Ayet:
22- HAC SÛRESİ
22- HAC SÛRESİ
(Kısmen Mekke’de, kısmen Medine’de inmiştir. 78 âyettir)
Ayet: 1 - 2 #
{يَاأَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْ إِنَّ زَلْزَلَةَ السَّاعَةِ شَيْءٌ عَظِيمٌ (1) يَوْمَ تَرَوْنَهَا تَذْهَلُ كُلُّ مُرْضِعَةٍ عَمَّا أَرْضَعَتْ وَتَضَعُ كُلُّ ذَاتِ حَمْلٍ حَمْلَهَا وَتَرَى النَّاسَ سُكَارَى وَمَا هُمْ بِسُكَارَى وَلَكِنَّ عَذَابَ اللَّهِ شَدِيدٌ (2)}.
1- Ey insanlar! Rabbinizden korkup sakının. Çünkü kıyametin sarsıntısı büyük bir şeydir. 2- Onu göreceğiniz gün her emzikli emzirdiğini unutur ve her hamile yükünü düşürür. Sen insanları sarhoş bir halde görürsün, halbuki onlar sarhoş değillerdir. Fakat Allah’ın azabı pek şiddetlidir.
#
{1} يخاطب الله الناس كافَّة بأن يتَّقوا ربَّهم الذي ربَّاهم بالنعم الظاهرة والباطنة، فحقيقٌ بهم أن يتَّقوه بترك الشِّرك والفسوق والعصيان، ويمتثلوا أوامره مهما استطاعوا. ثم ذكر ما يعينُهم على التَّقوى ويحذِّرهم من تركها، وهو الإخبارُ بأهوال القيامة، فقال: {إنَّ زلزلةَ الساعة شيءٌ عظيمٌ}: لا يُقْدَرُ قَدْرُه ولا يُبْلَغُ كُنْهُهُ، ذلك بأنَّها إذا وقعت الساعة؛ رجفتِ الأرض، وارتجَّت، وزُلزلت زلزالها، وتصدَّعت الجبال، واندكَّت، وكانت كثيباً مهيلاً، ثم كانت هباءً منبثاً، ثم انقسم الناس ثلاثة أزواج؛ فهناك تنفطر السماء، وتكوَّر الشمس والقمر، وتنتثرُ النجوم، ويكون من القلاقل والبلابل ما تنصدعُ له القلوب، وتَجِل منه الأفئدة، وتشيبُ منه الولدان، وتذوبُ له الصمُّ الصلاب.
1. Yüce Allah, bütün insanlara kendilerini gizli ve açık nimetlerle besleyip doyuran Rablerinden korkup sakınmaları hususunda hitap etmektedir. Şirki, fasıklığı ve isyanı terk etmek ve güçleri yettiğince de emirlerine uymakla O’ndan sakınmaları (takvâlı olmaları) onlara yaraşan ve yerine getirmeleri gereken bir husustur. Daha sonra Yüce Allah, Allah’tan sakınmak hususunda kendilerine yardımcı olacak ve bu sakınmayı (takvâyı) terk etmekten de onları sakındıracak bir hususu zikretmektedir ki bu, kıyametin dehşetli halleridir. Şöyle buyurmaktadır: “Çünkü kıyametin sarsıntısı büyük bir şeydir.” Onun mahiyeti takdir edilemez, özü kavranılamaz. Çünkü kıyamet koptuğunda yeryüzü büyük bir sarsıntı ile sarsılır. Kendine has zelzelesi tahakkuk eder. Dağlar paramparça olur, dümdüz edilir. Adeta bir kum yığını haline gelir, sonra da etrafa saçılıp savrulan toz zerrecikleri olur. Daha sonra insanlar üç kısma ayrılır. İşte o vakit sema çatlar, güneş ve ay söndürülür, yıldızlar saçıp savrulur. Kalpleri paramparça edecek, yürekleri yerlerinden oynatacak, küçük çocukların saçlarını ağartacak ve sapasağlam kayaları dahi eritecek pek dehşetli haller ve musibetler vukua gelir. Bundan dolayı Yüce Allah bir sonraki âyet-i kerimede şöyle buyurmaktadır:
#
{2} ولهذا قال: {يوم تَرَوْنَها تذهلُ كلُّ مرضعةٍ عمَّا أرضعتْ}: مع أنَّها مجبولةٌ على شدَّةِ محبَّتها لولدِها، خصوصاً في هذه الحال التي لا يعيش إلاَّ بها، {وتضعُ كلُّ ذات حَمْل حَمْلَها}: من شدَّة الفزع والهول، {وَتَرى الناسَ سُكارى وما هم بِسُكارى}؛ أي: تحسبُهم أيُّها الرائي لهم سكارى من الخمر، وليسوا سكارى. {ولكنَّ عذابَ الله شديدٌ}: فلذلك أذهَبَ عقولَهم، وفَرَّغَ قلوبَهم، وملأها من الفزع، وبلغت القلوب الحناجرَ، وشخصتِ الأبصار، [و] في ذلك اليوم لا يَجْزي والدٌ عن ولدِهِ، ولا مولودٌ هو جازٍ عن والده شيئاً، ويومئذٍ يَفِرُّ المرء من أخيه وأمِّه وأبيه وصاحبتِهِ وفصيلتِهِ التي تؤويه، لكلِّ امرئٍ منهم يومئذٍ شأنٌ يُغنيه، وهناك يعضُّ الظالم على يديهِ يقولُ يا ليتني اتَّخذتُ مع الرسولِ سبيلاً، يا ويلتى ليتني لم أتَّخِذْ فلاناً خليلاً، وتسودُّ حينئذٍ وجوهٌ وتبيضُّ وجوهٌ، وتُنْصَبُ الموازين التي يوزَنُ بها مثاقيلُ الذَّرِّ من الخير والشرِّ، وتُنْشَرُ صحائفُ الأعمال وما فيها من جميع الأعمال والأقوال والنيَّات من صغير وكبيرٍ، ويُنْصَبُ الصراط على متن جهنَّم، وتُزْلَفُ الجنَّةُ للمتقين، وبُرِّزَتِ الجحيمُ للغاوين، إذا رأتْهم من مكانٍ بعيدٍ سمعوا لها تغيُّظاً وزفيراً، وإذا أُلْقوا منها مكاناً ضيِّقاً مقرَّنينَ دَعَوْا هنالك ثُبوراً، ويُقالُ لهم: لا تدعوا اليومَ ثُبوراً واحداً وادْعوا ثُبوراً كثيراً، وإذا نادَوْا ربَّهم ليُخْرِجَهم منها؛ قال: اخسؤوا فيها ولا تكلِّمونِ؛ قد غضب عليهم الربُّ الرحيم، وحَضَرَهُمُ العذابُ الأليم، وأيسوا من كلِّ خير، ووجدوا أعمالهم كلَّها، لم يفقدوا منها نقيراً ولا قِطْميراً. هذا؛ والمتَّقون في روضات الجناتِ يُحْبَرون، وفي أنواع اللَّذَّات يَتَفَكَّهون، وفيما اشتهتْ أنفسهم خالِدون؛ فحقيقٌ بالعاقل الذي يعرِفُ أنَّ كلَّ هذا أمامه أن يُعِدَّ له عدَّتَه، وأن لا يُلْهِيَهُ الأمل فيتركَ العمل، وأنْ تكون تقوى الله شعاره، وخوفُه دثاره، ومحبَّة الله وذكرُه روح أعماله.
2. “Onu göreceğiniz gün her emzikli” yaratılıştan gelen yavrularını son derecede sevme özelliklerine ve hele de onların, kendileri olmaksızın yaşamaları mümkün olmayan o hallerine rağmen yine de “emzirdiğini unutur. Her hamile” aşırı dehşetten dolayı “yükünü düşürür. Sen insanları sarhoş bir halde görürsün. Halbuki onlar sarhoş değillerdir.” Ey onları görecek olan kişi! Sen onları içki içmiş ve sarhoş olmuş zannedeceksin. Gerçekte ise sarhoş değillerdir. “Fakat Allah’ın azabı pek şiddetlidir.” Bundan dolayı akılları başlarından gitmiş, kalpleri duygudan ve bilgiden boşalmış, dehşetle dolup taşmış, korkudan yürekler ağızlara gelip dayanmış, gözler yuvalarından fırlamıştır. O günde hiçbir babanın evladına, hiçbir evladın da babasına en ufak bir faydası olmayacaktır. Ve o gün kişi, “kardeşinden, annesinden ve babasından, eşinden ve çocuklarından kaçacaktır.” (Abese, 80/34-36) Azaptan kurutulmak için “kendisini barındıran aşiretini” (el-Meâric, 70/13) feda etmek isteyecektir. Ve “o günde onlardan her bir kişinin kendine yetecek bir işi olacaktır.” (Abese, 80/37) O vakit, zalim kişi pişmanlıktan ellerini ısıracak, “Keşke peygamber ile birlikte bir yol tutsaydım, keşke filanı dost edinmeseydim” diyecek. O zaman kimi yüzler kararacak, kimi yüzler de ağaracaktır. Hayır ve şer türünden zerre kadar ağırlıkların dahi tartılacağı teraziler kurulacak, amel sahifeleri ve onlardaki bütün ameller, sözler, niyetler, küçüğü ile büyüğü ile yayılacak, cehennem üzerinde boydan boya sırat kurulacak, cennet takvâ sahiplerine yakınlaştıracak, azgınlara cehennemin alevli ateşi açıktan açığa gösterilecektir. Cehennem bu azgınları uzaktan göreceği vakit onun alabildiğine öfkeli uğultusunu işiteceklerdir. Birbirlerine zincire vurulmuş olarak cehennemin dar bir yerine atılacakları vakit ise: Yetiş bize ey ölüm, diye feryad edeceklerdir. Bunlara: “Bugün ölümü bir kere değil, birçok kereler temenni edin” (el-Furkan, 25/14) denilecektir. Rablerine kendilerini cehennemden çıkarması için sesleneceklerinde O: “Yıkılın içerisine, bana da bir söz söylemeyin.” (el-Muminun, 23/108) diyecektir. Rahmeti sonsuz olan Rab onlara gazap etmiştir, o can yakıcı azap da onları kuşatmıştır. Her türlü hayırdan ümitlerini kesecekler, hurma çekirdeğinin sırtındaki ufacık nokta ve incecik zar kadar dahi olsa bütün amellerinin karşılığını bulacaklardır. Onlar bu durumda iken takvâ sahipleri de cennet bahçelerinde sevinç ve huzur içerisinde, türlü zevk ve lezzetler ile memnun ve bahtiyar olacaklardır. Canlarının çektikleri şeyler arasında ebedi kalacaklardır. O halde bütün bunların önünde/gelecekte olduğunu bilen aklı başında bir kimseye yaraşan, o güne gerekli şekilde hazırlanmaktır. Ameli terk ederek boş umutlarla oyalanmamaktır. Takvâyı ana hedef, Allah korkusunu bürüneceği elbise edinmeli, Allah’ı sevmeyi ve O’nu zikretmeyi de amellerinin ruhu haline getirmelidir.
Ayet: 3 - 4 #
{وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يُجَادِلُ فِي اللَّهِ بِغَيْرِ عِلْمٍ وَيَتَّبِعُ كُلَّ شَيْطَانٍ مَرِيدٍ (3) كُتِبَ عَلَيْهِ أَنَّهُ مَنْ تَوَلَّاهُ فَأَنَّهُ يُضِلُّهُ وَيَهْدِيهِ إِلَى عَذَابِ السَّعِيرِ (4)}.
3- İnsanlardan bazısı vardır ki Allah hakkında bilgisizce tartışır ve her azgın şeytana uyar. 4- O (şeytan) hakkında şu yazılmıştır: O, kendisini dost edinen herkesi mutlaka saptırır ve onu alevli ateş azabına götürür.
#
{3 ـ 4} أي: ومن الناس طائفةٌ وفرقةٌ؛ سلكوا طريق الضَّلال، وجعلوا يجادلون بالباطل الحقَّ؛ يريدون إحقاق الباطل وإبطال الحقِّ، والحال أنَّهم في غاية الجهل، ما عندهم من العلم شيء، وغاية ما عندهم تقليد أئمَّة الضَّلال من كلِّ شيطان مَريدٍ متمرِّدٍ على الله وعلى رسلِهِ معاندٍ لهم، قد شاقَّ الله ورسوله، وصار من الأئمة الذين يدعون إلى النار. {كُتِبَ عليه}؛ أي: قدِّر على هذا الشيطان المريد، {أنَّه مَنْ تولاَّه}؛ أي: اتَّبعه؛ {فأنَّه يضلُّه}: عن الحقِّ ويجنِّبه الصراط المستقيم؛ {ويهديهِ إلى عذابِ السَّعير}: وهذا نائبُ إبليس حقًّا؛ فإنَّ اللَّه قال عنه: {إنَّما يدعو حِزْبَهُ ليكونوا من أصحاب السَّعير}. فهذا الذي يجادلُ في الله قد جمع بين ضلالِهِ بنفسِهِ وتصدِّيه إلى إضلال الناس، وهو متَّبعٌ ومقلِّد لكلِّ شيطان مَريدٍ، ظلماتٌ بعضها فوق بعض، ويدخل في هذا جمهورُ أهل الكفر والبدع؛ فإنَّ أكثرهم مقلِّدةٌ يجادلون بغير علم.
3. Yani insanlardan bir kesim, sapıklık yolunu izler ve batılı ileri sürerek hak ile mücadele eder. Batılı hak yerine geçirip hakkı ortadan kaldırmak ister. Halbuki bunlar son derece bilgisiz kimselerdir. En ufak bir bilgiye sahip değillerdir. Onların bütün yapabildikleri Allah’a ve peygamberlerine karşı azgınlaşmış, onlara karşı inat eden, haddini aşmış, azgın ve sapıklığın önderliğini yapan şeytanları taklit etmekten ibarettir. Bunlar Allah’a ve Rasûlüne muhalefet etmiş, böylece cehennem ateşine davet eden önderlerden olmuşlardır. 4. “O” yani bu azgın şeytan “hakkında şu yazılmıştır” takdir edilmiştir: “O, kendisini dost edinen” izinden giden “herkesi mutlaka” haktan ve dosdoğru yoldan uzaklaştırarak “saptırır ve onu alevli ateş azabına götürür.” İşte böylesi gerçek anlamı ile İblis’in temsilcisidir. Çünkü Yüce Allah onun hakkında şöyle buyurmaktadır: “O, kendi taraftarlarını ancak alevli ateşin arkadaşlarından olsunlar diye çağırır.” (Fâtır, 35/6) İşte Allah hakkında bu şekilde tartışan bir kimse, hem bizatihi sapmış hem de insanları saptırmaya kalkışmış bir kimsedir. O, bu tutumu ile azgın her bir şeytanın taklitçisidir. Durumu üst üste yığılmış karanlıklar gibidir. Bunun kapsamına kâfirlerle bid’atçilerin tamamı girmektedir. Zira onların çoğunluğu taklitçidir ve bilgisizce tartışmaktadırlar.
Ayet: 5 - 7 #
{يَاأَيُّهَا النَّاسُ إِنْ كُنْتُمْ فِي رَيْبٍ مِنَ الْبَعْثِ فَإِنَّا خَلَقْنَاكُمْ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ مِنْ نُطْفَةٍ ثُمَّ مِنْ عَلَقَةٍ ثُمَّ مِنْ مُضْغَةٍ مُخَلَّقَةٍ وَغَيْرِ مُخَلَّقَةٍ لِنُبَيِّنَ لَكُمْ وَنُقِرُّ فِي الْأَرْحَامِ مَا نَشَاءُ إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّى ثُمَّ نُخْرِجُكُمْ طِفْلًا ثُمَّ لِتَبْلُغُوا أَشُدَّكُمْ وَمِنْكُمْ مَنْ يُتَوَفَّى وَمِنْكُمْ مَنْ يُرَدُّ إِلَى أَرْذَلِ الْعُمُرِ لِكَيْلَا يَعْلَمَ مِنْ بَعْدِ عِلْمٍ شَيْئًا وَتَرَى الْأَرْضَ هَامِدَةً فَإِذَا أَنْزَلْنَا عَلَيْهَا الْمَاءَ اهْتَزَّتْ وَرَبَتْ وَأَنْبَتَتْ مِنْ كُلِّ زَوْجٍ بَهِيجٍ (5) ذَلِكَ بِأَنَّ اللَّهَ هُوَ الْحَقُّ وَأَنَّهُ يُحْيِ الْمَوْتَى وَأَنَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (6) وَأَنَّ السَّاعَةَ آتِيَةٌ لَا رَيْبَ فِيهَا وَأَنَّ اللَّهَ يَبْعَثُ مَنْ فِي الْقُبُورِ (7)}.
5- Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilişten yana şüpheniz varsa (şunu bilin ki) biz sizi topraktan yarattık. Sonra nutfeden, sonra alakadan, sonra da şekli belli belirsiz bir çiğnem etten yarattık ki size (kudretimizi) açıklayalım. Dilediğimizi rahimlerde belli bir zamana kadar durdururuz, sonra sizi bebek olarak çıkarırız. Sonra da rüşt çağınıza ermeniz için (yaşatırız). Kiminiz (bundan önce) ölür, kiminiz ise ömrün en kötü zamanına kadar götürülür tâ ki (sahip olduğu) az bir bilgiden sonra hiçbir şey bilmez bir hale gelsin. Sen yeryüzünü kupkuru görürsün. Ama Biz, üzerine su indirdiğimizde kıpırdanır, kabarır ve her çeşit güzel bitkiden bitirir. 6- Bu böyledir. Çünkü Allah hakkın ta kendisidir, O ölüleri diriltecektir ve O, her şeye güç yetirendir. 7- Kıyamet de mutlaka gelecektir, onda hiçbir şüphe yoktur ve Allah, muhakkak kabirdekileri diriltecektir.
#
{5} يقول تعالى: {يا أيُّها الناس إن كنتُم في ريبٍ من البعث}؛ أي: شكٍّ واشتباه وعدم علم بوقوعه، مع أن الواجب عليكم أن تصدِّقوا ربَّكم وتصدِّقوا رسلَه في ذلك، ولكن إذا أبيتُم إلاَّ الرَّيْب؛ فهاكم دليلين عقليَّين تشاهدونهما، كلُّ واحدٍ منهما يدلُّ دلالةً قطعيةً على ما شككتُم فيه، ويُزيل عن قلوبكم الريب: أحدهما: الاستدلال بابتداء خَلْق الإنسان، وأنَّ الذي ابتدأه سيعيدُه، فقال فيه: {فإنَّا خَلَقْناكم من تُرابٍ}: وذلك بخَلْق أبي البشر آدم عليه السلام، {ثمَّ من نطفةٍ}؛ أي: منيٍّ، وهذا ابتداء أول التخليق، {ثم من عَلَقَةٍ}؛ أي: تنقِلبُ تلك النطفة بإذن الله دماً أحمر، {ثم من مُضْغَةٍ}؛ أي: ينتقل الدم مضغةً؛ أي: قطعة لحم بقدر ما يُمضغ، وتلك المضغةُ تارة تكون {مخلَّقة}؛ أي: مصوَّر منها خلق الآدميِّ. وتارة {غير مُخَلَّقة}: بأن تقذِفَها الأرحام قبل تخليقها، {لنبيِّنَ لكم}: أصل نشأتكم؛ مع قدرتِهِ تعالى على تكميل خَلْقِه في لحظة واحدة، ولكن ليُبَيِّنَ لنا كمال حكمتِهِ وعظيم قدرتِهِ وسعة رحمتِهِ. {وَنُقِرُّ في الأرحام ما نشاءُ إلى أجل مسمًّى}: [أي:] ونُقِرُّ؛ أي: نبقي في الأرحام من الحَمْل الذي لم تقذِفْه الأرحامُ ما نشاء إبقاءه إلى أجل مسمّى، وهو مدَّة الحمل، {ثم نخرِجُكم}: من بطون أمهاتكم {طفلاً}: لا تعلمون شيئاً، وليس لكم قدرةٌ، وسخَّرنا لكم الأمهاتِ، وأجْرَيْنا لكم في ثديها الرزق، ثم تُنَقَّلونَ طوراً بعد طورٍ حتى تبلغوا أشُدَّكُم، وهو كمال القوة والعقل. {ومنكُم من يُتَوَفَّى}: من قبل أن يبلغَ سنَّ الأشُدِّ، ومنكُم مَنْ يتجاوزُه فيردُّ {إلى أرذل العمر}؛ أي: أخسِّه وأرذلِهِ، وهو سنُّ الهرم والتخريف، الذي به يزول العقلُ ويضمحلُّ كما زالت باقي القوة وضعفت، {لِكَيْلا يعلمَ من بعدِ علم شيئاً}؛ أي: لأجل أن لا يَعْلَمَ هذا المعمَّر شيئاً مما كان يعلمه قبل ذلك، وذلك لضعف عقله؛ فقوة الآدميِّ محفوفةٌ بضعفين: ضعفُ الطفوليَّة ونقصُها، وضعف الهرم ونقصُه؛ كما قال تعالى: {الله الذي خلقكم من ضَعْفٍ ثم جعل من بعد ضعف قُوَّةً ثم جَعَلَ من بعد قُوَّةٍ ضَعْفاً وشَيْبَةً يَخْلُقُ ما يشاءُ وهو العليم القدير}. والدليل الثاني: إحياء الأرض بعد موتها، فقال الله فيه: {وترى الأرض هامدةً}؛ أي: خاشعة مغبرَّةً لا نباتَ فيها ولا خُضرة، {فإذا أنْزَلْنا عليها الماء اهتزَّتْ}؛ أي: تحرَّكت بالنبات، {وَرَبَتْ}؛ أي: ارتفعت بعد خُشوعها، وذلك لزيادة نباتها، {وأنبتتْ من كلِّ زوج}؛ أي: صنف من أصناف النبات {بَهيج}؛ أي: يُبْهجُ الناظرين ويسرُّ المتأملين.
5. “Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilişten yana şüpheniz varsa...” Yani bu konuda herhangi bir tereddüdünüz var ve onun gerçekleşeceği konusunda bilginiz yoksa... demektir. Halbuki sizin göreviniz, bu hususta Rabbinizi tasdik etmek, onun peygamberlerinin doğruyu getirdiklerine inanmaktır. Ancak şüphe etmekte diretiyorsanız, işte size kendilerine tanık olduğunuz iki tane aklî delil sunuyoruz. Bunların her birisi, hakkında şüphe ettiğiniz hususa dair kesinlikle delildir ve kalplerinizden şüpheyi giderecek özelliktedir. Bu iki delilden birisi, insanın yaratılmasının başlangıcıdır. Onu ilk olarak var eden, onu tekrar yaratacaktır. Bu hususta şöyle buyurmaktadır: “Biz sizi topraktan yarattık.” Bu insanlığın atası, Âdem aleyhisselam’ın yaratılması ile olmuştu. “Sonra nutfeden” yani bir damla meniden ki bu da yaratmanın başlangıcıdır. “Sonra alakadan” yani o nutfe, Yüce Allah’ın izni ile kırmızı renkli bir kana dönüşür. “Sonra da şekli belli belirsiz bir çiğnem etten” yani o kan, bir çiğnem ete, çiğnenebilecek büyüklükteki bir et parçasına dönüşür ve bu et parçasından kimi zaman şekli belli ve tam bir insan yaratılır, kimi zaman da yaratılmadan önce rahimler onu dışarı atar. “ki size” yaratılışınızın aslını “açıklayalım” diye böyle yapıyoruz. Bununla birlikte Yüce Allah, insanın yaratılışını bir anda tamamlamaya kadirdir. Fakat O, bizlere hikmetinin kemâlini, kudretinin azametini ve rahmetinin genişliğini açıklamak için böyle yapmaktadır. “Dilediğimizi rahimlerde belli bir zamana kadar durdururuz.” Yani rahimlerin dışarı atmadıklarını, rahimlerde tutmayı dilediğimiz belli bir süre olan hamilelik süresince bırakırız. “Sonra sizi” annelerinizin karnından hiç bir şey bilmeyen, hiçbir şeye güç yetiremeyen “bir bebek olarak çıkarırız.” Biz size anneleri amade kıldık. Bu halinizde annelerinizin göğüslerinden size rızık verdik. Daha sonra aşamadan aşamaya geçer ve nihâyet en güçlü kuvvetli zamanınıza, rüşt çağınıza erişirsiniz. Bu ise güç ve aklın kemâl derecesidir. “Kiminiz” güçlü kuvvetli dönemine erişmeden önce “ölür” kiminiz de bu dönemi aşarak “ömrün en kötü zamanına kadar götürülür.” Yani onun en fena ve en kötü hali olan, diğer güçler gerileyip zayıfladığı gibi aklın da gerileyip gücünü oldukça kaybettiği ihtiyarlık ve bunaklık haline döndürülür. “tâ ki (sahip olduğu) az bir bilgiden sonra hiçbir şey bilmez bir hale gelsin.” Yani bu şekilde kendisine uzun ömür verilen kişi, bundan önce bilmiş olduğu şeyleri bilmeyecek hale gelsin diye bunları yapıyoruz. Önceden bildiklerini bilmeyişinin sebebi ise aklının zayıflamasıdır. İşte insanın güçlü hali, iki zayıflık ile kuşatılmıştır: çocukluk dönemi zayıflığı ve eksikliği ile yaşlılık döneminin zayıflığı ve eksikliği. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Allah sizi zayıf bir halde yaratan, sonra zayıflığın ardından kuvvet, sonra kuvvetin ardından zayıflık ve ihtiyarlık verendir. O, dilediğini yaratır. O, çok iyi bilendir, gücü her şeye yetendir.” (er-Rûm, 30/54) kinci delil ise ölümünden sonra yeryüzünün canlandırılması/diriltilmesidir. Yüce Allah, bu hususta şöyle buyurmaktadır: “Sen yeryüzünü kupkuru görürsün.” Yani üzerinde herhangi bir bitki, bir yeşillik bulunmaksızın, çıplak, toz toprak halinde görürsün. “Biz üzerine su indirdiğimizde” bitkiler ile harekete geçip “kıpırdanır, kabarır.” Yani daha önce seviyesi düşük iken yükselir, bunun sebebi ondaki bitkilerin gösterdiği artıştır. “Ve her çeşit güzel bitkiden bitirir.” Bakanların gözlerini kamaştıracak ve onları neşelendirecek şekilde göz alıcı çeşitli bitki türlerini yeşertir.
#
{6 ـ 7} فهذان الدليلان القاطعان يدلاَّن على هذه المطالب الخمسةَ، وهي هذه: {ذلك}: الذي أنشأ الآدميَّ من ما وَصَفَ لكم وأحيا الأرض بعد موتها، {بأنَّ الله هو الحقُّ}؛ أي: الربُّ المعبود الذي لا تنبغي العبادة إلاَّ له، وعبادتُهُ هي الحقُّ، وعبادة غيره باطلةٌ. {وأنَّه يُحيي الموتى}: كما ابتدأ الخلق، وكما أحيا الأرض بعد موتها، {وأنَّه على كلِّ شيء قديرٌ}: كما أشهدكم من بديع قدرته وعظيم صنعته ما أشهدكم، {وأنَّ الساعةَ آتيةٌ لا ريبَ فيها}: فلا وجه لاستبعادها، {وأنَّ الله يبعثُ مَن في القبورِ}: فيجازيكم بأعمالكم حسنها وسيئها.
6-7. İşte bu iki delil, şu beş hususa kesin olarak delalet etmektedir: Âdem oğlunu size açıkladığı şekilde yaratan ve ölümünden sonra yeryüzünü dirilten O’dur. “Çünkü Allah hakkın ta kendisidir.” Kendisinden başkasına ibadet olunmaması gereken, hak ma’bud olan Rabdır. O’na ibadet hakkın kendisidir, O’nun dışındakilere ibadet ise batıldır. “O, ölüleri diriltecektir.” Tıpkı varlıkları ilkin yarattığı ve ölümünden sonra yeryüzünü dirilttiği gibi. “ve O, her şeye güç yetirendir.” Nitekim sizlere de tanık olduğunuz üzere kudretinin harikuladeliklerini ve san’atının büyüklüğünü göstermiştir. “Kıyamet de mutlaka gelecektir, onda hiçbir şüphe yoktur.” Öyleyse onun gerçekleşmesini uzak bir ihtimal görmenin açıklanabilir bir tarafı bulunmamaktadır. “Ve Allah, muhakkak kabirdekileri diriltecektir.” Sonra da iyisi ile kötüsü ile amellerinizin karşılığını verecektir.
Ayet: 8 - 10 #
{وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يُجَادِلُ فِي اللَّهِ بِغَيْرِ عِلْمٍ وَلَا هُدًى وَلَا كِتَابٍ مُنِيرٍ (8) ثَانِيَ عِطْفِهِ لِيُضِلَّ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ لَهُ فِي الدُّنْيَا خِزْيٌ وَنُذِيقُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ عَذَابَ الْحَرِيقِ (9) [ذَلِكَ بِمَا قَدَّمَتْ يَدَاكَ وَأَنَّ اللَّهَ لَيْسَ بِظَلَّامٍ لِلْعَبِيدِ (10)}].
8- İnsanlardan bazısı vardır ki Allah hakkında bilgisiz, delilsiz ve aydınlatıcı bir kitap olmaksızın tartışır. 9- Büyüklenip yüz çevirir de insanları Allah yolundan saptırmaya çalışır. Dünyada onun için rüsvaylık vardır. Kıyamet günü de ona yakıcı ateş azabını tattırırız. 10- “İşte bu, kendi ellerinin önceden gönderdikleri sebebi iledir, yoksa Allah kullarına zulmedici değildir.”
#
{8} المجادلة المتقدِّمة للمقلِّد، وهذه المجادلة للشيطان المريد الدَّاعي إلى البدع، فأخبر أنَّه {يجادِلُ في الله}؛ أي: يجادِلُ رسلَ الله وأتباعهم بالباطل لِيُدْحِضَ به الحقَّ، {بغير علم}: صحيح، {ولا هدىً}؛ أي: غير متَّبع في جداله هذا مَن يهديه؛ لا عقل مرشد، ولا متبوع مهتدٍ، {ولا كتابٍ منيرٍ}؛ أي: واضح بيِّن؛ [أي:] فلا له حجَّة عقليَّة ولا نقليَّة، إن هي إلاَّ شبهاتٌ يوحيها إليه الشيطان، وإن الشياطين ليوحون إلى أوليائهم لِيجادِلوكم.
8. Daha önceki (3. ayette geçen) tartışma, başkalarını taklit edenlerin yaptığı tartışma idi. Burada ise bid’atlere çağıran azgın şeytanın yaptığı tartışma söz konusu edilmektedir. Yüce Allah, bu şeytanın “Allah hakkında” sağlıklı “bir bilgi” sahibi olmadan ve “bir delili” bulunmaksızın Allah’ın peygamberlerine ve onlara tâbi olanlara karşı batılı ileri sürüp bu yolla hakkı çürütmek maksadı ile tartıştığını haber vermektedir. O, bu tartışmasında kendisini doğruya iletecek kimseye uymadığı gibi ona doğruyu gösteren bir akla da hidâyet bulmuş bir kimseye de uymamaktadır. “Aydınlatıcı” açık ve anlaşılır “bir kitabı” da yoktur. Onun ne aklî ne de naklî bir delili vardır. Onun ileri sürdüğü, ancak şeytanın kendisine telkin ettiği birtakım şüphelerden ibarettir: “Gerçekten şeytanlar sizinle mücadele etmeleri için kendi dostlarına telkinde bulunurlar.” (el-En’am, 6/21)
#
{9} ومع هذا: {ثانيَ عِطْفِهِ}؛ أي: لاوي جانبه وعنقه، وهذا كنايةٌ عن كبره عن الحقِّ واحتقاره للخلق؛ فقد فرح بما معه من العلم غير النافع، واحتقر أهل الحقِّ وما معهم من الحقِّ؛ {ليضلَّ} الناس؛ أي: ليكون من دعاة الضَّلال. ويدخل تحت هذا جميع أئمة الكفر والضلال. ثم ذَكَرَ عقوبتهم الدنيويَّة والأخرويَّة، فقال: {له في الدُّنيا خِزْيٌ}؛ أي: يفتضح هذا في الدُّنيا قبل الآخرة. وهذا من آياتِ الله العجيبة؛ فإنَّك لا تَجِدُ داعياً من دعاة الكفر والضلال إلاَّ وله من المَقْتِ بين العالمين واللعنة والبُغض والذَّمِّ ما هو حقيقٌ به، وكلٌّ بحسب حاله. {ونذيقُهُ يومَ القيامةِ عذابَ [الحريق]}؛ أي: نذيقُه حَرَّها الشديد وسعيرها البليغ، وذلك بما قدَّمت يداه. {[وأن اللَّه ليس بظلامٍ للعبيد]}.
