقض، فمرج أمرهم، وكثر شقاقهم، وترتب على ذلك افتراقهم، بخلاف أهل الكتاب الذين آمنوا به، وحكموه في كل شيء، فإنهم اتفقوا، وارتفقوا بالمحبة والاجتماع عليه. وقد تضمنت هذه الآيات الوعيد للكاتمين لما أنزل الله المؤثرين عليه عرض الدنيا بالعذاب والسخط، وأن الله لا يطهرهم بالتوفيق ولا بالمغفرة. وذكر السبب في ذلك بإيثارهم الضلالة على الهدى، فترتب على ذلك اختيار العذاب على المغفرة ثم توجع لهم بشدة صبرهم على النار لعملهم بالأسباب التي يعلمون أنها موصلة لها، وأن الكتاب مشتمل على الحق الموجب للاتفاق عليه وعدم الافتراق، وأن كل من خالفه فهو في غاية البعد عن الحق والمنازعة والمخاصمة. والله أعلم.
176. “Bunun” yani adil bir şekilde onlara karşılık verilmesinin, hidâyeti kabul etmeyip ondan başka yolları tercih eden kimselere hidâyet yollarının kapatılmasının “sebebi Allah’ın Kitabı hak ile indirmesidir.” İyilik yapana iyilikle karşılık verilmesi, kötülük yapana da kötülüğünün karşılığının verilmesi de bu hakkın bir gereğidir. Aynı zamanda, Yüce Allah’ın: “Kitabı hak ile indirmesidir” buyruğunda insanları hidâyete erdirmek, hakkı batıldan, hidâyeti de sapıklıktan ayırt etmek için indirdiğine delil vardır. O nedenle bu kitabı asıl maksadından uzaklaştıran bir kimse ise en ağır ceza ile cezalandırılmaya layıktır. “Muhakak ki Kitap hakkında anlaşmazlığa düşenler” yani kitap hakkında anlaşmazlığa düşerek bir bölümüne iman edip bir bölümünü inkâr edenler ve kendi heva ve maksatlarına göre kitabı tahrif edip asıl maksadından uzaklaştıranlar “elbette” haktan “uzak bir aykırılık” yani karşı çıkış, karşı geliş “içindedirler.” Çünkü onlar, ittifakı ve çelişkiye düşmemeyi gerektiren ve hakkı getiren kitaba muhalefet etmişlerdir. Böylece işleri karmakarışık bir hal almış, ayrılıkları çoğalmış ve buna bağlı olarak alabildiğine bölünmüşlerdir. Kitaba iman eden ve her hususta onun hükmüne başvurup hükmünü kabul eden gerçek kitap sahipleri ise böyle değildir. Çünkü onlar ittifak halindedirler, sevgi ve onun etrafında birleşmek suretiyle uyum halindedirler. Bu âyet-i kerimeler Allah’ın indirdiklerini gizleyen, dünyalığı ona tercih eden kimselere karşı ilâhi azap ve gazap tehdidini içermektedir. Allah’ın böylelerini muvaffakiyet ve günahlarını bağışlamak suretiyle arındırmayacağını bildirmektedir. Ayrıca bu buyruklar bunun sebebini de söz konusu etmektedir ki bu sebep de onların sapıklığı hidâyete tercih etmeleridir. Bu ise azabın mağfirete tercih edilmesi sonucunu vermektedir. Sonra da Cehenneme karşı ileri derecedeki dayanıklılıkları ifade edilmektedir. Çünkü bunlar Cehennem ateşine götüren yolların ne olduğunu da çok iyi bilmektedirler. Ayrıca bu âyet-i kerimeler Kitab-ı Kerîm’in; Kitap etrafında ittifak etmeyi, ayrılığa düşmemeyi gerektiren hakkı kapsadığı gerçeğini de ihtiva etmekte, Kitaba muhalefet eden herkesin haktan alabildiğine uzak, hakka karşı düşmanca bir tavır, hasmane bir tutum içinde olduğunu da belirtmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
Ayet: 177 #
{لَيْسَ الْبِرَّ أَنْ تُوَلُّوا وُجُوهَكُمْ قِبَلَ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَلَكِنَّ الْبِرَّ مَنْ آمَنَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَالْمَلَائِكَةِ وَالْكِتَابِ وَالنَّبِيِّينَ وَآتَى الْمَالَ عَلَى حُبِّهِ ذَوِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينَ وَابْنَ السَّبِيلِ وَالسَّائِلِينَ وَفِي الرِّقَابِ وَأَقَامَ الصَّلَاةَ وَآتَى الزَّكَاةَ وَالْمُوفُونَ بِعَهْدِهِمْ إِذَا عَاهَدُوا وَالصَّابِرِينَ فِي الْبَأْسَاءِ وَالضَّرَّاءِ وَحِينَ الْبَأْسِ أُولَئِكَ الَّذِينَ صَدَقُوا وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُتَّقُونَ (177)}
177- Yüzlerinizi doğu ve batıya döndürmeniz iyilik (birr) değildir. Fakat asıl iyilik Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaba, Peygamberlere iman edenin; mala olan sevgisine rağmen onu akrabaya, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilenenlere, kölelere verenlerin; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren, ahitleşince ahitlerini yerine getirenlerin; sıkıntıda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenlerin yaptığıdır. Sadık olanlar işte bunlardır, takvâ sahibi olanlar da ancak bunlardır.
#
{177} يقول تعالى: {ليس البر أن تولوا وجوهكم قبل المشرق والمغرب}؛ أي: ليس هذا هو البر المقصود من العباد فيكون كثرة البحث فيه والجدال من العناء الذي ليس تحته إلا الشقاق والخلاف، وهذا نظير قوله - صلى الله عليه وسلم -: «ليس الشديد بالصرعة إنما الشديد الذي يملك نفسه عند الغضب» ، ونحو ذلك، {ولكن البر من آمن بالله}؛ أي: بأنه إله واحد موصوف بكل صفة كمال منزَّه عن كلِّ نقص {واليوم الآخر}؛ وهو كل ما أخبر الله به في كتابه أو أخبر به الرسول مما يكون بعد الموت {والملائكة}؛ الذين وصفهم الله لنا في كتابه ووصفهم رسوله - صلى الله عليه وسلم -، {والكتاب}؛ أي: جنس الكتب التي أنزلها الله على رسله وأعظمها القرآن فيؤمن بما تضمنه من الأخبار والأحكام. {والنبيين}؛ عموماً، خصوصاً خاتمهم وأفضلهم محمد - صلى الله عليه وسلم - {وآتى المال}؛ وهو كل ما يتمول الإنسان من مال قليلاً كان أو كثيراً أي أعطى المال {على حبه}؛ أي: حب المال بين به أن المال محبوب للنفوس فلا يكاد يخرجه العبد، فمن أخرجه مع حبه له تقرباً إلى الله تعالى كان هذا برهاناً لإيمانه، ومن إيتاء المال على حبه أن يتصدق وهو صحيح شحيح يأمل الغنى ويخشى الفقر، وكذلك إذا كانت الصدقة عن قلة كان أفضل لأنه في هذه الحال يحب إمساكه لما يتوهمه من العُدْم والفقر، وكذلك إخراج النفيس من المال وما يحبه من ماله كما قال تعالى: {لن تنالوا البر حتى تنفقوا مما تحبون}؛ فكل هؤلاء ممن آتى المال على حبه. ثم ذكر المنفق عليه وهم أولى الناس ببرِّك وإحسانك من الأقارب؛ الذين تتوجع لمصابهم وتفرح بسرورهم الذين يتناصرون ويتعاقلون، فمن أحسن البر وأوفقه تعاهد الأقارب بالإحسان المالي والقولي على حسب قربهم وحاجتهم، ومن {اليتامى}؛ الذين لا كاسب لهم وليس لهم قوة يستغنون بها، وهذا من رحمته تعالى بالعباد الدالة على أنه تعالى أرحم بهم من الوالد بولده، فالله قد أوصى العباد وفرض عليهم في أموالهم الإحسان إلى من فقد آباؤهم ليصيروا كمن لم يفقد والديه، ولأن الجزاء من جنس العمل فمن رحم يتيمَ غيره رُحِم يتيمه. {والمساكين}؛ وهم الذين أسكنتهم الحاجة وأذلهم الفقر فلهم حق على الأغنياء بما يدفع مسكنتهم أو يخففها بما يقدرون عليه وبما يتيسر. {وابن السبيل}؛ وهو الغريب المنقطع به في غير بلده. فحث الله عباده على إعطائه من المال ما يعينه على سفره لكونه مظنة الحاجة وكثرة المصارف، فعلى من أنعم الله عليه بوطنه وراحته وخوَّله من نعمته أن يرحم أخاه الغريب الذي بهذه الصفة على حسب استطاعته ولو بتزويده أو إعطائه آلة لسفره أو دفع ما ينوبه من المظالم وغيرها. {والسائلين}؛ أي: الذين تعرض لهم حاجة من الحوائج توجب السؤال، كمن ابتلي بأرش جناية أو ضريبة عليه من ولاة الأمور أو يسأل الناس لتعمير المصالح العامة كالمساجد والمدارس والقناطر ونحو ذلك فهذا له الحق وإن كان غنياً. {وفي الرقاب}؛ فيدخل فيه العتق والإعانة عليه وبذل مال للمكاتَب ليوفي سيده وفداء الأسراء عند الكفار أو عند الظلمة. {وأقام الصلاة وآتى الزكاة}؛ قد تقدم مراراً أن الله تعالى يقرن بين الصلاة والزكاة لكونهما أفضل العبادات، وأكمل القربات عبادات قلبية وبدنية ومالية، وبهما يوزن الإيمان ويعرف ما مع صاحبه من الإيقان، {والموفون بعهدهم إذا عاهدوا}؛ والعهد هو الالتزام بإلزام الله أو إلزام العبد لنفسه فدخل في ذلك حقوق الله كلها، لكون الله ألزم بها عباده والتزموها، ودخلوا تحت عهدتها ووجب عليهم أداؤها، وحقوق العباد التي أوجبها الله عليهم والحقوق التي التزمها العبد كالأيمان والنذور ونحو ذلك. {والصابرين في البأساء}؛ أي: الفقر لأن الفقير يحتاج إلى الصبر من وجوه كثيرة لكونه يحصل له من الآلام القلبية والبدنية المستمرة ما لا يحصل لغيره، فإن تنعم الأغنياء بما لا يقدر عليه تألم وإن جاع أو جاعت عياله تألم، وإن أكل طعاماً غير موافق لهواه تألم، وإن عري أو كاد تألم، وإن نظر إلى ما بين يديه وما يتوهمه من المستقبل الذي يستعد له تألم، وإن أصابه البرد الذي لا يقدر على دفعه تألم، فكل هذه ونحوها مصائب يؤمر بالصبر عليها والاحتساب ورجاء الثواب من الله عليها {والضراء}؛ أي: المرض على اختلاف أنواعه من حمى وقروح ورياح ووجع عضو حتى الضرس والإصبع ونحو ذلك فإنه يحتاج إلى الصبر على ذلك، لأن النفس تضعف والبدنَ يألم وذلك في غاية المشقة على النفوس، خصوصاً مع تطاول ذلك، فإنه يؤمر بالصبر احتساباً لثواب الله تعالى {وحين البأس}؛ أي: وقت القتال للأعداء المأمور بقتالهم، لأن الجلاد يشق غاية المشقة على النفس ويجزع الإنسان من القتل أو الجراح أو الأسر، فاحتيج إلى الصبر في ذلك احتساباً ورجاء لثواب الله تعالى الذي منه النصر والمعونة التي وعدها الصابرين. {أولئك}؛ أي: المتصفون بما ذكر من العقائد الحسنة والأعمال التي هي آثار الإيمان وبرهانه ونوره والأخلاق التي هي جمال الإنسان وحقيقة الإنسانية فأولئك {الذين صدقوا}؛ في إيمانهم لأن أعمالهم صدقت إيمانهم {وأولئك هم المتقون}؛ لأنهم تركوا المحظور وفعلوا المأمور، لأن هذه الأمور مشتملة على كل خصال الخير تضمناً ولزوماً لأن الوفاء بالعهد يدخل فيه الدين كله، ولأن العبادات المنصوص عليها في هذه الآية أكبر العبادات، ومن قام بها كان بما سواها أقوم، فهؤلاء [هم] الأبرار الصادقون المتقون. وقد علم ما رتب الله على هذه الأمور الثلاثة من الثواب الدنيوي والأخروي مما لا يمكن تفصيله في مثل هذا الموضع.
177. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Yüzlerinizi doğu ve batıya döndürmeniz iyilik (birr) değildir.” Yani kulların yerine getirmeleri istenen birr/iyilik bu değildir. O nedenle bu konuda tartışmalara girmek ve çokça araştırma yapmak, geri planında ayrılık ve anlaşmazlık çıkarmaktan başka bir şey bulunmayan ve bir sonuç vermeyen sıkıntılı işlerdendir. Bu da Peygamberin: “Güçlü kişi, güreşte hasmının sırtını yerine getiren değildir. Asıl güçlü kişi gazap anında kendisine hakim olan kimsedir.” buyruğunu ve benzerlerini andırmaktadır. “Fakat asıl iyilik (birr) Allah’a” yani O’nun bir ve tek olduğuna, bütün kemal sıfatları ile mevsuf, her türlü eksiklikten münezzeh olduğuna “ahiret gününe” yani Yüce Allah’ın Kitabı Kerîm’inde yahut Rasûlunün buyruklarında ölümden sonra gerçekleşeceğini haber verdiği her şeye; “meleklere” yani Allah’ın Kitab-ı Kerîminde bize niteliklerini belirttiği, Rasûlü’nün de bize vasfettiği şekilde meleklere “kitaba” yani Allah’ın Rasûlü’ne indirmiş olduğu tüm kitaplara, bunların en büyüğü olan Kur’ân-ı Kerîm’e, bu kitabın ihtiva ettiği haber ve hükümlere; “peygamberlere” yani genel olarak hepsine özel olarak da onların sonuncuları ve en faziletlileri olan Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e “iman edenin, mala olan sevgisine rağmen onu akrabaya… verenlerin” bu buyruk ile nefislerin malı onu çıkartıp başkasına veremeyecek derecede çok sevdiği beyan edilmektedir. Mal az ya da çok olsun insanın mal olarak edindiği her bir şeydir. Mala duyduğu sevgiye rağmen onu Allah’a yakınlaşmak maksadı ile infak edenin bu davranışı imanına bir delildir. Mala olan sevgiye rağmen onu vermenin kapsamı içerisine kişinin sağlıklı ve cimri iken, bununla birlikte zengin olmayı ümit edip fakirlikten de korktuğu sırada tasaddukta bulunması da girmektedir. Aynı şekilde sahip olduğu malın azlığına rağmen sadaka vermek daha faziletlidir; çünkü böyle bir durumda kişi malı alıkoymak ister. Zira malının yok olacağından ve fakir düşeceğinden çekinmektedir. Aynı şekilde malın değerli olanını ve kişinin sevdiği malları vermesi de oldukça faziletlidir. Nitekim Yüce Allah: “Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar birre (iyiliğe) kavuşamazsınız.” (Âl-i İmran, 3/92) buyurmaktadır. İşte bütün bu kimseler mala olan sevgisine rağmen malı veren kimseler arasındadırlar. Daha sonra Yüce Allah malın kimlere infak edileceğini de söz konusu etmektedir ki, bunlar insanlar arasında iyiliğimize ve iyilik yapılmaya en layık olan kimselerdir. Bunlar sırasıyla şunlardır: “Akrabalar”; musibetleri dolayısıyla ızdırap duyduğumuz, sevindiklerinde sevindiğimiz, karşılıklı olarak yardımlaştığımız ve birbirimizin yükümlülüklerini paylaştığımız kimselerdir. İyiliğin en güzeli ve en uygun olanı, yakınlıklarına ve ihtiyaçlarına göre akrabalara malî ve sözlü iyiliklerde bulunmak ve buna dikkat etmektir. “Yetimler”; kendilerine kazanç sağlayacak kimseleri olmayan ve ihtiyaçtan kendilerini kurtaracak güçleri bulunmayan kimselerdir. Bu Yüce Allah’ın kullarına rahmetindendir ve O’nun, onlara karşı babanın evladına olan merhametinden daha çok merhametli olduğunu göstermektedir. Allah kullara babalarını kaybetmiş olan kimselere iyilikte bulunmayı tavsiye etmiş ve mallarında onlara bir pay vermelerini farz kılmıştır. Böylelikle onlar da anne-babalarını kaybetmemiş kimseler gibi olurlar. Amelin karşılığı amelin kendi türündendir, o nedenle başkasının yetimine merhamet gösterenin bırakacağı yetime merhamet olunur. “Yoksullar/Miskinler”; “miskin”, ihtiyaçtan adeta hareketsiz kalmış, fakirlikten zelil düşmüş kimse demektir. Bunların da zenginlerin malları üzerinde yoksulluklarını giderecek yahut da hafifletecek şekilde -zenginlerin de güç yetirebildiği ölçüde- hakları vardır. “Yolda kalmışlar”; bu, yurdundan başka bir yerde yolda kalmış yabancıdır. Yüce Allah kullarını böyle birisine de yolculuğunda kendisine yardımcı olacak bir miktar mal vermeye teşvik etmektedir. Çünkü yolculuk halindeki kişinin muhtaç olma ihtimali yüksektir ve harcamaları çoktur. Vatanında bulunup da Allah’ın kendisine nimet ihsan ettiği ve rahatlık verdiği, nimetlerinden bağışladığı bir kimsenin, bu nitelikteki yabancı kardeşine gücü yettiği kadarı ile merhamette bulunması gerekmektedir. Bu da ona azık vermek yahut yolculuğunda kullanacağı bir araç vermek yahut da maruz kaldığı haksızlığı ve benzeri ihtiyaçlarını gidermek şeklinde olabilir. “Dilenenler”; dilenmelerini gerektirecek şekilde bir ihtiyaçla karşı karşıya kalan kimselerdir. İşlediği bir cinâyetin diyetini ödemek yahut da yöneticiler tarafından kendisine tayin edilen bir vergiyi ödemek ya da mescidler, medreseler, köprüler ve buna benzer kamu menfaatine ait yerlerin tamir edilmesi için insanlardan istekte bulunanlar bu kabildendir. Böyle birisi zengin olsa dahi insanlardan istemek hakkına sahiptir. “Köleler” bunun kapsamına hem köle azat etme girer, hem de köle azadına yardımcı olmak girer. Efendisine ödemeyi taahhüt ettiği miktarı ödemek üzere anlaşma yapan kölelere mal vermek de buna dahildir. Kâfirler yahut zalimler elinde bulunan esirleri fidye vererek kurtarmak da böyledir. “Namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren”; İbadetlerin en faziletlileri ve Allah’a yakınlaştırıcı amellerin en mükemmelleri olduğundan dolayı Allah, namaz ile zekâtı bundan önce de defalarca bir arada zikretmiştir. Bu ibadetler hem kalbi, hem bedenî, hem de mâlidir. İmanın ölçüsü bunlarla belli olur ve kişinin sahip olduğu yakîn bunlar vasıtası ile bilinir. “Ahitleşince ahitlerini yerine getirenler”; Ahit gerek Yüce Allah’ın yükümlü kılması ile gerek kulun kendi kendisini yükümlü tutması ile bir şeyi yerine getirme yükümlülüğüdür. Böylelikle bunun kapsamına Allah’ın bütün hakları girer. Çünkü Allah kullarından bunları yerine getirmelerini istemiş, onlar da böyle bir yükümlülüğün altına girmişler ve bu sorumluluğu yüklenmişler, böylece bunları eda etmeleri farz olmuştur. Allah’ın kullara farz kıldığı kul hakları da kulun bizzat kendisinin yerine getirmeyi taahhüt ettiği yeminler, adaklar ve benzeri diğer haklar da bu ahdin kapsamına girmektedir. “Sıkıntıda... sabredenler.” Bu, fakirlik halinde sabredenler, demektir. Çünkü fakir birçok açıdan sabra muhtaçtır. Zira fakirlik dolayısıyla sürekli olarak -başkalarının karşı karşıya kalmadıkları ölçüde- kalbi ve bedeni acı ve ızdıraplarla karşı karşıyadır. Zenginlerin, kendisinin güç yetiremeyeceği nimetler içerisinde olmaları halinde o acı çeker, kendisi yahut çoluk çocuğu aç kalırsa yine acı çeker. Arzusuna uygun olmayan bir şey yiyecek olursa acı çeker, çıplak kalırsa yahut o noktaya yaklaşırsa acı çeker. Elinde bulunanlar ile kendileri için hazırlık yaptığı gelecekteki umutlarına baktığı zaman yine acı çeker. Önleyemeyeceği soğukla karşı karşıya kalırsa acı çeker. Bütün bunlar ve benzerleri, çeşitli musibetlerdir. İşte bu nedenle bunlara karşı sabretmesi, ecrini Allah’tan beklemesi, bunlar dolayısıyla Allah’tan mükâfaat umması emrolunmuştur. “Hastalıkta” aşırı ateş, yara, romatizma, bir organdaki ağrı, hatta diş ve parmak ağrısı ve buna benzer çeşitli türleri ile hastalıkların da aynı şekilde sabra ihtiyacı vardır. Çünkü hastalık halinde ruh zayıf düşer, beden ızdırap çeker. Bu da nefse oldukça ağır gelir, özellikle hastalık uzun sürecek olursa. İşte böylesine de Yüce Allah’ın mükâfatını umarak sabretmesi emrolunmuştur. “Ve savaşın kızıştığı zamanlar” kendileri ile savaşmakla emrolunan düşmanlarla savaş esnasında “sabredenler...” Çünkü karşılıklı çarpışma nefse son derece ağır gelir. İnsan öldürülmekten, yaralanmaktan yahut esir alınmaktan korkar. Böyle bir halde de ecri Allah’tan umularak, Yüce Allah’ın mükâfaatı beklenerek sabra ihtiyaç vardır. Çünkü yardım ve zafer Allah’tandır ve Allah bunu sabredenlere vaat etmiştir. “Sadık olanlar işte bunlardır.” Yani sözü edilen güzel akideye ve imanın sonucu, belgesi ve nuru olan amellere sahip olanlar, insanın güzelliği ve insanlığın hakikatini teşkil eden bu ahlâka sahip olanlar, işte imanlarında sadık olanlar işte bunlardır. Çünkü amelleri imanlarını doğrulamış, tasdik etmiştir. “Takvâ sahibi olanlar da ancak bunlardır.” Çünkü yasak kılınan şeyleri terk etmiş ve emrolundukları şeyleri yapmışlardır. Zira bütün bu hususlar her türlü hayrı ya bizzat veya dolaylı olarak kapsamaktadır. Çünkü ahde bağlı kalmanın kapsamına dinin tümü girmektedir. Bu ayette zikri geçen ibadetler de en önemli ibadetlerdir. Bunları yerine getiren kimse de diğerlerini haydi haydi yerine getirir. O halde bunlar birr/iyilik sahipleri, sadıklar ve takvâ sahibi olanlardır. Yüce Allah’ın bu üç hususa (birr, sadakat, takva) ihsan etmiş olduğu o kadar dünyevi ve uhrevi mükâfat vardır ki bunların, burada geniş geniş açıklanmasına imkân yoktur.
Ayet: 178 - 179 #
{يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِصَاصُ فِي الْقَتْلَى الْحُرُّ بِالْحُرِّ وَالْعَبْدُ بِالْعَبْدِ وَالْأُنْثَى بِالْأُنْثَى فَمَنْ عُفِيَ لَهُ مِنْ أَخِيهِ شَيْءٌ فَاتِّبَاعٌ بِالْمَعْرُوفِ وَأَدَاءٌ إِلَيْهِ بِإِحْسَانٍ ذَلِكَ تَخْفِيفٌ مِنْ رَبِّكُمْ وَرَحْمَةٌ فَمَنِ اعْتَدَى بَعْدَ ذَلِكَ فَلَهُ عَذَابٌ أَلِيمٌ (178) وَلَكُمْ فِي الْقِصَاصِ حَيَاةٌ يَاأُولِي الْأَلْبَابِ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ (179)}.
178- Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında üzerinize kısas farz kılındı. Hür hür olana, köle köle olana, dişi dişiye karşılık (kısas olunur). Fakat kime kardeşi tarafından bir şey affolunursa artık (diyet alan) güzellikle (alsın; katil de) ona güzellikle ödesin. Bu Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir. Kim bundan sonra haddi aşarsa onun için pek acıklı bir azap vardır. 179- Ey olgun akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat vardır; olur ki sakınırsınız.
#
{178} يَمْتَنُّ تعالى على عباده المؤمنين بأنه فرض عليهم {القصاص في القتلى}؛ أي: المساواة فيه، وأن يقتل القاتل على الصفة التي قتل عليها المقتول، إقامة للعدل والقسط بين العباد، وتوجيه الخطاب لعموم المؤمنين فيه دليل على أنه يجب عليهم كلهم حتى أولياء القاتل حتى القاتل بنفسه إعانة ولي المقتول إذا طلب القصاص، ويمكنه من القاتل، وأنه لا يجوز لهم أن يحولوا بين هذا الحد، ويمنعوا الولي من الاقتصاص كما عليه عادة الجاهلية ومن أشبههم من إيواء المحدِثين. ثم بين تفصيل ذلك فقال: {الحر بالحر}؛ يدخل بمنطوقها الذكر بالذكر، والأنثى بالأنثى؛ والأنثى بالذكر والذكر بالأنثى، فيكون منطوقها مقدماً على مفهوم قوله الأنثى بالأنثى مع دلالة السنة على أن الذكر يقتل بالأنثى، وخرج من عموم هذا الأبوان وإن علوا فلا يقتلان بالولد لورود السنة بذلك مع أن في قوله: {القصاص}؛ ما يدل على أنه ليس من العدل أن يقتل الوالد بولده ولأن ما في قلب الوالد من الشفقة والرحمة ما يمنعه من القتل لولده إلا بسبب اختلال في عقله أو أذية شديدة جدًّا من الولد له، وخرج من العموم أيضاً الكافر بالسنة مع أن الآية في خطاب المؤمنين خاصة، وأيضاً فليس من العدل أن يقتل ولي الله بعدوه، {والعبد بالعبد}؛ ذكراً كان أو أنثى تساوت قيمهما أو اختلفت، ودل بمفهومها على أن الحر لا يقتل بالعبد لكونه غير مساوٍ له، {والأنثى بالأنثى}؛ أخذ بمفهومها بعض أهل العلم فلم يجز قتل الرجل بالمرأة، وتقدم وجه ذلك. وفي هذه الآية دليل على أن الأصل وجوب القود في القتل وأن الدية بدل عنه، فلهذا قال: {فمن عفي له من أخيه شيء}؛ أي: عفا ولي المقتول عن القاتل إلى الدية أو عفا بعض الأولياء فإنه يسقط القصاص وتجب الدية وتكون الخيرة في القود واختيار الدية إلى الولي، فإذا عفا عنه، وجب على الولي؛ أي ولي المقتول أن يتبع القاتل، {بالمعروف}؛ من غير أن يشق عليه ولا يحمله ما لا يطيق، بل يحسن الاقتضاء والطلب ولا يحرجه. وعلى القاتل {أداء إليه بإحسان}؛ من غير مطلٍ ولا نقص ولا إساءة فعلية أو قولية، فهل جزاء الإحسان إليه بالعفو إلا الإحسان بحسن القضاء، وهذا مأمور به في كل ما ثبت في ذمم الناس للإنسان مأمور من له الحق بالاتباع بالمعروف ومن عليه الحق بالأداء بالإحسان ، وفي قوله: {فمن عفي له من أخيه}؛ ترقيق وحث على العفو إلى الدية وأحسن من ذلك العفو مجاناً. وفي قوله: {أخيه}؛ دليل على أن القاتل لا يكفر لأن المراد بالأخوة هنا أخوة الإيمان فلم يخرج بالقتل منها ومن باب أولى أن سائر المعاصي التي هي دون الكفر لا يكفر بها فاعلها وإنما ينقص بذلك إيمانه، وإذا عفا أولياء المقتول أو عفا بعضهم احتقن دم القاتل وصار معصوماً منهم ومن غيرهم، ولهذا قال: {فمن اعتدى بعد ذلك}؛ أي: بعد العفو، {فله عذاب أليم}؛ أي في الآخرة، وأما قتله وعدمه فيؤخذ مما تقدم لأنه قتل مكافئاً له فيجب قتله بذلك، وأما من فسر العذاب الأليم بالقتل، وأن الآية تدل على أنه يتعين قتله ولا يجوز العفو عنه، وبذلك قال بعض العلماء، والصحيح الأول لأن جنايته لا تزيد على جناية غيره.
