Ayet:
21- ENBİYA SÛRESİ
21- ENBİYA SÛRESİ
(Mekke’de inmiştir. 112 âyettir)
Ayet: 1 - 4 #
{اقْتَرَبَ لِلنَّاسِ حِسَابُهُمْ وَهُمْ فِي غَفْلَةٍ مُعْرِضُونَ (1) مَا يَأْتِيهِمْ مِنْ ذِكْرٍ مِنْ رَبِّهِمْ مُحْدَثٍ إِلَّا اسْتَمَعُوهُ وَهُمْ يَلْعَبُونَ (2) لَاهِيَةً قُلُوبُهُمْ وَأَسَرُّوا النَّجْوَى الَّذِينَ ظَلَمُوا هَلْ هَذَا إِلَّا بَشَرٌ مِثْلُكُمْ أَفَتَأْتُونَ السِّحْرَ وَأَنْتُمْ تُبْصِرُونَ (3) قَالَ رَبِّي يَعْلَمُ الْقَوْلَ فِي السَّمَاءِ وَالْأَرْضِ وَهُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ (4)}.
1- İnsanların hesaba çekilecekleri vakit yaklaştı. Halbuki onlar gaflet içinde yüz çevirmekteler. 2- Kendilerine Rablerinden yeni bir öğüt geldiği her seferinde mutlaka onu alay ederek dinlerler. 3- Kalpleri de gaflet içinde oyalanmaktadır. O zulmedenler, aralarında gizlice konuşup: “Bu, ancak sizin gibi bir insan değil mi? O halde siz, göz göre göre büyüye mi kapılacaksınız?” dediler. 4- Dedi ki: “Rabbim, gökte ve yerde söylenen her sözü bilir. O, her şeyi işitendir, bilendir.”
#
{1} هذا تعجُّبٌ من حالة الناس، وأنَّهم لا يَنْجَعُ فيهم تذكيرٌ، ولا يَرْعَوونَ إلى نذيرٍ، وأنَّهم قد قرب حسابهم ومجازاتهم على أعمالهم الصالحة والطالحة، والحال أنهم {في غفلةٍ معرضون}؛ أي: غفلة عمَّا خُلِقوا له، وإعراض عما زُجِروا به، كأنَّهم للدُّنيا خُلقوا، وللتمتُّع بها ولدوا، وأنَّ الله تعالى لا يزال يجدِّد لهم التَّذكير والوعظ، ولا يزالون في غفلتهم وإعراضهم.
1. Bu buyruk, insanların hayret edilecek bir halde olduklarını, onlara öğütlerin bir faydasının olmadığını ve herhangi bir uyarıcıya kulak asmadıklarını belirtmektedir. Hesaplarının ve salih olan olmayan bütün amellerinin karşılığını görecekleri vaktin yaklaşmış olduğunu, bununla birlikte onların “gaflet içinde yüz çevirmekte” olduklarını bildirmektedir. Yani onlar, yaratılış maksatlarından gafil oldukları gibi kendisiyle uyarıldıkları hususlardan da yüz çevirmektedirler. Sanki dünya için yaratılmışlar, sırf dünyadan yararlanmak için doğmuşlar gibi. Yüce Allah ise sürekli olarak onları uyarmakta ve onlara öğütler göndermektedir. Ama onlar gaflet içerisinde kalmaya ve yüz çevirmeye devam etmektedirler. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{2} ولهذا قال: {ما يأتيهم من ذكرٍ من ربِّهم محدَثٍ}: يذكِّرهم ما ينفعهم ويحثُّهم عليه، وما يضرهم ويرهبهم منه. {إلاَّ استمعوهُ}: سماعاً تقوم عليهم به الحجَّة، {وهم يلعبونَ}.
2. “Kendilerine Rablerinden” fayda sağlayacak şeyleri hatırlatıp onlara teşvik eden ve zarar verecek şeyleri bildirip onlardan da sakındıran “yeni bir öğüt geldiği her seferinde mutlaka onu alay ederek dinlerler.” Ancak bu dinleyişleri dolayısıyla aleyhlerinde de delil ortaya konmuş olmaktadır.
#
{3} {لاهيةً قلوبُهم}؛ أي: قلوبهم غافلةٌ معرضةٌ لاهيةٌ بمطالبها الدُّنيوية، وأبدانُهم لاعبةٌ، قد اشتغلوا بتناول الشهوات والعمل بالباطل والأقوال الرديَّة، مع أن الذي ينبغي لهم أن يكونوا بغير هذه الصفة؛ تُقْبِل قلوبُهم على أمر الله ونهيه، وتستمعه استماعاً تفقه المراد منه، وتسعى جوارحهم في عبادة ربِّهم التي خلقوا لأجلها، ويجعلون القيامةَ والحسابَ والجزاء منهم على بال؛ فبذلك يتمُّ لهم أمرُهم وتستقيمُ أحوالُهم وتزكو أعمالُهم. وفي معنى قوله: {اقتربَ للناس حسابُهم}: قولان: أحدُهما: أنَّ هذه الأمَّة هي آخر الأمم، ورسولُها آخرُ الرسل، وعلى أمته تقوم الساعةُ؛ فقد قَرُبَ الحساب منها بالنسبة لما قبلها من الأمم؛ لقوله - صلى الله عليه وسلم -: «بُعِثْتُ أنا والساعة كهاتين»؛ وقرن بين إصبعيه السبابة والتي تليها. والقول الثاني: أنَّ المراد بقُرب الحساب الموتُ، وأنَّ مَنْ مات قامتْ قيامتُه ودخل في دار الجزاء على الأعمال، وأن هذا تعجُّب من كلِّ غافل معرض لا يدري متى يفجؤه الموتُ صباحاً أو مساء؛ فهذه حالة الناس كلِّهم؛ إلاَّ من أدركته العناية الربانيَّة، فاستعدَّ للموت وما بعده. ثم ذكر ما يتناجى به الكافرون الظالمون على وجه العناد ومقابلة الحقِّ بالباطل، وأنهم تناجَوْا وتواطؤوا فيما بينهم أن يقولوا في الرسول - صلى الله عليه وسلم -: إنَّه بشرٌ مثلكم؛ فما الذي فضَّله عليكم وخصَّه من بينكم؟! فلو ادَّعى أحدٌ منكم مثل دعواه؛ لكان قولُه من جنس قوله، ولكنَّه يريد أن يتفضَّل عليكم ويرأس فيكم؛ فلا تطيعوهُ ولا تصدِّقوه، وإنَّه ساحرٌ، وما جاء به من القرآن سحرٌ؛ فانفروا عنه ونفِّروا الناس، وقولوا: {أفتأتونَ السِّحْرَ وأنتُم تبصِرونَ}: هذا وهم يعلمون أنَّه رسولُ الله حقًّا بما يشاهدون من الآيات الباهرة ما لم يشاهدْ غيرهم، ولكنْ حملهم على ذلك الشقاء والظُّلم والعناد.
3. “Kalpleri de gaflet içinde oyalanmaktadır.” Yani kalpleri, dünyevi isteklerin peşinde yüz çevirmiş halde ve gaflet içerisinde, bedenleri ise oyun ve eğlencededir. Onlar, arzuladıkları şeyleri gerçekleştirmek, batıl işler yapmak ve seviyesiz sözler söylemekle meşguldürler. Halbuki onların başka türlü olmaları gerekirdi. Kalplerinin Allah’ın emir ve yasaklarını kabul etmesi, bunun maksadının ne olduğunu kavrayacak şekilde bu buyrukları iyice dinlemesi, azalarının ise yaratılış sebepleri olan Rablerine ibadete gayret göstermesi, ayrıca kıyameti, hesabı ve amellerinin karşılığının görüleceğini de hatırlarından çıkarmamaları gerekirdi. İşte böylelikle işleri kendileri lehine kemale erer, halleri istikamet bulur, de amelleri arınıp saflaşır. üce Allah’ın: “İnsanların hesaba çekilecekleri vakit yaklaştı” buyruğu ile ilgili olarak iki görüş vardır: Birincisine göre bu ümmet, ümmetlerin sonuncusu, peygamberleri de rasûllerin sonuncusudur. Kıyamet, bu son ümmetin başına kopacaktır. O bakımdan kendisinden önceki ümmetlere nispetle, hesap bu ümmete daha yakındır. Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem: “Ben ve Kıyamet, bu ikisi gibi gönderildik.” Buyurmuş, bunu söylerken de şehadet parmağı ile yanındaki parmağı bir arada işaret ederek göstermiştir. İkinci görüşe göre ise hesabın yaklaşmış olmasından kasıt, ölümün yaklaşmasıdır. Çünkü ölen bir kimsenin kıyameti kopmuş ve artık o, amellerin karşılığının görüleceği yurda girmiş olur. İşte bu buyruk ile gaflet içinde bulunan, yüz çeviren, ölümün sabah mı yoksa akşam mı kendisine ne zaman geleceğini bilmeyen kimsenin halinin hayret edilecek bir hal olduğu belirtilmektedir. Ki Rabbani inâyete nail olup da ölüme ve ondan sonrasına hazır olan kimseler müstesna, bütün insanların hali budur. aha sonra Yüce Allah, zalim kâfirlerin inadına batılı ileri sürüp hakka karşı koymak maksadıyla kendi aralarında yaptıkları gizli konuşmalarını söz konusu etmektedir. Onlar kendi aralarında yaptıkları bu gizli konuşmalarda Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hakkında: “Bu da sizin gibi bir insandır, onu sizden üstün kılan ve aranızda onu özel bir mevkiye çıkartan nedir?” demek hususunda ittifak etmişlerdir. Sizden herhangi bir kimse, onun benzeri bir iddiada bulunacak olsa onun bu iddiaları da bu peygamberlik iddiasında bulunanın sözlerini andıracak, onun türünden olacaktır. Fakat o, size üstünlük sağlamak, aranızda lider olmak istemektedir. Ona itaat etmeyin, onun sözlerini doğrulamayın. Zira o, bir sihirbazdır. Onun Kur’an diye size getirdikleri de bir sihirdir. Ondan uzak durun. Diğer insanların da ondan uzaklaşmasını sağlayın ve: “siz, göz göre göre büyüye mi kapılacaksınız” deyin. Bununla birlikte onlar, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in Allah’ın gerçekten rasûlü olduğunu biliyorlardı. Çünkü başkalarının tanık olmadığı son derece göz kamaştırıcı pek çok âyet ve mucizelere onlar tanık olmuşlardı. Fakat onları böyle bir tutum takınmaya iten bedbahtlıkları, zulüm ve inatları olmuştur.
#
{4} والله تعالى قد أحاط علماً بما تناجَوْا به، وسيُجازيهم عليه، ولهذا قال: {قال ربِّي يعلمُ القولَ}: الخفيَّ والجليَّ {في السماء والأرض}؛ أي: في جميع ما احتوت عليه أقطارهما. {وهو السميعُ}: لسائر الأصوات باختلاف اللُّغات على تفنُّن الحاجات. {العليم}: بما في الضمائر، وأكنَّته السرائر.
4. Bununla birlikte Yüce Allah, onların kendi aralarında gizlice neler konuştuklarını bilgisiyle kuşatmıştır. Söylediklerinin cezasını da onlara verecektir. O bakımdan şöyle buyurmaktadır: “Rabbim gökte ve yerde” yani onların kapsadığı her bir yerdeki gizli olsun açık olsun “söylenen her sözü bilir. O, her şeyi işitendir,” çeşitli ihtiyaçların dile getirildiği çeşitli dilleri ve bütün sesleri işitendir; kalplerde bulunanları ve göğüslerin gizleyip sakladıklarını da “bilendir.”
Ayet: 5 - 6 #
{بَلْ قَالُوا أَضْغَاثُ أَحْلَامٍ بَلِ افْتَرَاهُ بَلْ هُوَ شَاعِرٌ فَلْيَأْتِنَا بِآيَةٍ كَمَا أُرْسِلَ الْأَوَّلُونَ (5) مَا آمَنَتْ قَبْلَهُمْ مِنْ قَرْيَةٍ أَهْلَكْنَاهَا أَفَهُمْ يُؤْمِنُونَ (6)}.
5- Hatta onlar: (Kur’an, aslı olmayan) karmaşık rüyalardır. Hayır, onu kendisi uydurmuştur. Bilakis o, bir şairdir. (Öyle değilse) bize öncekilere gönderilenlere benzer bir mucize getirsin, bakalım” dediler. 6- Onlardan önce helâk ettiğimiz hiçbir ülke halkı imana gelmemişti. Şimdi bunlar mı iman edecekler?
#
{5} يذكر تعالى ائتفاكَ المكذِّبين بمحمدٍ - صلى الله عليه وسلم - وبما جاء به من القرآن العظيم، وأنهم تقوَّلوا فيه ، وقالوا فيه الأقاويل الباطلة المختلفة؛ فتارةً يقولون: أضغاثُ أحلام بمنزلة كلام النائم الهاذي الذي لا يُحِسُّ بما يقول! وتارةً يقولون: افتراهُ واختلقَه وتقوَّله من عند نفسه! وتارةً يقولون: إنَّه شاعرٌ وما جاء به شِعر! وكلُّ مَن له أدنى معرفة بالواقع من حالة الرسول، ونظر في هذا الذي جاء به؛ جزم جزماً لا يقبل الشكَّ أنه أجلُّ الكلام وأعلاه، وأنَّه من عند الله، وأنَّ أحداً من البشر لا يقدِرُ على الإتيان بمثل بعضه؛ كما تحدَّى الله أعداءه بذلك ليعارِضوه مع توفُّر دواعيهم لمعارضته وعداوته، فلم يقدِروا على شيء من معارضته وهم يعلمون ذلك؛ وإلاَّ فما الذي أقامهم وأقعدهم وأقضَّ مضاجعهم وبلبل ألسنتهم إلا الحق الذي لا يقوم له شيء، وإنَّما يقولون هذه الأقوال فيه حيث لم يؤمنوا به؛ تنفيراً عنه لمن لم يعرِفْه، وهو أكبرُ الآيات المستمرَّة الدالَّة على صحَّة ما جاء به الرسول - صلى الله عليه وسلم - وصدقه، وهو كافٍ شافٍ؛ فمن طَلَبَ دليلاً غيره أو اقترح آيةً من الآيات سواه؛ فهو جاهلٌ ظالمٌ مشبهٌ لهؤلاء المعاندين الذين كذَّبوه، وطلبوا من الآيات الاقتراحيَّة ما هو أضرُّ شيء عليهم، وليس لهم فيها مصلحةٌ؛ لأنَّهم إن كان قصدُهم معرفةَ الحقِّ إذا تبيَّن دليلُه؛ فقد تبيَّن دليلُه بدونها، وإن كان قصدُهم التعجيزَ وإقامة العذر لأنفسهم إن لم يأتِ بما طَلَبوا؛ فإنَّهم بهذه الحالة على فرض إتيان ما طلبوا من الآيات لا يؤمنون قطعاً؛ فلو جاءتهم كلُّ آيةٍ لا يؤمنون حتى يروا العذابَ الأليم، ولهذا قال الله عنهم: {فَلْيَأتِنا بآية كما أرْسِلَ الأولون}؛ أي: كناقة صالح وعصا موسى ونحو ذلك.
5. Yüce Allah, yalanlayıcıların Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem hakkında ve getirdiği Kur’an-ı Kerim’e dair söyledikleri yalanları, hakkında neler uydurduklarını ve çeşitli batıl sözlerini söz konusu etmektedir. Onlar bazen Kur'ân hakkında: “anlamsız rüyalardır”, uykuda olup da ne söylediğini bilmeyen ve rüyasında saçmalayan bir kimsenin sözü gibidir, derken kimi zaman da “onu kendisi uydurmuştur”, demişler; bir başka sefer de “o, bir şairdir”, söylediği de bir şiirdir, demişlerdir. Allah Rasûlünün durumunu gerçek şekliyle asgari seviyede bilip onun getirdiğini tetkik eden bir kimse, en ufak bir şüphe söz konusu olmaksızın onun bu getirdiğinin en üstün ve en yüce söz olduğuna, Allah tarafından gönderildiğine, hiçbir insan tarafından kısmen dahi benzerinin ortaya konulamayacağına kesin olarak inanır. Nitekim Yüce Allah, düşmanlarına bu hususta meydan okumuş ve onun benzerini ortaya koymalarını istemiştir. Onların da Kur’an’ın benzerini ortaya koymalarını gerektiren sebepler ve ona karşı duydukları bir düşmanlık vardı ama hiçbir şekilde ona karşı çıkıp benzeri bir söz meydana getirmeye güçleri yetmedi. Onlar da bunu biliyorlardı. Yoksa onları hop kaldırıp hop oturtan, yataklarında rahatlarını bozan, ne söylediklerini bilemez hale getiren ne idi? Karşısında hiçbir şeyin direnemediği haktan başkası mıydı? Onların Kur'ân hakkında bu sözleri söylemelerinin tek sebebi, ona kendileri iman etmedikleri gibi onu yakından tanımayan kimseleri de ondan uzaklaştırma arzularıydı. Halbuki Kur’an-ı Kerim, Allah Rasûlünün getirdiğinin doğruluğuna, onun söylediklerinin gerçek olduğuna en büyük delil teşkil eden ve ebedi olan en büyük mucizedir. Kur’an-ı Kerim, mucize olarak yeterlidir ve tatmin edicidir. Onun dışında bir delil isteyen yahut onun dışında herhangi bir mucize gösterilmesini teklif eden kimse, şüphesiz cahildir, zalimdir, onu yalanlayan ve teklif ettikleri birtakım mucizelerin gösterilmesini isteyen bu inatçılara benzemektedir. Halbuki bu, onlar için çok tehlikeli bir şeydi ve böyle bir teklifte bulunmalarının kendilerine sağlayacağı bir fayda da yoktu. Çünkü eğer maksatları, delili ile ortaya çıkması halinde hakkı bilmek ise işte onların istedikleri mucizeler olmaksızın da hakkın delili apaçık ortadadır. Eğer maksatları hakkı öğrenmek değil de karşılarındakini aciz bırakmak ve istediklerini getirmediği için iman etmemekte kendilerinin mazur olduğunu ileri sürmek ise hiç şüphesiz istedikleri mucizeler gösterilse dahi yine de iman etmeyeceklerdir. “Doğrusu… onlara her türlü âyet/mucize gelse bile acıklı azabı görene kadar iman etmezler.” (Yunus, 10/96-97) Bundan dolayı Yüce Allah onların: “bize öncekilere gönderilenlere benzer” Salih’in dişi devesi, Mûsâ’nın asası vb. gibi “bir mucize getirsin, bakalım” dediklerini nakletmektedir.
#
{6} قال الله: {ما آمنتْ قبلَهم من قريةٍ أهْلَكْناها}؛ أي: بهذه الآيات المقترحة، وإنَّما سنَّتُه تقتضي أنَّ من طَلَبها، ثم حَصَلَتْ له، فلم يؤمن؛ أنْ يعاجِلَه بالعقوبة؛ فالأوَّلون ما آمنوا بها، أفيؤمنُ هؤلاء بها؟! ما الذي فضَّلهم على أولئك؟! وما الخير الذي فيهم يقتضي الإيمان عند وجودها؟! وهذا الاستفهام بمعنى النفي؛ أي: لا يكونُ ذلك منهم أبداً.
6. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: “Onlardan önce helâk ettiğimiz hiçbir ülke halkı imana gelmemişti.” Yani onlar, kendi teklif ettikleri ve gösterilmesini istedikleri mucizeleri görmelerine rağmen iman etmemişlerdi. Yüce Allah’ın bu husustaki sünneti/kanunu ise şudur: Birtakım mucizeler gösterilmesini isteyip de onları gördükten sonra iman etmeyenler dünyada helâk edilip cezalandırılırlar. İşte daha öncekiler bunlara iman etmemişlerdi. Peki, kendileri bu teklif ettikleri mucizeleri görünce iman edecekler mi? Bunları kendilerinden öncekilere üstün kılan ne? Bunların hayırlı oluşları nerden gelmektedir ki bu mucizeler ortaya çıktığı takdirde iman etmelerini gerektirsin? Bu soru olumsuz anlam içermektedir, yani onlar da kesinlikle iman etmeyeceklerdir.
Ayet: 7 - 9 #
{وَمَا أَرْسَلْنَا قَبْلَكَ إِلَّا رِجَالًا نُوحِي إِلَيْهِمْ فَاسْأَلُوا أَهْلَ الذِّكْرِ إِنْ كُنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ (7) وَمَا جَعَلْنَاهُمْ جَسَدًا لَا يَأْكُلُونَ الطَّعَامَ وَمَا كَانُوا خَالِدِينَ (8) ثُمَّ صَدَقْنَاهُمُ الْوَعْدَ فَأَنْجَيْنَاهُمْ وَمَنْ نَشَاءُ وَأَهْلَكْنَا الْمُسْرِفِينَ (9)}.
7- Senden önce (peygamber olarak) gönderdiklerimiz, kendilerine vahyettiğimiz birtakım erkeklerden başkası değildi. Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun 8- Onları yemek yemeyen birer ceset kılmadık ve onlar ebedi de değildiler. 9- Sonra onlara verdiğimiz sözümüzü yerine getirip onları ve dilediğimiz kimseleri kurtardık, haddi aşanları da helâk ettik.
#
{7 ـ 9} هذا جوابٌ لِشُبَه المكذِّبين للرسول القائلين: هلاَّ كان مَلَكاً لا يحتاجُ إلى طعام وشراب وتصرُّف في الأسواق! وهلاَّ كان خالداً! فإذا لم يكن كذلك؛ دلَّ على أنه ليس برسول! وهذه الشُّبه ما زالت في قلوب المكذِّبين للرسل، تشابهوا في الكفر؛ فتشابهت أقوالهم؛ فأجاب تعالى عن هذه الشُّبه، لهؤلاء المكذِّبين للرسول، المُقِرِّين بإثبات الرُّسل قبله، ولو لم يكنْ إلاَّ إبراهيم عليه السلام، الذي قد أقرَّ بنبوَّته جميع الطوائف، والمشركون يزعمون أنَّهم على دينِهِ وملَّته؛ بأنَّ الرُّسل قبل محمدٍ - صلى الله عليه وسلم - كلَّهم من البشر الذين يأكلون الطعام ويمشون في الأسواق، وتطرأ عليهم العوارضُ البشرية من الموت وغيره، وأنَّ الله أرسلهم إلى قومهم وأممهم، فصدَّقهم مَن صدَّقهم، وكذَّبهم مَن كذَّبهم، وأنَّ الله صَدَقَهم ما وَعَدَهم به من النجاة والسعادة لهم ولأتباعهم، وأهلك المسرفين المكذِّبين لهم؛ فما بال محمد - صلى الله عليه وسلم - تُقام الشُّبه الباطلة على إنكار رسالته، وهي موجودةٌ في إخوانه المرسلين، الذين يقرُّ بهم المكذِّبون لمحمد؟! فهذا إلزامٌ لهم في غاية الوضوح، وأنَّهم إن أقرُّوا برسول من البشر، ولن يقرُّوا برسول من غير البشرِ، أنَّ شبههم باطلةٌ، قد أبطلوها هم بإقرارهم بفسادها وتناقُضِهم بها. فلو قُدِّرَ انتقالُهم هذا إلى إنكار نبوَّة البشر رأساً، وأنَّه لا يكون نبيٌّ إنْ لم يكن مَلَكاً مخلَّداً لا يأكلُ الطعام؛ فقد أجاب الله عن هذه الشبهة بقوله: {وقالوا لولا أنزِلَ عليه مَلَكٌ ولو أنزَلْنا مَلَكاً لقضي الأمر ثم لا يُنظَرونَ. ولو جَعَلْناه مَلَكاً لجعلناهُ رَجُلاً ولَلَبَسْنا عليهم ما يَلْبِسونَ}، وأنَّ البشر لا طاقة لهم بتلقِّي الوحي من الملائكة، {قل لو كانَ في الأرض ملائكةٌ يمشون مطمئنِّينَ لَنَزَّلْنا عليهم من السماءِ مَلَكاً رسولاً}؛ فإن حصل معكم شكٌّ وعدم علم بحالة الرسل المتقدِّمين؛ فاسألوا أهل الذِّكر من الكتب السالفة؛ كأهل التوراة والإنجيل؛ يخبرونَكم بما عندَهم من العلم، وأنَّهم كلَّهم بشرٌ من جنس المرسَل إليهم. وهذه الآية وإنْ كان سبُبها خاصًّا بالسؤال عن حالة الرسل المتقدِّمين من أهل الذكر، وهم أهل العلم؛ فإنَّها عامَّة في كلِّ مسألة من مسائل الدين أصوله وفروعه إذا لم يكنْ عند الإنسان علمٌ منها أنْ يسألَ من يَعْلَمُها؛ ففيه الأمر بالتعلُّم والسؤال لأهل العلم، ولم يؤمر بسؤالِهِم إلاَّ لأنَّه يجبُ عليهم التعليم والإجابة عما علموه. وفي تخصيص السؤال بأهل الذِّكر والعلم نهيٌ عن سؤال المعروف بالجهل وعدم العلم، ونهي له أن يتصدَّى لذلك. وفي هذه الآية دليلٌ على أن النساء ليس منهنَّ نبيَّة؛ لا مريم ولا غيرها؛ لقوله: {إلاَّ رجالاً}.
7-9. Bu buyruk, şu sözleriyle son peygamberi yalanlayan kişilerin şüphelerine bir cevaptır: “O niye yemeye, içmeye, pazarlarda gezip dolaşarak alış-veriş yapmaya ihtiyacı olmayan bir melek değildir? Niçin ebedi bir hayatı yok? Onun böyle olmayışı peygamber olmadığının delilidir.” Bu gibi şüpheler peygamberleri yalanlayanların kalplerinde hep var olagelmiştir. Onlar küfürleriyle birbirlerine benzedikleri gibi sözleri de birbirlerine benzemiştir. Şanı Yüce Allah, kendisinden önceki rasûlleri -velev ki peygamber olduğunu bütün kesimlerin kabul ettiği ve müşriklerin de kendilerinin onun dini üzerine olduklarını iddia ettikleri İbrahim aleyhisselam’ın dışındaki bir peygamber bulunmasaydı bile- kabul ettikleri halde son peygamberi yalanlayan bu gibilerin şüphelerine cevap vermektedir. Şöyle ki Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’den önce gelmiş bütün peygamberler insan idiler. Yerler, içerler, çarşı-pazarlarda gezer, dolaşırlardı. Ölüm ve buna benzer bütün insanlar hakkında söz konusu olan çeşitli olaylar, onlar için de söz konusu idi. Yüce Allah, bu peygamberleri kendi kavimlerine, ümmetlerine göndermiş ve onları tasdik edenler etmiş, yalanlayanlar da yalanlamıştır. Şanı Yüce Allah da onlara vaat etmiş olduğu kurtuluş ve hem onların hem de onlara uyanların bahtiyar olacağına dair sözünü yerine getirmiş, haddi aşıp onları yalanlayan kimseleri de helâk etmiştir. Peki, ne diye Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in risaletini inkâr etmek için aslı astarı olmayan şüpheler ileri sürülmektedir? Oysa bu şüpheler, onun diğer peygamber kardeşleri hakkında da söz konusudur. Ama onlar, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i yalanlarken önceki peygamberlerin peygamberliğini kabul etmektedirler. Bu, gâyet açık ve susturucu bir delildir. Zira onlar, insanlardan birisinin peygamber olduğunu kabul edip de yine insanlardan bir başka peygamberi kabul etmiyorlarsa o takdirde bu şüpheleri tutarsızdır. Zaten bizzat kendileri de bu şüphelerinin tutarsız olduğunu kabul etmekle ve bu konuda çelişkiye düşmekle delil diye ileri sürdükleri şüphelerini de çürütmüş olmaktadırlar. ğer onların insanlar arasından herhangi bir peygamberin gelmesini inkâr ettiklerini, ebedi ve yemek yemeyen bir melek dışında hiçbir insanın peygamber olamayacağını söyleyecek noktaya geldiklerini kabul etsek dahi Yüce Allah, onların bu türden şüphelerini de ele almış ve şu buyruğuyla da bunu cevaplandırmıştır: “Ona ne diye bir melek indirilmedi, dediler. Eğer biz bir melek indirseydik, her halde iş bitirilmiş olurdu ve sonra kendilerine mühlet de verilmezdi. Eğer onu bir melek yapsaydık onu elbette bir adam yapardık ve onları düşmekte oldukları şüpheye yine düşürürdük.” (el-En’am, 6/8-9) Diğer taraftan insanların meleklerden vahiy telakki etmeye güçleri de yoktur: “De ki: Şâyet yeryüzünde yerleşmiş, yürüyen melekler olsaydı, biz onlara gökten melek bir peygamber gönderirdik.” (el-İsrâ, 17/95) Eğer sizin daha önce gönderilmiş peygamberlerin durumu ile ilgili bir şüpheniz varsa, bilginiz söz konusu değilse o takdirde “zikir ehline sorun.” Önceki kitapları bilenlere sorun. Kendilerine Tevrat ve İncil verilmiş kimseler gibi. Bunlar sahip oldukları bilgiye göre size haber verecekler ve gönderilmiş bütün peygamberlerin, kendilerine gönderilmiş kimseler türünden birer insan olduklarını söyleyeceklerdir. Bu âyet-i kerime her ne kadar daha önce gönderilmiş peygamberlerin durumunun zikir ehline -ki bunlar ilim ehli kimseler demektir- sorulması hakkında özel bir sebebe bağlı ise de dinin, usulü ve fürûu ile ilgili olup da insanın hakkında bilgi sahibi olmadığı her bir mesele buna dahildir, onlar da onu bilen kimseye sorulmalıdır. O halde bu buyrukta ilim öğrenmek ve ilim ehline soru sormak emri vardır. Onlara soru sorma emrinin verilmesinin tek sebebi, ilim sahiplerinin bildiklerini öğretmekle ve bildikleri hakkında cevap vermekle yükümlü olduklarından dolayıdır. Bu buyrukta zikir/ilim ehline soru sormak, özellikle söz konusu edilmekte ve böylelikle bilgi sahibi olmadığı bilinen kimselere soru sormak yasaklandığı gibi böyle bir kimsenin bu işe kalkışması da yasaklanmaktadır. Yine bu âyet-i kerimede kadınlar arasından peygamber gönderilmediğine, Meryem’in de bir başkasının da peygamber olmadığına delil vardır. Çünkü Yüce Allah: “Senden önce (peygamber olarak) gönderdiklerimiz, kendilerine vahyettiğimiz birtakım erkeklerden başkası değildi” buyurmaktadır.
Ayet: 10 #
{لَقَدْ أَنْزَلْنَا إِلَيْكُمْ كِتَابًا فِيهِ ذِكْرُكُمْ أَفَلَا تَعْقِلُونَ (10)}.
10- Andolsun ki size, sizin için bir öğüt/şeref kaynağı olan bir Kitap indirdik. Hâla aklınızı kullanmayacak mısınız?
#
{10} أي: {لقد أنزلنا إليكم}: أيُّها المرسل إليهم محمد بن عبد الله بن عبد المطلب {كتاباً}: جليلاً وقرآناً مبيناً. {فيه ذِكْرُكُم}؛ أي: شرفكم وفخركم وارتفاعكم: إن تذكَّرتم به ما فيه من الأخبار الصَّادقة فاعتقدتمُوها، وامتثَلْتُم ما فيه من الأوامر، واجتنبتم ما فيه من النواهي؛ ارتفع قدرُكم وعظُم أمركم. {أفلا تعقِلونَ}: ما ينفعكم وما يضرُّكم؛ كيف لا تعملون على ما فيه ذكرُكم وشرفُكم في الدنيا والآخرة؟! فلو كان لكم عقلٌ؛ لسلكتُم هذا السبيل، فلما لم تسلكوه وسلكتُم غيره من الطُّرق التي فيها ضَعَتُكم وخِسَّتُكم في الدنيا والآخرة وشقاوتُكم فيهما؛ عُلم أنه ليس لكم معقولٌ صحيحٌ ولا رأيٌ رجيحٌ. وهذه الآية مصداقها ما وقع؛ فإنَّ المؤمنين بالرسول والذين تذكَّروا بالقرآن من الصحابة فَمَنْ بعدَهم؛ حصل لهم من الرِّفعة والعلوِّ الباهر والصيت العظيم والشرف على الملوك ما هو أمرٌ معلومٌ لكلِّ أحدٍ؛ كما أنه معلومٌ ما حصل لمن لم يَرْفَعْ بهذا القرآن رأساً، ولم يهتدِ به ويتزكَّى به من المقتِ والضَّعَةِ والتَّدْسِيَة والشقاوةِ؛ فلا سبيل إلى سعادة الدُّنيا والآخرة إلاَّ بالتذكُّر بهذا الكتاب.
10. Ey kendilerine Abdulmuttalib’in oğlu, Abdullah’ın oğlu Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in peygamber olarak gönderilmiş olduğu kimseler! Biz sizlere gerçekten değeri üstün ve apaçık bir Kur’an olan “sizin için öğüt/şeref kaynağı olan bir Kitap indirdik.” Bu Kitap sizin için bir şeref ve övünç kaynağıdır. Sizin yücelip yükselmenize sebeptir. Ancak bu, ondan gereken öğüt ve ibreti almanız, ihtiva ettiği doğru haberlere inanıp emirlerini yerine getirmeniz ve yasaklarından kaçınmanız şartıyladır. O vakit kadriniz yükselir, şanınız büyür. “Hâla aklınızı kullanmayacak mısınız?” Size neyin faydalı, neyin zararlı olduğunu akledip kavramaz mısınız? Niçin sizin için şan ve şeref kaynağı olan, dünya ve âhirette şanınızı yücelten bu Kitabın kadrini bilmiyorsunuz? Eğer gerçekten aklınız bulunsaydı siz bu yolu izlerdiniz. Bu yolu izlemeyip sizin zayi olmanıza, dünya ve âhirette değerinizin alçalmasına, her ikisinde de bedbaht olmanıza sebep teşkil eden yolları izlediğinize göre siz, sağlıklı bir şekilde aklınızı kullanan ve doğru bir görüş sahibi olan kimseler olamazsınız. iilen meydana gelen olaylar, bu âyet-i kerimenin doğrulamaktadır. Zira Peygamber’e iman eden, Kur’an-ı Kerim ile gereği gibi öğüt alan ashab-ı kiram ve onlardan sonra gelenler, öyle bir göz kamaştırıcı yüceliğe, öyle büyük bir şan ve şerefe, hükümdarlara üstünlük sağlayacak noktaya ulaştılar ki bu, herkes tarafından bilinen bir husustur. Diğer taraftan bu Kur’an-ı Kerim’e hiç önem vermeyen, onun hidâyetini kabul etmeyen, onunla arınıp temizlenmeyen kimselerin ne derece gazaba, zayi oluşa, horluğa ve bedbahtlığa mahkum oldukları da bilinen bir husustur. O nedenle bu Kitaptan gerektiği şekilde öğüt ve ibret alınmadığı sürece dünya ve âhirette mutlu olmaya imkân yoktur.