9-10. Bununla birlikte “büyüklenip yüz çevirir”, yanını ve yüzünü başka tarafa döndürür. Bu, onun hakka karşı büyüklenmesini, insanları da hakir görmesini kinayeli olarak anlatan bir ifadedir. O, faydasız bilgisi sebebi ile şımarmış, hak ehlini ve beraberlerinde bulunan hakkı küçümsemiştir. “insanları Allah yolundan saptırmaya çalışır” o, sapıklığın davetçilerindendir. Bunun kapsamına da bütün küfür ve sapıklığın önderleri girer. Daha sonra Yüce Allah, böylesinin dünya ve âhiretteki cezasını söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Dünyada onun için rüsvaylık vardır.” Yani âhiretten önce o, daha bu dünyada rezil olur. Bu, Yüce Allah’ın hayret verici âyetlerinden birisidir. Küfür ve sapıklığa davet edenlerden olup da layık olduğu şekilde ve durumuna uygun olarak insanlar tarafından kendisine kızılmadık, lanet okunmayan, nefret edilmeyen ve yerilmeyen hiç kimse yoktur. “Kıyamet günü de ona yakıcı ateş azabını tattırırız.” O ateşi, ileri derecedeki sıcaklığını ve aşırı yakıcı alevini tattırırız. Bu azap, dünyada iken kendi elleri ile kazandıkları sebebi iledir. “Yoksa Allah kullarına zulmedici değildir.”
Ayet: 11 - 13 #
{وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَعْبُدُ اللَّهَ عَلَى حَرْفٍ فَإِنْ أَصَابَهُ خَيْرٌ اطْمَأَنَّ بِهِ وَإِنْ أَصَابَتْهُ فِتْنَةٌ انْقَلَبَ عَلَى وَجْهِهِ خَسِرَ الدُّنْيَا وَالْآخِرَةَ ذَلِكَ هُوَ الْخُسْرَانُ الْمُبِينُ (11) يَدْعُو مِنْ دُونِ اللَّهِ مَا لَا يَضُرُّهُ وَمَا لَا يَنْفَعُهُ ذَلِكَ هُوَ الضَّلَالُ الْبَعِيدُ (12) يَدْعُو لَمَنْ ضَرُّهُ أَقْرَبُ مِنْ نَفْعِهِ لَبِئْسَ الْمَوْلَى وَلَبِئْسَ الْعَشِيرُ (13)}.
11- İnsanlardan bazısı vardır ki Allah’a bir yönden kulluk eder. Eğer bir hayır elde ederse onunla tatmin olur. Şâyet başına bir musibet gelirse yüz üstü geri (küfre) döner. Böylece dünyayı da âhireti de kaybeder. İşte bu, apaçık hüsranın ta kendisidir. 12- O, Allah’ın dışında kendisine zarar da veremeyen fayda da sağlamayan şeylere yalvarır. İşte bu, (haktan olabildiğince) uzak sapıklığın ta kendisidir. 13- Zarar vermesi, fayda vermesi ihtimalinden daha yüksek olana yalvarır. O (yalvardığı), ne kötü bir yardımcı, ne kötü bir arkadaştır!
#
{11} أي: ومن الناس مَنْ هو ضعيفُ الإيمان، لم يدخُل الإيمان قلبَه، ولم تخالطْه بشاشتُه، بل دخل فيه إمَّا خوفاً وإمَّا عادة على وجهٍ لا يثبتُ عند المحن. {فإنْ أصابَه خيرٌ اطمأنَّ به}؛ أي: إن استمرَّ رزقُه رغداً ولم يحصُل له من المكاره شيءٌ اطمأنَّ بذلك الخير، لا إيمانه ؛ فهذا ربَّما أنَّ الله يعافيه ولا يقيِّضُ له من الفتن ما ينصرفُ به عن دينه. {وإنْ أصابتْه فتنةٌ}: من حصول مكروهٍ أو زوال محبوبٍ؛ {انقلبَ على وجهِهِ}؛ أي: ارتدَّ عن دينه؛ {خَسِرَ الدُّنيا والآخرة}: أما في الدُّنيا؛ فإنَّه لا يحصُل له بالردة ما أمَّله، الذي جعل الردَّة رأساً لماله وعوضاً عما يظنُّ إدراكه، فخاب سعيُه، ولم يحصُل له إلاَّ ما قُسِم له، وأما الآخرةُ؛ فظاهرٌ، حُرِم الجنة التي عرضها السماوات والأرض، واستحقَّ النار. {ذلك هو الخسران المبين}؛ أي: الواضح البين.
11. Yani insanlardan bazılarının imanı zayıftır. İman kalbine girmemiş ve imanın o güzel lezzetini tatmamıştır. Aksine o, dine ya korkusundan dolayı yahut da zor zamanlarda sebat etmeyecek bir şekilde öylesine girmiştir. “Eğer bir hayır elde ederse onunla tatmin olur.” Yani rızkı, bol bol gelmeye devam edip de hoşuna gitmeyecek bir şeyle karşılaşmazsa, imanı ile değil de bu hayırla tatmin olur, huzur bulur. Böylesini Yüce Allah’ın cezalandırmaması ve onu kendisini dininden çevirecek türden birtakım imtihanlarla karşı karşıya bırakmaması muhtemeldir. Ama “şâyet başına” hoşuna gitmeyeceği “bir musibet gelirse” yahut sevdiği bir şeyi kaybederse “yüz üstü geri (küfre) döner.” Dininden irtidat eder. “Böylece dünyayı da âhireti de kaybeder.” Dünyaya gelince o, irtidat etmekle amaçladığı, irtidat etmeyi sermayesi kabul edip elde edeceğini sandığı şeyin bedeli saydığı o şeyi elde edemez. Çalışmaları boşa çıkar ve kendisine kısmet olarak takdir edilenden başkası ulaşmaz. Ahiretteki kaybı ise aşikardır. Zira o, eni gökler ve yer olan cennetten mahrum kalmış, cehennem ateşini hak etmiştir. “İşte bu, apaçık hüsranın” herkes tarafından açıkça görülüp bilinen zararın “ta kendisidir.”
#
{12 ـ 13} {يدعو}: هذا الراجع على وجهِهِ من دون الله ما لا ينفعُه ولا يضرُّه، وهذا صفة كلِّ مدعوٍّ ومعبودٍ من دون الله؛ فإنه لا يملك لنفسه ولا لغيره نفعاً ولا ضرًّا. {ذلك هو الضلال البعيدُ}: الذي قد بلغ في البعد إلى حدِّ النهاية؛ حيث أعرض عن عبادة النافع الضارِّ الغنيِّ المغني، وأقبل على عبادة مخلوقٍ مثله أو دونه، ليس بيده من الأمر شيء، بل هو إلى حصول ضدِّ مقصوده أقرب، ولهذا قال: {يدعو لَمَن ضَرُّه أقربُ من نفعِهِ}: فإنَّ ضرره في العقل والبدن والدُّنيا والآخرة معلوم. {لبئس المولى}؛ أي: هذا المعبود، {ولبئس العشيرُ}؛ أي: القرين الملازم على صحبته؛ فإنَّ المقصود من المولى والعشير حصول النفع ودفع الضرر؛ فإذا لم يحصل شيءٌ من هذا؛ فإنَّه مذموم ملوم.
12. Bu yüz üstü geri dönen kişi “Allah’ın dışında kendisine zarar da veremeyen, fayda da sağlayamayan şeylere yalvarır.” ki Allah’tan başka kendisine dua ve ibadet edilen her bir varlığın niteliği de budur. Onlar ne kendilerine ne de başkalarına, ne bir fayda sağlayabilir, ne de bir zarar verebilirler. “İşte bu, (haktan olabildiğince) uzak sapıklığın ta kendisidir.” Bu sapıklığın uzaklığı son haddine ulaşmıştır. Zira böyle bir kimse, fayda ve zarar verebilen, hem kendisi muhtaç olmayan, hem de başkasının ihtiyacını karşılayanın ibadetinden yüz çevirmiş, buna karşılık ya kendisi gibi yahut kendisinden daha aşağı bir yaratılmışa yönelmiştir ki o yaratılmışın da hiçbir şeye gücü yetmez. Aksine ona ibadet eden kişinin maksadının tam zıddına ulaşma ihtimali çok daha yüksektir. Bundan dolayıdır ki Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: 13. “Zarar vermesi fayda vermesi ihtimalinden daha yüksek olana yalvarır.” ki bunun akla da bedene de dünyaya da âhirete de vereceği zararlar bilinen bir husustur. Yalvarılan bu ma’bud “ne kötü bir yardımcı, ne kötü bir arkadaştır!” Böylesinin arkadaşlığını sürdürmek pek kötüdür. Çünkü yardımcı ve arkadaş edinmekten amaç, fayda elde etmek ve zararı önlemektir. Eğer bunlardan hiçbiri gerçekleşmiyor ise bunu yapan kişi yerilir ve kınanır.
Ayet: 14 #
{إِنَّ اللَّهَ يُدْخِلُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ إِنَّ اللَّهَ يَفْعَلُ مَا يُرِيدُ (14)}.
14- Şüphe yok ki Allah, iman edip salih ameller işleyenleri altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Şüphesiz Allah, dilediğini yapar.
#
{14} لما ذكر تعالى المجادل بالباطل، وأنَّه على قسمين: مقلِّدٍ وداعٍ؛ ذكر أن المتسمِّي بالإيمان أيضاً على قسمين: قسم لم يدخُل الإيمان قلبَه كما تقدَّم. والقسم الثاني: المؤمنُ حقيقةً؛ صدَّق ما معه من الإيمان بالأعمال الصالحة، فأخبر تعالى أنَّه يدخِلُهم {جناتٍ تجري من تحتها الأنهار}: وسمِّيت الجنة جنةً لاشتمالها على المنازل والقصور والأشجار والنوابت التي تُجِنُّ مَنْ فيها ويستترُ بها من كثرتها. {إنَّ الله يفعلُ ما يريدُ}: فمهما أراده تعالى؛ فَعَلَه؛ من غير ممانع ولا معارض، ومن ذلك إيصال أهل الجنة إليها، جعلنا الله منهم بمنِّه وكرمِهِ.
14. Yüce Allah, batılı ileri sürerek tartışıp mücadele eden kimseleri söz konusu ettikten ve onların, bu konuda başkasını taklit eden ve bizzat batıla davet eden olmak üzere iki kısma ayrıldığını belirttikten sonra zahiren “mü’min” adını alanların da iki kısma ayrıldığını zikretmektedir. Bu kısımlardan biri, az önce geçtiği üzere kalbine henüz iman girmemiş olanlardır. İkinci kısım ise gerçek mü’min olup sahip olduğu imanını salih amellerle doğrulayanlardır. İşte Yüce Allah, onları altından ırmaklar akan cennetlere sokacağını bildirmektedir. Cennete bu adın veriliş sebebi, pek çok konaklar, köşkler, ağaçlar ve bitkiler ihtiva etmesi ve bunların çoklukları ile içinde bulunan kimseleri örtüp gizlemeleridir. “Şüphesiz Allah, dilediğini yapar.” Yüce Allah, dilediğini yerine getirir. Kimse O’na karşı koyamaz, karşı çıkamaz. Bunlardan birisi de cennetlikleri cennete ulaştırmaktır. Yüce Allah, lütuf ve kereminden bizi de onlardan kılsın.
Ayet: 15 #
{مَنْ كَانَ يَظُنُّ أَنْ لَنْ يَنْصُرَهُ اللَّهُ فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ فَلْيَمْدُدْ بِسَبَبٍ إِلَى السَّمَاءِ ثُمَّ لْيَقْطَعْ فَلْيَنْظُرْ هَلْ يُذْهِبَنَّ كَيْدُهُ مَا يَغِيظُ (15)}.
15- Kim Allah’ın, o (Peygamber’e) dünyada ve âhirette yardım etmeyeceğini sanıyorsa semâya bir ip uzatsın, sonra da (oradan gelecek yardımı) kessin de baksın bakalım başvurduğu bu tuzak, öfkelendiği şeyi giderecek mi?
#
{15} أي: من كان يظن أنَّ الله لا ينصر رسوله وأنَّ دينه سيضمحل فإنَّ النصر من الله ينزل من السماء، [{فَلْيَمدُد بِسَبَبٍ إلى السَّمَاءِ ثُمَّ ليَقطَع}: النصر عن الرسول] ، {فَليَنظُر هَل يُذْهِبَنَّ كَيدُهُ}؛ أي: ما يكيد به الرسول ويعمله من محاربته والحرص على إبطال دينه ما يُغيظُهُ من ظهورِ دينِهِ. وهذا استفهامٌ بمعنى النفي، وأنَّه لا يقدر على شفاء غيظه بما يعمله من الأسباب. ومعنى هذه الآية الكريمة: يا أيُّها المعادي للرسول محمدٍ - صلى الله عليه وسلم -، الساعي في إطفاء دينه، الذي يظنُّ بجهله أنَّ سعيه سيفيدُهُ شيئاً! اعلم أنَّك مهما فعلت من الأسباب، وسعيتَ في كيد الرسول؛ فإنَّ ذلك لا يُذْهِبُ غيظَكَ ولا يشفي كَمَدَكَ؛ فليس لك قدرةٌ في ذلك، ولكن سنشير عليك برأي تتمكَّن به من شفاء غيظِكَ ومن قطع النصر عن الرسول إن كان ممكناً: ائتِ الأمر مع بابِهِ، وارتقِ إليه بأسبابه: اعمدْ إلى حبل من ليفٍ أو غيره، ثم علِّقْه في السماء، ثم اصعدْ به حتى تَصِلَ إلى الأبواب التي ينزل منها النصرُ، فسدَّها وأغلِقْها واقطعْها؛ فبهذه الحال تشفي غيظك؛ فهذا هو الرأي والمكيدةُ، وأما سوى هذه الحال؛ فلا يخطر ببالك أنَّك تشفي بها غيظك، ولو ساعدك مَن ساعدك مِن الخلق. وهذه الآية الكريمة فيها من الوعد والبشارة بنصر الله لدينِهِ ولرسولِهِ وعباده المؤمنين ما لا يخفى، ومن تأييس الكافرين الذين يريدون أن يطفئوا نور الله بأفواههم، واللهُ متمُّ نورِهِ ولو كره الكافرون؛ أي: وسَعَوْا مهما أمكنهم.
15. Yani Yüce Allah’ın Rasûlüne yardım etmeyeceğini kabul eden, dininin pek yakında yok olup gideceğini zanneden kimse şunu bilsin ki yardım ve zafer, Allah’tandır ve semâdan iner. Öyleyse bu kimse “semâya bir ip uzatsın, sonra da” oraya tırmanıp Allah Rasûlüne gelen yardımı “kessin de baksın bakalım başvurduğu bu tuzak, öfkelendiği şeyi giderecek mi?” Yani Allah Rasûlüne karşı kurduğu bu tuzak, ona karşı savaş ve mücadelesi, onun dinini ortadan kaldırma tutkusu, kendisini öfkelendiren dininin galip gelmesini ortadan kaldırabilir mi? Bu, olumsuz anlamda bir sorudur. Yani böyle bir kimse, yaptığı işler ve başvurduğu yollar ile kendisini öfkelendiren şeyi ortadan kaldırmaya güç yetiremeyecektir. Bu âyet-i kerimenin anlamı şudur: Ey Allah Rasûlü Muhammed’e düşmanlık eden, onun dininin nurunu söndürmeye çalışan ve bu çalışmasının -bilgisizliği dolayısı ile- kendisine bir fayda sağlayacağını zanneden kişi! Şunu bil ki sen, bu uğurda hangi yola başvurursan vur, Allah Rasûlüne karşı tuzak kurmak için istediğin kadar çalış bu, seni öfkelendiren şeyi ortadan kaldırmayacak ve kinini susturmayacaktır. Bu konuda gücün asla yeterli gelmez. Ancak biz, sana bir fikir verelim. Sen de bunu yaptığın takdirde kinini susturabilir ve -eğer mümkünse- Allah Rasûlü’ne gelecek yardımı kesebilirsin. Bu hususta sen bu işi uygun yolundan gerçekleştirmeye ve gerekli yolları izleyerek ona varmaya çalışmalısın. Şöyle ki liften veya başka bir şeyden yapılmış bir ip bul. Sonra bunu semaya bağla, sonra da bu ipe tırmanıp zaferin ve yardımın indiği gök kapılarına ulaşmaya çalış. Ardından bu kapıları kapat ve kilitle. Böylece bu yardımı kes. Sen, ancak bu yolla kinini bastırabilirsin. İşte senin için uygun fikir ve başvurabileceğin tek yol budur. Bunun dışındaki hiçbir yolla seni öfkelendiren hususu ortadan kaldıracağın sanma! Bu konuda yaratılmışlardan kim yardım ederse etsin, yine durum değişmez. u âyet-i kerimede Yüce Allah’ın; dinine, peygamberine ve mü’min kullarına ilâhi yardımını göndereceğine dair bir vaat ve müjde vardır ve bu, açıkça anlaşılmaktadır. Diğer taraftan Allah’ın nurunu ağızları ile söndürmek isteyen kâfirlerin, bu emellerini gerçekleştirmelerinin imkansız olduğu da ifade edilmektedir. Zira Allah nurunu tamamlayacaktır, kâfirler hoş görmeseler ve ellerindeki bütün imkânları ortaya koysalar bile.
Ayet: 16 #
{وَكَذَلِكَ أَنْزَلْنَاهُ آيَاتٍ بَيِّنَاتٍ وَأَنَّ اللَّهَ يَهْدِي مَنْ يُرِيدُ (16)}.
16- İşte biz, o (Kur'ân’ı) böylece apaçık âyetler halinde indirdik. Şüphesiz ki Allah, dilediğini doğru yola iletir.
#
{16} أي: وكذلك لما فصَّلنا في هذا القرآن ما فصَّلنا؛ جعلناهُ آياتٍ بيناتٍ واضحاتٍ دالاَّتٍ على جميع المطالب والمسائل النافعة، ولكن الهداية بيد الله؛ فمن أراد اللهُ هدايته؛ اهتدى بهذا القرآن، وجعله إماماً له وقدوةً واستضاء بنورِهِ، ومن لم يرِدِ الله هدايته؛ فلو جاءتْه كلُّ آية؛ ما آمن ولم ينفعْه القرآنُ شيئاً، بل يكون حجةً عليه.
16. Yani işte böylelikle biz, Kur’an-ı Kerim’i geniş geniş açıklamış bulunuyoruz. Onu “apaçık âyetler” yani faydalı bütün maksat ve meselelere delil olan belgeler halinde indirdik. Ama hidâyet, Allah’ın elindedir. Allah’ın hidâyet bulmasını dilediği kimseler, bu Kur’an-ı Kerim ile hidayet bulur, onu kendisine rehber ve uyulacak önder edinir, onun nuru ile aydınlanır. Allah’ın hidâyet bulmasını dilemediği kimselere ise her türlü âyet gelecek olsa dahi onlar iman etmezler. Kur’an-ı Kerim’in de ona hiçbir faydası olmaz. Aksine Kur’an-ı Kerim, onun aleyhine bir delil olur.
Ayet: 17 - 24 #
{إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَالَّذِينَ هَادُوا وَالصَّابِئِينَ وَالنَّصَارَى وَالْمَجُوسَ وَالَّذِينَ أَشْرَكُوا إِنَّ اللَّهَ يَفْصِلُ بَيْنَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدٌ (17) أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللَّهَ يَسْجُدُ لَهُ مَنْ فِي السَّمَاوَاتِ وَمَنْ فِي الْأَرْضِ وَالشَّمْسُ وَالْقَمَرُ وَالنُّجُومُ وَالْجِبَالُ وَالشَّجَرُ وَالدَّوَابُّ وَكَثِيرٌ مِنَ النَّاسِ وَكَثِيرٌ حَقَّ عَلَيْهِ الْعَذَابُ وَمَنْ يُهِنِ اللَّهُ فَمَا لَهُ مِنْ مُكْرِمٍ إِنَّ اللَّهَ يَفْعَلُ مَا يَشَاءُ (18) هَذَانِ خَصْمَانِ اخْتَصَمُوا فِي رَبِّهِمْ فَالَّذِينَ كَفَرُوا قُطِّعَتْ لَهُمْ ثِيَابٌ مِنْ نَارٍ يُصَبُّ مِنْ فَوْقِ رُءُوسِهِمُ الْحَمِيمُ (19) يُصْهَرُ بِهِ مَا فِي بُطُونِهِمْ وَالْجُلُودُ (20) وَلَهُمْ مَقَامِعُ مِنْ حَدِيدٍ (21) كُلَّمَا أَرَادُوا أَنْ يَخْرُجُوا مِنْهَا مِنْ غَمٍّ أُعِيدُوا فِيهَا وَذُوقُوا عَذَابَ الْحَرِيقِ (22) إِنَّ اللَّهَ يُدْخِلُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ يُحَلَّوْنَ فِيهَا مِنْ أَسَاوِرَ مِنْ ذَهَبٍ وَلُؤْلُؤًا وَلِبَاسُهُمْ فِيهَا حَرِيرٌ (23) وَهُدُوا إِلَى الطَّيِّبِ مِنَ الْقَوْلِ وَهُدُوا إِلَى صِرَاطِ الْحَمِيدِ (24)}.
17- İman edenler, yahudiler, sabiîler, hristiyanlar, Mecusiler/ateşperestler ve müşrikler var ya muhakkak Allah, kıyamet gününde bunların aralarında hükmedecektir. Şüphesiz Allah her şeye şahittir. 18- Görmez misin mi ki göklerde ve yerde olan herkes, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanlardan bir çoğu Allah’a secde ederler? Onlardan birçoğuna da azap hak olmuştur. Allah’ın zelil kıldığını aziz edecek hiç kimse yoktur. Şüphesiz Allah dilediğini yapar. 19- Bu iki sınıf, Rableri hakkında tartışan iki hasımdırlar. Kâfirlere gelince onlar için ateşten elbiseler biçilir ve başlarının üzerinden kaynar su dökülür. 20- (Öyle ki) o suyla karınlarında ne varsa eritilir, derileri de. 21- Onlar için demir sopalar da vardır. 22- (Yaşadıkları) acıdan dolayı oradan çıkmak istedikleri her seferinde oraya geri döndürülürler ve onlara: “Yakıcı ateşin azabını tadın” denir. 23- Allah, iman edip salih ameller işleyenleri ise altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Onlar orada altın bileziklerle ve incilerle bezenirler. Oradaki giyecekleri de ipektir. 24- Onlar (Allah tarafından) hem güzel söze ulaştırılmışlardır, hem de Hamîd olanın yoluna ulaştırılmışlardır.
#
{17} يخبر تعالى عن طوائف أهل الأرض من الذين أوتوا الكتاب من المؤمنين واليهود والنصارى والصابئين ومن المجوس ومن المشركين: أنَّ الله سيجمعُهم جميعهم ليوم القيامة، ويفصِلُ بينهم بحكمِهِ العدل، ويجازيهم بأعمالهم التي حَفِظَها وكتبها وشهدها، ولهذا قال: {إنَّ الله على كلِّ شيءٍ شهيدٌ}.
17. Yüce Allah, yeryüzünde çeşitli dinlere mensup kimseleri, kendilerine kitap verilmiş olanları, mü’minleri, yahudileri, hristiyanları, sabiileri, mecusileri ve müşrikleri söz konusu ederek bunların tümünü kıyamet gününde bir araya getireceğini ve aralarında adaletli hükmünü vererek hak yolda mı batıl peşinde mi olduklarını ortaya çıkaracağını haber vermekte ve tespit etmiş olduğu, yazdığı ve şahit olduğu amellerinin karşılığını kendilerine vereceğini bildirmektedir. Bundan dolayı Yüce Allah, âyet-i kerimenin sonunda: “Şüphesiz Allah her şeye şahittir” buyurmaktadır. Daha sonra Yüce Allah, bu çeşitli din mensupları arasında vereceği hükmü ayrıntılı olarak açıklayarak şöyle buyurmaktadır:
#
{19 ـ 22} ثم فَصَّلَ هذا الفصل بينهم بقوله: {هذان خصمان اختصموا في ربِّهم}: كلٌّ يدعي أنه المحقُّ. {فالذين كفروا}: يشمل كلَّ كافر من اليهود والنصارى والمجوس والصابئين والمشركين، {قُطِّعَتْ لهم ثيابٌ من نارٍ}؛ أي: يُجعل لهم ثيابٌ من قَطِران، وتُشعل فيها النار؛ ليعمَّهم العذابُ من جميع جوانبهم، {يصبُّ من فوق رؤوسهم الحميمُ}: الماء الحارُّ جدًّا، {يُصْهَرُ به ما في بطونهم}: من اللحم والشحم والأمعاء من شدَّة حرِّه وعظيم أمره. {ولهم مقامعُ من حديدٍ}: بيد الملائكة الغلاظ الشداد تضرِبُهم فيها وتقمعُهم. كلَّما أرادوا أن يَخْرُجوا منها أُعيدوا فيها؛ فلا يُفَتَّرُ عنهم العذاب ولا هُمْ يُنْظَرون، ويقالُ لهم توبيخاً: {ذوقوا عذابَ الحريق}؛ أي: المحرق للقلوب والأبدان.
19. “Bu iki sınıf, Rableri hakkında tartışan iki hasımdırlar.” Yani her birisi kendisinin haklı olduğunu iddia etmektedir. “Bunlar Rab’leri hakkında davalaşan iki hasımdırlar.” Her birisi haklı olduğunu iddia etmektedir. “Kâfirlere gelince” Bu; yahudi, hristiyan, mecusi, sabiî ve müşrik olan bütün kâfirleri kapsar “onlar için ateşten elbiseler biçilir.” Yani onlara katrandan elbiseler dikilir ve bu elbiseler de ateşe verilir. Bundan maksat da bütün yönleri ile azabın onları kuşatmasıdır. 20. “Başlarının üzerinden” son derece “kaynar su dökülür.” Bu son derece kaynar su ile “karınlarında” et, yağ ve bağırsak gibi her “ne varsa” bu suyun aşırı sıcaklığından dolayı “eritilir.” 21. “Onlar için demir sopalar da vardır.” Bu demir sopalar, oldukça sert ve haşin meleklerin ellerinde bulunacak ve onlar da kâfirlere bu demir sopalarla vurup onları perişan edeceklerdir. 22. (Yaşadıkları) acıdan dolayı oradan çıkmak istedikleri her seferinde oraya geri döndürülürler.” Azapları bir süre olsun hafifletilmez, onlara herhangi bir süre de verilmez. Azarlanmaları maksadı ile de: “Yakıcı ateşin” yani kalpleri ve bedenleri kavuran o ateşin “azabını tadın” denilir.
#
{23} {إنَّ الله يدخِلُ الذين آمنوا وعملوا الصالحاتِ جناتٍ تجري من تحتِها الأنهارُ}: ومعلومٌ أنَّ هذا الوصف لا يَصْدُقُ على غير المسلمين، الذين آمنوا بجميع الكتب وجميع الرسل، {يُحَلَّوْنَ فيها من أساورَ من ذهب}؛ أي: يسوَّرون في أيديهم، رجالُهم ونساؤهم أساور الذهب، {ولباسُهم فيها حريرٌ}: فتمَّ نعيمُهم بذلك: أنواع المأكولات اللذيذات، المشتمل عليها لفظ الجنات، وذكر الأنهار السَّارحات، أنهار الماء واللبن والعسل والخمر، وأنواع اللباس والحلي الفاخر.
23. “Allah, iman edip salih ameller işleyenleri ise altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır.” Bilindiği gibi iman edip salih amel işleme vasfı, ancak bütün kitaplara ve bütün peygamberlere iman eden müslümanlar hakkında söz konusudur, başkaları buna dahil değildir. “Onlar orada altın bileziklerle ve incilerle bezenirler.” Erkekleri de kadınları da altın bilezikler takınırlar. “Oradaki giyecekleri de ipektir.” Böylelikle mazhar olacakları nimetler, tam ve eksiksiz olacaktır: Cennetlerde bulunan oldukça lezzetli ve çeşit çeşit yiyecekler, akıp duran ırmaklar -ki bunlar sudan, sütten, baldan ve şaraptan ırmaklardır-, ayrıca çeşitli elbiseler ve mükemmel zinet eşyaları… bütün bunlar mazhar olacakları nimetlerin eksiksiz olacağını göstermektedir. Bu bunları sağlayan sebep ise şudur:
#
{24} وذلك بسبب أنَّهم {هُدوا إلى الطيِّبِ من القول}: الذي أفضلُه وأطيبُه كلمةُ الإخلاص، ثم سائر الأقوال الطيِّبة التي فيها ذكر الله أو إحسانٌ إلى عباد الله. {وهُدوا إلى صراط الحميد}؛ أي: الصراط المحمود، وذلك لأنَّ جميع الشرع كله محتوٍ على الحكمة والحمد وحسن المأمور به وقُبح المنهيِّ [عنه]، وهو الدينُ الذي لا إفراط فيه ولا تفريطَ، المشتمل على العلم النافع والعمل الصالح. أو: وهُدوا إلى صراطِ الله الحميد؛ لأنَّ الله كثيراً ما يُضيف الصراط إليه؛ لأنَّه يوصِلُ صاحبه إلى الله. وفي ذكر الحميد هنا ليبيِّن أنهم نالوا الهداية بحمد ربِّهم ومنَّته عليهم، ولهذا يقولون في الجنة: {الحمدُ لله الذي هَدانا لهذا وما كُنَّا لِنَهْتَدِيَ لولا أنْ هَدانا الله}.
24. “Onlar hem güzel söze” en faziletlisi ve en güzeli ihlâs kelimesi (lâ ilâhe illallah, kelime-i tevhid) olan ve Allah’ın zikrini içeren yahut da Allah’ın kullarına ihsan ve iyilik mahiyetinde bulunan tüm güzel sözlere “ulaştırılmışlardır. Hem de Hamîd yola/Hamîd’in yoluna ulaştırılmışlardır.” Hamid, yani övgüye layık, güzel yola (İslam’a) iletilmişlerdir. Çünkü şeriatın bütünü, hikmetlidir, övgüye layıktır, onun emrettikleri güzel, yasak kıldıkları ise çirkindir. Bu şeriat herhangi bir kusur ve aşırılık içermeyen faydalı bilgiyi ve salih ameli kapsayan dindir. Mana şöyle de olabilir: Onlar Hamid (her türlü hamde layık) olan Allah’ın yoluna iletilmişlerdir. Çünkü Yüce Allah, çoğunlukla “yol”u kendisine izafe ederek zikretmektedir. Bunun sebebi ise bu yolun, izleyenini Allah’a ulaştırmasıdır. Burada Allah'ın “Hamîd” güzel isminin anılışı, onların hidâyete, Rablerine hamdleri ve O’nun onlara ihsan etmiş olduğu lütuf sebebi ile nail olduklarını açıklamak içindir. Bundan dolayı cennette şöyle dua edeceklerdir: “Bizi buna ulaştıran Allah’a hamd olsun. Allah bizi buna ulaştırmasaydı kendiliğimizden buna ulaşamazdık.” (el-Araf, 7/143)
#
{18} واعترض تعالى بين هذه الآيات بذكر سجودِ المخلوقات له؛ جميع من في السماوات والأرض، والشمس، والقمر، والنجوم، والجبال، والشجر، والدوابِّ الذي يشمل الحيوانات كلَّها. وكثير من الناس، وهم المؤمنون: {وكثيرٌ حقَّ عليه العذاب}؛ أي: وَجَبَ وكُتِبَ لكفره وعدم إيمانه، فلم يوفِّقْه الله للإيمان؛ لأنَّ الله أهانه. {وَمَن يُهِنِ الله فما له من مكرم}: ولا رادَّ لما أراد، ولا معارِضَ لمشيئتِهِ؛ فإذا كانت المخلوقات كلُّها ساجدةً لربِّها، خاضعةً لعظمتِهِ، مستكينةً لعزَّته، عانيةً لسلطانه؛ دلَّ أنه وحده الربُّ المعبودُ الملكُ المحمودُ، وأنَّ من عدل عنه إلى عبادة سواه؛ فقد ضلَّ ضلالاً بعيداً، وخسر خسراناً مُبيناً.