178. “Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında üzerinize kısas farz kılındı.” Yüce Allah mü’min kullarına öldürülenler hakkında kısası farz kılma lütfunu hatırlatmaktadır. Kısas, öldürmelerde eşitlik sağlamak ve katilin, -kullar arasında adaleti ve dengeyi sağlamak üzere- maktulü öldürdüğü şekilde öldürülmesi demektir. Hitabın bütün mü’minlere yöneltilmiş olması, hepsinin bunu yerine getirmekle yükümlü olduğuna delildir. Hatta katilin velileri ve kendisi bile öldürülenin velisine -velileri kısas talebinde bulundukları takdirde ve katile kısasın uygulanması mümkün ise- yardımcı olmalıdırlar. Cahiliye âdetinde ve benzerlerinde görüldüğü şekliyle cinâyet işleyenlerin himaye edilmesinde olduğu gibi bu haddin uygulanmasına engel olmaları ve velinin kısası almasını önlemeleri caiz değildir. Daha sonra Yüce Allah kısası tafsilatı ile açıklamak üzere şöyle buyurmaktadır: “Hür hür olana…” Bu lafzın mantukuna erkek erkeğe, dişi dişiye, aynı şekilde erkek dişiye, dişi de erkeğe karşılık kısas edilir hükmü de girmektedir. Buna göre bu buyruğun mantuku Yüce Allah’ın “dişi dişiye” buyruğundan anlaşılan mefhumdan önceliklidir. Çünkü sünnet erkeğin dişi karşılığında öldürüleceğine delalet etmektedir. Bununla birlikte ne kadar yukarı çıkarsa çıksınlar ebeveynler (anne, baba, dedeler ve nineler) bu buyruğun kapsamının dışındadır. Zira bu hususta sünnetin vürudu sebebi ile ebeveynler çocuklarına karşılık kısas olarak öldürülmezler. Ayrıca Yüce Allah’ın “kısas” buyruğunda da babanın çocuğuna karşılık öldürülmesinin adalet olmadığına delil vardır. Çünkü babanın kalbindeki şefkat ve merhamet ya aklî bir dengesizlik yahut gerçekten çocuğunun kendisine çok aşırı eziyet vermesi gibi bir sebep olmadıkça onun çocuğunu öldürmesine engel teşkil eder. Yine sünnet-i seniyye ile kâfir karşılığında mü’minin öldürülmesi de bu umumi ifadenin kapsamı dışındadır. Âyet-i kerimede yalnızca mü’minlere hitap edilmesi de bunu ifade etmektedir. Ayrıca Allah’ın dostunun Allah’ın düşmanı karşılığında öldürülmesi de adalet değildir. “köle köle olana” İster erkek ister dişi olsun, kıymetleri ister eşit ister farklı olsun köle de köle karşılığında öldürülür. Yine buyruğun mefhumu, hür kimsenin köleye karşılık öldürülmeyeceğine delildir. Çünkü hür ile köle birbirine eşit değildirler. “dişi dişiye” Bazı ilim adamları dişinin dişiye karşılık öldürülmesi ibaresinin mefhumunu esas alarak kadına karşılık erkeğin öldürülmesinin caiz olmadığını söylemişlerdir. Buna dair açıklama ise az önce geçmiş bulunuyor. Bu âyet-i kerimede öldürmelerde aslolanın kısas olduğuna, diyetin ise kısasın bir bedeli olduğuna delil vardır. Bundan dolayıdır ki Yüce Allah: “Fakat kime kardeşi tarafından bir şey affolunursa” diye buyurmaktadır. Yani öldürülenin velisi katili affederek diyet kabul ederse yahut velilerin bazıları affedecek olursa kısas düşer, bunun yerine diyet ödenmesi gerekir. Kısas uygulamakta muhayyerlik ve diyeti tercih etmek maktulün velisinin hakkıdır. Veli katili affedecek olursa, o takdirde onun “güzellikle” yani katile zorluk çıkarmadan, ona güç yetiremeyeceği şeyi yüklemeden, aksine yapacağı ödemeyi ondan güzellikle ve ona sıkıntı vermeden diyetini istemelidir. Buna karşılık katilin de ödemesi gereken diyeti “güzellikle” yani savsaklamadan ve eksiltmeden, maktulün velisine fiilî ya da sözlü bir kötülükte bulunmaksızın ödemesi gerekir. Öldürülenin velisinin onu affetmekle iyilikte bulunmasının karşılığı diyet borcunu güzel bir şekilde ödemekten başka ne olabilir ki? Bu insanlar arasındaki bütün hak ve borçlanmalarda emrolunmuş bir husustur. Şöyle ki alacaklı olan hakkını güzel bir şekilde istemelidir, borçlu olan da borcunu güzellikle ödemelidir. Yüce Allah’ın: “Kime kardeşi tarafından bir şey affolunursa” buyruğunda kısasın affedilerek diyetin kabul edilmesine bir teşvik ve hak sahiplerinin kalbine rikkat veren bir incelik vardır. Bundan daha güzeli ise hiçbir karşılık istemeksizin affetmektir. Yüce Allah’ın: “Kardeşi tarafından” buyruğunda, katilin kâfir olmayacağına delil vardır. Çünkü burada kardeşlikten kasıt iman kardeşliğidir ve öldürmesi sebebi ile katil, bu iman kardeşliğinin dışına çıkarılmamaktadır. O halde küfürden daha aşağı olan diğer masiyetlerin failleri sırf bu masiyetleri sebebiyle haydi haydi kâfir olmazlar. Ancak işlediklerinden dolayı imanları eksilir. Maktulün velileri yahut onların bir kısmı kısastan vazgeçip katili affedecek olurlarsa artık katilin kanı dökülemez. Böylelikle hem maktulün velilerine karşı hem başkalarına karşı katilin kanı koruma altında olur. Bundan dolayıdır ki Yüce Allah: “Kim bundan” yani aftan “sonra haddi aşarsa onun için” âhirette “pek acıklı bir azap vardır” buyurmaktadır. Katilin öldürülmesi yahut (diyet ödemesi halinde) öldürülmemesi şeklindeki cezalar ise bundan önceki buyruklardan anlaşılmaktadır. Çünkü katil kendisine denk birisini öldürecek olursa bundan dolayı öldürülmesi gerekir. “Pek acıklı bir azab”ı (kısas yoluyla) öldürülmek diye yorumlayan ve âyet-i kerimenin katilin mutlaka öldürülmesi gerektiğine delil olduğunu, affedilmesinin ise caiz olmadığını söyleyen birtakım ilim adamları da vardır; ancak doğru olan birinci görüştür. Çünkü onun cinâyeti (affedilip edilmemesi açısından) başkasının cinâyetinden daha büyük değildir.
Daha sonra Yüce Allah kısasın meşru kılınmasındaki büyük hikmetini beyan ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{179} {ولكم في القصاص حياة}؛ أي: تنحقن بذلك الدماء وتنقمع به الأشقياء، لأن من عرف أنه مقتول إذا قتل لا يكاد يصدر منه القتل، وإذا رُئيَ القاتل مقتولاً انذعر بذلك غيره وانزجر، فلو كانت عقوبة القاتل غير القتل لم يحصل انكفاف الشر الذي يحصل بالقتل، وهكذا سائر الحدود الشرعية فيها من النكاية والانزجار ما يدل على حكمة الحكيم الغفار. ونكر الحياة لإفادة التعظيم والتكثير، ولما كان هذا الحكم لا يعرف حقيقته إلا أهل العقول الكاملة والألباب الثقيلة خصهم بالخطاب دون غيرهم، وهذا يدل على أن الله تعالى يحب من عباده أن يعملوا أفكارهم وعقولهم في تدبر ما في أحكامه من الحكم والمصالح الدالة على كماله وكمال حكمته وحمده وعدله ورحمته الواسعة، وأن من كان بهذه المثابة فقد استحقَّ المدح بأنه من ذوي الألباب الذين وجه إليهم الخطاب وناداهم رب الأرباب، وكفى بذلك فضلاً وشرفاً لقوم يعقلون. وقوله: {لعلكم تتقون}؛ وذلك أن من عرف ربه، وعرف ما في دينه وشرعه من الأسرار العظيمة والحكم البديعة والآيات الرفيعة أوجب له ذلك أن ينقاد لأمر الله، ويعظم معاصيه فيتركها؛ فيستحق بذلك أن يكون من المتقين.
179. “Kısasta sizin için hayat vardır.” Yani bu yolla kanların dökülmesi önlenir, saldırganların önü alınır. Çünkü başkasını öldürdüğü takdirde kendisinin de öldürüleceğini bilen bir kimse, kolay kolay başkasını öldüremez. Katilin öldürüldüğü görülecek olursa, başkası bundan dehşete kapılır ve uzak durur. Eğer katilin cezası öldürülmenin dışında bir ceza olursa, hiçbir zaman öldürme ile meydana gelen kötülüklerin önüne geçilemez. Diğer şer’î hadler de böyledir. Hepsinin suçluyu öyle bir cezalandırması ve suç işlemekten öyle bir önleyici özelliği vardır ki, bu hakîm ve gaffâr olanın sonsuz hikmetine delildir. “Hayat” kelimesinin belirtisiz gelmesi ise tazim ve çokluk ifade etmesi içindir. Bu hükmün gerçek mahiyetini ancak olgun ve öz akıl sahipleri kavrayabileceğinden dolayı, başkalarına değil de yalnızca onlara hitap edilmiştir. Bu da Yüce Allah’ın kullarının, kendisinin koymuş olduğu hükümlerdeki hikmetler, kemaline delalet eden maslahatlar, hikmet ve hamdinin mükemmelliğine delâlet eden hususlar, adaleti ve geniş rahmeti hakkında fikir yürütmelerini ve akıllarını kullanmalarını istediğine delil bulunmaktadır. Bu seviyede olan kimseler de hitabın kendilerine tevcih edildiği ve en Yüce Rabbin kendilerine seslenmiş olduğu “olgun akıl sahipleri” ifadesiyle övülmeye hak kazanırlar. Aklını kullanan bir topluluk için ise fazilet ve şeref olarak da bu, yeter. “Olur ki sakınırsınız/takaya erersiniz.” Çünkü Rabbini gereği gibi tanıyan, din ve şeriatındaki büyük sırları, harîkulade hikmetleri, yüce belgeleri bilen bir kimsenin bu bilgisi, onun Allah’ın emrine uymasını, O’na isyanı da büyük bir suç görerek terk etmesini gerektirir. Ve böylelikle o, takva sahiplerinden olmayı hak eder.
Ayet: 180 - 182 #
{كُتِبَ عَلَيْكُمْ إِذَا حَضَرَ أَحَدَكُمُ الْمَوْتُ إِنْ تَرَكَ خَيْرًا الْوَصِيَّةُ لِلْوَالِدَيْنِ وَالْأَقْرَبِينَ بِالْمَعْرُوفِ حَقًّا عَلَى الْمُتَّقِينَ (180) فَمَنْ بَدَّلَهُ بَعْدَ مَا سَمِعَهُ فَإِنَّمَا إِثْمُهُ عَلَى الَّذِينَ يُبَدِّلُونَهُ إِنَّ اللَّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ (181) فَمَنْ خَافَ مِنْ مُوصٍ جَنَفًا أَوْ إِثْمًا فَأَصْلَحَ بَيْنَهُمْ فَلَا إِثْمَ عَلَيْهِ إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ (182)}
180- Sizden birine ölüm gelip çattığı zaman eğer bir hayır (mal) bırakacaksa anneye, babaya ve yakın akrabaya maruf bir şekilde vasiyette bulunmak, takvâ sahipleri üzerine bir hak olarak farz kılındı. 181- Artık kim onu işittikten sonra değiştirirse, günah ancak onu değiştirenlerin boynunadır. Şüphesiz ki Allah her şeyi işitendir, bilendir. 182- Kim vasiyet edenin (hataen haktan) sapmasından yahut (bile bile) günaha düşmesinden korkar da aralarını bulursa, ona hiçbir günah yoktur. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayıcıdır, pek merhametlidir.
#
{180} أي: فرض الله عليكم يا معشر المؤمنين {إذا حضر أحدكم الموت}؛ أي: أسبابه كالمرض المشرف على الهلاك وحضور أسباب المهالك وكان قد {ترك خيراً }؛ وهو المال الكثير عرفاً فعليه أن يوصي لوالديه وأقرب الناس إليه بالمعروف على قدر حاله من غير سرف ولا اقتصار على الأبعد دون الأقرب، بل يرتبهم على القرب والحاجة ولهذا أتى فيه بأفعل التفضيل، وقوله: {حقًّا على المتقين}؛ دل على وجوب ذلك، لأن الحق هو الثابت، وقد جعله الله من موجبات التقوى. واعلم أن جمهور المفسرين يرون أن هذه الآية منسوخة بآية المواريث، وبعضهم يرى أنها في الوالدين والأقربين غير الوارثين، مع أنه لم يدل على التخصيص بذلك دليل، والأحسن في هذا أن يقال إن هذه الوصية للوالدين والأقربين مجملة ردها الله تعالى إلى العرف الجاري، ثم إن الله تعالى قدر للوالدين الوارثين وغيرهما من الأقارب الوارثين هذا المعروف في آيات المواريث بعد أن كان مجملاً، وبقي الحكم فيمن لم يرثوا من الوالدين الممنوعين من الإرث وغيرهما ممن حُجِب بشخص أو وصف، فإن الإنسان مأمور بالوصية لهؤلاء وهم أحق الناس ببره، وهذا القول تتفق عليه الأمة، ويحصل به الجمع بين القولَيْنِ المتقدِمَيْنِ، لأن كلاًّ من القائلَيْنِ بهما كلٌّ منهم لَحظَ مَلْحَظاً واختلف المورد، فبهذا الجمع يحصل الاتفاق والجمع بين الآيات، فإنه مهما أمكن الجمع كان أحسن من ادعاء النسخ الذي لم يدل عليه دليل صحيح.