Ayet: 11 - 15 #
{وَكَمْ قَصَمْنَا مِنْ قَرْيَةٍ كَانَتْ ظَالِمَةً وَأَنْشَأْنَا بَعْدَهَا قَوْمًا آخَرِينَ (11) فَلَمَّا أَحَسُّوا بَأْسَنَا إِذَا هُمْ مِنْهَا يَرْكُضُونَ (12) لَا تَرْكُضُوا وَارْجِعُوا إِلَى مَا أُتْرِفْتُمْ فِيهِ وَمَسَاكِنِكُمْ لَعَلَّكُمْ تُسْأَلُونَ (13) قَالُوا يَاوَيْلَنَا إِنَّا كُنَّا ظَالِمِينَ (14) فَمَا زَالَتْ تِلْكَ دَعْوَاهُمْ حَتَّى جَعَلْنَاهُمْ حَصِيدًا خَامِدِينَ (15)}.
11- (Halkı) zalim olan nice ülkeleri helâk ettik ve onlardan sonra başka kavimler yarattık. 12- Onlar azabımızın geldiğini görür görmez hızlıca yurtlarından kaçmaya başlıyorlardı. 13- “Kaçmayın, içinde bulunduğunuz refaha ve evlerinize dönün. Çünkü siz sorguya çekileceksiniz.” 14- Onlar: “Yazıklar olsun bize, çünkü biz gerçekten zalimdik” dediler. 15- Biz, onları biçilmiş bir ekin, alevi sönmüş bir ateş haline getirinceye kadar da feryatları bu oldu.
#
{11} يقول تعالى محذِّراً لهؤلاء الظَّالمين المكذِّبين للرسول بما فعل بالأمم المكذِّبة لغيره من الرسل: {وكم قَصَمْنا} أي: أهلكنا بعذابٍ مستأصل {من قريةٍ}: تَلِفَتْ عن آخرها، {وأنشأنا بعدَها قوماً آخرين}.
11. Yüce Allah, Peygamber’i yalanlayan bu zalimleri, önceki peygamberleri yalanlayan diğer ümmetlere neler yaptığını bildirerek sakındırmak üzere şöyle buyurmaktadır: (Halkı) zalim olan nice ülkeleri” kökten imha eden bir azap ile “helâk ettik” onlardan tek bir kimse kalmamak üzere hepsini mahvettik. “Ve onlardan sonra başka kavimler yarattık.”
#
{12 ـ 13} وإنَّ هؤلاء المهلَكين لما أحسُّوا بعذاب الله وعقابه وباشرهم نزولُه؛ لم يمكنْ لهم الرجوعُ، ولا طريق لهم إلى النزوع، وإنَّما ضربوا الأرض بأرجلهم ندماً وقلقاً وتحسُّراً على ما فعلوا، فقيل لهم على وجه التهكُّم بهم: {لا تركُضوا وارجِعوا إلى ما أتْرِفْتُم فيه ومساكِنِكم لعلَّكم تُسألونَ}؛ أي: لا يفيدكم الركض والندم، ولكن؛ إنْ كان لكم اقتدارٌ؛ فارجعوا إلى ما أُتْرِفْتُم فيه من اللذَّات والمشتَهَيات ومساكِنِكم المزخرفات ودُنياكم التي غرَّتكم وألهتكم حتى جاءكم أمر الله؛ فكونوا فيها متمكِّنين، وللذَّاتها جانين، وفي منازلكم مطمئنِّين معظَّمين؛ لعلَّكم أن تكونوا مقصودين في أموركم كما كنتُم سابقاً مسؤولين من مطالب الدُّنيا كحالتكم الأولى، وهيهات!
12-13. İşte bu helâk edilenlerin, Allah’ın azabını ve cezasını fark edip fiilen üzerlerine geldiğini gördüklerinde geriye dönme imkânları kalmadığı gibi tutturdukları yoldan vazgeçme imkânları da yoktu. Bu sefer pişmanlıklarından ve tedirginliklerinden dolayı ayaklarını yere vurarak tepinmekten ve kaçışmaktan başka bir şey yapamadılar. Onlara alay yollu şöyle denildi: Tepinmenin, kaçışıp durmanın ve pişmanlığın size faydası olmayacaktır, ama eğer gücünüz yetiyorsa haydi daha önce zevkini, sefasını sürdüğünüz lezzetlere, arzu ve isteklerinize, gösterişli meskenlerinize, Allah’ın emri gelinceye kadar sizleri oyalayıp duran ve aldatan o dünyanıza geri dönün. Oradaki iktidarınıza devam edin, zevk ve sefanızı sürün. Evlerinizde rahat ve huzur içerisinde ve sizlere saygı gösterilir halde kalmaya devam edin. Belki de önceden olduğunuz gibi çeşitli işleriniz için yanınıza gelenler, dünyalık ihtiyaçlarını karşılamak için sizlerden bir şeyler isteyenler olur.
#
{14} أين الوصول إلى هذا وقد فات الوقت، وحلَّ بهم العقاب والمقت، وذهب عنهم عزُّهم وشرفُهم ودنياهم، وحضرهم ندمُهم وتحسُّرهم؟! ولهذا {قالوا يا وَيْلَنا إنَّا كنَّا ظالمين}.
14. Ama heyhat, önceki hale dönüş ne mümkün! Çünkü vakit geçmiş, ilâhi azap ve gazap tepelerine inmiş, güç ve kuvvetlerini kaybetmiş, şerefleri ve dünyaları elden gitmiş, pişmanlıkları üzerlerine çökmüş olacaktır. O bakımdan onlar: “Yazıklar olsun bize! Çünkü biz gerçekten zalimdik, dediler.”
#
{15} {فما زالتْ تلك دَعْواهم}؛ أي: الدعاء بالويل والثبور والندم والإقرار على أنفسِهِم بالظُّلم وأنَّ الله عادلٌ فيما أحلَّ بهم، {حتى جَعَلْناهم حصيداً خامدينَ}؛ أي: بمنزلة النبات الذي قد حُصِدَ وأنيم؛ قد خمدت منهم الحركاتُ، وسكنتْ منهم الأصواتُ؛ فاحذروا أيُّها المخاطَبون، أن تستمرُّوا على تكذيب أشرف الرُّسل، فيحلَّ بكم كما حلَّ بأولئك.
15. “Biz, onları biçilmiş bir ekin, alevi sönmüş bir ateş haline getirinceye kadar feryatları bu oldu.” Yani onlar, biçilmiş ve üstüste yığılmış bir ekin haline gelinceye, hareketsiz kalıp sesleri sedaları kesilinceye kadar bu şekilde beddua etmeye devam ettiler. Pişmanlıklarını ifade ettiler, kendilerinin zalim olduklarını ikrar edip Yüce Allah’ın başlarına getirdiği bu azapta adaletli olduğunu kabul ettiler. Ey bu buyruklara muhatap olanlar! Sakın peygamberlerin en şereflisi olanı yalanlamaya devam etmeyin. Yoksa öncekilerin başına gelenlerin bir benzeri, sizin de başınıza da gelebilir.
Ayet: 16 - 17 #
{وَمَا خَلَقْنَا السَّمَاءَ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا لَاعِبِينَ (16) لَوْ أَرَدْنَا أَنْ نَتَّخِذَ لَهْوًا لَاتَّخَذْنَاهُ مِنْ لَدُنَّا إِنْ كُنَّا فَاعِلِينَ (17)}.
16- Biz gökleri, yeri ve aralarında olanları oyun olsun diye yaratmadık. 17- Eğer biz, bir eğlence edinmek isteseydik, elbette onu kendi katımızdan edinirdik. Ama biz bunu yapmayız.
#
{16} يخبر تعالى أنه ما خلق السماواتِ والأرضَ عَبَثاً ولا لَعِباً من غير فائدة، بل خلقها بالحقِّ وللحقِّ؛ ليستدلَّ بها العبادُ على أنَّه الخالق العظيم، المدبِّر الحكيم، الرحمن الرحيم، الذي له الكمالُ كلُّه والحمدُ كلُّه والعزَّةُ كلُّها، الصادق في قيله، الصادقةُ رسلُه فيما تخبر عنه، وأنه القادر على خلقِهما مع سَعَتِهِما وعِظَمِهِما، قادرٌ على إعادة الأجساد بعد موتها؛ ليجازي المحسنُ بإحسانه، والمسيء بإساءته.
16. Şanı Yüce Allah, gökleri ve yeri boş yere, amaçsız ve oyun olsun diye yaratmadığını haber vermektedir. Aksine O, bunları hak ile ve hak için yaratmıştır. Her şeyi büyük bir hikmetle idare eden, Rahman ve Rahim, bütün kemal, bütün hamd ve bütün izzet yalnız kendisinin olan o yaratıcının varlığına delil olsunlar diye ve şunları anlasınlar diye yaratmıştır: O, söylediklerinde doğru söyleyendir, peygamberleri de onun hakkında ne haber vermişlerse doğrudur. Bu gökleri ve yeri, genişlik ve büyüklüklerine rağmen yaratmaya kadir olan elbette ki öldükten sonra insanların cesetlerini -iyilik yapan kimseye iyilikle mükâfat vermesi, kötülük yapanı da cezalandırması için- diriltmeye kadirdir.
#
{17} {لو أردْنا أن نَتَّخِذَ لهواً}: على الفرض والتقدير المُحال؛ {لاتَّخذناه من لَدُنَّا}؛ أي: من عندنا، {إن كنَّا فاعلين}: ولم نطلِعكْم على ما فيه عبثٌ ولهوٌ؛ لأنَّ ذلك نقصٌ ومَثَلُ سَوْءٍ لا نحبُّ أن نرِيَه إياكم؛ فالسماوات والأرض اللذان بمرأى منكم على الدوام لا يمكنُ أن يكون القصدُ منهما العبثُ واللهو؛ كلُّ هذا تنزُّل مع العقول الصغيرة وإقناعها بجميع الوجوه المقنعة؛ فسبحان الحليم الرحيم الحكيم في تنزيله الأشياء منازلها.
17. İmkansız bir şeyi var sayarak faraza “eğer Biz bir eğlence edinmek isteseydik elbette onu kendi katımızdan” yanımızdan “edinirdik. Ama biz bunu yapmayız.” Sizleri de böyle bir işteki abes ve boş şeye muttali kılmazdık. Çünkü böyle bir işi yapmak bir eksikliktir, kötü bir örnektir. Size böyle bir şeyi yaptığımızı da göstermek istemezdik. O nedenle sürekli olarak gözlerinizin önünde bulunan göklerin ve yerin yaratılışından maksadın oyun ve eğlence olmasına imkân yoktur. Bütün bu açıklamalar, küçük akıllara uygun ifadeler kullanarak bir nevi onların seviyesine inme ve ikna edici bütün yollarla onları ikna etme amacına yöneliktir. Her şeyi yerli yerince koymakta hikmeti sonsuz Hakim, rahmeti sonsuz Rahim, insanları affedip bağışlaması sonsuz olan Halim Zat’ı her türlü eksiklikten tenzih ederiz.
Ayet: 18 - 20 #
{بَلْ نَقْذِفُ بِالْحَقِّ عَلَى الْبَاطِلِ فَيَدْمَغُهُ فَإِذَا هُوَ زَاهِقٌ وَلَكُمُ الْوَيْلُ مِمَّا تَصِفُونَ (18) وَلَهُ مَنْ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَنْ عِنْدَهُ لَا يَسْتَكْبِرُونَ عَنْ عِبَادَتِهِ وَلَا يَسْتَحْسِرُونَ (19) يُسَبِّحُونَ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ لَا يَفْتُرُونَ (20)}.
18- Aksine biz, hakkı batılın üzerine bırakırız da o, onu darmadağın eder. Bir de bakarsın ki batıl yok olup gitmiş. (Allah hakkındaki) nitelendirmelerinizden ötürü yazıklar olsun size! 19- Göklerde ve yerde kim varsa O’nundur. O’nun katında olanlar da O’na ibadetten ne büyüklenip yüz çevirirler ne de usanırlar. 20- Gece ve gündüz aralıksız tesbih ederler.
#
{18} يخبر تعالى أنه تكفَّل بإحقاق الحقِّ وإبطال الباطل، وإنْ كان باطلٌ قيلَ وجُودِلَ به؛ فإنَّ الله يُنْزِلُ من الحقِّ والعلم والبيان ما يدمغُه فيضمحلُّ ويتبيَّن لكلِّ أحدٍ بطلانُه. {فإذا هو زاهقٌ}؛ أي: مضمحلٌ فانٍ. وهذا عامٌّ في جميع المسائل الدينيَّة، لا يورِدُ مبطلٌ شبهةً عقليَّة ولا نقليَّة في إحقاق باطل أو ردِّ حقٍّ؛ إلاَّ وفي أدلَّة الله من القواطع العقليَّة والنقليَّة ما يذهِبُ ذلك القول الباطل ويقمعُه؛ فإذا هو متبيِّن بطلانُه لكلِّ أحدٍ. وهذا يتبيَّن باستقراء المسائل مسألة مسألة؛ فإنَّك تجدُها كذلك. ثم قال: ولكم أيُّها الواصفون الله بما لا يَليقُ به من اتِّخاذ الولد والصاحبة ومن الأنداد والشُّركاء حظُّكم من ذلك ونصيبكم، الذي تدرِكون به الويل والنَّدامة والخُسران، ليس لكم مما قُلتم فائدةٌ، ولا يرجع عليكم بعائدة تؤمِّلونها، وتعملون لأجلها، وتسعَوْن في الوصول إليها؛ إلاَّ عكس مقصودكم، وهو الخيبة والحرمان.
18. Şanı Yüce Allah, hakkı ortaya koymayı batılı da iptal edip çürütmeyi teminatı altına aldığını haber vermektedir. Eğer batıl bir şey iddia edilecek ve onunla tartışılacak olsa bile Yüce Allah, onu darmadağın edecek ve böylelikle yok olmasını sağlayacak şekilde hakkı, ilmi ve beyanı indirir ve böylelikle herkes onun, batıl olduğunu açıkça anlar. “Bir de bakarsın ki batıl yok olup gitmiş.” Sonu gelir, biter, tükenir. Bu durum, bütün dini meselelerde geçerlidir. Batıl taraftarı herhangi bir kimse batılı hak yerine koymak veya hakkı reddetmek maksadı ile aklî ya da naklî herhangi bir şüpheyi gündeme getirecek olursa şüphesiz Yüce Allah’ın delilleri arasında bu batıl sözü ortadan kaldıracak ve onu silip süpürecek türden aklî ve naklî kat’i deliller bulunur. O takdirde batılın gerçek mahiyeti herkes tarafından da açıkça anlaşılır. Bu ise meselelerin tek tek ele alınıp incelenmesi ile ortaya çıkar. Hepsi incelenecek olursa durumun böyle olduğu görülür. aha sonra Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: Ey Yüce Allah’ı kendisine layık olmayan şekilde vasfederek evlat ve eş edindiğini, ortaklarının, O’na denk varlıkların bulunduğunu ileri süren kimseler, bu “nitelendirmelerinizden ötürü yazıklar olsun size” Sizin payınız ancak azap, pişmanlık ve hüsran olacaktır. Sizin söylediklerinizden herhangi bir fayda sağlamanız mümkün değildir. Umduğunuz, kendisini elde etmek için amel ettiğiniz, ulaşmak maksadı ile çabalayıp durduğunuz her ne varsa maksadınızın aksi ile karşılaşacaksınız ki o da mahrum kalmak ve hüsrana uğramaktır.
#
{19} ثم أخبر أنَّه له ملك السماواتِ والأرض وما بينهما؛ فالكل عبيده ومماليكه، فليس لأحدٍ منهم ملكٌ ولا قسطٌ من الملك ولا معاونةٌ عليه، ولا يشفعُ إلاَّ بإذن الله؛ فكيف يتَّخذ من هؤلاء آلهة؟! وكيف يُجعل لله منها ولد؟! فتعالى وتقدَّس المالك العظيم الذي خضعت له الرقاب، وذلَّت له الصعاب، وخشعت له الملائكة المقرَّبون، وأذعنوا له بالعبادة الدَّائمة المستمرة أجمعون؛ ولهذا قال: {ومن عنده}؛ أي: [من] الملائكة، {لا يَسْتَكْبِرونَ عن عبادتِهِ ولا يستحسرونَ}؛ أي: لا يملُّون، ولا يسأمون لشدَّة رغبتهم وكمال محبَّتهم وقوَّة أبدانهم.
19. Daha sonra Yüce Allah göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların mülkünün/egemenliğinin kendisinin olduğunu haber vermektedir. Hepsi O’nun kulları ve mülküdür. O yüzden hiç kimsenin mülke, hatta mülkün bir kısmına dahi sahip olması söz konusu değildir. Allah’a yardımcı olması da mümkün değildir. Allah’ın izni olmaksızın kimse şefaatçi de olamaz. Peki, bunlar arasından nasıl birtakım varlıklar ilâh edinilebilir ve nasıl olur da bunlardan birinin Allah’ın oğlu olduğu iddia edilebilir? O bundan yücedir, münezzehtir. O, her şeye malik olan yüce Zattır. Boyunlar O’nun önünde zillet ile eğilmiştir. O’nun için zor diye bir şey yoktur. Mukarreb melekler tevazu ile O’nun önünde eğilmişlerdir. Hepsi de sürekli ve kesintisiz ibadet ile O’na itaat ederler. Bundan dolayı Yüce Allah “O’nun katında olanlar” yani melekler “O’na ibadetten ne büyüklenip yüz çevirirler ne de usanırlar.” O’na ibadete aşırı istekleri, kemâl derecesindeki muhabbetleri ve bedenlerinin güçleri dolayısı ile bundan bıkmazlar, usanmazlar.
#
{20} {يسبِّحون الليل والنهار لا يفتُرون}؛ أي: مستغرِقين في العبادة والتسبيح في جميع أوقاتهم، فليس في أوقاتهم وقتٌ فارغٌ ولا خالٍ منها، وهم على كثرتِهِم بهذه الصفة. وفي هذا من بيان عظمتِهِ وجلالة سلطانِهِ وكمال علمِهِ وحكمته ما يوجبُ أن لا يُعْبَدَ إلاَّ هو، ولا تُصْرَفَ العبادةُ لغيره.
20. “Gece ve gündüz aralıksız tesbih ederler.” Yani onların bütün vakitleri Yüce Allah’a ibadet ve tesbih ile doludur. Vakitlerinde boş bir zaman yahut bu ibadetin olmadığı bir an dahi bulunmaz. Onlar, sayılarının çok olmasına rağmen hep böyledirler. Bu buyruk ile Yüce Allah’ın azameti, O’nun egemenliğinin yüceliği, ilim ve hikmetinin kemali beyan edilmektedir ki bütün bunlar, O’ndan başka hiçbir kimseye ibadet etmemeyi, ibadetin O’ndan başkasına yöneltilmemesini gerektirmektedir.
Ayet: 21 - 25 #
{أَمِ اتَّخَذُوا آلِهَةً مِنَ الْأَرْضِ هُمْ يُنْشِرُونَ (21) لَوْ كَانَ فِيهِمَا آلِهَةٌ إِلَّا اللَّهُ لَفَسَدَتَا فَسُبْحَانَ اللَّهِ رَبِّ الْعَرْشِ عَمَّا يَصِفُونَ (22) لَا يُسْأَلُ عَمَّا يَفْعَلُ وَهُمْ يُسْأَلُونَ (23) أَمِ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِهِ آلِهَةً قُلْ هَاتُوا بُرْهَانَكُمْ هَذَا ذِكْرُ مَنْ مَعِيَ وَذِكْرُ مَنْ قَبْلِي بَلْ أَكْثَرُهُمْ لَا يَعْلَمُونَ الْحَقَّ فَهُمْ مُعْرِضُونَ (24) وَمَا أَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ مِنْ رَسُولٍ إِلَّا نُوحِي إِلَيْهِ أَنَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا أَنَا فَاعْبُدُونِ (25)}.
21- Yoksa onlar yeryüzünden, birtakım ilâhlar edindiler de ölüleri onlar mı diriltecek? 22- Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka ilâhlar olsa idi, elbette ikisinin de düzeni bozulurdu. Arş’ın Rabbi olan Allah, onların nitelendirmelerinden münezzehtir. 23- O, yaptıklarından sorgulanamaz, ama onlar sorgulanacaklardır. 24- Yoksa O’ndan başka ilâhlar mı edindiler? De ki: “Delilinizi getirin. İşte benimle beraber olanların kitabı da benden öncekilerin kitabı da ortadadır.” Bilakis onların çoğu hakkı bilmezler, bundan ötürü de yüz çevirirler. 25- Senden önce gönderdiğimiz her bir peygambere mutlaka şunu vahyederdik: “Benden başka (hak) ilâh yoktur. O halde yalnız Bana ibadet edin.”
#
{21} لما بيَّن تعالى كمال اقتدارِهِ وعظمته وخضوع كلِّ شيءٍ له؛ أنكر على المشركين الذين اتَّخذوا من دون الله آلهةً من الأرض في غاية العجزِ وعدم القدرة. {هم يُنشِرون}: استفهام بمعنى النفي؛ أي: لا يقدرون على نشرِهِم وحشرِهِم؛ يفسِّرها قوله تعالى: {واتَّخذوا من دونِهِ آلهةً لا يخلُقون شيئاً وهُم يُخْلَقون. ولا يملِكونَ لأنفسِهِم نفعاً ولا ضَرًّا ولا موتاً ولا حياةً ولا نشوراً}، {واتَّخذوا من دون الله آلهةً لعلَّهم يُنصَرونَ. لا يستطيعونَ نصرَهم وهم لهم جندٌ محضَرون}.
21. Yüce Allah kudretinin ve azametinin kemalini, her şeyin kendisine boyun eğdiğini söz konusu ettikten sonra yeryüzünden Allah’ın dışında son derece aciz ve hiçbir şeye güç yetiremeyen birtakım ilâhlar edinen müşriklerin bu tutumlarını reddetmektedir. “Ölüleri onlar mı diriltecek?” olumsuz anlamda bir sorudur. Yani edindikleri bu ilâhlar, ölüleri herhangi bir şekilde diriltemezler, haşredemez, bir araya toplayamazlar. Bunu Yüce Allah’ın şu buyrukları açıklamaktadır: “Onlar, Allah’ın yanı sıra hiçbir şey yaratamayan, aksine kendileri yaratılmış olan ve kendi kendilerine bile bir zarar ve fayda veremeyen, öldürmeye, diriltmeye ve ölümden sonra tekrar can vermeye gücü yetmeyen ilâhlar edindiler.” (el-Furkan, 25/3); “Kendilerine yardım olunur ümidi ile ondan başka ilahlar edindiler. Onlar, onlara yardım edemezler aksine kendileri, onlar için hazır duran askerlerdir.” (Yâsîn, 36/74-75)
#
{22} فالمشرك يَعْبُدُ المخلوق الذي لا ينفع ولا يضرُّ، ويدعُ الإخلاص لله الذي له الكمالُ كلُّه وبيده الأمرُ والنفعُ والضرُّ، وهذا من عدم توفيقه وسوء حظِّه وتوفُّر جهله وشدَّة ظلمِهِ؛ فإنَّه لا يصلحُ الوجود إلاَّ على إله واحدٍ؛ كما أنَّه لم يوجد إلا بربٍّ واحد، ولهذا قال: {لو كان فيهما}؛ أي: في السماواتِ والأرض، {آلهةٌ إلاَّ الله لفسدتا}: في ذاتهما، وفَسَدَ مَنْ فيهما من المخلوقات. وبيانُ ذلك: أنَّ العالم العلويَّ والسفليَّ على ما يُرى في أكمل ما يكون من الصَّلاح والانتظام، الذي ما فيه خللٌ ولا عيبٌ ولا ممانعةٌ ولا معارضةٌ، فدلَّ ذلك على أن مدبِّره واحدٌ وربَّه واحدٌ وإلهه واحدٌ؛ فلو كان له مدبِّران وربَّان أو أكثر من ذلك؛ لاختلَّ نظامُه وتقوَّضت أركانُه؛ فإنهما يتمانعان ويتعارضان، وإذا أراد أحدُهما تدبير شيء وأراد الآخر عدمه؛ فإنَّه محالٌ وجود مرادهما معاً، ووجود مراد أحدِهِما دونَ الآخر يدلُّ على عَجْزِ الآخر وعدم اقتدارِهِ، واتفاقُهما على مرادٍ واحدٍ في جميع الأمور غيرُ ممكنٍ؛ فإذاً يتعيَّن أن القاهر الذي يوجدُ مرادُهُ وحدَه من غير ممانع ولا مدافع هو الله الواحد القهَّار، ولهذا ذكر الله دليل التمانع في قوله: {ما اتَّخَذَ اللهُ من ولدٍ وما كان معه من إلهٍ إذاً لَذَهَبَ كلُّ إلهٍ بما خَلَقَ ولَعَلا بعضُهم على بعض سبحانَ اللهِ عما يصفون}، ومنه على أحد التأويلين قوله تعالى: {قُل لو كانَ معه آلهةٌ كما يقولون إذاً لابْتَغَوا إلى ذي العرشِ سبيلاً. سبحانَهُ وتعالى عمَّا يقولونَ علوًّا كبيراً}؛ ولهذا قال هنا: {فسبحان الله}؛ أي: تنزَّه وتقدَّس عن كلِّ نقص لكماله وحده، {ربِّ العرشِ}: الذي هو سقف المخلوقات وأوسعها وأعظمها؛ فربوبيَّته ما دونَه من باب أولى، {عما يصِفونَ}؛ أي: الجاحدون الكافرون من اتِّخاذ الولد والصاحبة، وأن يكون له شريكٌ بوجهٍ من الوجوه.
22. Allah’a ortak koşanlar, hiçbir fayda sağlayamayan, hiçbir zararı önleyemeyen yaratılmışlara ibadet ederler ve bütün kemâl kendisinin olan, emir, fayda ve zarar kendi elinde bulunan Yüce Allah’a ihlâsla ibadeti terk ederler. Bu ise Allah’a ortak koşanların ilâhî tevfike mazhar olmayışlarından, bedbahtlıklarından, ileri derecedeki bilgisizliklerinden ve aşırı zulümlerinden dolayıdır. Hiç şüphesiz varlık aleminde nasıl ki bir ve tek Rab var ise aynı şekilde bir ve tek ilâh da yine O’dur. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, elbette ikisinin de” hem kendi yapılarında bulunan “düzeni” hem de onlarda bulunan bütün varlıkların düzeni “bozulurdu.” Bunu şöyle açıklayabiliriz: İster ulvi alem, ister sufli alem olsun görüldüğü gibi en mükemmel bir düzen ve bir uyum içerisindedir. Bunda herhangi bir dengesizlik, bir kusur, bir düzensizlik veya tutarsızlık söz konusu değildir. Bu ise bütün kainatın işlerini yönetenin bir ve tek, Rabbinin bir ve tek, ilâhının da bir ve tek olduğunun delilidir. Eğer iki ve daha fazla yönetici ve Rab bulunmuş olsa idi, bu kainatın düzeni bozulur, onu ayakta tutan esaslar yıkılır giderdi. Çünkü iki ve daha fazla olan bu ilâh ve yöneticilerin iradeleri çatışır, birbirlerine karşı çıkarlardı. Onlardan birisi bir şeyi idare edip ihtiyaçlarını karşılamak isterken, diğeri aksini isterdi. Her iki zıt iradenin de bir arada var olması imkânsız bir şeydir. Bunlardan birisinin iradesinin gerçekleşip ötekinin olmaması halinde ise bu durum, iradesi gerçekleşmeyenin aciz olduğuna ve muktedir olmadığına delildir. Bütün işlerde aynı husus etrafında ittifak etmeleri ise imkânsız bir şeydir. O halde tek başına herhangi bir kimsenin karşı koyması söz konusu olmaksızın maksadını var edebilen ve karşı koyabilecek durumdaki bütün güçleri emri altında tutan kimsenin, tek ilâh ve kahhâr olanın, Allah’tan başkası olamayacağı ortaya çıkmaktadır. Bundan dolayı Yüce Allah temanu’ delili diye bilinen bu delili şu buyruğunda da şöylece dile getirmektedir: “Allah hiçbir evlat edinmedi. O’nunla birlikte herhangi bir ilâh da yoktur. Eğer olsa idi o takdirde her bir ilâh yarattığını yanına alır, elbette kimisi kimisine üstünlük sağlardı. Allah onların niteleyegeldiklerinden münezzehtir.” (el-Müminûn, 23/91) Konu ile ilgili iki yorumdan birisine göre Yüce Allah’ın şu buyruğu da bu kabildendir: “De ki: Onların dedikleri gibi onunla beraber başka ilâhlar olsa idi elbette o zaman Arş sahibine (ulaşıp onu yenmek için) bir yol ararlardı. O, bunların söylediklerinden münezzehtir, pek yücedir, pek büyüktür.” (el-İsrâ, 17/42-43) Bundan dolayı Yüce Allah, bu âyet-i kerimede de şöyle burmaktadır: Bütün mahlukatın tavanı durumunda olup hepsinden geniş ve hepsinden büyük olan “Arşın Rabbi” -ki bunun dışındaki diğer bütün varlıkların Rabbi olması öncelikle söz konusudur- “onların nitelendirmelerinden münezzehtir.” O, tek başına kemâl sahibi olduğundan dolayı bütün eksikliklerden münezzehtir. O, inkârcı kâfirlerin ileri sürdüğü şekilde evlat ve eş edinmekten herhangi bir şekilde ortak edinmekten, yücedir, münezzehtir.
#
{23} {لا يُسْأَلْ عما يفعلُ}: لعظمته وعزَّته وكمال قدرتِهِ ؛ لا يقدرُ أحدٌ أن يمانعه أو يعارضه؛ لا بقول ولا بفعل، ولكمال حكمتِهِ ووضعه الأشياء مواضعها وإتقانها أحسن شيءٍ يقدِّره العقل؛ فلا يتوجَّه إليه سؤالٌ؛ لأنَّ خلقَه ليس فيه خللٌ ولا إخلالٌ. {وهم}؛ أي: المخلوقون كلهم، {يُسألونَ}: عن أفعالهم وأقوالهم؛ لعجزِهم وفقرِهم، ولكونِهم عبيداً، قد استحقَّت أفعالُهم وحركاتُهم؛ فليس لهم من التصرُّف والتدبير في أنفسهم ولا في غيرهم مثقال ذرَّة.
23. “O” azamet, izzet ve kudretinin kemalinden dolayı “yaptıklarından sorgulanamaz” Hiç kimse de O’na karşı koyamaz, karşı çıkamaz. Ne sözlü olarak ne de fiili olarak. Hikmetinin kemâli, her şeyi yerli yerine koyması, sağlam yapması, aklın güzel gördüğü her bir şeyi en güzel ve mükemmel şekilde yapması dolayısı ile O’na herhangi bir soru yöneltilemez. Çünkü O’nun yaratmasında herhangi bir dengesizlik ve tutarsızlık yoktur. “Ama onlar” yani bütün yaratılmışlar, yaptıkları ve söylediklerinden dolayı “sorgulanacaklardır.” Çünkü onlar acizdir, muhtaçtır ve Allah’ın kullarıdırlar. Onların fiilleri ve davranışları sorgulanmayı hak eder. Onların kendi öz nefislerinde olsun, başkalarında olsun zerre ağırlığı kadar dahi bir tasarrufları yoktur.
#
{24} ثم رجع إلى تهجين حال المشركين، وأنَّهم اتَّخذوا من دونه آلهةً؛ فقُلْ لهم موبِّخاً ومقرِّعاً: {أم اتَّخذوا من دونِهِ آلهةً قل هاتوا برهانَكم}؛ أي: حجَّتكم ودليلكم على صحَّة ما ذهبتُم إليه، ولن يجدوا لذلك سبيلاً، بل قد قامتِ الأدلة القطعيَّة على بطلانِهِ، ولهذا قال: {هذا ذكرُ مَن معيَ وذِكْرُ من قبلي}؛ أي: قد اتَّفقت الكتب والشرائع على صحَّة ما قلتُ لكم من إبطال الشرك؛ فهذا كتابُ الله الذي فيه ذِكْرُ كلِّ شيء بأدلَّته العقليَّة والنقليَّة، وهذه الكتب السابقة كلُّها براهينُ وأدلَّة لما قلتُ. ولمَّا عُلم أنَّهم قامت عليهم الحجَّة والبرهانُ على بطلان ما ذهبوا إليه؛ عُلم أنَّه لا برهان لهم؛ لأنَّ البرهان القاطع يُجزَمُ أنَّه لا معارض له، وإلاَّ؛ لم يكن قطعيًّا، وإن وُجِدَ معارضات؛ فإنَّها شُبَهٌ لا تغني من الحقِّ شيئاً. وقوله: {بل أكثرهُم لا يعلمون الحقَّ}؛ أي: وإنَّما أقاموا على ما هم عليه تقليداً لأسلافهم؛ يجادِلون بغير علم ولا هدىً، وليس عدمُ علمهم الحقَّ لخفائِهِ وغموضِهِ، وإنَّما ذلك لإعراضهم عنه، وإلاَّ؛ فلو التفتوا إليه أدنى التفاتٍ؛ تبيَّن لهم الحقُّ من الباطل تبيُّناً واضحاً جليًّا، ولهذا قال: {فهم معرضونَ}.