18. Yüce Allah, (iki hasım taraftan bahseden) âyet-i kerimeler arasında (18. âyet-i kerimede) bütün yaratıkların, göklerde ve yerde bulunan her şeyin, güneşin, ayın, yıldızların, dağların, ağaçların, bütün canlı varlıkların ve mü’minler demek olan “pek çok insanın” kendisine secde ettiğini söz konusu etmektedir. “Onlardan birçoğuna da azap hak olmuştur.” Küfrü ve iman etmemesi sebebi ile Yüce Allah, onları imana muvaffak kılmadığından dolayı onlar için azap kesindir. Çünkü Yüce Allah, böylelerini hakir ve küçük düşürmüştür. “Allah’ın zelil kıldığını aziz edecek hiç kimse yoktur.” O’nun dilediğini kimse reddedemez, O’nun iradesine kimse karşı çıkamaz. Bütün yaratılmışlar, Rablerine secde edip O’nun azameti önünde zilletle eğildiklerine, izzeti önünde boyun büküp O’nun uçsuz bucaksız saltanatını tanıdıklarına göre bu, yalnızca kendisinin mabud, rab, her türlü hamde layık, mutlak hükümran olduğuna delildir. Ayrıca O’na ibadeti bırakıp başkalarına ibadete yönelen kimselerin de haktan alabildiğine uzak bir şekilde sapıtmış olduğuna ve apaçık bir hüsrana ve ziyana mahkum olacağına da delildir.
Ayet: 25 #
{إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا وَيَصُدُّونَ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ وَالْمَسْجِدِ الْحَرَامِ الَّذِي جَعَلْنَاهُ لِلنَّاسِ سَوَاءً الْعَاكِفُ فِيهِ وَالْبَادِ وَمَنْ يُرِدْ فِيهِ بِإِلْحَادٍ بِظُلْمٍ نُذِقْهُ مِنْ عَذَابٍ أَلِيمٍ (25)}.
25- Şüphe yok ki kâfir olanlar, hem Allah’ın yolundan hem de yolcu olsun yerli olsun tüm insanlar için eşit (bir ibadet yeri) kıldığımız Mescid-i Haram’dan alıkoyanlar (bilsinler ki) kim orada zulmedip haktan sapmaya kalkışırsa biz, ona can yakıcı bir azap tattırırız.
#
{25} يخبر تعالى عن شناعةِ ما عليه المشركون الكافرون بربِّهم، وأنَّهم جَمَعوا بين الكفر بالله ورسلِهِ، وبين الصدِّ عن سبيل الله، ومَنْع الناس من الإيمان، والصدِّ أيضاً عن المسجد الحرام الذي ليس ملكاً لهم ولا لآبائهم، بل الناس فيه سواءٌ المقيمُ فيه والطارئ إليه، بل صدُّوا عنه أفضل الخلق محمداً وأصحابه، والحالُ أنَّ المسجد الحرام من حرمتِهِ واحترامه وعظمتِهِ أنَّ {مَن يُرِدْ فيه بإلحادٍ بظُلْم نُذِقْهُ من عذابٍ أليم}؛ فمجرَّد الإرادة للظُّلم والإلحاد في الحرم موجبٌ للعذاب، وإنْ كان غيرُهُ لا يعاقَب العبدُ إلاَّ بعمل الظُّلم؛ فكيف بمن أتى فيه أعظمَ الظُّلم من الكفر والشرك والصدِّ عن سبيله ومنع من يريدُهُ بزيارةٍ؟! فما ظنُّهم أن يفعلَ الله بهم؟! وفي هذه الآية الكريمة وجوبُ احترام الحرم وشدَّة تعظيمه والتحذير من إرادة المعاصي فيه وفعلها.
25. Yüce Allah, Rablerini inkar eden müşriklerin tutturduğu yolun ne kadar çirkin olduğunu, onların hem Allah’ı ve Rasûlünü inkâr edip kâfir olduklarını, hem de Allah’ın yolundan başkalarını alıkoyarak insanların iman etmelerini önlediklerini haber vermektedir. Aynı şekilde onların, kendilerinin de atalarının da mülkü olmayan Mescid-i Haram’dan da insanları alıkoyduklarını bildirmektedir. Halbuki orada bütün insanlar, yani orada ikamet edenler de başka yerden oraya gelenler de birbirlerine eşittirler. Hatta bu kâfir ve müşrikler, insanlığın en faziletlisi olan Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i ve ashabını dahi Mescid-i Haram’dan alıkoymuşlardır. escid-i Haram’a hürmet göstermenin ve onu tazim etmenin bir parçası olmak üzere “kim orada zulmedip haktan sapmaya kalkışırsa biz, ona can yakıcı bir azap tattırırız.” Harem bölgesinde sadece zulümle haktan sapmaya kalkışmak, bunu irade etmek dahi azabı gerektiren bir şeydir. Halbuki onun dışındaki yerlerde ise kul, ancak zulüm işlediği takdirde cezalandırılmayı hak eder. Bu durumda orada zulmün en büyüğü olan küfrü, şirki, Allah’ın yolundan alıkoyup Beyt-i Haram’ı ziyaret etmek isteyenleri engelleme suçlarını işleyen kimsenin hali nice olur? Allah’ın böylelerine ne yapacağı zannedilir? u âyet-i kerimede Hareme gereken saygının gösterilmesinin, onun ileri derecede tazim edilmesinin farz olduğuna, orada masiyette bulunmak isteğinin ve fiilen masiyet işlemenin sakınılması gerekenler arasında olduğuna açık delil vardır.
Ayet: 26 - 29 #
{وَإِذْ بَوَّأْنَا لِإِبْرَاهِيمَ مَكَانَ الْبَيْتِ أَنْ لَا تُشْرِكْ بِي شَيْئًا وَطَهِّرْ بَيْتِيَ لِلطَّائِفِينَ وَالْقَائِمِينَ وَالرُّكَّعِ السُّجُودِ (26) وَأَذِّنْ فِي النَّاسِ بِالْحَجِّ يَأْتُوكَ رِجَالًا وَعَلَى كُلِّ ضَامِرٍ يَأْتِينَ مِنْ كُلِّ فَجٍّ عَمِيقٍ (27) لِيَشْهَدُوا مَنَافِعَ لَهُمْ وَيَذْكُرُوا اسْمَ اللَّهِ فِي أَيَّامٍ مَعْلُومَاتٍ عَلَى مَا رَزَقَهُمْ مِنْ بَهِيمَةِ الْأَنْعَامِ فَكُلُوا مِنْهَا وَأَطْعِمُوا الْبَائِسَ الْفَقِيرَ (28) ثُمَّ لْيَقْضُوا تَفَثَهُمْ وَلْيُوفُوا نُذُورَهُمْ وَلْيَطَّوَّفُوا بِالْبَيْتِ الْعَتِيقِ (29)}.
26- Hani biz İbrahim’e Beyt’in yerini tayin edip hazırlamış ve şöyle demiştik: “Bana hiçbir şeyi ortak koşma! Tavaf edenler, kıyamda duranlar, rükû’ ve secde edenler için Beyt’imi temizle!” 27- “İnsanlar arasında haccı ilân et de hem yayan hem de her uzak yoldan gelecek yorgun develer üstünde sana gelsinler.” 28- “Tâ ki kendilerine yönelik birtakım menfaatlere tanık olsunlar ve belirli günlerde Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine Allah’ın adını ansınlar. Artık onlardan yiyin ve eli dar olan fakire de yedirin.” 29- “Sonra kirlerini gidersinler, adaklarını yerine getirsinler ve Beyt-i Atik’i tavaf etsinler.”
#
{26} يذكر تعالى عظمة البيت الحرام وجلالته وعظمة بانيه، وهو خليل الرحمن، فقال: {وإذْ بوَّأنا لإبراهيمَ مكانَ البيتِ}؛ أي: هيأناه له وأنزلناه إياه، وجعل قسماً من ذُرِّيَّتِهِ من سكانه، وأمره الله ببنيانِهِ، فبناه على تقوى الله، وأسَّسه على طاعة الله، وبناه هو وابنُه إسماعيل، وأمره أن لا يُشْرِكَ به شيئاً؛ بأن يُخْلِصَ لله أعمالَه ويبنيه على اسم الله. {وَطَهِّرْ بيتيَ}؛ أي: من الشرك والمعاصي ومن الأنجاس والأدناس، وأضافَهُ الرحمن إلى نفسه لشرفه وفضله ولتعظُمَ محبتُه في القلوب، وتنصبَّ إليه الأفئدة من كلِّ جانب، وليكونَ أعظم لتطهيرِه وتعظيمِهِ؛ لكونه بيتَ الربِّ للطائفين به والعاكفين عنده، المقيمين لعبادةٍ من العبادات من ذكرٍ وقراءةٍ وتعلُّم علم وتعليمِهِ وغير ذلك من أنواع القرب، {والرُّكَّع السُّجود}؛ أي: المصلين؛ أي: طهره لهؤلاء الفضلاء الذين همُّهم طاعة مولاهم وخدمتُه والتقرُّب إليه عند بيته؛ فهؤلاء لهم الحقُّ ولهم الإكرام، ومن إكرامهم تطهيرُ البيت لأجلهم. ويدخل في تطهيرِه تطهيرُهُ من الأصوات اللاغية والمرتفعة التي تشوِّشُ على المتعبِّدين بالصلاة والطواف. وقدَّم الطواف على الاعتكاف والصلاة لاختصاصه بهذا البيت، ثم الاعتكاف لاختصاصِهِ بجنس المساجد.
26. Yüce Allah, Beyt-i Haram’ın yüceliğini, üstünlüğünü ve onu bina eden Halilurrahmanın büyüklüğünü söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Hani biz İbrahim’e Beyt’in yerini edip hazırlamış.” Yani orayı ona hazırlamış ve orada konaklamasını sağlamıştık. Zürriyetinin bazısını Allah, orada yerleşenlerden kılmış ve ona Beyt’i bina etmesini emretmişti. O da Allah’tan takvâ esası üzerine o evi bina etmiş, Allah’a itaat temeli üzerine onu yükseltmişti. Oğlu İsmail ile birlikte bu Beyt’i inşa etmişlerdi. Yüce Allah, ona amellerini yalnızca Allah’a halis kılması ve o Beyt’i Allah adına bina ederek kendisine hiçbir şeyi ortak koşmamasını da emretmişti. “Tavaf edenler... için Beyt’imi” şirkten, günahlardan, türlü pisliklerden ve kirlerden “temizle!” Yüce Allah'ın burada Beyt’i kendi zatına izafe etmesinin sebebi, bu Beyt’in şerefi ve fazileti dolayısı iledir. Kalplerin ona besledikleri sevginin daha da büyümesi ve artması, kalplerin ona meyledip her yönden ona akın etmeleri içindir. Ayrıca oranın tertemiz kılınıp ta’zim edilmesini sağlamak maksadıyladır. Çünkü orası, tavaf edenlerin, orada itikafa girenlerin, zikir, Kur’an okumak, ilim öğrenmek, öğretmek vb. gibi Allah’a yakınlaştırıcı çeşitli ibadetleri yapmak üzere orada bulunan kimselerin Rabbinin Beyt’idir/evidir. “Rükû’ ve secde edenler için” yani namaz kılanlar için de tertemiz edilmelidir. Yani: Sen benim evimi, maksatları mevlâlarına itaat, O’nun Beyt’inin yanında O’na yakınlaşmak ve O’na hizmet etmek olan bu faziletli kimseler için Beyt’imi temizle! Çünkü onların buna hakkı vardır, hem de onlar ikram görmeye layıktırlar. Onlar için Beyt’in tertemiz edilmesi de onlara yapılacak ikramın bir parçasıdır. Namaz ve tavaf gibi ibadetlerle meşgul olanları şaşırtacak şekilde yüksek ve boş seslerden arındırılması da bu Beyt’in temizlenmesinin kapsamına girer. yet-i kerimede tavafın, itikaftan ve namazdan önce söz konusu edilmesi, tavafın sadece bu Beyt’e has bir ibadet oluşundandır. İtikafin öncelenmesi ise onun sadece mescidlerde yapılan bir ibadet olmasındadır.
#
{27} {وأذِّنْ في الناس بالحجِّ}؛ أي: أعلِمْهم به، وادْعُهم إليه، وبلِّغْ دانِيَهم وقاصِيَهم فرضَه وفضيلتَه؛ فإنَّك إذا دعوتَهم؛ أتوْك حُجاجاً وعماراً. {رجالاً}؛ أي: مشاة على أرجلهم من الشوق، {وعلى كلِّ ضامرٍ}؛ أي: ناقة ضامرٍ تقطع المهامةَ والمفاوِزَ، وتواصِل السير حتى تأتي إلى أشرف الأماكن، {من كلِّ فجٍّ عميقٍ}؛ أي: من كلِّ بلدٍ بعيدٍ. وقد فعل الخليلُ عليه السلام ثم مِنْ بعدِهِ ابنُه محمدٌ - صلى الله عليه وسلم -، فدعيا الناس إلى حجِّ هذا البيت، وأبْدَيا في ذلك وأعادا، وقد حَصَلَ ما وَعَدَ اللَّه به؛ أتاه الناس رجالاً وركباناً من مشارق الأرض ومغاربها.
27. “İnsanlar arasında haccı ilan et.” Yani onlara haccı bildir, onları haccetmeye çağır, yakındakine de uzakta bulunana da haccın farziyetini ve faziletini bildir. Davet edecek olursan hac ve umre yapmak maksadı ile senin yanına geleceklerdir. Hem de şevklerinden dolayı yaya yani bineksiz olarak “hem de her uzak yoldan gelecek yorgun develer üstünde” Yani pek uzak mesafeleri, dağlar arasındaki geçitleri kat ederek o en şerefli yere ulaşıncaya kadar yol alan zayıf düşmüş her bir deve üzerinde uzak ülkelerden sana geleceklerdir. İbrahim el-Halil aleyhisselam bu emri yerine getirdiği gibi ondan sonra da onun soyundan gelen Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem aynı emri yerine getirmiştir. Her ikisi de bu Beyt’in haccedilmesine insanları davet etmiş, bu konuda davetlerini defalarca tekrarlamışlardır. Yüce Allah’ın da vaadi gerçekleşmiş ve insanlar oraya yerin doğularından da batılarından da binekli, bineksiz gelmişlerdir.
#
{28} ثم ذكر فوائد زيارة بيت الله الحرام مرغباً فيه، فقال: {لِيَشْهَدوا منافعَ لهم}؛ أي: لينالوا ببيت الله منافع دينيَّة من العبادات الفاضلة، والعبادات التي لا تكون إلاَّ فيه، ومنافع دنيويَّة، من التكسُّب وحصول الأرباح الدنيويَّة، وكلُّ هذا أمرٌ مشاهدٌ، كلٌّ يعرفه. {ويذكُروا اسم الله على ما رَزَقَهم من بهيمةِ الأنعام}: وهذا من المنافع الدينيَّة والدنيويَّة؛ أي: ليذكروا اسم الله عند ذبح الهدايا شكراً لله على ما رَزَقَهم منها ويسَّرها لهم؛ فإذا ذبحتموها؛ {فكلوا منها وأطعموا البائسَ الفقير}؛ أي: شديد الفقر.
28. Daha sonra Yüce Allah, Beyt-i Haram’ın ziyaretini teşvik etmek üzere de onu ziyarete gelmenin çeşitli faydalarını söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Tâ ki kendilerine yönelik birtakım menfaatlere tanık olsunlar.” Yüce Allah’ın Beyt’i sebebi ile hem üstün, faziletli ve ancak orada yapılan ibadetler sayesinde dinî birtakım faydalara, hem de kâr sağlamak, dünyevi kazançlar elde etmek sureti ile dünyevî menfaatlere nail olsunlar. Nitekim bütün bunlar gözle görülen ve herkes tarafından bilinen bir gerçektir. “Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanlar üzerine Allah’ın adını ansınlar.” Bu da dinî ve dünyevî menfaatler arasında yer alır. Yani hediye olarak sunulan kurbanları kestikleri esnada Yüce Allah’a bunları kendilerine rızık olarak verdiği ve bunları kurban etmeyi de kendilerine kolaylaştırdığı için şükretmek üzere üzerlerine Allah’ın adını ansınlar. Bu hayvanları kestiğiniz vakit de “artık onlardan yiyin ve eli dar olan” aşırı derecede yoksul bulunan “fakire yedirin.”
#
{29} {ثم لْيَقْضوا تَفَثَهُم}؛ أي: يقضوا نُسُكَهم ويزيلوا الوسخ والأذى الذي لَحِقَهم في حال الإحرام، {وَلْيوفوا نُذورَهم}: التي أوجبوها على أنفسهم من الحجِّ والعمرة والهدايا، {ولْيَطَّوَّفوا بالبيتِ العتيق}؛ أي: القديم، أفضل المساجد على الإطلاق، المعَتق من تسلُّط الجبابرة عليه. وهذا أمرٌ بالطواف، خصوصاً بعد الأمر بالمناسك عموماً؛ لفضلِهِ وشرفِهِ، ولكونِهِ المقصودَ، وما قبلَه وسائلُ إليه. ولعلَّه والله أعلم أيضاً لفائدة أخرى، وهو أنَّ الطواف مشروعٌ كلَّ وقتٍ، وسواء كان تابعاً لِنُسُكٍ أم مستقلاًّ بنفسه.
29. “Sonra kirlerini gidersinler” yani ibadetlerini bitirerek ihramda bulunmaları sebebi ile üzerlerinde oluşan kirleri ve rahatsız edici şeyleri gidersinler. Hac, umre, hediye kurbanlığı gibi yerine getirmeyi kendilerine vacip kıldıkları “adaklarını yerine getirsinler ve Beyt-i Atik’i tavaf etsinler.” Mutlak olarak bütün mescidlerin en faziletlisi olan o Atik, yani kadim ve zorbaların ona musallat edilmesinden yana korunmuş Evi tavaf etsinler. Burada genel olarak hac ibadetlerinin emredilmesinden sonra özel olarak tavafın emredilmesi, fazileti, şerefi, ana maksat olarak gözetilen bir ibadet olması, ondan önceki diğer ibadetlerin ise ona ulaştıran vesile/araç ibadetler olmaları dolayısıyladır. Yine -Allah bilir ama- bunun bir başka anlamı da şu olabilir: Tavaf, ister belli bir ibadete tâbi olsun, ister başlıbaşına ve bağımsız olsun, her vakit yapılması meşru olan bir ibadettir.
Ayet: 30 - 31 #
{ذَلِكَ وَمَنْ يُعَظِّمْ حُرُمَاتِ اللَّهِ فَهُوَ خَيْرٌ لَهُ عِنْدَ رَبِّهِ وَأُحِلَّتْ لَكُمُ الْأَنْعَامُ إِلَّا مَا يُتْلَى عَلَيْكُمْ فَاجْتَنِبُوا الرِّجْسَ مِنَ الْأَوْثَانِ وَاجْتَنِبُوا قَوْلَ الزُّورِ (30) حُنَفَاءَ لِلَّهِ غَيْرَ مُشْرِكِينَ بِهِ وَمَنْ يُشْرِكْ بِاللَّهِ فَكَأَنَّمَا خَرَّ مِنَ السَّمَاءِ فَتَخْطَفُهُ الطَّيْرُ أَوْ تَهْوِي بِهِ الرِّيحُ فِي مَكَانٍ سَحِيقٍ (31)}.
30- Bu böyledir. Kim Allah’ın saygın/dokunulmaz kıldığı şeyleri tazim ederse bu, Rabbi katında kendisi için daha hayırlıdır. Davarlar size helâl kılındı, ancak (Kitapta) size okunanlar müstesnâ. Şu halde pisliğin ta kendisi olan putlardan uzak durun ve yalan sözden de kaçının. 31- Allah’a, O’na şirk koşmaksızın yönelen hanifler olun. Kim, Allah’a ortak koşarsa sanki o, gökyüzünden düşüp de kuşların kapıştığı yahut da rüzgarın kendisini uzak bir yere savurduğu kimseye benzer.
#
{30} {ذلك}؛ أي: ذكرنا لكم من تلكُم الأحكام وما فيها من تعظيم حُرُمات الله وإجلالها وتكريمها؛ لأنَّ تعظيم حرماتِ الله من الأمورِ المحبوبة لله المقرِّبة إليه التي من عَظَّمَها وأجَلَّها أثابه الله ثواباً جزيلاً، وكانت خيراً له في دينِهِ ودُنياه وأخراه عند ربِّه. وحرماتُ الله كلُّ ما له حرمةٌ وأمَرَ باحترامِهِ من عبادةٍ أو غيرها؛ كالمناسك كلها، وكالحرم والإحرام، وكالهدايا، وكالعبادات التي أمر الله العباد بالقيام بها؛ فتعظيمُها إجلالاً بالقلب ومحبَّتها وتكميلُ العبوديَّة فيها غير متهاونٍ ولا متكاسل ولا متثاقل. ثم ذَكَرَ منَّته وإحسانَه بما أحلّه لعبادِهِ من بهيمة الأنعام من إبل وبقرٍ وغنم، وشرعها من جملة المناسك التي يُتَقَرَّبُ بها إليه، فعظمت منَّته فيها من الوجهين. {إلاَّ ما يُتلى عليكم} في القرآن تحريمُه من قوله: {حُرِّمَتْ عليكُم الميتةُ والدَّم ولحم الخنزير ... } الآية. ولكن الذي من رحمته بعباده أنْ حرَّمه عليهم ومَنَعَهم منه تزكيةً لهم وتطهيراً من الشرك به وقول الزور ، ولهذا قال: {فاجتنبوا الرجسَ}؛ أي: الخبث القذر {من الأوثانِ}؛ أي: الأنداد التي جعلتموها آلهةً مع الله؛ فإنَّها أكبرُ أنواع الرجس. والظاهر أنَّ {مِن} هنا ليست لبيان الجنس كما قاله كثيرٌ من المفسرين، وإنَّما هي للتبعيض، وأنَّ الرجس عامٌّ في جميع المنهيَّات المحرَّمات، فيكون منهيًّا عنها عموماً، وعن الأوثان التي هي بعضُها خصوصاً، {واجْتَنِبوا قولَ الزُّور}؛ أي: جميع الأقوال المحرمات؛ فإنَّها من قول الزُّور، [الذي هو الكذب ومن ذلك شهادة الزور، فلما نهاهم عن الشرك والرجس وقول الزور].
30. “Bu böyledir.” Yani size sözünü ettiğimiz bu hükümlerle bunlar arasında yer alan şeyler, Allah’ın saygın/dokunulmaz kıldığı şeylerin ta’zim ve iclal edilmesine dahildir. Çünkü Allah’ın saygın/dokunulmaz kıldığı şeylerin ta’zim edilmesi de Allah’ın sevdiği ve kendisine yakınlaştırıcı işlerin en büyüklerinden, en değerlilerindendir. Bu şekilde hareket eden bir kimseye Yüce Allah, pek büyük bir sevap/mükafat verir. Bu, Rabbi nezdinde onun hakkında dünyasında da âhiretinde de pek hayırlı olur. Allah’ın saygın/dokunulmaz kıldığı şeyler (hurumât), dokunulmazlığı ve saygınlığı olan ve Yüce Allah’ın, saygı duyulmasını emrettiği ibadet ve benzeri her şeydir. Bütün hac ibadetleri, Harem bölgesi, ihram, hediye kurbanları, Yüce Allah’ın yerine getirilmesini emretmiş olduğu bütün ibadetler böyledir. Bunların ta’zim edilmeleri ise kalben saygı duymakla, sevmekle, onlardaki kulluk/ibadet yönünü eksiksiz olarak, onları önemseyerek, tembellik göstermeden ve ağırdan almadan yerine getirmekle olur. aha sonra Yüce Allah, kullarına deve, inek ve koyun türü hayvanları helâl kılmak ve bunların kurban edilmesini kendisine yakınlaştırıcı ibadetler arasında meşru kılmak sureti ile onlara yapmış olduğu lütuf ve ihsanları söz konusu etmektedir. Böylelikle bunlarda Yüce Allah’ın her iki yönden de büyük bir lütfu vardır. “Ancak size” Kur’ân’da haram olduklarına dair hükümleri “okunanlar müstesnâ.” Yüce Allah’ın: “Leş, kan, domuz eti... size haram kılındı” (el-Maide, 5/3) buyruğunda sözü edilenler ise haramdır. Fakat bu, Yüce Allah’ın kullarına rahmetinin bir tecellisidir. Bunları haram kılması ve yasaklaması, kendisine ortak koşmalarına ve yalan söz söylemeye karşı onlar için bir arındırma ve temizlemedir. Bundan dolayı Yüce Allah, daha sonra şöyle buyurmaktadır: “Şu halde pisliğin ta kendisi olan putlardan uzak durun.” Allah ile birlikte ilâh kabul etmiş olduğunuz ve Allah’a ortak koştuğunuz o pisliklerden uzaklaşın. Çünkü bunlar, gerçekten pisliğin en büyük çeşididir. Anlaşıldığı kadarı ile buradaki “من” kelimesi, pek çok müfessirin de belirttiğinin aksine cinsin beyanı için olmayıp teb’îd/kısımlık anlamında olduğudur. Çünkü pislik, yasak kılınan ya da haram olan her şeyde bulunan umumi bir vasıftır. Buna göre bu buyrukta genel olarak bütün pisliklerden yani haram ve yasak kılınmış şeylerden uzak durulması istenirken, özel olarak da bu pisliklerin bir bölümünü teşkil eden putlardan uzak kalınması istenmektedir. [Buna göre ayete şöyle meal verilebilir: Şu halde pisliklerden uzak durun, putlardan da.] “Ve yalan sözden de kaçının.” Bütün haram sözler, bu buyrukta sözü edilen yalan sözün kapsamına girer. Yalancı şahitlik de buna dahildir.
#
{31} أمرهم أن يكونوا {حُنَفاء لله}؛ أي: مقبلين عليه وعلى عبادته، معرِضين عما سواه. {غير مشركين بِهِ ومَن يشرِكْ بالله}: فمثله {فكأنَّما خَرَّ من السماء}؛ أي: سقط منها، {فَتَخْطَفُه الطيرُ}: بسرعة، {أو تَهْوي به الريحُ في مكانٍ سحيقٍ}؛ أي: بعيد. كذلك المشركون ؛ فالإيمان بمنزلة السماء محفوظة مرفوعة، ومن تَرَكَ الإيمان بمنزلة الساقط من السماء عرضة للآفات والبليَّات؛ فإما أن تَخْطَفَهُ الطيرُ فتقطِّعَه أعضاءً، كذلك المشرك إذا ترك الاعتصام بالإيمان؛ تخطفتْه الشياطينُ من كلِّ جانب، ومزَّقوه، وأذهبوا عليه دينَه ودُنياه.
31. Yüce Allah, mü’minlere şirki, pislikleri ve yalan sözü yasakladıktan sonra ayrıca onlara hangi halde olmalarını gerektiğini de şöylece emretmektedir: “Allah’a, O’na şirk koşmaksızın yönelen hanifler olun” O’na ve O’nun ibadetine yönelip, O’nun dışındaki varlıklardan yüz çevirin. “Kim Allah’a ortak koşarsa sanki o” yani onun misali “gökyüzünden düşüp de kuşların kapıştığı yahut rüzgarın kendisini uzak bir yere savurduğu kimseye benzer.” İşte müşrikler de böyledir. İman, yüksek ve korunmuş semaya benzer. İmanı terk eden kimse de çeşitli afet ve belalara maruz kalarak semadan düşen kimseye benzer. Ya kuşlar onu süratle kapıverir ve paramparça eder. Nitekim müşrik kimse de imana bağlılığı, iman ile korunmayı terk edecek olursa, dört bir yandan şeytanlar onu kapıverir ve paramparça ederler. Dünyasından da dininden de onu mahrum bırakırlar. [Yahut da bu kişi, şiddetli bir rüzgara yakalanıp da bu rüzgarın kendisini havada savurduğu kimse gibi olur. Rüzgar onu paramparça ettikten sonra alabildiğine uzak bir yere savurup bırakır.]
Ayet: 32 - 33 #
{ذَلِكَ وَمَنْ يُعَظِّمْ شَعَائِرَ اللَّهِ فَإِنَّهَا مِنْ تَقْوَى الْقُلُوبِ (32) لَكُمْ فِيهَا مَنَافِعُ إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّى ثُمَّ مَحِلُّهَا إِلَى الْبَيْتِ الْعَتِيقِ (33)}.
32- Bu böyledir. Kim Allah’ın şiar/alamet kıldığı şeyleri tazim ederse şüphesiz ki bu, kalplerin takvâsındandır. 33- O (kurbanlıklarda) belirli bir süreye kadar sizin için birtakım faydalar vardır. Sonra onların varacakları yer, Beyt-i Atik’tir.
#
{32} أي: ذلك الذي ذكرنا لكم من تعظيم حُرُماتِهِ وشعائِرِه، والمرادُ بالشعائرِ أعلامُ الدين الظاهرة: ومنها: المناسك كلُّها؛ كما قال تعالى: {إنَّ الصَّفا والمروة من شعائر الله}. ومنها: الهدايا والقُربان للبيتِ، وتقدَّم أنَّ معنى تعظيمها إجلالها والقيام بها وتكميلها على أكمل ما يقدِرُ عليه العبد. ومنها: الهدايا؛ فتعظيمُها باستحسانها واستسمانها، وأن تكون مكمَّلةً من كلِّ وجهٍ. فتعظيمُ شعائِر الله صادرٌ من تَقْوى القلوب؛ فالمعظِّم لها يبرهِنُ على تقواه وصحَّة إيمانِهِ؛ لأنَّ تعظيمها تابعٌ لتعظيم الله وإجلاله.
32. Yani, sözünü ettiğimiz bu hususlar, Allah’ın saygı duyulmasını emrettiği şeyleri ve O’na ibadet olan hususları tazim etmenin bir gereğidir. Şiarlardan kasıt, dinin aşikar alâmetleridir. Bütün hac ibadetleri buna dahildir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Şüphe yok ki Safa ile Merve Allah’ın şiarlarından/alâmetlerindendir.” (el-Bakara, 2/158) Yine Beytullah’a gönderilen hediye kurbanlar ile diğer kurbanlar da bu alametler arasında yer alır. Daha nce bunları ta’zim etmenin, bunlara gereken saygıyı göstermek, gereğini yerine getirmek ve kulun güç yetirebildiği en mükemmel şekli ile onları ifa etmesi demek olduğunu belirtmiştik. Yine hediye kurbanlarının ta’zimi de buna dahildir ki bunların ta’zim edilmesi de onların güzellerinden seçilmesi, semiz ve her bakımdan mükemmel olmaları ile olur. İşte Allah’ın şiarlarının tazim edilmesi, kalplerin takvâsından ileri gelir. Onları ta’zim eden kimse, takvâsını ve imanının sıhhatini belgelendirmiş olur. Çünkü bunları ta’zim etmek, Allah’ı ta’zim edip O’nun azametine saygı duymaya bağlıdır.
#
{33} {لكم فيها}؛ أي: في الهدايا، {منافعُ إلى أجل مسمًّى}: هذا في الهدايا المسوقة من البُدْن ونحوها؛ ينتفعُ بها أربابُها بالرُّكوب والحَلْبِ ونحو ذلك مما لا يضرُّها إلى أجل مسمًّى مقدَّر موقتٍ، وهو ذبحهُا إذا وصلت مَحِلَّها، وهو {البيت العتيق}؛ أي: الحرم كلُّه، منىً وغيرها؛ فإذا ذُبِحَتْ؛ أكلوا منها وأهْدَوْا وأطعَموا البائس الفقير.