180. Ey mü’minler topluluğu “sizden birine ölüm gelip çattığı zaman” yani ölümün kertesine getiren hastalık vb. gibi ölümün belirtileri görülecek olursa ve “eğer hayır (mal) bırakacaksa” vasiyette bulunmayı Allah size farz kılmıştır. Bu buyrukta ve bundan başka birçok buyrukta geçen “hayır” örfen çok mal anlamındadır. Bu durumda olan bir kimsenin annesine, babasına ve insanlar arasında kendisine en yakın olanlara örfe göre vasiyette bulunmakla görevlidir. Bu da durumuna göre israfa sapmadan, yakın olanları bırakıp sadece uzak akrabaya vasiyete kalkışmadan, aksine onları yakınlık derecelerine ve ihtiyaçlarına göre sıraya koyarak yapmalıdır. Nitekim ayette akrabanın “daha yakın olanlar” anlamına gelen “والأقربين” ismi tafdil sîgası ile ifade edilmesi de bundan dolayıdır. “Takvâ sahipleri üzerine bir hak olarak” buyruğu, bunun farz olduğuna delil teşkil etmektedir. Çünkü “hak” sabit olan demektir. Ayrıca Allah bunu takvânın gerekleri arasında saymıştır. Şunu bilmek gerekir ki müfessirlerin çoğunluğu (cumhuru) bu âyet-i kerimenin miras âyetleri ile nesh edildiği görüşündedirler. Bazılarının görüşüne göre ise bu ayet, mirasçılar hakkında değil sadece anne baba ve yakın akrabalar hakkındadır. Ancak böyle bir tahsise dair herhangi bir delil bulunmamaktadır. Bu hususta en uygun olanı şöyle söylemektir: Anne babaya ve akrabalara dair bu vasiyet ile ilgili buyruk mücmeldir. Yüce Allah bunu (o dönemlerde) cari bir örfe (maruf) göre indirmiştir. Daha sonra Yüce Allah mirasçı olan anne baba ile onların dışında kalan diğer mirasçı akrabaları ve onların haklarını miras âyetleri ile genişçe açıklamış ve böylece daha önce mücmel olan “marûf/örfe göre” tabiri de açıklık kazanmıştır. Böylelikle de anne baba ile onların dışında olup herhangi bir kişi ya da bir nitelik dolayısıyla hacbedilerek miras alamayan kimseler hakkında bu vasiyet hükmü baki kalmıştır. O nedenle kişi, insanlar arasında iyiliğine en layık olan bu kimselere vasiyette bulunmak ile emrolunmuştur. Böyle bir açıklamayı ümmet ittifakla kabul eder. Böylelikle de az önce geçen iki görüşün arası bulunmuş olur. Çünkü her bir görüş sahibi bir hususu göz önünde bulundurmuş ve böylelikle farklı noktalardan hareket etmiştir. Böyle bir açıklama ile de ittifak ve uyum gerçekleşmekte, âyetler bir arada anlaşılabilmektedir. Gerçek şu ki eğer buyrukların bir arada mütalaası mümkün ise bu, sahih delil ile tespit edilemeyen nesh iddiasından daha güzeldir.
Vasiyette bulunan kişi bazen kendisinden sonra kalacak olanların yapacağı vasiyeti değiştirebileceği vehmine kapılarak vasiyette bulunmaktan imtina edebileceğinden dolayı Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır:
#
{181 ـ 182} {فمن بدله}؛ أي: الإيصاء للمذكورين أو غيرهم {بعدما سمعه}؛ أي: بعد ما عقله وعرف طرقه وتنفيذه {فإنما إثمه على الذين يبدلونه}؛ وإلا فالموصي وقع أجره على الله، وإنما الإثم على المبدل المغير {إن الله سميع}؛ يسمع سائر الأصوات ومنه سماعه لمقالة الموصي ووصيته فينبغي له أن يراقب من يسمعه ويراه وأن لا يجور في وصيته، {عليم}؛ بنيته وعليم بعمل الموصَى إليه، فإذا اجتهد الموصي، وعلم الله من نيته ذلك أثابه ولو أخطأ، وفيه التحذير للموصَى إليه من التبديل، فإن الله عليم به مطلع على [ما] فعله فليحذر من الله، هذا حكم الوصية العادلة وأما الوصية التي فيها حيف وجنف وإثم فينبغي لمن حضر الموصي وقت الوصية بها أن ينصحه بما هو الأحسن والأعدل، وأن ينهاه عن الجور والجنف وهو الميل بها عن خطأ من غير تعمد، والإثم وهو التعمد لذلك، فإن لم يفعل ذلك فينبغي له أن يصلح بين الموصَى إليهم ويتوصل إلى العدل بينهم على وجه التراضي والمصالحة ووعظهم بتبرئة ذمة ميتهم، فهذا قد فعل معروفاً عظيماً، وليس عليه إثم كما على مبدل الوصية الجائزة ولهذا قال: {إن الله غفور}؛ أي: يغفر جميع الزلات ويصفح عن التبعات لمن تاب إليه، ومنه مغفرته لمن غض من نفسه وترك بعض حقه لأخيه لأن من سامح سامحه الله، غفور لميتهم الجائر في وصيته إذا احتسبوا بمسامحة بعضهم بعضاً لأجل براءة ذمته، {رحيم}؛ بعباده حيث شرع لهم كل أمر به يتراحمون ويتعاطفون. فدلت هذه الآيات على الحث على الوصية وعلى بيان من هي له وعلى وعيد المبدل للوصية العادلة والترغيب في الإصلاح في الوصية الجائرة.
181-182. “Artık kim onu” yani sözü geçenlere veya başkalarına yapılan vasiyeti “işittikten” onu anlayıp kavradıktan, yollarını ve uygulama şeklini öğrendikten sonra “değiştirirse günah ancak onu değiştirenlerin boynunadır.” Vasiyet edenin ise ecrini vermek Allah’a aittir, günah ancak vasiyeti değişikliğe uğratanadır. “Şüphesiz ki Allah her şeyi işitendir,” Bütün sesleri işitir. Vasiyette bulunanın sözleri ile onun vasiyeti de bunlar arasındadır. O bakımdan vasiyette bulunan kimsenin kendisini işitip görenin gözetimi altında bulunduğunu bilmesi, vasiyetinde zulme sapmaması gerekir. “…bilendir” vasiyette bulunanın niyetini ve kendisine vasiyette bulunulan kişinin de amelini bilir. Vasiyette bulunacak kişi bütün gayretini ortaya koyarsa -hata edecek olsa dahi- Allah onun bu niyetini bildiği için onu mükâfatlandırır. Bu buyruk ile kendisine vasiyette bulunulan (vasiyeti gerçekleştirmekle görevli kişi) değişiklikten sakındırılmaktadır. Çünkü Allah onun halini çok iyi bilir. Onun yapacağına muttalidir. O bakımdan o, Allah’tan korkmalıdır. Adil vasiyetin hükmü budur. Herhangi bir haksızlık ve günah bulunan vasiyete gelince; vasiyette bulunana vasiyeti esnasında yanında hazır bulunan kimselerin en güzel ve en adil olanı öğütlemeleri, haksızlık yapmaktan, hataya meyletmekten onu alıkoymaları ve sakındırmaları gerekir. Vasiyette bulunanı hem hata ederek (kasıtsız) yapılan yanlış eğilimlerden hem de kasti olarak günah eğiliminden uzak tutmaya çalışmalıdırlar. Şâyet vasiyette bulunan kişi bunu dinlemeyecek olursa o takdirde kendilerine vasiyette bulunulan kimseler arasında sulh yapmaya ve karşılıklı rıza ve barışma yolu ile aralarında adaleti gerçekleştirmeye çalışmalı, yakınlarına vefat edeni haktan kurtarmaları için öğüt vermelidirler. Bunu yapan bir kimse büyük bir iyilik yapmış olur ve caiz olan vasiyeti değiştiren hakkında söz konusu olan vebal onun için vebal söz konusu olmaz. Bundan dolayı Yüce Allah: “Şüphesiz ki Allah çok bağışlayıcıdır,” Yani tevbe edenlerin bütün yanılmalarını bağışlar ve günahlarını affeder. Hakkından ferâgat edip bir bölümünü kardeşi lehine terk edenlere mağfiret etmesi de buna dâhildir. Çünkü başkasına müsamaha gösterene Allah da müsamaha gösterir. Birbirlerine müsamaha gösterdikleri vakit bunu ölen yakınlarının günahtan kurtulması için gösterecek olurlarsa, vasiyetinde haksızlık yapan ölülerine de mağfiret eder. Kullarına da “pek merhametlidir”. Çünkü O, onlara birbirlerine merhamet edecekleri ve kendi aralarında şefkat gösterecekleri her bir emri meşru kılmıştır. Bu âyet-i kerimede vasiyetin teşvik edildiğine, vasiyetin kimin için olacağına, adil vasiyeti değiştirenin tehdide muhatap olduğuna, haksızlık ihtiva eden vasiyette de arayı düzeltmenin teşvik edildiğine delil bulunmaktadır.
Ayet: 183 - 185 #
{يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ (183) أَيَّامًا مَعْدُودَاتٍ فَمَنْ كَانَ مِنْكُمْ مَرِيضًا أَوْ عَلَى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِنْ أَيَّامٍ أُخَرَ وَعَلَى الَّذِينَ يُطِيقُونَهُ فِدْيَةٌ طَعَامُ مِسْكِينٍ فَمَنْ تَطَوَّعَ خَيْرًا فَهُوَ خَيْرٌ لَهُ وَأَنْ تَصُومُوا خَيْرٌ لَكُمْ إِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ (184) شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِي أُنْزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ هُدًى لِلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِنَ الْهُدَى وَالْفُرْقَانِ فَمَنْ شَهِدَ مِنْكُمُ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُ وَمَنْ كَانَ مَرِيضًا أَوْ عَلَى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِنْ أَيَّامٍ أُخَرَ يُرِيدُ اللَّهُ بِكُمُ الْيُسْرَ وَلَا يُرِيدُ بِكُمُ الْعُسْرَ وَلِتُكْمِلُوا الْعِدَّةَ وَلِتُكَبِّرُوا اللَّهَ عَلَى مَا هَدَاكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ (185)}
183- Ey iman edenler! Oruç sizden öncekilere farz kılındığı gibi sizin üzerinize de farz kılındı. Takva sahibi olasınız diye. 184- Sayılı günler olarak. Sizden kim hasta veya yolcu olur (da o günlerde oruç tutmazsa) o günler sayısınca başka günler oruç tutsun. Ona güç yetirenler de(n gücü yettiği halde tutmayanlar ise) bir fakir doyumu fidye versinler. Bununla beraber kim fazladan hayır yaparsa işte bu, onun için daha hayırlıdır. Oruç tutmanız sizin hakkınızda daha hayırlıdır, eğer bilirseniz. 185- O Ramazan ayı ki hidayetin ve Furkanın beyânı olan Kur’ân, insanlara yol gösterici olarak onda indirilmiştir. Artık sizden her kim bu aya erişirse onda oruç tutsun. Hastalanan veya yolculukta bulunan ise (tutamadığı) günler sayısınca diğer günlerde (tutsun). Allah sizin için kolaylık ister, güçlük istemez. Böylelikle o sayılı günleri tamamlayasınız, sizi hidâyete erdirmesine karşılık Allah’ı yüceltesiniz ve (O’na) şükredesiniz.
#
{183} يخبر تعالى بما منَّ الله به على عباده بأنه فرض عليهم الصيام كما فرضه على الأمم السابقة لأنه من الشرائع والأوامر التي هي مصلحة للخلق في كل زمان، وفيه تنشيط لهذه الأمة بأنه ينبغي لكم أن تنافسوا غيركم في تكميل الأعمال والمسارعة إلى صالح الخصال، وأنه ليس من الأمور الثقيلة التي اختصَّيتم بها. ثم ذكر تعالى حكمته في مشروعية الصيام فقال: {لعلكم تتقون}؛ فإن الصيام من أكبر أسباب التقوى لأن فيه امتثال أمر الله واجتناب نهيه، فممِّا اشتمل عليه من التقوى أن الصائم يترك ما حرم الله عليه من الأكل والشرب والجماع ونحوها التي تميل إليها نفسه متقرباً بذلك إلى الله راجياً بتركها ثوابه، فهذا من التقوى، ومنها: أن الصائم يدرب نفسه على مراقبة الله تعالى فيترك ما تهوى نفسه مع قدرته عليه لعلمه باطلاع الله عليه، ومنها: أنَّ الصيام يضيق مجاري الشيطان فإنه يجري من ابن ادم مجرى الدم فبالصيام يضعف نفوذه وتقل منه المعاصي، ومنها: أن الصائم في الغالب تكثر طاعته والطاعات من خصال التقوى، ومنها: أن الغني إذا ذاق ألم الجوع أوجب له ذلك مواساة الفقراء المعدمين. وهذا من خصال التقوى.
183. “Ey iman edenler! Oruç sizden öncekilere farz kılındığı gibi sizin üzerinize de farz kılındı.” Yüce Allah kullarına -geçmiş ümmetlere farz kıldığı gibi- orucu farz kılmakla lütuf ve ihsanda bulunduğunu haber vermektedir. Çünkü oruç bütün çağlar boyunca insanların maslahatı için olan şer-î hüküm ve emirlerden birisidir. Bu buyruk ile ümmet gayrete getirilmekte ve adeta şöyle denilmektedir: Amelleri kemale erdirmekte, en güzel hasletlere koşmakta başkaları ile yarışmanız gerekir. Çünkü oruç yalnız size has ağır işlerden değildir. Daha sonra Yüce Allah orucu meşru kılmaktaki hikmeti de söz konusu ederek: “Takva sahibi olasınız diye” buyurmaktadır. Oruç hiç şüphesiz takvanın en büyük sebeplerindendir. Çünkü onda Allah’ın emrini yerine getirmek, yasaklarından kaçınmak vardır. Orucun ihtiva ettiği takvânın kapsamında şu da vardır: Oruç tutan bir kimse, Allah’ın oruçlu iken kendisine haram kıldığı yemeyi, içmeyi, cima etmeyi vb. gibi nefsinin meylettiği şeyleri -bu yolla Allah’a yakınlaşmak isteyerek ve Allah’ın sevap ve mükâfatını umarak- terk etmektedir. Bu, takvânın bir parçasıdır. Ayrıca oruç tutan kişi Yüce Allah’ın murakabesi altında olduğu hususunda nefsini eğitir. Nefsinin arzularını -yerine getirebilme gücü olduğu halde- terk eder, çünkü o Yüce Allah’ın kendisine muttali olduğunu çok iyi bilmektedir. Bir diğer husus şudur: Oruçlu kişi şeytanın yürüdüğü yerleri daraltır. Çünkü şeytan Âdemoğlunun içinde kanın akıp gittiği gibi akar. Oruç sayesinde şeytanın geçitleri daralır ve kişinin işlediği masiyetler azalır. Ayrıca oruç tutan kişinin çoğunlukla itaatleri de artar. İtaatler ise takvânın hasletleri arasında yer alır. Bir diğer da husus şudur: Zenginin, açlığın acısını tatması yoksul fakirleri gözetmesini gerektirir. Bu da takvânın özellikleri arasında yer alır.