24. Daha sonra Yüce Allah, müşriklerin durumlarının çirkinliğini ve Allah’tan başka birtakım ilâhlar edindiklerini tekrar söz konusu ederek onları azarlamak ve yaptıklarının kötülüğünü başlarına kakmak üzere: “Yoksa O’ndan başka ilâhlar mı edindiler? De ki: Delilinizi getirin” buyurmaktadır. Yani yaptığınız işin ve kanaatlerinizin doğruluğuna dair belgeniz, deliliniz varsa ortaya koyun. Ancak bunu delillendirmeye asla imkanları olmayacaktır. Aksine onların ortak koşmalarının batıl olduğunun kat’i delilleri ortadadır. Bundan dolayı Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: “İşte benimle beraber olanların kitabı da benden öncekilerin kitabı da ortadadır.” Bütün kitaplar ve şeriatler, benim size söylemiş olduğum şirkin batıl olduğu gerçeğinin doğruluğunu ittifakla ortaya koymaktadır. İşte her şeyden aklî ve nakli deliller ile söz eden Allah’ın Kitabı! İşte daha önce indirilmiş olan bütün kitaplar, benim bu söylediklerimin belgeleridir, delilleridir. Onların izledikleri yolun batıl olduğuna dair onlara karşı kat’i delil ve belgelerin ortaya konulduğu açıkça anlaşıldığına göre onların kendi lehlerine ileri sürebilecekleri herhangi bir delilleri olmadığı da ortaya çıkmaktadır. Çünkü kat’i delil, kesinlikle ona karşı çıkabilecek bir delil bulunmayan delildir. Aksi takdirde kat’i olamaz. Eğer birtakım karşı çıkışlar bulunacak olsa dahi, bunlar hak adına hiçbir şey ifade edemeyen bazı şüphelerden öteye gidemezler. “Bilakis onların çoğu hakkı bilmezler.” Yani onlar, bu tutturdukları yolu geçmişlerini taklit ederek sürdürmektedirler. Yoksa herhangi bir bilgi ya da hidâyete sahip oldukları için tartışmıyorlar. Onların hakkı bilmeyişleri ise hakkın gizliliği ya da kapalılığından dolayı değildir. Bu, onların haktan yüz çevirmelerinden dolayıdır. Aksi takdirde onlar hakka asgari bir şekilde dahi durup bakacak olsalar, gâyet açık ve seçik bir şekilde hakkı batıldan ayırt edebileceklerdir. Bundan dolayı Yüce Allah: “Bundan ötürü de yüz yüz çevirirler” buyurmaktadır.
#
{25} ولما حول تعالى على ذكر المتقدِّمين، وأمر بالرجوع إليها في بيان هذه المسألة؛ بيَّنها أتمَّ تبيينٍ في قوله: {وما أرسَلْنا من قبلِكَ من رسول إلاَّ نوحي إليه أنَّه لا إله إلاَّ أنا فاعبدونِ}: فكلُّ الرسل الذين من قبلك مع كتبِهِم زُبْدَةُ رسالتِهِم وأصلُها الأمرُ بعبادةِ الله وحدَه لا شريك له وبيانُ أنَّه الإله الحقُّ المعبودُ وأنَّ عبادة ما سواه باطلةٌ.
25. Şanı Yüce Allah, öncekilerin kitabına atıfta bulunup bu meselenin açılığa kavuşturulması hususunda onlara başvurmayı emrettiğinden dolayı bu âyet-i kerimede de bu hususu en ileri derecede beyan etmektedir: “Senden önce gönderdiğimiz her bir peygambere mutlaka şunu vahyederdik: “Benden başka (hak) ilâh yoktur. O halde yalnız Bana ibadet edin.” Senden önceki bütün peygamberlerin risaletlerinin ve onlarla birlikte gönderilmiş kitapların özü ve esası, Yüce Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak üzere bir ve tek olarak ibadet etme emridir; O’nun hak mabud, yegane ilâh olduğunu, O’nun dışındaki varlıklara ibadet etmenin de batıl olduğunun bir açıklamasıdır.
Ayet: 26 - 29 #
{وَقَالُوا اتَّخَذَ الرَّحْمَنُ وَلَدًا سُبْحَانَهُ بَلْ عِبَادٌ مُكْرَمُونَ (26) لَا يَسْبِقُونَهُ بِالْقَوْلِ وَهُمْ بِأَمْرِهِ يَعْمَلُونَ (27) يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلَا يَشْفَعُونَ إِلَّا لِمَنِ ارْتَضَى وَهُمْ مِنْ خَشْيَتِهِ مُشْفِقُونَ (28) وَمَنْ يَقُلْ مِنْهُمْ إِنِّي إِلَهٌ مِنْ دُونِهِ فَذَلِكَ نَجْزِيهِ جَهَنَّمَ كَذَلِكَ نَجْزِي الظَّالِمِينَ (29)}.
26- “Rahman evlat edindi” dediler. O, bundan münezzehtir. Bilakis onlar, şerefli kullardır. 27- Sözleri ile O’nun önüne geçmezler. Onlar, O’nun emri gereğince iş görürler. 28- O, onların önündekini de arkalarındakini de bilir. O’nun razı olduğu kimselerden başkasına şefaat etmezler. Onlar O’nun korkusundan titrerler. 29- Onlardan kim: “Ben O’nun yanı sıra bir ilâhım” derse, Biz böylesini cehennemle cezalandırırız. İşte zalimleri böyle cezalandırırız.
#
{26} يخبر تعالى عن سفاهةِ المشركين المكذِّبين للرسول، وأنَّهم زعموا ـ قبَّحهم الله ـ أنَّ الله اتَّخذ ولداً، فقالوا: الملائكةُ بناتُ الله! تعالى الله عن قولهم، وأخبر عن وصفِ الملائكة بأنَّهم عبيدٌ مربوبون مدبَّرون، ليس لهم من الأمر شيءٌ، وإنَّما هم مُكْرَمونَ عند الله، قد ألزمهم الله، وصيَّرهم من عبيد كرامتِهِ ورحمتِهِ، وذلك لما خصَّهم به من الفضائل والتطهير عن الرذائل، وأنَّهم في غاية الأدب مع اللَّه والامتثال لأوامره.
26. Yüce Allah, peygamberi yalanlayan müşriklerin kıt akıllılıklarını ve onların -kahrolasıcalar- Yüce Allah’ın evlat edindiğini iddia ederek: Melekler, Allah’ın kızlarıdır, dediklerini haber vermektedir. Allah, onların bu iddialarından yüce ve münezzehtir. Ayrıca Yüce Allah, meleklerin niteliklerini de bize haber vermekte ve onların Allah’ın kulları olduklarını, O’nu rab tanıdıklarının ve O’nun tarafından idare olunduklarını da haber vermektedir. Meleklerin yönetimde herhangi bir ortaklıkları ve payları yoktur. Onlar Allah katında şerefli ve üstün kılınmış varlıklardır. Allah, onları lütuf, ihsan ve rahmetinin bir tecellisi olarak bu şekilde şerefli kılınmış kullar haline getirmiştir. Çünkü Yüce Allah, onları pek çok faziletlerle donatıp kötülüklerden arındırmakla beraber birtakım özelliklere de sahip kılmıştır. O nedenle melekler Yüce Allah’a karşı edebe son derece riâyet ederler, O’nun bütün emirlerine de uyarlar.
#
{27} {لا يسبِقونَهُ بالقول}؛ أي: لا يقولون قولاً مما يتعلَّق بتدبير المملكة حتى يقول الله؛ لكمال أدبهم وعلمهم بكمال حكمته وعلمه. {وهم بأمرِهِ يعملونَ}؛ أي: مهما أمَرَهم؛ امتثلوا لأمره، ومهما دبَّرهم عليه؛ فعلوه؛ فلا يعصونه طرفةَ عين، ولا يكون لهم عملٌ بأهواء أنفسهم من دون أمر الله.
27. “Sözleri ile O’nun önüne geçemezler.” Yüce Allah’ın mülkünün ve egemenliği altında bulunan varlıkların işlerinin idaresi ile ilgili olarak Yüce Allah bir söz söylemeden onlar bir şey söylemezler. Çünkü onların edebi kemal derecesindedir ve Yüce Allah’ın hikmet ve ilminin kemalini de bilmektedirler. “Onlar, O’nun emri gereğince iş görürler.” O, onlara ne emrederse onu ifa ederler. Onlara nasıl bir görev verirse onu yerine getirirler. Bir göz kırpacak an kadar dahi O’na isyan etmezler. Allah’ın emri olmaksızın kendi arzu ve isteklerine göre hiçbir iş yapmazlar.
#
{28} ومع هذا؛ فالله قد أحاط بهم علمه، فعلم {ما بينَ أيديهم وما خلفهم}؛ أي: أمورهم الماضية والمستقبلة؛ فلا خروج لهم عن علمه؛ كما لا خروج لهم عن أمره وتدبيره، ومن جزئيَّات وصفهم بأنهم لا يسبقونه بالقول أنَّهم لا يشفعون لأحد بدون إذنه ورضاه؛ فإذا أذِنَ لهم وارتضى مَنْ يشفعون فيه شفعوا فيه؛ ولكنه تعالى لا يرضى من القول والعمل إلاَّ ما كان خالصاً لوجهه متَّبعاً فيه الرسول. وهذه الآية من أدلَّة إثبات الشفاعة، وأنَّ الملائكة يشفعون. {وهم من خشيتِهِ مشفِقونَ}؛ أي: خائفون وجلون، قد خَضَعوا لجلالِهِ، وعَنَتْ وجوهُهم لعزِّه وجماله.
28. Bununla birlikte Yüce Allah, onları bilgisi ile tamamen kuşatmıştır: “Onların önündekini de arkalarındakini de bilir.” Yani onların geçmiş ve gelecekteki bütün hallerini bilir. Onlar O’nun emir ve idaresinin dışına çıkamadıkları gibi herhangi bir şekilde O’nun bilgisi dışına da çıkamazlar. Onların niteliklerinin ayrıntıları arasında yer alan söz söylemede O’nun önüne geçmemelerinin bir gereği olarak O’nun izin ve rızası olmaksızın kimseye şefaat etmezler. Kendilerine izin verir ve hakkında şefaatçi olacakları kimseden razı olursa, o takdirde ona şefaat ederler. Ancak şanı Yüce Allah, yalnız kendisi için ihlâsla yapılmış ve Rasûlüne tâbi olunmuş söz ve amellerden razı olur, onları kabul eder. Bu âyet-i kerime şefaatin sabit olduğunun ve meleklerin de şefaat edeceğinin delilleri arasındadır. “Onlar O’nun korkusundan titrerler.” O’nun celal ve azametinin önünde boyun bükmüş, izzet ve cemali karşısında yüzleri itaat ve zilletle eğilmiştir.
#
{29} فلما بيَّن أنَّه لا حقَّ لهم في الألوهيَّة، ولا يستحقُّون شيئاً من العبوديَّة بما وصفهم به من الصِّفات المقتضية لذلك؛ ذكر أيضاً أنَّه لا حظَّ لهم ولا بمجرَّد الدَّعوى، وأنَّ مَنْ قال منهم: إنِّي إلهٌ من دون الله على سبيل الفرض والتنزل. {فذلك نَجْزيه جَهَنَّم كذلك نجزي الظَّالمين}: وأيُّ ظلم أعظمُ من ادِّعاء المخلوق الناقص الفقير إلى الله من جميع الوجوه مشارَكَتَهُ الله في خصائص الإلهيَّة والربوبيَّة؟!
29. Şanı Yüce Allah, sahip oldukları nitelikleri zikretmek suretiyle onların hiçbir şekilde ulûhiyette haklarının olmadığını ve herhangi bir şekilde kendilerine kulluğu hak etmediklerini zikrettikten sonra onlar arasından herhangi bir kimsenin sadece kuru bir iddia bile olsa uluhiyyette pay sahibi olmadığını söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: Faraza “onlardan kim: Ben O’nun yanı sıra bir ilâhım, derse Biz böylesini cehennemle cezalandırırız. İşte zalimleri böyle cezalandırırız.” Eksik, bütün yönleri ile Yüce Allah’a muhtaç olan bir varlığın, uluhiyet ve rububiyetin özelliklerinde Allah’a ortak olduğunu iddia etmesinden daha büyük bir zulüm olabilir mi?
Ayet: 30 #
{أَوَلَمْ يَرَ الَّذِينَ كَفَرُوا أَنَّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَاءِ كُلَّ شَيْءٍ حَيٍّ أَفَلَا يُؤْمِنُونَ (30)}.
30- Kâfirler görmedi mi ki gökler ve yer yapışık idi de biz onları ayırdık ve canlı olan her şeyi sudan yarattık. Hâlâ imana gelmezler mi?
#
{30} أي: أولم ينظُر هؤلاء الذين كفروا بربِّهم، وجَحَدوا الإخلاص له في العبوديَّة ما يدلُّهم دلالةَ مشاهدةٍ على أنه الربُّ المحمود الكريم المعبود، فيشاهدون السماء والأرض، فيجدونهما {رتقاً}؛ هذه ليس فيها سحابٌ ولا مطرٌ، وهذه هامدةٌ ميتةٌ لا نبات فيها، {ففتقناهما}؛ السماء بالمطر، والأرض بالنبات. أليس الذي أوجَدَ في السماء السحاب بعد أن كان الجوُّ صافياً لا قَزَعَةَ فيه، وأودَعَ فيه الماء الغزير، ثم ساقه إلى بلدٍ ميِّتٍ قد اغبرَّت أرجاؤه وقحط عنه ماؤه، فأمطره فيها، فاهتزَّت وتحرَّكت ورَبَتْ وأنبتت من كلِّ زوج بهيج مختلفِ الأنواع متعددِ المنافع؛ أليس ذلك دليلاً على أنه الحقُّ وما سواه باطلٌ، وأنَّه محيي الموتى، وأنَّه الرحمن الرحيم؟ ولهذا قال: {أفلا يؤمنون}؛ أي: إيماناً صحيحاً ما فيه شكٌ ولا شرك.
30. Yani şu Rablerini inkâr ederek kâfir olanlar, yalnız O’na ihlâsla kulluk etmeyi reddedenler, her türlü hamde layık, lütuf ve kerem sahibi, yegane mabud olan yüce Rabbin varlığına delalet edecek hususları müşahade edip görmüyorlar mı? Onlar göğün ve arzı gözlemleyecek olurlarsa, her ikisinin de birbirine bir zamanlar bitişik ve yapışık olduklarını göreceklerdir. Gökte bulut ve yağmur diye bir şey yoktu. Bu yer ise cansız ve hareketsizdi. Bitki namına üzerinde bir şey bulunmuyordu. Biz semayı yağmur ile yeri de bitkiler ile yarıp ayırdık. Göklerde daha önce tek bir bulut parçası dahi yokken orada bulutlar var ettiğini, bu bulutlara bol bol su yükledikten sonra da onları her bir yanı kuruyup toz toprak olmuş, suya hasret kalmış çorak bir beldeye sürdüğünü, bulutlardan oraya yağmur yağdırdıktan sonra oranın sarsılarak harekete geçtiğini, kabardığını, çeşitli şekillerde ve birçok menfaatler ihtiva eden göz kamaştırıcı her bir çiftten türlü türlü ekinler bitirdiğini görmüyorlar mı? Bütün bunlar şanı Yüce Allah’ın hak ilâh olduğuna, O’nun dışındakilerin ise batıl olduklarına, O’nun ölüleri dirilteceğine, Rahman ve Rahim olduğuna delil değil mi? İşte bundan dolayı Yüce Allah: “Hâlâ” herhangi bir şüphe ve şirk ihtiva etmeyen, doğru bir şekilde “imana gelmezler mi?” diye buyurmaktadır.
aha sonra Yüce Allah afaki (dış dünyadaki) delilleri sayarak şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 31 - 33 #
{وَجَعَلْنَا فِي الْأَرْضِ رَوَاسِيَ أَنْ تَمِيدَ بِهِمْ وَجَعَلْنَا فِيهَا فِجَاجًا سُبُلًا لَعَلَّهُمْ يَهْتَدُونَ (31) وَجَعَلْنَا السَّمَاءَ سَقْفًا مَحْفُوظًا وَهُمْ عَنْ آيَاتِهَا مُعْرِضُونَ (32) وَهُوَ الَّذِي خَلَقَ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ كُلٌّ فِي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ (33)}.
31- Yeryüzünde onları sarsmasın diye sabit dağlar yarattık. Maksatlarına ulaşabilsinler diye de orada geniş yollar var ettik. 32- Gökyüzünü de korunmuş bir tavan yaptık. Halbuki onlar, gökteki âyetlerden yüz çevirmektedirler. 33- Gece ve gündüzü, güneşi ve ayı yaratan O’dur. Her biri bir yörüngede yüzmektedir.
#
{31} أي: ومن الأدلَّة على قدرته وكماله ووحدانيَّته ورحمته أنَّه لما كانت الأرضُ لا تستقرُّ إلاَّ بالجبال؛ أرْساها بها، وأوْتَدَها لئلاَّ تميدَ بالعباد؛ أي: لئلاَّ تضطرب؛ فلا يتمكَّن العباد من السكون فيها ولا حرثها ولا الاستقرار بها، فأرساها بالجبال، فحصل بسبب ذلك من المصالح والمنافع ما حصل. ولما كانت الجبالُ المتَّصل بعضها ببعض قد اتَّصلت اتصالاً كثيراً جدًّا؛ فلو بقيت بحالها جبالاً شامخاتٍ وقللاً باذخاتٍ؛ لتعطَّل الاتِّصال بين كثير من البلدان؛ فمن حكمة الله ورحمته أن جعل بين تلك الجبال {فِجاجاً سُبُلاً}؛ أي: طرقاً سهلة لا حَزْنَةً، {لعلَّهم يهتَدون}: إلى الوصول إلى مطالبهم من البلدان، ولعلَّهم يهتدونَ بالاستدلال بذلك على وحدانيَّة المنَّان.
31. Yüce Allah’ın kudretine, kemaline, vahdaniyet ve rahmetine delillerden bazıları da şunlardır: Yeryüzü ancak dağlarla istikrar bulacağından oraya dağları sağlam kazıklar olarak yerleştirdi ve böylelikle onu sağlamlaştırdı. Ta ki kulları sarsıp çalkalamasın. Aksi takdirde kullar üzerinde yaşayamazlar, ekin ekemezler ve yerleşemezlerdi. Yüce Allah, o yeri dağlarla sağlamlaştırdı. Bunun sonucunda da bildiğimiz ve bilemediğimiz pek çok maslahat ve menfaatler de gerçekleşmiş oldu. Birbirine bağlı sıra dağlar, bu şekilde oldukça yüksek dağlar ve yüce zirveler halinde kalmış olsa idi birçok ülke arasındaki ulaşım da imkânsız olurdu. İşte bu dağlar arasında kolaylıkla geçilebilecek şekilde yollar açmış olması, Yüce Allah’ın hikmet ve rahmetindendir. Böylelikle insanlar çeşitli ülkelerdeki ihtiyaçlarını karşılamak, maksatlarına ulaşmak için oralara gidecek yolları bulabilmektedirler. Belki bu yolla tek lütüfkâr olan Yüce Allah’ın vahdaniyetine de bunları delil görerek doğru yolu bulurlar.
#
{32 ـ 33} {وجَعَلْنا السماء سَقْفاً}: للأرض التي أنتم عليها {محفوظاً}: من السقوط؛ {إنَّ الله يمسِكُ السمواتِ والأرضَ أن تزولا}؛ محفوظاً أيضاً من استراق الشياطين للسمع. {وهُم عن آياتِها معرِضونَ}؛ أي: غافلون لاهون. وهذا عامٌّ في جميع آيات السماء؛ من علوِّها، وسعتها، وعظمتها، ولونها الحسن، وإتقانها العجيب، وغير ذلك من المشاهَدِ، فيها من الكواكب الثوابت والسيَّارات، وشمسها وقمرها النيِّرات، المتولِّد عنهما الليل والنهار، وكونهما دائماً في فلكهما سابحيْن. وكذلك النجوم، فتقوم بسبب ذلك منافعُ العباد من الحرِّ والبرد والفصول، ويعرفون حسابَ عباداتهم ومعاملاتهم، ويستريحون في ليلهم ويهدؤون ويسكنون، وينتشرون في نهارهم ويسعَوْن في معايشهم؛ كل هذه الأمور إذا تدبَّرها اللبيب وأمعن فيها النظر؛ جزم جزماً لا شكَّ فيه أن الله جعلها مؤقَّتة في وقتٍ معلوم إلى أجل محتوم، يقضي العبادُ منها مآرِبَهم، وتقومُ بها منافِعُهم، وليستمتعوا وينتفعوا، ثم بعد هذا ستزول وتضمحلُّ ويفنيها الذي أوجدها ويُسكِّنُها الذي حركها، وينتقل المكلَّفون إلى دارٍ غير هذه الدار؛ يجدون فيها جزاء أعمالهم كاملاً موفراً، ويعلم أنَّ المقصود من هذه الدار أن تكون مزرعةً لدار القرار، وأنَّها منزلُ سفرٍ لا محلُّ إقامة.
32-33. “Gökyüzünü de” sizin üzerinde yaşamakta olduğunuz arza düşüp çökmekten yana “korunmuş bir tavan yaptık.” Nitekim Yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Muhakkak ki Allah, göklerle yeri zeval bulmasınlar diye tutar.” (Fâtır, 35/41) Orası aynı şekilde şeytanların, kulak hırsızlığıyla birtakım şeyler dinlemesine karşı da korunmuştur. “Halbuki onlar gökteki âyetlerden yüz çevirmektedirler.” Onlardan yana gaflettedirler, oyalanmaktadırlar. Bu, gökte bulunan bütün ayetleri/delil ve ibretleri kapsamaktadır. Onlar, onun yüksekliği, genişliği, azameti, güzel rengi, hayret verici şekildeki sağlamlığı, bunun dışında orada görülen sabit yıldızlar, gezegenler, gece ile gündüzün ortaya çıkmasına sebep teşkil eden ve ışık saçan güneş ile ay, bunların kendi yörüngelerinde -gezegenler de dahil olmak üzere- sürekli yüzüp durmaları vb. gibi bütün âyetlerden gaflet içerisindedirler. Halbuki bunlar vasıtası ile kulların faydasına olan sıcak, soğuk ve mevsimler meydana gelmekte, onlar da ibadetlerinin ve muamelerinin vaktini hesap edebilmekte, geceleyin dinlenerek huzur ve sükun bulmakta, gündüzün de yeryüzüne yayılarak geçimlerini sağlamak için çalışıp çabalamaktadırlar. Bütün bu hususları aklı başında olan bir kimse iyice düşünür, bunlara dikkatle eğilecek olursa, hiçbir şüphe ve tereddüde yer kalmayacak şekilde Yüce Allah’ın, bunları belli bir süre ve gelmesi kaçınılmaz bir vadeye bağlı olarak var ettiğini kat’i olarak bilir. Bu süre gelinceye kadar kullar bunlardan maksat ve menfaatlerini elde eder, ihtiyaçlarını giderirler ve onlardan yararlanırlar. Daha sonra ise bütün bunların sonu gelecek ve hepsi yok olacaklardır. Bunları kim var etti ise O, onları yok edecektir. Onlara kim hareket verdi ise O, onları durduracaktır. Mükellefler bu yurdun dışında başka bir diyara geçecekler, orada amellerinin karşılığını tam ve eksiksiz olarak göreceklerdir. Böylelikle anlaşılmış olur ki bu dünya yurdu, ebedilik yurdunun tarlasıdır, öyle görülmelidir. Yine orası yolculuktaki bir konak yeri olup ebedi kalınacak bir yer değildir.
Ayet: 34 - 35 #
{وَمَا جَعَلْنَا لِبَشَرٍ مِنْ قَبْلِكَ الْخُلْدَ أَفَإِنْ مِتَّ فَهُمُ الْخَالِدُونَ (34) كُلُّ نَفْسٍ ذَائِقَةُ الْمَوْتِ وَنَبْلُوكُمْ بِالشَّرِّ وَالْخَيْرِ فِتْنَةً وَإِلَيْنَا تُرْجَعُونَ (35)}.
34- Senden önce hiçbir beşere ebedilik vermedik. Şimdi sen ölürsen onlar ebedi mi kalacaklar? 35- Her can ölümü tadacaktır. Biz, bir imtihan olmak üzere sizi şerle de hayırla da deneriz. Sonunda yalnız Bize döndürüleceksiniz.
#
{34} لما كان أعداء الرسول يقولون: {تربَّصوا به ريْبَ المنونِ}؛ قال الله تعالى: هذا طريقٌ مسلوكٌ ومعبدٌ منهوكٌ؛ فلم نجعل لبشر من قبلك يا محمد الخلدَ في الدُّنيا؛ فإذا متَّ؛ فسبيل أمثالك من الرسل والأنبياء والأولياء [وغيرهم]. {أفإن متَّ فهم الخالدون}؛ أي: فهل إذا متَّ؛ خلدوا بعدك، فليهنهم الخلود إذاً إن كان، وليس الأمر كذلك، بل كلُّ من عليها فان.
34. Allah Rasûlünün düşmanları: “Siz bunun ölmesini, felaketlere uğramasını bekleyin” dediklerinden dolayı Allah Teala: Bu, bir kere açılmış ve sürekli işleyen bir yoldur, anlamında onlara cevap olmak üzere şöyle buyurmaktadır: “Senden önce” ey Muhammed, “hiçbir beşere” dünyada “ebedilik vermedik.” Dolayısı ile sen ölürsen senin yolun, senin gibi rasûllerin, peygamberlerin ve Allah dostlarının yoludur. “Şimdi sen ölürsen onlar” senden sonra “ebedi mi kalacaklar?” Öyle bir şey söz konusu ise o halde ebedi kalıştan dolayı onlara ne mutlu! Ancak durum böyle değildir. Yeryüzü üzerinde bulunan herkes fanidir. İşte bundan dolayı bir sonraki âyet-i kerimede şöyle buyurmaktadır:
#
{35} ولهذا قال: {كلُّ نفس ذائقةُ الموتِ}: وهذا يشملُ سائر نفوس الخلائق، وأنَّ هذا كأسٌ لا بدَّ من شربِهِ وإن طال بالعبدِ المدى وعُمِّر سنين، ولكن الله تعالى أوجد عبادَهُ في الدُّنيا، وأمرهم ونهاهم، وابتلاهم بالخير والشرِّ وبالغنى والفقر والعزِّ والذُّل والحياة والموت؛ فتنةً منه تعالى؛ {ليبلوَهُم أيُّهم أحسنُ عملاً}، ومَنْ يفتتن عند مواقع الفتن ومن ينجو، ثمَّ {إلينا تُرْجَعون}: فنجازيكم بأعمالكم؛ إن خيراً فخير، وإن شرًّا؛ فشر، وما ربُّك بظلاَّم للعبيد. وهذه الآية تدلُّ على بطلان قول مَنْ يقول ببقاء الخَضِر، وأنَّه مخلَّد في الدُّنيا؛ فهو قولٌ لا دليل عليه، ومناقض للأدلَّة الشرعيَّة.
35. “Her can ölümü tadacaktır.” Bu bütün canlıları kapsamaktadır. Ölüm içilmesi kaçınılmaz bir kâsedir. İsterse kişi uzun bir ömür sürsün, yıllarca yaşasın... Bununla birlikte Yüce Allah, bu dünyada kullarını yaratıp onlara emir ve yasaklar göndermiş, hayır ve şer ile zenginlik ve fakirlikle, izzet ve zilletle, hayat ve ölüm ile bir imtihan olmak üzere onları denemektedir: “O, hanginizin daha güzel amelde bulunacağını sınamak üzere ölümü ve hayatı yaratandır.” (el-Mülk, 67/2) Bu sınama yerlerinde kimisi fitneye düşer, kimisi de kurtulur. “Sonunda yalnız bize döndürüleceksiniz.” Biz de sizlere amellerinizin karşılığını vereceğiz. Hayırsa hayır, şer ise şer bulacaksınız. “Rabbin kullara asla zulmedici değildir.” (Fussilet, 41/46) u âyet-i kerime, Hızır aleyhisselam’ın hayatta ve ebedi olduğunu söyleyenlerin görüşlerinin batıl olduğuna delildir. Bu, delili olmayan bir iddiadır ve şer’i delillere de aykırıdır.
Ayet: 36 - 41 #
{وَإِذَا رَآكَ الَّذِينَ كَفَرُوا إِنْ يَتَّخِذُونَكَ إِلَّا هُزُوًا أَهَذَا الَّذِي يَذْكُرُ آلِهَتَكُمْ وَهُمْ بِذِكْرِ الرَّحْمَنِ هُمْ كَافِرُونَ (36) خُلِقَ الْإِنْسَانُ مِنْ عَجَلٍ سَأُرِيكُمْ آيَاتِي فَلَا تَسْتَعْجِلُونِ (37) وَيَقُولُونَ مَتَى هَذَا الْوَعْدُ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ (38) لَوْ يَعْلَمُ الَّذِينَ كَفَرُوا حِينَ لَا يَكُفُّونَ عَنْ وُجُوهِهِمُ النَّارَ وَلَا عَنْ ظُهُورِهِمْ وَلَا هُمْ يُنْصَرُونَ (39) بَلْ تَأْتِيهِمْ بَغْتَةً فَتَبْهَتُهُمْ فَلَا يَسْتَطِيعُونَ رَدَّهَا وَلَا هُمْ يُنْظَرُونَ (40) وَلَقَدِ اسْتُهْزِئَ بِرُسُلٍ مِنْ قَبْلِكَ فَحَاقَ بِالَّذِينَ سَخِرُوا مِنْهُمْ مَا كَانُوا بِهِ يَسْتَهْزِئُونَ (41)}.
36- Kâfirler, seni gördüklerinde: “Bu mu ilâhlarınızı diline dolayan?” diyerek seni mutlaka alaya alırlar. Halbuki Rahman’ın zikrini inkâr eden (o nedenle alayı hak eden) kendileridir. 37- İnsan aceleden yaratılmıştır. Yakında size âyetlerimi göstereceğim. O nedenle Benden (azabı) acele istemeyin. 38- “Eğer doğru söylüyorsanız bu (azap) vaadi ne zamandır?” derler. 39- O kâfirler, ateşi yüzlerinden de sırtlarından da savamayacakları ve kendilerine yardım da edilmeyeceği zaman (başlarına gelecekleri) bir bilselerdi... 40- Bilakis o, onlara ansızın gelecek de onları şaşkına çevirecektir. Artık onu geri çevirmeye güçleri olmayacak ve onlara mühlet de verilmeyecektir. 41- Andolsun ki senden önceki peygamberle de alay edildi. Ama o alay edenleri, alay ettikleri şey çepeçevre kuşattı.
#
{36} وهذا من شدَّة كفرِهِم؛ فإنَّ المشركين إذا رأوا رسول الله - صلى الله عليه وسلم -؛ استهزؤوا به وقالوا: {أهذا الذي يَذْكُرُ آلهتَكم}؛ أي: هذا المحتقر بزعمهم، الذي يسبُّ آلهتكم ويذمُّها ويقع فيها؛ أي: فلا تُبالوا به، ولا تحتفلوا به. هذا استهزاؤُهم واحتقارُهم له بما هو من كماله؛ فإنَّه الأكمل الأفضل، الذي من فضائله ومكارمه إخلاصُ العبادة لله، وذمُّ كلِّ ما يُعْبَدُ من دونه وتنقُّصه، وذِكْرُ محلِّه ومكانته، ولكنَّ محلَّ الازدراء والاستهزاء هؤلاء الكفار الذين جَمَعوا كلَّ خُلُقٍ ذميم، ولو لم يكنْ إلاَّ كفرهم بالربِّ وجحدهم لرسلِهِ، فصاروا بذلك من أخس الخلق وأرذلهم، ومع هذا؛ فذِكْرُهم للرحمن الذي هو أعلى حالاتهم كافرون به؛ لأنَّه لا يذكرونه ولا يؤمنون به إلاَّ وهم مشركون؛ فذِكْرُهم كفرٌ وشركٌ؛ فكيف بأحوالهم بعد ذلك؟! ولهذا قال: {وهم بذِكْرِ الرحمن هم كافرونَ}. وفي ذكر اسمه الرحمن هنا بيانٌ لقباحة حالهم، وأنَّهم كيف قابلوا الرحمن ـ مُسْدي النِّعم كلِّها، ودافع النِّقَم، الذي ما بالعبادِ من نعمةٍ إلاَّ منه، ولا يدفع السُّوء إلاَّ هو ـ بالكفر والشرك.
36. Bu, onların aşırı derecedeki küfürlerinin bir sonucudur. Müşrikler Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’i gördüklerinde onunla alay eder ve: “Bu mu ilâhlarınızı diline dolayan?” derlerdi. Yani kendi kanaatlerine göre bu sıradan kişi mi sizin ilâhlarınıza sövüyor, onları yeriyor, onlara dil uzatıyor? Yani onun böyle yapmasına aldırmayın. Böyle yaptığı için de kendi aranızda ayrılığa düşmeyin. Aslında onlar, Peygamberin kemâlini küçük görüyor ve alaya alıyorlardı. Çünkü o, en kâmil, en üstün şahsiyetti. Onun fazilet ve üstün ahlâki değerlerinin birisi de ibadetini yalnız Allah’a ihlâsla yapması, Allah’ın dışında kendisine ibadet edilen her bir varlığı yermesi, onu küçük görmesidir. Onun gerçek yerinin ve konumunun ne olduğunu ortaya koymasıdır. Bu yüzden asıl küçümsenip alay edilmesi gerekenler, şu her türlü kötü huyu şahıslarında toplamış olan kâfirlerdir. Eğer onların yüce Rabbe kâfir olup peygamberlerini inkâr etmenin dışında hiçbir kötü yanları bulunmasaydı bile yine bundan dolayı yaratılmışların en değersizleri ve en aşağılıkları olurlardı. Bununla beraber onların en iyi halleri olan Rahmanı anışları bile aslında onu inkârdır. Zira onlar, ancak şirk koşarak O’nun adını anar ve O’na şirkle karışık iman ederler. Dolayısıyla O’nu anışları bile bir küfür ve şirktir. Peki, ya bunun dışındaki halleri ne olur? Bundan dolayı Yüce Allah: “Halbuki Rahman’ın zikrini inkâr eden (o nedenle alayı hak eden) kendileridir” buyurmaktadır. Burada Yüce Allah’ın “Rahman” adının zikredilmesi, onların hallerinin ne kadar çirkin olduğunu açıklamak içindir. Yani onlara bunca nimetleri ihsan eden, onlardan pe kçok musibeti defeden, kulların sahip olduğu ne kadar nimet varsa hepsi kendisinin lütuf ve ihsanı olan, kötülükleri Ondan başka önleyici bulunmayan o Rahman’a onlar, küfür ve şirk ile karşılık vermişler ve böylece çok çirkin bir hale düşmüşlerdir.