33. “Onlarda” yani hediye kurbanlarında “belirli bir süreye kadar sizin için birtakım faydalar vardır.” Beyt-i Haram’a getirilen deve ve buna benzer hediye kurbanlarının sahipleri, bunların sırtına binmekle, sütlerini sağmakla vb. ona zararlı olmayan şekillerde onlardan birtakım faydalar sağlarlar ki bu da belli bir süreye kadardır. Bu süre de bu kurbanlıkların “varacakları yer” olan Beyt-i Atik’e ulaşıp da kesilmeleri vaktine kadardır. Beyt-i Atik, Mina ve diğer yerler de dahil bütün harem bölgedir. Orada kesildikleri takdirde hayvanların etlerinden yerler, başkalarına hediye verirler ve yoksullara da yedirirler.
Ayet: 34 - 35 #
{وَلِكُلِّ أُمَّةٍ جَعَلْنَا مَنْسَكًا لِيَذْكُرُوا اسْمَ اللَّهِ عَلَى مَا رَزَقَهُمْ مِنْ بَهِيمَةِ الْأَنْعَامِ فَإِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ فَلَهُ أَسْلِمُوا وَبَشِّرِ الْمُخْبِتِينَ (34) الَّذِينَ إِذَا ذُكِرَ اللَّهُ وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ وَالصَّابِرِينَ عَلَى مَا أَصَابَهُمْ وَالْمُقِيمِي الصَّلَاةِ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ (35)}.
34- Biz, her ümmete kurban kesme ibadetini meşru kıldık ki kendilerine rızık olarak verdiğimiz (kurbanlık) hayvanlar üzerine Allah’ın adını ansınlar. İlahınız bir tek ilâhtır. O halde O’na teslim olun! (Rabbine karşı) itaatkâr ve alçak gönüllü olanları müjdele! 35- Onlar ki Allah anılınca kalpleri titrer, başlarına gelenlere karşı sabreder, namazı dosdoğru kılar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.
#
{34} أي: {ولكلِّ أمةٍ}: من الأمم السالفة {جَعَلْنا منْسَكاً}؛ أي: فاستبقوا إلى الخيرات وتسارعوا إليها، ولننظر أيُّكم أحسن عملاً. والحكمة في جعل الله لكلِّ أمَّةٍ مَنْسَكاً؛ لإقامة ذكره والالتفات لشكره، ولهذا قال: {لِيَذْكُروا اسم الله على ما رَزَقَهم من بهيمةِ الأنعام فإلهكُم إلهٌ واحدٌ}: وإن اختلفتْ أجناسُ الشرائع؛ فكلُّها متفقةٌ على هذا الأصل، وهو ألوهيَّة الله وإفرادُهُ بالعبوديَّة وترك الشرك به، ولهذا قال: {فله أسْلِموا}؛ أي: انقادوا واستسلموا له لا لغيرِهِ؛ فإنَّ الإسلامَ له طريق إلى الوصول إلى دار السلام. {وبشَّرِ المخبِتينَ}: بخير الدُّنيا والآخرة، والمخبِتُ، الخاضع لربِّه، المستسلم لأمره، المتواضع لعباده.
34. Yani geçmişteki ümmetlerin her birisi için kurban kesmeyi meşru kılmışızdır. O halde hayırlarda birbirinizle yarışın ve hayır işlemekte elinizi çabuk tutun. Hanginizin daha güzel amelde bulunacağını ortaya çıkaralım diye böyle yaptık. Yüce Allah’ın her ümmete kurban kesmeyi meşru kılmasının sebebi ise Allah’ı anmak ve O’na şükretmeye yönelmektir. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “kendilerine rızık olarak verdiğimiz (kurbanlık) hayvanlar üzerine Allah’ın adını ansınlar. İlahınız bir tek ilâhtır.” Şeriatlerin türleri arasında farklılık bulunsa bile hepsi, bu esası ittifakla ortaya koymuşlardır. O esas da tek başına Yüce Allah’ın ulûhiyetinin kabul edilmesi, ibadetin yalnız O’na yapılması ve O’na ortak koşmanın terk edilmesidir. Bundan dolayı Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: “O halde O’na teslim olun.” Başkasına değil, yalnız O’na itaat edin ve O’na teslim olun. Çünkü O’na teslim olmak selamet yurduna ulaştıran yoldur. (Rabbine karşı) itaatkâr ve alçak gönüllü olanları” dünya ve âhiret hayırları ile “müjdele!” Âyet-i kerimede geçen “المخبت”, itaatkâr ve alçakgönüllü kimse, Rabbine boyun eğen, emrine teslim olan, O’na ibadette alçakgönüllü davranan kimse demektir.
#
{35} ثم ذكر صفاتِ المخبتين، فقال: {الذين إذا ذُكِرَ الله وَجِلَتْ قلوبُهم}؛ أي: خوفاً وتعظيماً، فتركوا لذلك المحرَّمات لخوفهم ووجلهم من الله وحده. {والصابرين على ما أصابَهم}: من البأساء والضرَّاء وأنواع الأذى؛ فلا يجري منهم التسخُّطِ لشيءٍ من ذلك، بل صبروا ابتغاء وجه ربِّهم؛ محتسبينَ ثوابه، مرتقبين أجرَه. {والمقيمي الصلاةِ}؛ أي: الذين جَعَلوها قائمةً مستقيمةً كاملةً؛ بأن أدَّوا اللازمَ فيها والمستحبَّ وعبوديَّتها الظاهرة والباطنة. {ومما رَزَقْناهم يُنفِقونَ}: وهذا يشملُ جميع النفقات الواجبة؛ كالزَّكاة والكفَّارة والنفقة على الزوجات والمماليك والأقارب، والنفقات المستحبَّة؛ كالصدقات بجميع وجوهها. وأتى بـ {من} المفيدة للتبعيض لِيُعْلَمَ سهولةُ ما أمر الله به ورغَّب فيه، وأنَّه جزءٌ يسيرٌ مما رَزَقَ الله، ليس للعبدِ في تحصيلِهِ قدرةٌ لولا تيسيرُ الله له ورزقُه إيَّاه؛ فيا أيُّها المرزوق من فضل الله! أنفِقْ مما رَزَقَكَ الله؛ ينفِق اللهُ عليك ويزِدْك من فضله.
35. Daha sonra Yüce Allah, bu itaatkâr ve alçakgönüllülerin niteliklerini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Onlar ki Allah anılınca” korkuları ve ta’zimleri dolayısı ile “kalpleri titrer.” Bundan dolayı da haram kılınan şeyleri terk ederler. Çünkü yalnızca Allah’tan korkar, yalnızca O’ndan dolayı kalpleri titrer. “Başlarına gelenlere” darlık ve sıkıntılara, çeşitli eziyetlere “sabreder”, bunların hiçbirisi dolayısı ile öfkelenmezler. Aksine Rablerinin rızası için, O’nun mükâfatını umarak ve ecrini bekleyerek sabrederler. “Namazı dosdoğru kılar” Yani bunlar, namazda yerine getirilmeleri gereken farzları da müstehabları da edâ ederek, zahir ve batın özellikleri ile birlikte ve ubudiyetin gereğini yerine getirerek eksiksiz ve dosdoğru şekli ile ifa ederler “ve kendilerini rızık olarak verdiklerimizden de infak ederler.” Buradaki infak; zekât, kefaret ve hanımların, kölelerin ve yakın akrabaların nafakalarını sağlamak gibi farz olan bütün nafaka türlerini kapsadığı gibi bütün çeşitleri ile sadaka verme kabilinden müstehab infakları da kapsar. Burada teb’îz/kısmilik ifade eden “من” kelimesinin getirilmesi, Allah’ın vermiş olduğu ve teşvik ettiği emirlerin kolaylığının anlaşılması ve bu infakın, Allah’ın ihsan ettiği rızkın küçük bir bölümü olduğunun bilinmesi içindir. Eğer Yüce Allah, bu rızkı kazanmayı kolaylaştırmamış ve rızık olarak ona ihsan etmemiş olsaydı, kulun bu rızkı elde etme güç ve imkânı olmazdı. O halde ey Allah’ın lütfu ile rızka mazhar olan kişi! Allah’ın sana vermiş olduğu rızıktan infak et ki, Allah da sana infak etsin ve lütfundan sana daha fazlasını versin.
Ayet: 36 - 37 #
{وَالْبُدْنَ جَعَلْنَاهَا لَكُمْ مِنْ شَعَائِرِ اللَّهِ لَكُمْ فِيهَا خَيْرٌ فَاذْكُرُوا اسْمَ اللَّهِ عَلَيْهَا صَوَافَّ فَإِذَا وَجَبَتْ جُنُوبُهَا فَكُلُوا مِنْهَا وَأَطْعِمُوا الْقَانِعَ وَالْمُعْتَرَّ كَذَلِكَ سَخَّرْنَاهَا لَكُمْ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ (36) لَنْ يَنَالَ اللَّهَ لُحُومُهَا وَلَا دِمَاؤُهَا وَلَكِنْ يَنَالُهُ التَّقْوَى مِنْكُمْ كَذَلِكَ سَخَّرَهَا لَكُمْ لِتُكَبِّرُوا اللَّهَ عَلَى مَا هَدَاكُمْ وَبَشِّرِ الْمُحْسِنِينَ (37)}.
36- Kurbanlık develeri de sizin için Allah’ın şiarlarından/alametlerinden kıldık. Onlarda sizler için hayır vardır. Onlar ayakları üstünde dururken üzerlerine Allah’ın adını anın, yanları üzere düşünce de etinden hem siz yiyin hem de kanaat edip dilenmeyen fakire de dilenen fakire de yedirin. İşte şükredesiniz diye onları böylece sizin istifadenize sunduk. 37- Onların ne etleri ne de kanları asla Allah’a ulaşmaz. Fakat sizden O’na takvâ ulaşır. Bu şekilde O, onları sizin istifadenize sundu ki size hidâyet verdiği için tekbir getirip Allah’ı tazim edesiniz. İhsan sahiplerini müjdele.
#
{36} هذا دليل على أن الشعائر عامٌّ في جميع أعلام الدين الظاهرة، وتقدَّم أنَّ الله أخبر أنَّ مَنْ عَظَّمَ شعائِرَه؛ فإنَّ ذلك من تقوى القلوب، وهنا أخبر أن من جُملة شعائرِهِ البُدْنَ؛ أي: الإبل والبقر على أحد القولين، فَتُعَظَّمُ وتستسمن وتُستحسن. {لكم فيها خيرٌ}؛ أي: المهدي وغيره من الأكل والصدقة والانتفاع والثواب والأجر. {فاذكُروا اسم الله عليها}؛ أي: عند ذبحها، قولوا: بسم الله، واذْبَحوها {صَوَافَّ}؛ أي: قائماتٍ؛ بأنْ تُقام على قوائمها الأربع، ثم تُعْقَلُ يدُها اليُسرى، ثم تُنْحَر. {فإذا وَجَبَتْ جُنوبها}؛ أي: سقطت في الأرض جُنوبها حين تُسلخ ثم يسقِطُ الجزارُ جنوبَها على الأرض؛ فحينئذٍ قد استعدَّتْ لأن يُؤْكَلَ منها؛ {فكلوا منها}: وهذا خطابٌ للمهدي، فيجوز له الأكل من هديِهِ، {وأطعِموا القانعَ والمعتَرَّ}؛ أي: الفقير الذي لا يسأل تقنُّعاً وتعففاً، والفقير الذي يسألُ؛ فكلٌّ منهما له حقٌّ فيهما. {كذلك سخَّرْناها لكم}؛ أي: البدن، {لعلَّكم تشكرونَ}: الله على تسخيرها؛ فإنَّه لولا تسخيرُه لها؛ لم يكنْ لكم بها طاقةٌ، ولكنَّه ذلَّلها لكم وسخَّرها رحمةً بكم وإحساناً إليكم؛ فاحْمَدوه.
36. Bu buyruk “şeâir/şiarlar” kelimesinin dinin aşikar olan bütün alâmetleri hakkında kullanılan bir tabir olduğunun delilidir. Daha önce de Yüce Allah, şiarlarını tazim eden, onlara saygı gösteren kimsenin bu halinin kalbin takvâsından ileri geldiğini haber vermişti. Burada da Yüce Allah şunu bildirmektedir: Onun şiarlarından birisi de deve -iki görüşten birisine göre de sığır- kurbanlıklardır. Bunlara da saygı gösterilir, beslenip semizletilir ve güzel olanları tercih edilir. “Onlarda sizin için” hediye kurbanı gönderen için de diğerleri için de ondan yemek, sadaka vermek, faydalanmak, mükâfaat ve ecir gibi pek çok “hayır vardır. Onlar ayakları üstünde dururken” ayakta bulunuyorlarken “üzerlerine Allah’ın adını anın.” Onları kestiğiniz vakit “Bismillah” deyin ve onları dört ayakları üzerinde iken sol ön ayağını bağlayarak boğazlayın (bu deve için böyledir). “Yanları üzere düşünce” yani bu hayvanlar yanları üzere yere yıkılıp kasap tarafından derileri soyulduktan sonra artık etlerinden yenilebilir. Bu yüzden “etinden hem siz yiyin” Bu, hediye kurbanının sahibine hitaptır. Onun bu kurbanlığından yemesi caizdir. “hem de kanaat edip dilenmeyen fakire de dilenen fakire de yedirin.” Yani kanaat göstererek, iffetli davranarak dilenmeyen fakire de dilenen fakire de bunlardan yedirin. Çünkü bunların her birisi bu hediye kurbanında hak sahibidir. “İşte” Allah’a “şükredesiniz diye onları” yani bu büyükbaş kurbanlıkları, develeri “böylece sizin istifadenize sunduk.” Çünkü Yüce Allah, onları size boyun eğdirip istifadenize vermemeiş olsaydı onlara güç yetiremezdiniz. Ama O, onları sizlerin emrine verdi. Size rahmet, lütuf ve ihsanda bulunarak istifadenize sundu. O bakımdan siz de O’na hamdedin, şükredin.
#
{37} وقوله: {لن ينالَ اللهَ لحومُها ولا دِماؤها}؛ أي: ليس المقصود منها ذبحها فقط، ولا ينالُ اللهَ من لحومها ولا دمائها شيءٌ؛ لكونه الغنيَّ الحميد، وإنَّما ينالُه الإخلاصُ فيها والاحتسابُ والنيَّة الصالحةُ، ولهذا قال: {ولكن ينالُهُ التَّقوى منكم}: ففي هذا حثٌّ وترغيبٌ على الإخلاص في النحر، وأن يكونَ القصدُ وجهَ الله وحدَه؛ لا فخراً ولا رياءً ولا سمعةً ولا مجرَّد عادةٍ، وهكذا سائر العبادات إن لم يقترِنْ بها الإخلاص وتقوى الله؛ كانتْ كالقُشورِ الذي لا لبَّ فيه والجسدِ الذي لا روح فيه. {كذلك سخَّرها لكُم لتكبِّروا الله}؛ أي: تعظِّموه وتُجِلُّوه، كما {هداكم}؛ أي: مقابلةً لهدايته إيَّاكم؛ فإنَّه يستحقُّ أكمل الثناء وأجلَّ الحمد وأعلى التعظيم. {وبشِّر المحسنينَ}: بعبادة الله؛ بأنْ يعبُدوا الله كأنَّهم يرونَه؛ فإنْ لم يصلوا إلى هذه الدرجة؛ فليعْبُدوه معتقدينَ وقتَ عبادتِهِم اطِّلاعَه عليهم ورؤيته إيَّاهم، والمحسنين لعبادِ الله بجميع وجوه الإحسان؛ من نفع مال أو علم أو جاه أو نُصح أو أمر بمعروفٍ أو نهي عن منكرٍ أو كلمةٍ طيِّبةٍ ونحو ذلك؛ فالمحسِنونَ لهم البشارةُ من الله بسعادة الدُّنيا والآخرة، وسَيُحْسِنُ الله إليهم كما أحْسَنوا في عبادته ولعباده؛ {هل جزاءُ الإحسانِ إلاَّ الإحسانُ}، {للذين أحسنوا الحُسنى وزيادةٌ}.
37. “Onların ne etleri ne de kanları asla Allah’a ulaşmaz.” Yani onlardan maksat, yalnızca onların kesilmesi değildir. Hem etlerinden de kanlarından da Allah’a herhangi bir şey ulaşmaz. Çünkü Allah, hiçbir şeye muhtaç olmayan Ğaniydir, her türlü hamde layık olan Hamid’dir. O’na ancak bu amelinizdeki ihlâsınız, ecrini Allah’tan beklemeniz ve salih niyetiniz ulaşır. Bundan dolayı Yüce Allah: “Fakat sizden O’na takvâ ulaşır” buyurmaktadır. Bu buyruk ile kurban kesiminde ihlâslı olmaya ve yalnızca Allah’ın rızasının kastedilmesi gerektiğine, övünmek, riyakârlık, başkalarının işitmesi veya sadece âdet olduğu için kurban kesme yoluna gidilmemesine teşvik vardır. Diğer tüm ibadetler de böyledir. Eğer bu ibadetlerde ihlâs ve Allah'a karşı takvâ olmayacak olursa bu amel, özü bulunmayan bir kabuğa, ruhu bulunmayan bir cesede benzer. “Bu şekilde O, onları sizin istifadenize sundu ki size hidâyet verdiği için” O’nun sizi hidâyete kavuşturmasının karşılığında “tekbir getirip Allah’ı tazim edesiniz.” Allah’ın büyüklüğünü dile getirerek O’nu ta’zim edesiniz. Çünkü O, en kâmil övgülere, en yüce hamdlere ve en üstün tazime layık olandır. “İhsan sahiplerini” Allah’a, O’nu görüyorlarmış gibi güzelce ibadet edenleri “müjdele!” ,Onlar bu dereceye ulaşamaz iseler dahi yine ibadetleri esnasında O’nun kendilerini gördüğüne, kendilerinin hallerinden haberdar olduğuna inanırlar. Mal, ilim, mevki, nasihat, iyiliği emretmek, kötülükten alıkoymak, hoş bir söz vb. bütün ihsan/iyilik çeşitleri ile Allah’ın kullarına iyilikte bulunan kimseler de “ihsan sahipleri” arasındadır. İşte bu ihsan sahiplerine Allah’tan dünya ve âhiret saadeti müjdesi vardır. Yüce Allah, bunlara kendileri Allah’a ibadetlerinde ihsan makamına yükseldikleri ve kullarına da iyilikte bulundukları için ihsanda bulunacaktır. “İhsan/iyiliğin karşılığı ihsandan/iyilikten başkası olabilir mi?” (er-Rahmân, 55/60); “İhsanda bulunanlara en güzeli ve daha fazlası vardır.” (Yunus, 10/26)
Ayet: 38 #
{إِنَّ اللَّهَ يُدَافِعُ عَنِ الَّذِينَ آمَنُوا إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ كُلَّ خَوَّانٍ كَفُورٍ (38)}.
38- Şüphesiz Allah, iman edenleri savunup korur. Çünkü Allah, hiçbir hain ve nankörü sevmez.
#
{38} هذا إخبارٌ ووعدٌ وبشارةٌ من الله للذين آمنوا أنَّ الله يدافِعُ عنهم كلَّ مكروه، ويدفعُ عنهم كلَّ شرٍّ بسبب إيمانِهِم: من شرِّ الكفار وشرِّ وسوسة الشيطان وشرور أنفسهم وسيئاتِ أعمالهم، ويحملُ عنهم عند نزول المكاره ما لا يتحمَّلون، فيخفِّف عنهم غاية التخفيف، كلّ مؤمن له من هذه المدافعة والفضيلة بحسب إيمانه، فمستقلٌّ ومستكثرٌ. {إن الله لا يحبُّ كلَّ خوَّانٍ}؛ أي: خائن في أمانته التي حَمَّله الله إيَّاها، فيبخسُ حقوق الله عليه ويخونُها ويخونُ الخلق. {كفورٍ}: لنعم الله، يوالي عليه الإحسان، ويتوالى منه الكفر والعصيان؛ فهذا لا يحبُّه الله، بل يُبْغِضُه ويمقُتُه وسيجازيه على كفرِهِ وخيانتِهِ. ومفهوم الآية أنَّ اللَّه يحبُّ كلَّ أمينٍ قائمٍ بأمانته شكورٍ لمولاه.
38. Bu buyrukla Yüce Allah, iman edenleri hoşlanmayacakları her bir şeye karşı koruyup savunduğuna dair bir haber, bir vaat ve müjde vermektedir. İmanları sebebi ile gerek kâfirlerin her türlü kötülüklerine, gerek şeytanın vesveselerinin kötülüklerine, gerek nefislerinin kötülüklerine, gerekse de amellerinin kötülüklerine karşı onları koruyup savunur ve hoş olmayan şeylerle karşı karşıya kaldıkları vakit yüklerini hafifleterek bu hoşlanmadıkları musibetlere katlanmalarını kolaylaştırır. Her mü’min, imanı oranında -az ya da çok- böyle bir savunmadan ve bu faziletten payını alır. “Çünkü Allah hiçbir hain” kendisine yüklemiş olduğu emanete hainlik ederek hem Allah’ın haklarını eksilten hem de insanlar hainlik edenleri “ve” Allah’ın nimetlerine karşı “nankör” olan kimseleri “sevmez.” Yüce Allah böylesine ardı arkasına iyilikte bulunduğu halde, küfür, nankörlük ve isyanı tercih eden kimseyi elbette sevmez. Aksine ona buğz ve gazap eder. Küfür ve hainliğinin cezasını da ona verir. Âyetin mefhumundan anlaşıldığına göre şanı Yüce Allah, emanetini gereği gibi yerine getirerek güvenilir olan ve mevlasına şükreden herkesi de sever.
Ayet: 39 - 41 #
{أُذِنَ لِلَّذِينَ يُقَاتَلُونَ بِأَنَّهُمْ ظُلِمُوا وَإِنَّ اللَّهَ عَلَى نَصْرِهِمْ لَقَدِيرٌ (39) الَّذِينَ أُخْرِجُوا مِنْ دِيَارِهِمْ بِغَيْرِ حَقٍّ إِلَّا أَنْ يَقُولُوا رَبُّنَا اللَّهُ وَلَوْلَا دَفْعُ اللَّهِ النَّاسَ بَعْضَهُمْ بِبَعْضٍ لَهُدِّمَتْ صَوَامِعُ وَبِيَعٌ وَصَلَوَاتٌ وَمَسَاجِدُ يُذْكَرُ فِيهَا اسْمُ اللَّهِ كَثِيرًا وَلَيَنْصُرَنَّ اللَّهُ مَنْ يَنْصُرُهُ إِنَّ اللَّهَ لَقَوِيٌّ عَزِيزٌ (40) الَّذِينَ إِنْ مَكَّنَّاهُمْ فِي الْأَرْضِ أَقَامُوا الصَّلَاةَ وَآتَوُا الزَّكَاةَ وَأَمَرُوا بِالْمَعْرُوفِ وَنَهَوْا عَنِ الْمُنْكَرِ وَلِلَّهِ عَاقِبَةُ الْأُمُورِ (41)}.
39- Kendilerine savaş açılan (müminlere) zulme uğradıkları için (cihada) izin verildi. Allah onlara yardım etmeye elbette kadirdir. 40- Onlar ki yurtlarından haksız yere, sırf: “Rabbimiz Allah’tır” dedikleri için çıkarılmışlardır. Eğer Allah, insanların bir kısmını diğer bir kısmı ile savmasaydı elbette manastırlar, kiliseler, havralar ve içlerinde Allah’ın adının çokça anıldığı mescidler yerle bir edilirdi. Allah kendine/dinine yardım edene mutlaka yardım eder. Şüphesiz Allah çok güçlüdür, Azizdir. 41- Onlara eğer yeryüzünde bir iktidar imkânı verirsek onlar, namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, iyiliği emreder ve kötülükten de alıkoyarlar. İşlerin âkıbeti yalnızca Allah’a aittir.
#
{39} كان المسلمون في أول الإسلام ممنوعين من قتال الكفار ومأمورين بالصبر عليهم لحكمةٍ إلهيَّةٍ، فلما هاجروا إلى المدينة، وأوذوا وحصل لهم مَنَعَةٌ وقوَّةٌ؛ أُذن لهم بالقتال؛ كما قال تعالى: {أُذِنَ للذين يقاتَلونَ}: يُفهم منه أنهم كانوا قبلُ ممنوعين، فأذِنَ الله لهم بقتال الذين يقاتلون، وإنَّما أذن لهم لأنَّهم ظُلموا بمنعهم من دينهم وأذيَّتهم عليه وإخراجهم من ديارهم. {وإنَّ الله على نصرِهم لَقديرٌ}: فلْيَسْتَنْصروه ولْيستعينوا به.
39. İslâm’ın ilk dönemlerinde müslümanların kâfirlerle savaşmaları yasaktı. İlahi hikmet gereği kâfirlerin sıkıntılarına karşı sabretmeleri emredilmişti. İşkencelere maruz kalıp da Medine’ye hicret ettikten sonra kendilerini koruyacak güç ve imkâna sahip olmaları üzerine savaşmaları için izin verildi. Yüce Allah’ın: “Kendilerine savaş açılan (müminlere) zulme uğradıkları için (cihada) izin verildi” buyruğundan önceleri savaşmalarının yasak kılındığı ve Yüce Allah'ın daha sonra onlara kendileri ile savaşanlarla savaşma iznini verdiği anlaşılmaktadır. Bu izni vermesinin sebebi ise dinlerini yaşamalarının engellenmek istenmesi, dinleri sebebi ile eziyet ve işkencelere uğratılmaları, yurtlarından çıkarılmaları ve zulme uğratılmalarıdır. “Allah onlara yardım etmeye elbette kadirdir.” Öyleyse O’ndan zafer ve yardım istesinler.
#
{40} ثم ذكر صفة ظلمهم، فقال: {الذين أُخْرِجوا من ديارِهم}؛ أي: ألجئوا إلى الخروج بالأذيَّة والفتنة، {بغير حقٍّ إلاَّ}: أن ذنبهم الذي نقم منهم أعداؤهم، {أن يَقولوا ربُّنا الله}؛ أي: إلاَّ أنَّهم وحَّدوا الله وعبدوه مخلصينَ له الدِّين؛ فإنْ كان هذا ذنباً؛ فهو ذنبهم؛ كقوله تعالى: {وما نَقَموا منهم إلاَّ أن يُؤْمِنوا بالله العزيز الحميد}: وهذا يدلُّ على حكمة الجهاد؛ فإنَّ المقصود منه إقامةُ دين الله، أو ذبُّ الكفار المؤذين للمؤمنين البادئين لهم بالاعتداء عن ظلمهم واعتدائهم، والتمكُّن من عبادةِ الله وإقامة الشرائع الظاهرة، ولهذا قال: {ولولا دَفْعُ الله الناسَ بعضَهم ببعض}: فيدفعُ الله بالمجاهدين في سبيله ضررَ الكافرين؛ {لَهُدِّمَتْ صوامعُ وبِيَعٌ وصلواتٌ ومساجدُ}؛ أي: لَهُدِّمَتْ هذه المعابد الكبار لطوائف أهل الكتاب معابد اليهود والنصارى والمساجد للمسلمين. {يُذْكَرُ فيها}؛ أي: في هذه المعابد {اسمُ الله كثيراً}: تُقام فيها الصلواتُ، وتُتْلى فيها كتب الله، ويُذكر فيها اسمُ الله بأنواع الذِّكْر؛ فلولا دفعُ الله الناس بعضَهم ببعض؛ لاستولى الكفارُ على المسلمين، فخرَّبوا معابدهم وفَتَنوهم عن دينهم، فدلَّ هذا أنَّ الجهاد مشروعٌ لأجل دفع الصائل والمؤذي، ومقصودٌ لغيره. ودلَّ ذلك على أنَّ البلدان التي حصلت فيها الطمأنينة بعبادة الله، وعُمِّرَتْ مساجدها، وأقيمت فيها شعائرُ الدين كلُّها من فضائل المجاهدين وبركتهم، دفع الله عنها الكافرين؛ قال الله تعالى: {ولولا دَفْعُ اللهِ الناسَ بعضَهم ببعض لَفَسَدَتِ الأرضُ ولكنَّ الله ذو فضل على العالمينَ}. فإنْ قلتَ: نرى الآن مساجد المسلمينَ عامرةً لم تَخْرَبْ؛ مع أنَّها كثيرٌ منها إمارة صغيرة وحكومة غير منظَّمة، مع أنَّهم لا يدان لهم بقتال مَنْ جاوَرَهم من الإفرنج، بل نرى المساجد التي تحتَ ولايتهم وسيطرتهم عامرةً، وأهلُها آمنون مطمئنُّون؛ مع قدرةِ ولاتِهِم من الكفَّار على هدمها، واللهُ أخبر أنه لولا دَفْعُ الله الناسَ بعضَهم ببعضٍ؛ لَهُدِّمَتْ هذه المعابد، ونحن لا نشاهد دفعا؟ أجيب بأنَّ جواب هذا السؤال والاستشكال داخلٌ في عموم هذه الآية وفردٌ من أفرادها؛ فإنَّ مَنْ عَرَفَ أحوال الدول الآن ونظامها، وأنها تعتبرُ كلَّ أمَّةٍ وجنس تحتَ ولايتها وداخل في حكمها؛ تعتبرُهُ عضواً من أعضاء المملكة وجزءاً من أجزاء الحكومة، سواء كانت تلك الأمةُ مقتدرةً بعددها أو عُددها أو مالها أو علمها أو خدمتها، فتراعي الحكوماتُ مصالح ذلك الشعب الدينيَّة والدنيويَّة، وتخشى إنْ لم تفعلْ ذلك أن يختلَّ نظامُها وتفقدَ بعضَ أركانها، فيقوم من أمر الدين بهذا السبب ما يقوم، خصوصاً المساجد؛ فإنَّها ولله الحمد في غاية الانتظام، حتى في عواصم الدول الكبار، وتراعي تلك الدول الحكومات المستقلة؛ نظراً لخواطر رعاياهم المسلمين، مع وجود التحاسدِ والتباغُض بين دول النصارى، الذي أخبر الله أنه لا يزال إلى يوم القيامةِ، فتبقى الحكومة المسلمة التي لا تقدِرُ تدافعُ عن نفسها سالمةً من كثيرِ ضررهم ؛ لقيام الحسدِ عندهم؛ فلا يقدِرُ أحدُهم أن يمدَّ يدَه عليها، خوفاً من احتمائِها بالآخرِ، مع أنَّ الله تعالى لا بدَّ أن يُري عبادَه من نصر الإسلام والمسلمين ما قد وَعَدَ به في كتابه، وقد ظهرتْ ولله الحمدُ أسبابُه بشعور المسلمين بضرورة رجوعِهِم إلى ديِنِهم، والشعورُ مبدأ العمل؛ فنحمَدُه ونسأله أن يُتِمَّ نعمتَه، ولهذا قال في وعدِهِ الصادق المطابق للواقع: {وَلَيَنصُرَنَّ اللهُ من يَنصُرُه}؛ أي: يقوم بنصر دينِهِ، مخلصاً له في ذلك، يقاتِلُ في سبيله لتكونَ كلمةُ الله هي العليا. {إنَّ الله لقويٌّ عزيزٌ}؛ أي: كامل القوة، عزيزٌ، لا يُرام، قد قهر الخلائق وأخذ بنواصيهم. فأبشروا يا معشر المسلمين؛ فإنَّكم وإنْ ضَعُفَ عددُكم وعُددُكم وقوي عددُ عدوِّكم ؛ فإنَّ ركنَكم القويَّ العزيز ومعتمدكم على مَنْ خَلَقَكُم وخَلَقَ ما تعملون؛ فاعملوا بالأسباب المأمور بها، ثم اطلبوا منه نصرَكم؛ فلا بدَّ أن ينصركم، {يا أيَّها الذين آمنوا إن تَنصُروا الله يَنصُرْكُم ويثبِّتْ أقدامكَم}، وقوموا أيُّها المسلمون بحقِّ الإيمان والعمل الصالح؛ فقد {وَعَدَ الله الذين آمنوا وعملوا الصالحات لَيَسْتَخْلِفَنَّهُم في الأرض كما اسْتَخْلَفَ الذين من قَبْلِهِم ولَيُمَكِّنَنَّ لهم دينَهم الذي ارتضى لهم وَلَيُبَدِّلَنَّهُم من بعدِ خوفهم أمناً يعبُدونني لا يشرِكونَ بي شيئاً}.