#
{184} ولما ذكر أنه فرض عليهم الصيام أخبر أنه أيام معدودات أي قليلة في غاية السهولة ثم سهل تسهيلاً آخر فقال: {فمن كان منكم مريضاً أو على سفر فعدة من أيام أخر}؛ وذلك للمشقة في الغالب رخص الله لهما في الفطر، ولما كان لا بد من حصول مصلحة الصيام لكل مؤمن أمرهما أن يقضياه في أيام أخر إذا زال المرض وانقضى السفر وحصلت الراحة، وفي قوله: {فعدة من أيام}؛ فيه دليل على أنه يقضي عدد أيام رمضان كاملاً كان أو ناقصاً وعلى أنه يجوز أن يقضي أياماً قصيرة باردة عن أيام طويلة حارة كالعكس، وقوله: {وعلى الذين يطيقونه}؛ أي: يطيقون الصيام {فدية}؛ عن كل يوم يفطرونه {طعام مسكين}؛ وهذا في ابتداء فرض الصيام لما كانوا غير معتادين للصيام وكان فرضه حتماً فيه مشقة عليهم دَرَّجَهم الربُّ الحكيم بأسهل طريق، وخَيَّرَ المطيق للصوم بين أن يصوم وهو أفضل أو يطعم ولهذا قال: {وأن تصوموا خير لكم}؛ ثم بعد ذلك جعل الصيام حتماً على المطيق، وغير المطيق يفطر ويقضيه في أيام أُخَر، وقيل: وعلى الذين يطيقون؛ أي يتكلفونه، ويشق عليهم مشقة غير محتملة كالشيخ الكبير، فدية عن كل يوم مسكين، وهذا هو الصحيح.
184. “Sayılı günler olarak.” Yüce Allah orucu mü’minlere farz kıldığını zikrettikten sonra bunun sayılı yani sayıca az ve gâyet kolay günler boyunca farz olduğunu haber vermektedir. Yüce Allah bir başka kolaylık göstererek: “Sizden kim hasta veya yolcu olursa o günler sayısınca başka günlerde oruç tutsun” diye buyurmaktadır. Hasta olanlara ve yolculukta bulunanlara verilen bu ruhsatın sebebi çoğunlukla bu hallerde zorlukla karşılaşılmasından dolayıdır. Her bir mü’minin orucun faydasını elde etmesi kaçınılmaz olduğundan dolayı Yüce Allah bu ruhsattan faydalanan kişilere hastalıkları sona erdiğinde ve yolculuk bitip artık rahata kavuşulduğunda, tutmadıkları oruçları diğer günlerde kaza etmelerini emretmiştir. Yüce Allah’ın: “o günler sayısınca” buyruğunda kişinin, tutmadığı Ramazan günleri sayısınca kaza edeceğine delil vardır. Oruç tutmadığı Ramazan ister tam (otuz gün) olsun, ister eksik (yirmi dokuz gün) olsun fark etmez. Buna göre kısa ve soğuk günlerde uzun ve sıcak günlerin kazasını yapması da caiz olduğu gibi aksi de caizdir. “Ona güç yetirenler” yani oruç tutabilenler, oruç tutmadıkları her bir gün için “bir fakir doyumu fidye versinler.” Bu hüküm orucun ilk farz kılındığı dönemde idi. Çünkü oruca alışkın değillerdi ve orucun farz kılınışında hiç şüphesiz onlar için bir zorluk vardı. Hikmeti sonsuz olan Rabbimiz en kolay yolla onları yavaş yavaş bu ibadete alıştırdı. Oruç tutabilen kimseyi daha faziletli olan oruç tutmak ile yemek yedirmek arasında muhayyer bıraktı. İşte bundan dolayı: “Oruç tutmanız sizin hakkınızda daha hayırlıdır” diye buyurmaktadır. Daha sonra ise oruç, gücü yeten ve yetmeyen herkese kesin olarak farz kılındı ve gücü yetmeyen kimseye orucunu açtığı takdirde diğer günlerde kaza etmesi emrolundu. “Ona güç yetirenler” buyruğu şöyle de açıklanmıştır: İleri derecede yaşlı kimseler gibi oruç tutmakla katlanamayacakları kadar ağır bir zorlukla karşılaşanlar, oruç tutmadıkları her bir gün için bir yoksul doyumu fidye vermelidir. Doğru olan görüş de budur.
#
{185} {شهر رمضان الذي أنزل فيه القرآن}؛ أي: الصوم المفروض عليكم هو شهر رمضان الشهر العظيم الذي قد حصل لكم فيه من الله الفضل العظيم، وهو القرآن الكريم المشتمل على الهداية لمصالحكم الدينية والدنيوية وتبيين الحق بأوضح بيان، والفرقان بين الحق والباطل والهدى والضلال وأهل السعادة وأهل الشقاوة، فحقيق بشهر هذا فضله، وهذا إحسان الله عليكم فيه، أن يكون موسماً للعباد مفروضاً فيه الصيام، فلما قرره وبين فضيلته وحكمة الله تعالى في تخصيصه قال: {فمن شهد منكم الشهر فليصمه}؛ هذا فيه تعيين الصيام على القادر الصحيح الحاضر، ولما كان النسخ للتخيير بين الصيام والفداء خاصة، أعاد الرخصة للمريض والمسافر لئلا يتوهم أن الرخصة أيضاً منسوخة فقال: {يريد الله بكم اليسر ولا يريد بكم العسر}؛ أي: يريد الله تعالى أن ييسر عليكم الطرق الموصلة إلى رضوانه أعظم تيسير ويسهلها أبلغ تسهيل، ولهذا كان جميع ما أمر الله به عباده في غاية السهولة في أصله، وإذا حصلت بعض العوارض الموجبة لثقله؛ سهله تسهيلاً آخر إما بإسقاطه أو تخفيفه بأنواع التخفيفات، وهذه جملة لا يمكن تفصيلها، لأن تفاصيلها جميع الشرعيات، ويدخل فيها جميع الرخص والتخفيفات. {ولتكملوا العدة}؛ وهذا والله أعلم لئلا يتوهم متوهم أن صيام رمضان يحصل المقصود منه ببعضه، دفع هذا الوهم بالأمر بتكميل عدته، ويشكر الله تعالى عند إتمامه على توفيقه وتسهيله وتبيينه لعباده وبالتكبير عند انقضائه، ويدخل في ذلك التكبير عند رؤية هلال شوال إلى فراغ خطبة العيد.
185. “O Ramazan ayı ki hidayetin ve Furkanın beyânı olan Kur’ân, insanlara yol gösterici olarak onda indirilmiştir.” Yani size farz kılınan oruç büyük bir ay olan Ramazan ayı orucudur. Bu ayda sizin hakkınızda Allah’ın büyük lütufları gerçekleşmiştir. Bu da dinî ve dünyevî maslahatlarınıza yol gösteren, hakkı en açık bir şekilde açıklayan, hak ile batılı, hidâyet ile sapıklığı, bahtiyar olanlarla bedbaht olanları ayıran (Furkan olan) Kur’ân-ı Kerîm’dir. Bu derece faziletli ve Allah’ın kendisinde sizi bunca ihsana mazhar kıldığı bir ay elbette ki orucun farz kılındığı bir dönem olmaya layıktır. Yüce Allah bu ayın orucunu farz kılarak faziletini açıklayıp özellikle bu ayda orucu farz kılış hikmetini beyan ettikten sonra da şöyle buyurmaktadır: “Artık sizden her kim bu aya erişirse onda oruç tutsun!” Bu buyruk ile yolculukta bulunmayan, sağlıklı ve gücü yeten kimselere oruç tutmanın kesin olarak farz olduğu beyan edilmektedir. Nesh sadece oruç tutmak ile fidye vermek arasındaki muhayyerlik hakkında söz konusu olduğundan dolayı hasta ve yolcu hakkında daha sonra tutmak üzere tutmama ruhsatı bulunduğu tekrarlanmıştır. Böylelikle ruhsatın da nesh edildiği intibaı ortadan kaldırılmış olmaktadır. Daha sonra şöyle buyrulmaktadır: “Allah sizin için kolaylık ister, güçlük istemez.” Yüce Allah rızasına ulaştıran yolları size alabildiğine kolaylaştırmak ister. Öyleyse Yüce Allah’ın kullarına vermiş olduğu bütün emirler esasen son derece kolaydır. Bu emirlerin ağırlığını gerektiren ârızî bir takım hususlar ortaya çıkacak olursa, bunu bir daha kolaylaştırır. Bu da ya o hükmü bütünüyle ıskat eder (düşürür), yahut da çeşitli şekillerde onu hafifletir. Bu genişçe açıklanması mümkün olmayan özet bir ifadedir. Çünkü bunun teferruatı bütün şerî hükümler için söz konusudur ve bunun kapsamına bütün ruhsatlar ve hafifletici hükümler girmektedir. “Böylelikle o sayılı günleri tamamlayasınız.” Bu -doğrusunu en iyi Allah bilir ama- herhangi bir kimsenin Ramazan orucunun bir bölümünü tutmakla oruç tutmanın maksadının tahakkuk edeceği vehmine kimse kapılmasın diyedir. Ayın sayısını tamamlamaya yönelik bu emir ile böyle bir vehim bertaraf edilmektedir. Bu ayın orucu tamamlandıktan sonra da kişi Yüce Allah’a, ihsan ettiği başarı, kolaylaştırma ve kullarına beyanı dolayısıyla şükretmeli, orucu bitirince Allah’ı yüceltmeli (tekbir etmeli)dir. Bunun kapsamına Şevval ayı hilalinin görülmesinden itibaren bayram hutbesi bitene kadar tekbir getirme de girmektedir.
Ayet: 186 #
{وَإِذَا سَأَلَكَ عِبَادِي عَنِّي فَإِنِّي قَرِيبٌ أُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ إِذَا دَعَانِ فَلْيَسْتَجِيبُوا لِي وَلْيُؤْمِنُوا بِي لَعَلَّهُمْ يَرْشُدُونَ (186)}
186- Kullarım sana beni sorarlarsa işte ben gerçekten pek yakınım. Bana dua ettiğinde dua edenin duasına karşılık veririm. O halde onlar da çağrımı kabul etsinler ve Bana iman etsinler. Olur ki doğru yola ulaşırlar.
#
{186} هذا جواب سؤال. سأل النبيَّ - صلى الله عليه وسلم - بعضُ أصحابه فقالوا: يا رسول الله، أقريب ربنا فنناجيه، أم بعيد فنناديه؟ فنزل {وإذا سألك عبادي عني فإني قريب}؛ لأنه تعالى الرقيب الشهيد المطلع على السر وأخفى يعلم خائنةَ الأعين وما تخفي الصدور فهو قريب أيضاً من داعيه بالإجابة، ولهذا قال: {أجيب دعوة الداع إذا دعان}؛ والدعاء نوعان: دعاء عبادة، ودعاء مسألة. والقرب نوعان: قرب بعلمه من كل خلقه، وقرب من عابديه وداعيه بالإجابة والمعونة والتوفيق. فمن دعا ربه بقلب حاضر ودعاء مشروع ولم يمنع مانع من إجابة الدعاء كأكل الحرام ونحوه فإن الله قد وعده بالإجابة، وخصوصاً إذا أتى بأسباب إجابة الدعاء وهي الاستجابة لله تعالى بالانقياد لأوامره ونواهيه القولية والفعلية والإيمان به الموجب للاستجابة، فلهذا قال: {فليستجيبوا لي وليؤمنوا بي لعلهم يرشدون}؛ أي: يحصل لهم الرشد الذي هو الهداية للإيمان والأعمال الصالحة ويزول عنهم الغي المنافي للإيمان والأعمال الصالحة، ولأن الإيمان بالله والاستجابة لأمره سبب لحصول العلم كما قال تعالى: {يا أيها الذين آمنوا إن تتقوا الله يجعل لكم فرقاناً}. ثم قال تعالى:
186. Bu buyruk, bir sorunun cevabıdır. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabından bazıları: Ey Allah’ın Rasûlü, demişlerdi. Rabbimiz yakın mıdır ki ona gizlice yalvaralım; yoksa uzak mıdır ki yüksek sesle seslenelim? Bunun üzerine Yüce Allah’ın: “Kullarım sana beni sorarlarsa işte ben gerçekten pek yakınım.” buyruğu nazil oldu. Çünkü Yüce Allah her şeye tanık olandır, her şeyi gözetleyendir. Gizli olan şeylere de gizliden gizli olan şeylere de muttalidir. O gözlerin hain bakışını ve kalplerin gizlediğini bilir. Aynı zamanda o kendisine dua edenlere de dualarını kabul etmek sureti ile pek yakındır. Bundan dolayı da: “Bana dua ettiğinde dua edenin duasına karşılık veririm” buyurmuştur. Dua iki türlüdür, ibadet duası ve istekte bulunma duası. Yakınlık da iki türlüdür. Allah’ın ilmi ile bütün yaratıklarına yakın olması, bir de kendisine ibadet ve dua edenlere isteklerine karşılık vermek, onlara yardım etmek ve tevfikini ihsan etmek suretiyle yakın olması. Uyanık bir kalple Rabbine dua eden, meşru bir duada bulunan ve duanın kabul edilmesine -haram yemek vb.- engel bir hali bulunmayan kimsenin, şüphesiz Allah duasını kabul edeceği vaadinde bulunmuştur. Özellikle de duanın kabul edilmesinin sebeplerini yerine getirmiş ise. Bu sebepler ise Yüce Allah’ın kavlî ve fiilî emir ve yasaklarına bağlı olmak, ona iman ve icabet etmektir. Bundan dolayı Yüce Allah: “O halde onlar da çağrımı kabul (icabet) etsinler, bana iman etsinler, Olur ki doğru yola ulaşırlar.” buyurmaktadır. Yani imana ve salih amellere muvaffakiyet demek olan rüşde (doğru yola) ulaşırlar, imana ve salih amellere aykırı olan haddi aşmaya da son verirler. Çünkü Allah’a iman ve onun emrine icabet etmek Yüce Allah’ın şu buyruğunda görüldüğü gibi ilmin elde edilmesine vesiledir: “Ey iman edenler! Eğer Allah’a karşı takvalı olursanız, O size (iyi ile kötüyü) ayırt edecek bir anlayış (furkan) verir.” (el-Enfal, 8/29) Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 187 #
{أُحِلَّ لَكُمْ لَيْلَةَ الصِّيَامِ الرَّفَثُ إِلَى نِسَائِكُمْ هُنَّ لِبَاسٌ لَكُمْ وَأَنْتُمْ لِبَاسٌ لَهُنَّ عَلِمَ اللَّهُ أَنَّكُمْ كُنْتُمْ تَخْتَانُونَ أَنْفُسَكُمْ فَتَابَ عَلَيْكُمْ وَعَفَا عَنْكُمْ فَالْآنَ بَاشِرُوهُنَّ وَابْتَغُوا مَا كَتَبَ اللَّهُ لَكُمْ وَكُلُوا وَاشْرَبُوا حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَكُمُ الْخَيْطُ الْأَبْيَضُ مِنَ الْخَيْطِ الْأَسْوَدِ مِنَ الْفَجْرِ ثُمَّ أَتِمُّوا الصِّيَامَ إِلَى اللَّيْلِ وَلَا تُبَاشِرُوهُنَّ وَأَنْتُمْ عَاكِفُونَ فِي الْمَسَاجِدِ تِلْكَ حُدُودُ اللَّهِ فَلَا تَقْرَبُوهَا كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللَّهُ آيَاتِهِ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ (187)}
187- Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helâl kılındı. Onlar sizin elbisenizdir, siz de onlar için bir elbisesiniz. Allah nefislerinize karşı hainlik ettiğinizi bildiği için tevbenizi kabul etti ve sizi affetti. Artık kadınlarınıza yaklaşın ve Allah’ın size takdir ettiğini isteyin. Fecrin beyaz ipliği siyah ipliğinden tarafınızdan seçilinceye kadar yiyin için, sonra orucu geceye kadar tamamlayın. Mescidlerde itikâfta bulunduğunuz zaman kadınlarınıza yaklaşmayın. Bunlar Allah’ın sınırlarıdır, sakın onlara yaklaşmayın. İşte Allah insanlara takvaya erişsinler diye âyetlerini böylece açıklar.