#
{37} {خُلِقَ الإنسانُ من عَجَل}؛ أي: خُلِق عجولاً، يبادِرُ الأشياء، ويستعجِلُ بوقوعها؛ فالمؤمنون يستعجِلون عقوبة الله للكافرين ويتباطؤونها، والكافرون يتولَّون ويستعجلون بالعذاب تكذيباً وعناداً ويقولون: {متى هذا الوعدُ إن كنتُم صادقينَ}، والله تعالى يُمْهِلُ ولا يُهْمِلُ، ويحلَم ويجعلُ لهم أجلاً مؤقَّتاً، {إذا جاء أجَلُهُم لا يستأخِرونَ ساعةً ولا يستقدِمونَ}. ولهذا قال: {سأريكم آياتي}؛ أي: في انتقامي ممَّن كَفَر بي وعصاني، {فلا تستعجلون}: ذلك.
37. “İnsan, aceleden yaratılmıştır.” Yani insan çok aceleci olarak yaratılmıştır. O, işlerin çabucak meydana gelmesini ister. Mü’minler kâfirlerin cezasının çabucak gelmesini isterler ve bu cezanın geciktiğini zannederler. Kâfirler ise yüz çevirirler, yalanlama ve inat maksadı ile de azabın acele gelmesini isterler: “Eğer doğru söyleyenler iseniz bu tehdidiniz ne zaman gerçekleşecek?” (el-Mülk, 67/25) derler. Halbuki Yüce Allah, mühlet verse de ihmal etmez. Ayrıca onlar için belli bir vade tayin etmiştir: “O ecelleri gelince ne bir an geri bırakabilirler, ne de ileri alabilirler” (el-A’raf, 7/34) Bundan dolayı Yüce Allah: “Yakında size âyetlerimi” Beni inkâr eden ve Bana isyan eden kimselerden intikam alışımdaki delillerimi “göstereceğim. O nedenle Benden” bunu “acele istemeyin.”
#
{38} وكذلك الذين كفروا يقولون: {متى هذا الوعدُ إن كنتُم صادقينَ}: قالوا هذا القول اغتراراً ولما يحقَّ عليهم العقاب وينزلْ بهم العذاب.
38. İşte kâfirler bu şekilde “Eğer doğru söylüyorsanız bu (azap) vaadi ne zamandır?” demektedirler. Ki bu sözlerini aldanarak, gaflete kapılarak söylemişlerdir. Zira henüz azabın üzerlerine inmesi hak olmamış ve başlarına gelmemiştir.
#
{39} فلو {يعلم الذين كفروا} حالَهم الشنيعة {حين لا يكفُّون عن وجوههم النار ولا عن ظهورهم}؛ إذ قد أحاطَ بهم من كلِّ جانب، وغَشِيَهم من كلِّ مكان، {ولا هم يُنصَرون}؛ أي: لا ينصرهم غيرُهم؛ فلا نُصِروا، ولا انتصروا.
39. “O kâfirler, ateşi yüzlerinden de sırtlarından da savamayacakları ve kendilerine yardım da edilmeyeceği” başkalarının kendilerine yardım edemeyeceği gibi kendileri de başkalarına yardım edemeyecek ve başkalarının yardımını alamayacakları o “zaman” karşı karşıya kalacakları feci hallerini “bir bilselerdi!” Zira o vakit azap onları her bir yandan kuşatmış olacak, dört bir taraftan sarmış olacaktır.
#
{40} {بل تأتيهم} النار {بغتةً}: فتبهتُهم من الانزعاج والذعر والخوف العظيم. {فلا يستطيعون ردَّها}: إذ هم أذلُّ وأضعف من ذلك. {ولا هم يُنظَرون}؛ أي: يُمْهَلون فيؤخَّر عنهم العذاب؛ فلو علموا هذه الحالة حقَّ المعرفة؛ لما استعجلوا بالعذاب، ولخافوه أشدَّ الخوف، ولكن لما ترحَّلَ عنهم هذا العلم؛ قالوا ما قالوا.
40. “Bilakis o” ateş “onlara ansızın gelecek” dehşet ve ileri derecedeki korkularından dolayı “onları şaşkına çevirecektir. Artık onu geri çevirmeye güçleri olmayacak” çünkü bunu yapamayacak kadar zelil ve zayıf olacaklar “ve onlara mühlet de verilmeyecektir.” Azapları ertelenmeyecektir. İşte onlar bu durumu gerçekten bilmiş olsalardı hiçbir vakit azabın çabucak gelmesini istemezler, aksine ondan aşırı derecede korkarlardı. Ancak böyle bir bilgiye sahip olmadıklarından dolayı bu sözlerini söylemişlerdir.
#
{41} ولما ذَكَرَ استهزاءَهم برسوله بقولهم: {أهذا الذي يَذْكُرُ آلهتكم}؛ سلاَّه بأن هذا دأب الأمم السالفة مع رسلهم، فقال: {ولقد استُهزئ برسل من قبلِكَ فحاق بالذين سَخِروا منهم}؛ أي: نزل بهم، {ما كانوا به يستهزِئون}؛ أي: نزل بهم العذاب وتقطَّعت عنهم الأسباب؛ فليحذرْ هؤلاء أنْ يصيبَهم ما أصاب أولئك المكذِّبين.
41. Şanı Yüce Allah onların: “Bu mu ilâhlarınızı diline dolayan?” diyerek kendi Rasûlü ile alay ettiklerini söz konusu ettikten sonra önceki ümmetlerin de peygamberlerine karşı takınageldikleri tutumun bu olduğunu belirtip onu teselli etmek üzere şöyle buyurmaktadır: “Andolsun ki senden önceki peygamberle de alay edildi. Ama o alay edenleri, alay ettikleri şey” olan azap “çepeçevre kuşattı” başlarına indi. Artık onlar, bu azaptan kurtulacak hiçbir yol bulamadılar. İşte bunlar da önceki yalanlayanlara isabet eden böyle bir azabın kendilerine isabet etmesinden sakınsınlar.
Ayet: 42 - 44 #
{قُلْ مَنْ يَكْلَؤُكُمْ بِاللَّيْلِ وَالنَّهَارِ مِنَ الرَّحْمَنِ بَلْ هُمْ عَنْ ذِكْرِ رَبِّهِمْ مُعْرِضُونَ (42) أَمْ لَهُمْ آلِهَةٌ تَمْنَعُهُمْ مِنْ دُونِنَا لَا يَسْتَطِيعُونَ نَصْرَ أَنْفُسِهِمْ وَلَا هُمْ مِنَّا يُصْحَبُونَ (43) بَلْ مَتَّعْنَا هَؤُلَاءِ وَآبَاءَهُمْ حَتَّى طَالَ عَلَيْهِمُ الْعُمُرُ أَفَلَا يَرَوْنَ أَنَّا نَأْتِي الْأَرْضَ نَنْقُصُهَا مِنْ أَطْرَافِهَا أَفَهُمُ الْغَالِبُونَ (44)}.
42- De ki: “Gece ve gündüz Rahman’dan başka sizi kim koruyabilir?” Ne var ki onlar, Rablerinin zikrinden yüz çevirmektedirler. 43- Yoksa onların, bizim dışımızda kendilerini koruyacak ilâhları mı var? O (ilah dedikleri) kendi kendilerine bile yardım edemezler. Onlara tarafımızdan bir destek de verilmez. 44- Aksine Biz, bunları da atalarını da nimetlerle faydalandırdık öyle ki (rahat içinde) uzun ömürler sürdüler (ve hep böyle gidecek sandılar). Görmediler mi ki Biz yeryüzüne yöneliyoruz da onu etrafından eksiltiyoruz? Şimdi üstün gelecekler onlar mı?
#
{42} يقول تعالى ذاكراً عَجْزَ هؤلاء الذين اتَّخذوا من دونِهِ آلهةً، وأنَّهم محتاجون مضطرُّون إلى ربِّهم الرحمن، الذي رحمته شملَتِ البرَّ والفاجر في ليلهم ونهارهم، فقال: {قل من يَكْلَؤُكُم}؛ أي: يحرسكم ويحفظكم {بالليل}: إذا كنتم نائمين على فُرُشِكم وذهبت حواسُّكم، وبالنّهار وقت انتشاركم وغفلتكم {من الرحمن}؛ أي: بدله غيره؛ أي: هل يحفظُكم أحدٌ غيره؟ لا حافظ إلاَّ هو. {بل هم عن ذِكْرِ ربِّهم معرِضونَ}: فلهذا أشركوا به، وإلاَّ؛ فلو أقبلوا على [ذكر] ربِّهم، وتلقَّوا نصائحه؛ لَهُدوا لِرُشْدِهِم، ووفِّقوا في أمرهم.
42. Yüce Allah, kendisinden başka ilâh edinen müşriklere âcizliklerini ve onların, rahmeti iyileri de kötüleri de gece ve gündüz kuşatmış olan Rahman Rablerine her vakit zorunlu olarak muhtaç olduklarını hatırlatarak şöyle buyurmaktadır: “De ki: Gece” yataklarınızda uykuya dalıp hiçbir şeyi hissetmediğiniz vakit “ve” sağa sola yayılıp gaflete daldığınız “gündüz” vaktinde “Rahman’dan başka” O’nun yerine “sizi kim koruyabilir?” Yani sizi ondan başka koruyan var mıdır? Hayır, O’ndan başka koruyucu yoktur. “Ne var ki onlar, Rablerinin zikrinden yüz çevirmektedirler.” Bundan dolayı da O’na ortak koştular. Aksi takdirde onlar Rablerine yönelirler, O’nun öğütlerini kabul ederler, akıllarını başlarına alır ve işlerinde ilâhî tevfike mazhar olurlardı.
#
{43} {أم لهم آلهةٌ تمنَعُهم من دوننا}؛ أي: إذا أردناهم بسوءٍ؛ هل من آلهتهم من يقدِرُ على منعهم من ذلك السوء والشرِّ النازل بهم؟ {لا يستطيعونَ نصرَ أنفسِهِم ولا هم منا يُصْحَبون}؛ أي: لا يُعانون على أمورهم من جهتنا، وإذا لم يُعانوا من الله؛ فهم مَخْذولون في أمورهم، لا يستطيعون جَلْبَ منفعةٍ ولا دفع مَضَرَّةٍ.
43. “Yoksa onların bizim dışımızda kendilerini koruyacak ilâhları mı vardır?” Biz, onlara hoşlarına gitmeyecek bir şey yapmak istesek, ilâh kabul ettikleri varlıklar arasından bu hoşlarına gitmeyecek hale ve tepelerine inecek kötülüğe karşı kendilerini korumaya gücü yetecek kimse var mıdır acaba? “O (ilah dedikleri) kendi kendilerine bile yardım edemezler. Onlara tarafımızdan bir destek de verilmez.” Biz onların işlerinde onlara yardımcı olmayız. Allah tarafından destek almayacak olurlarsa o vakit onlar, bütün işlerinde yardımsız kalırlar. Herhangi bir fayda sağlayamaz, hiçbir zararı da önleyemezler.
#
{44} والذي أوجب لهم استمرارهم على كفرهم وشركهم قوله: {بل مَتَّعْنا هؤلاء وآباءَهم حتى طالَ عليهم العُمُرُ}؛ أي: أمددناهم بالأموال والبنين، وأطلنا أعمارهم، فاشتغلوا بالتمتُّع بها، ولهوا بها عما له خُلقوا، وطال عليهم الأمد، فقست قلوبُهم، وعظُم طغيانُهم، وتغلَّظ كفرانهم؛ فلو لفتوا أنظارهم إلى مَنْ عن يمينهم وعن يسارهم من الأرض؛ لم يَجِدوا إلاَّ هالكاً، ولم يسمعوا إلاَّ صوتَ ناعيةٍ، ولم يحسُّوا إلا بقرونٍ متتابعة على الهلاك، وقد نَصَبَ الموتُ في كلِّ طريق ـ لاقتناص النفوس ـ الأشْراكَ، ولهذا قال: {أفلا يَرَوْنَ أنَّا نأتي الأرض نَنقُصُها من أطرافِها}؛ أي: بموت أهلها وفنائهم شيئاً فشيئاً حتى يَرِثَ الله الأرض ومَنْ عليها وهو خيرُ الوارثين؛ فلو رأوا هذه الحالة؛ لم يغترُّوا ويستمرُّوا على ما هم عليه. {أفهم الغالبونَ}: الذين بوسِعِهم الخروج عن قَدَرِ الله، وبطاقَتِهِم الامتناع من الموت؛ فهل هذا وصفهم حتى يغترُّوا بطول البقاء؟ أم إذا جاءهم رسولُ ربِّهم، لِقَبْضِ أرواحهم، أذعنوا وذلُّوا ولم يظهرْ منهم أدنى ممانعةٍ؟
44. Ancak onların küfür ve şirkleri üzere devam etmelerinin asıl sebebi şudur: “Aksine Biz, bunları da atalarını da nimetlerle faydalandırdık öyle ki (rahat içinde) uzun ömürler sürdüler (ve hep böyle gidecek sandılar).” Yani onlara pek çok mal ve evlat verdik. Ömürlerini uzattık. Onlar da bunlarla faydalanmakla meşgul oldular, gaflete dalıp oyalandılar. Ne için yaratıldıklarını hatırlarına getirmediler. Yaşadıkları bu süre uzayıp gidince de kalpleri katılaştı, azgınlıkları daha da arttı. İnkâr ve küfürleri de katmerleşti. Eğer yeryüzünde yakın çevrelerinde bulunanlara dikkat edecek olsalar görecekleri, helâk edilenlerden başkası olmayacaktır. Sadece ağıt yakıp feryat edenlerin seslerini işiteceklerdir. Fark edecekleri, ardı arkasına gelip de helâk edilmiş nesillerden başkası olmayacaktır. Ölümün, canları ağına düşürmek için her yola tuzak kurmuş olduğunu göreceklerdir. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Görmediler mi ki Biz yeryüzüne yöneliyoruz da onu etrafından eksiltiyoruz?” Yani ahalisinin peyderpey ölümü ve yok oluşu sureti ile onu eksilttiğimizi görmüyorlar mı? Nihâyet yeryüzünde hiçbir şey kalmayacak ve onun üzerindeki her şeye Allah, mirasçı olacaktır ki O, mirasçıların en hayırlısıdır. Eğer onlar bu gerçeği görseler aldanmayacaklar ve mevcut durumlarını sürdürmeyeceklerdir. “Şimdi üstün gelecekler onlar mı?” Allah’ın kaderinin dışına çıkabilirler mi? Ölmeme güç ve imkânına sahip olabilirler mi? Onlar böyle bir durumda mıdırlar ki uzun yaşamaya aldanıyorlar? Yoksa durumları şu mudur: Canlarını almak üzere Rablerinin elçisi onlara geldiğinde ona boyun eğecek, zilletle itaat edecek ve en ufak bir şekilde de karşı koyamayacaklardır, bir düşünsünler!
Ayet: 45 - 46 #
{قُلْ إِنَّمَا أُنْذِرُكُمْ بِالْوَحْيِ وَلَا يَسْمَعُ الصُّمُّ الدُّعَاءَ إِذَا مَا يُنْذَرُونَ (45) وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ لَيَقُولُنَّ يَاوَيْلَنَا إِنَّا كُنَّا ظَالِمِينَ (46)}.
45- De ki: “Ben sizi ancak vahiy ile uyarıyorum. Ne var ki sağırlar, uyarıldıkları zaman yapılan çağrıyı işitmezler.” 46- Eğer Rabbinin azabından onlara azıcık bir şey dokunacak olsa elbette: “Yazıklar olsun bize! Biz gerçekten zalimdik” diyeceklerdir.
#
{45} أي: {قلْ}: يا محمدُ للناس كلِّهم: {إنَّما أنذِرُكم بالوَحْي}؛ أي: إنما أنا رسولٌ، لا آتيكم بشيء من عندي، ولا عندي خزائنُ الله، ولا أعلم الغيبَ، ولا أقولُ إنِّي مَلَكٌ، وإنما أنذركم بما أوحاه الله لي؛ فإنِ استجَبْتُم فقد استجبتم لله، وسَيُثيبكم على ذلك، وإن أعرضتُم وعارضتم؛ فليس بيدي من الأمر شيء، وإنَّما الأمر لله، والتقدير كلُّه لله. {ولا يسمعُ الصمُّ الدُّعاء}؛ أي: الأصم لا يسمع صوتاً؛ لأنَّ سمعه قد فَسَدَ وتعطَّل، وشرط السماع مع الصوت أن يوجَدَ محلٌّ قابلٌ لذلك. كذلك الوحي سببٌ لحياة القلوب والأرواح وللفقهِ عن الله، ولكنْ إذا كان القلبُ غير قابل لسماع الهُدى؛ كان بالنسبة للهدى والإيمان بمنزلةِ الأصمِّ بالنسبة إلى الأصوات؛ فهؤلاء المشركون صمٌّ عن الهدى؛ فلا يُسْتَغْرَبُ عدم اهتدائهم، خصوصاً في هذه الحالة التي لم يأتِهِمُ العذابُ، ولا مسَّهم ألمه.
45. Ey Muhammed! Bütün insanlara de ki: “Ben sizi ancak vahiy ile uyarıyorum.” Yani ben ancak bir Rasûlüm. Ben size kendiliğimden bir şey getirmiyorum. Allah’ın hazineleri de yanımda değildir, gaybı da bilmem. Sizlere melek olduğumu da söylemiyorum. Ben, sizleri ancak Allah’ın bana göndermiş olduğu vahiylerle korkutup uyarıyorum. Eğer benim çağrımı kabul edecek olursanız esasen siz Allah’ın çağrısını kabul etmiş olacaksınız. Bundan dolayı da O, sizi mükâfaatlandıracaktır. Şâyet yüz çevirir ve karşı koyarsanız benim elimde hiçbir şey yoktur. İş bütünü ile Allah’ın elindedir, takdir her şeyiyle O’nundur. “Ne var ki sağırlar uyarıldıkları zaman yapılan çağrıyı işitmezler.” Sağır hiçbir şey işitemez. Çünkü onun işitme duyusu bozulmuş, işlemez hale gelmiştir. İşitmek için sesin varlığı ile birlikte onu işitmeye kabil bir organın da bulunması şarttır. İşte vahiy de kalplerin ve ruhların hayat bulmasına, Allah’tan gelen buyrukların iyice anlaşılmasına bir sebeptir. Ancak kalp hidâyeti işitmeye elverişli değil ise hidâyet ve iman karşısında, seslerin karşısındaki sağır kulağın durumunda olur. İşte bu müşrikler de hidâyete karşı sağırdırlar. Dolayısı ile de -özellikle azabın henüz kendilerine gelmediği, azabın acılarının henüz kendilerine dokunmadığı- bu hallerinde hidâyet bulmamalarının garipsenecek bir tarafı yoktur.
#
{46} فلو مسَّهم {نفحةٌ من عذاب ربِّك}؛ أي: ولو جزءٌ يسيرٌ ولا يسير من عذابِهِ؛ {لَيقولُنَّ يا ويْلَنا إنا كنَّا ظالمينَ}؛ أي: لم يكن قولهم إلاَّ الدُّعاءَ بالويل والثُّبور والندم والاعتراف بظُلْمِهِم وكفرِهم واستحقاقِهِم العذاب.
46. “Eğer Rabbinin azabından onlara azıcık bir şey” çok küçük bir bölüm dahi “dokunacak olsa elbette: Yazıklar olsun bize! Biz gerçekten zalimdik” diyeceklerdir. Yani onlar, kendilerine beddua etmek, ölümün gelmesini isteyip pişmanlık duymak, zulümlerini ve küfürlerini kabul etmek ve o azabı hak ettiklerini itiraf etmek dışında hiçbir şey yapmayacaklardır.
Ayet: 47 #
{وَنَضَعُ الْمَوَازِينَ الْقِسْطَ لِيَوْمِ الْقِيَامَةِ فَلَا تُظْلَمُ نَفْسٌ شَيْئًا وَإِنْ كَانَ مِثْقَالَ حَبَّةٍ مِنْ خَرْدَلٍ أَتَيْنَا بِهَا وَكَفَى بِنَا حَاسِبِينَ (47)}.
47- Kıyamet günü için adalet terazilerini koyarız. Hiç kimseye en ufak bir zulüm yapılmaz. (Yapılan amel) tek bir hardal tanesi ağırlığınca dahi olsa onu getiririz. Hesaba çekenler olarak biz yeteriz.
#
{47} يخبر تعالى عن حكمِهِ العدل وقضائِهِ القِسْط بين عباده إذا جمعهم يوم القيامة، وأنَّه يضع لهم الموازينَ العادلةَ التي يَبينُ فيها مثاقيلُ الذَّرِّ الذي توزن به الحسنات والسيئات؛ {فلا تُظْلَمُ نفسٌ}: مسلمةٌ ولا كافرةٌ {شيئاً}: بأن تُنْقَصَ من حسناتها أو يُزادَ في سيئاتها، وإنْ كانَ مثقال ذرة من خردلٍ التي هي أصغر الأشياء وأحقرها من خيرٍ أو شرٍّ أتينا بها وأحضرناها، ليجازى بها صاحبها؛ كقوله: {فمن يَعملَ مثقالَ ذرةٍ خيراً يَرَه. ومن يَعمل مثقَالَ ذَرَّةٍ شرًّا يَرَه}، {وقالوا يا وَيْلَتَنا ما لهذا الكتابِ لا يُغادِرُ صغيرةً ولا كبيرةً إلاَّ أحْصاها ووَجَدوا ما عَمِلوا حاضراً}. {وكفى بنا حاسِبينَ}؛ يعني بذلك نفسَه الكريمةَ؛ فكفى بها حاسباً؛ أي: عالماً بأعمال العباد، حافظاً لها، مثبتاً لها في الكتاب، عالماً بمقاديرها ومقادير ثوابها وعقابها واستحقاقها، موصلاً للعمال جزاءها.
47. Yüce Allah, kıyamet gününde kullarını bir araya toplayacağı vakit onlar hakkında adaletle, en ufak bir haksızlık olmaksızın hüküm vereceğini haber vermekte, iyiliklerin ve kötülüklerin kendisi ile tartılacağı ve zerre kadar ağırlığı dahi açıkça gösteren adaletli teraziler koyacağını haber vermektedir. “Hiç kimseye” müslüman olsun, kâfir olsun iyilikleri eksiltilmek yahut kötülükleri artırılmak sureti ile “en ufak bir zulüm yapılmaz.” Yapılan hayır ya da şer en küçük ve en hafif bir şey olan “tek bir hardal tanesi ağırlığınca dahi olsa onu getiririz.” Sahibine onun karşılığı verilmek üzere onu hazır ederiz. Bu, Yüce Allah’ın şu buyruklarını andırmaktadır: “Kim zerre ağırlığınca bir hayır yaparsa onu görecektir, kim de zerre ağırlığınca bir kötülük yaparsa onu görecektir.” (ez-Zilzal, 99/7-8); “Vay halimize! Bu nasıl bir kitaptır ki küçük büyük hiçbir şey bırakmadan hepsini sayıp dökmüş!” Bütün işlediklerini önlerinde hazır bulurlar.” (el-Kehf, 18/49) “Hesaba çekenler olarak Biz yeteriz.” Şanı Yüce Allah, bununla kendi kerim zatını kastetmektedir. Hesaba çeken olarak o yüce zat yeter. Yani O, kullarının bütün yaptıklarını bilir. Onları eksiksiz olarak tespit etmiştir ve bir kitapta kaydetmiştir. Hem o amellerin miktarlarını hem de hak ettikleri sevabı ve cezayı bilir. Amelde bulunanlara amellerinin karşılığını ulaştıracak olan da O’dur.
Ayet: 48 - 50 #
{وَلَقَدْ آتَيْنَا مُوسَى وَهَارُونَ الْفُرْقَانَ وَضِيَاءً وَذِكْرًا لِلْمُتَّقِينَ (48) الَّذِينَ يَخْشَوْنَ رَبَّهُمْ بِالْغَيْبِ وَهُمْ مِنَ السَّاعَةِ مُشْفِقُونَ (49) وَهَذَا ذِكْرٌ مُبَارَكٌ أَنْزَلْنَاهُ أَفَأَنْتُمْ لَهُ مُنْكِرُونَ (50)}.
48- Andolsun ki Biz, Mûsâ ile Hârûn’a bir ışık ve takvâ sahipleri için bir öğüt olmak üzere Furkân’ı verdik. 49- O (takva sahipleri) ki Rablerinden gıyaben korkarlar ve onlar Kıyametten dolayı da korku içindedirler. 50- İşte bu (Kur'ân) da (Muhammed’e) indirdiğimiz mübârek bir öğüttür. Şimdi siz onu mu inkâr ediyorsunuz?
#
{48} كثيراً ما يَجْمَعُ تعالى بين هذين الكتابين الجليلين اللَّذين لم يَطْرُق العالم أفضلُ منهما ولا أعظمُ ذكراً ولا أبركُ ولا أعظمُ هدىً وبياناً، وهما التوراة والقرآن، فأخبر أنَّه آتى موسى أصلاً وهارون تَبَعاً الفرقان، وهو التوراة الفارقة بين الحقِّ والباطل والهدى والضَّلال، وأنها {ضياء}؛ أي: نورٌ يهتدي به المهتدون، ويأتمُّ به السالكون، وتُعْرَفُ به الأحكام، ويميَّز به بين الحلال والحرام، وينير في ظُلمة الجهل والبدع والغواية وذكراً للمتَّقين؛ يتذكَّرون به ما ينفعهم وما يضرُّهم، ويتذكَّر به الخيرَ والشرَّ، وخصَّ المتَّقين بالذِّكر، لأنَّهم المنتفعون بذلك علماً وعملاً.
48. Yüce Allah, bu âleme daha üstünleri gönderilmemiş, şanı daha büyük, daha mübarek, hidâyet ve açıklamaları daha muazzam bir kitap gelmemiş bulunan iki üstün kitabı, yani Tevrat ile Kur’an-ı Kerim’i çoğu kere bir arada söz konusu etmektedir. Yüce Allah, Mûsâ’ya asaleten Hârûn’a da ona tâbi olarak “Furkân’ı” verdiğini haber vermektedir. Furkan’dan kasıt ise hakkı batıldan, hidâyeti sapıklıktan ayıran Tevrat’tır. O aynı zamanda “bir ışık”tır. Hidâyet bulanların, kendisiyle yollarını buldukları bir nurdur. Doğru yolu izleyecekler onu rehber edinirlerdi. Onun vasıtası ile ahkâm bilinir, helal ile haram birbirinden ayırt edilirdi. O, cehaletin, bidatlerin ve sapıklığın karanlıklarını aydınlatırdı. Yine o, “takvâ sahipleri için bir öğüt” idi. Onun sayesinde kendilerine neyin faydalı, neyin zararlı olduğunu düşünür, hayır ve şerri onun vasıtası ile öğrenrilerdi. Burada öğütün özellikle takva sahiplerine has kılınması, ilim ve amel itibari ile ondan yararlananların onlar olmasından dolayıdır.
#
{49} ثم فسَّر المتقين فقال: {الذين يَخْشَوْنَ ربَّهم بالغيب}؛ أي: يخشونه في حال غيبتهم وعدم مشاهدةِ الناس لهم؛ فمع المشاهدة أولى، فيتورَّعون عمَّا حَرَّم، ويقومون بما ألزم. {وهم من الساعةِ مشفِقونَ}؛ أي: خائفون وَجِلون؛ لكمال معرفتهم بربِّهم، فجمعوا بين الإحسان والخوف، والعطف هنا من باب عطف الصفات المتغايراتِ الواردة على شيءٍ واحدٍ وموصوف واحدٍ.
49. Yüce Allah daha sonra takvâ sahiplerinin özelliklerini açıklayarak şöyle buyurmaktadır: “Rablerinden gıyaben korkarlar.” İnsanların kendilerini görmediği yerde, herkesin gözünden uzak oldukları halde bile O’ndan korkarlar. İnsanların kendilerini gördükleri hallerde korkmaları ise öncelikle söz konusudur. Bu sebeple haram kıldığı şeylerden her zaman uzak dururlar ve emirlerini daima yerine getirirler. “Ve onlar Kıyametten dolayı da korku içindedirler.” Rablerini tam anlamı ile bildiklerinden dolayı ondan korkar, çekinirler. Böylelikle hem ihsan makamını hem de Allah’tan korkma makamını bir arada elde etmiş olurlar. Buradaki atıf (“ve” bağlacı) aynı şey ve aynı niteliğe sahip varlık hakkında varid olan birbirinden farklı sıfatları, birbirine atfetmek kabilindendir.
#
{50} {وهذا}؛ أي: القرآن، {ذكرٌ مباركٌ أنزلناه}: فوصفه بوصفينِ جليلين: كونُهُ ذكراً يُتَذَكَّر به جميعُ المطالب؛ من معرفة الله بأسمائه وصفاته وأفعاله، ومن صفات الرسل والأولياء وأحوالهم، ومن أحكام الشرع من العبادات والمعاملات وغيرها، ومن أحكام الجزاء والجنَّة والنَّار، فَيُتَذَكَّر به المسائل والدَّلائل العقليَّة والنقليَّة، وسماه ذكراً؛ لأنَّه يُذَكِّرُ ما رَكَزَهُ الله في العقول والفطر من التصديق بالأخبار الصادقة، والأمر بالحَسَن عقلاً، والنهي عن القبيح عقلاً. وكونُهُ مباركاً يقتضي كثرة خيره ونمائها وزيادتها، ولا شيء أعظم بركةً من هذا القرآن؛ فإنَّ كلَّ خير ونعمة وزيادة دينيَّةٍ أو دنيويَّةٍ أو أخرويَّة؛ فإنَّها بسببه وأثرٌ عن العمل به؛ فإذا كان ذِكْرًا مباركاً؛ وجب تلقِّيه بالقَبول والانقياد والتسليم، وشُكْرِ الله على هذه المنحة الجليلة، والقيام بها، واستخراج بركته؛ بتعلُّم ألفاظه ومعانيه. ومقابلتُهُ بضدِّ هذه الحالة؛ من الإعراض عنه، والإضراب عنه صفحاً، وإنكاره، وعدم الإيمان به؛ فهذا من أعظم الكفر وأشدِّ الجهل والظُّلم، ولهذا أنكر تعالى على مَنْ أنكره، فقال: {أفأنتُم له منكِرونَ}.
50. “İşte bu” yani Kur’an-ı Kerim de “indirdiğimiz mübarek bir zikir/öğüttür.” Yüce Allah, bu Kitabı iki üstün sıfat ile nitelendirmektedir: Öncelikle onu “zikir/öğüt ve hatırlatma” olmakla nitelendirmektedir ki o, kendisi vasıtası ile Allah’ın isimleri, sıfatları ve fiilleri, Rasûllerin ve velilerin sıfatları, halleri, amellerin karşılıklarına dair hükümler, cennet ve cehennem gibi ihtiyaç duyulan bütün hususların hatırlanıp öğüt alındığı bir kitaptır. Yine onun vasıtası ile pek çok mesele, aklî ve naklî deliller de düşünülüp öğrenilir. Yine Yüce Allah bu Kur’an-ı Kerim’e “zikir” adını şu sebeple vermiştir: O, Allah’ın akıl ve fıtratlara yerleştirmiş olduğu doğru haberleri tasdik ederek, aklın güzel gördüğünü emredip çirkin gördüğünü yasaklayarak insanlara kendi öz yapılarını hatırlatmaktadır. Bu yüce Kitabın “mübarek” oluşu ise hayrının çok olmasını ve sürekli artmasını ifade etmektedir. Gerçekten bereketi Kur’an-ı Kerim’den daha büyük hiçbir şey yoktur. Çünkü dinî veya dünyevî bütün hayır ve nimetler yahut bunların artması, hiç şüphesiz onun sebebi iledir ve gereğince amel etmenin bir sonucudur. Bu yüce Kitap, mübarek bir zikir olduğuna göre kabulle, itaatle, teslimiyetle karşılanması, bu üstün bağış dolayısı ile Yüce Allah’a şükredilmesi, bu nimetin gereğinin yerine getirilmesi, lafız ve manalarının öğrenilmesi sureti ile bereketinin ortaya çıkartılması gerekir. Bunun zıddı olarak ondan yüz çevirmek, ona aldırış etmemek, iman etmemek, aksine onu inkâr etmek sureti ile ona karşılık vermek ise hiç şüphesiz küfrün ve nankörlüğün en büyüğü, cahillik ve zulmün en ileri şeklidir. Bundan dolayı Yüce Allah, Kitabı inkâr edenlerin bu tutumlarını reddeden bir üslup ile: “Şimdi siz onu mu inkâr ediyorsunuz?” buyurmaktadır.