40. Daha sonra Yüce Allah, onlara yapılan zulmün mahiyetini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Onlar ki yurtlarından haksız yere, sırf: “Rabbimiz Allah’tır” dedikleri için çıkarılmışlardır.” Düşmanlarının kendilerinden intikam almalarına sebep olan suçları(!), “Rabbimiz Allah’tır” demeleridir. İşte bu yüzden haksız yere eziyet ve işkencelere uğratılarak yurtlarından göçmek zorunda bırakıldılar. Evet suçları, Yüce Allah’ı tevhid etmeleri ve dinlerini Allah’a halis kılarak yalnız O’na ibadet etmeleri idi. Eğer bu bir günah ise onların günahı sadece bundan ibaretti. Nitekim Yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Onların bunlardan intikam almalarının tek sebebi, hükmüne karşı konulamayan ve her övgüye layık olan Allah’a iman etmiş olmaları idi.” (el-Buruc, 85/8) Bu, cihadın hikmetinin de delilidir. Zira cihaddan maksat, Allah’ın dininin uygulanması yahut da mü’minlere eziyet eden ve mü’minlere ilk önce saldıran kâfirlerin zulümlerine ve haksızlıklarına karşı mü’minleri savunmak, Allah’a ibadet etme ve açıkça dini hükümleri uygulama ortamını oluşturmaktır. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Eğer Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmı ile savmasaydı” kendi yolunda cihad edenler vasıtası ile kâfirlerin zararlarını önlemeseydi “elbette manastırlar, kiliseler, havralar ve içlerinde Allah’ın adının çokça anıldığı mescidler yerle bir edilirdi.” Kitap ehline mensup çeşitli kesimlere ait büyük ma’bedler, yahudilerin ve hristiyanların ma’bedleri, müslümanlara ait mescidler yıkılır giderdi. Halbuki oralarda namazlar kılınmakta, Allah’ın kitapları okunmakta, Allah’ın adı çeşitli şekillerde anılıp durmaktadır. Eğer Allah insanların bazısının zararını diğer bazısı ile önlemiş olmasaydı, kâfirler müslümanlara egemen olur, onların ma’bedlerini tahrip eder ve dinlerinden çevirmek için onlara işkence ederlerdi. İşte bu buyruk, cihadın saldırganların ve eziyet edenlerin geri püskürtülmesi, müminlerin onlara karşı savunulması için meşru kılındığının ve yine cihadın, bizatihi değil sağladığı faydalar dolayısıyla amaçlandığının delilidir. Aynı şekilde huzur içinde Allah’a ibadet edilen, mescidleri mamur olan ve dinin bütün şiarlarının uygulandığı ülkelerdeki bu halin, mücahidlerin fazilet ve bereketinin bir sonucu olduğuna bir delildir. Onlar sayesinde Yüce Allah, kâfirlerin zararını o ülkelerden uzaklaştırır. Yüce Allah, bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: “Eğer Allah insanların bir kısmını diğer bir kısmı ile savmasaydı yeryüzü muhakkak fesada uğrardı. Fakat Allah, âlemler üzerinde büyük bir lütuf sahibidir” (el-Bakara, 2/251) ğer denilirse ki şu anda müslümanların mescidlerinin mamur olduğunu, tahrib edilmediğini görüyoruz. Halbuki müslümanların pek çok bölgesinde küçük emirlikler yahut da düzensiz bir yönetim/hükümet bulunmaktadır ve çevrelerindeki kafirlerle savaşma güçleri de bulunmamaktadır. Hatta biz, o kafirlerin yönetimleri altındaki birtakım mescidlerin bile mamur olduğunu, o mescidlere gidip gelenlerin güven ve huzur içinde bulunduklarını görüyoruz. Halbuki o bölgelerdeki kâfir yöneticiler bu mescidleri yıkabilirlerdi. Yüce Allah ise insanların bazılarını diğer bazısı ile savmasaydı bu mabedlerin yıkılacağını bildirmektedir. Bizler ise herhangi bir savma göremiyoruz. evap: Böyle bir sorunun ve izahı gerektiren bu durumun cevabı da bu âyet-i kerimenin genel muhtevasına dahildir ve âyetin kapsamında yer alan hususlardan birisidir. Şöyle ki şu andaki devletlerin durumlarını ve düzenlerini bilen kimse görür ki onlar, yönetimi altında yaşayan, egemenliğinin sınırları içerisinde bulunan her bir ulus ve ırkı ülkesinin bir üyesi, bir parçası olarak kabul eder. Bu ulus, ister gücü ile yahut sayısı ile isterse de malı, bilgisi veya hizmetleri ile orada pay sahibi olsun, fark etmez. Yönetimler, bu ulusun dinî ve dünyevî maslahatlarını göz önünde bulundurur ve bunları göz önünde bulundurmayacak olursa düzeninin bozulacağından, bazı esaslarının yıkılacağından korkar. İşte bundan dolayı dini birtakım hususların yerine gelmesini sağlar, özellikle mescidleri korurlar. O nedele -Yüce Allah’a hamdolsun- mescidler, son derece düzenli ve tertiplidir. Hatta o büyük devletlerin başkentlerinde bile bunu görüyoruz. Bu devletler ve bağımsız yönetimler, yönetimleri altında bulunan müslüman vatandaşların isteklerini göz önünde bulundurarak bu hususlara dikkat ederler. Bununla birlikte hristiyan devletler arasında karşılıklı kıskançlık ve nefret de vardır ki Yüce Allah, Kıyamet gününe kadar bunun sürekli olacağını haber vermektedir. Bu sebeple kendisini savunmaya güç yetiremeyen müslüman bir yönetim, onların aralarındaki bu kıskançlık ve anlaşmazlık dolayısı ile pek çok zararlardan uzak kalabilmektedir. Onlardan herhangi bir devlet, bu müslümanların yönetimini diğer ülke himayesine alır korkusu ile ona kötülük etme gücünü kendinde bulamamaktadır. Bununla birlikte Yüce Allah’ın kullarına, Kitab-ı Keriminde vaat etmiş olduğu şekilde İslâm ve Müslümanların zaferlerini göstermesi de kaçınılmaz bir şeydir. Yüce Allah’a hamdolsun ki bu zaferin sebebleri de ortaya çıkmıştır. Çünkü müslümanlar, dinlerine geri dönmenin zorunlu olduğunun şuuruna sahip olmuşlardır. Böyle bir şuura sahip olmak ise o yolda çalışmanın başlangıcıdır. Yüce Allah’a hamdeder, O’ndan nimetini tamamlamasını niyaz ederiz. Bundan ötürü Yüce Allah, vakıaya da uygun olan doğru vaadinde: “Allah kendine/dinine yardım edene mutlaka yardım eder” buyurmaktadır. Yani, ihlâsla dinine yardıma koşup sonunda en yüce söz Allah’ın sözü olsun diye savaşan kimselere şüphesiz yardım eder. “Şüphesiz Allah çok güçlüdür, Azizdir.” O’nun gücü kemâl derecesindedir. O, kimsenin karşı koyamayacağı kadar güç ve izzet sahibidir. Bütün mahlukatı emrinin altına almıştır. Onların mukadderatı O’nun elindedir. Öyleyse ey müslümanlar! Müjde olsun sizlere ki sayımız ve teçhizatımız az olsa da buna karşılık düşmanlarımızın sayısı çok olsa da sizin dayanağınız, O güçlü ve Aziz olandır. Sizin bel bağladığınız, sizi de yaptıklarınızı da yaratandır. Öyleyse emrolunduğunuz sebepleri yerine getirin, gereğince amel edin, sonra da O’ndan size yardım etmesini isteyin. O, mutlaka size yardım edecektir: “Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a/dinine yardım ederseniz, O da size yardım eder ve ayaklarınıza sebat verir.” (Muhammed, 47/7) Ey müslümanlar; artık imanın hakkını salih amelin gereğini yerine getirin. Çünkü “Allah içinizden iman edip salih amel işleyenlere vaat etti ki: Onlardan öncekileri halife yaptığı gibi -andolsun- onları da yeryüzünde halife kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini hakim kılacak, önceki korkularını da güvene çevirecektir ki böylece onlar bana hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ibadet etsinler.” (en-Nûr, 24/25)
#
{41} ثم ذكر علامة مَنْ ينصره، وبها يُعرف أنَّ مَن ادَّعى أنه يَنْصُرُ الله ويَنْصُرُ دينَه ولم يتَّصِف بهذا الوصف؛ فهو كاذب، فقال: {الذين إن مَكَّنَّاهُم في الأرض}؛ أي: مَلَّكْناهم إياها، وجعلناهم المتسلِّطين عليها من غير منازعٍ ينازِعُهم ولا معارِض؛ {أقاموا الصلاةَ}: في أوقاتها وحدودها وأركانها وشروطها في الجمعة والجماعات. {وآتوُا الزَّكاة}: التي عليهم خصوصاً، وعلى رعيَّتهم عموماً، آتَوْها أهلها الذين هم أهلها. {وأمروا بالمعروف}: وهذا يشمَلُ كلِّ معروفٍ حُسْنُهُ شرعاً وعقلاً من حقوق الله وحقوق الآدميين. {ونَهَوا عن المنكر}: كلّ منكرٍ شرعاً وعقلاً، معروف قبحُه، والأمر بالشيء والنهي عنه يدخُلُ فيه ما لا يتمُّ إلاَّ به؛ فإذا كان المعروف والمنكر يتوقَّف على تعلُّم وتعليم أجبروا الناس على التعلُّم والتعليم، وإذا كان يتوقَّف على تأديبٍ مقدَّر شرعاً أو غير مقدَّر؛ كأنواع التعزير؛ قاموا بذلك، وإذا كان يتوقَّف على جعل أناس متصدِّين له؛ لزم ذلك، ونحو ذلك مما لا يتمُّ الأمر بالمعروف والنهيُ عن المنكر إلاَّ به. {ولله عاقبةُ الأمور}؛ أي: جميع الأمور ترجِعُ إلى الله، وقد أخبر أنَّ العاقبة للتقوى؛ فمن سلَّطه الله على العباد من الملوك وقام بأمر الله؛ كانتْ له العاقبةُ الحميدةُ والحالةُ الرشيدةُ، ومن تسلَّط عليهم بالجَبَروت، وأقام فيهم هوى نفسه؛ فإنَّه وإن حصل له ملكٌ موقتٌ؛ فإنَّ عاقبتَه غيرُ حميدةٍ؛ فولايتُه مشؤومة، وعاقبته مذمومة.
41. Daha sonra Yüce Allah, dinine yardım edenin kendisi ile tanınacağı alâmeti söz konusu etmektedir ki Allah’ın dinine yardım ettiğini iddia edip de bu niteliğe sahip olmayan bir kimse, yalancıdır. İşte Yüce Allah bunu beyan etmek üzere şöyle buyurmaktadır: “Onlara eğer yeryüzünde bir iktidar imkânı verirsek...” Yani onları kendilerine karşı çıkabilecek ve kendilerine ayak bağı olabilecek hiç kimse söz konusu olmaksızın yeryüzüne hakim kılarsak “onlar, namazlarını” vakitleri içerisinde, sınırları çerçevesinde, rükun ve şartlarını eda ederek, cumalar da dahil cemaatler halinde “dosdoğru kılarlar.” Özel olarak kendileri için farz olan, genel olarak da yönetimleri altında bulunanlara farz kılınan “zekâtı” ehil olan kimselere, hak sahiplerine verirler “verirler.” Şer’an ve aklen güzel görülüp Allah’a ait olsun, insanlara ait olsun bütün hakları kapsayan her türlü “iyiliği emreder”, şer’an ve aklen uygun karşılanmayan her türlü “kötülükten de alıkoyarlar.” Bir şeyi emretmenin ve bir şeyi yasaklayıp ondan alıkoymanın kapsamına o emir ve yasağın tahakkuku için gerekli olan her bir şey girer. Buna göre eğer söz konusu iyilik ve kötülük, öğrenip öğretmeye bağlı ise insanları öğrenip öğretmeye mecbur ederler. Eğer şer’an belirlenmiş yahut da -tazir türleri gibi- belirlenmemiş herhangi bir tehdide bağlı bulunuyor ise o zaman yöneticiler onu da yerine getirirler. Eğer bu işlerin tahakkuku için bu görevi yapacak birtakım insanların tayini gerekiyor ise bunun da yapılması gerekir. Buna benzer kendileri gerçekleşmeksizin iyiliğin emri ve kötülüğün yasaklanması tam olarak gerçekleşmeyen bütün hususlar da bu kapsama girer. “İşlerin âkıbeti yalnızca Allah’a aittir.” Yani bütün işler Allah’a döner. Yüce Allah aynı zamanda güzel âkıbetin takvâda olduğunu da haber vermektedir. Buna göre kulların başına yönetici olarak geçen herhangi bir hükümdar, eğer Allah’ın emrinin gereğini yerine getirecek olursa övülmeye değer, güzel bir âkıbete ve istikamet üzere olan bir hale sahip demektir. Zorbalıkla insanları yönetip onlara nefsinin arzusuna göre uygulamalar yapan kimse ise geçici olarak egemen olsa dahi onun âkıbeti, iyi bir âkıbet olmayacaktır. Onun yönetimi bereketsiz ve âkıbeti de kötüdür.
Ayet: 42 - 46 #
{وَإِنْ يُكَذِّبُوكَ فَقَدْ كَذَّبَتْ قَبْلَهُمْ قَوْمُ نُوحٍ وَعَادٌ وَثَمُودُ (42) وَقَوْمُ إِبْرَاهِيمَ وَقَوْمُ لُوطٍ (43) وَأَصْحَابُ مَدْيَنَ وَكُذِّبَ مُوسَى فَأَمْلَيْتُ لِلْكَافِرِينَ ثُمَّ أَخَذْتُهُمْ فَكَيْفَ كَانَ نَكِيرِ (44) فَكَأَيِّنْ مِنْ قَرْيَةٍ أَهْلَكْنَاهَا وَهِيَ ظَالِمَةٌ فَهِيَ خَاوِيَةٌ عَلَى عُرُوشِهَا وَبِئْرٍ مُعَطَّلَةٍ وَقَصْرٍ مَشِيدٍ (45) أَفَلَمْ يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَتَكُونَ لَهُمْ قُلُوبٌ يَعْقِلُونَ بِهَا أَوْ آذَانٌ يَسْمَعُونَ بِهَا فَإِنَّهَا لَا تَعْمَى الْأَبْصَارُ وَلَكِنْ تَعْمَى الْقُلُوبُ الَّتِي فِي الصُّدُورِ (46)}.
42- Eğer seni yalanlıyorlarsa (şunu bil ki) onlardan önce Nuh’un kavmi, Âd ve Semûd kavmi de yalanlamıştı. 43- İbrahim’in kavmi ve Lût’un kavmi de… 44- Medyen halkı da (peygamberlerini yalanlamıştı). Mûsâ da yalanlandı. Ben de o kâfirlere mühlet verdim. Sonra onları (azapla ansızın) yakaladım. Benim (yalanlamalarına verdiğim) cevap nasılmış!? 45- Halkı zalim olan nice memleketleri helâk ettik ki şimdi onlar duvarları çatıları üstüne çökmüş bir haldeler! Nice terk edilmiş kuyular, nice yüksek köşkler (var şimdi ıpıssız)! 46- Yeryüzünde gezmezler mi ki akledecekleri kalpleri ve işitecekleri kulakları olsun. Ama gerçek şu ki gözler kör olmaz, asıl göğüslerdeki kalpler kör olur.
#
{42 ـ 44} يقول تعالى لنبيِّه محمدٍ - صلى الله عليه وسلم -: وإنْ يكذِّبْك هؤلاء المشركون؛ فلستَ بأوَّل رسول كُذِّب، وليسوا بأول أمةٍ كَذَّبَت رسولها؛ {فقد كَذَّبَتْ قبلَهم قومُ نوح وعادٌ وثمودُ. وقومُ إبراهيم (وقومُ لوط). وأصحابُ مَدْيَنَ}؛ أي: قوم شعيب. {وكُذِّبَ موسى فأمليتُ للكافرين}: المكذِّبين، فلم أعاجِلْهم بالعقوبة، بل أمهلتُهم حتى استمرُّوا في طغيانهم يعمهونَ وفي كفرِهِم وشرِّهم يزدادون، {ثمَّ أخَذْتُهم}: بالعذاب أخذَ عزيز مقتدرٍ. {فكيف كان نَكيرِ}؛ أي: إنكاري عليهم كفرهم وتكذيبهم كيف حالُه؟! كان أشدَّ العقوبات وأفظعَ المَثُلات؛ فمنهم من أغرقَه، ومنهم من أخذَتْه الصيحةُ، ومنهم من أُهْلِكَ بالريح العقيم، ومنهم من خُسِفَ به الأرض، ومنهم من أُرْسِلَ عليه عذابُ يوم الظُّلَّة؛ فليعتبِرْ بهم هؤلاء المكذِّبون أن يصيبَهم ما أصابهم؛ فإنَّهم ليسوا خيراً منهم، ولا كُتِبَ لهم براءةٌ في الكتب المنزَّلة من الله. وكم من المعذَّبين المهلكين أمثال هؤلاء كثير!
42-44. Yüce Allah, peygamberi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e hitaben şöyle buyurmaktadır: Müşrikler seni yalanlamada iseler de bil ki ilk yalanlanan peygamber, sen değilsin, kendilerine gönderilen peygamberi yalanlayan ilk ümmet de bunlar değil. “Onlardan önce Nûh’un kavmi, Âd ve Semûd kavmi de yalanlamıştı. İbrahim’in kavmi ve Lût’un kavmi de… Medyen halkı da” yani Şuayb’ın kavmi de (peygamberlerini yalanlamıştı). Mûsâ da yalanlandı. Ben de” o yalanlayan “kâfirlere mühlet verdim.” Onları cezalandırmakta acele etmedim. Onlara süre tanıdım. Sonunda azgınlıkları içerisinde küfürlerine, kötülüklerine şaşkınca devam edip gittiler, bunları iyice artırdılar. “Sonra onları” gönderdiğim azab ile Aziz ve muktedir olanın yakalayışı ile “yakaladım. Benim (yalanlamalarına verdiğim) cevap nasılmış?!” Beni inkâr edip kâfir olmalarına ve yalanlayışlarına karşı gösterdiğim tepki, verdiğim karşılık nasılmış!? Elbette ki bu, cezaların en çetini, ibretli belaların en ağırı idi. Zira onlardan kimisini Yüce Allah suda boğdu. Kimisini şiddetli bir çığlık yakaladı, kimisi kısır rüzgar ile helâk edildi, kimisi yerin dibine geçirildi, kimisine de buluttan gölgelerin gününde üzerlerine azap gönderildi. İşte bu yalanlayıcılar da onlardan ibret alsınlar. Onların başına gelen musibetlerin kendilerinin başına da geleceğinden korksunlar. Çünkü bunlar, öncekilerden daha hayırlı değildirler. İndirilmiş olan kitaplarda Allah tarafından onların azaptan uzak kalacaklarına dair bir belge de gönderilmiş değildir. Aksine bunlar gibi helâk edilip azaba uğratılan nice topluluklar vardır. Bu yüzden Allah, bir sonraki âyet-i kerimede şöyle buyurmaktadır:
#
{45} ولهذا قال: {فكأيِّن من قريةٍ}؛ أي: وكم من قريةٍ، {أهلَكْناها}: بالعذابِ الشديدِ والخزي الدنيويِّ، {وهي ظالمةٌ}: بكفرِها بالله وتكذيبها لرسلِهِ، لم يكنْ عقوبتُنا لها ظلماً منا. {فهي خاويةٌ على عروشها}؛ أي فديارُهم متهدِّمة قصورُها وجدرانُها، قد سقطتْ على عروشها ، فأصبحت خراباً بعد أن كانتْ عامرةً، وموحشةً بعد أن كانت آهلةً بأهلها آنسة. {وبئرٍ معطَّلةٍ وقصرٍ مَشيدٍ}؛ أي: وكم من بئر قد كان يزدحمُ عليه الخلقُ لشُرْبهم وشرب مواشيهم، ففُقِدَ أهلُه وعُدِمَ منه الوارد والصادر! وكم من قصرٍ تعبَ عليه أهلُه فشيَّدوه ورفعوه وحصَّنوه وزخرفوه؛ فحين جاءهم أمرُ الله؛ لم يُغْنِ عنهم شيئاً، وأصبح خالياً من أهله، قد صاروا عبرةً لمن اعتبر ومثالاً لمن فكَّر ونظر.
45. “Halkı” küfürleri ve peygamberleri yalanlayışları dolayısı ile “zalim olan nice memleketleri” çetin azap ve dünyevi rüsvaylık ile “helâk ettik.” Bizim onları cezalandırışımız, onlara bir zulüm değildi. “Şimdi onlar duvarları çatıları üstüne çökmüş bir haldeler!” yurtları viraneye dönmüş, sarayları yıkılmış ve duvarları üzerine çatıları çökmüş bulunuyor. Önceleri buralar mamur iken harabeye dönüşmüş, burada insanlar cıvıldaşırken şimdi oldukça ıssız! “Nice terk edilmiş kuyular, nice yüksek köşkler (var şimdi ıpıssız)!” Nice kuyular vardı ki insanlar oradan hem kendileri içmek, hem davarlarına içirmek için kalabalıklar halinde başlarında birikirdi. Şu anda o kuyuların başında kimse yok, giden gelen kalmamış! Nice köşkler vardı ki oraların sahipleri çalışarak çabalayarak bunları yükseltmiş, inşa etmiş, alabildiğine sağlamlaştırmış, koruyup süslemişlerdi. Fakat Allah’ın emri onlara gelince bunların hiçbir faydası olmadı. Artık oralar ıpıssız kalmıştır. İbret alanlara bir ibret belgesi olmuş, düşünen ve ibretle tetkik eden kimselere ibretli bir örnek haline gelmiştir. Bundan dolayı Yüce Allah, kullarını görsünler ve ibret alsınlar diye yeryüzünde dolaşmaya davet ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{46} ولهذا دعا الله عبادَه إلى السير في الأرض لينظُروا ويعتبِروا، فقال: {أفلم يَسيروا في الأرض}: بأبدانهم وقلوبهم؛ {فتكون لهم قلوبٌ يعقِلونَ بها}: آياتِ الله ويتأمَّلون بها مواقعَ عِبَرِهِ، {أو آذانٌ يسمعونَ بها}: أخبارَ الأمم الماضين وأنباء القرون المعذَّبين، وإلاَّ فمجرَّد نظر العين وسماع الأذُن وسير البدن الخالي من التفكُّر والاعتبار غير مفيدٍ ولا موصل إلى المطلوب، ولهذا قال: {فإنَّها لا تَعْمى الأبصارُ ولكن تَعْمى القلوبُ التي في الصُّدور}؛ أي: هذا العمى الضارُّ في الدين عمى القلب عن الحقِّ حتى لا يشاهدَه كما لا يشاهِدُ الأعمى المرئيَّات، وأما عمى البصر؛ فغايتُه بلغةٌ ومنفعةٌ دنيويَّةٌ.
46. “Yeryüzünde” gerek bedenleri ile gerek kalpleri ile seyahata çıkarak “gezmezler mi ki akledecekleri” Allah’ın âyetlerini anlayacakları ve o ibretlik yerleri inceleyecekleri “kalpleri”, geçmiş ümmetlerin haberlerini, azaba uğratılmış nesillere dair bilgileri “işitecekleri kulakları olsun.” Çünkü tefekkür ve ibretten uzak olarak sadece gözle görmek, kulakla işitmek ve bedenen seyahat etmek faydasızdır. Bu, istenen maksada ulaştırmaz. Bundan dolayı Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: “Ama gerçek şu ki gözler kör olmaz, asıl göğüslerdeki kalpler kör olur.” Yani din hususunda zararlı olan körlük, kalbin hakka karşı körlüğüdür. Nasıl ki gözü görmeyen kimse görülen şeyleri göremiyor ise artık o da hakkı görmez olur. Gözün görmemesi ise nihâyet bir noktaya kadardır ve gözle görmenin faydası da dünyevîdir.
Ayet: 47 - 48 #
{وَيَسْتَعْجِلُونَكَ بِالْعَذَابِ وَلَنْ يُخْلِفَ اللَّهُ وَعْدَهُ وَإِنَّ يَوْمًا عِنْدَ رَبِّكَ كَأَلْفِ سَنَةٍ مِمَّا تَعُدُّونَ (47) وَكَأَيِّنْ مِنْ قَرْيَةٍ أَمْلَيْتُ لَهَا وَهِيَ ظَالِمَةٌ ثُمَّ أَخَذْتُهَا وَإِلَيَّ الْمَصِيرُ (48)}.
47- Senden azabın çabucak gelmesini isterler. Allah sözünden asla caymaz. Gerçek şu ki, Rabbinin katında bir gün, sizin saydığınız (dünya yıllarından) bin yıl gibidir. 48- Halkı zalim olan nice memleketlere mühlet verdim, sonra onları (azabımla ansızın) yakaladım. Dönüş yalnız banadır.
#
{47} أي: يتعجَّلُك هؤلاء المكذِّبون بالعذاب لجهلهم وظلمهم وعنادهم وتعجيزاً لله وتكذيباً لرسله، ولن يُخْلِفَ الله وعده؛ فما وَعَدَهُم به من العذاب لا بدَّ من وقوعه، ولا يمنعُهم منه مانعٌ، وأمَّا عَجَلَتُهُ والمبادرةُ فيه؛ فليس ذلك إليك يا محمدُ، ولا يستفزنَّك عجلتُهم وتعجيزُهم إيَّانا؛ فإنَّ أمامهم يوم القيامة الذي يُجمع فيه أولهم وآخرهم، ويجازَوْن بأعمالهم، ويقع بهم العذابُ الدائم الأليم، ولهذا قال: {وإنَّ يوماً عند ربِّكَ كألفِ سنةٍ مما تَعُدُّونَ}: من طوله وشدَّته وهولِهِ؛ فسواء أصابهم عذابٌ في الدنيا أم تأخَّر عنهم العذاب؛ فإنَّ هذا اليوم لا بدَّ أن يدرِكهم. ويُحتمل أنَّ المراد أنَّ الله حليمٌ، ولو استعجلوا العذاب؛ فإنَّ يوماً عنده كألف سنة مما تعدُّون؛ فالمدَّة وإنْ تطاوَلْتُموها، واستبطأتم فيها نزول العذاب؛ فإنَّ الله يمهل المدد الطويلةَ، ولا يُهمل، حتى إذا أخذ الظالمين بعذابه؛ لم يُفْلِتْهم.
47. Yani şu azabı yalanlayan kimseler cahillikleri, zulümleri, inatları, Allah’ın aciz olduğunu ortaya koyma arzuları, peygamberleri yalanlamaları sebebi ile azabı çabucak getirmeni isterler. Oysa Allah, asla vaadinden dönmez. Onları kendisi ile tehdit ettiği azabın gerçekleşmesi kaçınılmaz bir şeydir. Bu azaba karşı onları hiçbir şey de koruyamaz. Bu azabın acele gelmesini sağlamak, bunu çabucak gerçekleştirmek ise senin elinde değildir, ey Muhammed! Öyleyse onların acele etmeleri ve bizim acizliğimizi ortaya koymak isteyişleri seni üzmesin, rahatsız etmesin. Bunların önünde ilkinden sonuna kadar bütün insanların bir araya getirileceği bir gün, kıyamet günü vardır. O günde amellerinin karşılığı verilecektir ve sonu gelmez, can yakıcı bir azaba uğratılacaklardır. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Gerçek şu ki Rabbinin katında bir gün” uzunluğu, şiddeti ve dehşetinden ötürü “sizin saydığınız (dünya yıllarından) bin yıl gibidir.” Dolayısı ile dünya hayatında onlara azap ister gelip çatsın, ister ertelensin, bu günün onları gelip yakalaması kaçınılmaz bir şeydir. Bu âyet-i kerimeden maksadın şu olma ihtimali de vardır: Yüce Allah Halîmdir. Çabucak azabı göndermez. Onlar azabın çabucak gelmesini isteyecek olsalar dahi şunu bilmeliler ki Allah nezdindeki bir gün, sizin saydığınız bin yıl gibidir. Dolayısı ile siz, bu süreyi uzun görseniz dahi ve bu süre zarfında azabın inişinin geciktiğini zannetseniz bile, şüphesiz Yüce Allah çok uzun süreler mühlet vermekle birlikte, ihmal etmez. Nihâyet o azabı ile zalimleri yakalar ve bir daha da onları bırakmaz.
#
{48} {وكأيِّنْ من قريةٍ أمليتُ لها}؛ أي: أمهلتها مدة طويلة، {وهي ظالمةٌ}؛ أي: مع ظلمهم، فلم يكنْ مبادرتُهم بالظُّلم موجباً لمبادرتِنا بالعقوبة، {ثم أخذتُها} بالعذابِ {وإليَّ المصيرُ}؛ أي: مع عذابها في الدنيا سترجِعُ إلى الله فيعذِّبُها بذنوبها؛ فليحذر هؤلاء الظالمون من حلول عقاب اللَّه، ولا يغترُّوا بالإمهال.
48. “Halkı zalim olan nice memleketlere” zulümlerine rağmen uzunca bir süre tanıyarak “mühlet verdim.” Onların zulüm işlemeleri, Bizim onlara azabı çabucak göndermemizi gerektirmedi. “Sonra onları” azab ile “yakaladım. Dönüş yalnız Banadır.” Yani bunlar, dünya hayatında azaba uğramakla birlikte tekrar Allah’a dönecekler ve günahları sebebi ile Allah onları cezalandıracaktır. O halde şu zalimler de Allah’ın cezasının gelip kendilerini bulmasından sakınsınlar ve kendilerine mühlet verilmesine aldanmasınlar.
Ayet: 49 - 51 #
{قُلْ يَاأَيُّهَا النَّاسُ إِنَّمَا أَنَا لَكُمْ نَذِيرٌ مُبِينٌ (49) فَالَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَرِزْقٌ كَرِيمٌ (50) وَالَّذِينَ سَعَوْا فِي آيَاتِنَا مُعَاجِزِينَ أُولَئِكَ أَصْحَابُ الْجَحِيمِ (51)}.
49- De ki: “Ey insanlar! Ben sadece sizin için apaçık bir uyarıcıyım.” 50- İman edip salih ameller işleyenler için mağfiret ve bitmez tükenmez bir rızık vardır. 51- Ayetlerimizi iptal etmek için yarışırcasına çalışanlar ise alevli ateşin ehlidirler.
#
{49} يأمر تعالى عبده ورسوله محمداً - صلى الله عليه وسلم - أن يخاطِبَ الناس جميعاً بأنَّه رسولُ اللَّه حقًّا؛ مبشراً للمؤمنين بثواب اللَّه، منذراً للكافرين والظالمين من عقابِهِ. وقولُهُ: {مبينٌ} أي؛ بيِّنُ الإنذار، وهو التخويف مع الإعلام بالمَخُوف، وذلك لأنَّه أقام البراهين الساطعة على صدق ما أنذرهم به.
49. Yüce Allah, kulu ve Rasûlü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e bütün insanlara hitap ederek kendisinin mü’minlere Allah’ın mükâfatını müjdeleyen, zalim ve kâfirleri de Allah’ın cezasını haber vererek uyaran, Allah’ın gerçek rasûlü olduğunu söylemesini emretmektedir. “Apaçık” buyruğu, uyarısı apaçık olan demektir ki uyarı/inzar, korkutucu olan hususu bildirerek ondan sakındırmak demektir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem apaçık uyarıcıdır, çünkü onun kendisi ile kendilerini uyarmış olduğu şeylerin doğruluğuna dair apaçık delilleri ortaya koymuştur.
#
{50} ثم ذَكَرَ تفصيل النِّذارة والبِشارة، فقال: {فالذين آمنوا}: بقلوبهم إيماناً صحيحاً صادقاً، {وعملوا الصالحات}: بجوارِحِهم [{في جنَّاتِ النعيم}؛ أي: الجنات التي يُتَنَعَّمُ بها بأنواع النعيم من المآكل والمشارب والمناكح والصُّوَر والأصوات والتنعُّم برؤية الربِّ الكريم وسماع كلامه.