#
{187} كان في أول فرض الصيام يحرم على المسلمين الأكل والشرب والجماع في الليل بعد النوم ، فحصلت المشقة لبعضهم، فخفف الله تعالى عنهم ذلك وأباح في ليالي الصيام كلها الأكل والشرب والجماع، سواء نام أو لم ينم، لكونهم يختانون أنفسهم بترك بعض ما أمروا به، {فتاب}؛ الله {عليكم}؛ بأن وسع لكم أمراً كان لولا توسعته موجباً للإثم، {وعفا عنكم}؛ ما سلف من التخون {فالآن}؛ بعد هذه الرخصة والسعة من الله {باشروهن}؛ وطئاً وقبلة ولمساً وغير ذلك {وابتغوا ما كتب الله لكم}؛ أي: انووا في مباشرتكم لزوجاتكم التقرب إلى الله تعالى، والمقصود الأعظم من الوطء، وهو حصول الذرية وإعفاف فرجه وفرج زوجته، وحصول مقاصد النكاح، ومما كتب الله لكم ليلة القدر الموافقة لليالي صيام رمضان، فلا ينبغي لكم أن تشتغلوا بهذه اللذة عنها وتضيعوها، فاللذة مدركة وليلة القدر إذا فاتت لم تدرك. {وكلوا واشربوا حتى يتبين لكم الخيط الأبيض من الخيط الأسود من الفجر}؛ هذا غاية للأكل والشرب والجماع، وفيه أنه إذا أكل ونحوه شاكًّا في طلوع الفجر فلا بأس عليه، وفيه دليل على استحباب السحور للأمر، وأنه يستحب تأخيره، أخذاً من معنى رخصة الله وتسهيله على العباد، وفيه أيضاً دليل على أنه يجوز أن يدركه الفجر وهو جنب من الجماع قبل أن يغتسل، ويصح صيامه لأن لازم إباحة الجماع إلى طلوع الفجر، أن يدركه الفجر وهو جنب، ولازم الحق حق {ثم}؛ إذا طلع الفجر {أتموا الصيام}؛ أي: الإمساك عن المفطرات {إلى الليل}؛ وهو غروب الشمس، ولما كان إباحة الوطء في ليالي الصيام ليست إباحة عامة لكل أحد، فإن المعتكف لا يحل له ذلك استثناه بقوله: {ولا تباشروهن وأنتم عاكفون في المساجد}؛ أي: وأنتم متصفون بذلك. ودلت الآية على مشروعية الاعتكاف وهو لزوم المسجد لطاعة الله تعالى وانقطاعاً إليه، وأن الاعتكاف لا يصح إلا في مسجدٍ، ويستفاد من تعريف المساجد أنها المساجد المعروفة عندهم، وهي التي تقام فيها الصلوات الخمس، وفيه أن الوطء من مفسدات الاعتكاف. تلك المذكورات وهو تحريم الأكل والشرب والجماع، ونحوه من المفطرات في الصيام، وتحريم الفطر على غير المعذور، وتحريم الوطء على المعتكف، ونحو ذلك من المحرمات {حدود الله}؛ التي حدها لعباده ونهاهم عنها فقال: {فلا تقربوها}؛ أبلغ من قوله فلا تفعلوها؛ لأن القربان يشمل النهي عن فعل المحرم بنفسه، والنهي عن وسائله الموصلة إليه. والعبد مأمور بترك المحرمات والبعد منها غاية ما يمكنه، وترك كل سبب يدعو إليها، وأما الأوامر فيقول الله فيها تلك حدود الله فلا تعتدوها فينهى عن مجاوزتها {كذلك}؛ أي: بيَّن الله لعباده الأحكام السابقة أتم تبيين وأوضحها لهم أكمل إيضاح {يبين الله آياته للناس لعلهم يتقون}؛ فإنهم إذا بان لهم الحق اتبعوه، وإذا تبين لهم الباطل اجتنبوه، فإن الإنسان قد يفعل المحرم، على وجه الجهل بأنه محرم ولو علم تحريمه لم يفعله، فإذا بين الله للناس آياته؛ لم يبق لهم عذر ولا حجة، فكان ذلك سبباً للتقوى.
187. Orucun farz kılındığı ilk dönemlerde müslümanlara uyuduktan sonra gece boyunca yemek, içmek ve cima haram idi. Bu, onların bazılarına zor geldi. Yüce Allah da bu hükmü hafifletti ve orucun bütün geceleri boyunca ister uyusun, ister uyumasılar yemeyi, içmeyi ve cimayı mubah kıldı. Çünkü onlar emrolundukları bazı şeyleri terk etmek sureti ile kendilerine hainlik ediyorlardı. Bunun üzerine Allah bu emri genişleterek “tevbenizi kabul etti.” Eğer onun bu genişletmesi olmasaydı sizin günaha girmeniz kaçınılmaz olurdu. “ve sizi affetti” geçmişteki hainliklerinizi bağışladı. “Artık” Allah tarafından gelen bu ruhsat ve genişlikten sonra “onlara” onlarla ilişki kurmak, öpmek, dokunmak vb. hallerle “yaklaşın ve Allah’ın size takdir ettiğini isteyin.” Eşlerinize yaklaşma halinde Yüce Allah’a da yakınlaşmayı niyet edin. Onlara yaklaşmaktaki en büyük maksat ise zürriyetin hâsıl olması, kendisinin ve eşinin iffetini koruması ve nikâhın maksatlarının husule gelmesidir. Allah’ın size takdir ettiklerinden birisi de Ramazan orucu gecelerine tesadüf eden Kadir Gecesidir. Öyleyse bu lezzetle meşgul olup bu Kadir gecesini kaçırmamalısınız. Çünkü kaçırılan bir lezzet bilâhare ele geçirilebilir, fakat Kadir Gecesi kaçırılacak olursa bir daha ele geçirilemez. “Fecrin beyaz ipliği siyah ipliğinden tarafınızdan seçilinceye kadar yiyin için” Bu; yeme, içme ve cimanın son vaktidir. Bu buyruktan anlaşıldığına göre fecrin (tan yerinin) ağardığından yana şüphe içerisinde iken yemek yenecek olursa bunun bir mahzuru yoktur. Yine bu buyrukta -emir ifadesi dolayısıyla- sahur yemeği yemenin de sahurun ertelenmesinin de müstehap olduğuna delil vardır. Bu da Yüce Allah’ın kullarına ruhsat vermesi ve kolaylık sağlamasından anlaşılmaktadır. Yine bu buyrukta kişinin cima dolayısıyla cünüp olduğunda tan yerinin ağarmasına rağmen gusletmemesinde bir sakınca olmadığın ve orucunun da geçerli olduğuna delil vardır. Çünkü cimanın tan yerinin ağarmasına kadar mubah olması, tan yerinin ağardığında kişinin cünüp olması sonucunu doğurur. Doğru olan bir şeyin doğurduğu sonuç da doğrudur. “Sonra” tan yeri ağardığı vakit “orucu” yani oruç bozan şeylerden uzak durmayı “geceye kadar tamamlayın.” Bu da güneşin batış vaktidir. Oruç gecelerinde ilişki mubah olmakla beraber herkes için mubah değildir. İtikâfta bulunan kimseye bu, helâl olmadığından Yüce Allah şu buyruğu ile bunu istisna etmektedir: “Mescidlerde itikâfta bulunduğunuz zaman kadınlarınıza yaklaşmayın.” Sizlerin itikâf vasfınız devam ettiği sürece onlara yaklaşmayın. İtikâf Allah’a itaat olmak üzere ve yalnızca ona yönelmek kastı ile mescitlerden ayrılmamak demektir ki bu ayet-i kerime onun meşru olduğuna ayrıca itikâfın yalnızca mescidde geçerli olduğuna delildir. Mescidlerin tarifinden de anlaşıldığı üzere bu mescidler, örfte “mescid” diye bilinen ve beş vakit namazın cemaatle kılındığı yerdir. Yine bu buyrukta eşlerin ilişkisinin itikafı bozan hususlardan biri olduğu da anlaşılmaktadır. “Bunlar” yani bu sayılanlar -ki onlar da oruçta yeme, içme, cima ve benzeri orucu bozan şeylerin haram olması, mazereti olmayan kimselere oruç açmanın haram kılınması ve itikafta bulunan kimse için ilişkinin haram olmasıdır- “Allah’ın” kulları için belirlediği ve işlemelerini yasak kıldığı “sınırlarıdır. Sakın onlara yaklaşmayın.” Yaklaşmama emri “sakın bunları işlemeyin” emrinden daha beliğdir. Çünkü yaklaşma yasağı bizatihi haram olan şeyi işleme yasağını da kapsar. Aynı zamanda o harama ulaştıran yolların yasaklanmasını da kapsar. Kul haramları terk etmekle emrolunduğu gibi onlardan mümkün olduğunca uzak durmak ve haramlara davet eden her türlü sebebi terk etmekle de emrolunmuştur. Emirlere gelince Allah bu konuda: “Bunlar Allah’ın sınırlarıdır, onları aşmayın.” (el-Bakara, 2/229) buyurarak onları çiğnemeyi yasaklamaktadır. “İşte Allah insanlara takvaya erişsinler diye âyetlerini böylece açıklar.” Sözü geçen hükümleri kullarına en mükemmel ve en açık şekilde tam anlamı ile izah eder, açıklar. Hak onlar için apaçık ortaya çıktığı takdirde onlar da ona tâbî olurlar. Batıl da açıkça ortaya çıktığında ondan uzak dururlar. Çünkü insan haram olduğunu bilmediği haram bir işi yapabilir. Eğer haram olduğunu bilirse de yapmaz. İşte Yüce Allah insanlara âyetlerini genişçe açıkladığına göre artık onların ileri süreceği herhangi bir mazeret ve delilleri kalmamaktadır. Bu da onların takvâlı olmalarına bir vesiledir.
Ayet: 188 #
{وَلَا تَأْكُلُوا أَمْوَالَكُمْ بَيْنَكُمْ بِالْبَاطِلِ وَتُدْلُوا بِهَا إِلَى الْحُكَّامِ لِتَأْكُلُوا فَرِيقًا مِنْ أَمْوَالِ النَّاسِ بِالْإِثْمِ وَأَنْتُمْ تَعْلَمُونَ (188)}
188- Mallarınızı aranızda batıl yollarla yemeyin ve bile bile insanların mallarından bir kısmını günah (bir yol) ile yemek için onları hâkimlere vermeyin.
#
{188} أي: ولا تأخذوا أموالكم أي أموال غيركم، أضافه إليهم لأنه ينبغي للمسلم أن يحب لأخيه ما يحب لنفسه، ويحترم ماله كما يحترم ماله، ولأن أكله لمال غيره يجرئ غيره على أكل ماله عند القدرة، ولما كان أكلها نوعين: نوعاً بحقٍّ ونوعاً بباطل، وكان المحرم إنما هو أكلها بالباطل قيده تعالى بذلك، ويدخل بذلك أكلها على وجه الغصب والسرقة والخيانة في وديعة أو عارية أو نحو ذلك، ويدخل فيه أيضاً أخذها على وجه المعاوضة بمعاوضة محرمة، كعقود الربا والقمار كلها فإنها من أكل المال بالباطل، لأنه ليس في مقابلة عوض مباح، ويدخل في ذلك أخذها بسبب غش في البيع والشراء والإجارة ونحوها، ويدخل في ذلك استعمال الأجراء وأكل أجرتهم، وكذلك أخذهم أجرة على عمل لم يقوموا بواجبه، ويدخل في ذلك أخذ الأجرة على العبادات والقربات التي لا تصح حتى يقصد بها وجه الله تعالى، ويدخل في ذلك الأخذ من الزكوات والصدقات والأوقاف والوصايا، لمن ليس له حق منها أو فوق حقه، فكل هذا ونحوه من أكل المال بالباطل، فلا يحل ذلك بوجه من الوجوه حتى ولو حصل فيه النزاع والارتفاع إلى حاكم الشرع، وأدلى من يريد أكلها بالباطل بحجة غلبت حجة المحق، وحكم له الحاكم بذلك، فإن حكم الحاكم لا يبيح محرماً ولا يحلل حراماً، إنما يحكم على نحو مما يسمع، وإلا فحقائق الأمور باقية، فليس في حكم الحاكم للمبطل راحة ولا شبهة ولا استراحة، فمن أدلى إلى الحاكم بحجة باطلة، وحكم له بذلك فإنه لا يحل له، ويكون آكلاً لمال غيره بالباطل والإثم، وهو عالم بذلك فيكون أبلغ في عقوبته وأشد في نكاله. وعلى هذا؛ فالوكيل إذا علم أن موكله مبطل في دعواه لم يحل له أن يخاصم عن الخائن كما قال تعالى: {ولا تكن للخائنين خصيماً}.