Ayet: 51 - 73 #
{وَلَقَدْ آتَيْنَا إِبْرَاهِيمَ رُشْدَهُ مِنْ قَبْلُ وَكُنَّا بِهِ عَالِمِينَ (51) إِذْ قَالَ لِأَبِيهِ وَقَوْمِهِ مَا هَذِهِ التَّمَاثِيلُ الَّتِي أَنْتُمْ لَهَا عَاكِفُونَ (52) قَالُوا وَجَدْنَا آبَاءَنَا لَهَا عَابِدِينَ (53) قَالَ لَقَدْ كُنْتُمْ أَنْتُمْ وَآبَاؤُكُمْ فِي ضَلَالٍ مُبِينٍ (54) قَالُوا أَجِئْتَنَا بِالْحَقِّ أَمْ أَنْتَ مِنَ اللَّاعِبِينَ (55) قَالَ بَلْ رَبُّكُمْ رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ الَّذِي فَطَرَهُنَّ وَأَنَا عَلَى ذَلِكُمْ مِنَ الشَّاهِدِينَ (56) وَتَاللَّهِ لَأَكِيدَنَّ أَصْنَامَكُمْ بَعْدَ أَنْ تُوَلُّوا مُدْبِرِينَ (57) فَجَعَلَهُمْ جُذَاذًا إِلَّا كَبِيرًا لَهُمْ لَعَلَّهُمْ إِلَيْهِ يَرْجِعُونَ (58) قَالُوا مَنْ فَعَلَ هَذَا بِآلِهَتِنَا إِنَّهُ لَمِنَ الظَّالِمِينَ (59) قَالُوا سَمِعْنَا فَتًى يَذْكُرُهُمْ يُقَالُ لَهُ إِبْرَاهِيمُ (60) قَالُوا فَأْتُوا بِهِ عَلَى أَعْيُنِ النَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَشْهَدُونَ (61) قَالُوا أَأَنْتَ فَعَلْتَ هَذَا بِآلِهَتِنَا يَاإِبْرَاهِيمُ (62) قَالَ بَلْ فَعَلَهُ كَبِيرُهُمْ هَذَا فَاسْأَلُوهُمْ إِنْ كَانُوا يَنْطِقُونَ (63) فَرَجَعُوا إِلَى أَنْفُسِهِمْ فَقَالُوا إِنَّكُمْ أَنْتُمُ الظَّالِمُونَ (64) ثُمَّ نُكِسُوا عَلَى رُءُوسِهِمْ لَقَدْ عَلِمْتَ مَا هَؤُلَاءِ يَنْطِقُونَ (65) قَالَ أَفَتَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ مَا لَا يَنْفَعُكُمْ شَيْئًا وَلَا يَضُرُّكُمْ (66) أُفٍّ لَكُمْ وَلِمَا تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ أَفَلَا تَعْقِلُونَ (67) قَالُوا حَرِّقُوهُ وَانْصُرُوا آلِهَتَكُمْ إِنْ كُنْتُمْ فَاعِلِينَ (68) قُلْنَا يَانَارُ كُونِي بَرْدًا وَسَلَامًا عَلَى إِبْرَاهِيمَ (69) وَأَرَادُوا بِهِ كَيْدًا فَجَعَلْنَاهُمُ الْأَخْسَرِينَ (70) وَنَجَّيْنَاهُ وَلُوطًا إِلَى الْأَرْضِ الَّتِي بَارَكْنَا فِيهَا لِلْعَالَمِينَ (71) وَوَهَبْنَا لَهُ إِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ نَافِلَةً وَكُلًّا جَعَلْنَا صَالِحِينَ (72) وَجَعَلْنَاهُمْ أَئِمَّةً يَهْدُونَ بِأَمْرِنَا وَأَوْحَيْنَا إِلَيْهِمْ فِعْلَ الْخَيْرَاتِ وَإِقَامَ الصَّلَاةِ وَإِيتَاءَ الزَّكَاةِ وَكَانُوا لَنَا عَابِدِينَ (73)}.
51- Andolsun ki biz daha önce de İbrahim’e rüşdünü vermiştik. Biz, onu (ve buna liyakatini) biliyorduk. 52- Bir vakit o, babasına ve kavmine şöyle demişti: “Tapınıp durduğunuz bu heykeller de nedir?” 53- Onlar da: “Atalarımızı bunlara ibadet ederken bulduk” dediler. 54- “Andolsun ki siz de atalarınız da apaçık bir sapıklığa düşmüşsünüz” dedi. 55- “Sen bunu gerçek mi söylüyorsun yoksa şaka mı yapıyorsun?” dediler. 56- Dedi ki: “Hayır (şaka yapmıyorum)! Sizin Rabbiniz, göklerle yerin rabbidir, onları yoktan var edendir. Ben de bu gerçeğe tanıklık edenlerdenim. 57- “Vallahi siz, arkanızı dönüp gittikten sonra ben, bu putlarınıza muhakkak bir tuzak kuracağım.” 58- Derken ona başvururlar diye büyükleri dışında (putların) hepsini paramparça etti. 59- Dediler ki: “Bunu ilahlarımıza kim yaptı? Gerçekten o, zalimlerdendir.” 60- Dediler ki: “İbrahim adındaki bir gencin onları diline doladığını işitmiştik.” 61- Dediler ki: “Onu insanların gözü önüne getirin, belki şahitlik ederler.” 62- Dediler ki: “İlahlarımıza bunu sen mi yaptın, ey İbrahim?” 63- Dedi ki: “Aksine bunu onların şu büyükleri yapmıştır. Onlara sorun, tabi konuşurlarsa!” 64- Kendi vicdanlarına dönüp içlerinden: “Gerçekten asıl zalimler sizlersiniz.” dediler. 65- Sonra baş aşağı (küfre) döndüler de (şöyle dediler): “Sen de çok iyi bilirsin ki bunlar konuşmazlar.” 66- Dedi ki: “O halde Allah’ın dışında size fayda sağlamayan, zarar da veremeyen şeylere mi ibadet ediyorsunuz?” 67- “Yuh olsun size de Allah’ın dışında taptıklarınıza da! Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?” 68- Onlar da: “Eğer (bir şey) yapacaksınız onu ateşte yakın ve ilahlarınıza arka çıkın.” dediler. 69- Biz de: “Ey ateş! İbrahim’e karşı serin ve selâmet ol” dedik. 70- Ona bir tuzak kurmak istediler. Biz de onları en büyük zarara uğrayanlar kıldık. 71- Biz onu ve Lût’u kurtarıp alemler için bereketlendirdiğimiz yere ulaştırdık. 72- Ona İshak’ı bir de (isteğinden) fazla olarak Yakub’u bağışladık. Onların her birini de salih kimseler kıldık. 73- Onları emrimizle doğru yolu gösteren önderler kıldık. Onlara hayırlar yapmayı, namazı dosdoğru kılmayı ve zekâtı vermeyi vahyettik. Onlar yalnızca bize ibadet eden kimselerdi.
#
{51} لما ذكر تعالى موسى ومحمداً - صلى الله عليه وسلم - وكتابيهما؛ قال: {ولقد آتينا إبراهيم رُشْدَهُ من قبلُ}؛ أي: من قبل إرسال موسى ومحمد ونزول كتابيهما، فأراه الله ملكوتَ السماواتِ والأرض، وأعطاه من الرُّشد الذي كَمَّلَ به نفسه ودعا الناس إليه ما لم يؤتِهِ أحداً من العالمين غير محمدٍ، وأضاف الرُّشد إليه لكونِهِ رُشداً بحسب حاله وعلوِّ مرتبتِهِ، وإلاَّ؛ فكلُّ مؤمنٍ له من الرشد بحسب ما عه من الإيمان. {وكُنَّا به عالمين}؛ أي: أعطيناه رشدَه، واختَصَصْناه بالرسالة والخُلَّة، واصطفيناه في الدُّنيا والآخرة؛ لعلمنا أنَّه أهل لذلك وكفءٌ له؛ لزكائه وذكائه. ولهذا ذَكَرَ محاجَّتَهُ لقومه، ونهيهم عن الشِّرك، وتكسير الأصنام وإلزامهم بالحجَّة، فقال:
51. Allah, Mûsâ ile Muhammed’i -ikisine de salât ve selâm olsun- ve onlara verilen kitapları söz konusu ettikten sonra şöyle buyurmaktadır: “Andolsun ki biz daha önce de” yani Mûsâ ve Muhammed’i peygamber olarak göndermeden, onlara kitaplarımızı indirmeden önce “İbrahim’e rüşdünü vermiştik.” Allah, ona göklerin ve yerin melekutunu göstermiş, nefsini kemale eriştirecek derecede bir rüşd (doğruluk, doğru yolu bulma imkanı) vermiştir. İbrahim de insanları buna davet etmişti. Ki Yüce Allah, İbrahim’e verdiği bu bağışı, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem dışında, alemler arasında kimseye vermiş değildir. Burada “rüşdünü” denilerek rüşdün İbrahim’e izafe edilmesi, bunun onun durumuna ve yüksek mertebesine uygun bir rüşd oluşundan dolayıdır. Yoksa sahip olduğu iman oranında rüşdden belli bir payı bulunmayan hiçbir mü’min yoktur. “Biz onu (ve buna liyakatini) biliyorduk.” Yani biz ona rüşdü, özellikle de risaleti ve halillik makamını ihsan ettik, dünya ve âhirette onu seçip üstün kıldık; çünkü tertemiz, arınmış ve zeki oluşu dolayısı ile bu meziyetlere layık olduğunu biliyorduk. Bundan dolayıdır ki Yüce Allah, devamla İbrahim’in kavmine karşı çıkışını, onları Allah’a ortak koşmaktan sakındırışını, putları kırışını ve getirdiği delillerle onları susturuşunu söz konusu etmekte ve şöyle buyurmaktadır:
#
{52} {إذْ قال لأبيه وقومِهِ ما هذه التماثيلُ}: التي مثَّلْتُموها؛ ونَحَتُّموها بأيديكم على صور بعض المخلوقات، {التي أنتُم لها عاكفون}: مقيمون على عبادِتها، ملازِمون لذلك؛ فما هي؟ وأيُّ فضيلة ثبتتْ لها؟ وأين عقولُكم التي ذهبت حتى أفنيتُم أوقاتكم بعبادتها؛ والحالُ أنَّكم مثلْتموها ونحتُّموها بأيديكم؛ فهذا من أكبر العجائب؛ تعبُدون ما تنحِتون؟!
52. “Bir vakit o, babasına ve kavmine şöyle demişti…” kendi ellerinizle yontup birtakım yaratıkların şeklini verdiğiniz ve “tapınıp durduğunuz” yani kendilerine ibadetten bir türlü vazgeçmediğiniz “bu heykeller de nedir?” Bunların ne gibi bir üstünlükleri var? Vaktinizi bunlara ibadet ile öldürecek kadar akıllarınız başınızdan nereye gitmiş? Halbuki bunları siz kendi ellerinizle yonttunuz ve onlara bu şekli siz verdiniz. Gerçekten bu, hayret edilecek, acaip işlerdendir. Kendi ellerinizle yonttuğunuz şeylere nasıl taparsınız?
#
{53} فأجابوا بغير حجَّةٍ جواب العاجز الذي ليس بيده أدنى شبهة، فقالوا: {وجَدْنا آباءنا}: كذلك يفعلونَ فسلكنا سبيلَهم واتَّبعناهم على عبادتها!! ومن المعلوم أنَّ فعل أحدٍ من الخلق سوى الرُّسل ليس بحجَّةٍ ولا تجوز به القدوةُ، خصوصاً في أصل الدين وتوحيد ربِّ العالمين.
53. Kavmi delile dayanmaksızın, hatta elinde delile benzer en ufak bir şey dahi bulunmayan aciz kimselerin cevabına benzer şekilde: “Atalarımızı bunlara ibadet ederken bulduk” diyerek cevap verdiler. Onlar böyle yapıyorlardı, biz de onların yolunu izledik ve putlara ibadet yolunda onların arkasından gittik. Bilindiği gibi peygamberler dışında yaratılmışlardan herhangi birinin yaptığı iş delil olmaz. Özellikle dinin itikadi hükümleri ve âlemlerin Rabbinin tevhidi hususunda onlardan başka birine uymak caiz değildir. Bundan dolayı İbrahim aleyhisselam hepsinin sapıklıkta olduklarını belirterek şöyle dedi:
#
{54} ولهذا قال لهم إبراهيمُ مضلِّلاً للجميع: {لقد كنتُم أنتم وآباؤكم في ضَلال مبينٍ}؛ أي: ضلال بيِّن واضح، وأيُّ ضلال أبلغُ من ضلالهم في الشرك وترك التوحيد؟! أي: فليس ما قلتُم يصلُحُ للتمسُّك به، وقد اشتركتُم وإياهم في الضَّلال الواضح البيِّن لكلِّ أحدٍ.
54. “Andolsun ki siz de atalarınız da apaçık bir sapıklığa düşmüşsünüz.” Sizin sapıklığınız, gâyet açık ve seçik bir şekilde ortadadır. Şirk koşmak ve tevhidi terk etmek sureti ile içine düşülen sapıklıktan daha ileri sapıklık ne olabilir ki? Bu şu demek oluyordu: Şirk koşmanıza dair ileri sürdüğünüz bu gerekçe, delil diye tutunulabilecek bir gerekçe değildir. Siz de onlar da herkes tarafından görülebilen apaçık bir sapıklık içerisindesiniz.
#
{55} {قالوا}: على وجه الاستغراب لقولِهِ، والاستفهام لما قال، وكيف بادأهم بتسفيههم وتسفيه آبائهم: {أجئتنا بالحقِّ أم أنت من اللاَّعبينَ}؛ أي: هذا القول الذي قُلْتَه والذي جئتنا به: هل هو حقٌّ وُجِدَ، أم كلامُك لنا كلامُ لاعب مستهزئ لا يَدْري ما يقول؟! وهذا الذي أرادوا، وإنما ردَّدوا الكلام بين الأمرين لأنَّهم نزَّلوه منزلة المتقرِّر المعلوم عند كلِّ أحدٍ، أنَّ الكلامَ الذي جاء به إبراهيمُ كلامُ سفيهٍ لا يَعْقِلُ ما يقول.
55. Onlar İbrahim’in, akılsızlıklarını yüzlerine çarpan ve babalarının da akılsız olduklarını ileri süren bu sözünü garip karşıladılar ve dediklerinin iç yüzünü sorarak: “Sen bunu gerçek mi söylüyorsun yoksa şaka mı yapıyorsun, dediler.” Yani senin söylediğin bu sözler, bize sunduğun bu görüş gerçek midir? Sen ciddi mi söylüyorsun? Yoksa senin bu sözlerin, şaka yapıp alay eden ve ne söylediğini bilmeyen bir kimsenin sözleri türünden midir? Onların kastı bu sonuncusuysu. Söylediği sözün, bu iki şıktan birisi olduğunu söylemekle birlikte esas amaçları, onun bu sözlerinin, söylediklerine aklı ermeyen, akılsız bir kimsenin sözleri olduğu ve bunun herkes tarafından da kabul edildiğidir.
#
{56} فردَّ عليهم إبراهيمُ ردًّا بيَّن به وجهَ سَفَهِهِم وقلَّة عقولهم، فقال: {بل ربُّكم ربُّ السمواتِ والأرض الذي فَطَرَهُنَّ وأنا على ذلكم من الشاهدينَ}: فجمع لهم بين الدَّليل العقليِّ والدَّليل السمعيِّ: أمَّا الدليلُ العقليُّ؛ فإنَّه قد عَلِمَ كلُّ أحدٍ، حتى هؤلاء الذين جادلهم إبراهيم: أنَّ الله وحده الخالقُ لجميع المخلوقات من بني آدم والملائكة والجنِّ والبهائم والسماوات والأرض المدبِّر لهنَّ بجميع أنواع التدبير، فيكون كلُّ مخلوق مفطوراً مدبَّراً متصرَّفاً فيه، ودخل في ذلك جميعُ ما عُبِدَ من دون الله، أفيليقُ عند مَنْ له أدنى مُسْكَةٍ من عقل وتمييزٍ، أن يَعْبُدَ مخلوقاً متصرَّفاً فيه، لا يملِكُ نفعاً، ولا ضرًّا، ولا موتاً، ولا حياةً، ولا نُشوراً، ويدع عبادة الخالق الرازق المدبِّر؟! وأما الدَّليل السمعيُّ؛ فهو المنقولُ عن الرُّسل عليهم الصلاة (والسلام) ؛ فإنَّ ما جاؤوا به معصومٌ لا يغلط ولا يخبِرُ بغير الحقِّ، ومن أنواع هذا القسم شهادةُ أحدٍ من الرُّسل على ذلك؛ فلهذا قال إبراهيم: {وأنا على ذلكم}؛ أي: أنَّ الله وحدَه المعبودُ، وأنَّ عبادةَ ما سواه باطلٌ، {من الشَّاهِدين}: وأيُّ شهادةٍ بعد شهادةِ الله أعلى من شهادة الرُّسل، خصوصاً أولي العزم منهم، خصوصاً خليل الرحمن؟
56. Ancak İbrahim, onların akıllarını gereği gibi kullanamayan zavallı akılsızlar olmalarının gerekçesini zikrederek şöyle dedi: “Hayır (şaka yapmıyorum)! Sizin Rabbiniz, göklerle yerin rabbidir, onları yoktan var edendir.” bu sözleri ile İbrahim, onlara karşı hem aklî delili hem de naklî delili bir arada zikretmiştir. Onlara karşı getirdiği aklî delil şudur: İbrahim’in kendileri ile tartıştığı bu kimseler de dahil olmak üzere herkes kesinlikle bilir ki insanları, melekleri, cinleri, hayvanları, gökleri, yeri ve bütün mahlukatı yaratan, onların her türlü işlerini çekip çeviren yalnızca Allah’tır. Dolayısı ile her bir yaratılmış, aynı zamanda Allah tarafından var edilmiş, işleri çekip çevirilen ve kendisi üzerinde tasarrufta bulunulan bir varlıktır ki Allah’tan başka ibadet edilen bütün varlıklar da bunun kapsamına girmektedir. O halde asgari seviyede aklı ve temyiz gücü bulunan herhangi bir kimseye, yaratılmış ve üzerinde tasarrufta bulunulan, ne bir fayda sağlayabilen, ne de bir zarar verebilen, öldüremeyen, hayat veremeyen, öldükten sonra diriltemeyen bir varlığa tapıp da her şeyi yaratan, rızık veren ve bütün varlıkların işlerini idare eden o yüce Zata ibadeti terk etmesi yakışır mı? Onun getirdiği naklî delile gelince bu, bütün peygamberlerden nakledilegelen delildir ki onların getirdikleri her şey hatadan korunmuştur, masumdur, yanlışlığı yoktur. Onlar hak olmayan bir şeyi de bildirmezler. Bu nakli delilin kısımlarından birisi de peygamberlerden birisinin herhangi bir hususa şahitlik etmesidir. Bundan dolayı İbrahim de şöyle demiştir: “Ben de bu gerçeğe” yani yalnızca Yüce Allah’a ibadet edilmesi gerektiğine ve O’nun dışındaki şeylere ibadetin batıl olduğuna “tanıklık edenlerdenim.” Allah’ın tanıklığından sonra peygamberlerin tanıklığından daha üstün bir tanıklık var mıdır? Özellikle de onlardan azim sahibi (ulu’l-azm) olan bir peygamberin hele hele de Halilurrahmanın tanıklığından daha üstün bir tanıklık olabilir mi?
#
{57} ولما بيَّن أنَّ أصنامَهم ليس لها من التدبير شيءٌ؛ أراد أن يُرِيَهم بالفعل عجزها وعدم انتصارها، وليكيد كيداً يحصُلُ به إقرارُهم بذلك؛ فلهذا قال: {وتاللهِ لأكيدنَّ أصنامَكم}؛ أي: أكسرها على وجه الكيد، {بعدَ أن تُوَلُّوا مدبِرينَ}: عنها، إلى عيدٍ من أعيادهم.
57. İbrahim, onların putlarının herhangi bir şekilde varlıkların işlerini idare edemediklerini açıkladıktan sonra bir de bu putlarının aciz olduklarını ve kendilerini koruyamadıklarını göstermek ve onların bunu itiraf etmelerini sağlamak için putlarına bir tuzak kurmak istedi. Bundan dolayı da: “Vallahi siz” bayramlarından birine gitmek üzere onları yalnız bırakıp “arkanızı dönüp gittikten sonra putlarınıza muhakkak bir tuzak kuracağım.” Yani belli bir plan dahilinde onları kıracağım.
#
{58} فلما تَوَلَّوا مدبرين؛ ذَهَبَ إليها بِخفيةٍ، {فَجَعَلَهُمْ جُذاذاً}؛ أي: كِسَراً وقطعاً، وكانت مجموعةً في بيت واحدٍ فكسَّرها كلَّها، {إلاَّ كبيراً لهم}؛ أي: إلاَّ صنمهم الكبير؛ فإنَّه تركه لمقصد سيبيِّنه. وتأمَّل هذا الاحتراز العجيب؛ فإنَّ كلَّ ممقوتٍ عند الله لا يُطلق عليه ألفاظ التعظيم إلاَّ على وجه إضافتِهِ لأصحابه؛ كما كان النبيُّ - صلى الله عليه وسلم - إذا كتب إلى ملوك الأرض المشركين يقول: إلى عظيم الفُرس ... إلى عظيم الروم ... ونحو ذلك ولم يقل: إلى العظيم! وهنا قال تعالى: {إلاَّ كبيراً لهم}، ولم يقل: كبيراً من أصنامهم؛ فهذا ينبغي التنبُّه له والاحتراز من تعظيم ما حقَّره الله؛ إلاَّ إذا أضيفَ إلى من عظَّمه. وقوله: {لعلَّهم إليه يرجِعونَ}؛ أي: ترك إبراهيم تكسير صَنَمِهم هذا لأجل أن يرجعوا إليه، ويستملوا حجَّته، ويلتفِتوا إليها، ولا يُعْرِضوا عنها، ولهذا قال في آخرها: {فرجَعوا إلى أنفسهم}.
58. Onlar putlarını bırakıp gittikten sonra İbrahim, gizlice putların bulunduğu yere gitti “ona başvururlar diye” yani büyük putlarına dönüp İbrahim’in delilini kabul ederler, bu delile dikkat eder ve ondan yüz çevirmezler diye ki bu nedenle kıssanın sonlarında: “Kendi vicdanlarına dönerek dediler ki...” buyurulmaktadır, “büyükleri dışında (putların) hepsini” ki bu putlar tek bir puthanede bir arada bulunuyordu ve İbrahim büyükleri dışında hepsini “paramparça etti.” Yani İbrahim, ilerde açıklayacağı bir maksaddan dolayı büyük kabul ettikleri putları kırmadı. Burada “büyükleri” tabirindeki hassas nükte üzerinde dikkatle düşünelim. Çünkü Allah nezdinde sevilmeyen ve gazap olunan herhangi bir şey hakkında tazim ifadesi kullanılmaz, ancak bu, o tazimi fiilen yapan kimselere izafe etmek sureti ile olabilir. Nitekim Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem müşrik krallara mektup yazdığında: “İranlıların büyüğü, Bizanslıların büyüğü” vb. ifadeler kullanıyor ve “falan büyüğe” şeklinde bir ifade yazdırmıyordu. İşte burada da Yüce Allah “putlarından bir büyüğü” demeyerek “onların büyükleri” buyurmuştur. O nedenle bu hususa dikkat etmek ve Allah’ın hakir kılmış olduğu bir varlığı tazim etmekten sakınmak, bu tazim bildiren ifadeyi sadece onu öylece kabul edenlere izafe ederek kullanmakta titizlik göstermek gerekir.
#
{59} فحين رأوا ما حلَّ بأصنامهم من الإهانة والخزي؛ {قالوا مَن فَعَلَ هذا بآلهتنا إنَّه لمن الظالمين}: فرَمَوا إبراهيم بالظُّلم الذي هم أولى به حيث كسَّرها، ولم يدروا أن تكسيره لها من أفضل مناقبه ومن عدلِهِ وتوحيدِهِ، وإنَّما الظالم مَنِ اتَّخذها آلهةً، وقد رأى ما يفعل بها.
59. Puta tapanlar, putlarının başına gelen son derece aşağılayıcı ve alçaltıcı bu davranışı gördüklerinde: “dediler ki: Bunu putlarımıza kim yaptı? Gerçekten o, zalimlerdendir.” İbrahim’i putları kırdı diye zalim olmakla itham ettiler. Oysa kendileri zalim olmaya daha layıktırlar. Ama bu putları kırmasının, İbrahim’in en güzel hallerinden, onun son derece adaletli ve halis bir muvahhid oluşundan kaynaklandığının farkında değillerdi. Asıl zalim bu putlara yapılanları görmekle birlikte, onları ilâh edinen kimsedir.
#
{60} {قالوا سَمِعْنا فتىً يذكُرُهم} ـ أي: يَعيبهم ويذُمُّهم، ومَنْ هذا شأنُهُ لا بدَّ أن يكون هو الذي كسرها، أو أنَّ بعضهم سَمِعَهُ يذكر أنه سيكيدها ـ {يُقال له إبراهيمُ}.
60. “Dediler ki: İbrahim adındaki bir gencin bunları diline doladığını işitmiştik.” Onları ayıpladığını ve yerdiğini duymuştuk. Bu niteliğe sahip olan bir kimsenin ise bu putları kırmış olması kaçınılmaz bir şeydir. Ya da aralarından birisi, İbrahim’in bu putlara bir tuzak hazırlayacağından söz ettiğini işitmiş olabilirdi.
#
{61} فلما تحقَّقوا أنه إبراهيم؛ {قالوا فأتوا بهِ}؛ أي: بإبراهيم، {على أعين الناس}؛ أي: بمرأى منهم ومسمع، {لعلَّهم يشهدونَ}؛ أي: يحضُرون ما يصنعُ بمن كَسَّرَ آلهتهم. وهذا الذي أراد إبراهيم وقَصَدَ: أن يكون بيانُ الحقِّ بمشهدٍ من الناس؛ ليشاهِدوا الحقَّ وتقوم عليهم الحجَّة؛ كما قال موسى حين واعَدَ فرعونَ: {موعِدُكم يومُ الزِّينة وأن يُحْشَرَ الناس ضحىً}.
61. Bunu yapanın İbrahim olduğuna dair kesin kanaat sahibi olmaları üzerine: “Dediler ki: Onu” Yani İbrahim’i “insanların gözü önüne” herkesin görüp işiteceği bir şekilde “getirin, belki şahitlik ederler.” Putlarını kıranlara neler yapıldığını görmek için hazır olurlar. Zaten İbrahim’in istediği de herkesin hakkı görüp delilin onlara karşı ortaya konmasını sağlamak için herkesin görebileceği bir yerde hakkı beyan etmek ve bunu sağlamaktı. Onun maksadı bu idi. Nitekim Mûsâ da Firavun ile sözleştiğinde şunları söylemişti: “Sizinle karşılaşma zamanımız bayram günü insanlar toplandığı kuşluk vakti olsun.” (Taha, 20/59)
#
{62} فحين حضر الناس وأُحْضِر إبراهيم؛ قالوا له: {أأنتَ فعلتَ هذا}؛ أي: التكسير {بآلهتنا يا إبراهيمُ}؟ وهذا استفهام تقريرٍ؛ أي: فما الذي جرَّأك؟ وما الذي أوجبَ لك الإقدام على هذا الأمر؟
62. İnsanlar hazır olup İbrahim aleyhisselam da getirildiğinde ona: “İlahlarımıza bunu sen mi yaptın?” Onları sen mi bu şekilde kırıp döktün “Ey İbrahim?” Bu, takriri bir istifhamdır. Yani sen böyle bir işe kalkışma cesaretini nereden buldun ve böyle bir şeyi yapmanı gerektiren nedir? Söyle bakalım, demektir.
#
{63} فقال إبراهيم والناس مشاهدونَ: {بل فَعَلَهُ كبيرُهم هذا}؛ أي: كسَّرها غضباً عليها لمَّا عُبِدَتْ معه، وأراد أن تكونَ العبادةُ منكم لصنمكم الكبير وحدَه، وهذا الكلامُ من إبراهيم القصدُ منه إلزامُ الخصم وإقامةُ الحجَّة عليه، ولهذا قال: {فاسْألوهُم إن كانوا ينطقونَ}، وأراد الأصنام المكسَّرة؛ اسألوها لم كُسِّرَتْ؟ والصنم الذي لم يكسر؛ اسألوه لأيِّ شيءٍ كسَّرها؟ إنْ كان عندَهم نطقٌ؛ فسيجيبونكم إلى ذلك، وأنا وأنتم وكلُّ أحدٍ يدري أنَّها لا تنطِقُ، ولا تتكلَّم، ولا تنفع ولا تضرُّ، بل ولا تنصر نفسَها ممَّن يريدها بأذى.
63. İbrahim de herkesin gözü önünde: “Aksine bunu onların şu büyükleri yapmıştır.” Kendisi ile birlikte onlara da tapıldığından dolayı büyükleri, küçüklerine öfkelenerek kırmış ve sizin yalnızca bu büyük puta tapmanızı isteyerek bu işi yapmıştır. Bu sözleri ile İbrahim’in amacı, karşısındaki hasımları susturmak ve onlara karşı delili ortaya koymaktır. Bundan dolayı daha sonra şunları söylediğini görüyoruz: “Onlara sorun, tabi konuşurlarsa.” Yani şu kırık putlara niçin kırıldılar diye sorun. Aynı şekilde kırılmamış olan puta da sorun, ne diye diğer putları kırdığını söylesin size; eğer konuşabilirlerse size bunun cevabını vereceklerdir. Ben de siz de herkes de kesinlikle bilir ki bu putlar söz söylemez, konuşmazlar. Herhangi bir fayda sağlayamaz, zarar veremezler. Hatta bu putlar kendilerine kötülük yapmak isteyen bir kimseye karşı da kendilerini koruyamazlar.
#
{64} {فرجعوا إلى أنفسهم}؛ أي: ثابتْ عليهم عقولُهم، ورجعتْ إليهم أحلامُهم، وعلموا أنَّهم ضالُّون في عبادتها، وأقرُّوا على أنفسهم بالظُّلم والشرك، {فقالوا إنَّكم أنتم الظالمون}: فحصل بذلك المقصودُ، ولزمتهم الحجَّة بإقرارهم أنَّ ما هم عليه باطلٌ، وأنَّ فعلَهم كفرٌ وظلمٌ.
64. “Kendi vicdanlarına dönüp” yani akıllarını başlarına alarak, doğruyu görme imkânını bularak bu putlara tapmakla kendilerinin sapıklıklarını anladılar, zalim olduklarını ve şirk koştuklarını itiraf ettiler. “içlerinden: “Gerçekten asıl zalimler sizlersiniz, dediler.” Bununla İbrahim’in maksadı tahakkuk etmişti, zira onlar izledikleri yolun batıl olduğunu, yaptıkları işin de kötü ve zulüm olduğunu itiraf etmişlerdi. Onlara karşı susturucu delil de ortaya konmuş oluyordu.
#
{65} ولكن لم يستمرُّوا على هذه الحالة، ولكن {نُكِسوا على رؤوسهم}؛ أي: انقلب الأمر عليهم، وانتكست عقولهم، وضلَّت أحلامهم، فقالوا لإبراهيم: {لقد علمتَ ما هؤلاء ينطِقونَ}؛ فكيف تَهَكَّمُ بنا، وتستهزئ بنا، وتأمُرُنا أنْ نسألها، وأنتَ تعلم أنَّها لا تنطِقُ؟
65. Ancak bu hallerini çok fazla sürdüremediler. Aksine: “Sonra baş aşağı (küfre) döndüler” Yani durumları tersine döndü, akılları işlemez, bir şey anlamaz oldu. Şaşırdılar ve İbrahim’e dediler ki: “Sen de çok iyi bilirsin ki bunlar konuşamazlar.” Nasıl bizimle dalga geçip alay ediyorsun da bu putların hiç konuşamadıklarını sen de bildiğin halde onlara soru sormamızı istiyorsun?
#
{66} فقال إبراهيم موبِّخاً لهم ومعلناً بشركِهِم على رؤوس الأشهاد ومبيِّناً عدم استحقاق آلهتهم للعبادة: {أفتَعْبُدون من دون الله ما لا ينفعُكم شيئاً ولا يضرُّكم}: فلا نفع ولا دفع.
66. Bunun üzerine İbrahim, onları azarlayan bir üslupla herkesin gözü önünde şirk koştuklarını ilan ederek ve bu uydurma ilâhlarının ibadete layık olmadıklarını açıklayarak dedi ki: “O halde Allah’ın dışında size fayda sağlamayan, zarar da veremeyen şeylere mi ibadet ediyorsunuz?” Bunlar ne bir fayda sağlayabilirler, ne bir zararı önleyebilirler.
#
{67} {أفٍّ لكم ولما تَعْبُدونَ من دون الله}؛ أي: ما أضلَّكم وأخسرَ صفقتكم وما أخسَّكم أنتم وما عبدتُم من دون الله!! إن كنتم تعقِلونَ عرفتُم هذه الحال، فلما عدمتُم العقلَ وارتكبتم الجهلَ والضَّلال على بصيرةٍ؛ صارت البهائم أحسنَ حالاً منكم.
67. “Yuh olsun size de Allah’ın dışında taptıklarınıza da!” Sizin bu alışverişiniz ne kadar zararlıdır, ne kadar sapıksınız! Siz de Allah’tan başka taptıklarınız da ne kadar değersiz ve hakirsiniz! “Hâlâ aklınızı başınıza almayacak mısınız?” Aklınızı başınıza alırsanız bu durumu anlarsınız. Sizler aklı başında kimseler olmadığınızdan, bile bile cahilliği ve sapıklığı tercih ettiğinizden dolayı gerçekten hayvanların durumu sizden daha iyidir.
#
{68} فحينئذٍ لمَّا أفحمهم ولم يبيِّنوا حجةً؛ استعملوا قوتهم في معاقبتِهِ، فـ {قالوا حرِّقوه وانصُروا آلهتكم إن كنتُم فاعلينَ}؛ أي: اقتلوه أشنع القِتلات بالإحراق غضباً لآلهتكم ونُصرةً لها؛ فَتَعْساً لهم تَعْساً، حيثُ عبدوا من أقرُّوا أنه يحتاجُ إلى نصرِهم واتَّخذوه إلهاً!!
68. İbrahim, onları bu delillerle susturduktan sonra onlar, herhangi bir gerekçe açıklayamadıklarından ötürü onu cezalandırmak için kaba kuvvet kullanma yoluna gittiler ve: “Dediler ki: Eğer (bir şey) yapacaksınız onu ateşte yakın ve ilahlarınıza arka çıkın.” Onu en ağır ölüm şekli olan yakarak öldürün. İlâhlarınız adına gazap ederek ve onlara arka çıkıp destek olarak bunu yapın. Yazıklar olsun onlara, tekrar tekrar yazıklar olsun! Çünkü onlar kendilerinin yardımına ihtiyaç duyan varlıklara ibadet ediyor ve onları ilâh ediniyorlardı.
#
{69} فانتصر الله لخليلِهِ لمَّا ألقَوْه في النار، وقال لها: {كوني بَرْداً وسلاماً على إبراهيم}: فكانت عليه برداً وسلاماً، لم يَنَلْهُ فيها أذى، ولا أحسَّ بمكروه.
69. Ancak onlar İbrahim’i ateşe attıklarında Yüce Allah ona yardım etti ve ateşe: “İbrahim’e karşı serin ve selâmet ol” dedi. Gerçekten de ateş, ona karşı serin ve selâmet oldu. Ateşten en ufak bir şekilde rahatsız olmadı. Hoşuna gitmeyecek hiçbir şey hissetmedi.
#
{70} {وأرادوا به كيداً}: حيث عَزَموا على إحراقه، {فَجَعَلْناهم الأخسرينَ}؛ أي: في الدنيا والآخرة؛ كما جعل الله خليله وأتباعه هم الرابحين المفلحين.
70. İbrahim’i yakma kararını verdiklerinde “ona bir tuzak kurmak istediler. Biz de onları” dünyada da âhirette de “en büyük zarara uğrayanlar kıldık.” Buna karşılık Yüce Allah, Halili İbrahim’i ve ona uyanları kazananlar ve kurtuluşa erenler kıldı.
#
{71} {ونجَّيْناه ولوطاً}: وذلك أنَّه لم يؤمن به من قومِهِ إلاَّ لوطٌ عليه السلام، قيل: إنَّه ابن أخيه، فنجَّاه الله، وهاجر {إلى الأرض التي بارَكْنا فيها للعالمين}؛ أي: الشام، فغادر قومه في بابل من أرض العراق، {وقال إنِّي مهاجر إلى ربِّي إنَّه هو العزيز الحكيم}. ومن بركةِ الشام أنَّ كثيراً من الأنبياء كانوا فيها، وأنَّ الله اختارَها مهاجَرَاً لخليلِهِ، وفيها أحدُ بيوتِهِ الثلاثة المقدَّسة، وهو بيت المقدس.
71. “Biz onu ve Lût’u kurtarıp” Çünkü kavmi arasından İbrahim’e Lût aleyhisselam’dan başka kimse iman etmemişti. Denildiğine göre Lût İbrahim’in kardeşinin oğlu idi. Allah onları kurtardı ve o da hicret ederek “alemler için bereketlendirdiğimiz yere” Şam topraklarına gitti. Böylece Irak topraklarından olan Babil’de yaşayan kavminden ayrılıp uzaklaştı. “Ben Rabbime hicret ediyorum. Şüphesiz ki O, Azîzdir, Hakîmdir.” (el-Ankebut, 29/26) buyruğunda bu hususa işaret edilmektedir. Şam topraklarının bereketli oluşunun bir alâmeti de pek çok peygamberin orada bulunması ve Yüce Allah’ın orayı İbrahim’in hicret edeceği yer olarak seçmesidir. Diğer taraftan kutsal üç mescidden birisi olan Beytü’l-Makdis (Mescid-i Aksa) de oradadır.
#
{72} {ووهَبْنا له}: حين اعتزل قومَه، {إسحاقَ ويعقوبَ}: ابن إسحاق، {نافلةً}: بعدما كبر وكانت زوجتُهُ عاقراً، فبشَّرته الملائكةُ بإسحاق، {ومن وراءِ إسحاقَ يعقوبَ}، ويعقوب هو إسرائيل الذي كانت منه الأمة العظيمة، وإسماعيل بن إبراهيم الذي كانت منه الأمة الفاضلة العربيَّة، ومن ذرِّيَّته سيد الأولين والآخرين. {وكلاًّ}: من إبراهيم وإسحاق ويعقوب، {جَعَلْنا صالحين}؛ أي: قائمين بحقوقِهِ وحقوق عباده.
72. İbrahim, kavmini terk edince “ona İshak’ı bir de (isteğinden) fazla olarak” İshak’ın oğlu “Yakub’u” oldukça ileri bir yaşta “bağışladık.” İbrahim’in eşi doğum yapacak yaşta değildi. Melekler, ona İshak’ın doğacağı müjdesini vermişti. Yüce Allah, İshak’ın arkasından da Yakub’u bağışlamıştır. Yakub, İsrail ünvanlı ve o büyük ümmetin kendisinden geldiği zattır. Faziletli ümmetin kendisinden geldiği ve öncekilerin de sonrakilerin de efendisi olan Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in de onun soyundan geldiği zat ise İbrahim’in oğlu İsmail’dir. “Onların her birini” İbrahim’i de, İshak’ı da Yakub’u da “salih kimseler kıldık.” Yani onlar, hem Allah’ın haklarını hem de kullarının haklarını yerine getiren kimselerdi. Yüce Allah’ın onları emri ile hidâyete çağıran önderler kılması da onların salih oluşlarının bir neticesidir.
#
{73} ومن صلاحِهِم أنَّه جعلهم أئمةً يهدون بأمره، وهذا من أكبر نعم الله على عبده: أن يكونَ إماماً يَهتدي به المهتدونَ، ويمشي خلفَه السالكون، وذلك لمَّا صبروا، وكانوا بآياتِ الله يوقنونَ. وقوله: {يهدون بأمرِنا}؛ أي: يهدون الناس بديننا، لا يأمرون بأهواء أنفسهم، بل بأمر الله ودينِهِ واتِّباع مرضاته، ولا يكون العبدُ إماماً حتى يدعو إلى أمر الله. {وأوحَيْنا إليهم فعلَ الخيرات}: يفعلونها ويدعون الناس إليها، وهذا شاملٌ للخيرات كلِّها من حقوق الله وحقوق العباد، {وإقام الصَّلاة وإيتاءِ الزَّكاةِ}: هذا من باب عطف الخاصِّ على العامِّ؛ لشرف هاتين العبادتين وفضلهما، ولأنَّ مَنْ كمَّلهما كما أمِرَ؛ كان قائماً بدينه، ومن ضيَّعهما؛ كان لما سواهما أضيع، ولأنَّ الصلاةَ أفضلُ الأعمال التي فيها حقُّه، والزكاة أفضلُ الأعمال التي فيها الإحسان لخلقه. {وكانوا لنا}؛ أي: لا لغيرنا {عابدينَ}؛ أي: مديمين على العبادات القلبيَّة والقوليَّة والبدنيَّة في أكثر أوقاتهم، فاستحقُّوا أن تكون العبادة وصفَهم، فاتَّصفوا بما أمر الله به الخلقَ، وخَلَقَهم لأجلِهِ.
73. Bir kulun hidâyet bulanların kendisi vasıtası ile hidâyet bulacağı bir önder haline gelmesi, doğru yolu izleyenlerin onun arkasından yürümesi, Allah’ın o kul üzerindeki en büyük nimetlerindendir. Bu da sabretmeleri ve Allah’ın âyetlerine kesin olarak inanmaları sebebi ile olmuştur. Bu yüzden Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Onları emrimizle doğru yolu gösteren önderler kıldık.” Onlar, bizim emrimizle, dinimiz uyarınca insanları hidâyete ileten kimselerdi. Kendi nefislerinin arzusuna göre emir vermezlerdi. Aksine Allah’ın emrini, O’nun dinini, O’nun rızasını gerektirecek şeylere tâbi olmayı emrederlerdi. Kul, Allah’ın emrine davet etmedikçe önder olamaz. “Onlara hayırlar yapmayı… vahyettik” bu hayırları hem bizzat işlerler hem de insanları onlara çağırırlardı ki bu hayırlar, hem Allah’ın haklarını hem de kulların haklarını içeren her türlü hayır demektir “namazı dosdoğru kılmayı ve zekâtı vermeyi” Bu, özel olanın genel olana atfedilmesi kabilindendir. Bunun sebebi ise bu iki ibadetin şerefi ve faziletidir. Zira bunları emrolunduğu gibi eksiksiz olarak yerine getiren kimse dinini dimdik ayakta tutmuş, onun hakkını yerine getirmiş olur. Bunları zayi eden ise onların dışında kalan dini emirleri hayd haydi zayi eder. Ayrıca namaz, Yüce Allah’ın hakkı olan amellerin en faziletlisi, zekât ise O’nun kullarına iyiliği içeren amellerin en faziletlisidir. “Onlar” başkasına değil “yalnızca bize ibadet eden kimselerdi.” Hem kalbi, hem lisani, hem de bedeni ibadetlere vakitlerinin büyük bölümünde devam ederlerdi. Bu yüzden onlar, gerçekten ibadet edenler vasfına sahip olmayı hak etmişlerdi. Böylece Allah’ın bütün mahlukata vermiş olduğu emir ve kendisi sebebi ile onları yaratmış olduğu husus (ibadet), onların sabit vasfı olmuştu.
Ayet: 74 - 75 #
{وَلُوطًا آتَيْنَاهُ حُكْمًا وَعِلْمًا وَنَجَّيْنَاهُ مِنَ الْقَرْيَةِ الَّتِي كَانَتْ تَعْمَلُ الْخَبَائِثَ إِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمَ سَوْءٍ فَاسِقِينَ (74) وَأَدْخَلْنَاهُ فِي رَحْمَتِنَا إِنَّهُ مِنَ الصَّالِحِينَ (75)}.
74- Lût’a da hüküm/hikmet ve ilim verdik. Onu çirkin işler yapmakta olan o ülkeden de kurtardık. Çünkü onlar, çok kötü ve fasık bir toplum idiler. 75- Ve biz, onu rahmetimize aldık. Çünkü o, salihlerdendir.
#
{74} هذا ثناءٌ من الله على رسوله لوطٍ عليه السلام بالعلم الشرعيِّ والحكم بين الناس بالصواب والسَّداد، وأنَّ الله أرسله إلى قومه يَدْعوهم إلى عبادة الله وينهاهم عما هم عليه من الفواحش، فَلَبِثَ يدعوهم، فلم يستجيبوا له، فَقَلَبَ الله عليهم ديارَهم، وعذَّبهم عن آخرهم؛ لأنَّهم {كانوا قَوْمَ سَوْءٍ فاسقينَ}: كذَّبوا الدَّاعي وتوعَّدوه بالإخراج، ونجَّى الله لوطاً وأهله، فأمره أن يَسْرِيَ بهم ليلاً ليبعدوا عن القرية، فَسَرَوْا ونَجَوْا من فضل الله عليهم ومنته.
74. Bu buyrukta Yüce Allah, rasûlü Lût aleyhisselam’ın şer’i bilgiye sahip olduğunu, insanlar arasında doğruluk ve adaletle hükmettiğini belirterek onu övmektedir. Yüce Allah, onu kavmini Allah’a ibadete davet etmek, işlemekte oldukları hayasızlıklardan vazgeçmelerini istemek üzere göndermişti. Lût uzun bir süre onları davet etti; fakat çağrısını kabul etmediler. Bunun üzerine Yüce Allah, yurtlarını alt üst edip tepelerine yıktı ve tek bir kişi müstesna olmamak üzere hepsini azaba uğrattı. “Çünkü onlar, çok kötü ve fasık bir toplum idiler.” Zira kendilerini Allah’ın yoluna davet eden peygamberi yalanladılar ve yurdundan çıkarmakla tehdit ettiler. Yüce Allah da Lût’u ve aile halkını kurtardı. Çünkü Yüce Allah, ona kasabadan uzaklaşmaları için aile halkı ile birlikte geceleyin yola koyulmasını emretti. Geceleyin yola koyuldular ve kurtuldular. Bu, Allah’ın onlara bir lütuf ve bir ihsanıdır.
#
{75} {وأدخَلْناه في رحمتِنا}: التي مَنْ دَخَلَها كان من الآمنين من جميع المخاوف، النائلين كلَّ خير وسعادة وبرٍّ وسرور وثناءٍ، وذلك لأنَّه من الصالحين، الذين صَلَحَتْ أعمالهم، وزَكَتْ أحوالُهم، وأصلح الله فاسدَهم، والصلاحُ هو السبب لدخول العبدِ برحمةِ الله؛ كما أنَّ الفساد سببٌ لحرمانه الرحمة والخير، وأعظمُ الناس صلاحاً الأنبياءُ عليهم السلام، ولهذا يَصِفُهم بالصَّلاح، وقال سليمان عليه السلام: {وأدْخِلْني برحمتِكَ في عبادِكَ الصَّالحين}.
75. “Biz onu” içine girenlerin bütün korkulacak şeylerden yana emniyete kavuştuğu, her türlü hayır, mutluluk, iyilik, sevinç ve övgüye nail oldukları o “rahmetimize aldık.” Bunun sebebi onun, amelleri salih, halleri tertemiz olan, kötü hallerini de Allah’ın ıslâh ettiği salih kimselerden olmasıdır. Salih olmak, kulun Allah’ın rahmetine girmesinin sebebidir. Tıpkı fesadın rahmet ve hayırdan mahrumiyete sebeb olduğu gibi. İnsanlar arasında salahı en ileri derecede olanlar ise hiç şüphesiz peygamberlerdir. Bundan dolayı Yüce Allah, onları salih olmakla nitelendirir. Nitekim Süleyman aleyhisselam da şöyle dua etmişti: “Rahmetinle beni salih kullarının arasına kat!” (en-Neml, 27/19)
Ayet: 76 - 77 #
{وَنُوحًا إِذْ نَادَى مِنْ قَبْلُ فَاسْتَجَبْنَا لَهُ فَنَجَّيْنَاهُ وَأَهْلَهُ مِنَ الْكَرْبِ الْعَظِيمِ (76) وَنَصَرْنَاهُ مِنَ الْقَوْمِ الَّذِينَ كَذَّبُوا بِآيَاتِنَا إِنَّهُمْ كَانُوا قَوْمَ سَوْءٍ فَأَغْرَقْنَاهُمْ أَجْمَعِينَ (77)}.
76- Nuh’u da (an). Hani o daha önce dua etmişti de biz de onun duasını kabul edip hem onu hem de ailesini/tabilerini o büyük sıkıntıdan kurtarmıştık. 77- Ona yardım edip ayetlerimizi yalanlayan o kavimden onu koruduk. Çünkü onlar, çok kötü bir kavim idiler. Bundan ötürü biz de hepsini suda boğduk.
#
{76 ـ 77} أي: واذكر عَبْدَنا ورسولنا نوحاً عليه السلام مُثْنِياً مادحاً حين أرسله الله إلى قومه، فلَبِثَ فيهم ألف سنةٍ إلاَّ خمسينَ عاماً؛ يدعوهم إلى عبادة الله، وينهاهم عن الشرك به، ويبدي فيهم ويعيدُ، ويدعوهم سرًّا وجهاراً وليلاً ونهاراً، فلما رآهم لا ينجع فيهم الوعظ ولا يفيدُ لديهم الزجرُ؛ نادى ربَّه وقال: {ربِّ لا تَذَرْ على الأرض من الكافرين ديّاراً. إنَّك إن تَذَرْهُم يُضِلُّوا عبادك ولا يَلِدوا إلاَّ فاجراً كفّاراً}؛ فاستجاب الله له، فأغرقهم، ولم يُبقِ منهم أحداً، ونجَّى الله نوحاً وأهله ومن معه من المؤمنين في الفلك المشحون، وجعل ذرِّيَّته هم الباقين، ونصرهُ الله على قومه المستهزئين.
76-77. Yani kulumuz ve Rasûlümüz Nuh aleyhisselam’ı, övgü ile an. O, kavmi arasında 950 yıl kalmış, onları Allah’a ibadete davet etmiş, O’na ortak koşmaktan vazgeçmelerini istemişti. Çağrısını tekrar tekrar yineleyip gizli ve açık, gece ve gündüz her şekilde onları davet etmişti. Öğüt vermenin hiçbir fayda sağlamadığını, onları vazgeçirmeye çalışmanın herhangi bir etkisinin olmadığını görünce yüce Rabbine şöylece seslenip niyaz etmişti: “Rabbim, yeryüzünde kâfirlerden dönüp dolaşan bir kimse bırakma! Çünkü eğer sen onları bırakırsan hem kullarını saptırırlar hem de günahkar ve aşırı derecede kâfirden başka evlat doğurmazlar.” (Nuh, 71/56-57) Yüce Allah da duasını kabul buyurarak onları suda boğmuş, geriye kimseyi bırakmamıştı. Buna karşılık Yüce Allah; Nuh’u, aile efradını ve onunla birlikte bulunan mü’minleri gemide kurtarmıştı. Onun soyundan gelenleri baki kılmış ve onlara kendileri ile alay eden kavmine karşı yardım ve zafer ihsan etmişti.
Ayet: 78 - 82 #
{وَدَاوُودَ وَسُلَيْمَانَ إِذْ يَحْكُمَانِ فِي الْحَرْثِ إِذْ نَفَشَتْ فِيهِ غَنَمُ الْقَوْمِ وَكُنَّا لِحُكْمِهِمْ شَاهِدِينَ (78) فَفَهَّمْنَاهَا سُلَيْمَانَ وَكُلًّا آتَيْنَا حُكْمًا وَعِلْمًا وَسَخَّرْنَا مَعَ دَاوُودَ الْجِبَالَ يُسَبِّحْنَ وَالطَّيْرَ وَكُنَّا فَاعِلِينَ (79) وَعَلَّمْنَاهُ صَنْعَةَ لَبُوسٍ لَكُمْ لِتُحْصِنَكُمْ مِنْ بَأْسِكُمْ فَهَلْ أَنْتُمْ شَاكِرُونَ (80) وَلِسُلَيْمَانَ الرِّيحَ عَاصِفَةً تَجْرِي بِأَمْرِهِ إِلَى الْأَرْضِ الَّتِي بَارَكْنَا فِيهَا وَكُنَّا بِكُلِّ شَيْءٍ عَالِمِينَ (81) وَمِنَ الشَّيَاطِينِ مَنْ يَغُوصُونَ لَهُ وَيَعْمَلُونَ عَمَلًا دُونَ ذَلِكَ وَكُنَّا لَهُمْ حَافِظِينَ (82)}.
78- Davud ve Süleyman’ı da (an). Hani o kavmin koyunlarının girip talan ettiği ekin hakkında hüküm veriyorlardı. Biz de onların hükümlerine tanık idik. 79- Biz, en uygun hükmü Süleyman’a kavrattık. Bununla beraber her birine hüküm/hikmet ve ilim verdik. Ayrıca Davud’a onunla birlikte tesbih etsinler diye dağları ve kuşları amade kıldık. (Bunları) yapanlar biziz. 80- Biz, ona sizin için, savaşlarınızda sizi korusun diye dokuma zırh yapma sanatını öğrettik. Artık şükredecek misiniz? 81- Süleyman’ın emrine de şiddetli esen rüzgarı verdik ki onun emriyle bereketli kıldığımız topraklara eserdi. Biz her şeyi biliriz. 82- Şeytanlardan kendisi için dalgıçlık yapan ve bundan başka işler görenleri de (emrine vermiştik). Onları gözetenler bizlerdik.
#
{78} أي: واذكر هذين النبيين [الكريمين] داود وسليمان مثنياً مبجِّلاً؛ إذْ آتاهما الله العلم الواسع والحكم بين العباد؛ بدليل قوله: {إذْ يحكُمانِ في الحَرْثِ إذْ نَفَشَتْ فيه غَنَمُ القوم}؛ أي: إذ تحاكم إليهما صاحبُ حرثٍ نفشت فيه غنم القوم الأخرى؛ أي: رعتْ ليلاً، فأكلتْ ما في أشجارِهِ ورعتْ زرعه، فقضى فيه داود عليه السلام بأنَّ الغنم تكون لصاحب الحَرْث؛ نظراً إلى تفريط أصحابها، فعاقبهم بهذه العقوبة، وحكم فيها سليمانُ بحكم موافقٍ للصواب؛ بأنَّ أصحاب الغنم يدفعونَ غَنَمَهم إلى صاحب الحرث، فينتفع بدرِّها وصوفها، ويقومون على بستان صاحب الحرثِ حتَّى يعودَ إلى حاله الأولى؛ فإذا عاد إلى حاله؛ ترادّا، ورَجَعَ كلٌّ منهما بماله، وكان هذا من كمال فهمه وفطنته عليه السلام.
78. Yani şu iki şerefli peygamber olan Davud ile Süleyman’ı da övgü ile an. Çünkü Allah onlara geniş bir ilim ve kullar arasında hikmetli hüküm vermeyi bahşetmiş idi. Bunun delili Yüce Allah’ın şu buyruğudur: “Hani o kavmin koyunlarının girip talan ettiği ekin hakkında hüküm veriyorlardı.” Yani iki taraf onların hükmüne başvurmuşlardı. Bunlardan birinin ekinine başkalarına ait koyunlar geceleyin girmiş, orada otlamış, ağaçlarda bulunan meyveleri ve ekini yemişlerdir. Davud aleyhisselam bu hususta şöyle bir hüküm vermişti: Koyunlar ekin sahibine ait olacaktı, çünkü koyun sahibinin bu konuda kusuru vardı. Bu yüzden koyun sahiplerini böylece cezalandırmayı uygun görmüştü. Süleyman ise doğruya en uygun bir hüküm vermişti. Ona göre koyun sahipleri, kendi koyunlarını ekin sahibine vereceklerdi. Ekin sahibi, bu koyunların sütünden ve yününden yararlanacak, diğer taraftan koyun sahipleri de ekin sahibinin ekinleri önceki durumuna dönünceye kadar ekinlere bakacaklardı. Ekinleri önceki haline gelince de herkes elinde bulunanı karşı tarafa geri verecek ve herkes kendi malını diğerinden alacaktı. Bu da Süleyman’ın kemâl derecesindeki kavrayışı ve zekasının bir sonucu idi. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmuştur:
#
{79} ولهذا قال: {ففهَّمْناها سليمان}؛ أي: فهَّمناه هذه القضية، ولا يدلُّ ذلك أن داود لم يُفَهِّمْه الله في غيرها، ولهذا خصَّها بالذكر؛ بدليل قوله: {وكلًّا}: من داود وسليمان آتيناهما {حكماً وعلماً}: وهذا دليلٌ على أن الحاكم قد يصيب الحقَّ والصواب، وقد يخطئ ذلك، وليس بملوم إذا أخطأ مع بذل اجتهاده. ثم ذكر ما خصَّ به كلًّا منهما، فقال: {وسخَّرْنا مع داود الجبالَ يُسَبِّحْنَ والطيرَ}: وذلك أنَّه كان من أعبد الناس وأكثرهم لله ذكراً وتسبيحاً وتمجيداً، وكان قد أعطاه اللهُ من حسن الصوت ورِقَّته ورخامتِهِ ما لم يؤتِهِ أحداً من الخلق، فكان إذا سبَّح وأثنى على الله؛ جاوبتْه الجبالُ الصمُّ والطيورُ البهم، وهذا فضلُ اللَّه عليه وإحسانه، ولهذا قال: {وكنا فاعلين}.
79. “Biz” o meselenin en uygun çözümünü “Süleyman’a kavratmıştık.” Yani Süleyman’a bu meseleyi kavratmıştık. Ancak bu, Yüce Allah’ın bunun dışındaki meseleleri Davud’a kavratmadığı anlamına gelmez. Bundan dolayıdır ki Yüce Allah, bu meseleyi özellikle zikretmiş ve sonra da şöyle buyurmuştur: “Bununla beraber her birine hüküm/hikmet ve ilim verdik.” Bu, hakimin bazen doğruya ve hakka isabet ettireceğinin bazen da yanılabileceğinin delilidir. Ancak o, elinden geleni yaptıktan sonra bu hatalı hükmünden dolayı kınanmaz. Daha sonra Yüce Allah, her bir peygamberine vermiş olduğu özel lütuflarını söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Ayrıca Davud’a onunla birlikte tesbih etsinler diye dağları ve kuşları amade kıldık.” Nakledildiğine göre Davud insanlar içinde en çok ibadet eden, Yüce Allah’ı çokça anan, tesbih eden ve O’nun şanını tazim eden biri idi. Yüce Allah ona, insanlardan hiç kimseye vermemiş olduğu güzel, dokunaklı ve kalbi yumuşatan bir ses vermişti. Böylece tesbih edip Yüce Allah’a senada bulunduğu sırada dilsiz dağlar ve kuşlar ona karşılık verirdi. Bu, Yüce Allah’ın lütuf ve ihsanıdır. Bundan dolayı Allah: (Bunları) yapanlar biziz” buyurmaktadır.
#
{80} {وعلَّمْناه صنعةَ لَبوسٍ لكم}؛ أي: علَّم الله داود عليه السلام صنعةَ الدُّروع؛ فهو أول من صَنَعَها وعلمها وسَرَتْ صناعته إلى مَنْ بعده، فألانَ الله له الحديدَ، وعلَّمه كيف يَسْرُدُها، والفائدة فيها كبيرة؛ {لِتُحْصِنَكُم من بأسِكُم}؛ أي: هي وقاية لكم وحفظٌ عند الحرب واشتداد البأس. {فهل أنتم شاكرونَ}: نعمة الله عليكم؛ حيث أجراها على يد عبده داود؟ كما قال تعالى: {وجَعَلَ لكم سرابيلَ تَقيكم الحرَّ وسَرابيلَ تَقيكم بأسَكُم كذلك يُتِمُّ نعمتَه عليكم لعلَّكم تُسْلِمونَ}. يُحتمل أنَّ تعليم الله لداود صنعةَ الدُّروع وإلانتها أمرٌ خارق للعادةِ، وأنْ يكون كما قاله المفسِّرون: إنَّ الله ألانَ له الحديدَ، حتَّى كان يعمَلُه كالعجين والطين من دون إذابةٍ له على النار. ويُحتمل أنَّ تعليم الله له على جاري العادة، وأنَّ إلانة الحديد له بما علَّمه الله من الأسباب المعروفةِ الآن لإذابتها، وهذا هو الظاهر؛ لأنَّ الله امتنَّ [بذلك] على العباد وأمرهم بشكرِها، ولولا أنَّ صنعتَه من الأمور التي جعلها الله مقدورةً للعباد؛ لم يمتنَّ عليهم بذلك ويذكُر فائدتها؛ لأنَّ الدُّروع التي صَنَعَ داود عليه السلام متعذِّرٌ أنْ يكونَ المرادُ أعيانَها، وإنَّما المنَّةُ بالجنس. والاحتمال الذي ذكره المفسرون لا دليلَ عليه؛ إلاَّ قوله: {وألَنَّا له الحديدَ}، وليس فيه أنَّ الإلانةَ من دون سبب، والله أعلم بذلك.
80. “Biz, ona sizin için, savaşlarınızda sizi korusun diye dokuma zırh yapma sanatını öğrettik.” Yani Allah, Davud aleyhisselam’a zırh yapma sanatını öğretmişti. Zırhları yapan, bunu başkalarına öğreten ilk kişi odur. Bunları yapma sanatı ondan sonrakilere böylelikle miras kalmıştır. Yüce Allah, demiri kendisine yumuşatmış, zırhları nasıl dokuyacağını öğretmişti. Zırhların faydası ise pek büyüktür. Bu zırhlar savaş esnasında ve çarpışmaların kızışması halinde insanları korur. “Artık” Yüce Allah’ın üzerinizdeki nimetine “şükredecek misiniz?” Çünkü O, bu nimeti kulu Davud vasıtası ile size ihsan etmiş bulunuyor. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Sizi sıcaktan koruyacak elbiseler ve savaştığınızda (darbelerden) koruyacak elbiseler/zırhlar var etmiştir. İşte O, teslim/müslüman olasınız diye üzerinizdeki nimetini böyle tamamlar.” (en-Nahl, 16/81) üce Allah’ın Davud aleyhisselam’a zırh yapmayı öğretmesi ve demiri ona yumuşatması harikulade bir iş olup müfessirlerin dedikleri gibi bunun şöyle olma ihtimali vardır: Yüce Allah ona demiri o derece yumuşatmıştı ki, o bu demiri ateşte ısıtıp eritmeksizin tıpkı bir hamur ve bir çamur gibi işleyebiliyordu. Diğer bir ihtimale göre Yüce Allah’ın Davud’a bu işi öğretmesi tabii kanunlara uygun olmuştur. Yani demirin ona yumuşatılması, Yüce Allah’ın ona öğretmiş olduğu demiri eritip yumuşatmak için şu anda bilinen sebepler ile olmuştur. Âyetin zahirinden anlaşılan mana da budur. Çünkü Yüce Allah, bu nimetini kullarına hatırlatmakta ve buna şükretmelerini emretmektedir. Eğer kulun bu zırh yapma işi, Yüce Allah’ın kullarının gücü çerçevesinde takdir ettiği işlerden olmamış olsa idi bununla onlara nimetini hatırlatmaz, onlara olan faydasını dile getirmezdi. Ayrıca Davud’un yapmış olduğu zırhların bizzat kendilerinin kastedilmiş olması da mümkün değildir. Asıl kastedilen, genel olarak zırh yapma imkanının bir nimet olduğunun hatırlatılmasıdır. Müfessirlerin söz konusu ettiği ihtimalin lehine Yüce Allah’ın: “Ve biz ona demiri yumuşatmıştık” (Sebe, 34/10) buyruğundan başka delil bulunmamaktadır. Ancak bu buyrukta herhangi bir sebep/vasıta olmaksızın demirin yumuşatıldığından söz edilmemektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
#
{81} {ولسليمان الريح}؛ أي: سخَّرناها {عاصفةً}؛ أي: سريعة في مرورها، {تَجْري بأمرِه}: حيث دبرت امتثلت أمره، غدوُّها شهرٌ ورَواحها شهرٌ، {إلى الأرض التي بارَكْنا فيها}: وهي أرض الشام؛ حيث كان مقرُّه، فيذهب على الريح شرقاً وغرباً، ويكون مأواها ورجوعُها إلى الأرض المباركة. {وكنَّا بكلِّ شيءٍ عالمِينَ}: قد أحاط علمُنا بجميع الأشياء، وعَلِمْنا من داود وسليمان ما أوصَلْناهما به إلى ما ذكرنا.
81. “Süleyman’ın emrine de şiddetli” sert ve hızlıca “esen rüzgarı verdik ki onun emriyle” Bu rüzgar, nereye emrederse onun emrine göre eser ve gidişi de dönüşü de bir aylık mesafe olan yerlere giderdi, “bereketli kıldığımız topraklara eserdi.” Burası, onun yerleştiği yer olan Şam topraklarıydı. Rüzgarın sırtında doğuya ve batıya giderdi, bu rüzgarın dönüp geldiği yer ise o mübarek topraklardı. “Biz her şeyi biliriz.” Bizim bilgimiz her şeyi kuşatmıştır. Biz Davud’a da Süleyman’a da kendilerini sözünü ettiğimiz bu seviyeye kendisi vasıtası ile ulaştırdığımız her şeyi biliriz.
#
{82} {ومِنَ الشياطين مَن يغوصون له ويَعْمَلون عملاً دونَ ذلك}: وهذا أيضاً من خصائص سليمان عليه السلام: أنَّ الله سَخَّر له الشياطين والعفاريتَ، وسلَّطه على تسخيرِهم في الأعمال التي لا يقدِرُ على كثيرٍ منها غيرهم، فكان منهم مَنْ يَغوصُ له البحر ويستخرِجُ الدُّرَّ واللؤلؤ وغير ذلك، ومنهم من يعمل له {محاريبَ وتماثيلَ وجفانٍ كالجواب وقدورٍ راسياتٍ}. وسخَّر طائفةً منهم لبناء بيت المقدس، ومات وهم على عمله، وبقوا بعدَه سنةً، حتَّى علموا موتَه؛ كما سيأتي إن شاء الله تعالى. {وكنَّا لهم حافظين}؛ أي: لا يقدِرون على الامتناع منه وعصيانِهِ، بل حَفِظَهم الله له بقوَّته وعزَّته وسلطانه.
82. “Şeytanlardan kendisi için dalgıçlık yapan ve bundan başka işler görenleri de (emrine vermiştik) Bu da Süleyman aleyhisselam’ın özelliklerindendi. Yüce Allah şeytanları ve ifritleri, onun emrine vermiş ve onu birtakım işlerde onları kullanabilecek güce sahip kılmıştı. Onların yaptıkları işlerin pek çoğu da başkalarının güç yetiremeyeceği türdendi. Bu şeytan ve ifritlerin kimisi Süleyman’ın emri ile denize dalıp oradan inci ve benzeri şeyleri çıkartırdı. Kimileri de ona “köşklerden, heykellerden, büyük havuzları andıran çanaklardan ve yerlerde sabit kazanlardan istediğini yaparlardı.” (Sebe, 34/13) Süleyman bunların bir kesimini de Beytu’l-Makdisi inşa etmek ile görevlendirmişti. Onlar Beytu’l-Makdisi yaparlarken Süleyman’ın eceli gelmiş, vefat etmişti. Ama onlar -ileride Yüce Allah’ın izni ile geleceği gibi- onun vefat ettiğini öğreninceye kadar bir sene bu şekilde çalışmalarını sürdürmüşlerdi. “Onları gözetenler bizlerdik.” Yani onlar, Süleyman’a karşı gelemiyor, isyan edemiyorlardı. Aksine Yüce Allah kuvveti, izzeti ve egemenliği ile onları Süleyman’ın emri altında tutmuş, muhafaza etmişti.
Ayet: 83 - 84 #
{وَأَيُّوبَ إِذْ نَادَى رَبَّهُ أَنِّي مَسَّنِيَ الضُّرُّ وَأَنْتَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ (83) فَاسْتَجَبْنَا لَهُ فَكَشَفْنَا مَا بِهِ مِنْ ضُرٍّ وَآتَيْنَاهُ أَهْلَهُ وَمِثْلَهُمْ مَعَهُمْ رَحْمَةً مِنْ عِنْدِنَا وَذِكْرَى لِلْعَابِدِينَ (84)}.
83- Eyyub’u da (an). Hani Rabbine: “Başıma bu sıkıntı geldi. Sense merhametlilerin en merhametlisisin” diye seslenmişti. 84- Biz de onun duasını kabul ettik ve başındaki sıkıntıyı kaldırdık. Ona hem katımızdan bir rahmet hem de kullukta bulunanlara bir öğüt/ibret olmak üzere ailesini ve onlarla birlikte bir o kadarını daha verdik.
#
{83} أي: واذكُر عبدَنا ورسولَنا أيوب مثنياً معظماً له رافعاً لقدرِهِ حين ابتلاه ببلاء شديدٍ فوجَدَه صابراً راضياً عنه، وذلك أنَّ الشيطان سُلِّطَ على جسدِهِ ابتلاءً من اللَّه وامتحاناً، فنفخ في جسدِهِ، فتقرَّح قروحاً عظيمةً، ومكث مدَّةً طويلة، واشتدَّ به البلاءُ، ومات أهلُه، وذهب مالُه، فنادى ربَّه: ربِّ {أَنَّي مَسَّنِيَ الضُّرُّ وأنتَ أرحم الراحمين}: فتوسَّل إلى الله بالإخبار عن حال نفسه، وأنَّه بلغ الضرُّ منه كلَّ مبلغ، وبرحمة ربِّه الواسعة العامة.
83. Yani kulumuz ve rasûlümüz Eyyub’u da övgü ile, kadrini yücelterek an. Allah onu çok ağır bir musibet ile sınamış, onun gerçekten sabırlı ve Rabbinden razı olduğunu ortaya çıkarmıştı. Şöyle ki şeytan, -Allah tarafından bir sınama ve bir imtihan olmak üzere- ona musallat kılınmış ve vücudunda pek büyük yaralar açılmıştı. Eyyub uzun bir süre bu halde kaldı. Bela ve sıkıntıları ağırlaştı, yakınları vefat etti ve malı elinden gitti. Rabbine şu sözleri ile niyazda bulundu: “Başıma bu sıkıntı geldi. Sense merhametlilerin en merhametlisisin.” Böylelikle Yüce Allah’a hem durumunu bildirip musibet ve sıkıntının ulaştığı noktayı arz ederek hem de Rabbinin her şeyi kuşatan geniş rahmetini dile getirerek tevessül etti.
#
{84} فاستجاب الله له وقال له: {اركُضْ برجلِكَ هذا مغتسَلٌ باردٌ وشرابٌ}: فركض برجلِهِ، فخرجتْ من ركضتِهِ عينُ ماء باردةٍ، فاغتسل منها، وشرب، فأذهب الله ما به من الأذى. {وآتَيْناه أهلَه}؛ أي: ردَدْنا عليه أهله وماله. {ومثلَهم معهم}: بأن منحه الله [مع] العافية من الأهل والمال شيئاً كثيراً، {رحمةً من عندنا}: به حيثُ صَبَرَ ورضي، فأثابه الله ثواباً عاجلاً قبل ثواب الآخرة. {وذِكْرى للعابدينَ}؛ أي: جعلناه عبرةً للعابدين الذين ينتفعون بالصبرِ؛ فإذا رأوا ما أصابه من البلاءِ، ثم ما أثابه بعد زواله، ونظروا السببَ؛ وجدوه الصبر، ولهذا أثنى الله عليه به في قوله: {إنَّا وَجَدْناه صابراً نعم العبدُ إنَّه أوابٌ}، فجعلوه أسوةً وقدوةً عندما يصيبُهُم الضرُّ.
84. Yüce Allah da onun duasını kabul buyurarak dedi ki: “Ayağını yere vur. İşte hem yıkanacak hem de içilecek soğuk bir su!” (Sad, 38/42) Eyyub da ayağını yere vurdu. Onun bu vuruşundan soğuk bir pınar fışkırdı, ondan yıkandı ve içti. Şanı Yüce Allah, böylelikle ondaki rahatsızlıkları giderdi. “Ona hem katımızdan” sabredip haline rıza gösterdiği için “bir rahmet hem de kullukta bulunanlara bir öğüt/ibret olmak üzere ailesini ve onlarla birlikte bir o kadarını daha verdik.” Yüce Allah sağlık ve afiyetin yanı sıra ona pek çok çoluk çocuk ve mal bağışladı. Böylelikle Yüce Allah, onu âhiretteki mükâfatlardan önce dünyada da mükâfatlandırmış oldu. Onu sabrın faydasını gören gerçek kulluk edenlere bir öğüt/ibret kıldı ki Eyyub aleyhisselam’a isabet eden musibeti, sonra onun ortadan kalkmasından sonra Allah’ın ona vermiş olduğu mükâfatları görüp de bunun sebebinin sabır olduğunu görsünler. Bundan dolayıdır ki Yüce Allah, şu buyruğunda onun bu özelliğinden övgü ile söz etmektedir: “Gerçekten biz onu sabırlı bulduk. O, ne güzel kuldur! Çünkü o (bize) çokça yönelen bir kul idi.” Böylece o kullar, başlarına herhangi bir sıkıntı geldiğinde onu kendilerine örnek ve uyulacak bir önder kabul ederler.
Ayet: 85 - 86 #
{وَإِسْمَاعِيلَ وَإِدْرِيسَ وَذَا الْكِفْلِ كُلٌّ مِنَ الصَّابِرِينَ (85) وَأَدْخَلْنَاهُمْ فِي رَحْمَتِنَا إِنَّهُمْ مِنَ الصَّالِحِينَ (86)}.
85- İsmail, İdris ve Zülkifl’i de (an). Onların her biri, sabredenlerdendi. 86- Biz, onları rahmetimize aldık. Çünkü onlar salihlerden idiler.
#
{85} أي: واذكُرْ عبادنا المصطَفَيْن وأنبياءنا المرسلين بأحسن الذِّكر، واثْنِ عليهم أبلغ الثناء: {إسماعيل} ابن إبراهيم، {وإدريس وذا الكفل}: نَبِيَّيْنِ من أنبياء بني إسرائيل؛ {كلٌّ} من هؤلاء المذكورين {من الصابرين}. والصبر: هو حَبْسُ النفس ومنعها مما تميل بطبعها إليه، وهذا يشملُ أنواع الصبر الثلاثة: الصبرُ على طاعة الله، والصبرُ عن معصيةِ الله، والصبرُ على أقدار الله المؤلمة. فلا يستحقُّ العبد اسم الصبرِ التامِّ حتى يوفِّي هذه الثلاثة حقَّها؛ فهؤلاء الأنبياء عليهم الصلاة والسلام قد وَصَفَهم الله بالصبرِ؛ فدلَّ أنَّهم وفَّوْها حقَّها وقاموا بها كما ينبغي.
85. Yani bu seçkin kullarımızı ve risalet verdiğimiz peygamberlerimizi de en güzel şekilde an, onları en ileri derecede övgü ile yad et. İbrahim’in oğlu İsmail’i ve İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerden ikisi olan İdris ile Zülkifl’i hatırla! “Onların her biri sabredenlerdendi.” Sabır, nefsi tabiatı itibarı ile meylettiği şeylerden alıkoymak, engellemektir. Bu da sabrın üç çeşidini kapsar: Allah’a itaat üzere sabır, Allah’a isyandan uzak durmakta sabır, Allah’ın acı ve ızdırap verici kaderlerine tahammül göstererek sabır. Kul, sabrın bu üç çeşidinin de hakkını vermedikçe tam anlamı ile sabırlı ünvanına hak kazanamaz. İşte bu peygamberleri -salat ve selam onlara olsun- Yüce Allah sabır ile vasfetmiştir. Böylelikle bu, onların sabrın hakkını eksiksiz yerine getirdiklerine ve gereğini hakkı ile ifa ettiklerine delildir.
#
{86} ووصفهم أيضاً بالصلاح، وهو يشمَلُ: صلاح القلب بمعرفة الله ومحبَّته والإنابة إليه كلَّ وقت، وصلاح اللسان؛ بأنْ يكون رطباً من ذكر الله، وصلاح الجوارح باشتغالها بطاعة الله وكفِّها عن المعاصي. فبصبرهم وصلاحهم أدخلهم الله برحمتِهِ، وجعلهم مع إخوانِهِم من المرسلين، وأثابهم الثواب العاجل والآجل، ولو لم يكنْ من ثوابهم إلاَّ أنَّ الله تعالى نَوَّهَ بذكرِهم في العالمين، وجعل لهم لسانَ صدقٍ في الآخرين؛ لكفى بذلك شرفاً وفضلاً.
86. Yine Yüce Allah, bunları salih olmakla da nitelendirmektedir. Salih olmak, Allah’ı bilen, seven, her vakit ona yönelen bir kalbe; her zaman Allah’ın zikri ile diri olan bir dile; Allah’a itaat edip masiyetlerden uzak olan azalara sahip olmak demektir. İşte Yüce Allah, bu peygamberleri salih ve sabırlı olmaları sebebi ile rahmetine almış, onları diğer peygamber kardeşleri ile birlikte dünya ve âhirette pek çok mükâfatlara ve ecirlere mazhar kılmıştır. Eğer Yüce Allah’ın alemler arasında onların anılmalarına dikkat çekmesinden, onlara sonrakiler arasında övgü ile anılmalarını sağlamasından başka bir mükafatları olmasaydı, sadece bu bile şeref ve fazilet olarak yeterdi.
Ayet: 87 - 88 #
{وَذَا النُّونِ إِذْ ذَهَبَ مُغَاضِبًا فَظَنَّ أَنْ لَنْ نَقْدِرَ عَلَيْهِ فَنَادَى فِي الظُّلُمَاتِ أَنْ لَا إِلَهَ إِلَّا أَنْتَ سُبْحَانَكَ إِنِّي كُنْتُ مِنَ الظَّالِمِينَ (87) فَاسْتَجَبْنَا لَهُ وَنَجَّيْنَاهُ مِنَ الْغَمِّ وَكَذَلِكَ نُنْجِي الْمُؤْمِنِينَ (88)}.
87- Balık sahibi (Yunus’u) da (an). Hani o, (kavmine) kızıp gitmişti de bizim kendisini sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. Derken karanlıklar içinde: “Senden başka (hak) ilâh yoktur, seni tenzih ederim. Gerçekten ben zulmedenlerden oldum” diye seslenmişti. 88- Biz de duasını kabul edip kendisini sıkıntıdan kurtarmıştık. Biz mü’minleri işte böyle kurtarırız.
#
{87 ـ 88} أي: واذكرْ عبدَنا ورسولَنا {ذَا النُّونِ}، وهو يونُس؛ أي: صاحب النون، وهي الحوت، بالذكر الجميل والثناء الحسن؛ فإنَّ الله تعالى أرسله إلى قومه، فدعاهم، فلم يؤمنوا، فوعدهم بنزول العذاب بأمدٍ سمَّاه لهم، فجاءهم العذابُ، ورأوه عِياناً، فعَجُّوا إلى الله وضجُّوا وتابوا، فرفع الله عنهم العذاب؛ كما قال تعالى: {فلولا كانت قريةٌ آمنتْ فَنَفَعَها إيمانُها إلاَّ قومَ يونُسَ لما آمنوا كَشَفْنا عنهم عذابَ الخِزْي في الحياة الدنيا ومتَّعْناهم إلى حين}، وقال: {وأرسَلْناه إلى مائةِ ألفٍ أو يزيدونَ. فآمَنوا فَمَتَّعْناهم إلى حينٍ}. وهذه الأمَّة العظيمة الذين آمنوا بدعوة يونس من أكبر فضائله، ولكنه عليه الصلاة والسلام ذَهَبَ مغاضِباً وأبَقَ عن ربِّه لذنبٍ من الذُّنوب التي لم يَذْكُرها الله لنا في كتابه ولا حاجة لنا إلى تعيينها؛ لقوله: {إذْ أبَقَ إلى الفُلْكِ ... وهو مليمٌ}؛ أي: فاعلٌ ما يُلام عليه، [والظاهر أن عجلته ومغاضبته لقومه وخروجه من بين أظهرهم قبل أن يأمره اللَّه بذلك]. وظنَّ أنَّ الله لا يقدر عليه؛ أي: يضيِّق عليه في بطن الحوت، أو ظنَّ أنَّه سيفوتُ الله تعالى، ولا مانع من عُروض هذا الظنِّ للكمَّل من الخلق على وجهٍ لا يستقرُّ ولا يستمرُّ عليه، فركب في السفينة مع أناس، فاقْتَرَعوا مَنْ يُلقون منهم في البحر لما خافوا الغرق إن بَقُوا كلُّهم، فأصابت القرعةُ يونس، فالتقمه الحوتُ، وذهب فيه إلى ظلمات البحار، فنادى في تلك الظلمات: {لا إله إلا أنتَ سبحانَكَ إني كنتُ من الظالمينَ}، فأقرَّ لله تعالى بكمال الألوهيَّة، ونزَّهه عن كل نقص وعيبٍ وآفةٍ، واعترفَ بظلم نفسِهِ وجنايتِهِ؛ قال الله تعالى: {فَلَوْلا أنَّه كان من المسبِّحين. لَلَبِثَ في بطنِهِ إلى يوم يبعثون}، ولهذا قال هنا: {فاستَجَبْنا له ونَجَّيْناه من الغمِّ}؛ أي: الشدَّة التي وقع فيها، {وكذلك نُنْجي المؤمنينَ}: وهذا وعدٌ وبشارةٌ لكلِّ مؤمن وقع في شدَّة وغمٍّ: أنَّ الله تعالى سَيُنجيه منها ويكشِفُ عنه، ويخفِّفُ لإيمانِهِ؛ كما فعل بيونس عليه السلام.
87-88. Yani kulumuz ve rasûlümüz olan, “balık sahibi” anlamına gelen Zünnun’u, yani Yunus’u da an. Ondan güzel övgü ile söz et, onu güzel bir şekilde yad et. Allah, onu kavmine peygamber olarak göndermiş, onları davet ettiği halde iman etmemişlerdi. Yunus aleyhisselam da bir süre tayin edip o zaman başlarına azabın geleceğini söyleyerek onları uyarmıştı. Azap da onlara yaklaşmış ve onu gözleri ile görmüşlerdi. O vakit hep birlikte Yüce Allah’a yöneldiler, yalvara yakara tevbeye sarıldılar. Allah da şu buyruğunda belirttiği gibi onlardan azabı kaldırdı: “İman edip de imanı kendisine fayda sağlayan bir ülke halkı olsaydı ya! Yunus’un kavmi bundan müstesnadır. Onlar iman edince üzerlerinden dünya hayatındaki rüsvaylık azabını kaldırıp giderdik ve onları bir süreye kadar faydalandırdık.” (Yunus, 10/98) Yine bir başka yerde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Biz onu yüz bin hatta daha fazla kimseye gönderdik. Onlar imana geldiler. Biz de onları bir zamana kadar faydalandırdık.” (es-Sâffât, 37/147-148) Bu büyük ümmetin Yunus’un daveti ile iman etmesi onun, en büyük faziletlerindendir. Ama o, bir vakit öfkelenerek gitmiş ve Yüce Allah’ın bize Kitabında sözünü etmediği ve esasen bizim de bilmeye ihtiyacımız bulunmayan bir hata dolayısı ile Rabbinden izin almadan kavminden ayrılmıştı. Zira Yüce Allah, onun hakkında şöyle buyurmaktadır: “Hani kaçıp o yüklü gemiye binmişti... Kınanmış bir halde iken balık onu yuttu.” (es-Sâffât, 37/140-142) Yani o kendisi sebebi ile kınandığı bir iş yapmıştı. Anlaşıldığı kadarıyla bu iş, Allah'ın kendisine izin vermesinden önce onun bu şekilde acele etmesi ve kavmine kızıp gitmesi idi. O, Yüce Allah’ın kendisini sıkıştırmayacağını, yani balığın karnında onu zora sokmayacağını sanmıştı. Yahut da bu şekilde Yüce Allah’tan kaçabileceğini aklından geçirmişti ki Allah’ın kâmil kullarının bu şekilde gelip geçici, sabit olmayan bir düşünceye kapılmalarına bir mani yoktur. Derken Yunus bazı kimselerle birlikte gemiye bindi. Gemidekiler, hepsi gemide kalacak olurlarsa boğulacaklarından endişeye kapıldıkları sırada aralarından denize kimi atacaklarını tespit etmek için kura çektiler. Kura Yunus’a isabet edince onu attılar. Bir balık da onu yuttu ve Yunus ile birlikte denizin karanlıklarında kaybolup gitti. İşte bu karanlıklar içerisinde Yunus: “Senden başka (hak) ilâh yoktur, seni tehzih ederim. Gerçekten ben zulmedenlerden oldum” diye seslenmiş, niyaz etmişti. Bu sözleri ile Yüce Allah’ın uluhiyetinin kemâlini dile getirmiş, O’nu her türlü eksiklik, kusur ve zatına yakışmayan noksanlıklardan tenzih etmiş, zalimlik ettiğini ve suç işlediğini böylelikle itiraf etmişti. Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Eğer o, gerçekten tesbih edenlerden olmasaydı (insanların) diriltilecekleri güne kadar (o balığın) karnında kalırdı.” (es-Saffat, 37/143-144) “Biz de duasını kabul edip kendisini sıkıntıdan kurtarmıştık;” yani içine düştüğü bu sıkıntıdan kurtarmıştık. “Biz mü’minleri işte böyle kurtarırız.” Bu, herhangi bir keder ve sıkıntıya düşen her mü’mini -imanı sebebi ile- Allah'ın, -Yunus aleyhisselam’a yaptığı gibi- o keder ve sıkıntıdan kurtaracağına, o sıkıntısını açıp gidereceğine dair bir vaat ve müjdedir.
Ayet: 89 - 90 #
{وَزَكَرِيَّا إِذْ نَادَى رَبَّهُ رَبِّ لَا تَذَرْنِي فَرْدًا وَأَنْتَ خَيْرُ الْوَارِثِينَ (89) فَاسْتَجَبْنَا لَهُ وَوَهَبْنَا لَهُ يَحْيَى وَأَصْلَحْنَا لَهُ زَوْجَهُ إِنَّهُمْ كَانُوا يُسَارِعُونَ فِي الْخَيْرَاتِ وَيَدْعُونَنَا رَغَبًا وَرَهَبًا وَكَانُوا لَنَا خَاشِعِينَ (90)}.
89- Zekeriyya’yı da (an). Hani o, Rabbine şöyle seslenmişti: “Rabbim beni bir başıma bırakma! Sen varislerin en hayırlısısın.” 90- Biz, duasını kabul edip ona Yahya’yı bağışladık, zevcesini de onun için saliha/elverişli kıldık. Şüphesiz bu (peygamberler) hayırlı işlere koşarlar, ümit ve korku içinde Bize dua ederler ve yalnızca Bize huşu ile boyun bükerlerdi.
#
{89} أي: واذكر عبدَنا ورسولَنا زكريَّا، منوِّهاً بذكره، ناشراً لمناقبه وفضائله التي من جملتها هذه المنقبةُ العظيمة، المتضمِّنة لنُصحه للخلق ورحمة الله إيَّاه، وأنه {نادى ربَّه ربِّ لا تَذَرْني فَرْداً}؛ أي: {قال ربِّ إنِّي وَهَنَ العظمُ منِّي واشتعلَ الرأسُ شيباً ولم أكُن بدعائِكَ ربِّ شقيًّا. وإنِّي خفتُ المواليَ من ورائي وكانتِ امرأتي عاقراً فَهَبْ لي مِن لَدُنكَ وَلِيًّا. يرِثُني ويرثُ من آل يعقوبَ واجْعَلْه ربِّ رضيًّا}: من هذه الآيات علِمْنا أنَّ قوله: {ربِّ لا تذرني فرداً}: أنَّه لما تقارب أجلُه؛ خاف أن لا يقوم أحدٌ بعده مقامَه في الدعوة إلى الله والنُّصح لعباد الله، وأن يكون في وقتِهِ فرداً ولا يُخْلِفَ من يشفَعُه ويعينُه على ما قام به. {وأنت خير الوارثين}؛ أي: خير الباقين، وخيرُ من خَلَفَني بخيرٍ، وأنت أرحمُ بعبادك منِّي، ولكنِّي أريدُ ما يطمئنُّ به قلبي، وتسكنُ له نفسي ويجري في موازيني ثوابه.
89. Yani kulumuz ve rasûlümüz Zekeriya’yı da güzel bir şekilde anarak onun üstün menkıbe ve faziletlerini anlatarak hatırla! Bunlardan birisi de onun insanların hayrını istediğini ve Allah’ın ona olan rahmetini ortaya koyan bu üstün menkıbesidir. Şöyle ki o: “Rabbim beni bir başıma bırakma!” diye dua etmişti. Yani şöyle demişti: “Rabbim! Gerçekten kemiklerim zayıfladı ve ağaran saçım başımı alev gibi sardı. Rabbim! Sana ettiğim dua ile hiç mahrum olmadım. Gerçekten ben, arkamdan gelecek olan yakınlarımdan endişedeyim. Hanımım da kısır. O nedenle bana katından bir yardımcı (oğul) bağışla! Ki bana da Yakub ailesine de mirasçı olsun. Ve de ey Rabbim, onu kendisinden razı olunan birisi yap!” (Meryem, 19/4-6) İşte bu âyet-i kerimelerden onun, ecelinin yaklaştığı, artık kendisinden sonra Yüce Allah’a davet, Allah’ın kullarına nasihat hususunda yerini tutacak kimsenin bulunmadığıdan, tek başına kalıp arkasından ifa ettiği görevde kendisine yardımcı olacak ve onun yerini tutacak kimsenin kalmayacağından endişe ettiği bir zamanda “Rabbim, beni bir başıma bırakma” diyerek bu duayı yaptığını anlıyoruz. “Sen varislerin en hayırlısısın.” Sen baki kalacakların, benim arkamdan hayrı sürdüreceklerin en hayırlısısın ve sen kullarına benden daha merhametlisin. Ancak ben, kendisi vasıtası ile kalbimin mutmain olacağı, ruhumun sükûn bulacağı, onunla kazanacağım sevabın benim mizanıma ağırlık olarak geçeceği bir şey istiyorum.
#
{90} {فاستجَبْنا له ووَهَبْنا له يحيى}: النبيَّ الكريمَ، الذي لم يجعل الله له من قبل سميًّا، {وأصْلَحْنا له زَوْجَه}: بعدما كانت عاقراً لا يصلُحُ رحمها للولادةِ، فأصلح الله رَحِمَها للحمل لأجل نبيِّه زكريا، وهذا من فوائد الجليس والقرين الصالح؛ أنَّه مباركٌ على قرينه، فصار يحيى مشتركاً بين الوالدين. ولما ذَكَرَ هؤلاء الأنبياء والمرسلين كلًّا على انفراده؛ أثنى عليهم عموماً، فقال: {إنَّهم كانوا يسارِعون في الخيراتِ}؛ أي: يبادرون إليها، ويفعلونها في أوقاتها الفاضلة، ويكمِّلونها على الوجه اللائق الذي ينبغي، ولا يتركون فضيلةً يقدِرون عليها إلا انتهزوا الفرصة فيها. {ويَدْعوننا رَغَباً ورَهَباً}؛ أي: يسألوننا الأمورَ المرغوب فيها من مصالح الدنيا والآخرة، ويتعوَّذون بنا من الأمور المرهوب منها من مضارِّ الدارين، وهم راغبون [راهبون]، لا غافلون لاهون، ولا مدلون. {وكانوا لَنا خاشعينَ}؛ أي: خاضعين متذلِّلين متضرِّعين، وهذا لكمال معرفتهم بربِّهم.
90. “Biz duasını kabul edip ona” daha önce kendisine Allah’ın kimseyi adaş kılmadığı o şerefli peygamber olan “Yahya’yı bağışladık, zevcesini de onun için saliha/elverişli kıldık.” Daha önceleri kısır iken çocuk doğuramaz halde iken, Allah onu peygamberi Zekeriya için hamile olmaya elverişli hale getirdi. Bu ise kişinin salih bir arkadaşının bulunmasının, oturup kalktığı kişinin salih olmasının faydalarındandır. Bu salih kişinin bereketi arkadaşına da ulaşır. Böylelikle Yahya, bu anne-babanın salih bir meyvesi olmuştu. üce Allah, bu peygamber ve rasûllerin her birisini tek başına zikrettikten sonra bu sefer de genel olarak hepsinden övgü ile şu şekilde söz etmektedir: “Şüphesiz bu (peygamberler) hayırlı işlere koşarlar,” bu hayırlı işlerde ellerini çabuk tutar, faziletli vakitlerinde bu işleri yapar, onları gereken şekilde layık-ı veçhile eda eder, güç yetirebildikleri herhangi bir fazileti terk etmeyerek mutlaka bütün fırsatları değerlendirirler, “ümit ve korku içinde Bize dua ederler” Dünya ve âhiret maslahatına dair arzu edilen şeyleri bizden dilerler, dünya ve âhirette zararlı olan ve kendilerinden korkulan hususlardan da bize sığınırlardı. Onlar, hem ümitli hem korku içinde olan kimselerdi. Gaflet içerisinde oyalanan ve gelişigüzel hareket eden kimseler değillerdi. “ve yalnızca Bize huşu ile boyun bükerlerdi.” Zilletle itaat eden, boyun eğen, yalvarıp yakaran kimselerdi. Bu, onların Rablerini kemâl derecesinde tanımalarından ötürüdür.
Ayet: 91 - 94 #
{وَالَّتِي أَحْصَنَتْ فَرْجَهَا فَنَفَخْنَا فِيهَا مِنْ رُوحِنَا وَجَعَلْنَاهَا وَابْنَهَا آيَةً لِلْعَالَمِينَ (91) إِنَّ هَذِهِ أُمَّتُكُمْ أُمَّةً وَاحِدَةً وَأَنَا رَبُّكُمْ فَاعْبُدُونِ (92) وَتَقَطَّعُوا أَمْرَهُمْ بَيْنَهُمْ كُلٌّ إِلَيْنَا رَاجِعُونَ (93) فَمَنْ يَعْمَلْ مِنَ الصَّالِحَاتِ وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَلَا كُفْرَانَ لِسَعْيِهِ وَإِنَّا لَهُ كَاتِبُونَ (94)}.
91- Irzını koruyan o (Meryem’i) de (an). Biz, ona ruhumuzdan üfledik ve hem onu hem de oğlunu âlemlere bir delil/ibret kıldık. 92- İşte bu sizin dininiz/ümmetiniz, tek bir dindir/ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. O halde yalnız Bana ibadet edin.” 93- Buna rağmen onlar, din işlerini parça parça edip aralarında ayrılığa düştüler. Hepsi de bize döneceklerdir. 94- Artık kim mü’min olarak salih ameller işlerse onun gayretleri inkar edilmez. Biz onu muhakkak yazmaktayız.
#
{91} أي: واذكر مريم عليها السلام مثنياً عليها مبيِّناً لقَدْرها شاهراً لشرفها، فقال: {والتي أحصَنَتْ فرجَها}؛ أي: حفظته من الحرام وقربانه، بل ومن الحلال، فلم تتزوَّج؛ لاشتغالها بالعبادة واستغراق وقتها بالخدمةِ لربِّها، وحين جاءها جبريل في صورة بشرٍ سويٍّ تامِّ الخَلْق والحسن؛ {قالتْ إنِّي أعوذُ بالرحمن منك إن كنتَ تقيًّا}، فجازاها اللَّه من جنس عملها ورزقها ولداً من غير أب، بل نَفَخَ فيها جبريلُ عليه السلام، فحملت بإذنِ الله، {وجَعَلْناها وابْنها آيةً للعالمين}؛ حيثُ حملت به ووضَعَتْه من دون مسيس أحدٍ، وحيث تكلَّم في المهد، وبرَّأها مما ظنَّ بها المتَّهِمُون، وأخبر عن نفسه في تلك الحالة، وأجرى الله على يديه من الخوارق والمعجزات ما هو معلوم، فكانت وابنها آيةً للعالمين، يتحدَّث بها جيلاً بعد جيل، ويعتبر بها المعتبرون.
91. Yani kadr-u kıymetini açıklayarak, şerefini açıkça dile getirerek, övgü ile söz ederek Meryem’i de an. Yüce Allah: “Irzını koruyan” buyurmaktadır. Yani o, namus ve haysiyetini haramdan ve harama yaklaşmaktan korumuştu. Hatta helâlden bile uzak tutmuş, ibadetle meşgul olduğundan ve bütün zamanını Rabbine hizmet ile doldurduğundan dolayı evlenmemişti. Cibril aleyhisselam, ona hilkatı tam, eksiksiz ve güzel bir insan suretinde geldiğinde: “Senden Rahmân’a sığınırım, eğer Allah'tan korkan bir kimse isen (benden uzak dur) (Meryem, 19/18) demişti. Yüce Allah da onu amelinin türünden mükâfatlandırmış ve ona babasız bir evlat ihsan etmişti. Cebrail aleyhisselam ona üflemiş ve Allah’ın izni ile gebe kalmıştı. Hiçbir kimse kendisine dokunmaksızın hamile kalıp doğurduğu oğlu, bu oğlun beşikte bebekken konuşması, ithamcıların Meryem hakkındaki su-i zanlarından onu temize çıkarması, kendi durumunu haber vermesi, onun ellerinde meşhur pek çok olağanüstü olayların ve mucizeleri gerçekleşmesi suretiyle “onu ve oğlunu âlemlere bir delil/ibret kıldık.” Böylelikle Meryem de oğlu da nesiller boyu sözü edilen, ibret alanların ibret aldığı bir alâmet ve ibret sebebi olmuşlardı.
#
{92} ولما ذَكَرَ الأنبياء عليهم السلام؛ قال مخاطباً للناس: و {إنَّ هذه أمَّتُكم أمةً واحدةً}؛ أي: هؤلاء الرسل المذكورون هم أمَّتُكم وأئمَّتُكم الذين بهم تأتمُّون وبهديهم تقتدون، كلُّهم على دينٍ واحدٍ وصراطٍ واحدٍ، والربُّ أيضاً واحدٌ، ولهذا قال: {وأنا ربُّكم}: الذي خلقتُكم وربَّيتكم بنعمتي في الدين والدُّنيا؛ فإذا كان الربُّ واحداً والنبيُّ واحداً والدين واحداً، وهو عبادةُ الله وحده لا شريك له بجميع أنواع العبادة؛ كان وظيفتُكم والواجبُ عليكم القيامَ بها، ولهذا قال: {فاعبدونِ}: فرتَّب العبادة على ما سبق بالفاء ترتيب المسبب على سببه.
92. Yüce Allah peygamberleri söz konusu ettikten sonra bütün insanlara hitaben şöyle buyurmaktadır: “İşte bu sizin dininiz/ümmetiniz, tek bir dindir/ümmettir.” Yani sözü edilen bu peygamberler, sizin ümmetiniz, kendilerini rehber tanımanız ve hidâyetlerine uymanız gereken önderlerinizdir. Hepsi de aynı din ve aynı yol üzeredirler. Hepinizin Rabbi de birdir. Bundan dolayı Yüce Allah devamla şöyle buyurmaktadır: “Ben de sizin Rabbinizim.” Sizi yaratan, din ve dünyadaki nimetlerimle sizi terbiye eden Benim. Rab bir, peygamber bir, din de bir olduğuna göre -ki bu din, O’na hiçbir şeyi ortak koşmaksızın, bütün şekilleri ile yalnız Allah’a ibadet etmektir- o halde yerine getirmeniz gereken görev, bu ibadeti ifa etmektir. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “O halde bana yalnız bana ibadet edin.” Yüce Allah, ibadeti daha önce sözü edilenlerin bir sonucu olarak dile getirmektedir. Yani onların sonucu O’na ibadet etmeyi gerektirmektedir.
#
{93} وكان اللائق الاجتماع على هذا الأمر وعدم التفرُّق فيه، ولكنَّ البغيَ والاعتداءَ أبيا إلاَّ الافتراق والتقطُّع، ولهذا قال: {وتقطَّعوا أمْرَهُم بينَهم}؛ أي: تفرَّق الأحزابُ المنتسبون لأتباع الأنبياء فرقاً، وتشتَّتوا كلٌّ يدَّعي أن الحقَّ معه والباطل مع الفريق الآخر، وكلُّ حزبٍ بما لديهم فرحون. وقد عُلِمَ أنَّ المصيب منهم مَنْ كان سالكاً للدين القويم والصراط المستقيم، مؤتماً بالأنبياء، وسيظهر هذا إذا انكشَفَ الغطاء، وبَرَحَ الخفاءُ، وحَشَرَ الله الناس لفصل القضاء؛ فحينئذٍ يتبيَّن الصادق من الكاذب، ولهذا قال: {كلٌّ}: من الفرق المتفرِّقةِ وغيرهم، {إلينا راجعونَ}؛ أي: فنجازيهم أتمَّ الجزاء.
93. Bu ibadet hususunda insanların birlik olmaları, bu konuda tefrikaya düşmemeleri gerekirdi, onlara yaraşan buydu. Fakat kıskançlık ve düşmanlık, insanların parçalanıp dağılmasından başka bir şeye el vermez. İşte bundan dolayı Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: “Buna rağmen onlar din işlerini parça parça edip aralarında ayrılığa düştüler.” Yani peygamberlere tâbi olanlara mensup bazıları, çeşitli fırkalara, gruplara ve bölüklere ayrıldılar da herkes kendisinin haklı olduğunu diğer fırkaların batıl olduğunu iddia etti. “Her fırka, kendi yanlarında olanla sevinmektedir.” (el-Mü’minin, 23/53; er-Rûm, 30/32) Bu fırkalar arasından hakkı isabet ettirenlerin, peygamberlere uyarak dosdoğru dini ve sırat-i müstakimi izleyen kimseler olduğu bilinen bir gerçektir. Örtünün açılıp gizliliklerin açığa çıkacağı ve Allah'ın, aralarında kesin hükmünü vermek üzere insanları haşredeceği zaman kimlerin hak üzere oldukları ortaya çıkacaktır. İşte o vakit kimin doğru, kimin yalancı olduğu da ayan beyan bilinecektir. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Bu ayrılmış fırkaların ve diğerlerinin “hepsi bize döneceklerdir.” Biz de onlara amellerinin karşılıklarını eksiksiz şekilde vereceğiz.
#
{94} ثم فصَّل جزاءه فيهم منطوقاً ومفهوماً، فقال: {فَمَن يعملْ من الصالحاتِ}؛ أي: الأعمال التي شرعَتْها الرسلُ وحَثَّتْ عليها الكتب، {وهو مؤمنٌ}: بالله وبرسله وما جاؤوا به، {فلا كفرانَ لسعيِهِ}؛ أي: لا نضيع سَعْيَهُ ولا نبطِلُه، بل نضاعِفُه له أضعافاً كثيرةً. {وإنَّا له كاتبونَ}؛ أي: مثبتون له في اللوح المحفوظ وفي الصُّحف التي مع الحفظة؛ أي: ومن لم يَعْمَلْ من الصالحات أو عَمِلَها وهو ليس بمؤمن؛ فإنَّه محرومٌ خاسرٌ في دينه ودنياه.
94. Daha sonra Yüce Allah, onların amellerinin karşılığına dair hem lafzen hem de manen net bir açıklama yaparak şöyle buyurmaktadır: “Kim” Allah’a, peygamberlerine ve peygamberlerinin getirdiklerine inanan bir “mü’min olarak salih ameller” peygamberlerin teşri buyurduğu ve semavi kitapların teşvik ettiği amelleri “işlerse, onun gayretleri inkar edilmez.” Onun yaptıklarını boşa çıkarmayız. Aksine onu kat kat fazlası ile mükâfatlandırırız. “Biz onu muhakkak yazmaktayız.” O işlediğini Levh-i Mahfuzda olsun, Hafaza melekleri ile beraber bulunan amel defterlerinde olsun yazıp tespit ederiz. Bu ayet, mana itibariyle de şunu ifade etmektedir: Salih ameller işlemeyen yahut da mü’min olmaksızın salih ameller işleyen kimseler dünyalarında da dinlerinde de hüsrandadırlar.
Ayet: 95 #
{وَحَرَامٌ عَلَى قَرْيَةٍ أَهْلَكْنَاهَا أَنَّهُمْ لَا يَرْجِعُونَ (95)}.
95- Helâk ettiğimiz bir ülke halkının (tekrar dünyaya) dönmeleri imkânsızdır.
#
{95} أي: يمتنعُ على القُرى المُهْلَكَة المعذَّبة الرُّجوع إلى الدُّنيا ليستدرِكوا ما فَرَّطوا فيه؛ فلا سبيلَ إلى الرجوع لمن أُهْلِكَ وعذِّب، فليحذرِ المخاطبون أن يستمرُّوا على ما يوجب الإهلاك، فيقع بهم، فلا يمكن رفعهُ، وليقلِعوا وقتَ الإمكان والإدراك.
95. Yani azaba uğrayıp helâk edilen ülke halklarının, yaptıkları kusurları telafi etmek için tekrar dünyaya dönmeleri mümkün değildir. Helak edilip azaba uğrayan kimseler için geri dönüş imkanı olmayacaktır. O halde bu buyruklara muhatap olanlar, helak edilmelerini gerektirecek şeyleri sürdürmekten sakınsınlar. Yoksa bu azap onların başlarına iner, bunu kaldırmaya da imkân olmaz. O halde geri dönüşün ve kusurları telafi etmenin mümkün olduğu zamanda bu kötülüklerden vazgeçsinler.
Ayet: 96 - 97 #
{حَتَّى إِذَا فُتِحَتْ يَأْجُوجُ وَمَأْجُوجُ وَهُمْ مِنْ كُلِّ حَدَبٍ يَنْسِلُونَ (96) وَاقْتَرَبَ الْوَعْدُ الْحَقُّ فَإِذَا هِيَ شَاخِصَةٌ أَبْصَارُ الَّذِينَ كَفَرُوا يَاوَيْلَنَا قَدْ كُنَّا فِي غَفْلَةٍ مِنْ هَذَا بَلْ كُنَّا ظَالِمِينَ (97)}.
96- Nihâyet Yecuc ile Mecuc (seddi) açılır da onlar her tepeden akın ederler. 97- Ve hak vaat (kıyamet) de yaklaşır. İşte o zaman bakarsın ki kâfirlerin gözleri (dehşetten) yerinden fırlamış! “Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz bu (günden) gafil idik, hatta (onu inkar eden) zalim kimselerdik.” derler.
#
{96} هذا تحذيرٌ من الله للناس أن يُقيموا على الكفرِ والمعاصي، وأنَّه قد قَرُبَ انفتاح يأجوجَ ومأجوجَ، وهما قبيلتان عظيمتان من بني آدم، وقد سدَّ عليهم ذو القرنينِ لما شُكِي إليه إفسادُهم في الأرض، وفي آخر الزمان ينفتحُ السدُّ عنهم؛ فيخرجونَ إلى الناس، وفي هذه الحالة والوصف الذي ذَكَرَهُ الله من كلِّ مكان مرتفع، وهو الحدب، {يَنسِلونَ}؛ أي: يسرعون. في هذا دلالةٌ على كثرتهم الباهرة، وإسراعهم في الأرض، إما بذواتِهِم، وإمَّا بما خَلَقَ الله لهم من الأسباب التي تقرِّبُ لهم البعيد، وتسهِّلُ عليهم الصعب، وأنَّهم يَقْهَرون الناس، ويَعْلون عليهم في الدُّنيا، وأنه لا يدان لأحدٍ بقتالهم.
96. Bu buyruklarda Yüce Allah, insanları küfür ve masiyetlerini sürdürmekten sakındırmakta, Ye’cüc ile Me’cüc’ün setlerinin açılmasının yaklaşmış olduğunu belirterek uyarmaktadır. Ye’cüc ile Me’cüc, Âdemoğullarına mensup iki büyük kabiledir. Zülkarneyn, bunların yeryüzünde fesat çıkardıkları kendisine şikâyet edildiğinde üzerlerine bir set yapmıştı. Ahir zamanda onların bu setleri açılacak, onlar da Yüce Allah’ın nitelendirdiği bu durum ve vasıfta yüksekçe her bir yerden insanların üzerlerine akın edeceklerdir. Bu ifadede onların dikkat çekecek kadar çok olduklarına ve yeryüzünde hızlıca yayılacaklarına dair delil vardır. Bu da ya bizzat onların hızlıca geleceklerine yahut da Yüce Allah’ın onlar lehine yaratmış olacağı ve uzağı kendilerine yakınlaştıracak, zoru kendilerine kolaylaştıracak şekilde vereceği sebepler ile olacaktır. Onlar insanları baskıları altına alacak ve dünyada üstünlük sağlayacaklardır. Kimse onlara karşı savaşma gücünü kendinde bulamayacaktır.
#
{97} {واقتربَ الوعدُ الحقُّ}؛ أي: يوم القيامة الذي وَعَدَ الله بإتيانه، ووعدُهُ حقٌّ وصدقٌ؛ ففي ذلك اليوم ترى أبصار الكفار شاخصةً من شدَّة الأفزاع والأهوال المزعجة والقلاقل المفظِعَة، وما كانوا يعرفون من جناياتهم وذنوبهم، وأنَّهم يَدْعون بالويل والثُّبور والندم والحسرةِ على ما فات ويقولون: لقد {كُنَّا في غفلةٍ من هذا} اليوم العظيم، فلم نَزَلْ فيها مستغرقين، وفي لهو الدُّنيا متمتِّعين، حتى أتانا اليقين، ووردْنا القيامةَ؛ فلو كان يموتُ أحدٌ من الندم والحسرة لماتوا. {بل كُنَّا ظالمينَ}: اعترفوا بظلمِهِم وعَدْل الله فيهم؛ فحينئذٍ يُؤْمَرُ بهم إلى النار هم وما كانوا يعبدون، ولهذا قال:
97. “Ve hak vaat” Yani Yüce Allah’ın geleceğini vaat ettiği Kıyamet günü “yaklaşır.” Yüce Allah’ın vaadi haktır, doğrudur. İşte o gün karşı karşıya kalacakları aşırı dehşetli hallerden ve yoğun musibetlerin baskısından, işledikleri günah ve suçlarını bildiklerinden dolayı kâfirlerin gözlerinin dışarı fırladığını göreceksin. O vakit ölüm ve helakin gelip kendilerini kurtarmasını isteyecekler. Geçmişte yaptıkları için pişmanlık duyacaklar ve: “Gerçekten biz bu (günden) gafil idik” diyeceklerdir. Bu büyük günden gaflet içindeydik, ölüm bize gelip de Kıyamet günü ile karşılaşıncaya kadar dünyanın zevki içerisinde oyalanıp duruyorduk. Eğer bir kimsenin pişmanlıktan dolayı ölmesi söz konusu olsaydı hiç şüphesiz onlar o an ölürlerdi. “Hatta (onu inkar eden) zalim kimselerdik” diyerek de zalimliklerini itiraf edeceklerdir. Yüce Allah, onlar hakkında adaletli bir hüküm vermiş olacaktır. O vakit hem onların hem de tapındıkları varlıkların, cehennem ateşine götürülüp atılmaları emrolunacaktır. İşte bundan dolayı Yüce Allah devamla şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 98 - 103 #
{إِنَّكُمْ وَمَا تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ حَصَبُ جَهَنَّمَ أَنْتُمْ لَهَا وَارِدُونَ (98) لَوْ كَانَ هَؤُلَاءِ آلِهَةً مَا وَرَدُوهَا وَكُلٌّ فِيهَا خَالِدُونَ (99) لَهُمْ فِيهَا زَفِيرٌ وَهُمْ فِيهَا لَا يَسْمَعُونَ (100) إِنَّ الَّذِينَ سَبَقَتْ لَهُمْ مِنَّا الْحُسْنَى أُولَئِكَ عَنْهَا مُبْعَدُونَ (101) لَا يَسْمَعُونَ حَسِيسَهَا وَهُمْ فِي مَا اشْتَهَتْ أَنْفُسُهُمْ خَالِدُونَ (102) لَا يَحْزُنُهُمُ الْفَزَعُ الْأَكْبَرُ وَتَتَلَقَّاهُمُ الْمَلَائِكَةُ هَذَا يَوْمُكُمُ الَّذِي كُنْتُمْ تُوعَدُونَ (103)}.
98- Siz de Allah’ın dışında taptıklarınız da cehennem odunusunuz. Siz, oraya gireceksiniz. 99- Eğer bunlar ilâh olsalardı oraya girmezlerdi. Hepsi de orada ebediyen kalacaklardır. 100- Onlar orada inleyerek nefes verecekler ve (azabın şiddetinden hiçbir şey) işitmeyeceklerdir. 101- Kendileri için daha önce tarafımızdan en güzel (akıbet) takdir edilmiş olanlar, işte onlar oradan uzak tutulacaklardır. 102- Onlar, ateşin sesini dahi işitmezler. (Aksine) onlar canlarının arzu ettiği şeyler içinde ebedi kalacaklardır. 103- En büyük dehşet, onları endişelendirmez. Melekler onları karşılayıp: “İşte bu, size vaat edilen gündür” derler.
#
{98} أي: وإنَّكم أيها العابدون، مع الله آلهةً غيره، {حَصَبُ جَهَنَّمَ}؛ أي: وقودها وحطبها، {أنتم لها واردونَ}: وأصنامُكم.
98. Siz ey Allah ile birlikte başkasına da ibadet edenler! “Siz de Allah’ın dışında taptıklarınız da” cehennemin tutuşturucusu, yakıtı, “odunusunuz.” Putlarınızla beraber “oraya gireceksiniz.”
#
{99} والحكمةُ في دخول الأصنام النار وهي جمادٌ لا تعقِل، وليس عليها ذنبٌ؛ بيانُ كَذِبِ من اتَّخذها آلهةً، وليزداد عذابُهم؛ فلهذا قال: {لو كانَ هؤلاءِ آلهةً ما وَرَدوها}: هذا كقوله تعالى: {لِيُبَيِّنَ لهم الذي يختلفونَ فيه ولِيعلمَ الذين كفروا أنَّهم كانوا كاذبينَ}، وكلٌّ من العابدين والمعبودين فيها خالدون، لا يخرجون منها، ولا ينتقلون عنها.
99. Putların cansız, aklı bulunmayan ve günahsız varlıklar olmalarına rağmen cehennem ateşine girmelerindeki hikmet, onları ilâh edinenlerin yalanlarını açıklamak ve onların azaplarını daha da artırmaktır. Bundan dolayı Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: “Eğer bunlar ilâh olsalardı oraya girmezlerdi.” Bu da Yüce Allah’ın şu buyruğunu andırmaktadır: (Böylece) hakkında ayrılığa düştükleri şeyleri onlara açıklayacak ve kafirler de kendilerinin gerçekten yalancı kimseler olduklarını bileceklerdir.” (en-Nahl, 16/39) İbadet edenler olsun, ibadet olunanlar olsun cehennemde ebediyen kalacaklardır, oradan çıkamayacaklar ve oradan başka bir yere geçemeyeceklerdir.
#
{100} {لهم فيها زفيرٌ}: من شدَّة العذاب، {وهُم فيها لا يسمعونَ}: صمٌ بكمٌ عميٌ، أو لا يسمعون من الأصوات غيرَ صوتِها؛ لشدَّة غليانها، واشتداد زفيرها وتغيظها.
100. Azabın şiddetinden dolayı “Onlar orada inleyerek nefes verecekler ve (azabın şiddetinden hiçbir şey) işitmeyeceklerdir.” Orada dilsiz, sağır ve kör kalacaklardır. Yahut da cehennemin ileri derecedeki kaynama sesinden ve uğultusundan başka bir ses işitmeyeceklerdir.
#
{101 ـ 102} ودُخول آلهة المشركين النار إنَّما هو الأصنام أو مَنْ عُبِدَ وهو راضٍ بعبادتِهِ، وأمَّا المسيح وعزيرٌ والملائكةُ ونحوهم ممَّن عُبِد من الأولياء؛ فإنَّهم لا يعذَّبون فيها، ويدخُلون في قوله: {إنَّ الذين سَبَقَتْ لهم منّا الحُسنى}؛ أي: سبقت لهم سابقةُ السعادة في علم الله وفي اللَّوح المحفوظ وفي تيسيرهم في الدُّنيا لليسرى والأعمال الصالحة. {أولئك عنها}؛ أي: عن النار {مبعَدون}: فلا يدخُلونها، ولا يكونونَ قريباً منها، بل يُبْعدَون عنها غايةَ البعدِ، حتَّى لا يسمَعوا حسيسها، ولا يروا شخصَها. {وهم فيما اشتهتْ أنفسُهُم خالدونَ}: من المآكل والمشارب والمناكح والمناظر مما لا عينٌ رأتْ ولا أذنٌ سمعت ولا خَطَرَ على قلب بشر، مستمرٌّ لهم ذلك، يزداد حسنُه على الأحقاب.
101. Müşriklerin tapındıkları ilâhların ateşe girmeleri, sadece putlar hakkında yahut kendisine ibadet olunmasına rıza gösteren batıl mabudlar hakkında söz konusudur. Mesih, Üzeyr, melekler ve bu kabilden kendilerine ibadet olunan Allah’ın dostlarına gelince onlar elbette ki azap görmeyeceklerdir. Aksie onlar şu buyruğun kapsamına dahildirler: “Kendileri için daha önce tarafımızdan en güzel (akıbet) takdir edilmiş olanlar” Yüce Allah’ın ilminde, Levh-i Mahfuz’da haklarında dünya hayatında iyilikler ve salih ameller kolaylaştırılarak mutlu ve bahtiyar kimseler arasında oldukları takdir edilmiş bulunanlar “işte onlar, oradan” cehennemden “uzak tutulacaklardır.” Oraya girmeyecekler, hatta yaklaşmayacaklar bile. Aksine onlar oradan alabildiğine uzaklaştırılacaklardır. 102. O kadar ki oranın sesini dahi işitmeyecek ve cehennemin kendisini bile görmeyeceklerdir. (Aksine) onlar canlarının arzu ettiği” yiyecek, içecek, eşler ve manzaralardan oluşan hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın hatırından geçirmediği “şeyler içinde ebedi kalacaklardır” ve bu, onlar için süreklidir, zaman geçtikçe bu nimetlerin güzelliği de artıp duracaktır.
#
{103} {لا يَحْزُنُهم الفزعُ الأكبرُ}؛ أي: لا يقلِقُهم إذا فزع الناس أكبر فزع، وذلك يوم القيامة، حين تقرب النار تتغيَّظ على الكافرين والعاصين، فيفزع الناسُ لذلك الأمر، وهؤلاء لا يحزُنُهم؛ لعلِمِهم بما يُقدِمون عليه، وأنَّ الله قد أمَّنهم مما يخافون. {وتتلقَّاهم الملائكةُ}: إذا بُعِثوا من قبورِهم وأتَوْا على النجائب وفداً لنشورِهم مهنِّئين لهم قائلين: {هذا يومُكُم الذي كنتُم توعَدون}: فليهنِكُم ما وعدكم الله، وليعظُم استبشاركُم بما أمامكم من الكرامة، وليكثر فَرَحُكم وسرورُكم بما أمنَّكم الله من المخاوف والمكاره.
103. “En büyük dehşet onları endişelendirmez” İnsanlar ileri derecede korkup dehşete düşeceklerinde kendileri tedirgin olmayacaklardır. Bu, Kıyamet gününde cehennem ateşinin yakınlaştırılacağı vakit olacaktır. O vakit cehennem kâfirlere ve isyankârlara karşı öfkelenip köpürecek, insanlar bu işten dolayı alabildiğine korkacaklardır. Onlar kendilerini bekleyen nimetleri bildiklerinden ve Yüce Allah da korktuklarından yana onlara güvenlik altında olacakları teminatını verdiğinden dolayı bu durumdan tasalanmayacaklardır. Kabirlerinden diriltilecekleri ve amel defterlerini almak üzere asil binekler üzerinde konuk heyetler halinde gelecekleri vakit “melekler onları” tebrik ederek “karşılayıp: İşte bu, size vaat edilen gündür, derler.” Allah’ın size vaat ettiğinden dolayı ne mutlu sizlere! Karşı karşıya kalacağınız lütuf ve ihsanlardan ötürü müjde size! Alabildiğine sevinebilir, neşelenebilirsiniz. Çünkü hoşunuza gitmeyecek ve sizi korkutacak her şeye karşı Allah, sizi güvenlik altına almıştır.
Ayet: 104 - 105 #
{يَوْمَ نَطْوِي السَّمَاءَ كَطَيِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ كَمَا بَدَأْنَا أَوَّلَ خَلْقٍ نُعِيدُهُ وَعْدًا عَلَيْنَا إِنَّا كُنَّا فَاعِلِينَ (104) وَلَقَدْ كَتَبْنَا فِي الزَّبُورِ مِنْ بَعْدِ الذِّكْرِ أَنَّ الْأَرْضَ يَرِثُهَا عِبَادِيَ الصَّالِحُونَ (105)}.
104- O gün gökleri, yazılı sayfanın katlanıp dürüldüğü gibi düreceğiz. İlk yaratmaya başladığımız gibi (hepsini) tekrar yaratırız. Bu, üzerimize aldığımız bir vaattir. Şüphesiz biz bunu yapacağız. 105- Andolsun ki biz, Zikir’den sonra Zebûr’da da: “Yeryüzüne salih kullarım mirasçı olacaktır” diye yazdık.
#
{104} يخبر تعالى أنه يوم القيامة يطوي السماواتِ على عِظَمها واتِّساعها كما يطوي الكاتُب للسجل؛ أي: الورقة المكتوب فيها؛ فتنتثر نجومها، وتكور شمسها وقمرها، وتزول عن أماكنها. {كما بَدَأنا أوَّلَ خلقٍ نعيدُه}؛ أي: إعادتنا للخلق مثل ابتدائنا لخلقهم؛ فكما ابتدأنا خلقَهم ولم يكونوا شيئاً؛ كذلك نعيدُهم بعد موتهم، {وعداً علينا إنَّا كنَّا فاعلينَ}: ننفِّذُ ما وَعَدْنا؛ لكمال قدرتِهِ، وأنه لا تمتنعُ منه الأشياء.
104. Yüce Allah, Kıyamet gününde alabildiğine geniş ve muazzam olmalarına rağmen gökleri, kâtibin yazı yazdığı bir kağıdı katlayıp dürdüğü gibi düreceğini haber vermektedir. O vakit gökteki yıldızlar etrafa saçılıp savrulacak, güneşin ve ayın ışığı söndürülecek, hepsi yerlerinden kopup dağılacaklardır. “İlk yaratmaya başladığımız gibi (hepsini) tekrar yaratırız.” Yani onları ilkin nasıl yarattı isek tekrar öylece yaratacağız. Daha önceden hiçbir şey değilken insanları nasıl yarattıysak, ölümlerinden sonra da onları o şekilde dirilteceğiz. “Bu, üzerimize aldığımız bir vaattir. Şüphesiz biz bunu yapacağız.” Yani vaat ettiğimizi gerçekleştiririz. Çünkü O’nun kudreti kemâl derecesindedir ve hiçbir şey O’na karşı koyamaz.
#
{105} {ولقد كَتَبْنا في الزَّبورِ}: وهو الكتاب المزبور، والمرادُ الكتبُ المنزلة؛ كالتوراة، ونحوها، {من بعد الذِّكْرِ}؛ أي: كتبناه في الكتب المنزلة بعدما كَتَبْنَاه في الكتاب السابق الذي هو اللوح المحفوظ وأمِّ الكتاب الذي توافِقُه جميعُ التقادير المتأخِّرة عنه والمكتوب في ذلك: {أنَّ الأرض}؛ أي: أرض الجنَّة، {يَرِثُها عباديَ الصَّالحونَ}: الذين قاموا بالمأمورات، واجتنبوا المنهيَّات؛ فهم الذين يورِثُهم الله الجنات؛ كقول أهل الجنة: {الحمد لله الذي هدانا لهذا}، {وأورثنا الأرض نتبوأ من الجنة حيث نشاء}، ويُحتمل أنَّ المراد الاستخلاف في الأرض، وأنَّ الصالحين يمكِّنُ الله لهم في الأرض، ويولِّيهم عليها؛ كقوله تعالى: {وَعَدَ الله الذين آمنوا منكم وعَمِلوا الصالحاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُمْ في الأرضِ كما اسْتَخْلَفَ الذين من قبلهم ... } الآية.
105. “Andolsun ki Biz Zikir’den sonra Zebûr’da da” Zebûr, yazılmış kitap demektir. Maksat ise Tevrat ve benzeri Allah tarafından indirilmiş bütün kitaplardır. “Zikir” ise Levh-i Mahfuz, yani vücuda gelen bütün takdirlerin kendisine uygun olarak gerçekleştiği ilk kitaptır. Yani biz, bunu ilkin Levh-i Mahfuz’da daha sonra da indirilmiş kitaplarda yazdık. Onlarda yazılı lansa şudur: “Yeryüzüne” yani cennete “salih” emrettiklerimi yerine getiren ve yasaklarımdan sakınan “kullarım mirasçı olacaktır.” İşte Yüce Allah’ın cenneti kendilerine miras vereceği kimseler bunlardır. Nitekim cennetliklerin yapacakları belirtilen şu dua da buna benzemektedir: “Bize olan vaadini yerine getiren, cennetten dilediğimiz yere yerleşmek üzere arzı bize miras veren Allah’a hamd olsun.” (ez-Zümer, 39/74) Bu buyrukla yeryüzündeki hakimiyet de kastedilmiş olabilir. Yani Yüce Allah, yeryüzünde salihleri iktidara getiriri, onları orada yönetici kimseler konumuna yükseltir. Bu anlam da Yüce Allah’ın şu buyruğuna benzemektedir: “Allah, içinizden iman edip salih amel işleyenlere vaat etti ki: Onlardan öncekileri halife yaptığı gibi -andolsun- onları da yeryüzünde halife kılacaktır…” (en-Nûr, 24/55)
Ayet: 106 - 112 #
{إِنَّ فِي هَذَا لَبَلَاغًا لِقَوْمٍ عَابِدِينَ (106) وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ (107) قُلْ إِنَّمَا يُوحَى إِلَيَّ أَنَّمَا إِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ فَهَلْ أَنْتُمْ مُسْلِمُونَ (108) فَإِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ آذَنْتُكُمْ عَلَى سَوَاءٍ وَإِنْ أَدْرِي أَقَرِيبٌ أَمْ بَعِيدٌ مَا تُوعَدُونَ (109) إِنَّهُ يَعْلَمُ الْجَهْرَ مِنَ الْقَوْلِ وَيَعْلَمُ مَا تَكْتُمُونَ (110) وَإِنْ أَدْرِي لَعَلَّهُ فِتْنَةٌ لَكُمْ وَمَتَاعٌ إِلَى حِينٍ (111) قَالَ رَبِّ احْكُمْ بِالْحَقِّ وَرَبُّنَا الرَّحْمَنُ الْمُسْتَعَانُ عَلَى مَا تَصِفُونَ (112)}.
106- Gerçekten bunda (hakkıyla) kulluk eden bir topluluk için yeterli bir öğüt vardır. 107- Biz, seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik. 108- De ki: “Bana, sizin ilahınız ancak bir tek ilâhtır, diye vahyolunuyor. Artık teslim/müslüman olacak mısınız?” 109- Eğer yüz çevirirlerse de ki: “Ben size eşit olarak bildirdim. Size vaat olunan (azap) yakın mıdır, uzak mıdır, orasını bilemem.” 110- Şüphe yok ki O, sözün açığa vurulanını da bilir, sizin gizlediklerinizi de bilir. 111- “Bilemiyorum, belki de o (azabın ertelenmesi), sizin için bir imtihan ve (dünyadan) bir süreye kadar faydalanmanız içindir.” 112- (Peygamber) dedi ki: “Rabbim (bizimle onlar arasında) hak ile hükmet. Sizin niteleyegeldiklerinize karşı yardımı dilecek olan, Rahman olan Rabbimizdir.”
#
{106} يُثني الله تعالى على كتابِهِ العزيز القرآنِ ويبيِّن كفايته التامَّة عن كلِّ شيءٍ وأنَّه لا يُستغنى عنه، فقال: {إنَّ في هذا لبلاغاً لقوم عابدين}؛ أي: يتبلَّغون به في الوصول إلى ربِّهم وإلى دار كرامته، فيوصِلُهم إلى أجلِّ المطالب وأفضل الرغائب، وليس للعابدين الذين هم أشرفُ الخلق وراءه غايةٌ؛ لأنَّه الكفيل بمعرفةِ ربِّهم بأسمائِهِ وصفاتِهِ وأفعالِهِ وبالإخبار بالغيوبِ الصَّادقة وبالدَّعوة لحقائق الإيمان وشواهد الإيقان، المبيِّن للمأمورات كلِّها والمنهيَّات جميعها، المعرِّف بعيوب النفس والعمل والطرق التي ينبغي سلوكها في دقيق الدين وجليله، والتَّحذير من طُرُق الشيطان، وبيان مداخلِهِ على الإنسان؛ فمن لم يُغْنِهِ القرآنُ؛ فلا أغناه الله، ومَنْ لا يكفيه؛ فلا كفاه الله.
106. Yüce Allah, Kitab-ı Azîzi Kuran-ı Kerim’i övmekte, onun her hususta tam anlamı ile yeterli olacağını, onsuz yapmanın da imkânsızlığını beyan etmekte ve şöyle buyurmaktadır: “Gerçekten bunda (hakkıyla) kulluk eden bir topluluk için yeterince öğüt vardır.” Rablerine ulaşmak, O’nun lütuf ve ihsan yurduna varmak için bu Kitap, onlara yeterlidir. O, onları en yüce emellerine, en üstün arzularına ulaştıracaktır. İnsanların en şereflileri olan abidlerin onun ötesinde bir gayeleri olamaz. Çünkü bu Kitap; Rablerini, isimlerini, sıfatlarını, fiillerini tanıtmanın teminatıdır. Doğru gaybî haberleri içerdiği gibi iman hakikatlerine, kat’i yakînî belgelere de davet eder. Bütün ilâhî emirleri ve yasakları açıkça bildirir, nefsin kusurlarını, amel yollarını ve dinin büyük küçük bütün hususlarında izlemeleri gereken yolları açıklar. Şeytanın yollarından sakındırır, insana hangi yollardan yaklaştığını beyan eder. Kur’an ile zengin olmayan kimseyi Allah, hiçbir şey ile zengin etmez. Kur’an ile yetinmeyen bir kimseye de hiçbir şey yeterli gelmez.
#
{107} ثم أثنى على رسولِهِ الذي جاء بالقرآن، فقال: {وما أرْسَلْناك إلاَّ رحمةً للعالمين}: فهو رحمتُهُ المهداةُ لعبادِهِ؛ فالمؤمنون به قَبِلوا هذه الرحمة وشكروها وقاموا بها، وغيرُهم كفروها، وبدَّلوا نعمةَ الله كفراً، وأبوا رحمةَ الله ونعمته.
107. Daha sonra Yüce Allah, bu Kur’an-ı Kerim’i getiren Rasûlünden övgü ile söz ederek şöyle buyurmaktadır: “Biz seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik.” O yüce peygamber, Allah’ın, kullarına hediye olarak gönderdiği bir rahmetidir. Ona iman edenler bu rahmeti kabul edip ona karşı şükürlerini ortaya koymuş ve bu rahmetin gereğini yerine getirmiş olurlar. Onların dışında kalanlar ise bu rahmeti inkar ederler, Allah’ın bu nimetine şükredecek yerde küfür/nankörlük ile karşılık verirler. Allah’ın rahmet ve nimetini istemezler.
#
{108} {قل} يا محمد: {إنَّما يُوحى إليَّ أنَّما إلهكم إلهٌ واحدٌ}: الذي لا يستحقُّ العبادةَ إلاَّ هو، ولهذا قال: {فهل أنتُم مسلِمونَ}؛ أي: منقادون لعبوديَّتِهِ مستسلِمون لألوهيَّتِهِ؛ فإنْ فَعَلوا؛ فَلْيَحْمدوا ربَّهم على ما منَّ عليهم بهذه النعمة التي فاقت المنن.
108. Ey Muhammed! “De ki: Bana, sizin ilahınız ancak bir tek ilâhtır, diye vahyolunuyor.” O’ndan başka hiçbir kimse ibadete layık değildir. Bundan dolayı “Artık siz teslim/müslüman olacak mısınız?” Yani O’na ibadete yönelecek ve ulûhiyetine teslim olacak mısınız? Eğer bunu gereği gibi yapacak olurlarsa, bütün lütuflardan daha üstün olan bu nimeti onlara ihsan ettiğinden ötürü Rablerine hamd etsinler.
#
{109 ـ 110} وإنْ {تَوَلَّوْا}: عن الانقياد لعبوديَّة ربِّهم؛ فحذِّرْهم حلول المَثُلات ونزول العقوبة. {فقُلْ آذنْتُكم}؛ أي: أعلمتُكم بالعقوبة، {على سواءٍ}؛ أي: علمي وعلمُكم بذلك مستوٍ؛ فلا تقولوا إذا نزل بكم العذاب: ما جاءنا من بشيرٍ ولا نذيرٍ، بل الآن استوى علمي، وعلمُكم لمَّا أنذرتُكم وحذرتُكم وأعلمتُكم بمآل الكفر، ولم أكتُم عنْكُم شيئاً. {وإنْ أدري أقريبٌ أم بعيدٌ ما توعدونَ}؛ أي: من العذاب؛ لأنَّ عِلْمَهُ عند الله، وهو بيده؛ ليس لي من الأمر شيءٌ.
109. “Eğer” Rablerine ibadete yönelmekten “yüz çevirirlerse” başlarına gelecek türlü musibetlerden ve azaplardan onları sakındırarak “de ki: Ben size eşit olarak bildirdim.” Yani gelecek olan cezayı haber verdim. Bu konuda benim bilgim ile sizin bilginiz artık eşittir. O halde azap üzerinize indiği vakit: “Bize bir müjdeleyici ve bir korkutucu gelmedi” (el-Maide, 5/19) demeyin. Aksine şu anda benim bilgim ile sizin bilginiz bu hususta birbirine eşittir. Çünkü ben sizi uyardım, sakındırdım ve küfrün âkıbetini size bildirdim. Sizden hiçbir şey gizlemedim. “Size vaat olunan” o azab “yakın mıdır, uzak mıdır, orasını bilemem.” Çünkü onun bilgisi Allah nezdindedir ve o azabı getirmek, O’nun kudretindedir. Benim bu konuda hiçbir yetkim yoktur. [110. “Şüphe yok ki O, sözün açığa vurulanını da bilir, sizin gizlediklerinizi de bilir.” Şüphesiz Allah, açığa vurduğunuz sözleri de içinizde gizlediğiniz şeyleri de bilmektedir ve onlardan dolayı sizi hesaba çekecektir.]
#
{111} {وإنْ أدْري لعلَّه فتنةٌ لكم ومتاعٌ إلى حين}؛ أي: لعلَّ تأخير العذاب الذي استعجَلْتُموه شرٌّ لكم، وإنْ تُمَتَّعوا في الدُّنيا إلى حين، ثم يكون أعظم لعقوبتكم.
111. “Bilemiyorum, belki de o (azabın ertelenmesi), sizin için bir imtihan ve (dünyadan) bir süreye kadar faydalanmanız içindir.” Belki sizin çabucak gelmesini istediğiniz o azabın ertelenmesi, sizin için bir şerdir. Zira bu, dünya hayatında bir süreye kadar faydalandıktan sonra göreceğiniz cezanın daha da büyük olmasına bir sebep olabilir.
#
{112} {قال ربِّ احكُم بالحقِّ}؛ أي: بيننا وبين القوم الكافرين؛ فاستجابَ الله هذا الدُّعاء، وحكم بينَهم في الدُّنيا قبل الآخرة بما عاقب الله به الكافرين من وقعة بدرٍ وغيرها. {وربُّنا الرحمن المستعانُ على ما تصفِونَ}؛ أي: نسأل ربَّنا الرحمن ونستعينُ به على ما تصِفون من قولكم: سنظهرُ عليكُم، وسيضمحلُّ دينكم! فنحنُ في هذا لا نعجبُ بأنفسنا، ولا نتَّكِلُ على حولنا وقوَّتِنا، وإنَّما نستعينُ بالرحمن الذي ناصيةُ كلِّ مخلوقٍ بيدِهِ، ونرجوه أن يُتِمَّ ما اسْتَعَنَّاه به من رحمتِهِ. وقد فعل ولله الحمد.
112. “Dedi ki: Rabbim” bizim ile kâfirler topluluğu arasında “hak ile hükmet!” Yüce Allah da onun bu duasını kabul etti. Ahiretten önce dünyada aralarında hükmünü verdi. Bu, Yüce Allah’ın Bedir vakasında ve diğerlerinde kâfirleri cezalandırması ile gerçekleşti. “Sizin niteleyegeldiklerinize karşı yardımı dilenecek olan, Rahman olan Rabbimizdir.” Biz Rabbimiz, Rahman olan Allah’tan dileriz. Sizin söylediğiniz sözler olan: “Size galip geleceğiz ve dininiz yok olacaktır”, şeklindeki iddialarınıza karşı O’nun yardımını isteriz. Bu hususta biz kendimizi beğenen kimseler değiliz. Kendi gücümüze ve imkânlarımıza da güvenip dayanmayız. Biz bütün mahlukatın mukadderatını elinde tutan Rahman olan Allah’ın yardımını isteriz. Rahmeti ile kendisinden yardım istediğimiz hususu da kemâle erdireceğini ümit ederiz. Nitekim gerçekten O, böyle yaptı. Allah’a hamd-ü senâlar olsun. nbiya Sûresi’nin tefsiri burada sona ermektedir.
***