50. Daha sonra Yüce Allah, bu uyarı ve müjdenin tafsilatını söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: Kalpleri ile doğru ve samimi olarak “iman edip” azaları ile “salih ameller işleyenler için mağfiret ve bitmez tükenmez bir rızık vardır.” Yani yiyecek, içecek, nikahlanacak türlü nimetler, güzel manzaralar, hoş sesler, Yüce Rabbin cemalini görmek ve kelamını işitmek suretiyle içinde pek çok nimetlere mazhar olunacak olan cennetler vardır.
#
{51} {والذين كفروا}؛ أي: جَحَدوا نعمةَ ربِّهم، وكذَّبوا رُسُله وآياته]. فأولئك {أصحابُ الجحيم}؛ أي: الملازمون لها، المصاحبون لها في كلِّ أوقاتهم؛ فلا يخفَّف عنهم من عذابِها، ولا يفتَّرُ عنهم لَحْظةٌ من عقابها.
51. “Ayetlerimizi iptal etmek için yarışırcasına çalışanlar ise alevli ateşin ehlidirler.” Rablerinin nimetine küfür/nankörlük eden, rasullerini ve ayetlerini yalanlayanlar ise bütün vakitlerde o ateş içinde kalacaklar, ondan hiç ayrılmayacaklardır. O ateşin azabı hiç hafifletilmeyecektir ve ona bir an dahi ara verilmeyecektir.
Ayet: 52 - 54 #
{وَمَا أَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ مِنْ رَسُولٍ وَلَا نَبِيٍّ إِلَّا إِذَا تَمَنَّى أَلْقَى الشَّيْطَانُ فِي أُمْنِيَّتِهِ فَيَنْسَخُ اللَّهُ مَا يُلْقِي الشَّيْطَانُ ثُمَّ يُحْكِمُ اللَّهُ آيَاتِهِ وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ (52) لِيَجْعَلَ مَا يُلْقِي الشَّيْطَانُ فِتْنَةً لِلَّذِينَ فِي قُلُوبِهِمْ مَرَضٌ وَالْقَاسِيَةِ قُلُوبُهُمْ وَإِنَّ الظَّالِمِينَ لَفِي شِقَاقٍ بَعِيدٍ (53) وَلِيَعْلَمَ الَّذِينَ أُوتُوا الْعِلْمَ أَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ فَيُؤْمِنُوا بِهِ فَتُخْبِتَ لَهُ قُلُوبُهُمْ وَإِنَّ اللَّهَ لَهَادِ الَّذِينَ آمَنُوا إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ (54)}.
52- Senden önce ne kadar rasûl ve nebi gönderdi isek hepsi de (kendisine vahyedileni) okumak istediği zaman şeytan, mutlaka onun okumasına bir şeyler katmak istemiştir. Ama Allah, şeytanın katmak istediğini iptal eder, sonra da kendi âyetlerini sapasağlam yerleştirir. Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir. 53- Bu; Allah'ın, şeytanın katacağı şeyi kalplerinde hastalık bulunanlarla kalpleri katılaşmış olanlar için bir imtihan kılması içindir. Muhakkak zalimler uzak bir ayrılık içindedirler. 54- Yine bu, kendilerine ilim verilenlerin, bu (Kitabın) Rabbinden sana gelen hak olduğunu bilip ona iman etmeleri ve kalplerinin de ona boyun eğmesi içindir. Şüphesiz Allah, iman edenleri dosdoğru bir yola iletir.
#
{52} يخبر تعالى بحكمته البالغة واختيارِهِ لعبادِهِ وأنَّ الله ما أرسل قبل محمدٍ {من رسول ولا نبيٍّ إلاَّ إذا تمنَّى}؛ أي: قرأ قراءته التي يذكِّر بها الناسَ ويأمرُهم وينهاهم، {ألقَى الشَّيطَانُ في أُمْنِيَّتِهِ}؛ أي: في قراءته من طرقه ومكايده ما هو مناقض لتلك القراءة مع أنَّ الله تعالى قد عَصَمَ الرسل بما يبلِّغون عن الله وحَفِظَ وحيَه أن يشتبِهَ أو يختلطَ بغيرِهِ، ولكنْ هذا إلقاءٌ من الشيطان غير مستقرٍّ ولا مستمرٍّ، وإنَّما هو عارضٌ يعرِضُ ثم يزول، وللعوارض أحكامٌ، ولهذا قال: {فينسخُ الله ما يُلْقي الشيطانُ}؛ أي: يزيله، ويذهبهُ، ويبطلُه، ويبيِّنُ أنه ليس من آياته. و {يُحْكِمُ الله آياتِهِ}؛ أي: يتقنها، ويحرِّرها، ويحفظها، فتبقى خالصةً من مخالطة إلقاء الشيطان. {واللَّه [عزيزٌ] }؛ أي: كامل القوة والاقتدار؛ فبكمال قوَّته يحفظ وحيَه، ويزيل ما تلقيه الشياطين. {حكيمٌ}: يضعُ الأشياء مواضعَها.
52. Yüce Allah, sonsuz hikmetini ve kulları için tercihini haber vererek şunu bildirmektedir: Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’den önce ne kadar “rasûl ve nebi gönderdi isek hepsi de (kendisine vahyedileni) okumak istediği zaman” yani insanlara öğüt vermek, onlara birtakım hususları emredip bazı şeyleri de yasaklamak üzere okumaya geçtiğinde “şeytan mutlaka” kendi özel yolları, hile ve tuzakları ile “onun okumasına” peygamberin o okuyuşu ile çelişen “bir şeyler katmak istemiştir.” Bununla birlikte Yüce Allah, peygamberleri Allah’tan alıp tebliğ ettikleri hususlarda hatadan yana korumuş, vahyini de başka şeylerle karışmaya yahut da onda tereddüde düşmeye karşı muhafaza etmiş bulunduğundan, şeytanın katmak istediği bu şeylerin kalıcılığı ve sürekliliği söz konusu değildir. O sadece gelip geçici bir durumdur. Daha sonra yok olur, bir etkisi kalmaz. Gelip geçici hususların ise kendine has birtakım etkileri vardır. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ama Allah, şeytanın katmak istediğini iptal eder.” Giderir, yok eder, çürütür ve onun kendi âyetlerinden olmadığını da beyan eder. “Sonra da kendi âyetlerini sapasağlam yerleştirir.” Ve bunları şeytanın katmak istediklerinden arındırır, muhafaza eder ve böylelikle şeytanın katıştırmaya çalıştıklarından uzak, arı duru halleri ile kalmaya devam ederler. “Allah her şeyi bilendir.” Yani kuvvet ve kudreti kâmil olandır ki bu kuvvetinin kemali ile vahyini korur ve şeytanların katıştırmak istediklerini de ortadan kaldırır. “hikmet sahibidir.” Her şeyi yerli yerine koyandır. Şeytanlara sözü edilen katıştırma imkânını vermesi de O’nun hikmetinin kemalindendir ki O, şu buyruğunda sözünü ettiği hususun gerçekleşmesi için buna izin verir:
#
{53} فمن كمال حكمتِهِ مكَّن الشياطين من الإلقاء المذكور؛ ليحصُلَ ما ذكره بقولِهِ {لِيَجْعَلَ ما يلقي الشيطانُ فتنةً}: لطائفتين من الناس لا يبالي الله بهم: [وهم الذين] {في قلوبِهِم مرضٌ}؛ أي: ضَعْفٌ وعدم إيمان تامٍّ وتصديق جازم، فيؤثِّر في قلوبهم أدنى شبهةٍ تطرأ عليها؛ فإذا سمعوا ما ألقاه الشيطان؛ داخَلَهم الريبُ والشكُّ، فصار فتنةً لهم. {والقاسيةِ قلوبُهُم}؛ أي: الغليظة التي لا يؤثر فيها زجرٌ ولا تذكيرٌ، ولا تَفْهَمُ عن الله وعن رسوله لقسوتها؛ فإذا سمعوا ما ألقاه الشيطان؛ جعلوه حجةً لهم على باطلهم، وجادلوا به، وشاقُّوا الله ورسوله، ولهذا قال: {وإنَّ الظالمينَ لفي شقاقٍ بعيدٍ}؛ أي: مشاقَّة لله ومعاندةٍ للحقِّ ومخالفةٍ له بعيد من الصواب. فما يلقيه الشيطانُ يكون فتنةً لهؤلاء الطائفتين، فيظهر به ما في قلوبهم من الخبثِ الكامن فيها.
53. “Bu, Allah'ın, şeytanın katacağı şeyi kalplerinde hastalık bulunanlarla” Bunlar, kalplerinde zayıflık bulunan, tam bir iman ve kati bir tasdik bulunmayan kimselerdir ki bu nedenle de en basit bir şüphe dahi kalplerinde tereddüt uyandırır. Böylelikle şeytanın katmak istediklerini işitir işitmez hemen şüphelerin etkisi altında kalır ve bu onun için bir imtihan olur. “kalpleri katılaşmış olanlar için” Bunlar da herhangi bir uyarı ve hatırlatmanın etki etmediği, katılığı dolayısı ile Allah’tan da Rasûlünden de bir şey kabul etmeyen kimselerdir. İşte Allah bu olayı, kendilerine hiçbir önem atfetmediği bu iki kesim için “bir imtihan” sebebi “kılması için.” yapar. Bu katı kalpliler, şeytanın katmak istediklerini işittiklerinde onu batıl yollarının lehine bir delil kabul eder, bunu ileri sürerek Allah’a ve Rasûlüne karşı çıkarlar. Bundan dolayı da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Muhakkak zalimler uzak bir ayrılık içindedirler.” Allah’a karşı çıkmaktadırlar. Hakka karşı inatlaşmakta, muhalefet etmektedirler ve doğrudan alabildiğine uzaktırlar. Şeytanın bu katmak istedikleri, işte bu iki kesim için bir imtihan sebebi olur. Böylelikle kalplerinde saklı bulunan murdarlık ortaya çıkmış olur. Üçüncü kesime gelince bu husus, bu üçüncü kesim hakkında bir rahmet halini alır ki bu kimseler de şu buyrukta söz konusu edilmektedirler:
#
{54} وأمَّا الطائفةُ الثالثةُ؛ فإنَّه يكون رحمةً في حقِّها، وهم المذكورون بقوله: {ولِيَعْلَمَ الذين أوتوا العلم أنَّه الحقُّ من ربِّك}: وأن الله مَنَحَهم من العلم ما به يعرفون الحقَّ من الباطل والرُّشْدَ من الغيِّ، فيفرِّقون بين الأمرين الحقِّ المستقرِّ الذي يُحْكِمُهُ الله، والباطل العارض الذي ينسَخُهُ الله، بما على كلٍّ منهما من الشواهد، وليعلموا أنَّ الله حكيمٌ يقيِّضُ بعضَ أنواع الابتلاء ليظهرَ بذلك كمائن النفوس الخيِّرة والشِّريرة؛ {فيؤمنوا به}: بسببِ ذلك، ويزدادُ إيمانُهم عند دفع المعارِضِ والشبهِ؛ {فتخبِتَ له قلوبُهُم}؛ أي: تخشع وتخضع وتسلم لحكمتِهِ، وهذا من هدايته إيَّاهم. {وإنَّ الله لهادي الذين آمنوا}: بسبب إيمانهم {إلى صراطٍ مستقيم}: علم بالحقِّ وعمل بمقتضاه؛ فيثبِّتُ الله الذين آمنوا بالقول الثابت في الحياة الدُّنيا وفي الآخرة، وهذا النوع من تثبيت الله لعبده. وهذه الآيات فيها بيانُ أنَّ للرسول - صلى الله عليه وسلم - أسوةٌ بإخوانِهِ المرسلين؛ لما وَقَعَ منه عند قراءتِهِ - صلى الله عليه وسلم - {والنجم}، فلما بَلَغَ: {أفرأيتُمُ اللاتَ والعُزَّى. ومناةَ الثَّالثَةَ الأخرى}؛ ألقى الشيطانُ في قراءته: تلك الغرانيق العلى. وإنَّ شفاعَتَهُنَّ لَتُرْتَجى؛ فحصل بذلك للرسول حزنٌ وللناس فتنةٌ؛ كما ذكر الله، فأنزل الله هذه الآيات.
54. “Yine bu, kendilerine ilim verilenlerin, bu (Kitabın) Rabbinden sana gelen bir hak olduğunu bilip ona iman etmeleri” Yüce Allah’ın kendilerine bağışladığı ilim sayesinde hakkı batıldan, doğruyu eğriden ayırabilmeleri, Yüce Allah’ın sağlamlaştırdığı ve sabit kalmasını dilediği hak ile hükmünü ortadan kaldıracağı gelip geçici batılı, her birisine dair delillere dayanarak ayırt edebilmeleri içindir. Yüce Allah’ın hikmeti sonsuz olduğunu ve iyi olsun kötü olsun nefislerin gizli saklı yönlerini bu yolla ortaya çıkartmak için türlü imtihan şekillerini takdir buyurduğunu bilsinler, bundan dolayı O’na gereği gibi iman etsinler, çeşitli şüphe ve tereddütler arız olduğu takdirde bunları bertaraf ederek imanları artsın diyedir. “ve kalplerinin de ona boyun eğmesi içindir.” Allah’ın emrine boyun eğsinler, hikmetine teslim olsunlar diyedir ki bu da Yüce Allah’ın kendilerine verdiği hidâyetin bir parçasıdır. “Muhakkak Allah iman edenleri” imanları sebebi ile “dosdoğru bir yola iletir.” Hakkı bilmeye ve gereğince amel etmeye ulaştırır. “Allah Teâlâ, sağlam sözle iman edenleri hem dünya hayatında hem de ahirette sebat verir” (İbrahim, 14/27) İşte bu da Yüce Allah’ın kuluna verdiği sebat türlerden biridir. u ayetlerde Rasûl sallallahu aleyhi ve sellem’e rasûllerden diğer kardeşleri örnek olarak gösterilmektedir. Zira o, en-Necm sûresini okurken: “Gördünüz mü Lat’ı ve Uzza’yı ve o üçüncüleri olan Menat’ı” âyetine gelince şeytan, onun kıraatına “onlar yüce putlardır, şefaatleri ümit edilir” sözlerini kattı. Bu da Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i üzdü ve insanlar içinde de bir fitne/imtihan oldu. Bunun üzerine de Allah bu âyetleri indirdi.
Ayet: 55 - 57 #
{وَلَا يَزَالُ الَّذِينَ كَفَرُوا فِي مِرْيَةٍ مِنْهُ حَتَّى تَأْتِيَهُمُ السَّاعَةُ بَغْتَةً أَوْ يَأْتِيَهُمْ عَذَابُ يَوْمٍ عَقِيمٍ (55) الْمُلْكُ يَوْمَئِذٍ لِلَّهِ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ فَالَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ فِي جَنَّاتِ النَّعِيمِ (56) وَالَّذِينَ كَفَرُوا وَكَذَّبُوا بِآيَاتِنَا فَأُولَئِكَ لَهُمْ عَذَابٌ مُهِينٌ (57)}.
55- Kıyamet kendilerine ansızın gelinceye dek yahut da kısır bir günün azabı kendilerine gelinceye kadar kâfirler, o (Kur'ân’dan) yana şüphe içinde olmaya devam edeceklerdir. 56- O gün hükümranlık Allah’ındır. O, onların aralarında (şöyle) hükmeder: İman edip salih ameller işleyenler Naîm cennetlerindedirler. 57- Kâfir olup âyetlerimizi yalanlayanlara gelince onlar için de alçaltıcı bir azap vardır.
#
{55} يخبر تعالى عن حالة الكفار، وأنَّهم لا يزالون في شكٍّ مما جئتَهم به يا محمدُ؛ لعنادهم وإعراضهم، وأنَّهم لا يبرحون مستمرِّين على هذه الحال، {حتَّى تأتِيَهُمُ الساعةُ بغتةً}؛ أي: مفاجأةً، {أو يأتِيَهُمْ عذابُ يوم عقيم}؛ أي: لا خير فيه، وهو يوم القيامة؛ فإذا جاءتهم الساعةُ أو أتاهم ذلك اليوم؛ علم الذين كفروا أنَّهم كانوا كاذبين، وندموا حيث لا ينفعُهم الندمُ، وأبْلِسوا، وأَيِسوا من كلِّ خيرٍ، وودُّوا لو آمنوا بالرسول واتَّخذوا معه سبيلاً. ففي هذا تحذيرُهم من إقامتهم على مِرْيَتِهِم وفِرْيَتِهِم.
55. Yüce Allah, kâfirlerin durumunu, onların inatlarını ve yüz çevirmelerini haber vermektedir: Ey Muhammed, kendilerine getirdiğin kitap hakkında şüphe içerisinde kalmaya devam edecekler ve bu hallerini “kıyamet kendilerine ansızın gelinceye dek yahut da kısır bir günün azabı kendilerine gelinceye kadar” sürdüreceklerdir ki o kısır günde kendileri hakkında hiçbir hayır olmayacaktır. Kıyamet günü yahut o kısır gün, kendilerine geleceği vakit kâfirler yalan söylediklerini bilecekler ve pişmanlığın kendilerine fayda sağlayamayacağı bir vakitte pişmanlık duyacaklardır. Her türlü hayırdan yana ümitlerini kesmiş olacaklar, peygambere iman etselerdi ve onunla birlikte yol tutmuş olsalardı diye arzu edeceklerdir. O nedenle bu buyruklarda şüphelerini ve iftiralarını sürdürmeye devam etmekten sakındırılmaktadırlar.
#
{56 ـ 57} {الملكُ يومئذٍ}؛ أي: يوم القيامة {لله}: تعالى لا لغيره، {يحكُمُ بينَهم}: بحكمه العدل وقضائه الفصل. {فالذين آمنوا}: بالله ورسلِهِ وما جاؤوا به، {وعمِلوا الصالحاتِ}: ليصدِّقوا بذلك إيمانَهم {في جنَّاتِ النعيم}: نعيم القلب والروح والبدن مما لا يصفه الواصفون ولا تدركه العقول. {والذِينَ كَفَرُوا}: بالله ورسله، {وكذَّبوا بآياتنا}: الهاديةِ للحقِّ والصواب، فأعرضوا عنها أو عاندوها {فأولئك لهم عذابٌ مُهينٌ}: لهم من شدَّتِهِ وألمِهِ وبلوغِهِ للأفئدة؛ كما استهانوا برسلِهِ وآياتِهِ؛ أهانهم الله بالعذاب.
56. “O gün” yani kıyamet gününde “hükümranlık Allah’ındır.” O’ndan başkasının hiçbir hükümranlığı olmayacaktır. “O, onların aralarında” adaletli hükmü ile haklıyı haksızdan ayırt edici yargısı ile (şöyle) hükmeder:” Allah’a, peygamberlerine ve onların getirdiklerine “iman edip” bu imanlarını tasdik etmek üzere “salih ameller işleyenler Naîm cennetlerindedirler.” Hiçbir kimsenin nitelendiremeyeceği, akılların idrak edemeyeceği türden kalbi, ruhi ve bedeni nimetler içerisinde olacaklardır. Allah’a ve peygamberlere karşı “kâfir olup âyetlerimizi” hakka ve doğruya ileten belgelerimizi “yalanlayanlara” onlardan yüz çeviren veya onlara karşı inatlaşanlara “gelince onlar için de” aşırı şiddetinden, acısından ve kalplere kadar ulaşmasından dolayı “alçaltıcı bir azap vardır.” Allah’ın peygamberlerini ve âyetlerini hakir gördükleri için Yüce Allah da azap ile onları hakir kılacaktır.
Ayet: 58 - 59 #
{وَالَّذِينَ هَاجَرُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ ثُمَّ قُتِلُوا أَوْ مَاتُوا لَيَرْزُقَنَّهُمُ اللَّهُ رِزْقًا حَسَنًا وَإِنَّ اللَّهَ لَهُوَ خَيْرُ الرَّازِقِينَ (58) لَيُدْخِلَنَّهُمْ مُدْخَلًا يَرْضَوْنَهُ وَإِنَّ اللَّهَ لَعَلِيمٌ حَلِيمٌ (59)}.
58- Allah yolunda hicret eden, sonra da öldürülen yahut ölen kimseleri Allah, elbette güzel bir rızıkla rızıklandıracaktır. Hiç şüphesiz rızık verenlerin hayırlısı Allah'tır. 59- O, elbette onları razı olacakları bir yere koyacaktır. Gerçekten Allah, her şeyi pek iyi bilendir, Halîmdir.
#
{58} هذه بشارةٌ كبرى لمن هاجر في سبيل الله، فخرج من دارِهِ ووطنِهِ وأولادِهِ ومالِهِ ابتغاءَ وجه الله ونصرةً لدين الله؛ فهذا قد وجب أجرُهُ على الله؛ سواءً مات على فراشِهِ أو قُتِلَ مجاهداً في سبيل الله. {لَيَرْزُقَنَّهُمُ اللهُ رزقاً حسناً}: في البرزخ وفي يوم القيامة ؛ بدخول الجنَّة الجامعة للرَّوْح والرَّيْحان والحُسْن والإحسان ونعيم القلب والبدن، ويُحْتَمَلُ أنَّ المراد أنَّ المهاجر في سبيل الله قد تكفَّلَ الله برزقِهِ في الدُّنيا رزقاً واسعاً حسناً، سواء علم الله منه أنه يموتُ على فراشه أو يُقْتَلُ شهيداً؛ فكلُّهم مضمونٌ له الرزق؛ فلا يتَوَهَّم أنه إذا خرج من دياره وأمواله سيفتقرُ ويحتاج؛ فإنَّ رازِقَه هو خير الرازقين. وقد وقع كما أخبر؛ فإنَّ المهاجرين السابقين تركوا ديارهم وأبناءهم وأموالهم نُصْرَةً لدين الله، فلم يَلْبَثوا إلاَّ يسيراً حتى فتحَ الله عليهم البلادَ، ومكَّنهم من العباد، فاجْتَبوا من أموالها ما كانوا به من أغنى الناس.
58. Bu, Allah yolunda yurdundan çıkan, vatanından, çocuklarından ve malından Allah rızası için ve O’nun dinine yardımcı olmak kastı ile hicret eden kimselere pek büyük bir müjdedir. Böylesinin mükâfatını vermek Allah’a aittir. İster yatağında ölsün, isterse Allah yolunda cihad ederek öldürülsün, fark etmez. “Allah elbette güzel bir rızık ile rızıklandıracaktır.” Onları hem Berzah aleminde hem de Kıyamet gününde o huzur ve sükûnu, güzel kokuları, güzelliği ve ihsanı, kalbî ve bedenî nimetleri bir arada barındıran cennete koymakla rızıklandıracaktır. Bu ayet-i kerimeden maksat şu da olabilir: Allah yolunda hicret eden kimsenin dünyada güzel ve geniş bir şekilde rızkını vermeyi Allah üzerine almıştır. İster bu kimsenin yatağı üzerinde öleceğini isterse de şehid olarak öldürüleceğini bilmiş olsun, hepsinin rızkı Allah’ın teminatındadır. Öyleyse herhangi bir kimse yurdunu ve mallarını bırakıp hicret ettiği takdirde fakir düşeceğini ve muhtaç olacağını zannetmesin. Çünkü ona rızık veren, rızık verenlerin en hayırlısıdır. Nitekim bu, Yüce Allah’ın haber verdiği gibi aynen gerçekleşmiştir. İlk muhacirler yurtlarını, çoluk çocuklarını ve mallarını Allah’ın dininin yardımına koşmak maksadı ile terk ettiler. Aradan fazla bir süre geçmeden de Yüce Allah nice ülkeleri fethetmelerini sağladı. Onları insanlara yönetici yaptı. O bölgelerin mallarından onlara vergiler ve çeşitli gelirler geldi. Böylece onlar insanların en zenginleri oluverdiler.
#
{59} ويكون على هذا القول قولُهُ: {لَيُدْخِلَنَّهُم مُدْخلاً يرضَوْنَه}: إمَّا ما يفتحُ الله عليهم من البلدان، خصوصاً فتحَ مكَّة المشرَّفة؛ فإنَّهم دخلوها في حالة الرضا والسرور، وإمَّا المرادُ به رزق الآخرة، وأنَّ ذلك دخولُ الجنَّة، فتكون الآية جمعت بين الرزقين؛ رزق الدُّنيا ورزق الآخرة. واللفظ صالحٌ لذلك كله، والمعنى صحيحٌ؛ فلا مانعَ من إرادةِ الجميع. {وإنَّ الله لعليمٌ}: بالأمورِ؛ ظاهرها وباطنها، متقدِّمها ومتأخِّرها. {حليم}: يعصيه الخلائقُ ويبارِزونه بالعظائم، وهو لا يعاجِلُهم بالعقوبة، مع كمال اقتدارِهِ، بل يواصِلُ لهم رزقَه، ويُسْدي إليهم فضله.
59. Bu açıklamaya göre Yüce Allah’ın: “O, elbette onları razı olacakları bir yere koyacaktır.” buyruğu Allah’ın onlara çeşitli ülkelerin fethini, özellikle de hoşnutluk ve sevinç içerisinde girdikleri şerefli Mekke fethini müyesser kılması ile gerçekleşmiştir. Ya da (ilk manaya göre) bundan kasıt, âhiretteki rızık olup girilecek yer de cennettir. Böylelikle âyet-i kerime, hem dünyadaki hem âhiretteki rızkı bir arada ifade etmiş olmaktadır. Buyruğun lafızları bütün bu anlamlara uygun düşmektedir. Anlaşılan o ki bu iki mana da doğrudur. İki mananın bir arada kastedilmiş olmasına da bir mani yoktur. “Gerçekten Allah, her şeyi pek iyi bilendir.” İşlerin içini de dışını da öncekilerini de sonrakilerini de bilir. ”Halîmdir.” İnsanlar, O’na isyan ederler, pek büyük günahlarla O’na karşı çıkarlar. O ise onları cezalandırmaya tam anlamıyla muktedir olduğu halde cezalarını çabuklaştırmaz. Aksine kesintisiz olarak onlara rızkını ihsan eder. Yine de lütfunu onlara ulaştırır.
Ayet: 60 #
{ذَلِكَ وَمَنْ عَاقَبَ بِمِثْلِ مَا عُوقِبَ بِهِ ثُمَّ بُغِيَ عَلَيْهِ لَيَنْصُرَنَّهُ اللَّهُ إِنَّ اللَّهَ لَعَفُوٌّ غَفُورٌ (60)}.
60- Bu böyledir. Kim kendisine yapılanın aynıyla ceza verir, sonra yine ona haksızca saldırılırsa, Allah elbette ona yardım eder. Şüphesiz ki Allah, çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır.
#
{60} ذلك بأنَّ من جُنِيَ عليه وظُلِمَ؛ فإنَّه يجوز له مقابلةُ الجاني بمثل جنايته؛ فإنْ فعل ذلك؛ فليس عليه سبيلٌ، وليس بِمَلوم؛ فإنْ بُغِيَ عليه بعد هذا؛ فإنَّ الله ينصرُه؛ لأنَّه مظلومٌ؛ فلا يجوز أن يُبْغَى عليه بسبب أنَّه استوفى حقَّه، وإذا كان المجازي غيرَه بإساءته إذا ظُلِمَ بعد ذلك؛ نَصَرَه الله؛ فالذي بالأصل لم يعاقب أحداً إذا ظلم وجُنِيَ عليه؛ فالنصر إليه أقرب. {إنَّ الله لعفوٌّ غفورٌ}؛ أي: يعفو عن المذنبين؛ فلا يعاجِلُهم بالعقوبة، ويغفر ذنوبهم، فيزيلها ويزيل آثارها عنهم؛ فالله هذا وصفُه المستقرُّ اللازم الذاتيُّ، ومعاملتُهُ لعباده في جميع الأوقات بالعفو والمغفرة، فينبغي لكم أيها المظلومون المجنيُّ عليهم أن تعفوا وتصفحوا وتغفِروا؛ لِيُعامِلَكُمُ الله كما تعامِلون عبادَه؛ فمن عفا وأصلح؛ فأجْرُهُ على الله.
60. Bir kimseye karşı bir suç işlenir, haksızlıkta bulunulursa o kimsenin suç işleyene aynıyla karşılık vermesi caizdir. Bunu yapacak olursa ona bir sorumluluk yoktur ve bundan dolayı da kınanmaz. Eğer bundan sonra da ona tekrar haksızlıkta bulunulursa şüphesiz Allah ona yardımcı olur. Çünkü o, mazlumdur. Hakkını tastamam aldığı için ona karşı haksızlık yapılması da caiz olmaz. Eğer kendisine yapılan kötülük sebebi ile başkasını cezalandıran bir kimseye bundan sonra zulüm edilecek olursa, Allah ona yardım edecektir. O halde kendisine zulmedildiği ve kendisine karşı suç işlendiği vakit herhangi bir kimseyi cezalandırmayan bir kimsenin Allah’ın yardımına mazhar olması öncelikle söz konusudur. “Şüphesiz ki Allah çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır.” O, günahkârları affeder, onları cezalandırmakta acele etmez. Günahlarını da bağışlar, siler. O günahların üzerlerindeki etkileri de izale eder. İşte Yüce Allah’ın bizatihi sahip olduğu sıfatı ve bütün zamanlarda kullarına muamelesi, af ve mağfiret ile onlara muamele etmektir. O halde ey zulme uğrayan, kendilerine karşı suç işlenen kimseler! Sizin de affedip bağışlamanız, cezalandırmaktan vazgeçmeniz gerekir ki Yüce Allah da size, sizin O’nun kullarına davrandığınız gibi davransın. Çünkü: “Kim affedip düzeltirse onun mükâfatını vermek, Allah’a aittir.” (eş-Şura, 42/40)
Ayet: 61 - 62 #
{ذَلِكَ بِأَنَّ اللَّهَ يُولِجُ اللَّيْلَ فِي النَّهَارِ وَيُولِجُ النَّهَارَ فِي اللَّيْلِ وَأَنَّ اللَّهَ سَمِيعٌ بَصِيرٌ (61) ذَلِكَ بِأَنَّ اللَّهَ هُوَ الْحَقُّ وَأَنَّ مَا يَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ هُوَ الْبَاطِلُ وَأَنَّ اللَّهَ هُوَ الْعَلِيُّ الْكَبِيرُ (62)}.
61- Bu böyledir. Çünkü Allah geceyi gündüze ekler, gündüzü de geceye ekler. Yine Allah, her şeyi işitendir, görendir. 62- Bu böyledir. Çünkü Allah, hakkın ta kendisidir, O’nun dışında yalvardıkları ise batılın ta kendisidir. Gerçekten Allah çok yücedir, büyüktür.
#
{61} ذلك الذي شَرَعَ لكم تلك الأحكامَ الحسنة العادلة هو حَسَنُ التصرُّف في تقديره وتدبيره، الذي {يولِجُ الليلَ في النهارِ}؛ أي: يُدْخِلُ هذا على هذا وهذا على هذا، فيأتي بالليل بعد النهار، وبالنهارِ بعد الليل، ويزيدُ في أحدِهما ما يَنْقُصُه من الآخر، ثم بالعكس، فيترتَّب على ذلك قيامُ الفصول ومصالح الليل والنهار والشمس والقمر، التي هي من أجلِّ نعمِهِ على العباد، وهي من الضروريَّات لهم. {وأنَّ الله سميعٌ}: يسمع ضجيجَ الأصوات باختلاف اللغات على تفنُّن الحاجات. {بصيرٌ}: يرى دبيبَ النملة السوداء تحت الصخرة الصمَّاء في الليلة الظَّلماء، سواء منكم مَن أسرَّ القول ومَن جَهَرَ به، ومن هُو مُسْتَخْفٍ بالليل وسارب بالنهار.
61. Size bunca güzel ve adaletli hükümleri şeriat olarak belirleyen, tasarrufu, takdir ve idaresi güzel olan zat, “geceyi gündüze” ekleyen “gündüzü de geceye” ekleyen, bunu ötekine, ötekini de buna girdirendir. Gündüzden sonra geceyi, geceden sonra gündüzü getiren, birinden eksilttiği kadarını diğerine katan, daha sonra da bunun aksini yapandır. Ki bunun sonucunda da mevsimler meydana gelir, gece ve gündüzün, güneş ve ayın maslahatları gerçekleşir ki bunlar, Yüce Allah'ın kullarına olan en üstün nimetlerinden ve en zorunlu ihtiyaçlarındandır. “Yine Allah her şeyi işitendir.” Değişik dillerle ifade edilen çeşitli ihtiyaçlarla yükselen bütün sesleri -birbirine karışsa dahi- işitendir. Siyah bir karıncanın karanlık gecedeki bir kayanın altındaki kıpırdanışını dahi “görendir.” “İçinizden birisi ister sözünü gizlesin ister açıklasın, gece gizlensin ve(ya) gündüzün yoluna gitsin hepsi (O’nun ilminde) birdir.” (er-Rad, 13/10)
#
{62} {ذلك}: صاحب الحكم والأحكام، {بأنَّ الله هو الحقُّ}؛ أي: الثابتُ الذي لا يزال ولا يزول، فالأولُ الذي ليس قبله شيء، الآخِرُ الذي ليس بعدَه شيء، كامل الأسماء والصفات، صادقُ الوعد، الذي وعدُهُ حقٌّ ولقاؤه حقٌّ ودينه حقٌّ وعبادته هي الحقُّ النافعة الباقية على الدوام. {وأنَّ ما يدعون من دونِهِ}: من الأصنام والأنداد من الحيوانات والجمادات، {هو الباطل}: الذي هو باطلٌ في نفسه، وعبادتُه باطلةٌ؛ لأنها متعلِّقةٌ بمضمحلٍّ فانٍ، فتبطُلُ تبعاً لغايتها ومقصودها. {وأنَّ الله هو العليُّ الكبيرُ}: العليُّ في ذاته؛ فهو عالٍ على جميع المخلوقات، وفي قَدْرِهِ؛ فهو كامل الصفات، وفي قهرِهِ لجميع المخلوقات، الكبيرُ في ذاتِهِ وفي أسمائِهِ وفي صفاتِهِ، الذي من عظمتِهِ وكبريائِهِ أنَّ الأرضَ قبضتُه يوم القيامة والسماوات مطوياتٌ بيمينِهِ، ومن كبريائِهِ أنَّ كرسيَّه وَسِعَ السماواتِ والأرض، ومن عظمتِهِ وكبريائِهِ أنَّ نواصي العباد بيدِهِ؛ فلا يتصرفون إلا بمشيئته، ولا يتحرَّكون ويسكُنون إلاَّ بإرادتِهِ، وحقيقةُ الكبرياء التي لا يعلمها إلاَّ هو؛ لا مَلَكٌ مقرَّبٌ ولا نبيٌّ مرسلٌ: أنَّها كلُّ صفة كمال وجلال وكبرياء وعظمةٍ؛ فهي ثابتةٌ له، وله من تلك الصفة أجلُّها وأكملُها، ومن كبريائِهِ أنَّ العباداتِ كلَّها، الصادرةَ من أهل السماوات والأرضِ كلِّها، المقصودُ منها تكبيرُهُ وتعظيمُهُ وإجلالُهُ وإكرامُهُ، ولهذا كان التكبير شعاراً للعبادات الكبار كالصلاة وغيرها.
62. “Bu” hükümler ve onların sahibi işte “böyledir. Çünkü Allah, hakkın ta kendisidir.” Asla sonu gelmez, yok olmaz. Kendisinden önce hiçbir şey bulunmayan ilk, kendisinden sonra hiçbir şey olmayacak olan Âhir/sondur. İsimleri de sıfatları da kemâl derecesindedir. Vaadini dosdoğru gerçekleştirendir. Sözü haktır, O’nun huzuruna çıkmak da, dini de haktır. İbadeti sürekli olarak fayda sağlayacak ve bu faydası kalıcı olan hakkın kendisidir. “O’nun dışında yalvardıkları” canlı-cansız putlar, Allah’a eş koşulan bütün varlıklar “ise batılın ta kendisidir.” Onlara yapılan ibadet de batıldır. Çünkü onlara yapılan ibadet, fani ve yok olmaya mahkum bir varlığa yöneliktir. Fani bir varlığa bağlı olarak yapılan ibadet de kaçınılmaz olarak batıl olacaktır. “Gerçekten Allah çok yücedir, büyüktür.” O, zatı itibari ile yücedir ve bütün yarattıklarının üstündedir. O, kadri/değeri itibari ile de yücedir ki bu sebeple sıfatları kemal derecesindedir. Bütün mahlukatı emri altında tuttuğu için de kahrı itibaryle de yücdir. Yine Zatı ile de isim ve sıfaları ile de büyüktür. Kıyamet gününde yeryüzünün O’nun avucunda, göklerin de sağ elinde katlanıp dürülmüş olacak olması, O’nun bu azametinin ve büyüklüğünün bir tecellisidir. Yine O’nun Kürsisinin gökleri ve yeri kuşatmış olması da O’nun büyüklüğünün bir tecellisidir. Bütün kulların mukadderatının O’nun elinde olması da azamet ve kibriyâsındandır. O nedenle kullar, O’nun meşîeti/dilemesi olmaksızın hiçbir tasarrufta bulunamazlar. O’nun iradesi olmadan hareket edemezler, hareket halinde iken de duramazlar. Mukarreb meleklerin ve mürsel peygamberler de dahil Allah’tan başka hiçbir kimsenin bilmediği Allah’ın büyüklüğünün/kibriyâsının hakikati şudur: Bütün kemal, celal, azamet ve kibriya sıfatları Yüce Allah’ındır. O, bütün bu sıfatların en yüce, en yüksek ve en mükemmel derecesine sahiptir. Göklerde ve yerde bulunanların tümünden sadır olan bütün ibadetlerin hepsinin O’na yöneltilmesi, bu ibadetlerde yalnızca O’nun yüceltilmesi, tazim edilmesi, celal ve ikram sahibi olduğunun dile getirmesi de O’nun kibriyasından/büyüklüğündendir. Bundan dolayıdır ki tekbir, namaz ve benzeri büyük ibadetlerin şiârıdır.
Ayet: 63 - 64 #
{أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللَّهَ أَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَتُصْبِحُ الْأَرْضُ مُخْضَرَّةً إِنَّ اللَّهَ لَطِيفٌ خَبِيرٌ (63) لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَإِنَّ اللَّهَ لَهُوَ الْغَنِيُّ الْحَمِيدُ (64)}.
63- Görmez misin ki Allah gökten bir su indirir de yeryüzü yemyeşil oluverir? Şüphesiz Allah Latiftir, her şeyden haberdardır. 64- Göklerde olanlar da yerde olanlar da yalnız O’nundur. Hiç şüphesiz Ğaniy ve Hamid olan Allah'tır.
#
{63} هذا حثٌّ منه تعالى وترغيبٌ في النظر بآياتِهِ الدَّالَّة على وحدانيَّته وكماله، فقال: {ألم تَرَ}؛ أي: ألم تشاهِدْ ببصرك وبصيرتك، {أنَّ الله أنْزَلَ مِنَ السماء ماءً}: وهو المطر، فينزِلُ على أرضٍ خاشعةٍ مجدبةٍ، قد اغبرَّت أرجاؤُها ويَبِسَ ما فيها من شجرٍ ونباتٍ، فتصبح مخضرَّةً؛ قد اكتستْ من كلِّ زوج كريم، وصار لها بذلك منظرٌ بهيجٌ، أنَّ الذي أحياها بعد موتها وهمودها لَمحيي الموتى بعد أن كانوا رميماً. {إنَّ الله لطيفٌ خبيرٌ}: اللطيفُ: الذي يدرِكُ بواطن الأشياء وخفيَّاتها وسرائرها، الذي يسوقُ إلى عباده الخير، ويدفَعُ عنه الشرَّ بطرقٍ لطيفةٍ تَخْفى على العباد. ومن لطفِهِ أنَّه يُري عبده عزَّتَه في انتقامه، وكمال اقتدارِهِ، ثم يظهِرُ لطفَه بعد أن أشرف العبدُ على الهلاك. ومن لطفِهِ أنَّه يعلم مواقعَ القطرِ من الأرض وبذور الأرض في بواطنها، فيسوق ذلك الماء إلى ذلك البذر الذي خفي على عِلْم الخلائق، فَيَنْبُتُ منه أنواعُ النبات. {خبيرٌ}: بسرائر الأمور وخبايا الصُّدور وخفايا الأمور.
63. Bu buyruk ile Yüce Allah, vahdâniyetine ve kemaline delil olan ilâhî belgelere dikkatle bakmaya teşvikte bulunmaktır. “Görmez misin” Gözünle ve basiretinle tanık olmadın mı “ki Allah gökten bir su indirir” yağmuru, kupkuru, sakin, her tarafı toz toprak haline gelmiş, ağaçları ve bitkileri kurumuş bir halde bulunan toprağa indirir “de yeryüzü yemyeşil oluverir.” Değerli her çift bitkiye bürünmüş ve böylelikle yeryüzü göz kamaştırıcı bir manzara almış olur. İşte ölümünden ve hareketsizliğinden sonra orayı dirilten, hiç şüphesiz çürümüş kemik haline geldikten sonra ölüleri de diriltecek olandır. “Şüphesiz Allah Latiftir.” Latif; eşyanın iç yüzünü, gizli saklı hallerini ve bütün incelikleri bilen, kulların fark edemeyecekleri, onlar için saklı kalan oldukça inceliklere sahip çeşitli yollarla hayır ve nimetler ulaştıran ve onlardan şerri uzaklaştıran demektir. Kuluna intikamındaki gücünü ve buna tam muktedir olduğunu gösterdikten sonra kul, helâk olacak noktaya geldiğinde lütfunu açığa çıkartması da O’nun lütfunun bir tecellisidir. Yağmur damlalarının yeryüzünün nerelerine düştüğünü ve yerin içinde saklı bulunan tohumları bilmesi ve bütün insanların bilemediği bir husus olan tohumların oldukları yere bu suyu/yağmuru sürüklemesi, oraya yağdırması ve ondan çeşitli bitkiler bitirmesi de O’nun lütfundandır. “Her şeyden haberdardır” işlerin sırlarını, kalplerin gizlediklerini, her bir şeyin örtülü ve saklı olanını bilendir, onlardan haberdardır.
#
{64} {له ما في السمواتِ} والأرض خَلْقاً وعبيداً، يتصرَّف فيهم بملكه وحكمته وكمال اقتداره، ليس لأحدٍ غيره من الأمر شيءٌ. {وإنَّ الله لهو الغنيُّ}: بذاتِهِ، الذي له الغنى المطلقُ التامُّ من جميع الوجوه. ومن غناه أنَّه لا يحتاجُ إلى أحدٍ من خَلْقِهِ ولا يواليهم من ذلَّةٍ ولا يتكثَّرُ بهم من قِلَّةٍ. ومن غناه أنه ما اتَّخذ صاحبةً ولا ولداً. ومن غناه أنَّه صمدٌ لا يأكل ولا يشرب ولا يحتاجُ إلى ما يحتاج إليه الخلقُ بوجهٍ من الوجوه؛ فهو يُطْعِمُ ولا يُطْعَمُ. ومن غناه أنَّ الخلق كلَّهم مفتقرون إليه؛ في إيجادهم وإعدادهم وإمدادهم، وفي دينهم ودنياهم. ومن غناه أنَّه لو اجتمع مَن في السماوات ومَن في الأرض، الأحياء منهم والأموات، في صعيدٍ واحدٍ، فسأل كل منهم ما بلغت أمنيَّتُه، فأعطاهم فوق أمانيهم؛ ما نَقَصَ ذلك من ملكه شيء. ومن غناه أنَّ يَدَهُ سحاءُ بالخير والبركات الليل والنهار، لم يزل إفضاله على الأنفاس. ومن غناه وكرمِه ما أودعه في دار كرامتِهِ مما لا عينٌ رأت ولا أذنٌ سمعت ولا خَطَرَ على قلب بشر. {الحميد}؛ أي: المحمود في ذاته، وفي أسمائه؛ لكونها حسنى، وفي صفاته؛ لكونها كلها صفات كمال، وفي أفعاله؛ لكونها دائرة بين العدل والإحسان والرحمة والحكمة، وفي شرعه؛ لكونه لا يأمر إلاَّ بما فيه مصلحةٌ خالصةٌ أو راجحةٌ، ولا ينهى إلاَّ عما فيه مفسدةٌ خالصةٌ أو راجحةٌ، الذي له الحمدُ الذي يملأ ما في السماوات والأرض وما بينهما وما شاء بعدها، الذي لا يُحْصي العبادُ ثناءً على حمده، بل هو كما أثنى على نفسه وفوق ما يُثْني عليه عباده، وهو المحمود على توفيق من يوفِّقه وخذلان من يخذله، وهو الغنيُّ في حمده، الحميد في غناه.
64. “Göklerde olanlar da yerde olanlar da” hem yaratılma itibari ile hem de kul olma itibari ile “yalnız O’nundur.” O, onlar hakkında malikiyeti, hikmeti ve kemâl derecesindeki kudreti ile tasarrufta bulunur. O’nun dışında hiçbir kimsenin bu hususlarda en ufak bir hak ve yetkisi yoktur. “Hiç şüphesiz Ğaniy ve Hamid olan Allah'tır.” Bütün yönleri ile tam ve mutlak Ğanî (zengin olan, hiçbir şeye ihtiyacı olmayan) O’dur. Yarattıklarından hiçbir kimseye muhtaç olmaması, herhangi bir düşkünlük dolayısı ile dost edinmemesi, azlık sebebi ile onlar ile varlığını çoğaltmaya muhtaç olmaması da O’nun Ğanî oluşundandır. Herhangi hiçbir eş ve evlat edinmemiş olması, yememesi, içmemesi, yaratılmışların muhtaç oldukları herhangi bir şeye hiçbir bakımdan muhtaç olmaması, başkasına yedirdiği halde kendisine yedirilmemesi, bütün yaratıkların var oluşlarında, yardıma mazhar oluşlarında, dinlerinde ve dünyalarında O’na muhtaç olmaları da O’nun Ğanî oluşundandır. Göklerde ve yerde bulunan her bir şey, canlı cansız bütün varlıklar, tek bir düzlükte toplanıp da onların her birisi temenni edebildiği her bir şeyi dilese ve O da herkese temenni ettiklerini kat kat fazlasıyla verecek olsa bu, O’nun mülkünden hiçbir şeyi eksiltmez. O, çok cömert olması, gece ve gündüz her türlü hayır ve bereketi kesintisiz olarak ihsan etmesi ve tüm canlılara lütuf ve ihsanlarının kesintisiz sürmesi, lütuf ve ihsan yurdu olan cennetinde hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir insanın hatırından geçirmediği nimet ve ihsanları hazırlamış olması... hep O’nun Ğani oluşunun tecellileridir. Hamid; zatı ve isimleri itibari ile kendisine hamd edilen, övülen demektir. Çünkü O’nun isimlerinin hepsi güzeldir. Sıfatları sebebi ile de övülendir; çünkü O’nun bütün sıfatları kemal sıfatıdır. Fiilleri dolayısı ile de övülendir; çünkü bütün fiilleri adalet, ihsan, rahmet ve hikmettir. Şeriatı dolayısı ile övülendir; çünkü O, ya katıksız maslahat olan bir hususu emreder yahut da maslahatı ağırlıklı olan bir emir verir. Yine O, bir şeyi yasaklamışsa ya katıksız fesattır ya da ağırlıklı olarak fesat içerir. Gökleri, yeri, her ikisi arasındakileri ve bunlardan sonra O’nun dilediği şeyleri dolduracak kadar hamd, yalnız O’nundur. Dahası O, kendi zatını nasıl övdü ise öyledir. Kullarının kendisine yapacakları övgü ve senâların çok çok üstündedir. O, kendisine tevhid ihsan ettiği kimselere tevfikinden dolayı hamde layık olandır. Kendilerine yardımını vermediği kimselere de bu yardımı vermemesi dolayısı ile hamd edilendir. O hamdinde Ğani, Ğaniliğinde Hamîd olandır.
Ayet: 65 - 66 #
{أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللَّهَ سَخَّرَ لَكُمْ مَا فِي الْأَرْضِ وَالْفُلْكَ تَجْرِي فِي الْبَحْرِ بِأَمْرِهِ وَيُمْسِكُ السَّمَاءَ أَنْ تَقَعَ عَلَى الْأَرْضِ إِلَّا بِإِذْنِهِ إِنَّ اللَّهَ بِالنَّاسِ لَرَءُوفٌ رَحِيمٌ (65) وَهُوَ الَّذِي أَحْيَاكُمْ ثُمَّ يُمِيتُكُمْ ثُمَّ يُحْيِيكُمْ إِنَّ الْإِنْسَانَ لَكَفُورٌ (66)}.
65- Görmez misin ki Allah, yeryüzünde olanları ve emri ile denizde akıp giden gemileri sizin emrinize vermiştir? O’nun izni olmadıkça yerin üzerine düşmesin diye semâyı da O tutuyor. Şüphesiz Allah, insanlara karşı çok şefkatlidir, çok merhametlidir. 66- Size hayat veren, sonra sizi öldürecek olan, sonra da sizi diriltecek olan O’dur. Şüphesiz ki insan çok nankördür.
#
{65} أي: ألم تشاهدْ ببصرك وقلبك نعمة ربِّك السابغة وأياديه الواسعة، و {أنَّ الله سخَّرَ لكم ما في الأرض}: من حيوانات ونبات وجمادات؛ فجميع ما في الأرض مسخَّر لبني آدم؛ حيواناتُها لركوبه وحمله وأعماله وأكله وأنواع انتفاعه، وأشجارُها وثمارها يقتاتُها، وقد سُلِّط على غرسها واستغلالها، ومعادنها يستخرجها وينتفع بها. {والفلَك}؛ أي: وسخَّرَ لكم الفلك، وهي السفن، {تجري في البحر بأمرِهِ}: تحمِلُكم وتحمل تجاراتكم وتوصِلُكم من محل إلى محلٍّ وتستخرجون من البحر حليةً تلبَسونها. ومن رحمته بكم أنه {يُمْسِكُ السماء أن تَقَعَ على الأرض}؛ فلولا رحمتُهُ وقدرتُهُ؛ لسقطت السماء على الأرض، فتلف ما عليها، وهلك من فيها: {إنَّ الله يُمْسِكُ السمواتِ والأرضَ أن تزولا ولئن زالتا إنْ أمْسَكَهُما من أحدٍ من بعدِهِ إنَّه كان حليماً غفوراً}. {إنَّ الله بالناس لرءوفٌ رحيمٌ}: أرحم بهم من والديهم ومن أنفسهم، ولهذا يريد لهم الخير، ويريدون لها الشرَّ والضرَّ. ومن رحمته أن سخَّر لهم ما سخَّر من هذه الأشياء.
65. Yani sen gözünle ve kalbinle Rabbinin her tarafı kuşatan nimetini, pek geniş rahmet ve ihsanını görmedin mi? “Allah yeryüzünde olanları” canlı-cansız ve bitkileri “ve emri ile denizde akıp giden gemileri sizin emrinize vermiştir.” Yeryüzünde bulunan her şey, Âdemoğullarının emrine/hizmetine verilmiştir. Yeryüzündeki hayvanlar, Âdemoğullarının binmesi, yüklerini taşımaları, çeşitli işlerini görmeleri, onlardan uygun olanlarını yemeleri, çeşitli şekillerde yararlanmaları içindir. Ağaçlardan, meyvelerden de gıdalarını alır, beslenirler. Yüce Allah, insana bu ağaçları tanımak, bunlardan yararlanmak imkânını verdiği gibi onlar, yeryüzündeki çeşitli madenleri de çıkartıp onlardan yararlanabilirler. Diğer taraftan Allah, gemileri de insanların emrine vermiştir. Bunlar, Allah’ın emri ile insanları ve onların ticaret mallarını taşır, onları bir yerden bir yere ulaştırır. Diğer taraftan insanlar, denizlerden giyinip takınacakları süsler de çıkartırlar. Yüce Allah’ın size olan rahmetinin bir tecellisi de “yerin üzerine düşmesin diye semâyı” O’nun tutuyor olmasıdır. O’nun rahmet ve kudreti olmasaydı semâ, yerin üzerine düşer, yer üzerinde ne varsa yok olup gider, telef olurdu. “Muhakkak ki Allah göklerle yeri zeval bulmasınlar diye tutar. Eğer zeval bulsalar andolsun ki O’ndan başka hiç kimse onları tutamaz. Muhakkak O, Halîmdir, mağfiret edicidir.” (Fatır, 35/41) “Şüphesiz Allah, insanlara karşı çok şefkatlidir, çok merhametlidir.” Onlara kendi öz anne-babalarından hatta kendi nefislerinden bile daha çok merhametlidir. Bundan dolayı da onlar için hayır diler. Kendileri ise kendi nefislerinin kötülüğünü, onlara zararlı olan şeyi isterler. Bunca şeyleri onların emrine vermiş olması da O’nun bu merhametinin bir tecellisidir.
#
{66} {وهو الذي أحياكم}: وأوجدكم من العدم، {ثم يُميتُكم}: بعد أن أحياكم، {ثم يُحييكم}: بعد موتكم؛ ليجازي المحسن بإحسانه والمسيء بإساءته. {إنَّ الإنسان}؛ أي: جنسه إلاَّ مَنْ عَصَمَهُ الله؛ {لكفورٌ}: لنعم الله، كفورٌ بالله، لا يعترف بإحسانه، بل ربَّما كفر بالبعث وقدرة ربِّه.
66. “Sizi hayat veren” yoktan var eden “sonra sizi öldürecek olan” ölümünüzden “sonra da sizi” iyilik yapana iyiliğinin karşılığını, kötülük yapana da kötülüğünün karşılığını vermek üzere “diriltecek olan da O’dur. Şüphesiz ki insan” Allah’ın koruduğu müstesna bütün insanlar, Allah’ın nimetlerine karşı “çok nankördür.” Allah’a karşı çok nankörlük eder, O’nun ihsanını itiraf edip kabul etmez. Hatta kimi zaman öldükten sonra dirilişi ve Rabbinin buna kudretini dahi inkâr edecek kadar ileri gider.
Ayet: 67 - 70 #
{لِكُلِّ أُمَّةٍ جَعَلْنَا مَنْسَكًا هُمْ نَاسِكُوهُ فَلَا يُنَازِعُنَّكَ فِي الْأَمْرِ وَادْعُ إِلَى رَبِّكَ إِنَّكَ لَعَلَى هُدًى مُسْتَقِيمٍ (67) وَإِنْ جَادَلُوكَ فَقُلِ اللَّهُ أَعْلَمُ بِمَا تَعْمَلُونَ (68) اللَّهُ يَحْكُمُ بَيْنَكُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فِيمَا كُنْتُمْ فِيهِ تَخْتَلِفُونَ (69) أَلَمْ تَعْلَمْ أَنَّ اللَّهَ يَعْلَمُ مَا فِي السَّمَاءِ وَالْأَرْضِ إِنَّ ذَلِكَ فِي كِتَابٍ إِنَّ ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ يَسِيرٌ (70)}.
67- Biz her ümmet için uyguladıkları bir ibadet yolu tayin ettik. O halde onlar, din hususunda seninle asla çekişmesinler. Sen Rabbine çağır. Şüphesiz sen, dosdoğru bir yol üzerindesin. 68- Yine de seninle tartışırlarsa de ki: “Allah yapmakta olduklarınız en iyi bilendir.” 69- Allah, hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz hususlara dair kıyamet gününde aranızda hüküm verecektir. 70- Bilmez misin ki Allah, gökte ve yerde ne varsa hepsini bilir? Şüphesiz ki bütün bunlar bir kitaptadır. Gerçekten bu, Allah’a göre çok kolaydır.
#
{67} يخبر تعالى أنَّه جَعَلَ لكلِّ أمةٍ {مَنْسَكاً}؛ أي: معبداً وعبادةً، قد تختلفُ في بعض الأمور، مع اتِّفاقها على العدل والحكمة؛ كما قال تعالى: {لكلٍّ جَعَلْنا منكم شِرْعةً ومنهاجاً ولو شاءَ اللهُ لَجَعَلَكُم أمَّةً واحدةً ولكن لِيَبْلُوَكُم فيما آتاكم ... } الآية، {هم ناسِكُوه}؛ أي: عاملون عليه بحسب أحوالهم؛ فلا اعتراض على شريعةٍ من الشرائع، خصوصاً من الأميين أهل الشرك والجهل المبين؛ فإنَّه إذا ثبتت رسالةُ الرسول بأدلتها؛ وجب أن يُتَلَقَّى جميع ما جاء به بالقَبول والتسليم وترك الاعتراض، ولهذا قال: {فلا ينازِعُنَّكَ في الأمر}؛ أي: لا ينازِعُك المكذِّبون لك، ويعترِضون على بعض ما جئتَهم به بعقولهم الفاسدة؛ مثلَ منازعتِهِم في حلِّ الميتةِ بقياسهم الفاسد؛ يقولونَ: تأكلونَ ما قَتَلْتُم ولا تأكلونَ ما قَتَلَ الله؟! وكقولهم: {إنَّما البيعُ مثلُ الرِّبا} ... ونحو ذلك من اعتراضاتهم التي لا يلزم الجواب عن أعيانها، وهم منكرون لأصل الرسالة، وليس فيها مجادلةٌ ومحاجَّةٌ بانفرادها، بل لكلِّ مقام مقال؛ فصاحب هذا الاعتراض المنكِرُ لرسالة الرسول إذا زَعَمَ أنَّه يجادِل ليسترشدَ؛ يُقال له: الكلامُ معك في إثبات الرِّسالة وعدمها، وإلاَّ؛ فالاقتصارُ على هذه دليلٌ أنَّ مقصوده التعنت والتعجيز، ولهذا أمر اللَّهُ رسولَه أن يدعُو إلى ربِّه بالحكمة والموعظة الحسنة ويمضي على ذلك؛ سواءً اعترضَ المعترِضون أم لا، وأنه لا ينبغي أن يَثْنيكَ عن الدَّعوةِ شيءٌ؛ لأنَّك على {هدىً مستقيم}؛ أي: معتدلٍ، موصل للمقصودِ، متضمنٍ علم الحقِّ والعمل به؛ فأنت على ثقةٍ من أمرك ويقينٍ من دينك، فيوجِبُ ذلك لك الصلابة والمضيَّ لما أمرك به ربُّك، ولست على أمرٍ مشكوكٍ فيه أو حديثٍ مفترى، فتقف مع الناس ومع أهوائهم وآرائهم ويوقِفُك اعتراضُهم، ونظير هذا قولُه تعالى: {فتوكَّلْ على اللهِ إنَّك على الحقِّ المبينِ}. مع أنَّ في قوله: {إنَّك لعلى هدىً مستقيم}: إرشاداً لأجوبة المعترضين على جزئيَّات الشرع بالعقل الصحيح؛ فإنَّ الهدى وصفٌ لكلِّ ما جاء به الرسول، والهدى ما تحصُلُ به الهدايةُ في مسائل الأصول والفروع، وهي المسائل التي يُعْرَفُ حسنُها وعدلُها وحكمتُها بالعقل والفطرة السليمة، وهذا يُعْرَفُ بتدبُّر تفاصيل المأمورات والمنهيَّاتِ.
67. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Biz her ümmet için uyguladıkları bir ibadet yolu” bir ibadet şekli “tayin ettik.” Bu “ibadet yolu” adalet ve hikmette ortak olmakla birlikte bazı hususlarda farklılık gösterebilir. Nitekim Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: “Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik. Eğer Allah dileseydi elbette hepinizi bir ümmet yapardı. Fakat O, size verdiği ile sizi imtihan etmek istedi.” (el-Maide, 5/48) Her ümmet kendi hallerine göre bu ibadet gereğince amel ederler. Hiçbir şeriata karşı itiraz söz konusu olamaz. Özellikle de müşrik ve apaçık bilgisizlik içerisinde bulunan ümmiler için bu böyledir. Çünkü Allah Rasûlünün risaleti, delilleri ile sabit olduğu takdirde onun bütün getirdiklerinin kabul edilmesi ve teslimiyetle karşılanması, getirdiklerine karşı itirazdan vazgeçilmesi gerekir. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “O halde onlar, din hususunda seninle asla çekişmesinler.” Seni yalanlayanlar seninle çekişmesin, getirdiklerinin bir kısmına karşı bile olsa bozuk akılları ile itiraza kalkışmasınlar. Mesela yaptıkları yanlış kıyas ile leşin yenilmesinin helâl olması konusunda seninle tartışırken “Kendi öldürdüklerinizi yersiniz de Allah’ın öldürdüğünü niye yemezsiniz?” demeye kalkışmasınlar. Yine “Alışveriş de faiz gibidir.” (el-Bakara, 2/275) şeklindeki itirazları bu kabildendir. Bunların tek tek cevaplandırılması gerekmez. Çünkü onlar, risaletin kaynağına itiraz etmektedirler. Dolayısı ile bu gibi meselelerde tek tek tartışmak ve bunlar hakkında delil getirmek söz konusu değildir. Aksine her bir konu ile ilgili yapılacak açıklama ayrıdır. O nedenle Allah Rasûlünün risaletini inkâr eden bir kimse böyle bir itirazı ileri sürer de: Ben doğru yolu bulmak için tartışıyorum, iddiasında bulunursa ona şöyle denilir: Seninle tartışma konusu, risaletin kabul edilip edilmemesi meselesidir. Aksi takdirde sadece diğer konularda tartışmayı istemesi, işi yokuşa sürmek ve karşısındakini aciz bırakmak maksadında olduğunu gösterir. Bundan dolayı Yüce Allah, Rasûlüne Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğüt ile davet etmesini ve bu yol üzere devam etmesini emretmiştir. İtiraz edenler ister itiraza devam etsinler, ister etmesinler. İzlemekte olduğun davet yolundan herhangi bir şey seni geri çevirmemelidir. Çünkü “Şüphesiz sen, dosdoğru bir yol üzerindesin.” Senin bu yolun itidalli bir yoldur. Maksada ulaştıran bir yoldur. Hak bilgisini ve onun gereğince ameli içerir. Yolunun doğruluğundan yana eminsin. Dininin gerçekliğine dair bilgin kesindir. Bu da Rabbinin sana verdiği emir üzere kararlılıkla yürümeni gerektirir. Hakkında şüphe söz konusu olan bir din üzere olmadığın gibi uydurulmuş bir söze de davet etmiyorsun ki insanların hevâları ve görüşleri seni durdursun, onların itirazları yolunda ilerlemene engel olsun. Bu, Yüce Allah’ın şu buyruğunu andırmaktadır: “O halde sen Allah’a tevekkül et. Çünkü sen apaçık hak üzeresin.” (en-Neml, 27/79) ununla birlikte Yüce Allah’ın “Şüphesiz sen, dosdoğru bir yol üzerindesin” buyruğunda şeriatın cüz’i/fer’i hükümlerine karşı itiraz eden kimselere akl-ı selim ile verilecek cevapların mahiyeti gösterilmektedir. Çünkü buradaki dosdoğru yol, Allah Rasûlünün getirdiği her şeyin ayrılmaz bir sıfatıdır. O da aslî/itikadi ve fer’i bütün meselelerde kendisi ile doğruya ulaşılan, doğru elde edilen yoldur. Bu ise güzelliği, adaleti ve hikmeti akıl ile ve selim fıtrat ile bilinen meselelerdir. Bu da emrolunan ve yasak kılınan şeyler üzerinde ayrı ayrı düşünmek ile öğrenilebilecek bir husustur. Bundan dolayı Yüce Allah bu gibi hallerde kendisi ile tartışmayı sürdürecek olurlarsa, onlarla tartışmaktan vazgeçmesini emrederek şöyle buyurmaktadır:
#
{68 ـ 69} ولهذا أمره الله بالعدول عن جدالهم في هذه الحالة، فقال: {وإن جادَلوكَ فقُل اللهُ أعلم بما تعملونَ}؛ أي: هو عالمٌ بمقاصدِكم ونيَّاتكم؛ فمجازيكم عليها في يوم القيامة الذي يحكم الله بينكم {فيما كنتُم فيه تختلفونَ}: فمن وافَقَ الصراط المستقيم؛ فهو من أهل النعيم، ومن زاغَ عنه؛ فهو من أهل الجحيم.
68-69. “Yine de seninle tartışırlarsa de ki: Allah yapmakta olduklarınızı en iyi bilendir.” O, sizin maksatlarınızı ve niyetlerinizi bilendir ve size bunların karşılığını verecektir. “Allah, hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz hususlara dair kıyamet gününde aranızda hüküm verecektir.” İzlediği yolu dosdoğru yola (Sırat-ı Mustakime) uygun gelen kimse, nimet dolu cennetlere gireceklerdendir. Bu yoldan ayrılıp sapan ise alevli ateşe girecekler arasındadır.
#
{70} ومن تمام حكمِهِ أن يكون حُكماً بعلم؛ فلذلك ذَكَرَ إحاطة علمه وإحاطةَ كتابه، فقال: {ألم تَعْلَمْ أنَّ الله يعلمُ ما في السماء والأرض}: لا يخفى عليه منها خافيةٌ من ظواهر الأمور وبواطنها؛ خفيِّها وجليِّها، متقدِّمها ومتأخِّرها؛ ذلك العلم المحيطَ بما في السماء والأرض، قد أثبتَه الله في كتابٍ، وهو: اللوحُ المحفوظُ، حين خَلَقَ الله القلم؛ «قال له: اكتبْ! قال: ما أكتبُ؟ قال: اكتبْ ما هو كائنٌ إلى يوم القيامة». {إنَّ ذلك على اللهِ يَسيرٌ}: وإنْ كان تصوُّره عندَكم لا يُحاط به؛ فالله تعالى يسيرٌ عليه أن يحيطَ علماً بجميع الأشياء، وأنْ يكتُبَ ذلك في كتابٍ مطابق للواقع.
70. Şanı Yüce Allah’ın hükmünün tam ve eksiksiz oluşunun bir göstergesi de hükmünü ilme dayalı olarak koymuş olmasıdır. Bundan dolayı Yüce Allah, ilminin ve Kitabının her şeyi kuşattığını söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Bilmez misin ki Allah gökte ve yerde ne varsa hepsini bilir?” Bütün işlerin zahirini de batınını da gizlisini de açığını da büyüğünü de küçüğünü önce olanını da sonra olanını da bilir. Göklerde ve yerde olacak her şeyi kuşatmış olan bu ilmi Allah, bir kitapta tespit etmiştir. Bu da Levh-i Mahfuzdur. Zira Yüce Allah, kalemi yarattığında ona: “Yaz” buyurdu. Kalem: “Neyi yazayım?” diye sorunca ona: “Kıyamet gününe kadar olacak her şeyi yaz!” diye emretti. “Gerçekten bu, Allah’a göre çok kolaydır.” Sizin için tasavvuru kabil olmayan bir husus olsa dahi her şeyi bilgisi ile kuşatmak ve her şeyi vakıaya uygun olarak bir kitapta yazmak Yüce Allah için pek kolaydır.
Ayet: 71 - 72 #
{وَيَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ مَا لَمْ يُنَزِّلْ بِهِ سُلْطَانًا وَمَا لَيْسَ لَهُمْ بِهِ عِلْمٌ وَمَا لِلظَّالِمِينَ مِنْ نَصِيرٍ (71) وَإِذَا تُتْلَى عَلَيْهِمْ آيَاتُنَا بَيِّنَاتٍ تَعْرِفُ فِي وُجُوهِ الَّذِينَ كَفَرُوا الْمُنْكَرَ يَكَادُونَ يَسْطُونَ بِالَّذِينَ يَتْلُونَ عَلَيْهِمْ آيَاتِنَا قُلْ أَفَأُنَبِّئُكُمْ بِشَرٍّ مِنْ ذَلِكُمُ النَّارُ وَعَدَهَا اللَّهُ الَّذِينَ كَفَرُوا وَبِئْسَ الْمَصِيرُ (72)}.
71- Onlar, Allah’ın dışında haklarında Allah'ın hiçbir delil indirmediği ve kendilerinin de hiçbir bilgilerinin bulunmadığı şeylere ibadet ediyorlar. Zalimler için hiçbir yardımcı yoktur. 72- Âyetlerimiz onlara açık açık okunduğunda o kâfirlerin hoşnutsuzluklarını çehrelerinden anlarsın. Neredeyse onlara âyetlerimizi okuyanların üzerlerine çullanacak olurlar. De ki: (Sizin için) bundan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Ateş; Allah onu kâfirlere vaat etmiştir. O ne kötü bir dönüş yeridir!”
#
{71} يذكر تعالى حالَة المشركين به العادِلينَ به غيرَه، وأنَّ حالهم أقبحُ الحالات، وأنَّه لا مستندَ لهم على ما فعلوه؛ فليس لهم به علمٌ، وإنَّما هو تقليدٌ تلقَّوْه عن آبائهم الضالين، وقد يكون الإنسانُ لا علم عندَه بما فعله، وهو في نفس الأمر له حجَّة ما علمها، فأخبر هنا أن الله لم يُنَزِّلْ في ذلك {سُلطاناً}؛ أي: حجة تدلُّ عليه وتجوِّزه، بل قد أنزل البراهين القاطعة على فسادِهِ وبطلانِهِ، ثم توعَّد الظالمين منهم المعاندين للحق، فقال: {وما للظَّالمين من نصيرٍ}: ينصُرُهم من عذاب الله إذا نَزَلَ بهم، وحلَّ.
71. Yüce Allah, kendisine ortak koşup başkalarını kendisine denk tutanların durumlarını söz konusu etmekte ve hallerinin en çirkin hal olduğunu, yaptıklarının hiçbir dayanağının bulunmadığını bildirmektedir. Bu konuda herhangi bir bilgileri de yoktur. Sadece taklitçidirler. Zira bu hususta sapık atalarından gördüklerini taklit ediyorlar. Bazen insan, yaptığı hakkında herhangi bir bilgi sahibi olmayabilir. Ancak gerçekte o konuda kendisinin bilmediği bir delil de bulunabilir. Ancak Yüce Allah, burada bu hususta hiçbir delil indirmediğini haber vermektedir. Yani bu konuda böyle bir taklidi caiz kılacak ve ona delil olacak hiçbir delil bulunmamaktadır. Aksine Allah, kendisine ortak koşmanın tutarsızlığına ve batıl oluşuna dair kat’i deliller indirmiştir. Daha sonra Yüce Allah, aralarından hakka karşı inatlaşan zalimleri tehdit ederek şöyle buyurmaktadır: “Zalimler için hiçbir yardımcı yoktur.” Allah’ın azabı üzerlerine inecek olursa onları koruyacak bir yardımcıları bulunmayacaktır.
#
{72} وهل هؤلاء الذين لا علم لهم بما هم عليه قصدٌ في اتِّباع الآيات والهدى إذا جاءهم أم هم راضون بما هم عليه من الباطل، ذكر ذلك بقوله: {وإذا تُتْلى عليهم آياتُنا}: التي هي آيات الله الجليلة المستلزمة لبيان الحقِّ من الباطل؛ لم يلتفتوا إليها، ولم يرفعوا بها رأساً، بل {تعرِفُ في وجوه الذين كفروا المنكَرَ}: من بُغْضِها وكراهتِها؛ ترى وجوهَهم معبسةً وأبشارهم مكفهرةً. {يكادونَ يَسْطُونَ بالذين يتلونَ عليهم آياتِنا}؛ أي: يكادون يوقِعون بهم القتلَ والضربَ البليغ من شدَّة بغضِهم وبغضِ الحقِّ وعداوته؛ فهذه الحالة من الكفار بئس الحالةُ وشرُّها بئس الشرُّ، ولكن ثَمَّ ما هو شرٌّ منها: حالتُهم التي يؤولون إليها؛ فلهذا قال: {قل أفأنبِّئُكم بشرٍّ من ذلكم النارُ وَعَدَها اللهُ الذين كفروا وبئس المصيرُ}: فهذه شرُّها طويلٌ عريضٌ، ومكروهُها وآلامُها تزدادُ على الدوام.
72. Peki izlemekte oldukları yol hakkında herhangi bir bilgi sahibi olmayan bu kimseler, acaba ilâhi âyetler ve hidâyet kendilerine geldiği takdirde bunları izlemek gibi bir maksatları var mı? Yoksa onlar izlemekte oldukları batıldan memnun ve ona razılar mı? Yüce Allah, bunu da şu buyruğu ile dile getirmektedir: Hakkı batıldan açık seçik bir şekilde ayıran “ayetlerimiz onlara açık açık okunduğunda” onlara iltifat etmezler. Hiçbir şekilde aldırmazlar. Aksine “o kâfirlerin hoşnutsuzluklarını” bu âyetlere karşı duydukları nefret ve tiksintilerini “çehrelerinden anlarsın.” Suratlarını astıklarını, tüylerinin diken diken olduğunu görürsün. “Nerede ise onlara âyetlerimizi okuyanların üzerlerine çullanacak olurlar.” Nerede ise aşırı öfkelerinden, hakka karşı aşırı kin ve düşmanlıklarından ötürü onları öldürecekler ve aşırı derecede dövecekler. İşte kâfirlerin durumu budur. Onların bu halleri ne kötüdür! Bu hallerinin zararı ne kadar da büyüktür! Fakat diğer taraftan bundan da daha kötü bir hal daha vardır. O da onların âkıbetleridir. Bu yüzden Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: “De ki: “(Sizin için) bundan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Ateş; Allah onu kâfirlere vaat etmiştir. O ne kötü bir dönüş yeridir!” Onun kötülüğü uzun ve geniştir. Onun hoşlanılmayan halleri ve acıları da sürekli olarak artıp durur.
Ayet: 73 - 74 #
{يَاأَيُّهَا النَّاسُ ضُرِبَ مَثَلٌ فَاسْتَمِعُوا لَهُ إِنَّ الَّذِينَ تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ لَنْ يَخْلُقُوا ذُبَابًا وَلَوِ اجْتَمَعُوا لَهُ وَإِنْ يَسْلُبْهُمُ الذُّبَابُ شَيْئًا لَا يَسْتَنْقِذُوهُ مِنْهُ ضَعُفَ الطَّالِبُ وَالْمَطْلُوبُ (73) مَا قَدَرُوا اللَّهَ حَقَّ قَدْرِهِ إِنَّ اللَّهَ لَقَوِيٌّ عَزِيزٌ (74)}.
73- Ey insanlar! Bir misal verildi, ona kulak verin. Allah’ın dışında kendilerine yalvardıklarınız, hepsi bir araya toplansalar bile, asla bir sinek dahi yaratamazlar. Hatta bir sinek onlardan bir şey kapsa onu bile ondan geri alamazlar. İsteyen de âciz, istenen de. 74- Allah’ı gereği gibi tanıyamadılar. Şüphesiz ki Allah çok güçlüdür, Azîzdir.
#
{73 ـ 74} هذا مثلٌ ضَرَبَه الله لقبح عبادة الأوثان وبيانِ نُقصان عقول مَن عَبَدها وضَعْفِ الجميع، فقال: {يا أيها الناسُ}: هذا خطابٌ للمؤمنين والكفَّار؛ المؤمنون يزدادون علماً وبصيرةً، والكافرون تقوم عليهم الحجَّة. {ضُرِبَ مَثَلٌ فاستَمِعوا له}؛ أي: ألقوا إليه أسماعَكم، وافْهَموا ما احتوى عليه، ولا يصادِفْ منكم قلوباً لاهيةً وأسماعاً معرضةً، بل ألْقوا إليه القلوبَ والأسماعَ، وهو هذا: {إنَّ الذين تَدْعونَ من دونِ اللهِ}: شَمِلَ كلَّ ما يُدْعى من دونِ الله، {لَنْ يَخْلُقوا ذباباً}: الذي هو من أحقر المخلوقات وأخسِّها؛ فليس في قدرتهم خَلْقُ هذا المخلوق الضعيف؛ فما فوقَه من باب أولى، {ولو اجْتَمَعوا له}: بل أبلغُ من ذلك: لو {يَسْلُبْهُمُ الذبابُ شيئاً لا يستَنْقِذوه منه}: وهذا غايةُ ما يصير من العجز. {ضَعُفَ الطالبُ}: الذي هو المعبودُ من دون الله، {والمطلوبُ}: الذي هو الذباب؛ فكل منهما ضعيفٌ، وأضعفُ منهما من يتعلَّق بهذا الضعيف وينزِله منزلةَ ربِّ العالمين؛ فهذا ما قَدَر اللَّه حقَّ قدرِهِ، حيث سوَّى الفقيرَ العاجزَ من جميع الوجوه بالغنيِّ القويِّ من جميع الوجوه، سوَّى مَنْ لا يملِكُ لنفسه ولا لغيره نفعاً ولا ضرًّا ولا موتاً ولا حياةً ولا نشوراً بمن هو النافعُ الضارُّ المعطي المانعُ مالكُ الملكِ والمتصرِّفُ فيه بجميع أنواع التصريف. {إنَّ الله لَقَوِيٌ عزيزٌ}؛ أي: كامل القوة، كامل العزَّة، من كمال قوَّتِهِ وعزَّتِهِ: أنَّ نواصي الخلق بيديه، وأنَّه لا يتحرَّك متحرِّكٌ ولا يسكُنُ ساكنٌ إلاَّ بإرادتِهِ ومشيئتِهِ؛ فما شاء الله كان، وما لم يشأ لم يكن، ومن كمال قوَّتِهِ: أنه يمسِكُ السماواتِ والأرضَ أن تزولا، ومن كمال قوَّته: أنه يبعثُ الخلق كلَّهم، أوَّلهم وآخرهم بصيحةٍ واحدةٍ، ومن كمال قوَّته أنَّه أهلك الجبابرة والأمم العاتية بشيء يسيرٍ وسوطٍ من عذابه.
73. Bu, Yüce Allah’ın putlara tapmanın ne kadar çirkin olduğuna, putlara tapanların akıllarının ne derece eksik olduğuna, tapanların da kendilerine tapınılanların da ne kadar zayıf olduğuna dair verdiği bir misaldir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ey insanlar!” Bu, mü’minlere de kâfirlere de yönelik bir hitaptır. Bu hitap ile mü’minlerin ilmi ve basireti artarken kâfirlere karşı da delil ortaya konmaktadır. “Bir misal verildi, ona kulak verin.” Bu misali iyi dinleyin, muhtevasını iyi kavrayın. Sakın ha bu misali gafil kalplerle, ilgisiz kulaklarla dinlemeyin. Kalbinizle ve kulaklarınızla bunu iyice bellemeye çalışın. İşte o misal: “Allah’ın dışında kendilerine yalvardıklarınız” bu, Allah’ın dışında dua edilen ve tapınılan bütün varlıkları kapsar “hepsi bir araya toplansalar bile asla” sizin nazarınızda mahlukatın en basiti, en değersizi olan “bir sinek dahi yaratamazlar.” Bu tapındığınız varlıklar, bu zayıf yaratığı var edemeyeceklerine göre ondan daha büyük ve güçlü bir varlığı asla var edemezler. Bu durumun daha da ötesi ise şudur: “Hatta bir sinek onlardan bir şey kapsa onu bile ondan geri alamazlar.” Bu da acizliğin en ileri derecesidir. Allah’tan başka kendisine tapınılan “isteyen de âciz” bu örnekte sinek olarak anılan “istenen de.” Yani her ikisi de acizdir, güçsüzdür. Bu güçsüz, aciz ve sahte ilahlara bağlanarak onları alemlerin Rabbi konumunda görenler ise hepsinden de daha güçsüz ve daha acizdir. 74. İşte böylesi kimseler “Allah’ı gereği gibi tanıyamadılar.” Çünkü bütün yönleri ile aciz ve muhtaç olan bir varlığı, bütün yönleri ile güçlü ve hiçbir şeye muhtaç olmayan varlık ile denk tuttular. Kendisine de başkasına da bir fayda sağlayamayan, gelecek bir zararı önleyemeyen, öldüremeyen, hayat veremeyen, ölümden sonra diriltemeyen bir yaratığı; fayda veren, zarar veren, istediğini bağışlayan, istemediğini engelleyen, mülkün mutlak sahibi, mutlak hükümranı ve mülkünde bütün türleri ile tasarrufta bulunan mutlak tasarruf sahibi ile eşit kabul ettiler. “Şüphesiz Allah çok güçlüdür, Azizdir.” Gücü de kemal derecesindedir, izzeti de kemal derecesindedir. Bütün yaratıkların mukadderatının O’nun elinde olması, hiçbir kimsenin O’nun irade ve meşîeti olmaksızın harekete geçememesi, hareket halinde iken duramaması, O’nun gücünün ve izzetinin kemalindendir. Allah’ın dilediği olur, dilemediği olmaz. Gökleri ve yeri yok olmasınlar diye tutması, ilkinden sonuna kadar bütün yaratıkları tek bir çığlık ile ölümlerinden sonra diriltecek olması, zorbaları ve azgın ümmetleri pek önemsiz bir şeyle ve sadece azabından bir kamçı ile helâk etmiş olması… hep O’nun kuvvetinin kemalinin bir tecellisidir.
Ayet: 75 - 76 #
{اللَّهُ يَصْطَفِي مِنَ الْمَلَائِكَةِ رُسُلًا وَمِنَ النَّاسِ إِنَّ اللَّهَ سَمِيعٌ بَصِيرٌ (75) يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَإِلَى اللَّهِ تُرْجَعُ الْأُمُورُ (76)}.
75- Allah, meleklerden ve insanlardan rasûller seçer. Şüphesiz Allah, her şeyi işitendir, görendir. 76- O, onların önlerindekini de arkalarındakini de bilir. Bütün işler ancak Allah’a döndürülür.
#
{75 ـ 76} لما بيَّن تعالى كمالَه وضعفَ الأصنام وأنَّه المعبود حقًّا؛ بيَّن حالة الرسل وتميُّزهم عن الخلق بما تميَّزوا به من الفضائل، فقال: {الله يصطفي من الملائكة رسلاً ومن الناس}؛ أي: يختار ويجتبي من الملائكة رسلاً ومن الناس رسلاً؛ يكونون أزكى ذلك النوع وأجمعَهُ لصفاتِ المجدِ وأحقَّه بالاصطفاء؛ فالرسلُ لا يكونون إلاَّ صفوةَ الخلق على الإطلاق، والذي اختارهم واجتباهم ليس جاهلاً بحقائق الأشياء، أو يعلم شيئاً دون شيءٍ، وإنَّ المصطفي لهم السميعُ البصيرُ، الذي قد أحاط علمُهُ وسمعُهُ وبصرُهُ بجميع الأشياء؛ فاختياره إيَّاهم عن علم منه أنَّهم أهلٌ لذلك، وأنَّ الوحي يصلُحُ فيهم؛ كما قال تعالى: {اللهُ أعلمُ حيث يجعلُ رسالتَه}. {وإلى الله تُرْجَعُ الأمور}؛ أي: هو يرسل الرسل يدعون الناس إلى الله؛ فمنهم المجيبُ، ومنهم الرادُّ لدعوتهم، ومنهم العاملُ، ومنهم الناكلُ؛ فهذا وظيفةُ الرسل، وأمَّا الجزاءُ على تلك الأعمال؛ فمصيرُها إلى الله؛ فلا تعدم منه فضلاً وعدلاً.
75-76. Allah, zatının kemalini, buna karşılık putların zayıflığını, kendinin hak ma’bud olduğunu beyan ettikten sonra, peygamberlerin halini ve onların sahip oldukları müstesna fazilet ve erdemlerle diğer insanlardan ayrıcalıklı olduklarını beyan etmek üzere şöyle buyurmaktadır: “Allah, meleklerden ve insanlardan rasûller seçer.” Yani O, hem meleklerden rasûller/elçiler seçer, hem de insanlardan. Bunlar kendi türlerinin en temizleri, şerefli vasıfları kendilerinde en çok toplayanları ve seçilmeye en layık olanlarıdırlar. Rasûller kayıtsız ve şartsız olarak bütün yaratıkların en seçkinleridirler. Zira onları seçip belirleyen, eşyanın hakikatını bilmeyen yahut bazı şeyleri bilirken bazı şeyleri bilmeyen bir kimse değildir. Aksine onları seçen, her şeyi işiten, her şeyi görendir. İlmi, işitmesi ve görmesi her şeyi kuşatandır. Bu yüzden O’nun bu rasûlleri seçmesi, bilgisine dayalıdır. O, onların bu işe ehil, vahye muhatap olmaya da elverişli olduklarını bilir. Nitekim Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: “Allah risaletini kime vereceğini çok iyi bilir.” (el-En’âm, 6/124) “Bütün işler ancak Allah’a döndürülür.” İnsanları Allah’a davet edecek olan peygamberleri O gönderir. İnsanların kimisi bu çağrıyı kabul eder, kimisi de peygamberlerin çağrısını reddeder. Kimisi gereğince amel eder, kimisi yüz çevirir. Peygamberlerin vazifesi davettir. Amellerin karşılığını vermek ise Allah’a aittir. O nedenle bu ameller, Allah’a döndürülür ve onlara Yüce Allah’ın lütuf ve adaleti ile karşılık verilir.
Ayet: 77 - 78 #
{يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا ارْكَعُوا وَاسْجُدُوا وَاعْبُدُوا رَبَّكُمْ وَافْعَلُوا الْخَيْرَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ (77) وَجَاهِدُوا فِي اللَّهِ حَقَّ جِهَادِهِ هُوَ اجْتَبَاكُمْ وَمَا جَعَلَ عَلَيْكُمْ فِي الدِّينِ مِنْ حَرَجٍ مِلَّةَ أَبِيكُمْ إِبْرَاهِيمَ هُوَ سَمَّاكُمُ الْمُسْلِمِينَ مِنْ قَبْلُ وَفِي هَذَا لِيَكُونَ الرَّسُولُ شَهِيدًا عَلَيْكُمْ وَتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلَى النَّاسِ فَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ وَآتُوا الزَّكَاةَ وَاعْتَصِمُوا بِاللَّهِ هُوَ مَوْلَاكُمْ فَنِعْمَ الْمَوْلَى وَنِعْمَ النَّصِيرُ (78)}.
77- Ey iman edenler! Rükû edin, secde edin, Rabbinize ibadet edin ve hayır işleyin ki felâha eresiniz. 78- Allah uğrunda hakkıyla cihad edin. O, sizi o seçti ve dinde size hiçbir güçlük yüklemedi. Atanız İbrahim’in dini (de buydu). Allah, daha önce (geçmiş kitaplarda) da bu (Kitapta) da sizi “müslümanlar” olarak adlandırdı ki Rasûl size şahit olsun, siz de insanlara karşı şahit olasınız. O halde namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin ve Allah’a sarılın. O, sizin Mevlânızdır. O, ne güzel mevla ve ne güzel yardımcıdır.
#
{77} يأمر تعالى عباده المؤمنين بالصَّلاة، وخصَّ منها الرُّكوع والسُّجود لفضلهما وركنيَّتِهِما وعبادته التي هي قرَّة العيون وسلوةُ القلب المحزون، وإنَّ ربوبيَّته وإحسانَه على العباد يقتضي منهم أن يُخْلِصوا له العبادةَ، ويأمرهم بفعل الخيرِ عموماً، وعلَّق تعالى الفلاح على هذه الأمور، فقال: {لعلَّكم تفلحون}؛ أي: تفوزون بالمطلوب المرغوب، وتَنْجون من المكروه المرهوب؛ فلا طريق للفلاح سوى الإخلاص في عبادة الخالق والسعي في نفع عبيده؛ فمن وُفِّق لذلك؛ فله القَدَحُ المعَلاَّ من السعادة والنجاح والفلاح.
77. Yüce Allah, mü’min kullarına namaz kılmalarını, özellikle de çok faziletli olmaları ve namazın rükünleri oluşları dolayısı ile de rükû’ ve secde etmelerini, gözlerin nuru ve kederli kalplerin tesellisi olan ibadeti ifa etmelerini emretmektedir. O’nun rububiyetinin ve kullarına olan ihsanlarının, onların ibadetlerini yalnızca O’na ihlâsla yapmalarını gerektirdiğini bildirmektea, ayrıca onlara genel olarak hayır işlemelerini de emretmektedir. Yüce Allah, felahın bu hususlara bağlı olduğunu belirterek de: “...ki felâha eresiniz.” buyurmaktadır. Yani isteyip arzuladığınızı elde edesiniz, hoşlanmadığınız ve korktuğunuz şeylerden de uzak olasınız. Yaratıcıya ihlâsla ibadet edip kullarına faydalı olmaya çalışmanın dışında başarı ve mutluluk yolu yoktur. Buna muvaffak olan bir kimse, hiç şüphesiz mutluluğun, başarının ve felâhın en yüce mevkilerine yükseltilecektir.
#
{78} {وجاهدوا في الله حقَّ جهاده}: والجهاد بذلُ الوسع في حصول الغرض المطلوب؛ فالجهادُ في الله حقَّ جهادِهِ هو القيامُ التامُّ بأمر الله، ودعوةُ الخلق إلى سبيله بكلِّ طريق موصل إلى ذلك؛ من نصيحةٍ وتعليم وقتال وأدبٍ وزجرٍ ووعظٍ وغير ذلك. {هو اجتباكُم}؛ أي: اختاركم يا معشر المسلمين من بين الناس، واختار لكم الدين، ورضِيَه لكم، واختار لكم أفضلَ الكتب وأفضلَ الرسل؛ فقابِلوا هذه المنحة العظيمة بالقيام بالجهاد فيه حقَّ القيام. ولما كان قولُهُ. {وجاهدوا في الله حقَّ جهادِهِ}؛ ربما تَوَهَّمَ متوهِّمٌ أنَّ هذا من باب تكليف ما لا يُطاق أو تكليف ما يشقُّ؛ احترزَ منه بقوله: {وما جَعَلَ عليكم في الدِّينِ من حَرَج}؛ أي: مشقَّةٍ وعسرٍ، بل يسَّره غاية التيسير، وسهَّله بغاية السهولة؛ فأولاً: ما أمرَ وألزمَ إلاَّ بما هو سهل على النفوس لا يُثْقِلها ولا يَؤودُها، ثم إذا عَرَضَ بعضُ الأسباب الموجبة للتَّخفيف؛ خفَّف ما أمر به: إما بإسقاطِهِ، أو إسقاطِ بعضِهِ. ويؤخذ من هذه الآية قاعدةٌ شرعيةٌ، وهي أن «المشقَّة تجلب التَّيسير» و «الضرورات تبيح المَحْظورات»، فيدخُلُ في ذلك من الأحكام الفروعيَّة شيء كثيرٌ معروفٌ في كتب الأحكام. {ملةَ أبيكم إبراهيم}؛ أي: هذه الملة المذكورة والأوامر المزبورة ملَّةُ أبيكم إبراهيم، التي ما زال عليها؛ فالزموها واستمسكوا بها. {هو سمَّاكُم المسلمينَ من قبلُ}؛ أي: في الكتب السابقة مذكورونَ ومشهورونَ، {وفي هذا}؛ أي: هذا الكتاب وهذا الشرع؛ أي: ما زال هذا الاسم لكم قديماً وحديثاً؛ {ليكونَ الرسولُ شهيداً عليكم}: بأعمالكم خيرِها وشرِّها، {وتكونوا شهداءَ على الناس}: لكونِكُم خيرَ أمَّةٍ أخرِجَت للناس، أمَّة وسطاً عدلاً خياراً، تشهدونَ للرسل أنَّهم بَلَّغوا أمَمَهم، وتشهدون على الأمم أنَّ رُسُلَهم بلَّغَتْهم بما أخبركم الله به في كتابه. {فأقيموا الصلاةَ}: بأركانِها وشروطِها وحدودِها وجميع لوازمها، {وآتوا الزَّكاة}: المفروضة لمستحقِّيها؛ شكراً لله على ما أولاكم. {واعتصموا بالله}؛ أي: امتنعوا به، وتوكَّلوا عليه في ذلك، ولا تتَّكِلوا على حولكم وقوَّتِكم. {هُوَ مولاكم}: الذي يتولَّى أمورَكم، فيدبِّرُكم بحسن تدبيرِهِ، ويصرِّفُكم على أحسن تقديره. {فنعم المولى ونعم النصيرُ}؛ أي: نعم المولى لمن تولاَّه فحصَلَ له مطلوبُهُ، ونعم النصيرُ لمن استنصرَهُ فدفع عنه المكروه.
78. “Allah uğrunda hakkıyla cihad edin.” Cihad, isteneni elde etmek için bütün gücün ortaya konulmasıdır. Allah uğrunda hakkıyla cihad etmek ise Allah’ın emrini tam anlamıyla yerine getirmek, insanları bu maksada ulaştıran her bir yolla O’nun yoluna davet etmektir. Öğüt vermek, öğretmek, savaşmak, edeblendirmek, azarlamak, nasihat etmek vb. diğer yollar. “O, sizi seçti” ey müslümanlar! İnsanlar arasından sizi seçen O’dur. Bu dini de sizin için seçti ve sizin için bu dinden hoşnut oldu. Sizin için kitapların en faziletlisini, peygamberlerin en üstününü seçti. Öyleyse siz de bu büyük ilâhi bağışa gereği gibi cihad etmekle karşılık verin. Yüce Allah’ın: “Allah uğrunda hakkıyla cihad edin” buyruğundan bazılarının, bunun güç yetirilemeyen bir vazife yahut da ağır bir yükümlülük olduğu vehmine kapılmaları muhtemel olduğundan bunu bertaraf etmek üzere Yüce Allah: “Dinde size hiçbir güçlük yüklemedi” buyurmaktadır. Dinde sizin için bir zorluk yoktur. Aksine O, dini alabildiğine kolaylaştırmış ve onu alabildiğine zorluklardan uzak tutmuştur. Evvela O, ancak nefislere kolay gelen, onları yormayacak ve ağır gelmeyecek hususların yerine getirilmesini emretmiştir. Diğer taraftan yükümlülüğün hafifletilmesini gerektiren birtakım sebepler söz konusu olursa emrettiği şeyleri de hafifletmiştir. Şöyle ki ya o emri büsbütün kaldırmış yahut da kısmen kaldırmıştır. Bu âyet-i kerimeden şu şer’î kaideler çıkartılmıştır: “Zorluk kolaylığı getirir” ve “Zaruretler mahzurları/yasakları mubah kılar.” Bunun kapsamına da fıkha dair kitaplarda bilinen pek çok fer’i hüküm girmektedir. “Atanız İbrahim’in dini (de buydu).” Yani sözü edilen bu din, kaydedilen bu emirler, İbrahim’in üzerinde olduğu din ve izlediği yoldur. Siz de bu dine uyun ve ona sımsıkı bağlı kalın. “Allah, daha önce (geçmiş kitaplarda) da bu (Kitapta) da sizi “müslümanlar” olarak adlandırdı.” Önceki kitaplarda da sizler anılmışsınız ve orada da sizin ününüz vardır. Bu kitapta ve bu şeriatta da sizin adınız budur. Yani önceden de sonradan da sizin adınız budur. “ki Rasûl size” hayır ve şer tüm amellerinize “şahit olsun. Siz de insanlara karşı şahit olasınız.” Çünkü siz, insanlar için çıkartılmış en hayırlı, mutedil, adaletli ve hayırlı bir ümmetsiniz. Sizler peygamberlerin kendi ümmetlerine tebliğde bulunduklarına dair şahitlik edeceksiniz, ümmetlere karşı da peygamberlerinin kendilerine tebliğde bulunduklarına şahitlik edeceksiniz. Bunu da cenab-ı Allah’ın Kitabında size verdiği haberlere dayanarak yapacaksınız. “O halde namazı dosdoğru” yani rükünleri ve şartları ile sınırlarına riâyet ederek ve bütün gerekleri ile birlikte “kılın ve” farz olan “zekâtı” Yüce Allah’a, size ihsan etmiş olduğu bunca nimetlere karşı bir şükür olmak üzere “verin ve Allah’a sarılın.” Ona sığınarak korunun, bu hususta O’na güvenip dayanın. Kendi öz gücünüze ve takatinize bel bağlamayın. “O, sizin Mevlânızdır.” İşlerinizi çekip çevirendir. En güzel şekilde işlerinizi O idare eder ve en güzel takdirine uygun olarak sizin işlerinizi O yönlendirir. “O ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcıdır.” O, kendisini dost edinenin ne güzel dostudur! Zira o, bu yolla istediğini elde eder. O, yardımını dileyen için de ne güzel yardımcıdır! Zira hoşlanmadığı şeyleri ondan uzaklaştırır.
ac Sûresi’nin tefsiri burada sona ermektedir. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun.
***