188. “Mallarınızı” yani sizden başkalarının mallarını “batıl yollarla yemeyin.” Burada “mallarınızı” diye buyrulmuş olması müslüman bir kimsenin kendisi için sevdiği şeyi kardeşi için sevmesi, onun malına tıpkı kendi malına saygı gösterdiği gibi saygı göstermesi gerektiğinden dolayıdır. Diğer taraftan bir kimsenin başkasının malını yemesi, başkasına da gücü yetmesi halinde kendi malını yeme cesaretini kazandırır. Mal yeme biri hak diğeri de batıl yolla olmak üzere iki türlü olduğundan ve haram olan da sadece batıl yolla yeme olduğundan dolayı Yüce Allah, yenilen malı bu şekilde batılla kayıtlamıştır. Bunun kapsamına gasp, hırsızlık, emanet bırakılan veya ödünç verilen bir mala yahut buna benzer bir şeye hainlik etmek de girmektedir. Yine faiz akitleri, bütün çeşitleri ile kumar da bu batıl yollarla yemenin kapsamına girmektedir. Çünkü bu şekilde yenilen mallar mubah olan bir bedel karşılığında yenilmemektedir. Alışverişte, kira ve benzerlerinde aldatma sureti ile malların yenilmesi de batıl yollarla yeme kapsamı içerisindedir. Ücretle çalıştırılanların ücretlerinin yenilmesi de bu kapsama dâhildir. Ücretle çalışanların gereğini yerine getirmedikleri bir işin ücretini almaları da böyledir. Yalnızca Allah rızası gözetilmedikçe geçerli olmayan, Allah’a yakınlaştırıcı ameller ve ibadetler karşılığında ücret almak da bu kapsama girmektedir. Zekâtlardan, sadakalardan, vakıflardan ve vasiyetlerden, hak sahibi olmayan kimselerin bir şeyler almaları yahut haklarından fazlasını almaları da bu kapsama dâhildir. Bütün bunlar ve benzer şekiller, batıl yollarla mal yeme çerçevesi içerisindedir ve hiçbir şekilde helâl değildir. Hatta bu konuda bir anlaşmazlık çıksa ve şeriatla hükmeden bir hakimin huzurunda dava açılsa, malı batıl yolla yemek isteyen kişi de haklının delilini hükümsüz kılacak şekilde bir delil ortaya koysa ve hakim de buna binaen o haksız kimsenin lehine hüküm verecek olsa dahi bu böyledir. Zira hâkimin verdiği bu hüküm ne haram olan bir şeyi mubah kılabilir, ne de helâl olan bir şeyi haram kılabilir. Çünkü hâkim ancak işittiğine uygun olarak hüküm verir, yoksa işlerin hakikatleri olduğu gibidir. O nedenle hâkimin verdiği hükümde haksız olan için ne rahat etme ne malın helâl olma ihtimali ne de huzur söz konusu değildir. Bir kimse hâkime batıl bir delil sunacak olsa, hâkim de buna dayanarak onun lehine hüküm verecek olsa, bu helâl olmayan şey o kimse için helâl olmaz ve böyle bir kimse başkasının malını batıl yol ile ve günah ile -hem de bunu bile bile- yemiş olur. Böyle birisinin cezası da daha ağır olur, buna binaen ona verilecek ceza da daha ağırdır. Buna binaen vekil, kendisine vekalet verenin davasında haksız olduğunu bilir ise haksız olan adına davayı sürdürmesi, onu savunması helâl değildir. Nitekim Yüce Allah: “Hainlerin savunucusu olma!” (en-Nisa, 4/105) buyurmaktadır.
Ayet: 189 #
{يَسْأَلُونَكَ عَنِ الْأَهِلَّةِ قُلْ هِيَ مَوَاقِيتُ لِلنَّاسِ وَالْحَجِّ وَلَيْسَ الْبِرُّ بِأَنْ تَأْتُوا الْبُيُوتَ مِنْ ظُهُورِهَا وَلَكِنَّ الْبِرَّ مَنِ اتَّقَى وَأْتُوا الْبُيُوتَ مِنْ أَبْوَابِهَا وَاتَّقُوا اللَّهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ (189)}.
189- Sana hilalleri soruyorlar. De ki: Onlar insanlar için bir de hac için vakit ölçüleridir. İyilik evlere arkalarından girmeniz değildir, fakat esas iyilik kişinin takva sahibi olmasıdır. O halde evlere kapılarından girin. Allah’a karşı takvalı olun ki kurtuluşa eresiniz.”
#
{189} فقوله تعالى: {يسألونك عن الأهلة}؛ ـ جمع هلال ـ ما فائدتها وحكمتها أو عن ذاتها {قل هي مواقيت للناس}؛ أي: جعلها الله تعالى بلطفه ورحمته على هذا التدبير، يبدو الهلال ضعيفاً في أول الشهر، ثم يتزايد إلى نصفه، ثم يشرع في النقص إلى كماله، وهكذا ليعرف الناس بذلك مواقيت عباداتهم؛ من الصيام وأوقات الزكاة والكفارات وأوقات الحج، ولما كان الحج يقع في أشهر معلومات، ويستغرق أوقاتاً كثيرة قال: {والحج}؛ وكذلك تعرف بذلك أوقات الديون المؤجلات، ومدة الإجارات ومدة العدد والحمل، وغير ذلك مما هو من حاجات الخلق، فجعله تعالى حساباً يعرفه كل أحد من صغير وكبير وعالم وجاهل، فلو كان الحساب بالسنة الشمسية لم يعرفه إلا النادر من الناس. {وليس البر بأن تأتوا البيوت من ظهورها}؛ وهذا كما كان الأنصار وغيرهم من العرب إذا أحرموا لم يدخلوا البيوت من أبوابها؛ تعبداً بذلك وظنًّا أنه برٌّ، فأخبر تعالى أنه ليس من البرِّ ؛ لأن الله تعالى لم يشرعه لهم، وكل من تعبد بعبادة لم يشرعها الله ولا رسوله فهو متعبد ببدعة، وأمرهم أن يأتوا البيوت من أبوابها؛ لما فيه من السهولة عليهم التي هي قاعدة من قواعد الشرع. ويستفاد من إشارة الآية أنه ينبغي في كل أمر من الأمور أن يأتيه الإنسان من الطريق السهل القريب الذي قد جعل له موصلاً، فالآمر بالمعروف والناهي عن المنكر، ينبغي أن ينظر في حالة المأمور، ويستعمل معه الرفق والسياسة التي بها يحصل المقصود أو بعضه، والمتعلم والمعلم ينبغي أن يسلك أقرب طريق وأسهله يحصل به مقصوده، وهكذا كل من حاول أمراً من الأمور، وأتاه من أبوابه، وثابر عليه فلا بد أن يحصل له المقصود بعون الملك المعبود. {واتقوا الله}؛ هذا هو البرُّ الذي أمر الله به، وهو لزوم تقواه على الدوام بامتثال أوامره واجتناب نواهيه، فإنه سبب للفلاح الذي هو الفوز بالمطلوب والنجاة من المرهوب، فمن لم يتق الله تعالى لم يكن له سبيل إلى الفلاح، ومن اتقاه فاز بالفلاح والنجاح.
189. “Sana hilalleri soruyorlar” yani hilallerin faydası ve hikmeti nedir diye, yahut da bizâtihi hilâller hakkında sana soruyorlar. “De ki: Onlar insanlar için bir de hac için vakit ölçüleridir.” Yani Yüce Allah lütuf ve rahmeti ile hilalleri bu şekilde düzenlemiştir. Hilal ayın başında oldukça ince görünür. Ayın ortasına giderek artıp büyür, sonra ay bitinceye kadar eksilmeye devam eder. Bu böylece sürüp gider. İnsanlar bu yolla oruç, zekât, kefaretler ve hac gibi ibadetlerinin vakitlerini bilsinler diye böyledir. Hac belli aylarda gerçekleştiği ve uzun bir süreç olduğundan dolayı ayrıca; “bir de hac için” diye buyurulmuştur. Bu yolla aynı şekilde vadeleri belirlenmiş borçların zamanları, kira akitlerinin süreleri, iddetlerin ve hamileliklerin süreleri ve buna benzer insanların (zamanlama açısından) ihtiyaç duydukları bütün süreler bilinir. Yüce Allah ayları küçük, büyük, alim, cahil herkesin bildiği şekilde bir hesap aracı olarak tayin etmiştir. Eğer hesap güneş senesine göre yapılmış olsa, bunu insanlar arasında bilenler pek az olurdu. “İyilik evlere arkalarından girmeniz değildir.” Bu Ensar ile diğer Arapların ihramlı iken yaptıkları bir davranışı dile getirmektedir. Şöyle ki onlar ihramlı oldukları vakit evlere kapılarından girmiyorlar ve bunu da ibadet olarak yapıyor ve bunu iyilik zannediyorlardı. Yüce Allah böyle bir işin iyilik olmadığını haber vermektedir. Çünkü o böyle bir işi onlara teşri buyurmamıştır. Allah’ın ve Rasûlü’nün teşri buyurmadığı bir ibadet ile ibadet etmeye kalkışan herkes bid’at bir şeyle ibadete kalkışmış demektir. Yüce Allah bu buyruğu ile evlere kapılarından girmelerini emretmektedir; çünkü böylesi onlara kolaydır ve kolaylık şeriatın kurallarından birisidir. Ayet-i kerimenin işaretinden insanın ulaşmak istediği her bir işe ona ulaştıran yakın ve kolay yoldan gitmesi gerektiği de anlaşılmaktadır. Mesela iyiliği emretmek ve kötülüğü engellemek isteyen kişi, işlerin durumunu göz önünde bulundurmalı bu konuda maksadı kısmen ya da tamamen gerçekleştirecek olan yumuşak davranma ve güzel idare şeklini kullanmalıdır. İlim öğrenen ve öğretenin de maksadını gerçekleştirecek en kısa ve en kolay yolu izlemesi gerekir. Herhangi bir işi gerçekleştirmek isteyip ona uygun kapısından girerek gerçekleştirmeye çalışan ve buna özen gösteren bir kimsenin ma’bud ve mutlak melikin yardımı ile maksadına kavuşması kaçınılmaz bir şeydir. “Allah’a karşı takvalı olun.” İşte Allah’ın emretmiş olduğu iyilik budur. Bu da sürekli olarak Allah’ı göz önünde bulundurmak, emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmak suretiyle takvâya bağlı kalmaktır. İşte arzulananı elde etmek ve korkulanlardan kurtulmak demek olan felah budur. Allah’a karşı takvalı olmayan bir kimsenin başarı ve mutluluğa (felaha) yol bulmasına ise imkân yoktur. Allah’a karşı takvalı olanlar ise başarı ve mutluluğa erişir.
Ayet: 190 - 193 #
{وَقَاتِلُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ الَّذِينَ يُقَاتِلُونَكُمْ وَلَا تَعْتَدُوا إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ الْمُعْتَدِينَ (190) وَاقْتُلُوهُمْ حَيْثُ ثَقِفْتُمُوهُمْ وَأَخْرِجُوهُمْ مِنْ حَيْثُ أَخْرَجُوكُمْ وَالْفِتْنَةُ أَشَدُّ مِنَ الْقَتْلِ وَلَا تُقَاتِلُوهُمْ عِنْدَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ حَتَّى يُقَاتِلُوكُمْ فِيهِ فَإِنْ قَاتَلُوكُمْ فَاقْتُلُوهُمْ كَذَلِكَ جَزَاءُ الْكَافِرِينَ (191) فَإِنِ انْتَهَوْا فَإِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ (192) وَقَاتِلُوهُمْ حَتَّى لَا تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدِّينُ لِلَّهِ فَإِنِ انْتَهَوْا فَلَا عُدْوَانَ إِلَّا عَلَى الظَّالِمِينَ (193)}.
190- Sizinle savaşanlarla siz de Allah yolunda savaşın. Aşırı gitmeyin. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez. 191- Onları nerede bulursanız öldürün, sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın. Fitne katilden beterdir. Onlar sizinle Mescid-i Haram’da savaşmadıkça sakın siz de onlarla orada savaşmayın. Eğer sizinle savaşırlarsa onları öldürün. Kâfirlerin cezası işte böyledir. 192- Bununla beraber eğer (küfürden) vazgeçerlerse şüphesiz Allah çok bağışlayıcıdır, pek merhametlidir. 193- Fitne kalmayıp din, yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Eğer vazgeçerlerse artık zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur.
#
{190} هذه الآيات تتضمن الأمر بالقتال في سبيل الله، وهذا كان بعد الهجرة إلى المدينة، لَمَّا قَوِيَ المسلمون للقتال أمرهم الله به بعدما كانوا مأمورين بكفِّ أيديهم، وفي تخصيص القتال {في سبيل الله}؛ حث على الإخلاص ونهيٌ عن الاقتتال في الفتن بين المسلمين، {الذين يقاتلونكم}؛ أي: الذين هم مستعدون لقتالكم، وهم المكلفون الرجال غير الشيوخ الذين لا رأي لهم ولا قتال. والنهي عن الاعتداء يشمل أنواع الاعتداء كلها من قتل من لا يقاتل من النساء والمجانين والأطفال والرهبان ونحوهم، والتمثيل بالقتلى وقتل الحيوانات وقطع الأشجار ونحوها، لغير مصلحة تعود للمسلمين، ومن الاعتداء مقاتلة من تقبل منهم الجزية، إذا بذلوها فإن ذلك لا يجوز.
190. Bu âyet-i kerimeler, Allah yolunda savaş emrini ihtiva etmektedir. Bu emir müslümanların Medine’ye hicret etmesinden sonra verilmişti. Daha önceleri savaştan ellerini çekmekle emrolundukları halde müslümanlar savaşacak gücü bulunca Allah da onlara savaşma emrini verdi. Savaşın “Allah yolunda” olmakla tahsis edilmesi cihadda ihlâsa bir teşviktir ve müslümanlar arasındaki fitnelerde savaşmayı yasaklamak içindir. “Sizinle savaşanlarla” yani sizinle savaşmaya hazır olanlarla demektir ki bunlar da mükellef erkeklerdir. Savaş hakkında görüş belirtemeyen ve savaşamayan yaşlılar bundan müstesnadır. “Aşırı gitmeyin.” Aşırı gitmenin yasaklanması kadın, deli, çocuk, rahib ve bunlara benzer savaşmayan kimselerin öldürülmesi, öldürülenlerin azalarının kesilmesi, hayvanların öldürülmesi, müslümanlar lehine maslahatı olmadıkça ağaç ve benzeri şeylerin kesilmesi gibi bütün haksızlık ve aşırı gitme türlerini kapsamaktadır. Cizye vermek istemeleri halinde istekleri kabul edilmesi gereken kimselerle savaşmak da aşırı gitmek ve haksızlık kabilindendir. Çünkü böyle bir şey caiz değildir.
#
{191 ـ 192} {واقتلوهم حيث ثقفتموهم}؛ هذا أمر بقتالهم أينما وجدوا في كل وقت وفي كل زمان قتال مدافعة وقتال مهاجمة، ثم استثنى من هذا العموم قتالهم {عند المسجد الحرام}؛ وأنه لا يجوز إلا أن يَبْدَؤوا بالقتال فإنهم يُقَاتَلُون جزاء لهم على اعتدائهم، وهذا مستمر في كل وقت حتى ينتهوا عن كفرهم فيسلموا، فإن الله يتوب عليهم ولو حصل منهم ما حصل من الكفر بالله والشرك في المسجد الحرام وصد الرسول والمؤمنين عنه، وهذا من رحمته وكرمه بعباده. ولما كان القتال عند المسجد الحرام يتوهم أنه مفسدة في هذا البلد الحرام أخبر تعالى أن المفسدة بالفتنة عنده بالشرك والصد عن دينه أشد من مفسدة القتل، فليس عليكم أيها المسلمون حرج في قتالهم. ويستدل في هذه الآية على القاعدة المشهورة وهي أنه يرتكب أخف المفسدتين لدفع أعلاهما.
191-192. “Onları nerede bulursanız öldürün.” Bu, her zaman için nerede karşılaşılırsa karşılaşılsın ister savunma, ister hücum yoluyla onlarla savaşma emrini içermektedir. Daha sonra bu genel savaş emrinden “Mescid-i Haram’da” istisnası getirilmektedir. Mescid-i Haram’da onlar savaşa başlamadıkça onlarla savaş caiz değildir. Onlar başlayacak olurlarsa bu haksızlık ve saldırılarına mukabil onlarla savaşılır. Bu da her zaman için geçerli bir hükümdür. Tâ ki küfürlerinden vazgeçip müslüman oluncaya kadar. O vakit Allah da tevbelerini kabul eder. Bundan önce Allah’ı inkar etmiş ve Mescid-i Haram’da şirk koşmuş, Allah’ın Rasûlü’nü ve mü’minleri oraya girmekten alıkoymuş olsalar dahi böyledir. Bu da Allah’ın kullarına olan rahmet ve keremindendir. Mescid-i Haram civarında savaş, haram beldede fesat çıkarma ihtimalini de akıla getirdiğinden dolayı Yüce Allah Mescid-i Haram’da şirk koşup Allah’ın dininden alıkoyma fitnesinin öldürmenin zararından daha ağır olduğunu haber vermektedir. O halde ey müslümanlar; bu şartlar altında onlarla savaşmakta sizin için vebal söz konusu değildir. Bu âyet-i kerime şu ünlü kaideye delil gösterilebilir: “Daha büyük bir kötülüğü önlemek için iki kötülükten daha hafif olanı tercih edilir.”
#
{193} ثم ذكر تعالى المقصود من القتال في سبيله، وأنه ليس المقصود به سفك دماء الكفار وأخذ أموالهم، ولكن المقصود به أن {يكون الدين لله} تعالى، فيظهر دين الله تعالى على سائر الأديان، ويدفع كل ما يعارضه من الشرك وغيره وهو المراد بالفتنة، فإذا حصل هذا المقصود فلا قتل ولا قتال. {فإن انتهوا}؛ عن قتالكم عند المسجد الحرام، {فلا عدوان إلا على الظالمين}؛ أي: فليس عليهم منكم اعتداء إلا من ظلم منهم؛ فإنه يستحق المعاقبة بقدر ظلمه.
193. Daha sonra Yüce Allah kendi yolunda savaşmanın maksadını söz konusu ederek, cihaddan maksadın, kâfirlerin kanlarını akıtmak ve mallarını almak olmadığını belirtmektedir. Aksine cihaddan maksad: “Din yalnız Allah’ın oluncaya kadar” hedefinin gerçekleştirilmesidir. Yani Yüce Allah’ın dininin diğer dinlere üstün gelmesi, onun karşıtı olan şirk ve benzeri her bir şeyin -ki buradaki “fitne” ile kastedilen de şirktir- bertaraf edilmesidir. İşte bu maksat gerçekleşecek olursa ne kimsenin öldürülmesi ne de savaş söz konusu olmaz. “Eğer” Mescid-i Haram civarında sizinle savaşmaktan “vazgeçerlerse artık zalimlerden başkasına düşmanlık yoktur” yani siz onlara -aralarından zulmedenler müstesna- hiçbir şekilde saldırmayın, haksızlık etmeyin. Aralarından zulme yönelen kimse ise zulmü kadarı ile cezalandırılmayı hak eder.
Ayet: 194 #
{الشَّهْرُ الْحَرَامُ بِالشَّهْرِ الْحَرَامِ وَالْحُرُمَاتُ قِصَاصٌ فَمَنِ اعْتَدَى عَلَيْكُمْ فَاعْتَدُوا عَلَيْهِ بِمِثْلِ مَا اعْتَدَى عَلَيْكُمْ وَاتَّقُوا اللَّهَ وَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ مَعَ الْمُتَّقِينَ (194)}.
194- Haram ay haram aya karşılıktır. Hürmetler de karşılıklıdır. Onun için size kim saldırırsa siz de tıpkı onların size saldırdıkları gibi (misliyle) karşılık verin. Allah’a karşı takvalı olun ve bilin ki Allah takva sahipleri ile beraberdir.
#
{194} يقول تعالى: {الشهر الحرام بالشهر الحرام} يحتمل أن يكون المراد به ما وقع من صد المشركين للنبي - صلى الله عليه وسلم -، وأصحابه عام الحديبية عن الدخول لمكة وقاضوهم على دخولها من قابل، وكان الصد والقضاء في شهر حرام وهو ذو القعدة فيكون هذا بهذا، فيكون فيه تطييب لقلوب الصحابة بتمام نسكهم وكماله، ويحتمل أن يكون المعنى أنكم إن قاتلتموهم في الشهر الحرام، فقد قاتلوكم فيه وهم المعتدون، فليس عليكم في ذلك حرج، وعلى هذا فيكون قوله: {والحرمات قصاص}؛ من باب عطف العام على الخاص، أي كل شيء يحترم من شهر حرام أو بلد حرام أو إحرام، أو ما هو أعم من ذلك جميع ما أمر الشرع باحترامه، فمن تجرأ عليها فإنه يقتص منه: فمن قاتل في الشهر الحرام قوتل، ومن هتك البلد الحرام أخذ منه الحد ولم يكن له حرمة، ومن قتل مكافئاً له قتل به، ومن جرحه، أو قطع عضواً منه اقتص منه، ومن أخذ مال غيره المحترم؛ أخذ منه بدله، ولكن هل لصاحب الحق أن يأخذ من ماله بقدر حقه أم لا؟ خلاف بين العلماء، الراجح من ذلك أنه إن كان سبب الحق ظاهراً كالضيف إذا لم يقره غيره، والزوجة والقريب إذا امتنع من تجب عليه، النفقة من الإنفاق عليه، فإنه يجوز أخذه من ماله، وإن كان السبب خفيًّا كمن جحد دَيْن غيره أو خانه في وديعة أو سرق منه ونحو ذلك، فإنه لا يجوز له أن يأخذ من ماله مقابلة له جمعاً بين الأدلة، ولهذا قال تعالى توكيداً وتقوية لما تقدم: {فمن اعتدى عليكم فاعتدوا عليه بمثل ما اعتدى عليكم}؛ هذا تفسير لصفة المقاصة وأنها هي المماثلة في مقابلة المعتدي. ولما كانت النفوس ـ في الغالب ـ لا تقف على حدها إذا رخص لها في المعاقبة لطلبها التشفي أمر تعالى بلزوم تقواه التي هي الوقوف عند حدوده وعدم تجاوزها وأخبر تعالى أنه {مع المتقين}؛ أي: بالعون والنصر والتأييد والتوفيق، ومن كان الله معه حصل له السعادة الأبدية، ومن لم يلزم التقوى تخلى عنه وليه، وخذله فَوَكَلَه إلى نفسه، فصار هلاكه أقرب إليه من حبل الوريد.
194. “Haram ay haram aya karşılıktır.” Bununla müşriklerin, Hudeybiye yılında Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in ve ashabının Mekke’ye girmelerini engellemelerinin kastedilmiş olması muhtemeldir. Hudeybiye’de müşrikler müslümanlarla ertesi sene Mekke’ye girmek üzere anlaşmışlardı. İşte Hudeybiye’deki bu alıkoyma da yapılamayan umrenin kazası da haram ayda gerçekleşmişti ki o da Zülkade ayı idi. Buna göre ayetin manası bu haram ay diğer haram aya karşılıktır, demek olur. Bu buyruk ile ibadetlerini tamamlamak ve eksiklerini gidermek sureti ile ashab-ı kiramın kalpleri de hoş tutulmuştur. Anlamın şöyle olma ihtimali de vardır: Sizler her ne kadar onlarla haram ayda savaştı iseniz de onlar da bu ayda sizinle savaşmışlardır ve asıl haddi aşarak saldırıda bulunanlar da onlardır. O nedenle bu konuda sizin için herhangi bir vebal yoktur. Buna göre Yüce Allah’ın “hürmetler karşılıklıdır” buyruğu da genelin özele atfedilmesi kabilinden olur. Yani ister haram ay, ister haram belde, ister ihram yahut da bundan daha umumi olan herhangi bir şey, kısacası şeriatın hürmet edilmesini emretmiş olduğu her bir hususa karşı her kimin bir cüretkârlığı ortaya çıkacak olursa bundan dolayı ona karşılık cezalandırılır. Buna binaen haram ayda savaşanla savaşılır. Haram beldenin saygınlığını çiğneyen cezalandırılır ve onun saygınlığı olmaz. Kendisine denk birisini öldürülen kimse de ona karşılık öldürülür, onu yaralar veya bir organını keserse ona kısas uygulanır. Başkasının saygı duyulması gereken malını haksızca alan bir kimseden de onun bedeli alınır. Peki, acaba hak sahibinin bizzat kendisine haksızlık edenin malından hakkı kadarını alma hakkı var mıdır yok mudur? Bu hususta ilim adamları arasında görüş ayrılığı vardır. Tercihe şayan olan görüş şudur: Eğer o hakkın tahakkukuna sebep olan şey, misâfirin ağırlanmaması gibi yahut hanımın veya yakın akrabanın nafakasını sağlamakla yükümlü olanın bu nafakaları vermemesi gibi açık (zahir) bir hak ise böyle bir hakkın haksızlık edenin malından alınması caizdir. Şâyet hakka yol açan sebep -mesela başkasının kendisindeki alacağını inkâr eden yahut elindeki emanete hainlik eden veya başkasından bir şey çalan vb. hallerde olduğu gibi- gizli ise bu hakka karşılık olarak haksızlık edenin malından bir şey alınması caiz değildir. Bu görüş konu ile ilgili delillerin bir arada mütalaa edilmesinin bir sonucudur. İşte bundan dolayı Yüce Allah da az önce geçen hususları pekiştirmek üzere şöyle buyurmaktadır: “Onun için size kim saldırırsa siz de tıpkı onların size saldırdıkları gibi karşılık verin.” Bu da kısas niteliğinin mahiyetini açıklamaktadır ve bu mahiyet de haksızlık yapana verilen karşılığın misli ile olması şeklinde tespit edilmiştir. Haksızlığı cezalandırma ruhsatı verildiğinde nefisler intikam almak istediklerinden dolayı durmaları gereken sınırda çoğunlukla durmadığından, Allah azze ve celle takvayı emretmektedir ki takva da O’nun çizmiş olduğu sınırlarda durmak ve bu sınırları aşmamaktır. “Bilin ki Allah” yardımı, desteği ve tevfiki ile “takva sahipleriyle beraberdir.” Allah kiminle birlikte olursa onlar ebedi mutluluğu elde ederler. Takva sahibi olmayanlardan ise dostluğunu çeker, onları yardımsız bir şekilde kendi başlarına bırakır. Bu durumdaki kişilerin ise helâk olmaları kendi şah damarlarından bile daha yakındır kendilerine.
Ayet: 195 #
{وَأَنْفِقُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ وَلَا تُلْقُوا بِأَيْدِيكُمْ إِلَى التَّهْلُكَةِ وَأَحْسِنُوا إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ (195)}.
195- Allah yolunda infak edin ve ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın. İhsan edin, şüphesiz Allah ihsan edenleri sever.
#
{195} يأمر تعالى عباده بالنفقة في سبيله، وهو إخراج الأموال في الطرق الموصلة إلى الله، وهي كل طرق الخير من صدقة على مسكين أو قريب أو إنفاق على من تجب مؤنته، وأعظم ذلك وأول ما دخل في ذلك الإنفاق في الجهاد في سبيل الله، فإن النفقة فيه جهاد بالمال وهو فرض كالجهاد بالبدن، وفيها من المصالح العظيمة الإعانة على تقوية المسلمين و [على] توهية الشرك وأهله وعلى إقامة دين الله وإعزازه، فالجهاد في سبيل الله، لا يقوم إلا على ساق النفقة، فالنفقة له كالروح لا يمكن وجوده بدونها، وفي ترك الإنفاق في سبيل الله إبطال للجهاد وتسليط للأعداء، وشدة تكالبهم، فيكون قوله تعالى: {ولا تلقوا بأيديكم إلى التهلكة}؛ كالتعليل لذلك. والإلقاء باليد إلى التهلكة يرجع إلى أمرين: ترك ما أمر به العبد إذا كان تركه موجباً أو مقارباً لهلاك البدن أو الروح، وفعل ما هو سبب موصل إلى تلف النفس أو الروح فيدخل تحت ذلك أمور كثيرة، فمن ذلك ترك الجهاد في سبيل الله، أو النفقة فيه الموجب لتسلط الأعداء، ومن ذلك تغرير الإنسان بنفسه في مقاتلة أو سفر مخوف أو محل مسبعة أو حيات، أو يصعد شجراً أو بنياناً خطراً، أو يدخل تحت شيء فيه خطر ونحو ذلك، فهذا ونحوه ممن ألقى بيده إلى التهلكة، ومن ذلك الإقامة على معاصي الله واليأس من التوبة، ومنها ترك ما أمر الله به من الفرائض التي تركها هلاك للروح والدين. ولما كانت النفقة في سبيل الله نوعاً من أنواع الإحسان أمر بالإحسان عموماً فقال: