Ayet:
20- TÂHÂ SÛRESİ
20- TÂHÂ SÛRESİ
(Mekke’de inmiştir. 135 âyettir)
Ayet: 1 - 8 #
{طه (1) مَا أَنْزَلْنَا عَلَيْكَ الْقُرْآنَ لِتَشْقَى (2) إِلَّا تَذْكِرَةً لِمَنْ يَخْشَى (3) تَنْزِيلًا مِمَّنْ خَلَقَ الْأَرْضَ وَالسَّمَاوَاتِ الْعُلَى (4) الرَّحْمَنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى (5) لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا وَمَا تَحْتَ الثَّرَى (6) وَإِنْ تَجْهَرْ بِالْقَوْلِ فَإِنَّهُ يَعْلَمُ السِّرَّ وَأَخْفَى (7) اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ لَهُ الْأَسْمَاءُ الْحُسْنَى (8)}
1- Tâ, hâ. 2- Biz, sana Kur’ân’ı güçlük çekesin diye indirmedik. 3- Ancak (Allah'tan) korkanlara bir öğüt olsun diye (indirdik). 4- O, yeryüzünü ve yüksek gökleri yaratandan indirilmiştir. 5- Rahmân, Arş’a istivâ etmiştir. 6- Göklerde, yerde, bunların arasında ve nemli toprağın altında ne varsa hepsi O’nundur. 7- Sen sözü açığa vursan (da gizlesen de) gerçek şu ki O, gizliyi de gizlinin gizlisini de bilir. 8- Allah; O’ndan başka (hak) ilâh yoktur. En güzel isimler yalnız O’nundur.
#
{1 ـ 2} {طه}: من جملة الحروف المقطَّعة المفتَتَح بها كثيرٌ من السور، وليست اسماً للنبي - صلى الله عليه وسلم -. {ما أنزلنا عليكَ القرآن لِتَشْقى}؛ أي: ليس المقصود بالوحي وإنزال القرآن عليك وشرع الشريعة لِتَشْقى بذلك، ويكونَ في الشريعة تكليفٌ يشقُّ على المكلَّفين، وتعجزُ عنه قُوى العاملين، وإنَّما الوحي والقرآن والشرع شَرَعَهُ الرحيم الرحمن، وجَعَلَهُ موصلاً للسعادة والفلاح والفوز، وسهَّله غايةَ التسهيل، ويسَّر كلَّ طرقه وأبوابه، وجعله غذاء للقلوب والأرواح وراحةً للأبدان، فتلقَّتْه الفطر السليمة والعقول المستقيمة بالقبول والإذعان؛ لِعِلْمها بما احتوى عليه من الخير في الدُّنيا والآخرة.
1. “Tâ, hâ.” Bu, pek çok surenin başlangıcını teşkil eden ve mukattaa harfleri diye bilinen harflerdendir. Bu, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in ismi değildir. 2. “Biz sana Kur’ân’ı güçlük çekesin diye indirmedik.” Yani vahiyden, Kur’ân’ın sana indirilmesinden, şeriatın bildirilmesinden maksat, güçlük ve sıkıntı çekmen değildir. Şeriatte de mükelleflere ağır gelecek ve amel etmek isteyenlerin güç yetirmekten aciz kalacakları yükümlülükler koymadık. Vahyi, Kur’ân’ı ve şeriatı Rahmân ve Rahim olan Allah göndermiş ve bunları mutluluğa, başarıya ve kurtuluşa ulaştıran bir sebep kılmıştır. Onları alabildiğine kolaylaştırmış ve onun bütün yollarını kolaylıkla izlenebilir hale getirmiştir. O, bu Kur’ân’ı ve şeriati kalplere ve ruhlara bir gıda, bedenlere de bir rahat sebebi kılmıştır. Onun için de selim fıtratlar ve dosdoğru akıllar Kur’ân’ı kabul ve itaat ile karşılamıştır. Çünkü onlar, Kur’ân’ın içerdiği dünya ve âhiret hayırlarını çok iyi bilirler. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{3} ولهذا قال: {إلاَّ تَذْكِرَةً لِمَن يَخْشى}: إلاَّ ليتذكَّر به من يَخْشى الله تعالى، فيتذكر ما فيه من الترغيب لأجل المطالب فيعمل بذلك، ومن الترهيب عن الشقاء والخسران فيرهب منه، ويتذكَّر به الأحكام الحسنةَ الشرعيَّة المفصَّلة التي كان مستقرًّا في عقله حسنها مجملاً، فوافق التفصيلُ ما يَجِدُهُ في فطرتِهِ وعقلِهِ، ولهذا سمَّاه الله تذكرةً، والتَّذْكِرَةُ لشيء كان موجوداً؛ إلاَّ أن صاحبَه غافلٌ عنه أو غير مستحضرٍ لتفصيلِهِ. وخصَّ بالتَّذْكِرَةِ مَنْ يخشى؛ لأنَّ غيره لا ينتفع به، وكيف ينتفعُ به من لم يؤمنْ بجنَّة ولا نارٍ ولا في قلبه من خشيةِ الله مثقال ذرة؟! هذا ما لا يكون، {سَيَذَّكَّرُ مَنْ يخشى. ويتجنَّبُها الأشقى. الذي يَصْلى النار الكُبرى}.
3. “Ancak (Allah'tan) korkanlara bir öğüt olsun diye.” Yani biz, o Kitab’ı Allah’tan korkan kimseler, ondan öğüt alsınlar, arzulanan şeylerin elde edilebilmesi için içerdiği teşvik edici buyrukları düşünüp gereğince amel etsinler, bedbahtlık ve hüsrandan sakındıran şeyleri de düşünüp onlardan sakınsınlar diye indirdik. Güzel oldukları genel olarak aklen bilinen şer’î hükümlerin ayrıntılarını tafsili olarak Kur’ân sayesinde düşünüp öğüt alsınlar ve böylece fıtratlarında ve akıllarında güzel gördükleri şeylerle bu ayrıntılı hükümler arasındaki uyumu hatırlayıp kavrasınlar diye indirdik. Bundan dolayıdır ki Allah Kur’ân-ı Kerim’e “تَذۡكِرَةٗ = hatırlatıcı öğüt” adını vermiştir. Çünkü bu, esasen var olan, ancak sahibi kendisinden gafil bulunan yahut da ona dair tafsili açıklamaları hatırlayamayan kimse hakkında söz konusudur. Bu öğüt alma ve hatırlamanın özellikle (Allah'tan) korkanlara” has kılınması, böyle olmayan kimselerin bu Kur’ân-ı Kerim’den gereği gibi yararlanamayışlarındandır. Hem Kur’ân-ı Kerim’in bildirdiği cennete, cehenneme iman etmeyen, kalbinde zerre ağırlığı kadar Allah korkusu bulunmayan kimseler ondan nasıl yararlanabilirler ki? Böyle bir şey asla mümkün değildir: “Korkan kimse öğüt alacak, oldukça bahtsız olan kimse ise ondan kaçacaktır. O ki en büyük ateşe girecektir...” (el-A’lâ, 87/10-12)
#
{4} ثم ذَكَرَ جلالة هذا القرآن العظيم، وأنه تنزيلُ خالقِ الأرض والسماوات، المدبِّر لجميع المخلوقات؛ أي: فاقبلوا تنزيلَه بغاية الإذعان والمحبَّة والتسليم، وعظِّموه نهاية التعظيم. وكثيراً ما يقرِنُ بين الخَلْق والأمر؛ كما في هذه الآية وكما في قوله: {ألا لَهُ الخلقُ والأمر}، وفي قوله: {الله الذي خَلَقَ سبعَ سمواتٍ ومن الأرضِ مثلَهُنَّ يتنزَّلُ الأمرُ بينهنَّ}، وذلك أنَّه الخالق الآمر الناهي؛ فكما أنه لا خالق سواه؛ فليس على الخلق إلزامٌ ولا أمرٌ ولا نهيٌ إلاَّ من خالقهم. وأيضاً؛ فإنَّ خلقه للخلق فيه من التدبير القدريِّ الكونيِّ، وأمره فيه التدبير الشرعيُّ الدينيُّ؛ فكما أنَّ الخلق لا يخرُجُ عن الحكمة، فلم يَخْلُقْ شيئاً عبثاً؛ فكذلك لا يأمُرُ ولا ينهى إلاَّ بما هو عدلٌ وحكمةٌ وإحسانٌ.
4. Daha sonra Yüce Allah, bu Kur’ân-ı Azim’in yüceliğini, onun gökleri ve yeri yaratan, bütün yaratıkların işlerini çekip çeviren Allah tarafından indirildiğini söz konusu etmektedir. Yani O’nun indirdiği Kitabı tam bir itaat, muhabbet ve teslimiyet ile kabul edin. Onu en ileri derecede ta’zim edin. Şanı Yüce Allah, bu âyet-i kerimede de olduğu gibi birçok ayette yaratmayı ve emretmeyi bir arada zikretmektedir: “İyi bilin ki yaratma da emretme de yalnız O’nundur.” (el-A’raf, 7/54); “Allah yedi gökleri ve yerden de onlar gibisini yaratandır. Emri bunlar arasında iner durur.” (et-Talâk, 65/12) Buna sebep ise yaratanın, emir verenin ve yasak koyanın O oluşundan dolayıdır. O’ndan başka yaratıcı olmadığı gibi yaratıklara bağlayıcı emirler vermek ve onlar için yasak koymak da ancak onları yaratanın hakkıdır. Aynı şekilde O’nun yaratıkları yaratması, onların kaderî ve kevnî idarelerini; emretmesi de dinî ve şer’î idarelerini ihtiva etmektedir. Yaratması hikmetin dışına çıkmadığı ve boş hiçbir şey yaratmadığı gibi, O’nun emir ve yasakları da adalet, hikmet ve ihsanın dışında değildir.
#
{5} فلما بين أنه الخالق المدبِّر الآمر الناهي؛ أخبر عن عظمته وكبريائه، فقال: {الرحمن على العرش}: الذي هو أرفع المخلوقات وأعظمُها وأوسعها، {استوى}: استواءً يَليقُ بجلالِهِ ويناسب عظمتَه وجمالَه، فاستوى على العرش، واحتوى على الملك.
5. Şanı Yüce Allah yaratan, işleri idare eden, emredip yasaklar koyanın yalnız kendisi olduğunu açıkladıktan sonra azamet ve kibriyasını da haber vermek üzere şöyle buyurmaktadır: “Rahmân Arş’a” ki o yaratılmışların en yukarda olanı, en büyüğü ve en genişidir “istivâ etmiştir.” Bu, O’nun celâline yakışan, azamet ve cemâline uygun olarak Arş üzerine yükselmesi demektir. O, Arş üzerine yükselmiş ve ilmiyle de kainatı kuşatmıştır.
#
{6} {له ما في السمواتِ وما في الأرض وما بينَهما}: من مَلَكٍ وإنسيٍّ وجنيٍّ وحيوانٍ وجمادٍ ونباتٍ، {وما تحتَ الثَّرى}؛ أي: الأرض؛ فالجميع مُلكٌ لله تعالى، عبيدٌ مدبَّرون مسخَّرون تحت قضائه وتدبيره، ليس لهم من المُلك شيء، ولا يملكون لأنفسهم نفعاً ولا ضرًّا ولا موتاً ولا حياةً ولا نشوراً.
6. “Göklerde, yerde, bunların arasında” melek, insan, cin, hayvan, bitki, canlı-cansız bütün varlıklar “ve nemli toprağın altında” yani yerin altında olanların hepsi O’nundur. Hükümranlık, tümüyle Allah’a aittir. Bütün varlıklar; işleri O’nun tarafından çekip çevirilen, O’nun kaza ve tedbir hükümleri altında boyun eğmiş kullardır. Egemenlik ve hükümranlık namına hiçbir şeye sahip değildirler. Kendileri hakkında herhangi bir fayda ve zarara, ölüme, hayata ve ne de öldükten sonra dirilişe mâlik değildirler.
#
{7} {وإن تَجْهَرْ بالقول فإنَّه يعلم السرَّ}: الكلام الخفي، {وأخفى}: من السرِّ، الذي في القلب ولم يُنطقْ به، أو السِّر ما خطر على القلب، وأخفى ما لم يخطُر؛ يعلم تعالى أنه يخطُرُ في وقته وعلى صفته. المعنى أنَّ علمه تعالى محيطٌ بجميع الأشياء؛ دقيقِها وجليها؛ خفيِّها وظاهرها؛ فسواء جهرتَ بقولك أو أسررتَه؛ فالكلُّ سواء بالنسبة لعلمه تعالى.
7. “Sen sözü açığa vursan (da gizlesen de) gerçek şu ki O, gizliyi” gizli sözleri “ve gizlinin gizlisini” yani kalpte saklı bulunup henüz dil ile telaffuz edilmemiş şeyleri de “bilir.” Yahut “gizli” akıldan geçenler “gizlinin gizlisi” de henüz akla gelmemiş olanlar olabilir. İşte Yüce Allah, onun ne zaman hatıra geleceğini ve hangi özelliklerde hatırdan geçeceğini de bilir. Allah’ın ilmi küçüğüyle büyüğüyle, gizlisiyle açığıyla her şeyi kuşatmıştır. Sen sözünü ister açıktan söyle, ister gizle, fark etmez. Yüce Allah’ın ilmi açısından hepsi birbirine eşittir.
#
{8} فلما قرَّر كماله المطلق بعموم خلقه وعموم أمرِهِ ونهيِهِ وعموم رحمتِهِ وسعة عظمتِهِ وعلوِّه على عرشه وعموم ملكِهِ وعموم علمِهِ؛ نَتَجَ من ذلك أنَّه المستحقُّ للعبادة، وأنَّ عبادته هي الحقُّ التي يوجبها الشرع والعقل والفطرة، وعبادة غيره باطلةٌ، فقال: {الله لا إله إلاَّ هو}؛ أي: لا معبود بحقِّ ولا مألوه بالحبِّ والذُّلِّ والخوف والرجاء والمحبَّة والإنابة والدُّعاء إلاَّ هو. {له الأسماء الحسنى}؛ أي: له الأسماء الكثيرة الكاملة الحسنى: من حسنها أنَّها كلَّها أسماءٌ دالةٌ على المدح؛ فليس فيها اسمٌ لا يدلُّ على المدح والحمد، ومن حسنها أنَّها ليست أعلاماً محضةً، وإنما هي أسماءٌ وأوصافٌ، ومن حسنها أنَّها دالَّة على الصفات الكاملة وأنَّ له من كلِّ صفةٍ أكملها وأعمَّها وأجلَّها، ومن حسنها أنَّه أمر العبادَ أن يدعوه بها؛ لأنَّها وسيلةٌ مقربةٌ إليه؛ يحبُّها ويحبُّ من يحبُّها، ويحبُّ من يحفظُها، ويحبُّ من يبحث عن معانيها، ويتعبَّد له بها؛ قال تعالى: {ولله الأسماءُ الحسنى فادْعوه بها}.
8. Allah, mutlak kemali ifade eden yaratmasının, emir ve yasaklarının kapsamlılığı, rahmeti ve geniş azametinin kuşatıcılığı, Arşının üzerine yükselişi, egemenliğinin genelliği ve ilminin her şeyi kapsamasını zikredince bundan ortaya çıkan netice şudur: İbadete layık olanın sadece O’dur, O’na ibadet şeriatın da, aklın da, fıtratın da emrettiği hak gerçektir. O’nun dışındaki varlıklara ibadet ise batıldır. Onun için Allah azze ve celle şöyle buyurmaktadır: “Allah; O’ndan başka (hak) ilâh yoktur” yani gerçek ma’bud olan, sevgi ve zillet ile, korku ve ümit ile, muhabbet, yöneliş ve duâ ile kalplerin bağlanacağı başka hiç kimse yoktur. “En güzel isimler yalnız O’nundur.” Kâmil ve en güzel isimler yalnız O’nundur. Bu isimlerin tümünün övgüye delalet etmeleri de bunların güzelliklerindendir. O’nun övmeye ve senâya delâlet etmeyen hiçbir adı yoktur. Yine bu isimlerin güzelliklerinden biri de hepsinin sadece özel isim olmamaları aksine hem isim hem de sıfat olmalarıdır. Bu isimlerin kemal derecesindeki sıfatlara ve her bir sıfatın en kâmil, en geniş ve en yüce olan anlamına delalet etmeleri de bu isimlerin güzelliklerindendir. Allah’ın kullara bu isimlerle kendisine dua etmelerini emretmiş olması da onların güzelliklerindendir. Zira bu isimler, Yüce Allah’a yakınlaştırıcı vesilelerdir. Allah bu isimleri sever, onları sevenleri de sever, bu isimleri ezberleyenleri sevdiği gibi onların manalarının ne olduğunu araştıranları ve onlar uyarınca O’na kulluk edenleri de sever. Onun için Allah: “En güzel isimler Allah’ındır. O halde O’na bunlarla dua edin” (el-A’râf, 7/180) buyurmaktadır.
Ayet: 9 - 15 #
{وَهَلْ أَتَاكَ حَدِيثُ مُوسَى (9) إِذْ رَأَى نَارًا فَقَالَ لِأَهْلِهِ امْكُثُوا إِنِّي آنَسْتُ نَارًا لَعَلِّي آتِيكُمْ مِنْهَا بِقَبَسٍ أَوْ أَجِدُ عَلَى النَّارِ هُدًى (10) فَلَمَّا أَتَاهَا نُودِيَ يَامُوسَى (11) إِنِّي أَنَا رَبُّكَ فَاخْلَعْ نَعْلَيْكَ إِنَّكَ بِالْوَادِ الْمُقَدَّسِ طُوًى (12) [وَأَنَا اخْتَرْتُكَ فَاسْتَمِعْ لِمَا يُوحَى (13) إِنَّنِي أَنَا اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا أَنَا فَاعْبُدْنِي وَأَقِمِ الصَّلَاةَ لِذِكْرِي (14) إِنَّ السَّاعَةَ آتِيَةٌ أَكَادُ أُخْفِيهَا لِتُجْزَى كُلُّ نَفْسٍ بِمَا تَسْعَى (15)}].
9- Mûsâ’nın haberi sana geldi mi? 10- Hani o, bir ateş görmüştü de ailesine şöyle demişti: “Siz (burada) durun. Benim gözüme bir ateş ilişti. (Gideyim de) belki size ondan bir meşale getiririm veya ateşin başında yol gösterecek birini bulurum.” 11- Ateşin yanına vardığında (Allah tarafından): “Ey Mûsâ!” diye nida edildi. 12- “Gerçekten ben, senin Rabbinim! Hemen papuçlarını çıkar. Çünkü sen kutsal vadi Tuvâ’dasın.” 13- “Ben seni (peygamber olarak) seçtim. O halde sana vahyolunanı dinle!” 14- “Hiç şüphesiz ben, Allah’ım; benden başka (hak) ilâh yoktur. O halde bana ibadet et ve beni anmak için namazı dosdoğru kıl.” 15- “Kıyamet, muhakkak gelecektir. Her nefis çalışmasının karşılığını görsün diye onun vaktini neredeyse (kendimden bile) gizli tutarım.”
#
{9 ـ 10} يقول تعالى لنبيِّه محمدٍ - صلى الله عليه وسلم - على وجه الاستفهام التقريريِّ والتعظيم لهذه القصَّة والتفخيم لها: {هل أتاك حديثُ موسى}: في حاله التي هي مبدأ سعادته ومنشأ نبوَّته؛ أنَّه رأى ناراً من بعيد، وكان قد ضلَّ الطريق، وأصابه البردُ، ولم يكنْ عنده ما يتدفَّأ به في سفره. فقال لأهلِهِ: {إني آنستُ}؛ أي: أبصرتُ {ناراً}: وكان ذلك في جانب الطور الأيمن. {لعلِّي آتيكُم منها بقَبَسٍ}: تصطلون به، {أو أجِدُ على النار هُدى}؛ أي: من يهديني الطريق. وكان مطلبُهُ النور الحسي والهداية الحسيَّة، فوجَدَ ثَمَّ النورَ المعنويَّ؛ نور الوحي الذي تستنير به الأرواح والقلوب، والهداية الحقيقيَّة؛ هداية الصراط المستقيم الموصلة إلى جنَّات النعيم، فحصل له أمرٌ لم يكنْ في حسابِهِ ولا خَطَر بباله.
9. Yüce Allah, Peygamberi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e takriri bir soru ile ve bu kıssayı ta’zim ve şanını yüceltme anlamında “Mûsâ’nın” mutluluğunun başlangıcı ve nübüvvetinin başı ile ilgili durumuna dair “haberi sana geldi mi?” buyurmaktadır. 10. Mûsâ, uzaktan bir ateş görmüştü. O sırada da yolunu kaybetmiş ve soğuktan etkilenmişti. Yanında bu yolculuğunda kendisiyle ısınabileceği bir şeyi de yoktu. “Ailesine: “Siz durun! Benim gözüme” Tûr’un sağ tarafında “bir ateş ilişti. Belki size ondan” kendisi ile ısınacağınız “bir meşale getiririm veya ateşin başında yol gösterecek” bana yolu tarif edecek “birini bulurum.” Mûsâ’nın aradığı hem maddi aydınlık ve hem de maddi hidâyet/yol bulma idi. Orada ise manevi nur olan, ruhları ve kalpleri aydınlatan vahyin nurunu ve gerçek hidâyet olan nimetler yurdu cennetlere ulaştıran ve dosdoğru yolu gösteren hidâyeti buldu. Böylelikle hesaba katmadığı ve hatırından geçirmediği bir şey elde etmiş oldu.
#
{11} {فلمَّا أتاها}؛ أي: النار التي آنسها من بعيدٍ، وكانت في الحقيقة نوراً، وهي نارٌ تحرق وتشرق، ويدلُّ على ذلك قوله - صلى الله عليه وسلم -: «حجابُهُ النورُ أو النارُ، لو كَشَفَهُ؛ لأحرقت سُبُحات وجهه ما انتهى إليه بصره ». فلما وصل إليها؛ نودِيَ منها؛ أي: ناداه الله؛ كما قال: {وناديناه من جانب الطور الأيمن وقرَّبْناه نَجِيًّا}.
11. Uzaktan gördüğü “o ateşin yanına vardığında” bu gerçekte bir nur idi ki o, hem yakıcı bir ateş, hem de aydınlatıcı idi. Buna da Peygamber’in şu buyruğu delildir: “O’nun hicabı nurdur -veya nâr/ateştir-. Eğer bu hicabı açacak olursa yüzünün parıltıları, gözünün ulaştığı her şeyi (görmediği hiçbir varlık olmadığından bütün varlıkları) yakardı.” Mûsâ, o ateşin yanına ulaşınca oradan kendisine nidâ olundu. Yani şu buyrukta belirtildiği gibi Yüce Allah, ona seslendi: “Biz, ona Tûr’un sağ tarafından seslendik ve gizli bir şekilde konuşmak üzere onu kendimize yaklaştırdık.” (Meryem, 19/52)
#
{12} {إني أنا ربُّك فاخْلَعْ نعلَيْكَ إنَّك بالواد المقدَّس طُوىً}: أخبره أنَّه ربُّه، وأمره أن يستعدَّ ويتهيَّأ لمناجاته ويهتمَّ لذلك، ويُلْقيَ نعليه، لأنَّه بالوادي المقدَّس المطهَّر المعظَّم، ولو لم يكن من تقديسِهِ إلاَّ أنَّه اختاره لمناجاتِهِ كليمَه موسى؛ لكفى. وقد قال كثيرٌ من المفسِّرين: إنَّ الله أمره أن يُلْقِيَ نعليه لأنهما من جلد حمارٍ ؛ فالله أعلم بذلك.
12. “Gerçekten ben senin Rabbinim, hemen papuçlarını çıkar. Çünkü sen kutsal vadi Tuvâ’dasın.” O’na Rabbi olduğunu haber verdi ve münacat için gereken şekilde hazırlanarak buna önem vermesini, o nedenle de papuçlarını çıkartmasını emretti. Çünkü O, gerçekten mukaddes, tertemiz ve ta’zimi hak eden bir vadide idi. Eğer bu vadinin sadece Allah’ın Kelîmi Mûsâ’ya seslenmesi için seçtiği yer olmasının dışında bir kutsallığı olmasaydı bu, bile tek başına yeterdi. Müfessirlerin pek çoğu şöyle demişlerdir: “Yüce Allah’ın ona papuçlarını çıkartmasını emretmesinin sebebi, bunların eşek derisinden yapılmış olmalarıydı.” Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
#
{13} {وأنا اخترتُك}؛ أي: تخيَّرْتك واصطفيتُك من الناس، وهذه أكبر نعمةٍ ومنَّة أنعم الّله بها عليه تقتضي من الشُّكر ما يَليق بها، ولهذا قال: {فاستمعْ لما يُوحى}؛ أي: ألق سمعك للذي أوحي إليك؛ فإنَّه حقيقٌ بذلك؛ لأنَّه أصل الدين ومبدؤه وعماد الدعوة الإسلامية.
13. “Ben seni (peygamber olarak) seçtim.” İnsanlar arasından seni beğenip seçtim. Bu, Allah’ın ona ihsan etmiş olduğu en büyük nimet ve lütuftur ki bu nimetin gereği gibi şükürle karşılanması gerekir. Bundan dolayı Allah, şöyle buyurmaktadır: “O halde sana vahyolunanı dinle!” Sana bildireceğim vahiyleri dikkatle dinle! Çünkü bu vahiylerim buna layıktır. Zira vahiy, dinin esası, başlangıcı ve İslâm davetinin direğidir. Daha sonra Yüce Allah ona neleri vahyettiğini şöyle beyan etmektedir:
#
{14} ثم بيَّن الذي يوحيه إليه بقوله: {إنَّني أنا الله لا إله إلاَّ أنا}؛ أي: الله المستحقُّ الألوهيَّة المتَّصف بها؛ لأنه الكامل في أسمائه وصفاته، المنفرد بأفعاله، الذي لا شريكَ له ولا مثيلَ ولا كفو ولا سَمِيَّ. {فاعْبُدْني}: بجميع أنواع العبادة ظاهرها وباطنها أصولها وفروعها. ثم خصَّ الصَّلاة بالذِّكر، وإن كانت داخلةً في العبادة؛ لفضلها وشرفها وتضمُّنها عبوديَّة القلب واللسان والجوارح. وقوله: {لِذِكْري}: اللام للتعليل؛ أي: أقم الصلاة لأجل ذكرِكَ إيَّاي؛ لأن ذكره تعالى أجلُّ المقاصد، وبه عبوديَّة القلب، وبه سعادته؛ فالقلبُ المعطَّل عن ذكر الله معطَّلٌ عن كلِّ خير وقد خَرِبَ كلَّ الخراب، فشرع الله للعباد أنواعَ العباداتِ التي المقصود منها إقامةُ ذكرِهِ، وخصوصاً الصلاة؛ قال تعالى: {اتلُ ما أوحِيَ إليكَ من الكتاب وأقم الصَّلاةَ إنَّ الصلاةَ تَنْهى عن الفحشاءِ والمنكرِ وَلَذِكْرُ اللهِ أكبرُ}؛ أي: ما فيها من ذكر الله أكبرُ من نهيها عن الفحشاء والمنكر، وهذا النوع يقال له: توحيدُ الإلهيَّة وتوحيدُ العبادة؛ فالألوهيَّة وصفُه تعالى، والعبوديَّة وصفُ عبده.
14. “Hiç şüphesiz ben, Allah’ım; benden başka (hak) ilâh yoktur.” Yani ulûhiyete müstehak ve onunla muttasıf olan Allah, Ben’im. Çünkü O, isimleri ve sıfatlarıyla kâmil, fiillerinde tek, eşi ve ortağı bulunmayan, dengi ve adaşı olmayandır. “O halde” ibadetin bütün çeşitleriyle, zahiriyle, batıniyle, usulüyle, fürûuyla “bana ibadet et ve beni anmak için namazı dosdoğru kıl.” Yüce Allah, ibadet buyruğunun kapsamına dahil olmasına rağmen namazı özellikle söz konusu etmektedir. Bunun sebebi, namazın fazileti ve şerefidir. O hem kalbin, hem dilin, hem de diğer azaların ibadetini bir arada içermektedir. “Beni anmak için” buyruğundaki “için” anlamına gelen “lâm” harfi ta’lil/sebep/gerekçe içindir. Yani namazı beni anmak maksadıyla kıl, demektir. Çünkü Yüce Allah’ı anmak, maksatların en üstünüdür. Bu, kalbin kulluğudur ve bununla kalp mutluluğa kavuşur. Allah’ı zikretmeden duran âtıl bir kalp, her türlü hayırdan uzaktır ve alabildiğine harap olmuştur. Onun için Yüce Allah, kullarına çeşitli ibadetleri teşri buyurmuştur ki bütün bunlardan gerçekleştirilmek istenen maksat yüce zâtının zikredilmesidir. Bunlar arasında namazın özel bir yeri vardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Kitaptan sana vahyolunanı oku, namazı dosdoğru kıl. Çünkü namaz, insanı hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar. Allah’ı zikretmek, elbette bu daha büyüktür.” (el-Ankebut, 29/45) Yani namazın içinde bulunan Allah’ı zikir, onun kötülüklerden ve münkerden alıkoyma özelliğinden daha büyüktür. İşte buna ulûhiyet ve ibadet tevhidi adı verilir. Ulûhiyet Yüce Allah’ın vasfı, ubûdiyet ise kulun vasfıdır.
#
{15} {إنَّ الساعة آتيةٌ}؛ أي: لا بدَّ من وقوعها، {أكاد أخفيها}؛ أي: عن نفسي؛ كما في بعض القراءَات؛ كقوله تعالى: {يسألونك عن الساعةِ قلْ إنَّما علمُها عند الله}، وقال: {وعنده علمُ الساعةِ}؛ فعلمُها قد أخفاه عن الخلائق كلِّهم؛ فلا يعلمها مَلَكٌ مقرَّبٌ ولا نبيٌّ مرسل، والحكمة في إتيان الساعة: {لِتُجْزى كلُّ نفس بما تَسْعى}: من الخير والشرِّ؛ فهي الباب لدار الجزاء، {ليَجزيَ الذين أساؤوا بما عَمِلوا ويَجْزيَ الذين أحسَنوا بالحُسْنى}.
15. “Kıyamet muhakkak gelecektir.” Yani gerçekleşmesi kaçınılmaz bir şeydir. “onun vaktini neredeyse (kendimden bile) gizli tutarım.” Bazı kıraatlerde olduğu gibi bu, “kendi nefsimde bile gizli tutarım” anlamındadır. Yüce Allah’ın şu buyruklarında olduğu gibi: “Sana kıyametin ne zaman gelip çatacağını sorarlar. De ki: Onun ilmi ancak Allah’ın nezdindedir.” (el-A’raf, 7/187); “Şüphesiz kıyametin bilgisi Allah nezdindedir.” (Lokman, 31/34) Kıyametin ne zaman kopacağına dair bilgiyi Yüce Allah, bütün yaratılmışlardan saklı tutmuştur. Onu ne mukarreb bir melek, ne de gönderilmiş bir nebi bilir. Kıyametin kopmasındaki hikmet ise “her nefis” hayır ve şer türünden “çalıştığının karşılığını” görmesidir. Kıyamet, amellerin karşılıklarının görüleceği yurda açılan kapıdır: “Kötülük edenleri yaptıklarına karşılık cezalandırması, güzel amelde bulunanları da en güzeli ile mükâfatlandırması içindir.” (en-Necm, 53/31)
Ayet: 16 #
{فَلَا يَصُدَّنَّكَ عَنْهَا مَنْ لَا يُؤْمِنُ بِهَا وَاتَّبَعَ هَوَاهُ فَتَرْدَى (16)}.
16- “O halde ona iman etmeyen ve hevâsına uyan kimse sakın seni ondan alıkoymasın. Yoksa helâk olursun.”
#
{16} أي: فلا يصدُّك ويشغَلُك عن الإيمان بالساعة والجزاء والعمل لذلك مَنْ كان كافراً بها، غير معتقدٍ لوقوعها، يسعى في الشكِّ فيها والتشكيك، ويجادلُ فيها بالباطل، ويقيم من الشُّبه ما يقدر عليه؛ متبعاً في ذلك هواه، ليس قصدُهُ الوصول إلى الحق، وإنَّما قُصاراه اتِّباع هواه؛ فإيَّاك أن تصغي إلى مَنْ هذه حالُه أو تقبلَ شيئاً من أقواله وأعماله الصادَّة عن الإيمان بها والسعي لها سعيها. وإنَّما حذَّر الله تعالى عمَّن هذه حاله؛ لأنَّه من أخوف ما يكون على المؤمن بوسوسته وتدجيله وكون النفوس مجبولةً على التشبُّه والاقتداء بأبناء الجنس، وفي هذا تنبيهٌ وإشارةٌ إلى التحذير عن كلِّ داع إلى باطل، يصدُّ عن الإيمان الواجب أو عن كمالِهِ، أو يوقع الشبهةَ في القلب، وعن النظر في الكتب المشتملة على ذلك. وذكر في هذا الإيمان به وعبادته والإيمان باليوم الآخر؛ لأن هذه الأمور الثلاثة أصولُ الإيمان وركنُ الدين، وإذا تمَّت؛ تمَّ أمر الدين، ونقصُه أو فقدُه بنقصِها أو نقص شيء منها. وهذه نظيرُ قوله تعالى في الإخبار عن ميزان سعادةِ الفِرَق الذين أوتوا الكتاب وشقاوتهم: {إنَّ الذين آمنوا والذين هادوا والصَّابئينَ والنَّصارى مَنْ آمنَ بالله واليوم الآخر وعَمِلَ صالحاً فلا خوفٌ عليهم ولا هم يَحْزَنونَ}. وقوله: {فتردى}؛ أي: تهلك وتشقى إنِ اتَّبعت طريق من يصدُّ عنها، وقولُه تعالى:
16. “O halde ona iman etmeyen ve hevâsına uyan kimse sakın seni ondan alıkoymasın. Yoksa helâk olursun.” Yani kıyameti inkâr edip onun gerçekleşeceğine iman etmeyen, hakkında şüpheler uyandırmaya ve tereddütler yaymaya çalışarak batıl bir görüş ileri süren, bu hususta tartışan ve gücünün yettiği kadar şüphe saçan ve bundaki maksadı da hakka ulaşmak değil hevasına uymak olan kimseler, sakın seni kıyamete ve amellerin karşılığının görüleceğine iman etmekten ve bunun için amelde bulunmaktan alıkoymasın. Sakın bu durumda olan herhangi bir kimseye kulak vermeyesin yahut onun kıyamete imandan ve onun için gereği gibi çalışmaktan alıkoyan söz ve fiillerinden herhangi birisini kabule kalkışmayasın. Yüce Allah’ın böyle kimselerden sakındırmasının sebebi şudur: Böyle bir kimse, vesvese yoluyla ve hakkı batılla karıştırma suretiyle mü’mine zarar vermesinden en çok endişe edilen kişidir. Nefisler ise başkasına benzemek ve kendi türünden olan kimselere uymak gibi bir nitelikte yaratılmıştır. Bu buyruk, farz olan imandan yahut imanın kemaline ulaşmaktan alıkoyan ya da kalpte şüpheler uyandıran ve batıla davet eden herkese karşı dikkatli ve uyanık olmak gereğine dair bir işarettir. Aynı şekilde bu türden engellemeleri ve şüpheleri içeren kitaplara karşı da bir uyarı mahiyetindedir. u buyruklarda Yüce Allah, kendisine iman etmekten, ibadet etmekten ve âhiret gününe iman etmekten söz etmektedir. Çünkü bu üç husus, imanın esası ve dinin temelidir. Bunlar eksiksiz olarak gerçekleştirilecek olursa din tamam olur. Dinin eksikliği yahut yokluğu da bunların olmaması veya bunlardan birisinin bulunmaması halinde söz konusu olur. Bu buyruk Yüce Allah’ın kendilerine kitap verilmiş olan çeşitli fırkaların mutluluk ya da bedbahtlıklarına dair ölçünün ne olduğunu haber veren şu buyruğa benzemektedir: “İman edenlerle yahudiler, sâbiîler ve hristiyanlar; (bunlardan) her kim Allah’a ve âhiret gününe iman edip salih amellerde bulunursa, onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar üzülecek de değillerdir.” (el-Maide, 5/69) “Yoksa helâk olursun.” Eğer kıyamete iman etmekten alıkoyan bu kimsenin yoluna uyacak olursan, helâk ve bedbaht olursun.
Ayet: 17 - 23 #
{وَمَا تِلْكَ بِيَمِينِكَ يَامُوسَى (17) قَالَ هِيَ عَصَايَ أَتَوَكَّأُ عَلَيْهَا وَأَهُشُّ بِهَا عَلَى غَنَمِي وَلِيَ فِيهَا مَآرِبُ أُخْرَى (18) قَالَ أَلْقِهَا يَامُوسَى (19) فَأَلْقَاهَا فَإِذَا هِيَ حَيَّةٌ تَسْعَى (20) قَالَ خُذْهَا وَلَا تَخَفْ سَنُعِيدُهَا سِيرَتَهَا الْأُولَى (21) وَاضْمُمْ يَدَكَ إِلَى جَنَاحِكَ تَخْرُجْ بَيْضَاءَ مِنْ غَيْرِ سُوءٍ آيَةً أُخْرَى (22) لِنُرِيَكَ مِنْ آيَاتِنَا الْكُبْرَى (23)}.
17- “O sağ elindeki nedir, ey Mûsâ?” 18- “O, asamdır; ona dayanırım, onunla koyunlarıma yaprak silkerim ve ondan başka şekillerde de yararlanırım” dedi. 19- Buyurdu ki: “At onu, ey Mûsâ!” 20- O da onu attı. Bir de ne görsün; o, hızla hareket eden (büyük) bir yılan olmuş. 21- Buyurdu ki: “Al onu ve korkma! Biz, onu ilk şekline döndüreceğiz.” 22- “Elini kolunun altına sok da başka bir mucize olmak üzere hiçbir kusur ve hastalık olmadan bembeyaz çıksın.” 23- (Bu,) sana en büyük mucizelerimizden bazılarını gösterelim diyedir.”
#
{17} لما بيَّن الله لموسى أصلَ الإيمان؛ أراد أن يبيِّن له ويريه من آياته ما يطمئنُّ به قلبه، وتقرُّ به عينه، ويقوى إيمانُه بتأييد الله له على عدوِّه، فقال: {وما تلك بيمينِك يا موسى}: هذا مع علمه تعالى، ولكن لزيادة الاهتمام في هذا الموضع؛ أخرج الكلام بطريق الاستفهام.
17. Yüce Allah, Mûsâ’ya imanın temelini beyan ettikten sonra ona kalbine huzur verecek, gözünü aydınlatacak ve Yüce Allah’ın düşmanlarına karşı onu destekleyeceğine dair güvenini pekiştirecek türden mucizeleri göstermek ve açıklamak istedi. Bunun üzerine: “O sağ elindeki nedir, ey Mûsâ?” buyurdu. Allah elbette onun ne olduğunu biliyordu. Ancak bu hususa dikkat çekmek için ifade soru şeklinde ortaya konmuştur.
#
{18} فقال موسى: {هي عصايَ أتوكَّأ عليها وأهشُّ بها على غنمي}: ذكر فيها هاتين المنفعتين؛ منفعة لجنس الآدمي، وهو أنَّه يعتمد عليها في قيامه ومشيه، فيحصُل فيها معونةٌ ومنفعةٌ للبهائم، وهو أنَّه كان يرعى الغنم؛ فإذا رعاها في شجر الخبط ونحوه؛ هشَّ بها؛ أي: ضرب الشجر ليتساقطَ ورقُه فيرعاه الغنم. هذا الخُلُق الحسن من موسى عليه السلام الذي من آثارِهِ حُسْنُ رعاية الحيوان البهيم والإحسان إليه دلَّ على عنايةٍ من الله له واصطفاءٍ وتخصيص تقتضيه رحمةُ الله وحكمتُه. {ولي فيها مآربُ}؛ أي: مقاصد {أخرى}: غير هذين الأمرين. ومن أدب موسى عليه السلام أنَّ الله لما سأله عمَّا في يمينه، وكان السؤال محتملاً عن السؤال عن عينها أو منفعتها؛ أجابه بعينها ومنفعتها.
18. Mûsâ da şu cevabı verdi: “O asamdır, ona dayanırım, onunla koyunlarıma yaprak silkerim.” Mûsâ asasının bu iki menfaatini söz konusu etti. Bu faydalardan birisi insan içindir. O da kendisinin kalkarken ve yürürken bu asaya dayanmasıdır. Böylelikle bu asa ona yardımcı olur. Diğer bir menfaati de hayvanlara yöneliktir. Çünkü Mûsâ, koyun çobanlığı yapıyordu. Koyunları yaprakları çırpılabilen ağaçlar arasında otladı mı bu asasını, yaprakları dökülsün de koyunlar o yaprakları yesinler diye ağacın dallarına vururdu. Bu, Mûsâ’nın güzel ahlakındandır, o ahlakın bir meyvesi olarak dilsiz hayvanları güzel bir şekilde gözetiyor ve onlara bu şekilde iyilikte bulunuyordu. Bu, onun Allah tarafından inâyette bulunulup seçilme sebebini ve Allah’ın rahmet ve hikmetine de mazhar olmasının gerekçesini ortaya koymaktadır. “Ve ondan” bu iki hususun dışında “başka şekillerde de yararlanırım.” Ben, onu başka maksatlarla da kullanırım. Yüce Allah, Mûsâ’ya sağ elinde bulunan şey hakkında soru sorunca -ki bu sorunun bizzat asa hakkında veya onun faydaları hakkında sorulmuş olma ihtimali vardır- o da hem asanın kendisi hem de faydasına dair cevap vermiştir ki bu da onun edebindendir.
#
{19 ـ 20} فقال الله له: {ألقها يا موسى. فألقاها فإذا هي حيَّةٌ تسعى}: انقلبت بإذن الله ثعباناً عظيماً، فولَّى موسى هارباً خائفاً ولم يعقبْ. وفي وصفها بأنها تسعى إزالةٌ لوهم يمكن وجوده، وهو أنْ يُظنَّ أنها تخييلٌ لا حقيقة؛ فكونها تسعى يزيلُ هذا الوهم.
19-20. Bunun üzerine Yüce Allah: “Buyurdu ki: At onu ey Mûsâ! O da onu attı. Bir de ne görsün; o, hızla hareket eden (büyük) bir yılan olmuş.” Allah’ın izniyle büyük bir yılana dönüşüverdi. Mûsâ korkup arkasına bile bakmadan kaçmaya başladı. Bu yılanın “hızla hareket eden” diye nitelendirilmesi muhtemel bir vehmi ortadan kaldırmak içindir. Yani Mûsâ’nın bu gördüğünün hakikatle ilgisi olmayan bir hayalden ibaret olduğu zannedilmesin diyedir.
#
{21} فقال الله لموسى: {خُذْها ولا تَخَفْ}؛ أي: ليس عليك منها بأسٌ، {سنعيدُها سيرتها الأولى}؛ أي: هيئتها وصفتها؛ إذ كانت عصا، فامتثل موسى أمر الله إيماناً به وتسليماً، فأخذها، فعادت عصاه التي كان يعرفها. هذه آيةٌ.
21. Yüce Allah ona: “buyurdu ki: Al onu ve korkma!” Ondan sana hiçbir zarar gelmeyecektir. “Biz onu ilk şekline döndüreceğiz.” İlk hali olan asa haline döndüreceğiz. Mûsâ Yüce Allah’a imanı ve teslimiyeti ile Allah’ın emrine uyarak, onu aldı. Bu sefer önceden bildiği asasına dönüştü. İşte mucizelerinden biri budur.
#
{22} ثم ذكر الآية الأخرى، فقال: {واضْمُمْ يدك إلى جناحِكَ}؛ أي: أدخل يدك إلى جيبك، وضمَّ عليك عَضُدك الذي هو جناحُ الإنسان؛ {تَخْرُجْ بيضاءَ من غير سوءٍ}؛ أي: بياضاً ساطعاً من غير عيبٍ ولا برص. {آيةً أخرى}.
22. Daha sonra Allah diğer bir mucizeyi şöyle zikretmektedir: “Elini kolunun altına sok” Yani elini yakanın içerisinden sok ve kolunun pazu kısmını da onun üzerine koy “da başka bir mucize olmak üzere hiçbir kusur ve hastalık olmadan bembeyaz çıksın.” Herhangi bir kusur, leke ve alaca türü bir hastalık söz konusu olmaksızın parlak, bembeyaz bir renge bürünecektir. Bir başka ayette şöyle buyurmaktadır: “İşte bunlar, Firavun’a ve ileri gelenlerine Rabbin tarafından iki kesin delildir. Çünkü onlar fâsık bir kavimdirler.” (el-Kasas, 28/32)
#
{23} قال الله: {فذانك برهانان من ربِّك إلى فرعون وملئه إنِّهم كانوا قوماً فاسقين}؛ {لِنُرِيَكَ من آياتنا الكبرى}؛ أي: فعلنا ما ذكرنا من انقلاب العصا حيَّةً تسعى ومن خروج اليد بيضاء للناظرين، لأجل أن نُرِيَكَ من آياتنا الكبرى الدالَّة على صحَّة رسالتك وحقيقة ما جئتَ به، فيطمئنُّ قلبك، ويزداد علمُك، وتثقُ بوعد الله لك بالحفظ والنُّصرة، ولتكون حجَّة وبرهاناً لمن أرسِلْتَ إليهم.
23. (Bu) sana en büyük mucizelerimizden bazılarını gösterelim diyedir.” Bu sözünü ettiğimiz asanın yürüyen bir yılana dönmesini ve elinin bakanlar için koynundan bembeyaz çıkmasını, sana risaletinin doğruluğuna ve getirdiklerinin hakikatine delâlet edecek bu büyük mucizeleri göstermek için, böylelikle de kalbin mutmain olsun, ilmin artsın, Allah’ın seni koruyacağına ve sana yardımcı olacağına dair vaadine güvenesin ve bu, kendilerine peygamber olarak gönderildiğin kimselere karşı bir delil ve belge olsun diyedir.
Ayet: 24 - 36 #
{اذْهَبْ إِلَى فِرْعَوْنَ إِنَّهُ طَغَى (24) قَالَ رَبِّ اشْرَحْ لِي صَدْرِي (25) وَيَسِّرْ لِي أَمْرِي (26) وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِنْ لِسَانِي (27) يَفْقَهُوا قَوْلِي (28) وَاجْعَلْ لِي وَزِيرًا مِنْ أَهْلِي (29) هَارُونَ أَخِي (30) اشْدُدْ بِهِ أَزْرِي (31) وَأَشْرِكْهُ فِي أَمْرِي (32) كَيْ نُسَبِّحَكَ كَثِيرًا (33) وَنَذْكُرَكَ كَثِيرًا (34) إِنَّكَ كُنْتَ بِنَا بَصِيرًا (35) قَالَ قَدْ أُوتِيتَ سُؤْلَكَ يَامُوسَى (36)}.
24- “Firavun’a git! Çünkü o, azdı.” 25- Dedi ki: “Rabbim, göğsüme genişlik ver” 26- “İşimi kolaylaştır” 27- “Dilimden bağı çöz” 28- “Ki sözümü anlasınlar.” 29- “Bana ailemden bir yardımcı ver.” 30- “Kardeşim Hârûn’u…” 31- “Onunla sırtımı pekiştir” 32- “Ve onu işimde bana ortak yap!” 33- “Tâ ki seni çok tesbih edelim.” 34- “Seni çok analım.” 35- “Şüphe yok ki sen bizi hakkıyla görensin.” 36- Buyurdu ki: “İstediğin sana verildi, ey Mûsâ!”
#
{24} لما أوحى الله إلى موسى ونبَّأه وأراه الآيات الباهرات؛ أرسله إلى فرعون ملك مصر، فقال: {اذهبْ إلى فرعون إنَّه طغى}؛ أي: تمرَّد وزاد على الحدِّ في الكفر والفساد والعلوِّ في الأرض والقهر للضعفاء، حتى إنَّه ادَّعى الربوبيَّة والألوهيَّة قبحه الله؛ أي: وطغيانه سبب لهلاكه، ولكنْ من رحمة الله وحكمتِهِ وعدلِهِ أنَّه لا يعذِّب أحداً إلاَّ بعد قيام الحجة بالرسل.
24. Yüce Allah, Mûsâ’ya vahyedip ona peygamberlik verdikten, göz kamaştırıcı mucizeleri gösterdikten sonra onu Mısır kralı Firavun’a elçi olarak görevlendirip şöyle buyurdu: “Firavun’a git. Çünkü o, azdı.” Küfür ve fesatta, yeryüzünde büyüklük taslamada, zayıfları kahr-u perişan etmede haddi aşmış ve azgınlaşmıştır. O kadar ki kahrolasıca rubûbiyet ve ulûhiyet iddiasında bile bulunmuştur. Onun bu azgınlaşması da helakine sebep olmuştur. Yüce Allah’ın rahmeti, hikmeti ve adaletinin bir tecellisi olarak O, peygamberlerle delillerini ortaya koymadan kimseye azap etmez.
#
{25} فحينئذٍ عَلِمَ موسى عليه السلام أنَّه تحمَّل حملاً عظيماً؛ حيث أُرسِلَ إلى هذا الجبار العنيد، الذي ليس له منازعٌ في مصر من الخلق، وموسى عليه السلام وحدَه، وقد جرى منه ما جرى من القتل، فامتثل أمر ربِّه، وتلقَّاه بالانشراح والقَبول، وسأله المعونة وتيسير الأسباب التي هي من تمام الدَّعوة، فقال: {ربِّ اشرحْ لي صدري}؛ أي: وسِّعه وافسحْه لأتحمَّل الأذى القوليَّ والفعليَّ، ولا يتكدَّر قلبي بذلك، ولا يضيق صدري؛ فإنَّ الصدر إذا ضاق؛ لم يصلح صاحبُه لهداية الخلق ودعوتهم؛ قال الله لنبيِّه محمدٍ - صلى الله عليه وسلم -: {فبما رحمةٍ من الله لِنتَ لهم ولو كنتَ فظًّا غليظَ القلب لانفضُّوا من حولِكَ}، وعسى الخلقُ يقبلون الحقَّ مع اللِّين وسَعَة الصدر وانشراحه عليهم.
25. Mısır’da hiçbir kimsenin karşı çıkamadığı, o inatçı ve zorbaya peygamber olarak gönderildiğini öğrenince Mûsâ, çok büyük bir vazife yüklenmiş olduğunu anladı. Zira o, tek başınaydı. Ayrıca onun başından bir adam öldürme hadisesi de geçmişti. Buna rağmen Mûsâ, Rabbinin emrine uydu ve onu gönül huzuruyla kabul etti. Davetinin kemale ermesi için yardımını ve sebepleri kolaylaştırmasını dileyip şöyle dedi: “Rabbim, göğsüme genişlik ver.” Sözlü ve fiilî eziyetlere katlanabileyim. Bundan dolayı kalbim kederlenmesin, göğsüm daralmasın. Çünkü insanın kalbi daraldı mı insanları hidâyete çağırmaya ve hakka davet etmeye takati kalmaz. Nitekim Allah, peygamberi Muhammed’e de şöyle hitap etmektedir: “Allah’tan bir rahmet sayesinde sen onlara yumuşak davrandın. Şâyet kaba ve katı kalpli birisi olsaydın, elbette onlar etrafından dağılırlardı.” (Âli İmran, 3/159) İnsanların hakkı kabul etmesi yumuşaklıkla, geniş kalplilikle ve onlara gösterilen müsamahakârlıkla beklenebilir.
#
{26} {ويسِّرْ لي أمري}؛ أي: سهل عليَّ كلَّ أمرٍ أسلكه وكلَّ طريق أقصده في سبيلك، وهوِّنْ عليَّ ما أمامي من الشدائد، ومن تيسير الأمر أن ييسِّر للداعي أن يأتي جميع الأمور من أبوابها، ويخاطبَ كلَّ أحدٍ بما يناسب له، ويدعوه بأقرب الطُّرق الموصلة إلى قبول قوله.
26. “İşimi kolaylaştır.” Senin uğrunda izlediğim her yolu, yapacağım her bir işi bana kolaylaştır. İleride karşı karşıya kalacağım sıkıntılarımı hafiflet! Davetçinin, bütün işleri usülüne uygun yerine getirmesi, herkese uygun şekilde hitap edip sözünü kabule ulaştırabilecek en yakın yol hangisi ise onunla davet etmesi de işin kolaylaştırılması kapsamı içerisindedir.
#
{27 ـ 28} {واحلُلْ عقدةً من لساني. يَفْقَهوا قولي}: وكان في لسانه ثِقَلٌ لا يكاد يُفْهَمُ عنه الكلام كما قال المفسِّرون؛ كما قال الله عنه: إنَّه قال: {وأخي هارونَ هو أفصحُ مني لساناً}، فسأل الله أن يَحُلَّ منه عقدةً؛ يفقهوا ما يقولُ، فيحصل المقصود التامُّ من المخاطبة والمراجعة والبيان عن المعاني.
27-28. “Dilimden bağı çöz ki sözümü anlasınlar.” Mûsâ’nın dilinde -müfessirlerin de dediği gibi- söyledikleri zor anlaşılacak şekilde bir ağırlık vardı. Nitekim Allah, onun şöyle dua ettiğini bize zikretmektedir: “Kardeşim Hârûn’un dili benden daha düzgündür.” (el-Kasas 28/34) Onun için Mûsâ, Yüce Allah’tan söylediklerini iyice anlasınlar ve böylelikle karşılıklı konuşmalardan, sorup cevaplardan ve yapacağı açıklamalardan maksadın tam hasıl olabilmesi için dilindeki bağı çözmesini istemişti.
#
{29 ـ 30} {واجعل لي وزيراً من أهلي}؛ أي: عويناً يعاونني ويؤازرني ويساعدني على من أرسِلْتُ إليهم، وسأل أن يكون من أهلِهِ؛ لأنه من باب البرِّ، وأحقُّ ببر الإنسان قرابتُهُ. ثم عيَّنه بسؤاله، فقال: {هارونَ أخي}.
29. “Bana ailemden bir yardımcı ver.” Bana yardımcı olacak, beni destekleyecek ve beni kendilerine peygamber olarak gönderdiklerine karşı bana yardımcı olacak birisini ihsan et. Bu yardımcının ailesi halkından olmasını istedi. Çünkü bu, bir iyiliktir ve kişinin iyiliğine yakın akrabaları daha layıktır. 30-31. Daha sonra da bu kişiyi tayin ederek: “Kardeşim Hârûn’u…” dedi. “Onunla sırtımı pekiştir” Yani Sen, onunla benim gücümü artır ve gücüme güç kat. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Gücünü kardeşinle pekiştireceğiz ve size öyle bir güç vereceğiz ki…” (el-Kasas, 28/35)
#
{31 ـ 32} {اشدد به أزري}؛ أي قوِّني به وشدَّ به ظهري. قال الله: {سَنَشُدُّ عَضُدَكَ بأخيك ونَجْعَلُ لكما سلطاناً}، {وأشرِكْه في أمري}؛ أي: في النبوَّة؛ بأن تجعله نبيًّا رسولاً كما جعلتني.
32. “Ve onu işimde bana ortak yap!” Beni peygamber ve rasûl kıldığın gibi onu da peygamber ve rasûl kılarak nübüvvette onu benim ortağım yap!
#
{33 ـ 34} ثم ذكر الفائدة في ذلك، فقال: {كي نسبِّحكَ كثيراً. ونذكُرَكَ كثيراً}: علم عليه الصلاة (والسلام) أنَّ مدار العباداتِ كلِّها والدينِ على ذِكْرِ الله، فسأل الله أن يجعلَ أخاه معه يتساعدان ويتعاونان على البرِّ والتقوى، فيكثر منهما ذِكْرُ الله من التسبيح والتهليل وغيره من أنواع العبادات.
33-34. Daha sonra Mûsâ bundan umduğu faydayı söz konusu ederek şunları söyledi: “Tâ ki seni çok tesbih edelim, seni çok analım.” Mûsâ aleyhisselam bütün ibadetlerin temelinin ve dinin etrafında dönüp durduğu odak noktanın Allah’ı anmak olduğunu bildiğinden Yüce Allah’tan kardeşini kendisiyle birlikte iyilik ve takvâ hususunda birbirleriyle yardımlaştıkları bir destek kılmasını ve böylelikle her ikisinin de tesbih, tehlil ve bunun dışındaki çeşitli ibadetlerle Allah’ı çokça zikretme imkanına kavuşmalarını istedi.
#
{35} {إنَّك كنتَ بنا بصيراً}: تعلمُ حالنا وضعفنا وعَجْزَنا وافتقارَنا إليك في كلِّ الأمور، وأنت أبصرُ بنا من أنفسنا وأرحم؛ فمُنَّ علينا بما سألناك، وأجب لنا فيما دعوناك.
35. “Şüphe yok ki sen bizi hakkıyla görensin.” Bizim halimizi, zayıflığımızı, acizliğimizi ve bütün hususlarda sana muhtaç olduğumuzu bilirsin. Sen bizi bizzat kendimizden daha iyi görürsün, bize bizzat kendimizden daha çok merhametlisin. Bu istediğimizi bize lütfet ve sana yaptığımız bu duamızı kabul buyur!
#
{36} فقال الله: {قد أوتيتَ سُؤْلَكَ يا موسى}؛ أي: أعطيت جميع ما طلبت، فسنشرح صدرك، ونيسِّر أمرك، ونحلُّ عقدةً من لسانك؛ يفقهوا قولك، ونشدُّ {عَضُدَكَ بأخيك هارون، ونجعلُ لكما سلطاناً؛ فلا يصلونَ إليكما بآياتِنا، أنتما ومَن اتَّبعكما الغالبون}. وهذا السؤال من موسى عليه السلام، يدلُّ على كمال معرفته بالله وكمال فطنتِهِ ومعرفتِهِ للأمور وكمال نصحِهِ، وذلك أنَّ الدَّاعي إلى الله المرشِدِ للخلق، خصوصاً إذا كان المدعوُّ من أهل العناد والتكبُّر والطُّغيان ، يحتاج إلى سعة صدر، وحلم تامٍّ على ما يصيبه من الأذى، ولسان فصيح يتمكَّن من التعبير به عن ما يريده ويقصده، بل الفصاحةُ والبلاغة لصاحب هذا المقام من ألزم ما يكون؛ لكثرة المراجعات والمراوضات، ولحاجته لتحسين الحقِّ وتزيينه بما يقدر عليه؛ ليحبِّبه إلى النفوس، وإلى تقبيح الباطل وتهجينه لينفِّرَ عنه، ويحتاج مع ذلك أيضاً أن يتيسَّر له أمره، فيأتي البيوت من أبوابها، ويدعو إلى سبيل الله بالحكمة والموعظة الحسنة والمجادلة بالتي هي أحسن؛ يعامل الناس كلًّا بحسب حاله، وتمام ذلك أن يكون لمن هذه صفتُهُ أعوانٌ ووزراءُ يساعدونه على مطلوبه؛ لأنَّ الأصوات إذا كَثُرت؛ لا بدَّ أن تؤثر؛ فلذلك سأله عليه الصلاة والسلام هذه الأمور، فأعْطِيَها. وإذا نظرتَ إلى حالة الأنبياء المرسلين إلى الخلق؛ رأيتَهم بهذه الحال بحسب أحوالهم، خصوصاً خاتمهم وأفضلهم محمد - صلى الله عليه وسلم -؛ فإنَّه في الذُّروة العليا من كلِّ صفة كمال، وله من شرح الصدرِ وتيسير الأمر وفصاحةِ اللسان وحسن التعبيرِ والبيان والأعوانِ على الحقِّ من الصحابة فَمَنْ بعدَهم ما ليس لغيره.
36. Bunun üzerine Yüce Allah şöyle buyurdu: “İstediğin sana verildi, ey Mûsâ!” Yani bütün isteklerini sana bağışladık. Senin göğsüne genişlik vereceğiz, işini kolaylaştıracağız ve dilindeki bağı çözeceğiz ki seni iyice anlasınlar. Ayrıca kardeşin Hârûn ile de gücüne güç katacağız. “...Ve size öyle bir güç vereceğiz ki âyetlerimiz sayesinde size ulaşamayacaklar. Siz ve size uyanlar galip geleceksiniz.” (el-Kasas, 28/35) Mûsâ’nın bu dileklerde bulunması, Yüce Allah’ı kemal derecesinde tanıdığına, ileri derecede zeki ve kavrayışlı olduğuna, işleri bildiğine ve son derece samimi olduğuna delildir. Çünkü Allah’a davet edip insanlara yol gösteren biri özellikle de davet olunacak kişi inatçı, kibirli ve azgın birisi ise ondan gelecek eziyetlere ve musibetlere karşı geniş bir kalbe, tam bir tahammülkârlığa, ne demek istediğini ve maksadını açıkça ifade edebilmek için akıcı bir dile ihtiyaç duyar. Hatta bu konumdaki birisinin anlaşılır ve akıcı bir dile sahip olması, en çok ihtiyaç duyduğu şeydir. Çünkü davetçi ile davet ettiği kimseler arasında karşılıklı söz alış-verişi ve tartışmalar olacaktır. Davetçi de hakkın güzelliğini ortaya koymak ve onu gücü yettiği kadar güzelce açıklamak durumundadır ki hakkı nefislere sevdirebilsin ve batıldan nefret duyulmasını sağlasın. Bununla beraber davetçinin işinin kolaylaştırılmasına da ihtiyacı vardır. Tâ ki her bir işi usulüne göre yapsın, Allah’ın yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet etsin, en güzel yol hangisiyse onunla mücadele edebilsin. İnsanlarla herkese haline uygun muamelede davranabilsin. Bunun tamamlanması ve gerçekleşebilmesi için de bu niteliklere sahip olan kimsenin maksadını gerçekleştirmesinde kendisine yardımcı olacak destekçilerinin de olması gerekir. Çünkü belli bir hususta yükselecek sesler çoğalacak olursa onun etkili olması kaçınılmazdır. İşte bundan dolayı Mûsâ, bütün bu hususları Allah’tan diledi ve bu istekleri de ona verildi. nsanlara gönderilmiş olan peygamberlerin durumuna dikkatle bakacak olursak onların kendi durumları ile orantılı olarak bu özelliklere sahip olduklarını görürüz. Özellikle de onların sonuncuları ve en faziletleri olan Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem için bu böyledir. O, bütün kemal sıfatlarında en yüksek zirveye çıkarılmıştır. Kalbin genişliği, işin kolaylaştırılması, dilinin fesahati, güzel bir şekilde maksadını açıklayıp beyan etmesi, ashab ve onlardan sonrakiler gibi hak üzere -ondan başkasına nasip olmamış- yardımcılara sahip olması O’na verilenlerden bazılarıdır.
Ayet: 37 - 41 #
{وَلَقَدْ مَنَنَّا عَلَيْكَ مَرَّةً أُخْرَى (37) إِذْ أَوْحَيْنَا إِلَى أُمِّكَ مَا يُوحَى (38) أَنِ اقْذِفِيهِ فِي التَّابُوتِ فَاقْذِفِيهِ فِي الْيَمِّ فَلْيُلْقِهِ الْيَمُّ بِالسَّاحِلِ يَأْخُذْهُ عَدُوٌّ لِي وَعَدُوٌّ لَهُ وَأَلْقَيْتُ عَلَيْكَ مَحَبَّةً مِنِّي وَلِتُصْنَعَ عَلَى عَيْنِي (39) إِذْ تَمْشِي أُخْتُكَ فَتَقُولُ هَلْ أَدُلُّكُمْ عَلَى مَنْ يَكْفُلُهُ فَرَجَعْنَاكَ إِلَى أُمِّكَ كَيْ تَقَرَّ عَيْنُهَا وَلَا تَحْزَنَ وَقَتَلْتَ نَفْسًا فَنَجَّيْنَاكَ مِنَ الْغَمِّ وَفَتَنَّاكَ فُتُونًا فَلَبِثْتَ سِنِينَ فِي أَهْلِ مَدْيَنَ ثُمَّ جِئْتَ عَلَى قَدَرٍ يَامُوسَى (40) وَاصْطَنَعْتُكَ لِنَفْسِي (41)}.
37- “Andolsun ki sana başka bir sefer de lütufta bulunmuştuk.” 38- “O vakit annene şunları ilham etmiştik:…” 39- “Onu sandığın içine koy ve nehre bırak. Nehir onu sahile atacak ve hem benim düşmanım hem de onun düşmanı (olan Firavun) onu alacak. Gözümün önünde yetiştirilesin diye de üzerine tarafımdan bir sevgi/sevimlilik koydum.” 40- “O vakit kız kardeşin de (senin peşinden) gidip: “Ona bakacak birini size göstereyim mi?” demişti. Böylece gözleri aydın olsun da üzülmesin diye seni annene kavuşturmuştuk. Ayrıca sen (yanlışlıkla) birini öldürmüştün de seni onun sıkıntısından kurtarmış ve seni daha başka imtihanlarla da denemiştik. Ardından Medyen halkı arasında senelerce kaldın. Sonra da bir takdir gereği (buraya) geldin, ey Mûsâ!” 41- “Seni kendim için seçtim.”
#
{37 ـ 39} لما ذكر مِنَّته على عبده ورسوله موسى بن عمران في الدين والوحي والرسالة وإجابة سُؤْلِهِ؛ ذكر نعمته عليه وقتَ التربية والتنقُّلات في أطواره، فقال: {ولقد مَنَنَّا عليك مرةً أخرى}: حيث ألهمنا أمَّك أن تقذِفَك في التابوت وقت الرَّضاع خوفاً من فرعون؛ لأنَّه أمر بذبح أبناء بني إسرائيل، فأخفته أمُّه وخافت عليه خوفاً شديداً، فقذفَتْه في التابوت، ثم قذفتْه في اليمِّ؛ أي: شط نيل مصر، فأمر الله اليمَّ أن يُلقيه في الساحل، وقيَّض أنْ يأخذه أعدى الأعداء لله ولموسى، ويتربَّى في أولاده، ويكون قرَّة عينٍ لمن رآه، ولهذا قال: {وألقيتُ عليك محبَّةً منِّي}؛ فكلُّ من رآه أحبَّه. {ولِتُصْنَعَ على عيني}؛ أي: ولتتربَّى على نظري وفي حفظي وكلاءتي، وأيُّ نظر وكفالة أجلُّ وأكمل من ولاية البَرِّ الرحيم القادر على إيصال مصالح عبده ودفع المضارِّ عنه؛ فلا ينتقلُ من حالةٍ إلى حالةٍ إلاَّ والله تعالى هو الذي دبَّر ذلك لمصلحة موسى!
37-38. Yüce Allah, kulu ve rasûlü İmrân oğlu Mûsâ’ya din, vahiy, risalet ve dileklerini kabul etmek suretiyle ihsan ettiği lütuflarını söz konusu ettikten sonra onun yetişmesi ve hayatının çeşitli aşamalarındaki nimetlerini de zikrederek şöyle buyurmaktadır: “Andolsun ki sana başka bir sefer de” henüz süt emdiğin yaşlarda iken Firavun’dan korkan annene, seni sandığa koymasını ilham ettiğimizde de “lütufta bulunmuştuk.” Zira Firavun İsrailoğullarının çocuklarının boğazlanmasını emretmişti. Annesi de onu saklamış ve boğazlanacağından çok korkmuştu. Daha sonra onu sandığa bırakmış, bu sandığı da Mısır’daki Nil nehrine atmıştı. Yüce Allah, suya o sandığı kıyıya bırakmasını emretmişti. Allah’ın ve Mûsâ’nın en ileri derecedeki düşmanının onu almasını ve onun çocukları arasında beslenip büyümesini takdir edip şartlarını hazırlamıştı. 39. Ayrıca onu görenin gözdesi olmasını da sağlamıştı. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Üzerine tarafımdan bir sevgi/sevimlilik koydum.” O nedenle onu gören herkes mutlaka severdi. “Gözümün önünde yetiştirilesin diye…” Yani benim nezaretim, korumam ve himayem altında terbiye edilip büyütülesin diye. Son derece şefkat ve merhamet sahibi, kulunun menfaatlerini gerçekleştirmeye ve ona gelecek her türlü zararı def etmeye kadir olanın himayesinden daha üstün bir himaye ve daha mükemmel bir gözetim olabilir mi? Mûsâ, bir halden başka bir hale geçti mi mutlaka Yüce Allah, bu hali onun menfaatine yönlendirirmiştir. Yüce Allah’ın Mûsâ’nın işlerini, onun faydasına yönlendirmesinin güzel örneklerinden birisi de şudur:
#
{40} ومن حسن تدبيره أنَّ موسى لما وقع في يد عدوِّه؛ قلقتْ أمُّه قلقاً شديداً، وأصبح فؤادها فارغاً، وكادت تُخْبِرُ به، لولا أنَّ الله ثبَّتها وربط على قلبها؛ ففي هذه الحالة حرَّم الله على موسى المراضع؛ فلا يقبل ثديَ امرأةٍ قطُّ؛ ليكون مآلُه إلى أمِّه فترضِعَه ويكونَ عندها مطمئنَّة ساكنةً قريرة العين، فجعلوا يعرضون عليه المراضع؛ فلا يقبلُ ثدياً، فجاءتْ أختُ موسى، فقالت لهم: {هل أدلُّكم}: على أهل بيتٍ يكفُلونه لكم وهم له ناصحونَ، {فَرَجَعْناك إلى أمِّك كي تَقَرَّ عينُها ولا تحزنْ وقتلتَ نفساً}: وهو القبطيُّ لما دخل المدينة وقتَ غفلةٍ من أهلها وَجَدَ رجلين يقتتلانِ: واحدٌ من شيعة موسى والآخر من عدوِّه قبطيٌّ، فاستغاثه الذي من شيعتِهِ على الذي من عدوِّه، فوَكَزَهُ موسى فقضى عليه، فدعا الله وسأله المغفرةَ فَغَفَرَ له، ثم فرَّ هارباً لما سمع أنَّ الملأ طَلَبوه يريدون قتله. {فنجَّيْناك من الغمِّ}: من عقوبة الذنب ومن القتل، {وفَتَنَّاك فُتوناً}؛ أي: اختبرناك وبَلَوْناك فوجدناك مستقيماً في أحوالك، أو نقَّلْناك في أحوالك وأطوارك حتى وصلتَ إلى ما وصلتَ إليه. {فلبثتَ سنين في أهل مَدْيَنَ}: حين فرَّ هارباً من فرعون وملئه حين أرادوا قتله، فتوجَّه إلى مدين، ووصل إليها، وتزوَّج هناك، ومكث عشر سنين أو ثمان سنين، {ثم جئتَ على قَدَرٍ يا موسى}؛ أي: جئت مجيئاً ليس اتفاقاً من غير قصدٍ ولا تدبيرٍ منَّا، بل بقدرٍ ولطف منَّا ، وهذا يدلُّ على كمال اعتناء الله بكليمه موسى عليه السلام.
40. Mûsâ, düşmanının eline düşünce annesi son derece endişelendi. Yüreği onun tasasıyla dolu halde sabahı etti. Eğer Yüce Allah, ona sebat verip de kalbini pekiştirmemiş olsaydı mutlaka onun durumunu bildiriverecekti. İşte böyle bir durumda Yüce Allah, Mûsâ’ya hiçbir sütanneyi kabul ettirmedi. Hiçbir kadının memesini asla kabul etmiyordu. Bu sonunda annesine dönsün, annesi de onu emzirsin, annesinin yanında kalsın, böylelikle annesin gözü aydın olsun, huzur ve sükûn bulsun diyeydi. Onun için Mûsâ’ya süt anneler getiriliyor, fakat o hiçbirisinin memesini kabul etmiyordu. Bunun üzerine Mûsâ’nın kızkardeşi gelip onlara şöyle demişti: “Sizin için hem ona bakacak, hem de iyi davranacak bir aile göstereyim mi?” (el-Kasas 28/12) “Böylece gözleri aydın olsun da üzülmesin diye seni annene kavuşturmuştuk.” “Ayrıca sen (yanlışlıkla) birini öldürmüştün” Bu, Mûsâ’nın, halkının bir şeyden habersiz olduğu bir sırada şehre geldiği sırada olmuştı. O, birisi kendi kavminden, diğeri ise kıpti düşmanlarından olan iki kişinin kavga etmekte olduğunu görmüş ve bu sırada onu kazara öldürmüştü: “Kavminden olan kişi, düşmanından olana karşı kendisinden yardım istedi. Mûsâ da ona bir yumruk attı ve onu öldürdü.” (el-Kasas, 28/15) Bunun üzerine Mûsâ, Yüce Allah’a dua edip mağfiret dilemişti. Allah da onu bağışlamıştı. Sonra Mûsâ, ileri gelenlerin onu öldürmek maksadı ile yakalamak istediklerini haber alınca onlardan kaçmıştı. “seni onun sıkıntısından” o günahın cezasından ve öldürülmekten “kurtarmış ve seni daha başka imtihanlarla da denemiştik.” Seni sınadık, imtihan ettik ve bütün hallerinde dosdoğru biri olduğunu ortaya çıkardık. Yahut da sen şu ulaştığın hale gelinceye kadar seni halden hale, aşamadan aşamaya aktarıp durduk. “Ardından Medyen halkı arasında senelerce kaldın” Mûsâ, kendisini öldürmek isteyen Firavun’dan ve ileri gelenlerinden kaçınca Medyen’e doğru yola çıktı, oraya vardı. Orada evlendi ve orada sekiz ya da on yıl kaldı. “Sonra da bir takdir gereği (buraya) geldin, ey Mûsâ!” Senin bu gelişin maksatsız, bizim idaremiz dışında rastgele bir geliş değildir. Aksine bu, bizim kaderimiz ve lütfumuz iledir. Bu, Yüce Allah’ın, kelîmi Mûsâ aleyhisselam’a ne kadar mükemmel derecede önem verdiğinin delilidir. Bundan dolayı şöyle buyurmaktadır:
#
{41} ولهذا قال: {واصطنعتُك لنفسي}؛ أي: أجريت عليك صنائعي ونعمي وحسن عوائدي وتربيتي؛ لتكون لنفسي حبيباً مختصًّا، وتبلغ في ذلك مبلغاً لا ينالُه أحدٌ من الخلق إلاَّ النادر منهم. وإذا كان الحبيب إذا أراد اصطناع حبيبه من المخلوقين، وأراد أن يبلغ من الكمال المطلوب له ما يبلغ؛ يبذُلُ غايةَ جهدِهِ ويسعى نهايةَ ما يمكِنُه في إيصاله لذلك؛ فما ظنُّك بصنائع الربِّ القادر الكريم؟! وما تحسبُه يفعلُ بمن أراده لنفسِهِ، واصطفاه من خلقِهِ.
41. “Seni kendim için seçtim.” Bu yaptıklarımı senin için yaptım, nimetlerimi ve güzel bağışlarımı sana ihsan ettim. Tâ ki benim çok sevdiğim has bir kulum olasın, bu hususta oldukça nadir insanlar dışında hiç kimsenin nail olamayacağı bir konuma yükselesin. Seven kimse, yaratılmışlar içinden sevdiğini ortaya çıkarmak ve onu ulaşabileceği en yüksek kemale ulaştırmak isterse bunun için bütün gayretini ortaya koyar ve imkanlarının son noktasına kadar çalışıp çabalar. Peki, her şeye kadir ve keremi sonsuz Rabbin yarattıkları arasından kendisi için seçtiği kimseye bu maksatla yapaca lütuf ve ihsanlarını tasavvur etmek mümkün müdür?
Ayet: 42 - 46 #
{اذْهَبْ أَنْتَ وَأَخُوكَ بِآيَاتِي وَلَا تَنِيَا فِي ذِكْرِي (42) اذْهَبَا إِلَى فِرْعَوْنَ إِنَّهُ طَغَى (43) فَقُولَا لَهُ قَوْلًا لَيِّنًا لَعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ أَوْ يَخْشَى (44) قَالَا رَبَّنَا إِنَّنَا نَخَافُ أَنْ يَفْرُطَ عَلَيْنَا أَوْ أَنْ يَطْغَى (45) قَالَ لَا تَخَافَا إِنَّنِي مَعَكُمَا أَسْمَعُ وَأَرَى (46)}.
42- “Sen ve kardeşin âyetlerimle/mucizelerimle gidin ve Beni anmakta gevşeklik göstermeyin.” 43- “Firavun’a gidin. Çünkü o azmıştır.” 44- “Ona yumuşak söz söyleyin, belki düşünüp öğüt alır yahut korkar.” 45- Dediler ki: “Ey Rabbimiz! Bize karşı aşırı gitmesinden veya azgınlığını artırmasından korkuyoruz.” 46- Buyurdu ki: “Korkmayın, çünkü ben sizinle beraberim. (Her şeyi) işitir ve görürüm.”
#
{42} لما امتنَّ اللهّ على موسى بما امتنَّ به من النعم الدينيَّة والدنيويَّة؛ قال له: {اذهب أنت وأخوك}: هارون {بآياتي}؛ أي: الآيات التي مني، الدالَّة على الحقِّ وحسنه وقبح الباطل؛ كاليد والعصا ونحوها؛ في تسع آياتٍ إلى فرعون وملئهِ، {ولا تَنِيا في ذِكْري}؛ أي: لا تفترا ولا تكسلا عن مداومة ذِكْري بالاستمرار عليه والْزَماه كما وعدتُما بذلك: {كي نسبِّحَكَ كثيراً ونَذْكُرَكَ كثيراً}؛ فإنَّ ذكر الله فيه معونةٌ على جميع الأمور؛ يسهِّلها، ويخفِّف حملها.
42. Allah, Mûsâ aleyhisselam’a hatırlatmış olduğu dini ve dünyevi ni’met ve ihsanları dile getirdikten sonra ona şöyle emretti: “Sen ve kardeşin” Hârûn “âyetlerimle/mucizelerimle” hakka ve onun güzelliğine, batıla ve onun çirkinliğine delalet eden, tarafımdan verilmiş olan âyetlerimle; el, asa ve dieğr dokuz mucize ile birlikte Firavun’a ve onun çevresindeki ileri gelenlere “gidin. Beni anmakta gevşeklik göstermeyin.” Beni bana vaadettiğiniz şekilde sürekli anın, onu sürdürün, bu hususta tembellik ve gevşeklik göstermeyin. Çünkü siz: “Tâ ki seni çok tesbih edelim. Seni çok analım.” demiştiniz. Şüphesiz Allah’ı anmak, bütün işlere karşı bir yardım ve destektir. Allah’ı anmak, işleri kolaylaştırır ve yükü hafifletir.
#
{43} {اذهبا إلى فرعون إنَّه طغى}؛ أي: جاوز الحدَّ في كفرِهِ وطغيانِهِ وظلمه وعدوانه.
43. “Firavun’a gidin. Çünkü o azmıştır.” Küfür ve azgınlığında, zulüm ve saldırganlığında haddi aşmış, sınır tanımaz hale gelmiştir.
#
{44} {فقولا له قولاً ليِّناً}؛ أي: سهلاً لطيفاً برفق ولينٍ وأدبٍ في اللفظ من دون فحش ولا صَلَف ولا غِلْظَةٍ في المقال أو فظاظةٍ في الأفعال. {لعلَّه}: بسبب القول اللين {يَتَذَكَّر}: ما ينفعه فيأتيه {أو يَخْشى}: ما يضرُّه فيتركه؛ فإنَّ القول الليِّن داعٍ لذلك، والقول الغليظ منفِّرٌ عن صاحبه، وقد فُسِّر القول الليِّن في قوله: {فَقُلْ هل لك إلى أن تَزَكَّى. وأهدِيَك إلى ربِّك فتَخْشى}؛ فإنَّ في هذا الكلام من لطف القول وسهولتِهِ وعدم بشاعته ما لا يخفى على المتأمِّل؛ فإنَّه أتى بـ {هل} الدالَّة على العرض والمشاورة، التي لا يشمئزُّ منها أحدٌ، ودعاه إلى التزكِّي والتطهُّر من الأدناس، التي أصلها التطهُّر من الشرك، الذي يقبله كلُّ عقل سليم، ولم يقلْ: أزكيك، بل قال: {تزكَّى}: أنت بنفسك، ثم دعاه إلى سبيل ربِّه الذي ربَّاه وأنعم عليه بالنِّعم الظاهرة والباطنة، التي ينبغي مقابلتها بشكرها وذكرها، فقال: {وأهدِيَك إلى ربِّك فتَخْشى}، فلما لم يقبلْ هذا الكلام الليِّن الذي يأخُذُ حسنُه بالقلوب؛ عُلِمَ أنَّه لا ينجعُ فيه تذكيرٌ، فأخذه الله أخذ عزيز مقتدر.
44. “Ona yumuşak söz söyleyin.” Yumuşaklıkla, nazik, latif, ağır gelmeyecek sözler söyleyin. Sözleriniz edeplice olsun, kaba ve bayağı olmasın. Konuşmanızda kabalık, fiillerinizde de haşinlik olmasın. “Belki” yumuşak söz sebebiyle kendisine fayda verecek şeyleri “düşünüp öğüt alır” ve onları yerine getirir; “yahut” kendisine zarar verecek şeylerden “korkar” ve onları terk eder. Çünkü yumuşak söz söylemek, buna davet eder. Kaba söz söylemek ise dinleyeni o sözü söyleyenden uzaklaştırır. Yüce Allah, bu yumuşak sözün ne olduğunu bir başka buyruğunda şöyle açıklamaktadır: “De ki: Arınmak ister misin? İster misin ki sana Rabbine giden yolu göstereyim de böylece (O’ndan) korkasın.” (en-Naziat, 79/18-19) Hiç şüphesiz bu sözlerde düşünen kimsenin açıkça göreceği şekilde bir incelik ve yumuşaklık vardır ve bu sözler, kaba da değildir. Evvela davetini hiçbir kimsenin herhangi bir şekilde kötü karşılamayacağı, teklif ve danışma anlamında bir soru şeklinde ifade etmiştir. Daha sonra aslı şirkten temizlenmek olan “arınmaya”, çeşitli pisliklerden temizlenmeye davet etti ki her bir selim akıl bunun gereğini elbette kabul eder. Bununla birlikte “Ben seni arındırayım” dememiş, “Arınmak ister misin?” deyip bunu ona nispet etmiştir. Daha sonra onu kendisini yetiştirip besleyen, şükür ile karşılık verilmesi gereken açık ve gizli nimetleri ona ihsan eden Rabbinin yoluna davet edip bu nimetleri de söz konusu ederek şöyle demiştir: “İster misin ki sana Rabbine giden yolu göstereyim de böylece (O’ndan) korkasın.” Firavun, güzelliği kalpleri etkileyen bu yumuşak sözleri kabul etmeyince artık hiçbir öğüdün ona fayda vermeyeceği ortaya çıkmış oldu. Onun için de Yüce Allah, onu güçlü ve muktedir olanın yakalayışı ile yakaladı.
#
{45} {قالا ربَّنا إنَّنا نخافُ أن يَفْرُطَ علينا}؛ أي: يبادرنا بالعقوبة والإيقاع بنا قبل أن تبلِّغه رسالاتك، ونقيم عليه الحجَّة، {أو أن يَطْغى}؛ أي: يتمرَّد عن الحقِّ، ويطغى بملكه وسلطانه وجندِهِ وأعوانِهِ.
45. “Dediler ki: “Ey Rabbimiz!” daha senin risaletini tebliğ etmeden ve delili ortaya koymadan önce “Bize karşı aşırı gitmesinden” acele tarafından bizi cezalandırıp başımıza bir iş getirmesinden “veya azgınlığını artırmasından” Hükümranlığı, saltanatı, orduları ve yardımcıları sebebiyle hakka karşı inatlaşıp iyice azgınlaşmasından “korkuyoruz.”
#
{46} {قال لا تخافا}: أن يَفْرُطَ عليكما؛ {إنَّني معكما أسمع وأرى}؛ أي: أنتما بحفظي ورعايتي، أسمع قولكما، وأرى جميع أحوالكما؛ فلا تخافا منه. فزال الخوفُ عنهما، واطمأنَّت قلوبُهما بوعد ربِّهما.
46. “Buyurdu ki:” Size karşı aşırı gitmesinden “Korkmayın, çünkü ben sizinle beraberim. (Her şeyi) işitir ve görürüm.” Yani siz benim korumam ve gözetimim altındasınız. Sözlerinizi işitir, bütün hallerinizi görürüm. Ondan asla korkmayın. Böylelikle korkuları gitti, Rablerinin vaadiyle kalpleri huzur ve sükûn buldu.
Ayet: 47 - 48 #
{فَأْتِيَاهُ فَقُولَا إِنَّا رَسُولَا رَبِّكَ فَأَرْسِلْ مَعَنَا بَنِي إِسْرَائِيلَ وَلَا تُعَذِّبْهُمْ قَدْ جِئْنَاكَ بِآيَةٍ مِنْ رَبِّكَ وَالسَّلَامُ عَلَى مَنِ اتَّبَعَ الْهُدَى (47) إِنَّا قَدْ أُوحِيَ إِلَيْنَا أَنَّ الْعَذَابَ عَلَى مَنْ كَذَّبَ وَتَوَلَّى (48)}.
47- “Artık ona gidin ve deyin ki: Şüphesiz biz Rabbinin rasûlleriyiz. İsrailoğullarını bizimle gönder ve onlara eziyet etme. Biz, sana Rabbinden bir mucize ile geldik. Selâmet, hidâyete uyanlaradır.” 48- “Zira bize: Azap, yalanlayanların ve yüz çevirenlerin üzerinedir, diye vahyedildi.”
#
{47} أي: فأتياه بهذين الأمرين: دعوتُه إلى الإسلام، وتخليصُ هذا الشعب الشريف بني إسرائيل من قيدِهِ وتعبيدِهِ لهم؛ ليتحرَّروا ويملكوا أمرهم، ويقيم فيهم موسى شرع الّله ودينه. {قد جئناك بآيةٍ}: تدلُّ على صدقِنا، فألقى موسى عصاه؛ فإذا هي ثعبانٌ مبينٌ، ونزع يده فإذا هي بيضاءُ للناظرينَ ... إلى آخر ما ذَكَرَ الله عنهما. {والسلامُ على مَنِ اتَّبَعَ الهدى}؛ أي: من اتَّبع الصراط المستقيم واهتدى بالشرع المُبين؛ حصلت له السلامة في الدُّنيا والآخرة.
47. “Artık ona gidin ve deyin ki...” Yani siz şu iki iş için gidin: onu İslâm’a davet etme ve şerefli bir halk topluluğu olan İsrailoğullarını onun zincirlerinden ve köleliğinden kurtama. Böylece özgürlüklerine kavuşsunlar, işlerinin dizginlerini kendi ellerine alsınlar ve Mûsâ da Allah’ın şeriat ve dinini uygulasın. “Biz sana Rabbinden” doğruluğumuza delil olan “bir mucize ile geldik.” “Derken Mûsâ asasını yere attı. Bir de ne görsünler o, koskoca bir yılan oluverdi. Elini de (koynundan) çıkardı, bir de ne görsünler o, bakanların karşısında bembeyaz parlıyor.” (A’raf, 7/107-108) Ayrıca Yüce Allah’ın onların mucizeleri ile ilgili anlattığı diğer hususlar da gerçekleşti. “Selâmet, hidâyete uyanlaradır!” Yani dosdoğru yola uyarak apaçık şeriat ile hidâyet bulan kimseler dünyada da âhirette de selâmete erişmiş olurlar.
#
{48} {إنَّا قد أوحي إلينا}؛ أي: خبرنا من عند الله لا من عند أنفسنا؛ {أنَّ العذابَ على من كَذَّبَ وتولَّى}؛ أي: كذَّب بأخبار الله وأخبار رسلِهِ، وتولَّى عن الانقياد لهم واتِّباعهم، وهذا فيه الترغيب لفرعون بالإيمان والتصديق واتِّباعهما والترهيب من ضدِّ ذلك، ولكن لم يُفِدْ فيه هذا الوعظ والتذكير، فأنكر ربَّه وكفر وجادل في ذلك ظلماً وعناداً.
48. “Zira bize: Azap, yalanlayanların ve yüz çevirenlerin üzerinedir, diye vahyedildi.” Yani Yüce Allah, bunu bize kendi nezdinden haber verdi, biz bunu kendiliğimizden söylemiyoruz. Allah’ın haberlerini ve peygamberlerin bildirdiklerini yalanlayarak onlara itaat etmekten ve tâbi olmaktan yüz çeviren kimselere azap vardır. Bu ifadelerde Firavun imana, tasdike ve onlara tâbi olmaya teşvik edilmekte, bunun aksini yapmaktan da korkutulmaktadır. Fakat bu öğütlerin ona hiçbir faydası olmadı. Rabbini inkâr edip kâfir oldu. Bu uğurda zulümle ve inatla mücadele etti.
Ayet: 49 - 55 #
{قَالَ فَمَنْ رَبُّكُمَا يَامُوسَى (49) قَالَ رَبُّنَا الَّذِي أَعْطَى كُلَّ شَيْءٍ خَلْقَهُ ثُمَّ هَدَى (50) قَالَ فَمَا بَالُ الْقُرُونِ الْأُولَى (51) قَالَ عِلْمُهَا عِنْدَ رَبِّي فِي كِتَابٍ لَا يَضِلُّ رَبِّي وَلَا يَنْسَى (52) الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ الْأَرْضَ مَهْدًا وَسَلَكَ لَكُمْ فِيهَا سُبُلًا وَأَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَأَخْرَجْنَا بِهِ أَزْوَاجًا مِنْ نَبَاتٍ شَتَّى (53) كُلُوا وَارْعَوْا أَنْعَامَكُمْ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِأُولِي النُّهَى (54) مِنْهَا خَلَقْنَاكُمْ وَفِيهَا نُعِيدُكُمْ وَمِنْهَا نُخْرِجُكُمْ تَارَةً أُخْرَى (55)}.
49- Dedi ki: “Rabbiniz de kimmiş, ey Mûsâ?” 50- Dedi ki: “Rabbimiz her şeye hilkatini veren sonra da yolunu gösterendir.” 51- Dedi ki: “O halde önceki nesillerin hali nicedir?” 52- Dedi ki: “Onların bilgisi Rabbimin katında bir kitaptadır. Rabbim şaşmaz ve unutmaz.” 53- “O, yeryüzünü size bir döşek yapan, sizin için orada yollar açan ve gökten su indirendir.” Ki biz, onunla çeşitli bitkilerden çiftler çıkardık. 54- Hem yiyin, hem davarlarınız yayın. Şüphe yok ki bunlarda akıl sahipleri için ibretler vardır. 55- Biz sizi o (topraktan) yarattık. Tekrar oraya döndüreceğiz ve bir kere daha yine oradan çıkaracağız.
#
{49} أي: قال فرعون لموسى على وجه الإنكار: {فمن ربُّكما يا موسى}؟
49. Firavun da Mûsâ’ya inkâr eder bir üslupla: “Rabbiniz de kimmiş ey Mûsâ?” dedi.
#
{50} فأجاب موسى بجواب شافٍ كافٍ واضح، فقال: {ربُّنا الذي أعطى كلَّ شيءٍ خَلْقَه ثم هدى}؛ أي: ربُّنا الذي خلق جميع المخلوقات، وأعطى كلَّ مخلوق خَلْقَه اللائق به، [الدال] على حسن صنعة من خلقه، من كبر الجسم وصغره وتوسطه وجميع صفاته، ثم هدى كلَّ مخلوق إلى ما خَلَقَه له، وهذه الهداية الكاملةُ المشاهدةُ في جميع المخلوقات؛ فكلُّ مخلوق تجِدُه يسعى لما خُلِقَ له من المنافع وفي دفع المضارِّ عنه، حتَّى إنَّ الله أعطى الحيوان البهيم من العقل ما يتمكَّن به على ذلك، وهذا كقوله تعالى: {الذي أحسن كلَّ شيءٍ خَلَقَه}: فالذي خَلَقَ المخلوقاتِ، وأعطاها خَلْقَها الحسنَ الذي لا تقترح العقول فوقَ حسنِهِ، وهداها لمصالحها؛ هو الربُّ على الحقيقة؛ فإنكاره إنكارٌ لأعظم الأشياء وجوداً، وهو مكابرةٌ ومجاهرةٌ بالكذب؛ فلو قُدِّرَ أنَّ الإنسان أنكر من الأمور المعلومة ما أنكر؛ كان إنكارُهُ لربِّ العالمين أكبر من ذلك.
50. Mûsâ tatmin edici, yeterli ve açık bir cevap verip şöyle dedi: “Rabbimiz her şeye hilkatini veren” Yani Rabbimiz o zâttır ki bütün mahlukâtı yaratmış ve her birine kendisine uygun bir yaratılış vermiştir. Öyle ki bu, cisminin büyüklüğü, küçüklüğü, orta halliliği ve diğer bütün vasıfları içine alır ve O’nun yaratma sanatındaki güzelliğine delâlet eder. “Sonra da” her bir yaratılmışa yaratılışına uygun olarak “yolunu gösterendir.” İşte bu, bütün yaratılmışlarda görülen eksiksiz bir hidâyet yani “yol gösterme” dir. Her bir yaratılmışın, yaratılış gayesini teşkil eden faydaları elde etmeye ve ona gelebilecek zararları da önlemeye çalıştığı görülmektedir. O kadar ki Yüce Allah, hiçbir şey bilmeyen bir hayvanı bile bunları gerçekleştirme imkanını sağlayacak şekilde kendince bir akıl (içgüdü) sahibi kılmıştır. Bu da Yüce Allah’ın şu buyruğuna benzemektedir: “O ki yarattığı her şeyi güzel yapmıştır.” (es-Secde, 32/7) Bütün bu yaratılmışları yoktan var edip onlara akılların daha ilerisini teklif edemeyecekleri şekilde güzel bir hilkat veren, faydalarına olan yolları gösterip hidâyete ileten kim ise işte gerçek Rab da O’dur. Onu inkâr etmek, en büyük varlığı inkâr etmektir. Bu, hakkı bile bile ve inatla inkâr etmek ve açıkça yalan söylemektir. İnsan, kesin olarak bilinen hususlardan neyi inkâr ederse etsin, hiç şüphesiz onun âlemlerin Rabbini inkâr etmesi hepsinden daha ağırdır. Bu nedenledir ki Firavun, bu kat’i delile inatla karşı durması mümkün olmayınca çeşitli şüpheler uyandırmak maksadıyla asıl konudan saparak Mûsâ’ya şöyle dedi:
#
{51} ولهذا لما لم يمكنْ فرعون أن يعانِدَ هذا الدليل القاطع؛ عدل إلى المشاغبة، وحاد عن المقصود، فقال لموسى: {فما بالُ القرون الأولى}؛ أي: ما شأنهم؟ وما خبرهم؟ وكيف وصلت بهم الحالُ وقد سبقونا إلى الإنكار والكفر والظُّلم والعناد ولنا فيهم أسوة؟
51. “O halde önceki nesillerin hali nicedir?” Onların durumu nedir? Onlara dair ne haber var? Onlar sonunda neye vardılar? Çünkü onlar bizden daha önce inkâra, küfre, zulüm ve inada sapmış bulunuyorlar. Örnek olarak onlar bize yeter.
#
{52} فقال موسى: {علمُها عند ربِّي في كتابٍ لا يَضِلُّ ربِّي ولا ينسى}؛ أي: قد أحصى أعمالهم من خير وشرٍّ، وكتبه في كتابه ، وهو اللوح المحفوظ، وأحاط به علماً وخبراً؛ فلا يضلُّ عن شيء منها ولا ينسى ما عَلِمهُ منها، ومضمون ذلك أنَّهم قَدِموا إلى ما قدَّموه ولاقَوْا أعمالهم وسيجازَوْن عليها؛ فلا معنى لسؤالك واستفهامك يا فرعون عنهم؛ فتلك أمةٌ قد خلتْ، لها ما كسبتْ ولكم ما كسبتُم؛ فإنْ كان الدليل الذي أوردْناه عليك والآياتُ التي أريناكَها قد تحقَّقْتَ صدقَها ويقينَها، وهو الواقع؛ فانقدْ إلى الحقِّ، ودعْ عنك الكفر والظُّلم وكثرةَ الجدال بالباطل، وإن كنتَ قد شككت فيها أو رأيتَها غير مستقيمة؛ فالطريق مفتوحٌ، وبابُ البحث غير مغلقٍ، فَرُدَّ الدليل بالدليل والبرهان بالبرهان، ولن تَجِدَ لذلك سبيلاً ما دام الملوان ؛ كيف وقد أخبر الله عنه أنه جَحَدها مع استيقانها؛ كما قال تعالى: {وجَحَدوا بها واستيقَنَتْها أنفسُهم ظلماً وعلوًّا}، وقال موسى: {لقد علمتَ ما أنزلَ هؤلاءِ إلاَّ ربُّ السمواتِ والأرضِ بصائرَ}؟! فَعُلم أنه ظالمٌ في جداله، قصدُه العلوُّ في الأرض.
52. Bunun üzerine Mûsâ: “Dedi ki: Onların bilgisi Rabbimin katında bir kitaptadır. Rabbim şaşmaz ve unutmaz.” Yani Rabbim, hayır ve şer bütün amellerini tek tek tespit etmiş bulunuyor. Onu nezdindeki bir kitapta kaydetmiştir. Bu ise Levh-i Mahfuzdur. Onun bilgisi, onların yaptıklarını kuşatmıştır ve O, yapıp ettiklerinden haberdardır. Bunlardan hiçbir şey kaybolmuş değildir ve bunlara dair bilgisinden hiçbir şeyi unutmaz. Bu zımnen şunu içermektedir: Onlar dünyada iken ne yaptılarsa onu görecek, amelleriyle karşılaşacak ve onların karşılığını göreceklerdir. Ey Firavun, senin onlar hakkında soru sormanın bir anlamı yoktur. Çünkü onlar gelip geçmiş bir ümmettir. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandığınız da sizindir. Eğer bizim sana getirmiş olduğumuz delillerin ve gösterdiğimiz mucizelerin doğru oldukları ve kesin bilgi ifade ettikleri senin açından açıkça ortaya çıkmış ise -ki öyledir- o halde sen hakka itaat et, küfrü ve zulmü bırak. Batılı ileri sürerek çokça tartışmaktan vazgeç. Eğer sen bunlar hakkında şüphe ediyor yahut da bunların inanılacak türden olmadığı görüşünde isen önünde yol açıktır, araştırma kapısı da kapalı değildir. Sen de delili delille, belgeyi belgeyle reddet. Ama kainat var olduğu sürece böyle bir şey yapman mümkün olmayacaktır. Nasıl olsun ki? Zira Yüce Allah, onun, ayetlerin kesin olarak doğru olduğuna inandığı halde onları bile bile inkâr ettiğini haber vermiştir: “Kalpleri onlara inandığı halde zulme saparak ve büyüklenerek onları inkâr ettiler.” (en-Neml, 27/14) Mûsâ da ona şöyle demişti: “Gayet iyi biliyorsun ki bunları birer ibret olmak üzere göklerin ve yerin Rabbinden başka kimse indirmemiştir.” (el-İsra, 17/102) Böylece onun, yeryüzünde üstünlük sağlamak kasdıyla giriştiği bu tartışmada zalim ve haksız olduğu anlaşılmaktadır.
#
{53} ثم استطرد في هذا الدليل القاطع بذكر كثيرٍ من نعمه وإحسانه الضروريِّ، فقال: {الذي جَعَلَ لكم الأرضَ مَهْداً}؛ أي: فراشاً بحالةٍ تتمكَّنون من السكون فيها والقرار والبناء والغراس وإثارتها للازدراع وغيره، وذلَّلها لذلك، ولم يجعلْها ممتنعةً عن مصلحةٍ من مصالحكم. {وسَلَكَ لكم فيها سُبُلاً}؛ أي: نفذ لكم الطرق الموصلة من أرض إلى أرض، ومن قطر إلى قطر، حتى كان الآدميونَ يتمكَّنون من الوصول إلى جميع الأرض بأسهل ما يكون، وينتفعونَ بأسفارِهم أكثر مما ينتفعون بإقامتهم. {وأنزلَ من السماءِ ماءً فأخرجْنا به أزواجاً من نباتٍ شتى}؛ أي: أنزل المطر، فأحيا به الأرض بعد موتها، وأنبت بذلك جميعَ أصناف النوابت على اختلاف أنواعها وتشتُّت أشكالها وتبايُنِ أحوالها، فساقَه وقدَّره ويسَّره رزقاً لنا ولأنعامنا، ولولا ذلك؛ لهلك مَنْ عليها من آدميٍّ وحيوانٍ.
53. Daha sonra Mûsâ, bu kat’i delili daha da açarak Yüce Allah’ın pek çok nimetini ve ihsanını söz konusu edip şunları söyledi: “O, yeryüzünü size bir döşek yapan” Yani O, orayı sizin için üzerinde durabilmek, yerleşebilmek, bina yapabilmek, ağaç dikebilmek, ziraat vb. için alt üst edebilmek imkanını bulabileceğiniz, üzerinde yayılacağınız bir döşek kılmış ve bu maksatla yeri size amade kılmıştır. Orayı sizin menfaatinize olan herhangi bir işinize engel çıkaracak şekilde yaratmamıştır. “Sizin için orada yollar açan” yani bir yerden bir başka yere, bir bölgeden bir başka bölgeye ulaştırabilecek şekilde sizin için yollar yapandır. Öyle ki insanoğulları yeryüzünün her tarafına en kolay şekilde ulaşabilme imkânını elde edebilmişlerdir. Yolculuklarından da vatanlarında kalmalarından daha fazla faydalar etmişlerdir. “Ve gökten su indirendir. Ki biz onunla çeşitli bitkilerden çiftler çıkardık.” Yani O, gökten indirdiği yağmur ile ölümünden sonra yeryüzünü diriltir. Bu yolla çeşitli türleri ve farklı şekilleriyle türlü türlü bitkiler bitirir. Allah, bize ve davarlarımıza rızık olsun diye bunların elde edilmelerini kolaylaştırmıştır. Bunlar olmasaydı yeryüzünde bulunan insan ve hayvan, bütün canlılar yok olur giderdi. Bundan dolayı Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{54} ولهذا قال: {كُلوا وارْعَوْا أنعامَكم}: وسياقها على وجه الامتنان؛ ليدلَّ ذلك على أنَّ الأصل في جميع النوابت الإباحة؛ فلا يَحْرُمُ منها إلاَّ ما كان مضرًّا كالسموم ونحوه. {إنَّ في ذلك لآياتٍ لأولي النُّهى}؛ أي: لذوي العقول الرزينة والأفكار المستقيمة، على فضل الله وإحسانه ورحمته وسعة جوده وتمام عنايته، وعلى أنَّه الربُّ المعبود المالك المحمود، الذي لا يستحقُّ العبادة سواه، ولا الحمد والمدح والثناء إلاَّ مَن امتنَّ بهذه النعم، وعلى أنَّه على كلِّ شيء قديرٌ؛ فكما أحيا الأرض بعد موتها؛ إنَّ ذلك لمحيي الموتى. وخصَّ الله أولي النُّهى بذلك لأنَّهم المنتفعون بها الناظرون إليها نظر اعتبار، وأمَّا مَنْ عداهم؛ فإنَّهم بمنزلة البهائم السارحة والأنعام السائمة، لا ينظرون إليها نظر اعتبار، ولا تنفذ بصائرهم إلى المقصود منها، بل حظُّهم حظُّ البهائم؛ يأكلون ويشربون وقلوبُهم لاهيةٌ وأجسادهم مُعْرِضةٌ، {وكأيِّن من آيةٍ في السمواتِ والأرض يمرُّون عليها وهم عنها معرضونَ}.
54. “Hem yiyin, hem davarlarınız yayın.” Bu ifade, Allah’ın kullarına olan lütfunu hatırlatması üslubundadır. Bu da aslen bütün bitkilerin mubah olduğuna delildir. Onlardan zehir ve buna benzer zararlı olan şeyler dışında haram olan bir şey yoktur. “Şüphe yok ki bunlarda akıl sahipleri için işaretler vardır.” Akılları sağlam, düşünceleri dosdoğru olan kimseler için Allah’ın lütuf, ihsan, rahmet ve cömertliğinin genişliğine, inâyetinin eksiksizliğine, O’nun hak ma’bud olan Rab ve övgüye layık Malik olduğuna ve her şeye gücünün yettiğine dair işaretler ve deliller vardır. O’ndan başkası ne ibadete layıktır ne de hamde ve senaya layıktır. Bunlara o nimetleri ihsan etmekle lütfunu hatırlatan Yüce Zat’tan başkası bunlara layık değildir. O, ölümünden sonra arzı dirilttiği gibi ölüleri de diriltecektir. Yüce Allah’ın özellikle akıl sahiplerini söz konusu etmesi, bu işaretlerden gereği gibi yararlananların ve onlara ibret nazarıyla bakanların sadece onlar olmasından dolayıdır. Onların dışındaki kimseler ise başı boş hayvanlar, meralarda yayılan davarlar gibidir. Bunlar, bu ilâhi işaretlere ibret nazarıyla bakmadıkları gibi, bunlardan maksadın ne olduğuna basiretleri ile nüfuz edemezler. Onların payları hayvanlarınki gibidir. Yerler, içerler, kalpleri gaflet içinde oyalanır, bedenleri de sırt çevirir. “Göklerde ve yerde nice âyetler/işaretler vardır ki onlar, bunların yanlarından yüz çevirerek geçer giderler.” (Yusuf, 12/105)
#
{55} ولما ذَكَرَ كرم الأرض وحسنَ شكرِها لما يُنْزِلُه الله عليها من المطر، وأنَّها بإذن ربِّها تُخرج النبات المختلف الأنواع؛ أخبر أنَّه خَلَقَنا منها، وفيها يعيدُنا إذا متنا فَدُفِنَّا فيها، ومنها يخرِجُنا {تَارةً أُخْرى}؛ فكما أوجدنا منها من العدم، وقد علمنا ذلك وتحقَّقناه؛ فسيعيدُنا بالبعث منها بعد موتنا؛ ليجازينا بأعمالنا التي عملناها عليها. وهذان دليلان على الإعادة عقليَّان واضحان: إخراجُ النبات من الأرض بعد موتها، وإخراجُ المكلَّفين منها في إيجادهم.
55. Yüce Allah yeryüzünün cömertliğini ve Allah’ın üzerine indirdiği yağmura karşılık Rabbinin izniyle çeşitli bitkileri çıkardığını söz konusu ettikten sonra bize şunu haber vermektedir: Rabbimiz, bizi o yeryüzünden yarattığı gibi öleceğimiz vakit bizi tekrar oraya döndürecektir. Zira orada defnolacağız. İkinci bir defa daha bizi yine oradan çıkartacaktır. Topraktan bizi yoktan var ettiğini nasıl kesin olarak biliyorsak şunu da bilmeliyiz ki ölümden sonra da bizi yine oradan diriltecektir. Yer üzerinde işlemiş olduğumuz amellerimizin karşılığını bize vermek için bunu yapacaktır. İşte bu ikisi, öldükten sonra dirilişe gâyet açık iki akli delildir: Biri, yeryüzünde ölümünden sonra bitkilerin çıkartılması, diğeri de mükellef varlıklar olan insanların oradan yaratılmış olmalarıdır.
Ayet: 56 - 73 #
{وَلَقَدْ أَرَيْنَاهُ آيَاتِنَا كُلَّهَا فَكَذَّبَ وَأَبَى (56) قَالَ أَجِئْتَنَا لِتُخْرِجَنَا مِنْ أَرْضِنَا بِسِحْرِكَ يَامُوسَى (57) فَلَنَأْتِيَنَّكَ بِسِحْرٍ مِثْلِهِ فَاجْعَلْ بَيْنَنَا وَبَيْنَكَ مَوْعِدًا لَا نُخْلِفُهُ نَحْنُ وَلَا أَنْتَ مَكَانًا سُوًى (58) قَالَ مَوْعِدُكُمْ يَوْمُ الزِّينَةِ وَأَنْ يُحْشَرَ النَّاسُ ضُحًى (59) فَتَوَلَّى فِرْعَوْنُ فَجَمَعَ كَيْدَهُ ثُمَّ أَتَى (60) قَالَ لَهُمْ مُوسَى وَيْلَكُمْ لَا تَفْتَرُوا عَلَى اللَّهِ كَذِبًا فَيُسْحِتَكُمْ بِعَذَابٍ وَقَدْ خَابَ مَنِ افْتَرَى {(61) [فَتَنَازَعُوا أَمْرَهُمْ بَيْنَهُمْ وَأَسَرُّوا النَّجْوَى (62) قَالُوا إِنْ هَذَانِ لَسَاحِرَانِ يُرِيدَانِ أَنْ يُخْرِجَاكُمْ مِنْ أَرْضِكُمْ بِسِحْرِهِمَا وَيَذْهَبَا بِطَرِيقَتِكُمُ الْمُثْلَى (63) فَأَجْمِعُوا كَيْدَكُمْ ثُمَّ ائْتُوا صَفًّا وَقَدْ أَفْلَحَ الْيَوْمَ مَنِ اسْتَعْلَى (64) قَالُوا يَامُوسَى إِمَّا أَنْ تُلْقِيَ وَإِمَّا أَنْ نَكُونَ أَوَّلَ مَنْ أَلْقَى (65) قَالَ بَلْ أَلْقُوا فَإِذَا حِبَالُهُمْ وَعِصِيُّهُمْ يُخَيَّلُ إِلَيْهِ مِنْ سِحْرِهِمْ أَنَّهَا تَسْعَى (66) فَأَوْجَسَ فِي نَفْسِهِ خِيفَةً مُوسَى (67) قُلْنَا لَا تَخَفْ إِنَّكَ أَنْتَ الْأَعْلَى (68) وَأَلْقِ مَا فِي يَمِينِكَ تَلْقَفْ مَا صَنَعُوا إِنَّمَا صَنَعُوا كَيْدُ سَاحِرٍ وَلَا يُفْلِحُ السَّاحِرُ حَيْثُ أَتَى (69) فَأُلْقِيَ السَّحَرَةُ سُجَّدًا قَالُوا آمَنَّا بِرَبِّ هَارُونَ وَمُوسَى (70) قَالَ آمَنْتُمْ لَهُ قَبْلَ أَنْ آذَنَ لَكُمْ إِنَّهُ لَكَبِيرُكُمُ الَّذِي عَلَّمَكُمُ السِّحْرَ فَلَأُقَطِّعَنَّ أَيْدِيَكُمْ وَأَرْجُلَكُمْ مِنْ خِلَافٍ وَلَأُصَلِّبَنَّكُمْ فِي جُذُوعِ النَّخْلِ وَلَتَعْلَمُنَّ أَيُّنَا أَشَدُّ عَذَابًا وَأَبْقَى (71) قَالُوا لَنْ نُؤْثِرَكَ عَلَى مَا جَاءَنَا مِنَ الْبَيِّنَاتِ وَالَّذِي فَطَرَنَا فَاقْضِ مَا أَنْتَ قَاضٍ إِنَّمَا تَقْضِي هَذِهِ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا (72) إِنَّا آمَنَّا بِرَبِّنَا لِيَغْفِرَ لَنَا خَطَايَانَا وَمَا أَكْرَهْتَنَا عَلَيْهِ مِنَ السِّحْرِ وَاللَّهُ خَيْرٌ وَأَبْقَى (73)] }.
56- Andolsun biz ona mucizelerimizin hepsini gösterdik de o yine yalanladı ve yüz çevirdi. 57- Dedi ki: “Sen sihrinle bizi yurdumuzdan çıkarmaya mı geldin, ey Mûsâ?” 58- “Andolsun biz de sana karşı seninkinin benzeri bir sihir getireceğiz. O nedenle bizimle senin aranda, bizim de senin de caymayacağımız bir buluşma zamanı ve uygun bir yer belirle.” 59- (Musa) dedi ki: “Sizinle karşılaşma zamanımız bayram günü, insanların toplandığı kuşluk vakti olsun.” 60- Bunun üzerine Firavun ardını dönüp gitti, hilesini (sihirbazları) topladı ve sonra geldi. 61- Mûsâ onlara şöyle dedi: “Yazıklar olsun size! Yalan uydurup Allah’a iftira etmeyin. Sonra azap ile kökünüzü kazır. Zira (O’na) iftira eden zarar eder” dedi. 62- Bunun üzerine sihirbazlar aralarında tartıştılar ve konuşmalarını da gizlice yaptılar. 63- Dediler ki: “Bu ikisi gerçekten sihirbazdır. Sihirleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak ve sizin en güzel olan yolunuzu yok etmek istiyorlar.” 64- O halde hilenizde ittifak edin sonra da tek saf halinde ilerleyin. Çünkü bugün üstün gelen umduğuna kavuşur.” 65- Dediler ki: “Ey Mûsâ, ya sen at yahut ilk atan biz olalım.” 66- O: “Haydi siz atın” dedi. Birden onların ipleri ve asaları sihirlerinden ötürü ona hızla hareket ediyorlarmış gibi göründü! 67- Bunun üzerine Mûsâ içten içe bir korku duydu. 68- Dedik ki: “Korkma! Çünkü üstün gelecek olan sensin!” 69- “Sağ elindekini at da onların yaptıklarını yakalayıp yutsun. Onların yaptıkları ancak bir sihirbaz hilesidir. Sihirbaz ise nerede olsa iflah olmaz.” 70- Neticede bütün sihirbazlar secdeye kapandılar. Dediler ki: “Hârûn ile Mûsâ’nın Rabbine iman ettik.” 71- (Firavun) dedi ki: “Ben size izin vermeden ona iman mı ettiniz? Şüphe yok ki o, size sihri öğreten büyüğünüzdür. Andolsun ki sizin el ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve sizi hurma kütüklerine asacağım. O zaman hangimizin azabının daha şiddetli ve daha kalıcı olduğunu bileceksiniz.” 72- Dediler ki: “Bize gelen apaçık delillere ve bizi yaratana kaşı asla seni tercih etmeyiz. Ne hüküm vereceksen ver. Zira sen ancak bu dünya hayatında hükmedersin.” 73- “Şüphesiz ki biz günahlarımızı ve senin bizi yapmaya zorladığın sihri bağışlasın diye Rabbimize iman ettik. Allah, hem daha hayırlıdır, hem de daha kalıcıdır.”
#
{56} يخبر تعالى أنَّه أرى فرعون من الآياتِ والعِبَرِ والقواطع جميعَ أنواعها العيانيَّة والأفقيَّة والنفسيَّة؛ فما استقام ولا ارعوى، وإنَّما كذَّب وتولَّى؛ كذب الخبر وتولَّى عن الأمر والنهي، وجعل الحقَّ باطلاً والباطل حقًّا، وجادل بالباطل ليضلَّ الناس.
56. Allah Teala, Firavun’a gözle görülen afakî (dış dünyada) ve nefsî (insanın iç aleminde) bütün çeşitleriyle pek çok âyet, ibret ve kat’i delilleri göstermiş olduğunu, ancak Firavun’un bir türlü doğru yola gelmeyip aklını başına almadığını, aksine yalanlayıp yüz çevirdiğini haber vermektedir. Firavun verilen bu ilâhi haberleri yalanladığı gibi, ilâhi emir ve yasaklarından da yüz çevirdi, hakkı batıl, batılı hak yerine koydu, insanları saptırmak maksadıyla batılı ileri sürerek hakka karşı mücadele verdi ve şöyle dedi:
#
{57} فقال: {أجئتَنا لِتُخْرِجَنا من أرضنا بسحرِك}: زعم أنَّ هذه الآيات التي أراه إيَّاها موسى سحرٌ وتمويهٌ، المقصود منها إخراجُهم من أرضهم والاستيلاءُ عليها؛ ليكون كلامه مؤثراً في قلوب قومه؛ فإنَّ الطِّباع تميل إلى أوطانها، ويصعُبُ عليها الخروج منها ومفارقتها، فأخبرهم أنَّ موسى هذا قصده؛ ليبغِضوه ويسعَوْا في محاربته.
57. “Sen sihrinle bizi yurdumuzdan çıkarmaya mı geldin, ey Musa?” Firavun, Mûsâ aleyhisselam’ın kendisine göstermiş olduğu bunca mucizenin sihir ve göz boyama olduğunu, bunlardan maksadın da onları topraklarından çıkartarak oraları ele geçirmek olduğunu iddia etmişti. Bununla Firavun, sözlerinin kavmi içinde etkili olması maksadını gütmüştü. Çünkü insan tabiatı, vatanına düşkündür. Oradan çıkmak ve ayrılmak insana ağır gelir. Bu sözleriyle Firavun, Mûsâ’nın bu maksatta olduğunu belirterek ona karşı öfkelenmelerini, onunla savaşmaya koyulmalarını sağlamak istemişti.
#
{58} {فلنأتينَّك بسحرٍ}: مثل سحرك، فأمهِلْنا واجعلْ لنا {موعداً لا نخلِفُه نحن ولا أنت مكاناً سُوى}؛ أي: مستوٍ علمنا وعلمك به، أو مكاناً مستوياً معتدلاً لنتمكَّن من رؤية ما فيه.
58. Firavun sözlerine devamla şöyle dedi: Senin getirdiğin sihre benzer bir sihri biz de sana karşı getireceğiz. Bize süre tanı ve “bizimle senin aranda, bizim de senin de caymayacağımız bir buluşma zamanı ve uygun bir yer belirle.” Yani bu yeri bilmekte bizimle senin aranda herhangi bir fark olmasın yahut da o yer orada cereyan edeceklerin görünebilmesine imkan verecek şekilde düz ve geniş bir yer olsun.
#
{59} فقال موسى: {موعدُكم يوم الزينةِ}: وهو عيدُهم الذي يتفرَّغون فيه ويقطعون شواغلهم، {وأن يُحْشَرَ الناس ضُحىً}؛ أي: يُجمعون كلهم في وقت الضُّحى. وإنَّما سأل موسى ذلك لأنَّ يوم الزينة ووقت الضحى منه يحصُلُ منه كثرة الاجتماع ورؤية الأشياء على حقائقها ما لا يحصُل في غيره.
59. Bunun üzerine Mûsâ: “Sizinle karşılaşma zamanımız bayram günü” zira bu günde hiçbir şey yapmazlar, herhangi bir işle meşgul olmazlar ve çalışmayı keserlerdi. “insanların toplandığı kuşluk vakti olsun.” Hepsi de kuşluk vaktinde bir araya toplanmış olurlar. Mûsâ’nın bunu istemesindeki sebep, bayram günü ile kuşluk vaktinde kalabalığın çokça toplanabilmesinin sağlanması ve her şeyin başka bir vakitte mümkün olmayacak şekilde açıkça görülebilmesi içindir.
#
{60} {فتولَّى فرعونُ فجمع كيدَه}؛ أي: جميع ما يقدرُ عليه مما يكيد به موسى، فأرسل في مدائنه من يحشُرُ السحرة الماهرين في سحرهم، وكان السحر إذ ذاك متوفراً، وعلمه مرغوباً فيه، فجمع خلقاً كثيراً من السحرة، ثم أتى كلٌّ منهما للموعد، واجتمع الناس للموعدِ، فكان الجمعُ حافلاً، حضره الرجال والنساء والملأ والأشراف والعوامُّ والصغار والكبار، وحضُّوا الناس على الاجتماع، وقالوا {للناس هل أنتم مجتمعون لعلَّنا نتَّبع السحرةَ إن كانوا هم الغالبين}.
60. “Bunun üzerine Firavun ardını dönüp gitti, hilesini (sihirbazları) topladı.” Mûsâ’ya karşı hile ve tuzak kurabilmesini mümkün kılacak ne varsa hepsini topladı. Kendisine bağlı bütün şehirlere sihir işini çok iyi bilen sihirbazların toplanması için adam gönderdi. O sıralarda sihir yaygındı ve onu öğrenmeye talep vardı. O nedenle sayıca pek çok sihirbaz toplanıp bir araya geldi. Daha sonra her iki taraf tayin edilen vakitte bir araya geldiler ve insanlar da toplandılar. Büyük bir kalabalık oluştu. Erkekler, kadınlar, ileri gelenler, avam, küçükler, büyükler, herkes hazır bulundu. İnsanları da toplanmaya teşvik ettiler ve halka: “Siz de toplanmayacak mısınız? Umarız ki sihirbazlar galip gelir de biz de onlara uyarız.” (eş-Şuara, 26/39-40)
#
{61} فحين اجتمعوا من جميع البلدان؛ وَعَظَهم موسى عليه السلام، وأقام عليهم الحجَّة، وقال لهم: {ويلَكم لا تَفْتَروا على الله كَذِباً فيُسْحِتَكم بعذابٍ}؛ أي: لا تنصروا ما أنتم عليه من الباطل بسحركم، وتغالبون الحقَّ، وتفترون على الله الكذبَ، فيستأصِلُكم بعذابٍ من عنده، ويخيب سعيُكم وافتراؤكم؛ فلا تدركون ما تطلبون من النصر والجاه عند فرعون وملئه، ولا تسلموا من عذاب الله.
61. Bütün şehirlerden toplanıp bir araya gelen sihirbazlara Mûsâ aleyhisselam öğüt verdi, onlara karşı delilini ortaya koydu ve şöyle dedi: “Yazıklar olsun size! Yalan uydurup Allah’a iftira etmeyin. Sonra azap ile kökünüzü kazır.” Yaptığınız sihirle tutturmuş olduğunuz batıl yola yardımcı olup da hakkı yenik düşürmeye ve Allah’a iftira etmeye kalkışmayın. O zaman nezdinden göndereceği bir azap ile sizi kökten imha eder. Bütün çalışmalarınızı ve iftiralarınızı boşa çıkartır. Elde etmeyi arzuladığınız zaferi, Firavun ve onun ileri gelenleri nezdinde makam ve mevki sahibi olmayı elde edemez, Allah’ın azabından da kurtulamazsınız.
#
{62} وكلام الحقِّ لا بدَّ أن يؤثِّر في القلوب، لا جرم ارتفع الخصامُ والنزاع بين السحرة لمَّا سمعوا كلام موسى وارتبكوا، ولعلَّ من جملة نزاعهم الاشتباه في موسى هل هو على الحقِّ أم لا؟ ولكنهم إلى الآن ما تمَّ أمرهم؛ ليقضي الله أمراً كان مفعولاً؛ ليهلِكَ من هَلَكَ عن بينةٍ ويحيا من حَيَّ عن بينةٍ؛ فحينئذ أسرّوا فيما بينهم النجوى، وأنَّهم يتَّفقون على مقالةٍ واحدةٍ؛ لينجحوا في مقالهم وفعالهم، وليتمسَّك الناس بدينهم.
62. Hak bir sözün kalplere etki etmesi kaçınılmaz bir şeydir. O nedenle “sihirbazlar aralarında tartıştılar ve konuşmalarını da gizlice yaptılar.” Mûsâ aleyhisselam’ın sözünü işittiklerinde aralarında tartışmaya koyuldular ve ne yapacaklarını şaşırdılar. Aralarındaki anlaşmazlıklardan birisinin, Mûsâ aleyhisselam’ın hak üzere olup olmadığı hususundaki şüpheleri olması muhtemeldir. Ancak o anda tam bir karara varamamışlardı. Ta ki Allah hükme bağlamış olduğu işi gerçekleştirsin ve “helâk olan kişi apaçık bir delil üzere helâk olsun, hayatta kalan kişi de apaçık bir delil üzere yaşasın.” (el-Enfal, 8/42) Kendi aralarında gizlice müzakereye koyuldular ve tek bir söz üzerinde ittifak etmeye çalıştılar. Böylelikle sözlerinde ve davranışlarında başarılı olmak ve insanların dinlerine sımsıkı yapışmalarını sağlamak istediler. Onların gizlice yaptıkları konuşmaların mahiyetini de Yüce Allah şöylece açıklamaktadır:
#
{63} والنجوى التي أسرُّوها فسَّرها بقوله: {قالوا إنْ هذانِ لساحرانِ يُريدان أن يخرِجاكم من أرضِكم بسحرِهما}؛ كمقالة فرعون السابقة؛ فإمَّا أن يكونَ ذلك توافقاً من فرعون والسحرة على هذه المقالة من غير قصدٍ، وإما أن يكون تلقيناً منه لهم مقالته التي صمَّم عليها وأظهرها للناس، وزادوا على قول فرعون أن قالوا: {ويَذْهَبا بطريقتِكُم المُثلى}؛ أي: طريقة السحر؛ حسدكم عليها، وأراد أن يظهر عليكم؛ ليكون له الفخرُ والصيتُ والشهرةُ، ويكون هو المقصودُ بهذا العلم الذي شغلتُم زمانَكم فيه ويذهب عنكم ما كنتُم تأكلون بسببه، وما يتبع ذلك من الرياسة.
63. “Dediler ki: Bu ikisi gerçekten sihirbazdır. Sihirleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak... istiyorlar.” Onların bu sözü, Firavun’un önceden söylediği sözle aynıdır. Ya onlarla Firavun’un aynı sözleri söylemeleri farkında olmadan tesadüf sonucu olmuştur yahut da Firavun, kendi açıkladığı bu sözlerini onlara telkin edip söylemelerini sağlamıştır. Onlar, Firavun’un söylediklerine ek olarak: “ve sizin en güzel olan yolunuzu” yani sihir yolunu “yok etmek istiyorlar” dediler. Mûsâ, sizin bu yolunuzu kıskandığından dolayı tuttuğunuz bu sihir yolunu ortadan kaldırmak ve size üstünlük sağlamak istiyor. Böylelikle bu yolla övünmek, meşhur olmak ve ününün yayılmasını sağlamak istiyor ki bu sayede sizin zamanınızı öğrenmeye harcadığınız bu ilimde ona başvurulsun. Yine sizin geçiminizi sağlamanıza ve buna bağlı olarak ileri gelen mevkilere çıkmanıza da engel olmak istiyor. Bu sözleriyle onlar, Mûsâ’yı yenik düşürmek uğrunda bütün gayretlerini ortaya koymak üzere birbirlerini teşvik etmişlerdi. Şöyle demişlerdi:
#
{64} وهذا حضٌّ من بعضهم على بعض على الاجتهاد في مغالبته، ولهذا قالوا: {فأجْمِعوا كيدَكم}؛ أي: أظهروه دفعةً واحدةً متظاهرين متساعدين فيه متناصرين متفقاً رأيُكم وكلمتُكم، {ثم ائْتوا صفًّا}: ليكونَ أمكنَ لعملكم وأهيبَ لكم في القلوب، ولئلاَّ يتركَ بعضُكم بعضَ مقدورِهِ من العمل، واعلموا أنَّ مَنْ أفلح اليوم ونجح وغلب غيره؛ فإنَّه المفلح الفائز؛ فهذا يومٌ له ما بعده من الأيام؛ فما أصلبهم في باطلهم وأشدَّهم فيه! حيث أتوا بكل سببٍ ووسيلةٍ وممكنٍ ومكيدةٍ يكيدون بها الحقَّ.
64. “O halde hilenizde ittifak edin” Yani bütün becerinizi bir defada birbirinize bu hususta destek vererek, birbirinize yardımcı olarak, söz birliği halinde, açıkça ve ittifakla ortaya koyun. Daha rahat çalışabilmeniz, kalplere daha çok heybet salmanız ve herkes yapabildiği her şeyi tümüyle ortaya koysun diye “tek saf halinde ilerleyin” ve şunu bilin ki bugün umduğunu elde edip başarıyı yakalayan ve diğer tarafı yenik düşüren kimse, istediğini elde eder, umduğuna kavuşur. Bu, oldukça önemli ve ileriki günleri belirleyici bir gündür. Görüldüğü gibi onlar batıllarına hayret edilecek derecede sapasağlam yapışmış ve bu hususta son derece kararlı idiler. Çünkü her türlü sebebe yapışmış, her türlü yolu, her türlü hile ve tuzağı hakka karşı ortaya koymuşlardı. Yüce Allah ise nurunu tamamlamak ve hakkı batıla galip getirmek istiyordu.
#
{65} ويأبى الله إلاَّ أن يُتِمَّ نورَه ويظهِرَ الحقَّ على الباطل، فلما تمَّتْ مكيدتُهم وانحصر قصدُهم ولم يبقَ إلاَّ العمل؛ {قالوا} لموسى: {إمَّا أن تلقي}: عصاك، {وإمَّا أن نكونَ أولَ من ألقى}: خيَّروه موهمين أنَّهم على جزم من ظهورهم عليه بأيِّ حالة كانت.
65. Sihirbazlar planlarını tamamladılar. Maksatlarını tespit ettiler ve artık geriye işi ortaya koymaktan başka bir şey kalmadı. “Dediler ki: “Ey Mûsâ, ya sen at yahut ilk atan biz olalım.” Bu sözleriyle durum ne olursa olsun kendilerinin mutlaka galip geleceklerini ima ederek onu muhayyer bıraktılar.
#
{66} فقال لهم موسى: {بلْ ألقوا}: فألْقَوْا حبالهم وعصيهم؛ {فإذا حبالُهم وعصيُّهم يُخَيَّلُ إليه}؛ أي: إلى موسى {من سحرِهم}: البليغ، {أنَّها تسعى}: [أنها حيات تسعى].
66. Mûsâ: “Haydi siz atın” dedi. Onlar da ellerindeki ipleri ve sopaları yere bıraktılar. “Birden onların ipleri ve asaları” aşırı derecedeki “sihirlerinden ötürü ona hızla hareket ediyorlarmış gibi” yani yılan şeklinde “göründü.”
#
{67} فلما خُيِّل إلى موسى ذلك؛ أوجس في نفسِهِ خيفةً كما هو مقتضى الطبيعة البشريَّة، وإلاَّ؛ فهو جازمٌ بوعد الله ونصره.
67. Mûsâ’ya böyle görününce o, Allah’ın vaadine ve yardımına kesin olarak inanmakla birlikte beşer tabiatının bir gereği olarak “içten içe bir korku duydu.”
#
{68} {قلنا له}: تثبيتاً وتطميناً: {لا تخفْ إنَّك أنت الأعلى}: عليهم؛ أي: ستعلو عليهم، وتقهرهم، ويذلُّوا لك، ويخضعوا.
68. Sebat vermek ve kalbini yatıştırmak üzere “dedik ki: Korkma, çünkü” onlara karşı “üstün gelecek olan sensin.” Yani onlara üstün gelecek, onları yenik düşüreceksin. Onlar, sana karşı zelil olacak ve itaatle boyun eğeceklerdir.
#
{69} {وألقِ ما في يمينِك}؛ أي: عصاك؛ {تَلْقَفْ ما صنعوا إنَّما صنعوا كيدُ ساحرٍ ولا يفلِحُ الساحر حيث أتى}؛ أي: كيدهم ومكرهم ليس بمثمرٍ لهم ولا ناجح؛ فإنَّه من كيد السحرة الذين يموِّهون على الناس ويُلَبِّسون الباطل ويخيِّلون أنهم على الحقِّ.
69. “Sağ elindekini” yani asanı “at da onların yaptıklarını yakalayıp yutsun. Onların yaptıkları ancak bir sihirbaz hilesidir. Sihirbaz ise nerede olsa iflah olmaz.” Yani onların hile ve tuzaklarının kendi menfaatlerine vereceği bir fayda yoktur, başarılı da olmayacaklardır. Çünkü bu yaptıkları, insanların gözlerini boyayan, batılı hakka karıştıran ve kendilerinin hak üzere oldukları vehmini veren sihirbazların bir hilesidir.
#
{70} فألقى موسى عصاه، فتلقَّفت ما صنعوا كلَّه وأكلتْه، والناسُ ينظُرون لذلك الصنيع، فعَلِمَ السحرةُ علماً يقيناً أنَّ هذا ليس بسحر، وأنَّه من الله، فبادروا للإيمان، {فأُلْقي السحرةُ} ساجدينَ، {قالوا آمنَّا بربِّ العالمين ربِّ موسى وهارون}، فوقع الحقُّ وظهر وسطع، وبطل السحر والمكر والكيدُ في ذلك المجمع العظيم، فصارتْ بيِّنة ورحمةً للمؤمنين وحجَّة على المعاندين.
70. Mûsâ da asasını yere attı. Asası onların yaptıkları her bir şeyi yakalayıp yuttu. Herkes de bu olanları kendi gözleriyle görüyordu. Böylelikle sihirbazlar kesin olarak bu işin sihir olmadığını, Allah’tan olduğunu bildiler, inandılar ve hemen iman ettiler. “Hârûn ile Mûsâ’nın Rabbi” olan âlemlerin Rabbine “iman ettik, dediler.” Böylelikle hak ortaya çıktı, üstün geldi ve bütün parlaklığıyla gözleri kamaştırdı. Bu büyük kalabalık karşısında, sihir, hile ve tuzaklar da çürüyüp gitti. Bu, mü’minler için apaçık bir delil ve rahmet, inatçılara karşı da kesin bir delil oldu.
#
{71} فقال فرعون للسحرة: {آمنتُم له قبلَ أن آذَنَ لكم}؛ أي: كيف أقدمتُم على الإيمان من دون مراجعة منِّي ولا إذن، استغرب ذلك منهم لأدبهم معه وذلِّهم وانقيادهم له في كلِّ أمر من أمورهم، وجعل هذا من ذاك، ثم استلجَّ فرعونُ في كفره وطغيانه بعد هذا البرهان، واستخفَّ بقوله قومَهُ، وأظهر لهم أنَّ هذه الغلبة من موسى للسحرة ليس لأنَّ الذي معه الحقُّ، بل لأنَّه تمالأ هو والسحرة ومكروا ودبَّروا أن يخرجوا فرعونَ وقومَه من بلادهم، فقبل قومُه هذا المكرَ منه، وظنُّوه صدقاً، {فاستخفَّ قومَه فأطاعوه إنَّهم كانوا قوماً فاسقين}؛ مع أنَّ هذه المقالة التي قالها لا تدخُلُ عقلَ من له أدنى مُسْكة من عقل ومعرفةٍ بالواقع؛ فإنَّ موسى أتى من مَدْيَنَ وحيداً، وحين أتى؛ لم يجتمع بأحدٍ من السحرة ولا غيرهم، بل بادَرَ إلى دعوة فرعون وقومه، وأراهم الآيات، فأراد فرعونُ أن يعارِضَ ما جاء به موسى، فسعى ما أمكنه، وأرسل في مدائنه من يجمعُ له كلَّ ساحر عليم، فجاؤوا إليه، ووعدهم الأجر والمنزلة عند الغلبة، وهم حرصوا غاية الحرص وكادوا أشدَّ الكيد على غلبتهم لموسى، وكان منهم ما كان؛ فهل يمكن أو يُتَصَوَّر مع هذا أن يكونوا دبَّروا هم وموسى واتَّفقوا على ما صدر؟! هذا من أمحل المحال. ثم توعَّد فرعونُ السحرة فقال: لأقَطِّعَنَّ {أيدِيَكم وأرجُلَكم من خلافٍ}: كما يفعل بالمحاربِ الساعي بالفساد؛ يَقْطَعُ يده اليمنى ورجله اليسرى. {ولأصَلِّبَنَّكُم في جذوع النخل}؛ أي: لأجل أن تشتهروا وتختزوا. {وَلَتَعْلَمُنَّ أيُّنا أشدُّ عذاباً وأبقى}؛ يعني: بزعمه هو وأمته وأنَّه أشدُّ عذاباً من الله وأبقى؛ قلباً للحقائق، وترهيباً لمن لا عقل له.
71. Bunun üzerine Firavun sihirbazlara: “Ben size izin vermeden ona iman mı ettiniz?” Yani siz bana danışmadan ve benim iznim olmadan nasıl iman etme cesaretini gösterdiniz? Firavun sihirbazların önceden kendisine karşı edepleri, onun önündeki zilletleri, her bir hususta onun emirlerine itaat etmeleri dolayısıyla onların bu şekilde izinsiz iman edişlerini garip karşıladı ve bunu diğer işler gibi değerlendirdi. Firavun, bu açık ve kesin delilden sonra küfür ve azgınlığında daha da ileri gitti, sözleriyle kavmini küçümsedi. Mûsâ’nın sihirbazlara bu şekilde galip gelmesinin haklı oluşundan kaynaklanmadığını, aksine Mûsâ ile sihirbazların kendi aralarında anlaşıp komplo kurduklarını, Firavun’u ve kavmini ülkelerinden çıkarma planı yaptıklarını iddia etti. Firavun’un kavmi de bu şeytani planı kabul ile karşıladı ve onun doğru söylediğini zannetti. “Kavmini böylece hafife aldı, onlar da ona itaat ettiler. Çünkü onlar, bir fasıklar topluluğu idi.” (ez-Zuhruf, 43/54) Firavun’un söylediği bu sözler, zerre kadar aklı ve vakıaya dair asgari bir bilgisi olan kimsenin aklının kabul edebileceği türden bir söz değildi. Çünkü Mûsâ, Medyen’den yalnız başına gelmişti. Oradan geldikten sonra da ne sihirbazlarla ne de başkalarıyla bir araya gelmedi. Aksine hemen Firavun’u ve kavmini imana davet ederek onlara ilâhi mucizeleri gösterdi. Firavun da Mûsâ aleyhisselam’ın getirdiklerine karşı koymak için bütün imkânlarını ortaya koydu ve şehirlerinde ne kadar bilgiç sihirbaz varsa hepsinin toplanmasını sağlayacak kimseler gönderdi. Sihirbazlar Firavun’un yanına geldiler. O da galip gelmeleri halinde onları mükâfatlandıracağını, onlara yüksek mevkiler vereceğini vaat etti. Onlar da galip gelmek için gayret gösterip, Mûsâ’yı yenmek maksadıyla hilelerini en ileri derecede ortaya koydular. Bütün bunlara rağmen sihirbazlarla Mûsâ’nın bir araya gelerek böyle bir plan kurdukları ve meydana gelen olaylar hakkında ittifaka vardıkları düşünülebilir mi? Bu imkansızın da imkansızı bir şeydir. aha sonra Firavun, sihirbazları tehdit ederek şunları söyledi: “Andolsun ki sizin el ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim.” Yeryüzünde fesat çıkartan yol kesicilere uygulandığı şekilde her birinin sağ eli ile sol ayağını keseceğini söyledi. Onları teşhir ve rezil etmek maksadıyla da “hurma kütüklerine asacağım. O zaman hangimizin azabının daha şiddetli ve daha kalıcı olduğunu bileceksiniz.” Bu sözleriyle Firavun, kendisinin ve beraberindekilerin işkencelerinin, Allah’ın azabından daha çetin ve daha kalıcı olduğunu kasdetmişti. O, bu sözleriyle hakikatleri tersyüz etmek ve akılsız kimseleri de korkutmak istemişti.
#
{72} ولهذا؛ لما عَرَفَ السحرةُ الحقَّ ورزقَهم الله من العقل ما يدرِكون به الحقائق؛ أجابوه بقولهم: {لَن نُؤْثِرَكَ على ما جاءَنا من البيِّناتِ} [أي لن نختارك وما وعدتنا به من الأجر والتقريب على ما أرانا اللَّه من الآيات البينات]: الدالاَّتِ على أنَّ الله هو الربُّ المعبود وحدَه، المعظَّم المبجَّل وحده، وأنَّ ما سواه باطلٌ، ونؤثِرَكَ على الذي فَطَرنا وخَلَقنا، هذا لا يكونُ. {فاقضِ ما أنت قاضٍ}: مما أوْعَدْتنا به من القطع والصلب والعذاب، {إنَّما تقضي هذه الحياةَ الدُّنيا}؛ أي: إنما توعدنا به غاية ما يكون في هذه الحياة الدُّنيا ينقضي ويزولُ ولا يضرُّنا؛ بخلافِ عذاب الله لمن استمرَّ على كفرِهِ؛ فإنَّه دائمٌ عظيمٌ. وهذا كأنَّه جوابٌ منهم لقوله: {وَلَتَعْلَمُنَّ أيُّنا أشدُّ عذاباً وأبقى}. وفي هذا الكلام من السَّحرة دليلٌ على أنَّه ينبغي للعاقل أن يوازنَ بين لَذَّات الدُّنيا ولذَّات الآخرة وبين عذاب الدُّنيا وعذاب الآخرة.
72. Sihirbazlar, hakkı görüp Allah’ın kendilerine ihsan ettiği akılları ile gerçekleri idrâk ettiklerinden, Firavun’a şu sözleriyle cevap verdiler: “Bize gelen apaçık delillere ve bizi yaratana karşı asla seni tercih etmeyiz.” Yani Yüce Allah’ın tek başına ma’bud, tek başına ta’zim olunması gereken, tek üstün ve yüce Rab olduğuna, O’nun dışındakilerin ise ulûhiyet ve rubûbiyetlerinin batıl olduğuna kat’i delil teşkil eden bunca belgeleri bir kenara bırakıp da seni ve bize vaat ettiğin makam ve mükafatı bizi yoktan var eden Yaratana asla tercih etmeyeceğiz. Böyle bir şey kesinlikle olmayacaktır. Bizi kendisiyle tehdit ettiğin el ve ayakların çaprazlama kesilmesi, asılmak ve benzeri işkenceler türünden her “ne hüküm vereceksen ver. Zira sen ancak bu dünya hayatında hükmedersin.” Senin bizi tehdit ettiğin şeyler en fazla bu dünya hayatında söz konusudur ve önünde sonunda biter, sona erer ve bize zarar vermez. Ancak küfrü üzere devam edip giden kimselere Allah’ın azabı böyle değildir. O, süreklidir ve pek büyüktür. Bu sözleriyle onlar, sanki Firavun’un: “O zaman hangimizin azabının daha şiddetli ve daha kalıcı olduğunu bileceksiniz” şeklindeki sözlerine cevap vermiş oluyorlardı. Sihirbazların söyledikleri bu sözler aklı başında olan bir kimsenin, dünya lezzetleriyle âhiretteki lezzetleri, dünya azabı ile âhiretteki azap arasında bir mukayese yapması gerektiğine delildir.
#
{73} {إنَّا آمنَّا بِرَبِّنا لِيَغْفِرَ لنا خَطايانا}؛ أي: كُفْرَنا ومعاصينا؛ فإنَّ الإيمان مكفِّر للسيئاتِ، والتوبة تجبُّ ما قبلها. وقولهم: {وما أكْرَهْتَنا عليه من السحر}: الذي عارَضْنا به الحقَّ. هذا دليلٌ على أنهم غير مختارين في عملهم المتقدِّم، وإنما [أكرههم] فرعونُ إكراهاً. والظاهر ـ والله أعلم ـ أنَّ موسى لما وعظهم ـ كما تقدَّم في قوله: {ويلَكُم لا تَفْتروا على اللهِ كَذِباً فَيُسْحِتَكُم بعذابٍ} أثَّر معهم ووقع منهم موقعاً كبيراً، ولهذا تنازعوا بعد هذا الكلام والموعظة. ثمَّ إنَّ فرعونَ ألزمهم ذلك وأكرهَهَم على المكرِ الذي أجْرَوْه، ولهذا تكلَّموا بكلامه السابق قبل إتيانهم؛ حيث قالوا: {إنْ هذانِ لَساحِرانِ يُريدانِ أن يخرِجاكم من أرضِكُم بسِحْرِهما}، فَجَرَوا على ما سنَّه لهم وأكرههم عليه. ولعلَّ هذه النكتة التي قامت بقلوبهم من كراهتهم لمعارضة الحقِّ بالباطل، وفعلهم ما فعلوا على وجه الإغماضِ هي التي أثَّرت معهم ورحمهم الله بسببها، ووفَّقهم للإيمان والتوبة. {والله خيرٌ}: مما أوعدتنا من الأجر والمنزلة والجاه، {وأبقى}: ثواباً وإحساناً، لا ما يقول فرعون: {ولَتَعْلَمُنَّ أيُّنا أشدُّ عذاباً وأبقى}؛ يريد أنه أشد عذاباً وأبقى. وجميع ما أتى من قَصَص موسى مع فرعون يَذْكُرُ الله فيه إذا أتى على قصة السحرة أن فرعون توعدهم بالقطع والصلب ولم يذكر أنَّه فعل ذلك، ولم يأتِ في ذلك حديثٌ صحيح، والجزم بوقوعه أو عدمِهِ يتوقَّف على الدليل. والله أعلم بذلك وغيره، [ولكن توعده إياهم بذلك مع اقتداره، دليل على وقوعه، ولأنه لو لم يقع لذكره اللَّه، ولاتفاق الناقلين على ذلك].
73. “Şüphesiz ki biz günahlarımızı ve senin bizi yapmaya zorladığın sihri bağışlasın diye Rabbimize iman ettik.” Günahlardan kasıtları, küfür ve işledikleri masiyetlerdir. Hiç şüphesiz iman, her türlü günaha keffârettir, tevbe de kendisinden öncekileri silip yok eder. Sihirbazların: Bizim kendisi ile hakka karşı çıktığımız “ve bizi yapmaya zorladığın sihri” ifadeleri, onların daha önce yaptıkları bu işlerini isteyerek yapmadıklarını, Firavun’un onları bir şekilde bunu yapmaya zorladığını göstermektedir. Doğrusunu en iyi Allah bilir ama göründüğü kadarıyla Mûsâ aleyhisselam, daha önce geçen: “Yazıklar olsun size! Yalan uydurup Allah’a iftira etmeyin. Sonra azap ile kökünüzü kazır.” (61. âyet) ifadeleriyle onlara öğüt vermesi, onları etkilemiş ve onlarda büyük çapta tesir bırakmıştı. Bundan dolayıdır ki bu söz ve öğütten sonra kendi aralarında tartışmışlardır. Daha sonra da Firavun, onları sihir yapmaya zorlamış ve ortaya koydukları bu hileleri yapmaya onları mecbur etmiştir. Bundan dolayıdır ki onlar, daha oraya gelmeden önce Firavun’un söylediği sözü aynen söylediler. Zira onlar: “Bu ikisi gerçekten sihirbazdır. Sihirleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak ve sizin en güzel olan yolunuzu yok etmek istiyorlar.” (63. âyet) demişlerdi. Böylelikle Firavun’un kendilerine çizmiş olduğu ve izlemeye zorladığı yolu takip etmişlerdi. Kalplerinde batıl ile hakka karşı çıkmaktan hoşlanmayıp yaptıklarını da bir süre batıla göz yummak suretiyle yapmış olmalarının onlara etki etmiş olması ve bu sebeple Allah’ın kendilerine rahmetini ihsan ederek iman ve tevbeye onları muvaffak kılmış olması ihtimali vardır. üphesiz Allah’ın nezdindekiler, senin bize vaat etmiş olduğun çeşitli mükâfatlardan, makam ve mevkilerden daha hayırlı olduğu gibi O’nun mükâfat ve ihsanları daha kalıcıdır. Yoksa Firavun’un söylediği “O zaman hangimizin azabının daha şiddetli ve daha kalıcı olduğunu bileceksiniz” sözlerinin ve kendi azabının daha ağır ve daha kalıcı olduğunun gerçekle bir ilgisi yoktur. Yüce Allah’ın Mûsâ’nın Firavun ile başından geçenlere dair naklettiği bütün kıssalarda bu sihirbazları söz konusu ettiğiğinde Firavun’un onların el ve ayaklarını kesip onları hurma kütüklerine asmakla tehdit ettiğini de zikretmekte ancak onun bu işi yaptığını söz konusu etmemektedir. Bu hususta sahih bir hadis de gelmemiştir. Bu tehdidini gerçekleştirdiğini ya da gerçekleştirmediğini kat’i bir kanaat olarak ortaya koymak için bir delile ihtiyaç vardır. O nedenle bunu da başka hususları da en iyi Allah bilir.
Ayet: 74 - 76 #
{إِنَّهُ مَنْ يَأْتِ رَبَّهُ مُجْرِمًا فَإِنَّ لَهُ جَهَنَّمَ لَا يَمُوتُ فِيهَا وَلَا يَحْيَى (74) وَمَنْ يَأْتِهِ مُؤْمِنًا قَدْ عَمِلَ الصَّالِحَاتِ فَأُولَئِكَ لَهُمُ الدَّرَجَاتُ الْعُلَى (75) جَنَّاتُ عَدْنٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا وَذَلِكَ جَزَاءُ مَنْ تَزَكَّى (76)}.
74- Her kim Rabbine günahkar (bir kafir) olarak varırsa onun için cehennem vardır. O orada ne ölür, ne de yaşar. 75- Kim de O’na salih ameller işlemiş bir mü’min olarak gelirse işte onlar için en yüksek dereceler vardır. 76- Altlarından ırmaklar akan Adn cennetleri (vardır ki) orada ebedi kalacaklardır. İşte arınan kimselerin mükâfatı budur.
#
{74} يخبر تعالى أنَّ مَن أتاه وقَدِم عليه مجرماً ـ أيْ: وصفه الجرم من كل وجهٍ، وذلك يستلزم الكفر ـ واستمرَّ على ذلك حتى مات؛ فإنَّ له نار جهنم الشديد نَكالها، العظيمة أغلالها، البعيد قعرها، الأليم حرها وقرها، التي فيها من العقاب ما يُذيب الأكباد والقلوب، ومن شدَّة ذلك أنَّ المعذَّب فيها لا يموت ولا يحيا، لا يموت فيستريح ولا يحيا حياة يتلذَّذ بها، وإنَّما حياته محشوَّة بعذاب القلب والروح والبدن، الذي لا يُقَدَّر قَدْرُه ولا يُفَتَّر عنه ساعة؛ يستغيثُ فلا يُغاث، ويدعو فلا يُستجاب له؛ نعم؛ إذا استغاث؛ أُغيث بماء كالمهل يشوي الوجوه، وإذا دعا؛ أجيب: بأخسؤوا فيها، ولا تكلمون.
74. Yüce Allah, huzuruna günahkar olan -ki burada günahkar, her açıdan günaha batmış olan demektir ki bu da küfrü ifade eder- ve ölünceye kadar da bu halini sürdürüp de o halde Allah'a gelen kimse için cehennem ateşi olduğunu haber vermektedir. O cehennem ki ibretli cezası çok şiddetlidir, çetindir. Zincirleri büyüktür, derinliği çok fazladır. Soğuğu da sıcağı da can yakıcıdır. Onda bulunan ceza ciğerleri ve kalpleri eritir. Orada azap gören bir kimsenin ölmemesi de yaşamaması da bu azabın şiddetli oluşunun bir göstergesidir. Orada azap gören ölmez ki bu azaptan kurtulsun. Ama zevk alacağı bir hayat da sürmez. Onun sürdüğü hayatta kalp, ruh ve beden, miktarı hiç kimse tarafından tespit edilemeyecek büyük azaplar çeker. Bu azap bir an dahi hafifletilmez. Orada azap gören bir kimse yardım isteyecek ama kimse yardımına koşmayacak, dua edecek ama duası kabul olunmayacaktır. Evet, o yardım isteyecek olursa, yüzü yakan ve erimiş maden tortusunu andıran bir su ile yardımına koşulacak, dua edecek olursa da ona: “Yıkılın içerisine, bana da söz söylemeyin.” (el-Mü’minûn, 23/108) diye cevap verilecektir.
#
{75 ـ 76} ومن يأت ربَّه مؤمناً به، مصدقاً لرسله، متَّبعاً لكتبه، قد عمل الصالحات الواجبة والمستحبَّة؛ {فأولئك لهم الدرجات العلى}؛ أي: المنازل العاليات في الغرف المزخرفات، واللَّذَّات المتواصلات، والأنهار السارحات، والخلود الدائم، والسرور العظيم، فيما لا عين رأت، ولا أذن سمعت، ولا خطر على قلب بشر. و {ذلك}: الثواب {جزاء من تزكَّى}؛ أي: تطَهَّر من الشرك والكفر والفسوق والعصيان: إما أنْ لا يفعَلَها بالكلِّية، أو يتوب مما فعله منها، وزكَّى أيضاً نفسه، ونمَّاها بالإيمان والعمل الصالح؛ فإنَّ للتزكية معنيين: التنقية، وإزالة الخبث، والزيادة بحصول الخير، وسمِّيت الزكاة زكاة لهذين الأمرين.
75-76. Kim de Rabbinin huzuruna O’na iman etmiş, peygamberlerini tasdik etmiş, kitaplarına uymuş, farz ve müstehab türünden “salih amelde bulunmuş bir mümin olarak gelirse onlar için en yüksek dereceler vardır.” O yüksek konaklarda, süslenmiş köşklerde, kesintisiz lezzelter içerisinde, akıp duran ırmaklar arasında ebedi bir hayat sürecektir. Sevinci pek büyük olacak, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın hatırından dahi geçirmediği nimetler elde edecektir. “İşte” şirkten, küfürden, fasıklıktan, isyandan temizlenip “arınan kimselerin mükâfatı budur.” Bu ise ya bu tür günahları hiç işlemeyen yahut da bunlardan yaptıklarından tevbe eden ve nefsini arındırıp iman ve salih amel ile bu tevbesini daha da güzelleştiren kimseler içindir. Çünkü arınmanın (tezkiyenin) iki anlamı vardır: Birisi temizlemek ve kirleri yok etmek, diğeri ise hayrı arttırmak demektir. İşte “zekât”a da bu iki özellik dolayısıyla bu isim verilmiştir.
Ayet: 77 - 79 #
{وَلَقَدْ أَوْحَيْنَا إِلَى مُوسَى أَنْ أَسْرِ بِعِبَادِي فَاضْرِبْ لَهُمْ طَرِيقًا فِي الْبَحْرِ يَبَسًا لَا تَخَافُ دَرَكًا وَلَا تَخْشَى (77) فَأَتْبَعَهُمْ فِرْعَوْنُ بِجُنُودِهِ فَغَشِيَهُمْ مِنَ الْيَمِّ مَا غَشِيَهُمْ (78) وَأَضَلَّ فِرْعَوْنُ قَوْمَهُ وَمَا هَدَى (79)}.
77- Andolsun ki biz Mûsâ’ya şunu vahyettik: “Kullarımı geceleyin yola çıkar ve onlar için denizde kupkuru bir yol aç. (Firavun tarafından) yetişilmekten yana korkun ve (boğulmaktan yana) endişen olmasın.” 78- Firavun da askerleriyle onların ardından gitti de onları denizin (kuşatıcı dalgaları) kapladı. 79- Firavun kavmini saptırdı, doğru yola götürmedi.
#
{77 ـ 79} لما ظهر موسى بالبراهين على فرعون وقومه؛ مكث في مصر يدعوهم إلى الإسلام ويسعى في تخليص بني إسرائيل من فرعون وعذابِهِ، وفرعونُ في عتوٍّ ونفور، وأمره شديدٌ على بني إسرائيل، ويريه الله من الآيات والعبر ما قصَّه الله علينا في القرآن، وبنو إسرائيل لا يقدِرون أن يُظْهِروا إيمانَهم ويعلِنوه، قد اتَّخذوا بيوتهم مساجدَ، وصبروا على فرعون وأذاه، فأراد الله تعالى أن ينجِّيهم من عدوِّهم ويمكِّن لهم في الأرض؛ ليعبدوه جَهْراً ويُقيموا أمره، فأوحى إلى نبيِّه موسى أن يواعِدَ بني إسرائيل سرًّا ويسيروا أولَ الليل ليتمادوا في الأرض، وأخبره أنَّ فرعون وقومه سَيَتَّبعونه، فخرجوا أولَ الليل، جميعُ بني إسرائيل [هم] ونساؤُهم وذرِّيَّتُهم، فلما أصبح أهل مصر، وإذا هم ليس فيهم منهم داعٍ ولا مجيبٌ، فَحَنَقَ عليهم عدوُّهم فرعون، وأرسل في المدائن من يَجْمَعُ له الناس ويحضُّهم على الخروج في أثر بني إسرائيل، [ليوقع بهم وينفذ غيظه، واللَّه غالب على أمره، فتكاملت جنود فرعون فسار بهم يتبع بني إسرائيل] فاتَّبَعوهم مشرِقين، فلما تراءى الجمعانِ؛ قال أصحابُ موسى: إنَّا لَمدركون، وقلقوا، وخافوا: البحر أمامهم. وفرعون من ورائهم؛ قد امتلأ عليهم غيظاً وحنقاً، وموسى مطمئنُّ القلب ساكنُ البال، قد وَثِقَ بوعد ربِّه فقال: {كلاَّ إنَّ معي ربي سيهدينِ}؛ فأوحى الله إليه أن يَضْرِبَ البحر بعصاه، فضربه، فانفرق اثني عشر طريقاً، وصار الماء كالجبال العالية عن يمين الطرق ويسارها، وأيبس الله طُرُقهم التي انفرق عنها الماء، وأمرهم الله أن لا يخافوا من إدراكِ فرعونَ ولا يَخْشَوا من الغرق في البحر، فسلكوا في تلك الطرق، فجاء فرعونُ وجنودُه، فسلكوا وراءهم، حتَّى تكامل قوم موسى خارجين وقوم فرعون داخلين؛ أمر الله البحر، فالتطم عليهم، وغَشِيَهم من اليمِّ ما غَشِيَهم، وغرقوا كلُّهم، ولم ينجُ منهم أحدٌ، وبنو إسرائيل ينظُرون إلى عدوِّهم، قد أقرَّ الله أعيُنَهم بهلاكِهِ ، وهذا عاقبة الكفر والضلال وعدم الاهتداء بهدي الله، ولهذا قال تعالى: {وأضلَّ فرعونُ قومَه}: بما زيَّن لهم من الكفر، وتهجين ما أتى به موسى، واستخفافِهِ إيَّاهم، وما هداهم في وقت من الأوقات، فأوردهم موارد الغيِّ والضَّلال، ثم أوردهم مورد العذاب والنَّكال.
77-78. Mûsâ aleyhisselam açık mucizelerle Firavun ve kavmine galip gelince Mısır’da kalıp onları İslâm’a davet etmeye, İsrailoğullarını da Firavun’dan ve onun işkencelerinden kurtarmak için çalışmaya koyuldu. Firavun ise azgınlık ve nefretini, İsrailoğullarına uyguladığı ağır baskısını sürdürüyordu. Yüce Allah, bize Kur’an-ı Kerim’de anlatmış olduğu şekliyle ona pek çok mucizler ve ibretli şeyler gösterip durdu. İsrailoğulları imanlarını açığa vurmak ve onu ilan etmek imkanına sahip olmadıklarından evlerini mescid edinmiş, Firavun’a ve onun eziyetlerine katlanmak zorunda kalmışlardı. Yüce Allah da onları düşmanlarından kurtarmak, kendisine açıkça ibadet etsinler ve emirlerini uygulasınlar diye onlara yeryüzünde iktidar vermek istedi. Bu sebepten Yüce Allah peygamberi Mûsâ’ya gizlice İsrailoğulları ile sözleşmesini, yol almaları için de gecenin başlangıcından itibaren yola koyulmalarını vahiy ile bildirdi, Firavun’un ve kavminin de kendilerini takip edeceğini haber verdi. Gecenin ilk vakitlerinde bütün İsrailoğulları, kadınları ve çocukları ile yola koyuldular. Mısır ahalisi sabahı ettiklerinde onlardan hiç kimsenin olmadığını, kimseden ses-seda çıkmadığını gördüler. Düşmanları Firavun, bundan dolayı onlara karşı çok öfkelendi. Şehirlere insanları toplayacak ve İsrailoğullarının arkasından onları takibe teşvik edecek kimseler gönderdi. Ki onları yakalayıp cezalandırsiın ve öfkesini dindirsin. Ama Allah, emrini mutlaka uygular. Derken Firavun ordusunu toplayıp sabah vakti İsrailoğullarının peşine düştüler. “İki topluluk birbirini görünce Mûsâ’nın arkadaşları: İşte şimdi kıstırıldık, dediler.” (eş-Şuarâ, 26/61) Korkuya kapıldılar, huzursuzlandılar. Önlerinde deniz, arkalarında kin ve öfkeyle dolup taşmış Firavun vardı. Mûsâ aleyhisselam ise kalbi rahat ve huzur dolu idi. Rabbinin kendisine verdiği söze tam bir güven içerisinde: “Asla, muhakkak Rabbim benimledir, bana yol gösterecektir.” (eş-Şuarâ, 26/62) dedi. Yüce Allah da ona asası ile denize vurmasını emretti. Denizde on iki ayrı yol meydana geldi. Su ise yolların sağ ve sol yanlarında yüksek dağlar gibi oldu. Yüce Allah, suyun ortasında onlara kupkuru yollar açtı. Firavun’un kendilerine yetişmesinden korkmamalarını, suda boğulmaktan da çekinmemelerini emretti. Onlar da bu yolları takip ettiler. Derken Firavun ve askerleri gelip arkalarından o yollara girdiler. Mûsâ’nın kavmi tamamıyla dışarı çıktığında, Firavun ve kavmi de tamamıyla denizin ortasına geldiklerinde Yüce Allah, denize onların üzerine kapanmasını emretti ve denizin dalgaları onları kapladı. Hepsi de suda boğuldular, onlardan bir kişi dahi kurtulamadı. İsrailoğulları ise düşmanlarının bu halini gözleriyle seyrediyordu. Yüce Allah, düşmanlarını helâk etmek suretiyle onları mutlu kılmıştı. 79. İşte küfrün ve sapıklığın âkıbeti, Allah’ın hidâyetiyle doğru yolu bulmamanın sonu budur. Bundan dolayı Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: “Firavun” kavmine küfrü süslü göstermesi, Mûsâ’nın getirdiklerini ise çirkin göstermesi ve kavmini hafife alması dolayısıyla “saptırdı” ve hiçbir zaman onlara “doğru yolu göstermedi.” Onları önce helâk oluşun ve sapıklığın yollarına, sonra da ilâhi azap ve intikamın yollarına soktu.
Ayet: 80 - 82 #
{يَابَنِي إِسْرَائِيلَ قَدْ أَنْجَيْنَاكُمْ مِنْ عَدُوِّكُمْ وَوَاعَدْنَاكُمْ جَانِبَ الطُّورِ الْأَيْمَنَ وَنَزَّلْنَا عَلَيْكُمُ الْمَنَّ وَالسَّلْوَى (80) كُلُوا مِنْ طَيِّبَاتِ مَا رَزَقْنَاكُمْ وَلَا تَطْغَوْا فِيهِ فَيَحِلَّ عَلَيْكُمْ غَضَبِي وَمَنْ يَحْلِلْ عَلَيْهِ غَضَبِي فَقَدْ هَوَى (81) وَإِنِّي لَغَفَّارٌ لِمَنْ تَابَ وَآمَنَ وَعَمِلَ صَالِحًا ثُمَّ اهْتَدَى (82)}.
80- Ey İsrailoğulları! Sizi düşmanınızdan kurtardık ve sizinle Tûr’un sağ yanında sözleştik. Size bıldırcın ve kudret helvası indirdik. 81- Size verdiğimiz hoş ve temiz rızıklardan yiyin ve bu hususta haddi aşmayın, sonra üzerinize gazabım iner. Her kimin üzerine de gazabım inerse o, helake (ve cehenneme) yuvarlanır. 82- Şüphesiz ben, tevbe eden, iman eden ve salih amel işleyip sonra da hidâyet üzere olanlara karşı çok bağışlayıcıyım.
#
{80 ـ 81} يذكِّر تعالى بني إسرائيل منَّته العظيمة عليهم بإهلاك عدوِّهم، ومواعدته لموسى عليه السلام بجانب الطُّور الأيمن؛ لينزل عليه الكتاب الذي فيه الأحكام الجليلة والأخبار الجميلة، فتتمَّ عليهم النعمة الدينيَّة بعد النعمة الدنيويَّة، ويذكِّر منَّته أيضاً عليهم في التيه بإنزال المنِّ والسلوى والرزق الرَّغَد الهني، الذي يحصُلُ لهم بلا مشقَّة، وأنه قال لهم: {كُلوا من طيِّبات ما رَزَقْناكم}؛ أي: واشكروه على ما أسدى إليكم من النعم. {ولا تَطْغَوْا فيه}؛ أي: في رزقه فتستعملونه في معاصيه وتبطرون النعمة فإنكم إن فعلتم ذلك حلَّ عليكم غضبي؛ أي: غضبتُ عليكم ثم عذَّبتكم. {ومَن يَحْلُلْ عليه غضبي فقد هوى}؛ أي: ردي وهلك وخاب وخسر؛ لأنه عَدِمَ الرِّضا والإحسان، وحلَّ عليه الغضب والخسران.
80. Yüce Allah, İsrailoğullarına düşmanlarını helâk ettiğini, Mûsâ aleyhisselam’a içinde çok üstün hükümlerin ve pek güzel haberlerin bulunduğu o ilâhi kitabı indirmek için onunla Tûr’un sağ yanında sözleşmiş olduğunu hatırlatmaktadır. Bu suretle dünyevi nimetini onlara tamamladıktan sonra bir de dini nimetini tamamlamış oldu. Yüce Allah, onlara Tîh’de bulundukları sırada üzerlerine bıldırcın ve kudret helvası indirdiğini, herhangi bir zorluk ve sıkıntıyla karşılaşmaksızın afiyetle, rahat ve huzur içerisinde onlara rızık verme lütfunda bulunduğunu da hatırlatmaktadır. 81. Ayrıca onlara: “Size verdiğimiz hoş ve temiz rızıklardan yiyin” dediğini de hatırlatmaktadır. Yani siz O’na size ihsan etmiş olduğu nimetlere karşılık şükredin “ve bu hususta” yani O’nun size ihsan ettiği rızık hususunda o rızkı O’na isyan olacak hususlarda kullanmak ve nimetine karşı da nankörlük etmek suretiyle “haddi aşmayın.” Böyle yapmayın ki “sonra üzerinize gazabım iner.” Yani size gazap, sonra da azap ederim. “Her kimin üzerine de gazabım inerse o, helake (ve cehenneme) yuvarlanır.” Helak olur, hüsrana uğrar. Çünkü o, Allah’ın rıza ve ihsanında mahrum kalmış, gazap ve hüsrana uğramıştır.
#
{82} ومع هذا؛ فالتوبة معروضةٌ، ولو عمل العبد ما عمل من المعاصي، ولهذا قال: {وإنِّي لغفارٌ}؛ أي: كثير المغفرة والرحمة، {لمن تابَ}: من الكفر والبدعة والفسوق، و {آمن}: بالله وملائكته وكتبِهِ ورسلِهِ واليوم الآخر، {وعمل صالحاً}: من أعمال القلب والبدن وأقوال اللسان، {ثمَّ اهتدى}؛ أي: سلك الصراط المستقيم، وتابع الرسول الكريم، واقتدى بالدِّين القويم؛ فهذا يغفر الله أوزاره، ويعفو عما تقدَّم من ذنبه وإصراره؛ لأنَّه أتى بالسبب الأكبر للمغفرة والرحمة، بل الأسباب كلُّها منحصرةٌ في هذه الأشياء؛ فإنَّ التوبة تجبُّ ما قبلها، والإيمان والإسلام يهدم ما قبله، والعمل الصالحُ الذي هو الحسناتُ يُذْهِبُ السيئاتِ، وسلوكُ طرق الهداية، بجميع أنواعها، من تعلُّم علم وتدبُّر آية أو حديث، حتى يتبيَّن له معنى من المعاني يهتدي به، ودعوة إلى دين الحقِّ وردِّ بدعة أو كفر أو ضلالة وجهاد وهجرةٍ وغير ذلك، من جزئيَّات الهداية كلها مكفِّرات للذنوب محصِّلات لغاية المطلوب.
82. Bununla birlikte kul ne kadar günah işlerse işlesin tevbe kapısı açıktır. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz Ben” küfürden, bidatlerden ve fasıklıktan “tevbe eden” Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve âhiret gününe “iman eden ve” kalp ve beden amelleri ile dilin sözleri türünden “salih amel işleyip sonra da hidâyet üzere olanlara” yani dosdoğru yolu izleyip şerefli Rasûle uyan ve dosdoğru dinden ayrılmayan kimselere “karşı çok bağışlayıcıyım.” İşte böylesinin Allah, günahlarını bağışlar, daha önceki günahlarını ve günahlar üzerindeki ısrarını affeder. Çünkü o ,ilâhi mağfiret ve rahmete nail olmanın en büyük sebebini yerine getirmiştir. Hatta nağfiret ve rahmetin bütün sebepleri sadece bunlardan ibarettir. Çünkü tevbe, kendisinden önceki günahları sildiği gibi iman ve İslâm da kendisinden öncekileri yok eder. İyiliklerin kendisi olan amel-i salih de kötülükleri giderir. İlim tahsil etmek, bir hususu açıklığa kavuşturuncaya kadar bir âyet yahut bir hadis üzerinde düşünmek, hak dine davet etmek, bir bidati, küfrü yahut sapıklığı reddetmek, cihad ve hicret etmek vb. gibi hidâyetin alt kolları ve türleri ile hidâyet üzere olmak da hem günahlara kefarettir hem de istenen en nihai maksadı gerçekleştirme özelliğine sahiptir.
Ayet: 83 - 86 #
{وَمَا أَعْجَلَكَ عَنْ قَوْمِكَ يَامُوسَى (83) قَالَ هُمْ أُولَاءِ عَلَى أَثَرِي وَعَجِلْتُ إِلَيْكَ رَبِّ لِتَرْضَى (84) قَالَ فَإِنَّا قَدْ فَتَنَّا قَوْمَكَ مِنْ بَعْدِكَ وَأَضَلَّهُمُ السَّامِرِيُّ (85) فَرَجَعَ مُوسَى إِلَى قَوْمِهِ غَضْبَانَ أَسِفًا قَالَ يَاقَوْمِ أَلَمْ يَعِدْكُمْ رَبُّكُمْ وَعْدًا حَسَنًا أَفَطَالَ عَلَيْكُمُ الْعَهْدُ أَمْ أَرَدْتُمْ أَنْ يَحِلَّ عَلَيْكُمْ غَضَبٌ مِنْ رَبِّكُمْ فَأَخْلَفْتُمْ مَوْعِدِي (86)}.
83- “Kavmini bırakıp (Tur’a erken gelmek için) seni aceleye iten nedir, ey Mûsâ?” 84- Dedi ki: “Onlar, benim izimdedirler. Ben, Sen razı olasın diye Rabbim, huzuruna gelmek için acele ettim.” 85- Buyurdu ki: “Senin ardından biz kavmini sınadık ve Sâmiri onları saptırdı.” 86- Mûsâ, kızgın ve kederli bir şekilde kavmine döndü. Dedi ki: “Ey kavmim! Rabbiniz size güzel bir vaate bulunmadı mı? Aradan geçen süre size uzun mu geldi yoksa üzerinize Rabbinizden bir gazabın inmesini mi istediniz de o nedenle bana olan sözünüzden caydınız?”
#
{83} كان الله تعالى قد واعَدَ موسى أن يأتِيَهُ لِيُنْزِلَ عليه التوراة ثلاثين ليلةً، فأتمَّها بعشرٍ، فلما تمَّ الميقات؛ بادر موسى عليه السلام إلى الحضور للموعد شوقاً لربِّه وحرصاً على موعوده، فقال الله له: {وما أعْجَلَكَ عن قومك يا موسى}؛ أي: ما الذي قدَّمك عليهم؟ ولِمَ لمْ تصبِرْ حتى تَقْدِمَ أنت وهم؟
83. Yüce Allah, Mûsâ aleyhisselam ile ona Tevrat’ı indirmek üzere huzuruna gelmesi için otuz gün süreliğine sözleşmişti. Sonra buna on gün daha katarak kırka tamamladı. Vakit gelince Mûsâ aleyhisselam Rabbine duyduğu şevki ve vaadine duyduğu arzusu dolayısıyla o sözleşilen vakitte hazır olmak üzere elini çabuk tutup erkenden gitti. Bunun üzerine Allah ona: “Kavmini bırakıp (Tur’a erken gelmek için) seni aceleye iten nedir, ey Mûsâ?” diye sordu. Yani neden onlardan önce geldin, ne diye kavminle beraber gelmek için sabretmedin?
#
{84} {قال هم أولاءِ على أثَري}؛ أي: قريباً مني، وسيصلون في أثَري، والذي عَجَّلَني إليك يا ربِّ الطلبُ لقربك والمسارعة في رضاك والشوق إليك.
84. Mûsâ da şöyle dedi: “Onlar, benim izimdedirler.” Benden pek uzak değildirler. Hemen benim arkamdan buraya ulaşacaklar. Benim senin huzuruna çabuk gelmeme sebepse ey Rabbim, sana yakın olma arzum, seni razı edecek hususlarda elimi çabuk tutma isteğim ve sana olan şevkimdir.
#
{85} فقال الله له: {فإنَّا قد فَتَنَّا قومَكَ من بعدِكَ}؛ أي: بعبادتهم للعجل ابتليناهم واختبرناهم فلم يصبِروا، وحين وصلتْ إليهم المحنة كفروا، {وأضلَّهم السامرِيُّ}: فأخرج لهم عجلاً جسداً وصاغَهُ فصار له خُوارٌ، وقال لهم: هذا إلهكم وإله موسى، فنسِيَه موسى، فافتتن به بنو إسرائيل، فعبدوه، ونهاهم هارونُ، فلم ينتهوا.
85. Yüce Allah ona: “Senin ardından biz kavmini sınadık.” Buzağıya tapmakla imtihan ettik. Onlar sabretmediler ve imtihanla karşı karşıya kaldıkları vakit küfre saptılar. “ve Samiri onları saptırdı.” Onlara böğüren bir buzağı heykeli yaptı ve dedi ki: İşte sizin de Musa’nın da ilahı budur, ancak Musa onu unuttu. İsrail oğulları da bu fitneye kapılıp ona taptılar. Harun onları engellemeye çalıştı ama onu dinlemediler.
#
{86} فلما رجع موسى إلى قومِهِ وهو غضبان أسف؛ أي: ممتلئ غيظاً وحنقاً وغمًّا؛ قال لهم موبِّخاً ومقبحاً لفعلهم: {يا قوم ألمْ يَعِدْكُم ربُّكم وعداً حسناً}: وذلك بإنزال التوراة. {أفطالَ عليكُمُ العهدُ}؛ أي: المدة فتطاولتم غيبتي وهي مدة قصيرة؟! هذا قول كثيرٍ من المفسرين، ويُحتمل أنَّ معناه: أفطال عليكُم عهد النبوَّة والرِّسالة، فلم يكن لكم بالنبوَّة علمٌ ولا أثرٌ، واندرستْ آثارُها، فلم تقِفوا منها على خبرٍ، فانمحت آثارُها لبعد العهد بها، فعبدتُم غير الله لغلبة الجهل وعدم العلم بآثار الرسالة؟! أي: ليس الأمر كذلك، بل النبوَّة بين أظهركم، والعلم قائمٌ، والعذر غيرُ مقبول. {أم أردتُم}: بفعلكم {أن يَحِلَّ عليكم غضبٌ من ربِّكم}؛ أي: فتعرَّضتم لأسبابه واقتحمتم موجب عذابه، وهذا هو الواقع. {فأخلفتُم موعدي}: حين أمرتكم بالاستقامة ووصيت بكم هارون فلم ترقُبوا غائباً ولم تحترموا حاضراً.
86. “Mûsâ kızgın ve kederli bir şekilde” yani öfke, gam ve kederle dolu olarak “kavmine” geri “döndü” onları azarlayarak ve yaptıkları işin çirkinliğini ifade ederek “dedi ki: Ey kavmim, Rabbiniz size güzel bir vaatte bulunmadı mı?” Bu, Tervat’ı indirme vaadidir. “Aradan geçen süre size uzun mu geldi?” Yani benim aranızdan ayrılışım kısa bir süre olmakla birlikte siz bu süreyi uzun mu buldunuz? Müfessirlerin çoğunun açıklaması bu şekildedir. Anlamının şöyle olma ihtimali de vardır: Yoksa nübüvvet ve risalet üzerinden çok zaman geçti de bu konuda sizin hiçbir bilginiz mi kalmadı? Aradan geçen uzun zaman dolayısıyla o nübüvvet ve risaletin bütün izleri büsbütün silinip gitti de elinizde hiçbir şey kalmadı mı? Cehaletin baskın gelmesi ve risaletin bilgisinin ortadan kalkması dolayısıyla mı Allah’tan başkasına ibadet ettiniz? Yani durum hiç de öyle değildir. Aksine aranızda peygamberlik işte dimdik ayaktadır, ilim de ortadadır. İleri sürebileceğiniz hiçbir mazeret kabul edilemez. Yoksa sizler, bu yaptıklarınızla “üzerinize Rabbinizden bir gazabın inmesini mi istediniz” Yani Allah’ın gazabını ve azabını gerektiren işleri yaptınız ve bunları işleme cesaretini gösterdiniz. Ben size dosdoğru olmanızı emredip size başınızda kalmak üzere Hârûn’u tayin ettiğim halde “bana olan sözünüzden caymadınız.” Böylelikle siz, yanınızda bulunmayan bir kimsenin hukukuna riâyet etmediğiniz gibi yanınızda bulunan kimseye de saygı göstermediniz.
Ayet: 87 - 89 #
{قَالُوا مَا أَخْلَفْنَا مَوْعِدَكَ بِمَلْكِنَا وَلَكِنَّا حُمِّلْنَا أَوْزَارًا مِنْ زِينَةِ الْقَوْمِ فَقَذَفْنَاهَا فَكَذَلِكَ أَلْقَى السَّامِرِيُّ (87) فَأَخْرَجَ لَهُمْ عِجْلًا جَسَدًا لَهُ خُوَارٌ فَقَالُوا هَذَا إِلَهُكُمْ وَإِلَهُ مُوسَى فَنَسِيَ (88) أَفَلَا يَرَوْنَ أَلَّا يَرْجِعُ إِلَيْهِمْ قَوْلًا وَلَا يَمْلِكُ لَهُمْ ضَرًّا وَلَا نَفْعًا (89)}.
87- Dediler ki: “Biz sana verdiğimiz sözden kendiliğimizden caymadık. Fakat biz, o (kıpti) kavmin zinet eşyasından birtakım ağırlıklar yüklenmiştik de onları (ateşe) attık. Aynı şekilde Sâmirî de attı.” 88- Derken Samiri, onlara böğüren bir buzağı heykeli yaptı. Dediler ki: “Bu, hem sizin ilâhınızdır, hem de Mûsâ’nın ilâhıdır. Ama o unuttu.” 89- Onun hiçbir sözlerine karşılık veremediğini, onlara gelecek bir zararı önleyemediği gibi bir fayda da sağlayamadığını görmüyorlar mıydı?
#
{87 ـ 88} أي: قالوا له: ما فعلنا الذي فعلنا عن تعمُّدٍ منَّا وملكٍ منَّا لأنفسنا، ولكن السبب الداعي لذلك أنَّنا تأثَّمنا من زينة القوم التي عندنا، وكانوا فيما يَذْكُرون استعاروا حُلِيًّا كثيراً من القبط، فخرجوا وهو معهم، وألقوه وجمعوه حين ذهب موسى ليراجعوه فيه إذا رجع، وكان السامريُّ قد بصر يومَ الغرق بأثر الرسول، فسوَّلت له نفسُه أن يأخُذَ قبضةً من أثرِهِ، وأنَّه إذا ألقاها على شيءٍ حَيِيَ فتنة وامتحاناً، فألقاها على ذلك العجل الذي صاغه بصورة عجل، فتحرَّك العجلُ وصار له خُوارٌ وصوتٌ، وقالوا: إنَّ موسى ذهب يطلُبُ ربَّه، وهو هاهنا، فنسِيَه.
87-88. Yani onlar, Mûsâ’ya şöyle demişlerdi: Biz bu işi kasten ve kendi tercihimizle yapmadık. Bu işi yapmamıza iten sebep şudur: Biz o kıpti kavmin, bizde ödünç bulunan zinet eşyasından dolayı günah işlemiş olacağımızdan çekindik. Zira nakledildiğine göre İsrailoğulları kıptilerden çok miktarda ödünç zinet eşyası almışlardı. Mısır’dan çıktıklarında bu süs eşyaları beraberlerinde idi. Mûsâ, yanlarından ayrıldığında bu zinet eşyalarını -geri döndüğünde bu hususta görüşünü almak üzere- bir araya getirip toplamışlardı. Sâmirî, Firavun ve kavminin suda boğuldukları gün -ileride geleceği üzere- Rasûlün/Cebrail’in atının ayak izini görmüştü. Nefsi ona onun izinden bir avuç almaya teşvik etti. Bu aldığı bir avuç toprağı bir şeyin üzerine bıraktı mı canlanıveriyordu. Bu, onun için bir imtihan idi. İşte Sâmirî bu sayede “onlara böğüren bir buzağı heykeli yaptı.” Sâmirî ve ona uyanlar diğerlerine dediler ki: “Musa, Rabbini aramaya gitti; halbuki onun Rabbi işte buradadır. Ama o, onu unuttu.”
#
{89} وهذا من بلادتهم وسخافة عقولهم؛ حيث رأوا هذا الغريب الذي صار له خُوارٌ بعد أن كان جماداً، فظنُّوه إله الأرض والسماوات، أفلا يَرَوْنَ أنَّ العجل لا {يرجِعُ إليهم قولاً}؛ أي: لا يتكلَّم ويراجعهم ويراجعونه، {ولا يملكُ لهم ضرًّا ولا نفعاً}؛ فالعادم للكمال والكلام والفعال لا يستحقُّ أن يُعْبَدَ، وهو أنقصُ من عابديه؛ فإنَّهم يتكلَّمون ويقدِرون على بعض الأشياء من النفع والدفع بإقدارِ الله لهم.
89. Bu sözleri ise anlayışsızlıklarından ve kıt akıllılıklarından kaynaklanmaktadır. Çünkü onlar daha önce cansız bir varlık iken böğürüveren bu garip buzağıyı gördüklerinde onu yerin ve göklerin ilâhı zannediverdiler. “Onun” buzağının “hiçbir sözlerine karşılık veremediğini” konuşamadığını, onlara tek bir söz söylemediği gibi onların da ona söylediklerini anlayamadığını ve “onlara gelecek bir zararı önleyemediği gibi bir fayda da sağlayamadığını görmüyorlar mıydı?” Çünkü ibadet, kemale ve kemal derecesinde kelam ve fiillere sahip olana yapılır. Halbuki o buzağı, kendisine ibadet edenlerden bile daha aşağı bir durumda idi. Çünkü onlar, konuşabiliyor, bazı işleri -Yüce Allah’ın onlara vermiş olduğu güç sayesinde- yapabiliyor, fayda sağlayabiliyor ve zararları önleyebiliyorlardı.
Ayet: 90 - 94 #
{وَلَقَدْ قَالَ لَهُمْ هَارُونُ مِنْ قَبْلُ يَاقَوْمِ إِنَّمَا فُتِنْتُمْ بِهِ وَإِنَّ رَبَّكُمُ الرَّحْمَنُ فَاتَّبِعُونِي وَأَطِيعُوا أَمْرِي (90) قَالُوا لَنْ نَبْرَحَ عَلَيْهِ عَاكِفِينَ حَتَّى يَرْجِعَ إِلَيْنَا مُوسَى (91) قَالَ يَاهَارُونُ مَا مَنَعَكَ إِذْ رَأَيْتَهُمْ ضَلُّوا (92) أَلَّا تَتَّبِعَنِ أَفَعَصَيْتَ أَمْرِي (93) قَالَ يَبْنَؤُمَّ لَا تَأْخُذْ بِلِحْيَتِي وَلَا بِرَأْسِي إِنِّي خَشِيتُ أَنْ تَقُولَ فَرَّقْتَ بَيْنَ بَنِي إِسْرَائِيلَ وَلَمْ تَرْقُبْ قَوْلِي (94)}.
90- Andolsun ki daha önce Hârûn onlara şöyle demişti: “Ey kavmim, siz bununla ancak sınanıyorsunuz. Gerçek şu ki sizin Rabbiniz, Rahmân’dır. O halde bana uyun ve emrime itaat edin.” 91- Dediler ki: “Mûsâ bize dönünceye kadar biz, ona ibadetten asla ayrılmayacağız.” 92, 93- (Musa, dönünce) dedi ki: “Ey Hârûn! Sana ne engel oldu da onların sapıttıklarını gördüğün vakit ardımdan gelmedin? Yoksa emrime karşı mı geldin?” 94- Dedi ki: “Ey anamın oğlu! Sakalımı, başımı çekiştirme! Ben, ‘İsrailoğulları arasında tefrika çıkardın ve benim sözüme uymadın’ diyeceğinden korktum.”
#
{90 ـ 91} أي: إنَّهم باتَّخاذهم العجل ليسوا معذورينَ فيه؛ فإنَّه وإنْ كانت عَرَضَتْ لهم الشبهةُ في أصل عبادته؛ فإنَّ هارونَ قد نهاهم عنه، وأخبرهم أنه فتنة، وأن ربَّهم الرحمن الذي منه النعم الظاهرة والباطنة، الدافع للنقم، وأنَّه أمرهم أن يتَّبعوه ويعتزلوا العجل، فأبوا وقالوا: {لن نَبْرَحَ عليه عاكفينَ حتَّى يرجِعَ إلينا موسى}.
90-91. Yani onlar, buzağıyı ilâh edinmekte mazur değildiler. Her ne kadar ona ibadet etmek hususunda (acaba ona ibadet edilir mi türünden) bir şüpheye maruz kalsalar da bu gerçeği değiştirmez. Zira Hârûn, onlara bu işi yapmamalarını emretmiş, bunun kendileri için bir sınama aracı olduğunu bildirmiş, gerçek Rablerinin görünen ve görünmeyen her türlü nimeti bağışlayan ve her türlü zararı gideren Rahmân olduğunu, Yüce Allah’ın onlara peygamberine uymalarını ve buzağıya tapmaktan uzak durmalarını emretmiş olduğunu hatırlattığı halde onlar, bunu kabul etmediler. Aksine: “Mûsâ bize dönünceye kadar biz, ona ibadetten asla ayrılmayacağız.” dediler.
#
{92 ـ 93} فأقبل موسى على أخيه لائماً له، وقال: {يا هارونُ ما منعكَ إذْ رأيتَهم ضَلُّوا. أن لا تَتَّبِعَنِ}: فتخبِرَني لأبادِرَ للرُّجوع إليهم. {أفعصيتَ أمري}: في قولي: {اخلُفني في قومي وأصْلِحْ ولا تَتَّبِع سبيلَ المفسدين}: فأخذ موسى برأسِ هارون ولحيتِهِ يجرُّه من الغضب والعتب عليه.
92-93. Daha sonra Mûsâ, kardeşi Hârûn’a yönelip onu kınayarak şöyle dedi: “Ey Hârûn! Sana ne engel oldu da onların sapıttıklarını gördüğün vakit ardımdan gelmedin?” Yanıma gelip bana haber verseydin de ben de hemen onların yanına dönseydim. “Yoksa emrime” daha önce sana söylemiş olduğum: “Kavmim içinde yerime geç, ıslah et, fesatçıların yoluna da uyma.” (el-A’raf, 7/142) şeklindeki sözlerime “karşı mı geldin?” Daha sonra Mûsâ, kardeşi Hârûn’un başını ve sakalını yakalayarak öfke ve sitem ile kendisine doğru çekmeye koyuldu.
#
{94} فقال هارون: {يا ابن أمَّ}: ترقيقٌ له، وإلاَّ فهو شقيقه. {لا تأخُذْ بلحيتي ولا برأسي إني خشيتُ أن تقولَ فرَّقتَ بين بني إسرائيلَ ولم تَرْقُبْ قَوْلي}: فإنَّك أمرتني أن أخْلُفَكَ فيهم؛ فلو تبعتُك؛ لتركتُ ما أمرتَني بلزومِهِ، وخشيتُ لائمَتَكَ، وأن تقول: فرَّقْتَ بين بني إسرائيل؛ حيث تركتَهم وليس عندَهم راعٍ ولا خليفةٌ؛ فإنَّ هذا يفرِّقُهم، ويشتِّت شملَهم؛ فلا تَجْعَلْني مع القوم الظالمين، ولا تشمِّتْ فينا الأعداء. فندم موسى على ما صَنَعَ بأخيه وهو غير مستحقٍّ لذلك، فقال: {ربِّ اغفِرْ لي ولأخي وأدْخِلْنا في رحمتِكَ وأنت أرحم الراحمين}.
94. Bunun üzerine Hârûn, şöyle dedi: “Ey anamın oğlu” O, Mûsâ’nın anne-baba bir kardeşi olduğu halde kalbini yumuşatmak gayesiyle böyle demişti, “Sakalımı, başımı çekiştirme! Ben ‘İsrailoğulları arasında tefrika çıkardın ve benim sözüme uymadın’, diyeceğinden korktum.” Çünkü sen, bana aralarında yokken senin yerime geçmeni emrettin. Eğer senin ardından gelecek olsaydım, senin bana vermiş olduğun bu emri terk etmiş olurdum. O nedenle senin beni kınayacağından korktum. Ayrıca bana, onları başsız ve halifesiz bırakıp gittiğim için “İsrailoğulları arasında tefrika çıkardın” diyeceğinden çekindim. Çünkü aralarında onları gözetecek, onlara halifelik edecek bir kimse olmaması, onların tefrikaya düşmelerine ve onların birliklerinin dağılmasına sebep olurdu. O halde sen beni zalimler topluluğu ile bir tutma ve düşmanların, halimize sevinmelerine sebep olacak bir iş yapma. Mûsâ, kardeşine yaptıklarından -böyle bir şeyi hak etmediğini anladığı için- pişman oldu ve: “Dedi ki: Rabbim, beni de kardeşimi de bağışla. Bizi rahmetine al. Sen rahmet edenlerin en merhametli olanısın.” (el-A’raf, 7/151)
Daha sonra Sâmirî’ye dönerek şunları söyledi:
Ayet: 95 - 97 #
{قَالَ فَمَا خَطْبُكَ يَاسَامِرِيُّ (95) قَالَ بَصُرْتُ بِمَا لَمْ يَبْصُرُوا بِهِ فَقَبَضْتُ قَبْضَةً مِنْ أَثَرِ الرَّسُولِ فَنَبَذْتُهَا وَكَذَلِكَ سَوَّلَتْ لِي نَفْسِي (96) قَالَ فَاذْهَبْ فَإِنَّ لَكَ فِي الْحَيَاةِ أَنْ تَقُولَ لَا مِسَاسَ وَإِنَّ لَكَ مَوْعِدًا لَنْ تُخْلَفَهُ وَانْظُرْ إِلَى إِلَهِكَ الَّذِي ظَلْتَ عَلَيْهِ عَاكِفًا لَنُحَرِّقَنَّهُ ثُمَّ لَنَنْسِفَنَّهُ فِي الْيَمِّ نَسْفًا (97)}.
95- “Senin maksadın nedir, ey Sâmirî?” dedi. 96- Dedi ki: “Onların görmediklerini ben gördüm. Onun için elçinin (atının ayak) izinden bir avuç aldım ve onu (buzağının üzerine) attım. Nefsim bana bu şekilde (yapmamı) hoş gösterdi.” 97- Dedi ki: “Haydi git, çünkü sen hayatta oldukça: ‘Ne siz bana dokunun, ne ben size dokunayım’ diyeceksin. Senin için asla ertelenmeyecek bir (azap) vadesi vardır. Şimdi şu tapınıp durduğun ilâhına iyi bak! Andolsun biz onu yakacağız, sonra da darmadağın edip denize savuracağız.”
#
{95 ـ 96} أي: ما شأنُك يا سامريُّ حيثُ فعلتَ ما فعلتَ؟ فقال: {بَصُرْتُ بما لم يَبْصُروا به}: وهو جبريلُ عليه السلام على فرسٍ، رآه وقتَ خروجهم من البحر وغرِق فرعون وجنوده على ما قاله المفسرون، {فقبضتُ قبضةً من أثر} حافر فرسِهِ، فنبذتُها على العجل، {وكذلك سَوَّلَتْ لي نفسي}: أنْ أقبِضَها ثمَّ أنبِذَها، فكان ما كان.
95-96. “Senin maksadın nedir ey Sâmirî?” Yani sen bu işi ne diye yaptın? Bunun üzerine Sâmirî şunları söyledi: “Onların görmediklerini ben gördüm.” Gördüğü, İsrailoğulları denizden çıkıp da Firavun ve askerleri suda boğulduklarında -müfessirlerin dediklerine göre- bir at üzerinde olan Cebrail idi. “Onun için elçinin” atının toynağının “izinden bir avuç” toprak “aldım ve onu” buzağının üzerine “attım. Nefsim bana bu şekilde (yapmamı) o toprağı alıp sonra da oraya atmayı “hoş gösterdi.” Ve olanlar oldu.
#
{97} فقال له موسى: اذهبْ؛ أي: تباعَدْ عنِّي واستأخِرْ منِّي. {فإنَّ لك في الحياة أن تقولَ لا مِساسَ}؛ أي: تعاقَبُ في الحياة عقوبةً، لا يدنو منك أحدٌ ولا يَمَسُّك أحدٌ، حتى إنَّ من أراد القرب منك؛ قلت له: لا تَمَسَّني ولا تَقْرَبْ مني؛ عقوبةً على ذلك؛ حيث مسَّ ما لم يمسَّه غيره وأجرى ما لم يجرِهِ أحدٌ. {وإنَّ لك موعداً لن تُخْلَفَهُ}: فتُجازى بعملك من خيرٍ وشرٍّ. {وانظُرْ إلى إلهك الذي ظَلْتَ عليه عاكفاً}؛ أي: العجل، {لَنُحَرِّقَنَّه ثم لَنَنْسِفَنَّه في اليمِّ نَسْفاً}: ففعل موسى ذلك؛ فلو كان إلهاً؛ لامتنع ممَّن يريده بأذى ويسعى له بالإتلاف. وكان قد أشْرِبَ العجلُ في قلوب بني إسرائيل، فأراد موسى عليه السلام إتلافَه وهم ينظُرون على وجهٍ لا تمكن إعادتُه؛ بالإحراق والسَّحْق وذَرْيِهِ في اليمِّ ونسفِهِ؛ ليزول ما في قلوبهم من حبِّه كما زال شخصه، ولأنَّ في إبقائه محنةً؛ لأن في النفوس أقوى داعٍ إلى الباطل.
97. Mûsâ da ona “dedi ki: Haydi git” benden uzak dur. “Çünkü sen hayatta oldukça: Ne siz bana dokunun, ne ben size dokunayım, diyeceksin.” Yani senin dünya hayatındaki cezan şu olacaktır: Kimse sana yaklaşmayacağı gibi kimse sana dokunmayacaktır da. Hatta sen, sana yaklaşmak isteyenlere bile: Bana dokunma, bana yaklaşma, diyeceksin. Bu ise onun yaptığının bir cezasıdır. Zira başkasının elinin değmediği şeye onun eli değmişti ve başkasının yapmadığı bir işi o yapmıştı. “Senin için asla ertelenmeyecek bir (azap) vadesi vardır.” O vade gelince hayır ve şer tüm amelinin karşılığı sana verilecektir. “Şimdi şu tapınıp durduğun ilâhına” yani buzağıya “iyi bak! Andolsun biz onu yakacağız, sonra da darmadağın edip denize savuracağız.” Mûsâ, bu dediğini yaptı. Eğer bu buzağı gerçekten bir ilâh olsaydı, kendisine bu şekilde bir zarar verecek ve onu yok edecek olana karşı kendisini savunurdu. Buzağının sevgisi, İsrailoğullarının kalbine adeta içirilmişti. Onun için Mûsâ aleyhisselam, bir daha geri iade edilmesi mümkün olmayacak bir şekilde gözleri önünde onu büsbütün imha etmek istemişti. Onu yakmak, un ufak edip denizde rüzgara karşı savurmak suretiyle cismi yok olduğu gibi sevgisinin de İsrailoğullarının kalplerinden yok olmasını istemişti. Çünkü buzağının olduğu gibi bırakılması ayrı bir imtihan olurdu. Zira insanların nefislerinde batıla çağıran ciddi bir eğilim vardır. srailoğulları, onun ilâhlığının batıl olduğunu açıkça görünce Mûsâ, kendisine hiçbir şekilde ortak koşulmaksızın tek olarak ibadete kimin layık olduğunu haber vermek üzere şunları söyledi:
Ayet: 98 #
{إِنَّمَا إِلَهُكُمُ اللَّهُ الَّذِي لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ وَسِعَ كُلَّ شَيْءٍ عِلْمًا (98)}.
98- Sizin ilâhınız ancak Allah’tır ki ondan başka (hak) ilâh yoktur. O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır.
#
{98} أي: لا معبود إلاَّ وجهه الكريم؛ فلا يؤلَّه ولا يُحَبُّ ولا يُرجى ولا يُخاف ولا يُدعى إلاَّ هو؛ لأنَّه الكامل الذي له الأسماء الحسنى والصفات العُلى، المحيط علمه بجميع الأشياء، الذي ما من نعمة بالعباد إلاَّ منه، ولا يدفع السوء إلاَّ هو؛ فلا إله إلاَّ هو، ولا معبود سواه.
98. Yani O’nun yüce zatından başka hak mabud yoktur. O’nun dışında sevilerek ilâh edinilecek, muhabbet duyulacak, hayrı umulup şerrinden korkulacak, dua ve niyazda bulunulacak hiç kimse yoktur. Çünkü en güzel isimler, en yüce sıfatlar yalnızca O’nundur. İlmi her şeyi kuşatan, yalnızca O’dur. Kulların sahip olduğu bütün nimetleri bağışlayan sadece O’dur. Kötülüğü de O’ndan başka hiç kimse def edemez. O halde O’ndan başka hak ilâh yoktur, O’nun dışında hak mabud yoktur.
Ayet: 99 - 101 #
{كَذَلِكَ نَقُصُّ عَلَيْكَ مِنْ أَنْبَاءِ مَا قَدْ سَبَقَ وَقَدْ آتَيْنَاكَ مِنْ لَدُنَّا ذِكْرًا (99) مَنْ أَعْرَضَ عَنْهُ فَإِنَّهُ يَحْمِلُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وِزْرًا (100) خَالِدِينَ فِيهِ وَسَاءَ لَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ حِمْلًا (101)}.
99- İşte sana geçmişlerin haberlerinden bir kısmını böylece anlatıyoruz. Şüphe yok ki sana katımızdan bir Zikir verdik. 100- Kim ondan yüz çevirirse muhakkak o kimse, kıyamet gününde ağır bir (günah) yükü yüklenecektir. 101- Ebediyen de onun altında kalacaklardır. Bu, kıyamet gününde onlar için ne kötü bir yük olacaktır!
#
{99} يمتنُّ الله تعالى على نبيِّه - صلى الله عليه وسلم - بما قصَّه عليه من أنباء السابقين وأخبار السالفين؛ كهذه القصَّة العظيمة، وما فيها من الأحكام وغيرها، التي لا ينكرها أحدٌ من أهل الكتاب؛ فأنت لم تدرُسْ أخبار الأولين، ولم تتعلَّمْ ممَّن دراها؛ فإخبارُك بالحقِّ اليقين من أخبارهم دليلٌ على أنَّك رسولُ الله حقًّا، وما جئت به صدقٌ، ولهذا قال: {وقد آتَيْناك مِن لَدُنَّا}؛ أي: عطيَّة نفيسة ومِنْحة جزيلة من عندنا، {ذِكْراً}: وهو هذا القرآن الكريم؛ ذِكْرٌ للأخبار السابقة واللاحقة، وذِكْرٌ يُتَذَكَّرُ به ما لله تعالى من الأسماء والصفات الكاملة، ويُتَذَكَّرُ به أحكام الأمرِ والنهي وأحكام الجزاء، وهذا ممَّا يدلُّ على أنَّ القرآن مشتملٌ على أحسن ما يكونُ من الأحكام، التي تشهد العقولُ والفِطَرُ بحسنها وكمالها، ويذكُرُ هذا القرآن ما أودَعَ الله فيها، وإذا كان القرآنُ ذكراً للرسول ولأمَّته؛ فيجبُ تلقِّيه بالقَبول والتسليم والانقياد والتعظيم، وأنْ يُهْتَدَى بنوره إلى الصراط المستقيم، وأنْ يُقْبِلوا عليه بالتعلُّم والتعليم.
99. Yüce Allah, peygamberi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e öncekilerin haberlerine ve geçmişlerin hallerine dair anlattığı kıssalardaki lütfunu dile getirmektedir. Bunlardan birisi de bu muazzam kıssa ve ihtiva ettiği hükümlerdir ki bu kıssayı Kitap ehlinden hiçbir kimsenin inkâr etmemektedir. Halbuki sen (ey Muhammed), öncekilerin haberlerini ders olarak okumadın. Bu haberleri bilen kimselerden de öğrenmedin. Senin onların durumuna dair kat’i ve gerçek olan şeyleri bildirmen, Allah’ın gerçek rasûlü olduğuna ve senin getirdiklerinin doğruluğuna açık bir delildir. İşte bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Şüphe yok ki sana katımızdan” oldukça büyük bir bağış, son derece üstün bir armağan olmak üzere “bir Zikir” yani (öğüt ve hatırlatmalar içeren) Kur’an’ı “verdik.” Çünkü Kur’an, geçmişlere ve geleceğe dair haberleri içerir. Allah’ın isimlerini, kamil sıfatlarını hatırlatır. Bu Zikir’de emir ve yasağa dair hükümler ile amellerin karşılığının verileceğine dair hükümler hatırlatılmaktadır. Kur’an, akılların ve fıtratların güzel ve mükemmel olduğuna tanıklık ettiği, olabildiğince güzel hükümleri getirmiştir. Yine Kur’an-ı Kerim, Yüce Allah’ın akıllarda ve fıtratlarda güzel olarak tevdi ettiği şeyleri hatırlatıcı olması yönüyle de biz Zikir’dir.
#
{100} وأما مقابلته بالإعراض أو ما هو أعظم منه من الإنكار؛ فإنَّه كفرٌ لهذه النعمة، ومن فعل ذلك؛ فهو مستحقٌّ للعقوبة، ولهذا قال: {مَنْ أعْرَضَ عنه}: فلم يؤمنْ به أو تهاونَ بأوامرِهِ ونواهيهِ أو بتعلُّم معانيه الواجبة، {فإنَّه يَحْمِلُ يوم القيامةِ وِزْراً}: وهو ذنبُه الذي بسببه أعرض عن القرآن، وأولاه الكفر والهجران.
100. Kur’an, Allah’ın Rasûlüne ve ümmetine bir öğüt olduğuna göre onun kabul edilmesi, teslimiyetle karşılanması, ona bağlanılması, itaat olunması, ta’zim edilmesi, onun aydınlığında yürünmesi, dosdoğru yolunun izlenmesi ve ümmetin onu öğrenmek ve öğretmek suretiyle bu Kitaba yönelmesi gerekir. Kur’an-ı Kerim’den yüz çevirmek yahut da ondan daha ağır olan bir surette onu inkâr etmek böyle bir nimete karşı nankörlüktür. Bunu yapan, hiç şüphesiz ilâhi cezayı hak eder. Bundan dolayı da Allah şöyle buyurmaktadır: “Kim ondan yüz çevirirse” ona iman etmeyecek, yahut da emir ve yasaklarına aldırmayacak yahut onun öğrenilmesi farz olan anlamlarını öğrenmeyecek olursa “muhakkak o kimse, kıyamet gününde ağır bir (günah) yükü yüklenecektir.” Bu, onun Kur’an’dan yüz çevirmesine sebep olan, ona karşı nankörlük etmesine ve onu terk etmesine yol açan günahıdır.
#
{101} {خالدين فيه}؛ أي: في وِزْرهم؛ لأنَّ العذاب هو نفس الأعمال، تنقلب عذاباً على أصحابها بحسب صغرها وكبرها، {وساءَ لهم يومَ القيامةِ حِمْلاً}؛ أي: بئس الحملُ الذي يحمِلونه والعذابُ الذي يعذَّبونه يوم القيامة.
101. “Ebediyen de onun altında” yani yüklerinin ağırlığı altında “kalacaklardır.” Çünkü azap, amellerin bizzat kendisidir. O gün ameller sahiplerinin aleyhine, küçüklük veya büyüklüklerine göre azaba dönüşecektir. “Bu, kıyamet gününde onlar için ne kötü bir yük olacaktır!” Onların taşıyacakları o yük ne kötüdür. Kıyamet gününde uğrayacakları azap ne büyük bir azaptır!
aha sonra Yüce Allah, kıyamet gününün hallerine ve dehşetli musibetlerine dair genişçe açıklamalarda bulunmak üzere şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 102 - 104 #
{يَوْمَ يُنْفَخُ فِي الصُّورِ وَنَحْشُرُ الْمُجْرِمِينَ يَوْمَئِذٍ زُرْقًا (102) يَتَخَافَتُونَ بَيْنَهُمْ إِنْ لَبِثْتُمْ إِلَّا عَشْرًا (103) نَحْنُ أَعْلَمُ بِمَا يَقُولُونَ إِذْ يَقُولُ أَمْثَلُهُمْ طَرِيقَةً إِنْ لَبِثْتُمْ إِلَّا يَوْمًا (104)}.
102- O gün Sûr’a üfürülecek ve biz o vakit günahkarları gözleri masmavi halde haşredeceğiz. 103- Kendi aralarında fısıldaşarak: “Siz (dünyada) ancak on gün kaldınız” derler. 104- Biz, onların ne söylediklerini çok iyi biliriz. Onların görüşçe en iyi olanları der ki: “Siz ancak bir gün kaldınız.”
#
{102 ـ 104} أي: إذا نُفِخَ في الصور، وخرج الناس من قبورهم؛ كل على حسب حاله؛ فالمتَّقون يُحْشَرون إلى الرحمن وفداً، والمجرِمون يُحْشَرون زُرقاً ألوانُهم من الخوف والقلق والعطش؛ يتناجَوْن بينَهم ويَتَخافَتون في قِصَرِ مدَّة الدُّنيا وسرعة الآخرة، فيقول بعضُهُم ما لبثتُم إلاَّ عشرة أيَّام، ويقول بعضُهم غير ذلك، والله يعلمُ تخافُتَهم ويسمعُ ما يقولون: {إذْ يقولُ أمثلُهم طريقةً}؛ أي: أعدلهم وأقربهم إلى التقدير: {إنْ لَبِثْتُم إلاَّ يوماً}: والمقصود من هذا الندم العظيم؛ كيف ضيَّعوا الأوقات القصيرة وقطعوها ساهين لاهين معرضين عما ينفعُهم مقبِلين على ما يضرُّهم؛ فها قد حضر الجزاءُ، وحقَّ الوعيد، فلم يبق إلاَّ الندمُ والدُّعاء بالويل والثبور؛ كما قال تعالى: {قال كم لَبِثْتُم في الأرضِ عَدَدَ سنين. قالوا لَبِثْنا يوماً أو بعضَ يوم فاسْألِ العادِّينَ قالَ إن لَبِثْتُم إلاَّ قليلاً لو أنَّكم كنتُم تعلمونَ}.
102-104. Yani Sûra üfürülüp da insanlar kabirlerinden çıkacakları vakit herkes kendi durumuna uygun bir halde olacaktır: Takvâ sahipleri, Rahmân olan Allah’ın huzuruna konuk heyetler halinde toplanacaklardır. Günahkârlar ise korkudan, tedirginlikten ve susuzluktan renkleri mor, gözleri mavi olarak haşrolacaklardır. Kendi aralarında gizlice fısıldaşarak dünyadaki hayat sürelerinin kısalığını, âhiretin çabucak gelişini söz konusu edeceklerdir. Onlardan kimisi: “Siz (dünyada) ancak on gün kaldınız” diyecekler, kimisi başka şeyler söyleyecekler. Yüce Allah, onların gizlice konuşmalarını çok iyi bilir ve neler söylediklerini işitir. “Onların görüşçe en iyi olanları” yani bu süreyi değerlendirme konusunda doğruya en çok yaklaşanları “der ki: Siz ancak bir gün kaldınız.” Bu ifadelerle o kısacak zamanı nasıl boşa harcadıklarına, gaflet içinde oyalanarak kendilerine fayda veren şeylerden yüz çevirip zarar verecek şeylere yönelerek o günleri nasıl zayi ettiklerine dair duyacakları pişmanlığı dile getireceklerdir. Artık amellerin karşılığının görüleceği vakit gelmiş ve vaad olunan günün hak olduğu ortaya çıkmıştır. Pişmanlık duymaktan, ah vah edip ölüm gelsin diye dua etmekten başka bir şey kalmamıştır. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Siz yeryüzünde kaç yıl kaldınız? diyecek, onlar: Bir gün yahut bir günün bir bölümü kadar kaldık. Onu sayanlara sor, diyecekler. Buyuracak ki: Siz, ancak çok az bir süre kaldınız. Keşke bilmiş olsaydınız…” (el-Mü’minun 23/112-114)
Ayet: 105 - 112 #
{وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الْجِبَالِ فَقُلْ يَنْسِفُهَا رَبِّي نَسْفًا (105) فَيَذَرُهَا قَاعًا صَفْصَفًا (106) لَا تَرَى فِيهَا عِوَجًا وَلَا أَمْتًا (107) يَوْمَئِذٍ يَتَّبِعُونَ الدَّاعِيَ لَا عِوَجَ لَهُ وَخَشَعَتِ الْأَصْوَاتُ لِلرَّحْمَنِ فَلَا تَسْمَعُ إِلَّا هَمْسًا (108) يَوْمَئِذٍ لَا تَنْفَعُ الشَّفَاعَةُ إِلَّا مَنْ أَذِنَ لَهُ الرَّحْمَنُ وَرَضِيَ لَهُ قَوْلًا (109) يَعْلَمُ مَا بَيْنَ أَيْدِيهِمْ وَمَا خَلْفَهُمْ وَلَا يُحِيطُونَ بِهِ عِلْمًا (110) وَعَنَتِ الْوُجُوهُ لِلْحَيِّ الْقَيُّومِ وَقَدْ خَابَ مَنْ حَمَلَ ظُلْمًا (111) وَمَنْ يَعْمَلْ مِنَ الصَّالِحَاتِ وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَلَا يَخَافُ ظُلْمًا وَلَا هَضْمًا (112)}.
105- Sana dağları soruyorlar. De ki: “Rabbim onları kökünden koparıp parça parça savuracak.” 106- “Yerlerini de dümdüz ve bomboş bırakacak.” 107- “Orada ne alçak ne de yüksek bir yer göremeyeceksin.” 108- O gün hepsi, davetçinin çağrısına hiçbir tarafa sapmadan uyarlar. Rahmân’ın heybetinden sesler kısılmıştır, o nedenle fısıltıdan başka hiçbir şey işitmezsin. 109- O gün Rahmân’ın izin vereceği ve sözünden razı olacağı kimselerinki müstesnâ şefâatin hiçbir faydası olmaz. 110- O, onların önlerindekini de arkalarındakini de bilir. Onlar ise bilgileri ile bunu/O’nu kuşatamazlar. 111- Bütün yüzler, Hayy ve Kayyûm’a boyun eğmiştir. (Dünyada) zulüm yüklenen de gerçekten zarara uğramıştır. 112- Mü’min olarak salih ameller işleyense zulme uğramaktan da mükâfatının eksiltilmesinden de korkmayacaktır.
#
{105 ـ 107} يخبر تعالى عن أهوال القيامة وما فيها من الزلازل والقلاقل، فقال: {ويسألونك عن الجبال}؛ أي: ماذا يُصنعُ بها يوم القيامة؟ وهل تبقى بحالها أم لا؟ {فقل ينسِفُها ربِّي نسفاً}؛ أي: يزيلُها ويقلعُها من أماكنها، فتكون كالعهن وكالرمل، ثم يدكُّها فيجعلها هباءً منبثًّا، فتضمحِلُّ وتتلاشى، ويسوِّيها بالأرض، ويجعل الأرض {قاعاً صفصفاً}: مستوياً، {لا ترى فيها}: أيُّها الناظر، {عِوَجاً}: هذا من تمام استوائها، {ولا أمْتاً}؛ أي: أودية وأماكن منخفضة أو مرتفعة، فتبرز الأرض وتتَّسع للخلائق ويمدُّها الله مدَّ الأديم، فيكونون في موقف واحدٍ، يسمعُهم الداعي، وينفذُهُم البصرُ.
105-107. Yüce Allah, Kıyamet gününün dehşetli hallerini ve bu gündeki sarsıntıları haber vererek şöyle buyurmaktadır: “Sana dağlardan” Yani kıyamet gününde dağlara ne yapılacak? Oldukları gibi mi kalacak? diye “soruyorlar. De ki: Rabbim onları kökünden koparıp parça parça savuracak.” Yani onları yerlerinden söküp kopartacak ve onlar, atılmış renkli yün gibi ve kum tanecikleri gibi olacaklar. Sonra da bunları darmadağın edip saçıp savuracaktır. Böylelikle dağlar yok olacak ve yeryüzünü dümdüz edeceği gibi onların da “yerlerini dümdüz ve bomboş bırakacak.” Oraya bakan bir kimse “ne alçak ne de yüksek bir yer” göremeyecektir. Çünkü yeryüzü tamamıyla dümdüz olacaktır. Orada vadi ve alçak yerler yahut yükseklikler, tepeler bulunmayacaktır. Yeryüzü olduğu gibi ortaya çıkacak, bütün insanları alacak kadar genişleyecek, Yüce Allah onu bir deri gibi yayacaktır. Hepsi de aynı yerde durdurulacak, onları çağıracak olan kimse hepsine seslerini işittirecek ve göz hepsini görecektir. Bundan dolayı Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{108 ـ 110} ولهذا قال: {يومئذٍ يتَّبعونَ الداعيَ}: وذلك حين يبُعثون من قبورهم ويقومون منها؛ يدعوهم الداعي إلى الحضور والاجتماع للموقف، فيتَّبِعونه مهطعينَ إليه، لا يلتفتون عنه، ولا يعرُجون يمنةً ولا يسرةً. وقوله: {لا عِوَجَ له}؛ أي: لا عوج لدعوة الداعي، بل تكون دعوته حقًّا وصدقاً لجميع الخلق، يُسمِعُهم جميعَهم، ويصيح لهم أجمعين، فيحضُرون لموقف القيامة خاشعةً أصواتُهم للرحمن. {فلا تسمعُ إلاَّ همساً}؛ أي: إلا وطء الأقدام أو المخافتة سرًّا بتحريك الشفتين فقط؛ يملكُهم الخشوعُ والسكوتُ والإنصاتُ؛ انتظاراً لحكم الرحمن فيهم، وتعنوا وجوهُهم؛ أي: تذِلُّ وتخضع، فترى في ذلك الموقف العظيم الأغنياء والفقراء والرجال والنساء والأحرار والأرقاء والملوك والسوقة، ساكتين منصتين خاشعةً أبصارُهم خاضعةً رقابُهم جاثين على رُكَبِهِم عانيةً وجوهُهم، لا يدرون ماذا ينفصِلُ كلٌّ منهم به ولا ماذا يفعلُ به، قد اشتغل كلٌّ بنفسِهِ وشأنه عن أبيه وأخيه وصديقه وحبيبه، لكلِّ امرئٍ منهم يومئذٍ شأنٌ يُغنيه، [فحينئذ] يحكم فيه الحاكمُ العدلُ الديَّانُ، ويجازي المحسنَ بإحسانِهِ والمسيءَ بالحرمان. والأمل بالربِّ الكريم الرحمن الرحيم أن يُري الخلائقَ منه من الفضل والإحسان والعَفْو والصَّفْح والغُفْران ما لا تعبِّرُ عنه الألسنةُ ولا تتصوَّره الأفكارُ، ويتطلَّع لرحمتِهِ إذ ذاك جميعُ الخلق؛ لما يشاهدونه، فيختصُّ المؤمنون به وبرسله بالرحمةِ. فإنْ قيل من أين لكم هذا الأمل؟ وإن شئت قلتَ: من أين لكم هذا العلم بما ذُكِرَ؟ قلنا: لما نعلمُهُ من غلبةِ رحمتِهِ لغضبِهِ، ومن سَعَةِ جودِهِ الذي عمَّ جميع البرايا، ومما نشاهده في أنفسنا وفي غيرنا من النعم المتواترة في هذه الدار، وخصوصاً في فضل القيامة؛ فإنَّ قوله: {وخشعتِ الأصواتُ للرحمن} {إلاَّ مَنْ أذِنَ له الرحمنُ}، مع قوله: {الملكُ يومئذٍ الحقُّ للرحمن}، مع قوله - صلى الله عليه وسلم -: «إنَّ لله مائةَ رحمةٍ، أنزل لعباده رحمةً بها يتراحمون ويتعاطفون، حتى إن البهيمةَ ترفعُ حافِرَها عن ولدها خشيةَ أن تطأه»، [أي]: من الرحمة المودَعة في قلبها؛ فإذا كان يومُ القيامةِ؛ ضمَّ هذه الرحمة إلى تسع وتسعين رحمةً، فرحم بها العباد، مع قوله - صلى الله عليه وسلم -: «للهُ أرحمُ بعبادِهِ من الوالدة بولدِها» ؛ فقل ما شئتَ عن رحمتِهِ؛ فإنَّها فوق ما تقولُ، وتصوَّرْ فوق ما شئتَ؛ فإنَّها فوق ذلك؛ فسبحان من رحم في عدله وعقوبته، كما رحم في فضله وإحسانه ومثوبته، وتعالى مَنْ وسعت رحمتُهُ كلَّ شيء، وعمَّ كرمُهُ كلَّ حيٍّ، وجلَّ من غنيٍّ عن عبادِهِ رحيم بهم، وهم مفتقرونَ إليه على الدوام في جميع أحوالهم؛ فلا غنى لهم عنه طرفةَ عين. وقوله: {يومئذٍ لا تنفعُ الشفاعةُ إلاَّ مَن أذِنَ له الرحمن ورضي له قَوْلاً}؛ أي: لا يشفع أحدٌ عنده من الخلق إلاَّ مَنْ أذِنَ له في الشفاعة، ولا يأذنُ إلاَّ لمن رَضِيَ قوله؛ أي: شفاعته؛ من الأنبياء والمرسلين وعباده المقرَّبين فيمن ارتضى قوله وعمله، وهو المؤمن المخلص؛ فإذا اختلَّ واحدٌ من هذه الأمور؛ فلا سبيلَ لأحدٍ إلى شفاعة من أحد.
108. “O gün hepsi, davetçinin çağrısına hiçbir tarafa sapmadan uyarlar.” Bu, kabirlerinden diriltilip kalkacakları vakit olacaktır. Davetçi onları mahşere gelmeye ve hesapların görüleceği o yerde toplanmaya çağıracak, onlar da ona doğru gidecek ve başka yere bakmayacak, sağa sola sapmayacaklar. Zira davetçinin davetinin herhangi bir eğriliği, sapması olmayacaktır. Onun daveti, bütün insanlar için hak ve doğru olacaktır. Hepsi onun çağrısını işitecekler ve o, onların hepsine seslenecektir. O yüzden Rahmân’ın heybetinden sesleri kısılmış olarak kıyamet gününde duracakları yere gelecek ve hazır bulunacaklar. “Artık fısıltıdan” yani dudakların gizlice konuşmak için hareket edişinden yahut da ayakların çıkardığı seslerin dışında “başka hiçbir şey işitmezsin.” Zira orada zilletle boyun eğiş, sükût ve susup dinleme onlarda hakim olacaktır. Böylece Rahmân’ın haklarında vereceği hükmü bekleyecekler ve zilletle boyun eğeceklerdir. O büyük mahşer yerinde zenginler, fakirler, erkekler, kadınlar, hürler, köleler, hükümdarlar hep suskun, kulak kesilmiş, gözleri zilletle önlerine eğilmiş, boyunları bükülmüş, dizleri üzerine çökmüş, yüzleri zilletle alçalmış halde olacaktır. Onların hiçbirisi haklarında ne hüküm verileceğini ve kendilerine ne yapılacağını bilemeyeceklerdir. Herkes kendisi ile, yalnız kendi haliyle meşgul olacak babasıyla, kardeşiyle, arkadaşıyla ve sevdiğiyle ilgilenmeyecektir: “O gün onlardan her birinin kendine yeter bir işi vardır.” (Abese, 80/37) İşte o gün mutlak egemen ve mutlak adil olan Yüce Allah, onlar hakkında hüküm verecek, iyilik yapana iyiliğinin karşılığını ihsan edecek, kötülük yapanı da mahrum bırakacaktır. Kerîm, Rahmân ve Rahîm olan Rabbin insanlara dillerin ifade edemeyeceği, akılların tasavvur edemeyeceği çapta büyük bir lütuf, ihsan, af, bağış ve mağfiret edeceğine dair kuvvetli bir umut vardır. O vakit bütün insanlar görecekleri haller dolayısı ile O’nun rahmetine göz dikeceklerdir. O ise rahmetini ancak kendisine ve peygamberlerine iman edenlere tahsis edecektir. Sizin böyle bir umuda kapılmanızın dayanağı nedir?, diye sorulabilir. Hatta Sözü edilen bu hususlara dair bilginizin kaynağı nedir?, diye de sorulabilir ki cevabımız şudur: iz, Rahmân olan Allah’ın rahmetinin gazabından fazla olduğunu, bütün yaratılmışları kuşatacak kadar cömert olduğunu, gerek bize gerekse de başkalarına bu dünyada ardı arkası kesilmeyen nimetler ihsan ettiğini bildiğimiz gibi bilhassa kıyamet gününde pek çok lütuflarda bulunacağını da biliyoruz. Çünkü Yüce Allah’ın şu buyrukları bu söylediklerimizin delilidir: “Rahmân’ın heybetinden sesler kısılmıştır”; “Rahmân’ın izin vereceği…”; “Rahmân’ın kendisine izin verdiği kimseden başkası...” (en-Nebe, 78/38); “O gün gerçek mülk, yalnız Rahmân’ındır.” (el-Furkan, 25/26) Yine Peygamber’in şu buyrukları buna delildir: “Şüphesiz Allah’ın yüz rahmeti vardır. O, kullarına birisini indirdi. Bununla birbirlerine merhamet ve şefkat gösterirler. Hatta hayvanın yavrusunu çiğneme korkusu ile toynağını kaldırması bile (onun kalbine bırakılmış olan bu rahmetin) bir eseridir. Kıyamet günü olduğunda ise Yüce Allah, bu rahmeti de o doksan dokuz rahmete katacak ve onunla kullara merhamet edecektir.” “Şüphesiz Allah, kullarına karşı annenin evladına olan merhametinden daha çok merhametlidir.” Yüce Allah’ın rahmeti hakkında dilediğini söyleyebilirsin. Ne söylersen söyle, o senin söylediğinden daha ileridir. Dilediğin şekilde bu merhameti tasavvur edebilirsin, ama o bundan da ileridir. Lütuf, ihsan ve mükâfatında merhametli olduğu gibi adaletinde ve cezalandırmasında da merhametli olanın şanı ne yücedir! Rahmeti her şeyi kuşatan, lütfu her canlıyı kapsayan, kullarına muhtaç olmayan, onlara son derece merhametli olan, bütün hallerinde sürekli olarak kullarının kendisine muhtaç olduğu, O’nsuz göz açıp kırpacak bir süre dahi yapamayacakları o yüce zatın şanı ne yücedir! 109. “O gün Rahmân’ın izin vereceği ve sözünden razı olacağı kimselerinki müstesnâ şefâatin hiçbir faydası olmaz.” Yüce Allah’ın şefaat hususunda kendisine izin vereceği kimselerden başka hiçbir kişi O’nun huzurunda şefaatte bulunmayacaktır. O, bu konuda sözünden, yani şefaatinden hoşnut ve razı olacağı kimseden başkasına da izin vermeyecektir ki bunlar da nebiler, rasûller ve O’nun yakınlaştırılmış kulları olup bunların, söz ve amellerinden razı olduğu halis mü’minler hakkında şefaat etmelerine izin verecektir. Bu hususta bir eksik olacak olursa herhangi bir kişinin herhangi bir kimseye şefaat etme imkanı bulunmayacaktır. [110. “O, onların önlerindekini de arkalarındakini de bilir. Onlar ise bilgileri ile bunu/O’nu kuşatamazlar.” Allah, insanların önlerinde olan kıyamete dair hususları da arkalarında kalan dünyaya dair husuları da bilir. Yaratılmışlar ise bilgileri ile O’nu kuşatamazlar. O, yüce ve münezzehtir.]
#
{111 ـ 112} وينقسم الناسُ في ذلك الموقف قسمين: ظالمين بكفرِهم وشرِّهم؛ فهؤلاء لا ينالُهم إلاَّ الخيبة والحرمان والعذاب الأليم في جهنَّم وسخطُ الدَّيَّان. والقسم الثاني: مَنْ آمَنَ الإيمان المأمور به، وعمل صالحاً من واجب ومسنون؛ {فلا يخافُ ظلماً}؛ أي: زيادة في سيئاتِهِ. {ولا هَضْماً}؛ أي: نقصاً من حسناته، بل تُغْفَرُ ذنوبُهُ وتُطَهَّرُ عيوبه وتضاعَفُ حسناتُهُ، {وإن تَكُ حسنةً يضاعِفْها ويؤتِ من لَدُنْه أجراً عظيماً}.
111-112. İnsanlar hesap için duracakları o yerde iki kısma ayrılacaklardır. Bir kısmı küfürleri ve kötülükleri sebebiyle zalim olanlardır. Bunların karşı karşıya kalacakları şey, zarardır, mahrumiyettir, hüsrandır, cehennemdeki can yakıcı azap ve mutlak egemen olan Yüce Allah’ın gazabıdır. İkinci kısım ise emrolunduğu şekilde iman edip farz ve sünnet türünden salih ameller işleyenlerdir. Bunlar ise “zulme uğramaktan” yani günahlarına bir fazlalık yapılmasından “da” yaptığı iyiliklerin “mükâfatının eksiltilmesinden de kormayacaktır.” Aksine günahları bağışlanacak, ayıplarından tertemiz edilecek ve iyiliklerinin mükâfatı da kat kat verilecektir: “Eğer (getirilen) bir iyilik olursa, onu kat kat artırır ve lütfundan büyük bir mükâfat verir.” (en-Nisa, 4/40)
Ayet: 113 #
{وَكَذَلِكَ أَنْزَلْنَاهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا وَصَرَّفْنَا فِيهِ مِنَ الْوَعِيدِ لَعَلَّهُمْ يَتَّقُونَ أَوْ يُحْدِثُ لَهُمْ ذِكْرًا (113)}.
113- Böylece onu biz, Arapça bir Kur’an olarak indirdik ve onda uyarıları türlü türlü anlattık. Olur ki korkarlar yahut da o (Kur'ân), onların öğüt/ibret almalarını sağlar.
#
{113} أي: وكذلك أنزلنا هذا الكتاب باللِّسان الفاضل العربيِّ الذي تفهمونه وتفقهونه ولا يخفى عليكم لفظُهُ ولا معناه. {وصرَّفنا فيه من الوعيدِ}؛ أي: نوعناها أنواعاً كثيرةً؛ تارةً بذكر أسمائِهِ الدالَّة على العدل والانتقام، وتارةً بذكر المَثُلاتِ التي أحلَّها بالأمم السابقة، وأمر أن تَعْتَبِرَ بها الأممُ اللاحقةُ، وتارةً بذكرِ آثار الذُّنوب وما تُكْسِبُه من العيوب، وتارةً بذِكْر أهوال القيامة وما فيها من المزعجاتِ والمقلقاتِ، وتارةً بذكر جهنَّم وما فيها من أنواع العقابِ وأصناف العذابِ؛ كل هذا رحمةً بالعباد؛ {لعلَّهم يتَّقون}: الله، فيترُكون من الشرِّ والمعاصي ما يضرُّهم، {أو يحدِثُ لهم ذِكْراً}: فيعملون من الطاعات والخير ما ينفعهم، فكونه عربيًّا وكونه مصرفاً فيه من الوعيد أكبرُ سبب وأعظمُ داعٍ للتقوى والعمل الصالح؛ فلو كان غير عربيِّ أو غير مصرَّفٍ فيه؛ لم يكن له هذا الأثر.
113. Yani biz, böylece bu Kur’an-ı Kerim’i anlayıp kavradığınız bir dil olan, lafzı da manası da sizin için açık olan, üstün dil Arapça olarak indirdik. “Ve onda uyarıları türlü türlü anlattık.” Yani pek çok çeşitlerde, şekillerde onları türlü türlü açıkladık. Kimi yerde O’nun adalet ve intikamına delil teşkil eden isimleri zikrederek, kimi yerde daha önceki ümmetlerin başına getirdiği azapları söz konusu ederek, sonradan gelen ümmetlerin bunlardan ibret almalarını emrederek, kimi zaman günahların etkileri ve sebep oldukları kusurları dile getirerek, kimi zaman Kıyamet hallerinin dehşetlerini, o esnada meydana gelecek tedirgin edici halleri dile getirerek, kimi zaman cehennemi, cehennemdeki çeşitli cezaları ve türlü azapları beyan ederek bu türlü tehditleri türlü türlü tekrarladık. Bütün bunlar ise Allah’ın kullara olan bir rahmetidir. Belki Allah’tan korkarlar da kendilerine zararlı olan kötülüklerden ve masiyetlerden uzak kalır, onları terk ederler. “Yahut da o (Kur'ân), onların öğüt/ibret almalarını sağlar.” Bunun sonucunda da kendilerine faydalı olacak itaatleri ve hayırları işlerler. O halde bu Kitabın Arapça olması ve ihtiva ettiği tehditleri türlü şekillerde açıklaması, takvâya ve salih amele çağıran en büyük sebeptir. Eğer Kur’an, Arapça olmasaydı yahut da bu tehditler çeşitli şekillerde dile getirilmemiş olsaydı onun bunca etkisi görülemezdi.
Ayet: 114 #
{فَتَعَالَى اللَّهُ الْمَلِكُ الْحَقُّ وَلَا تَعْجَلْ بِالْقُرْآنِ مِنْ قَبْلِ أَنْ يُقْضَى إِلَيْكَ وَحْيُهُ وَقُلْ رَبِّ زِدْنِي عِلْمًا (114)}.
114- Hak hükümran olan Allah, ne yücedir! Sana vahyedilişi tamamlanmadan önce Kur’an’ı okumakta acele etme ve “Rabbim, ilmimi artır” de!
#
{114} لما ذكر تعالى حكمَهُ الجزائيَّ في عبادِهِ، وحكمه الأمريَّ الدينيَّ الذي أنزله في الكتاب وكان هذا من آثار ملكه؛ قال: {فتعالى اللهُ}؛ أي: جلَّ وارتفع وتقدَّس عن كلِّ نقص وآفة. {الملكُ}: الذي المُلْكُ وصفُه، والخلق كلُّهم مماليك له، وأحكام المُلْك القدريَّة والشرعيَّة نافذة فيهم. {الحقُّ}؛ أي: وجوده ومُلكه وكمالُه حقٌّ؛ فصفات الكمال لا تكون حقيقةً إلا لذي الجلال، ومن ذلك الملك؛ فإنَّ غيره من الخلق، وإنْ كان له ملكٌ في بعض الأوقات على بعض الأشياء؛ فإنَّه ملكٌ قاصرٌ باطلٌ يزولُ، وأما الربُّ؛ فلا يزال ولا يزول ملكاً حيًّا قيوماً جليلاً. {ولا تَعْجَلْ بالقرآنِ من قبلِ أن يُقْضى إليك وحيُهُ}؛ أي: لا تبادِرْ بتلقُّف القرآن حين يتلوه عليك جبريلُ، واصبرْ حتى يفرغ منه؛ فإذا فَرَغَ منه؛ فاقرأهُ؛ فإنَّ الله قد ضَمِنَ لك جمعَه في صدرك وقراءتك إيَّاه؛ كما قال تعالى: {لا تُحَرِّكْ به لِسانَكَ لِتَعْجَلَ به إنَّ عَلَيْنا جَمْعَه وقرآنَهُ. فإذا قَرَأناه فاتَّبِعْ قرآنَهُ. ثم إنَّ عَلَيْنا بيانَهُ}. ولما كانت عَجَلَتُهُ - صلى الله عليه وسلم - على تلقُّف الوحي ومبادرتُهُ إليه يدلُّ على محبَّته التامَّة للعلم وحرصه عليه؛ أمره تعالى أن يسألَهُ زيادةَ العلم؛ فإنَّ العلم خيرٌ، وكثرةُ الخير مطلوبةٌ، وهي من الله، والطريق إليها الاجتهاد والشوق للعلم وسؤالُ الله والاستعانةُ به والافتقارُ إليه في كل وقت. ويؤخذ من هذه الآية الكريمة الأدب في تلقِّي العلم، وأنَّ المستمع للعلم ينبغي له أن يتأنَّى ويصبِرَ حتى يفرغ المملي والمعلِّم من كلامه المتَّصل بعضه ببعض؛ فإذا فَرَغَ منه؛ سأل إن كان عنده سؤالٌ، ولا يبادِرُ بالسؤال وقطع كلام مُلقي العلم؛ فإنَّه سببٌ للحرمان، وكذلك المسؤول ينبغي له أن يستملي سؤال السائل ويعرف المقصودَ منه قبل الجواب؛ فإنَّ ذلك سببٌ لإصابة الصواب.
114. Şanı Yüce Allah, kulları hakkındaki ahirete yönelik cezai hükümlerini ve dine yönelik Kitabında indirmiş olduğu hükümlerini söz konusu ettikten sonra bütün bu hükümleri, O’nun mutlak hükümran oluşunun tecellilerinden olduğundan dolayı şöyle buyurmaktadır: “Hak” yani varlığı, mülkü ve kemali hak olan “hükümran” hükümranlığın kendisine ait bir vasıf olduğu, bütün yaratılmışların sadece kendi mülkiyetinde/hükümranlığında olduğu, haklarında O’nun kaderî ve şer’î hükümranlığının hükümleri geçerli olduğu “Allah ne yücedir!” üstündür, her türlü eksiklik ve kusurdan münezzehtir. Kemal sıfatları, gerçek anlamıyla ancak celal sahibi olana ait olabilir. Bu sıfatlardan birisi de O’nun malik; mutlak sahip ve hükümran oluşudur. O’nun dışındaki bütün yaratılmışların bazı vakitler, bazı şeylere sahip olmaları söz konusu olmakla birlikte bu, sahiplik/malikiyet sınırlıdır ve gelip geçicidir. Alemlerin Rabbi ise asla zeval bulmaz. Malikiyeti ve hükümranlığı da son bulmaz. O, sonsuz hayat sahibi, her şeyin idaresini elinde bulundurandır, çok yücedir. “Sana vahyedilişi tamamlanmadan önce Kur’an’ı okumakta acele etme!” Yani Cebrail aleyhisselam sana Kur’an-ı Kerim’i okuduğu vakit sen onu okumakta, telaffuz etmekte çabuk davranma. Sana o Kur’an’ın vahyini bitireceği vakte kadar sabret. O vahyini bitirdi mi artık sen okuyabilirsin. Çünkü Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’i senin kalbinde toplamayı ve senin onu tam anlamıyla okumanı taahhüd etmiş bulunuyor. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Onu çabucak bellemek için dilini onunla kıpırdatma. Çünkü onu (kalbinde) toplamak ve onu okutmak bize düşer. O halde biz onu okuduğumuz zaman sen onun okumasına uy. Sonra onu açıklamak da hiç şüphesiz bize aittir.” (el-Kıyame, 75/16-19) Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’ın vahyi bir an önce öğrenip bellemek için acele etmesi, ilme karşı mükemmel sevgisi ve tutkusu olduğuna delil teşkil ettiğinden Yüce Allah da devamla kendisinden ilmini artırmasını dilemesini emretti. Çünkü ilim bir hayırdır, hayrın çok olması da istenen bir şeydir ve bu da Allah’tan gelir. Buna götüren yol ise gayret edip çabalamak, ilme şevk duymak, Allah’tan bu hususta niyazda bulunmak, O’nun yardımını istemek, her vakit O’na muhtaç olduğunu arzetmektir. Bu âyet-i kerimeden ilim almada takınılması gereken edebin ne olduğu da anlaşılmaktadır. İlmi dinleyen kimsenin, ilmi yazdıran yahut öğretenin birbiriyle bağlantılı olan sözlerini bitirinceye kadar sabretmesi, aceleye kapılmaması gerekir. Sözünü bitirdikten sonra eğer soracak bir şeyi varsa sorar, ama soru sormakta acele edip onun sözünü kesmez,. Çünkü onun sözünü kesmek, ilimden mahrum kalmaya sebeptir. Aynı şekilde kendisine soru sorulan kimsenin de acele etmeyip soranın sorusunu iyice dinlemesi, cevap vermeden önce maksadının ne olduğunu bilip öğrenmesi gerekir. Çünkü bu, doğru cevap vermeyi sağlar.
Ayet: 115 #
{وَلَقَدْ عَهِدْنَا إِلَى آدَمَ مِنْ قَبْلُ فَنَسِيَ وَلَمْ نَجِدْ لَهُ عَزْمًا (115)}.
115- Andolsun biz daha önce Âdem’e bir emir vermiştik; fakat o, onu unuttu. Biz onda güçlü bir azim bulamadık.
#
{115} أي: ولقد وصَّينا آدم وأمرناه وعَهِدْنا إليه عهداً ليقوم به، فالتزَمَه وأذعن له وانقادَ وعزمَ على القيام به، ومع ذلك نَسِيَ ما أُمِرَ به، وانتقضت عزيمتُه المحكمة، فجرى عليه ما جرى، فصار عبرةً لذرِّيَّته، وصارت طبائعُهم مثل طبيعة آدم؛ نسي فنسيت ذُرِّيَّتُه، وخَطِئ فخطئوا، ولم يثبت على العزم المؤكَّد وهم كذلك، وبادر بالتوبة من خطيئته، وأقرَّ بها، واعترفَ فغُفِرَتْ له، ومن يشابِهْ أباه فما ظلم.
115. Yani andolsun biz, Âdem’e yerine getirsin diye bir emir verdik ve tavsiyede bulunduk. O da bu tavsiye ve emre bağlı kaldı, ona kulak verip itaat etti. Onu gereği gibi yerine getirmeye de azmetti. Bununla birlikte kendisine verilen o emri unuttu, böylece o sağlam kararlılığı bozulmuş oldu. O nedenle de başına gelenler geldi. Böylelikle o, soyundan gelecekler için bir ibret oldu. Soyundan geleceklerin tabiatı da Âdem’in tabiatına benzemiş oldu. Âdem unuttu, onun zürriyeti de unuttu. Âdem yanılıp hata işledi, onun zürriyeti de hata işler oldu. O, verdiği kesin kararında sebat gösteremedi, onlar da böyle oldu. Ancak Âdem, hatasından çabucak tevbe etti, hatasını kabul ve itiraf etti. Böylece onun günahı affedildi. O bakımdan babasına benzeyen bir kimse herhangi bir şekilde zulme bulaşmaz.
aha sonra Yüce Allah, bu buyrukta özetle değindiği hususu genişçe açıklayarak şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 116 - 122 #
{وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلَائِكَةِ اسْجُدُوا لِآدَمَ فَسَجَدُوا إِلَّا إِبْلِيسَ أَبَى (116) فَقُلْنَا يَاآدَمُ إِنَّ هَذَا عَدُوٌّ لَكَ وَلِزَوْجِكَ فَلَا يُخْرِجَنَّكُمَا مِنَ الْجَنَّةِ فَتَشْقَى (117) إِنَّ لَكَ أَلَّا تَجُوعَ فِيهَا وَلَا تَعْرَى (118) وَأَنَّكَ لَا تَظْمَأُ فِيهَا وَلَا تَضْحَى (119) فَوَسْوَسَ إِلَيْهِ الشَّيْطَانُ قَالَ يَاآدَمُ هَلْ أَدُلُّكَ عَلَى شَجَرَةِ الْخُلْدِ وَمُلْكٍ لَا يَبْلَى (120) فَأَكَلَا مِنْهَا فَبَدَتْ لَهُمَا سَوْآتُهُمَا وَطَفِقَا يَخْصِفَانِ عَلَيْهِمَا مِنْ وَرَقِ الْجَنَّةِ وَعَصَى آدَمُ رَبَّهُ فَغَوَى (121) ثُمَّ اجْتَبَاهُ رَبُّهُ فَتَابَ عَلَيْهِ وَهَدَى (122)}.
116- Hani meleklere: “Âdem’e secde edin” demiştik de İblis dışında hepsi secde etmişlerdi. O ise yüz çevirmişti. 117- Biz de dedik ki: “Ey Âdem, şüphesiz ki bu, sana ve eşine düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, yoksa sıkıntıya uğrarsın.” 118- “Çünkü cennette sen aç da kalmazsın, çıplak da.” 119- “Orada susuzluk da çekmezsin, güneşin sıcağını da.” 120- Şeytan ona vesvese verip dedi ki: “Ey Âdem, sana ebedilik ağacını ve sonu gelmez bir mülkü(n yolunu) göstereyim mi?” 121- Böylece ikisi de ondan yediler ve avret yerleri kendilerine göründü. Onlar da üzerlerine cennet yapraklarından koyarak (avretlerini örtmeye) başladılar. Böylece Âdem Rabbinin emrine karşı geldi ve yolunu şaşırdı. 122- Sonra Rabbi onu seçti, tevbesini kabul etti ve onu doğruya iletti.
#
{116} أي: لما أكمل خلقَ آدم بيدِهِ، وعلَّمه الأسماء، وفضَّله وكرَّمه؛ أمر الملائكة بالسجود له إكراماً وتعظيماً وإجلالاً، فبادروا بالسُّجود ممتثلين، وكان بينهم إبليسُ، فاستكبر عن أمرِ ربِّه، وامتنع من السجود لآدم، وقال: {أنا خيرٌ منه خَلَقْتَني من نارٍ وخَلَقْتَه من طينٍ}.
116. Yani Yüce Allah, eliyle Âdem’in yaratıp ona isimleri öğreterek üstünlük verdikten ve ona türlü ihsanlarda bulunarak onu şerefli kıldıktan sonra meleklere Âdem’e ikram ve ta’zim olmak üzere secde etmelerini emretti. Melekler de Yüce Allah’ın emrine uyarak hemen secdeye kapandılar. Aralarında İblis de vardı. İblis ise Rabbinin emrine karşı büyüklük taslayıp Âdem’e secde etmeyi kabul etmedi ve: “Ben ondan daha hayırlıyım, beni ateşten yarattın, onu ise çamurdan yarattın.” (el-A’raf, 7/12) dedi.
#
{117 ـ 118} فتبينتْ حينئذٍ عداوتُه البليغةُ لآدم وزوجِهِ لما كان عدوًّا لله، وظهر من حسده ما كان سبب العداوة، فحذَّر الله آدم وزوجه منه، وقال: لا {يُخْرِجَنَّكُما من الجنَّةِ فَتَشْقى}: إذا أخرِجْتَ منها؛ فإنَّ لك فيها الرزق الهني والراحة التامة، {إنَّ لَكَ ألاَّ تَجُوعَ فِيهَا ولا تَعْرَى. وأنَّك لا تَظمَأُ فِيهَا ولا تَضْحَى}؛ أي: تصيبُك الشمس بحرِّها، فضَمِنَ له استمرار الطعام والشراب والكسوة والماء وعدم التعب والنَّصَب، ولكنَّه نهاه عن أكل شجرةٍ معيَّنة، فقال: {ولا تَقْرَبا هذه الشجرة فتكونا من الظالمين}.
117. İşte o vakit İblis’in Âdem’e ve onun eşine olan aşırı düşmanlığı da açığa çıkmış oldu. Onun bu düşmanlığının asıl sebebi ise Allah’a düşman oluşudur. Bu olay, düşmanlığına sebep teşkil eden kıskançlığını da ortaya koymuş oluyordu. Yüce Allah, Âdem’i ve onun eşini İblis’e karşı uyarıp sakındırarak: “Sakın sizi cennetten çıkarmasın.” Şayet sen oradan çıkacak olursan “sıkıntıya uğrarsın.” dedi. Çünkü senin için cennette huzur ve afiyetle elde edeceğin bir rızık ve tam bir rahat vardır. 118-119. “Çünkü cennette sen aç da kalmazsın, çıplak da. Orada susuzluk da çekmezsin, güneşin sıcağını da.” Böylelikle Yüce Allah, Âdem’e orada yiyecek, içecek, giyecek, su ve yorulmama garantisini vermiş oluyordu. Ancak Yüce Allah, ona belli bir ağacın meyvesinden yemesini yasaklamış ve şöyle demişti: “Yalnız bu ağaca yaklaşmayın, yoksa ikiniz de zulmedenlerden olursunuz.” (el-Bakara, 2/35)
#
{120} فلم يزل الشيطانُ يوسوسُ لهما ويُزيِّن أكل الشجرة ويقولُ: {هل أدُلُّك على شجرةِ الخُلْدِ}؛ أي: [الشجرة] التي مَنْ أكل منها خَلَدَ في الجنة، {ومُلْكٍ لا يَبْلى}؛ أي: لا ينقطع إذا أكلتَ منها.
120. Ne var ki şeytan, onlara sürekli vesvese verip ağacın meyvesinden yemeyi onlara süslü gösterdi ve şöyle dedi: “Sana ebedilik ağacını” yani ondan yiyen kimsenin cennette ebedi olarak kalmasını sağlayan ağacı “ve sonu gelmez” o meyveden yediğin takdirde ardı arkası kesilmeyecek türden “bir mülkü(n yolunu) göstereyim mi?”
#
{121} فأتاه بصورة ناصح، وتلطَّف له في الكلام؛ فاغترَّ به آدمُ، فأكلا من الشجرةِ، فسُقِطَ في أيديهما وسَقَطَتْ كسوتُهما، واتَّضحت معصيتُهما، وبدا لكلٍّ منهما سوأة الآخر بعد أن كانا مستورَيْن، وجعلا يَخْصِفان على أنفسهما من ورق أشجار الجنَّة؛ ليستَتِر بذلك، وأصابهما من الخجل ما الله به عليم. {وعصى آدم ربه فغوى}: فبادرا إلى التوبة والإنابة وقالا:
121. Şeytan, Âdem’e nasihat veren bir kişi kimliğinde gelmişti. Ona yumuşak söz söylemişti. O nedenle Âdem de ona kandı. Her ikisi de ağaçtan yediler ama yediklerinden hemen pişman oluverdiler. Üzerlerindeki elbiseler düşüverdi ve böylelikle masiyet işledikleri ortaya çıktı. Önceleri örtülü iken her birine diğerinin avreti göründü. Bu sefer cennet ağaçlarının yapraklarını birbirine ekleyerek üzerlerine örtmeye ve böylelikle avret yerlerini kapatmaya çalıştılar. Ancak Yüce Allah’ın takdir edebileceği çapta çok mahcub oldular, utandılar. “Böylece Âdem Rabbinin emrine karşı geldi ve yolunu şaşırdı.” Bunun sonucunda her ikisi de tevbeye ve Allah’a yönelmeye koyulup şöyle dediler: “Rabbimiz, biz kendimize zulmettik. Eğer bize mağfiret ve rahmet etmezsen muhakkak ki zarara uğrayanlardan oluruz.” (el-A’raf, 7/23)
#
{122} {ربَّنا ظَلَمْنا أنفُسنا وإن لم تَغْفِرْ لنا وترحَمْنا لَنَكونَنَّ من الخاسرينَ}: فاجتباه ربُّه واختاره ويَسَّرَ له التوبة، فتاب عليه وهدى، فكان بعد التوبة أحسنَ منه قبلَها، ورجع كيدُ العدوِّ عليه، وبَطَلَ مكرُهُ، فتمَّت النعمة عليه وعلى ذُرِّيَّته، ووجب عليهم القيام بها والاعتراف وأنْ يكونوا على حَذَرٍ من هذا العدوِّ المرابط الملازم لهم ليلاً ونهاراً، {يا بني آدمَ لا يَفْتِنَنَّكُم الشيطانُ كما أخرجَ أبَوَيْكُم من الجنَّة ينزعُ عنْهما لباسَهما ليُرِيَهما سوآتهما إنه يراكم هو وقبيلُهُ [من حيث لا ترونهم] إنا جعلنا الشياطين أولياء للذين لا يؤمنون}.
122. Rabbi, onu beğenip seçti, ona tevbe etmeyi kolaylaştırdı. “Tevbesini kabul etti ve onu doğruya iletti.” Âdem, böylelikle tevbeden sonra tevbeden öncekinden daha iyi bir halde oldu. Düşmanının hilesi de başına geçmiş, tuzağı boşa gitmiş oldu. Âdem’in ve onun zürriyeti üzerindeki nimet de tamamlanmış oldu. Onlar bu nimetin gereğini yerine getirmek ve itiraf etmekle yükümlü oldukları gibi yakalarını gece-gündüz bırakmayan, onları gözetleyip duran bu düşmana karşı da tetikte olmaları gerekir: “Ey Âdemoğulları, şeytan ana ve babanızı avret yerlerini kendilerine göstermek için üzerlerinden elbiselerini sıyararak cennetten çıkmalarına sebep olduğu gibi sakın sizi de fitneye düşürmesin. Çünkü o da kabilesi de sizi, sizin kendilerini göremeyeceğiniz yerden görürler. Biz şeytanları, iman etmeyenlerin dostları kıldık.” (el-A’raf, 7/27)
Ayet: 123 - 127 #
{قَالَ اهْبِطَا مِنْهَا جَمِيعًا بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ فَإِمَّا يَأْتِيَنَّكُمْ مِنِّي هُدًى فَمَنِ اتَّبَعَ هُدَايَ فَلَا يَضِلُّ وَلَا يَشْقَى (123) وَمَنْ أَعْرَضَ عَنْ ذِكْرِي فَإِنَّ لَهُ مَعِيشَةً ضَنْكًا وَنَحْشُرُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ أَعْمَى (124) قَالَ رَبِّ لِمَ حَشَرْتَنِي أَعْمَى وَقَدْ كُنْتُ بَصِيرًا (125) قَالَ كَذَلِكَ أَتَتْكَ آيَاتُنَا فَنَسِيتَهَا وَكَذَلِكَ الْيَوْمَ تُنْسَى (126) وَكَذَلِكَ نَجْزِي مَنْ أَسْرَفَ وَلَمْ يُؤْمِنْ بِآيَاتِ رَبِّهِ وَلَعَذَابُ الْآخِرَةِ أَشَدُّ وَأَبْقَى (127)}.
123- Buyurdu ki: “Hepiniz oradan inin. Kiminiz kiminize düşmansınız. Benden size bir hidâyet geldiğinde kim benim hidâyetime uyarsa o, hem sapıtmaz, hem bedbaht olmaz.” 124- “Kim de Zikrimden yüz çevirirse gerçekten onun için dar bir geçim vardır ve onu kıyamet günü kör olarak haşrederiz.” 125- Der ki: “Rabbim, niçin beni kör haşrettin? Halbuki ben görüyordum.” 126- Buyurur ki: “Öyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldiğinde sen onları unuttun. İşte aynı şekilde bugün de sen unutulacaksın.” 127- Haddi aşan ve Rabbinin âyetlerine iman etmeyenleri işte böyle cezalandırırız. Âhiret azabı elbette daha şiddetli ve daha kalıcıdır.
#
{123} يخبر تعالى أنَّه أمر آدم وإبليس أن يَهْبِطا إلى الأرض، وأن يتَّخذوا الشيطان عدوًّا لهم، فيأخذوا الحذر منه، ويُعِدُّوا له عدَّته، ويحارِبوه، وأنَّه سيُنْزِل عليهم كتباً ويرسل إليهم رسلاً يبيِّنون لهم الطريق المستقيم الموصلة إليه وإلى جنته، ويحذِّرونهم من هذا العدوِّ المبين، وأنَّهم أيَّ وقتٍ جاءهم ذلك الهدى الذي هو الكتب والرسل؛ فإنَّ من اتَّبعه؛ اتَّبع ما أمِرَ به، واجتنب ما نُهِيَ عنه؛ فإنَّه لا يضلُّ في الدُّنيا ولا في الآخرة ولا يشقى فيهما، بل قد هُدِيَ إلى صراط مستقيم في الدُّنيا والآخرة، وله السعادة والأمن في الآخرة. وقد نفى عنه الخوف والحزن في آية أخرى بقوله: {فَمَن اتَّبَع هُدايَ فلا خوفٌ عليهم ولا هُمْ يَحْزَنونَ}، واتِّباع الهدى بتصديق الخبرِ وعدم معارضتِهِ بالشُّبه، وامتثال الأمرِ بأن لا يعارِضَه بشهوة.
123. Şanı Yüce Allah, Âdem’e ve İblis’e yeryüzüne inmelerini, Âdem’in ve zürriyetinin şeytanı düşman belleyerek ondan gereği gibi sakınmalarını, ona karşı gerekli hazırlıklarını yaparak onunla savaşmalarını emrettiğini haber vermektedir. Ayrıca Yüce Allah, insanlara peygamberleri aracılığıyla kitaplar göndererek onlara kendisine ve cennetine ulaştıracak dosdoğru yolu beyan edeceğini ve bu apaçık düşmana karşı onları sakındırıp uyaracak peygamberler göndereceğini de bildirmektedir. İşte insanlara bu hidâyetin -ki bu da kitaplar ve peygamberlerdir- geldiği herhangi bir vakitte kim bu hidâyete uyarsa, emrolunduğu şeye uyup kendisine yasak kılınan şeylerden de sakınırsa böyle bir kimse, dünyada da âhirette de sapıtmaz, her ikisinde de bedbaht olmaz. Aksine böyle bir kimse, dünyada da âhirette de dosdoğru yola iletilmiş, âhirette bahtiyarlığa ve güvene kavuşmuş olur. Böyle hareket eden kimseden ise bir başka âyet-i kerimede Yüce Allah, şu buyruğu ile korkunun da kederin de söz konusu olmayacağını belirtmektedir: “Benden size bir hidâyet gelir de kim benim hidâyetime uyarsa, onlar için korku yoktur ve onlar asla üzülmezler de.” (el-Bakara, 2/38) Hidâyete uymak ise gelen haberi tasdik etmek, birtakım şüpheleri ileri sürerek ona karşı çıkmamak, herhangi bir arzusu dolayısıyla da ona karşı itirazda bulunmaksızın emre uymak ile olur.
#
{124} {ومَنْ أعرضَ عن ذِكْري}؛ أي: كتابي الذي يُتَذَكَّر به جميع المطالب العالية، وأن يتركه على وجه الإعراض عنه أو ما هو أعظم من ذلك؛ بأن يكون على وجه الإنكار له والكفر به. {فإنَّ له معيشةً ضنكاً}؛ أي: فإنَّ جزاءه أن نَجْعَلَ معيشَته ضيقةً مشقَّةً، ولا يكون ذلك إلاَّ عذاباً. وفُسِّرت المعيشةُ الضَّنْك بعذاب القبر، وأنَّه يُضَيَّقُ عليه قبرُه، ويُحْصَرُ فيه، ويعذَّبُ جزاءً لإعراضِهِ عن ذِكْرِ ربِّه، وهذه إحدى الآيات الدالَّة على عذاب القبر. والثانية: قوله تعالى: {ولو تَرَى إذِ الظالمونَ في غَمَراتِ الموتِ والملائكةُ باسطو أيديهم ... } الآية. والثالثة: قوله: {وَلَنُذيقَنَّهم من العذابِ الأدنى دونَ العذابِ الأكبرِ}. والرابعة: قوله عن آل فرعون: {النارُ يُعْرَضونَ عليها غُدُوًّا وعَشِيًّا ... } الآية. والذي أوجب لمن فسرها بعذاب القبر فقط من السلف وقصروها على ذلك ـ والله أعلم ـ آخر الآية، وأنَّ الله ذَكَرَ في آخرها عذابَ يوم القيامة. وبعض المفسِّرين يرى أن المعيشة الضَّنْكَ عامَّة في دار الدنيا؛ بما يُصيبُ المعرِضَ عن ذِكْرِ ربِّه من الهموم والغموم والآلام، التي هي عذابٌ معجَّل، وفي دار البرزخ، وفي الدار الآخرة؛ لإطلاق المعيشة الضَّنْكِ وعدم تقييدها. {ونحشُرُه}؛ أي: هذا المعرض عن ذِكْر ربِّه {يومَ القيامةِ أعمى}: البصر على الصحيح؛ كما قال تعالى: {ونحشُرُهم يومَ القِيامة على وجوهِهِم عُمْياً وبُكْماً وصُمًّا}.
124. “Kim de Zikrimden” yani üstün isteklerin tümünün kendisi vasıtasıyla öğrenildiği Kitabımdan “yüz çevirirse” ve ondan yüz çevirmek maksadıyla onu terk ederse yahut bundan da daha ağırı olarak onu inkâr etmek ve onu reddetmek suretiyle ondan yüz çevirecek olursa “gerçekten onun için dar bir geçim vardır.” Onun cezası, bizim onun yaşayışını dar ve meşakkatli kılmamız olacaktır. Bu ise ancak azap olur. Buradaki “dar geçim” kabir azabı ve kişinin kabrinin daralması, orada sıkıştırılıp azap edilmesi olarak da tefsir edilmiştir. Bu ise Rabbinin Zikrinden yüz çevirmesinin cezasıdır. Buna göre bu ayet, kabir azabına delâlet eden âyet-i kerimelerden biridir. İkinci âyet-i kerime Yüce Allah’ın: “Sen zalimleri ölümün ızdırap verici sıkıntıları içinde meleklerin ellerini uzatarak... derken bir görsen” (el-En’am, 6/93) buyruğudur. Üçüncü âyet-i kerime: “Andolsun ki biz onlara en büyük azaptan önce yakın azaptan mutlaka tattıracağız” (es-Secde, 32/21) buyruğudur. Dördüncü âyet-i kerime ise Yüce Allah’ın Firavun hakkında: “Ateştir o, onlar sabah akşam ona arzulunurlar” (el-Mü’min, 40/46) buyruğudur. Seleften bazılarının, bu âyet-i kerimeyi sadece kabir azabı ile ilgili olarak tefsir etmeleri ve sadece bunun hakkında kabul etmelerinin sebebi, -doğrusunu en iyi Allah bilir ama- âyet-i kerimenin son bölümünde Yüce Allah’ın kıyamet günündeki azabı söz konusu etmesidir. Bazı müfessirler de buradaki “dar geçim”in dünya hayatında Rabbinin Zikrinden yüz çevirene isabet edecek olan peşin azap olduğu, yani gamlar, kederler, üzüntüler ve acılar ile berzah hayatındaki azapla âhiret hayatındaki azabı da kuşatan umumi bir buyruk olduğu kanaatindedir. Çünkü burada “dar geçim” mutlak olarak zikredilmiş ve onunla birlikte herhangi bir kayıt söz konusu edilmemiştir. “Ve onu” Rabbinin zikrinden yüz çeviren o kimseyi “kıyamet günü kör olarak” sahih kabul edilen görüşe göre gözleri görmez bir halde haşrederiz. Nitekim Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: “Biz onları Kıyamet günü körler, dilsizler ve sağırlar olarak yüzükoyun haşredeceğiz.” (el-İsra, 17/97)
#
{125} {قال}: على وجه الذُّلِّ والمراجعة والتألُّم والضجر من هذه الحالة: {ربِّ لمَ حشرتَني أعمى وقد كنتُ}: في دار الدُّنيا {بصيراً}: فما الذي صيَّرني إلى هذه الحالة البشعة؟
125. Bu şekilde haşredilen kimse, zillet içinde halinin sebebini sormak, acısını bildirmek ve bu hale tahammülsüzlüğünü ifade etmek üzere: “Rabbim, niçin beni kör haşrettin? Halbuki ben” dünya hayatında iken “görüyordum.” Beni bu korkunç hale getiren ne oldu?
#
{126} {قال كذلك أتَتْكَ آياتُنا فنسيتَها}: بإعراضِكَ عنها، {وكذلك اليومَ تُنسى}؛ أي: تُتْرَكُ في العذاب؛ فأجيب بأنَّ هذا هو عينُ عملك، والجزاء من جنس العمل؛ فكما عَميتَ عن ذِكْر ربِّك، وعشيتَ عنه، ونسيتَه ونسيت حظَّك منه؛ أعمى اللهُ بَصَرَكَ في الآخرة، فحُشِرْتَ إلى النار أعمى أصمَّ أبكم، وأعرضَ عنك، ونَسِيَكَ في العذاب.
126. “Buyurur ki: Öyle. Çünkü sana âyetlerimiz geldiğinde onları” onlardan yüz çevirmek suretiyle “unuttun. İşte aynı şekilde bugün de sen unutulacaksın.” Azap içerisinde terk olunacaksın. Böylelikle ona şöyle cevap verilmiş olacaktır: Bu, senin amelinin ta kendisidir. Zira ceza, amel türündendir. Sen, Rabbinin Zikrine karşı kör davrandığın, ona karşı gözlerini perdelediğin, onu unuttuğun, ondan alman gereken payını almayı ihmal ettiğin için Allah da âhirette senin gözünü kör etti. Böylelikle sen cehenneme kör, sağır ve dilsiz olarak haşredildin. Senden yüz çevirdi ve seni azap içerisinde öylece bıraktı.
#
{127} {وكذلك}؛ أي: هذا الجزاء نجزيه {مَنْ أسرف}: بأن تعدَّى الحدود وارتكب المحارم وجاوز ما أُذِنَ له، {ولم يؤمن بآيات ربِّه}: الدالَّة على جميع مطالب الإيمان دلالةً واضحةً صريحةً؛ فالله لم يَظْلِمْه ولم يَضَع العقوبة في غير محلِّها، وإنَّما السبب إسرافُه وعدم إيمانه. {ولعذابُ الآخرةِ أشدُّ}: من عذاب الدُّنيا أضعافاً مضاعفةً، {وأبقى}: لكونِهِ لا ينقطعُ؛ بخلاف عذاب الدُّنيا؛ فإنَّه منقطع؛ فالواجب الخوف والحذر من عذابِ الآخرة.
127. Allah’ın çizdiği sınırları aşarak, haramları işleyerek ve kendisine müsaade edilen çerçevenin dışına çıkarak “haddi aşan ve Rabbinin” imanın gereği olan bütün hususlara açık ve seçik bir şekilde delâlet eden “âyetlerine iman etmeyenleri işte böylece” bu ceza ile “cezalandırırız.” Yüce Allah, böyle bir kimseye verdiği bu ceza ile zulmetmiş olmayacaktır. Layık olmayan kimseyi hak etmediği bir şekilde cezalandırmış olmayacaktır. Bu cezanın sebebi, o kimsenin haddi aşması ve iman etmeyişidir. “Âhiret azabı elbette” dünya azabına göre kat kat “daha şiddetli ve daha kalıcıdır.” Çünkü âhiret azabı, dünya azabının aksine kesintisizdir, bitmez. Dünya azabı ise sonludur, biter. O halde âhiret azabından korkmak ve çekinmek gerekir.
Ayet: 128 #
{أَفَلَمْ يَهْدِ لَهُمْ كَمْ أَهْلَكْنَا قَبْلَهُمْ مِنَ الْقُرُونِ يَمْشُونَ فِي مَسَاكِنِهِمْ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِأُولِي النُّهَى (128)}.
128- Kendilerinden önceki nice nesilleri helâk edişimiz onlar için bir hidâyet sebebi olmadı mı? Üstelik onların meskenlerinden yürüyüp geçiyorlar. Şüphe yok ki bunda akıl sahipleri için ibretler vardır.
#
{128} أي: {أفلم يَهْدِ}: لهؤلاء المكذِّبين المعرضين ويدلُّهم على سلوك طريق الرشاد وتجنُّب طريق الغيِّ والفسادِ ما أحلَّ الله بالمكذبين قبلَهم من القرون الخالية والأمم المتتابعة، الذين يعرِفون قَصَصهم، ويتناقلون أسمارهم، وينظرون بأعينهم مساكِنَهم من بعدهم؛ كقوم هودٍ وصالح ولوطٍ وغيرهم، وأنَّهم لما كذَّبوا رُسُلَنا وأعرضوا عن كُتُبِنا؛ أصبْناهم بالعذاب الأليم؛ فما الذي يؤمِّنُ هؤلاء أن يَحِلَّ بهم ما حلَّ بأولئك؟ {أكُفَّارُكُم خيرٌ من أولئِكُم أم لكم براءةٌ في الزُّبُر أم يقولونَ نحنُ جميعٌ مُنْتَصِرٌ}: لا شيء من هذا كلِّه، فليس هؤلاء الكفار خيراً من أولئك حتى يُدْفَع عنهم العذاب بخيرهم، بل هم شرٌّ منهم، لأنَّهم كفروا بأشرف الرسل وخير الكتب، وليس لهم براءةٌ مزبورةٌ وعهدٌ عند الله، وليسوا كما يقولون إنَّ جَمْعَهم ينفعهم ويدفَعُ عنهم، بل هم أذلُّ وأحقر من ذلك؛ فإهلاك القرون الماضية بذنوبهم من أسباب الهدايةِ؛ لكونِها من الآيات الدالَّة على صحَّة رسالة الرسل الذين جاؤوهم وبطلان ما هم عليه، ولكن ما كلُّ أحدٍ ينتفع بالآيات، إنَّما ينتفعُ بها أولو النُّهى؛ أي: العقول السليمة والفطر المستقيمة، والألباب التي تَزْجُرُ أصحابَها عمَّا لا ينبغي.
128. Âyetlerimizi yalanlayıp onlardan yüz çeviren bu kimselere, Allah’ın kendilerinden önceki geçmiş nesillerin ve arka arkaya gelmiş ümmetlerin arasından yalanlayıcıların başına gönderdiği azaplar, onların izlemeleri gereken doğru yolu da uzak kalmaları gereken sapıklık ve fesat yolunu da göstermeye yeterli değil mi? Üstelik bu yüz çeviren yalanlayıcılar, kendilerinden önce helâk edilen kavimlerin kıssalarını bilmekte, onlara dair haberleri gece sohbetlerinde birbirlerine aktarmakta, onlardan önce helâk edilen bu kavimlerin kaldıkları yerleri de gözleriyle görmektedirler. Hûd, Sâlih, Lût ve diğer peygamberlerin kavimleri gibi. Nitekim onlar bizim peygamberlerimizi yalanlayıp da kitaplarımızdan yüz çevirdiklerinde onlara can yakıcı azabı tattırdık. Öncekilerin başına gelmiş bulunan bu azapların benzerlerinin, bunların başına gelmeyeceğinden yana bunlara güvenlik ve teminat sağlayan nedir? “Sizin kâfirleriniz bunlardan hayırlı mıdır yoksa kitaplarda sizin için bir berat mı var? Yoksa onlar: Biz birbirimize yardım eden bir toplululuğuz, mu diyorlar?” (el-Kamer, 54/43-44) Bunların hiçbirisi söz konusu değildir. Bu kâfirler, öncekilerden daha hayırlı değildirler ki daha hayırlı oldukları için azap onlardan uzak tutulsun. Hatta bunlar ötekilerinden daha kötüdürler. Çünkü bunlar, rasûllerin en şereflisini, kitapların en hayırlısını inkâr edip kâfir olmuşlardır. Yine bunların Allah tarafından gelmiş herhangi bir ahidleri ve yazılı bir beratları da yok. Söyledikleri gibi çoklukları da kendilerine fayda sağlayacak ve gelecek azabı üzerlerinden uzaklaştıracak değildir. Aksine onlar bunu yapamayacak kadar güçsüz ve hakirdirler. Günahları sebebiyle geçmiş nesillerin helâk edilmiş olması, hidâyet bulmanın sebepleri arasındadır. Çünkü bütün bunlar onlara gelen peygamberlerin risaletinin doğruluğuna ve izlemekte oldukları yolların da batıl olduğuna dair apaçık belgelerden ve delillerdendir. Ancak herkes bu tür âyetlerden gereği gibi yararlanamamaktadır. Bunlardan ancak sağlam akıl, dosdoğru fıtrat sahibi ve kişiyi yapmaması gereken işlerden alıkoyan akıllı kimseler yararlanabilir.
Ayet: 129 - 130 #
{وَلَوْلَا كَلِمَةٌ سَبَقَتْ مِنْ رَبِّكَ لَكَانَ لِزَامًا وَأَجَلٌ مُسَمًّى (129) فَاصْبِرْ عَلَى مَا يَقُولُونَ وَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ قَبْلَ طُلُوعِ الشَّمْسِ وَقَبْلَ غُرُوبِهَا وَمِنْ آنَاءِ اللَّيْلِ فَسَبِّحْ وَأَطْرَافَ النَّهَارِ لَعَلَّكَ تَرْضَى (130)}.
129- Eğer Rabbin tarafından önceden bir söz verilmemiş ve belli bir vade olmasaydı (bunlara da azap) kaçınılmaz olurdu. 130- O halde onların söylediklerine sabret! Güneşin doğmasından ve batmasından önce Rabbini hamd ile tesbih et! Gece saatlerinde ve gündüzün uçlarında da tesbih et! Umulur ki hoşnut olursun.
#
{129} هذه تسليةٌ للرسول وتصبيرٌ له عن المبادرة إلى إهلاك المكذِّبين المعرضين، وأنَّ كفرَهم وتكذيبَهم سببٌ صالحٌ لحلول العذاب بهم ولزومِهِ لهم؛ لأنَّ الله جَعَلَ العقوبات سبباً وناشئاً عن الذُّنوب ملازماً لها، وهؤلاء قد أتَوْا بالسبب، ولكنَّ الذي أخَّره عنهم كلمةُ ربِّك المتضمِّنة لإمهالهم وتأخيرهم وضربِ الأجل المسمَّى؛ فالأجل المسمَّى ونفوذُ كلمة الله هو الذي أخَّر عنهم العقوبة إلى إبَّانِ وقتها، ولعلَّهم يراجعون أمر الله فيتوب عليهم ويرفع عنهم العقوبة إذا لم تحقَّ عليهم الكلمة.
129. Bu buyruklar, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e bir teselli ve yalanlayıp yüz çevirenlerin çabucak helâk edilmesi isteğine karşı sabırlı davranmasına dair bir irşaddır. Şüphesiz onların küfürleri ve yalanlamaları, azabın başlarına gelip çatmasına ve azabın onlardan ayrılmamasına yeterli bir sebeptir. Çünkü Yüce Allah, günahları cezaya sebep kılmıştır. Ceza, günahlardan dolayıdır ve günahlardan ayrı değildir. İşte bunlar da cezanın sebebini yerine getirmiş bulunuyorlar. Fakat bu cezanın onlara gelmesini geciktiren sebep, onlara mühlet verip onları ertelemeyi ve onların helâki için belli bir vakit tayin etmiş olmayı ihtiva eden Rabbinin sözüdür. O halde onlara gelecek cezayı tayin edilmiş olan vakte kadar erteleyen, bu husustaki Allah’ın sözünün yerine gelmesi ve onlar için tayin edilmiş bulunan belli bir vadenin bulunmasıdır. Belki Allah’ın emrine dönerler, Allah da onların tevbelerini kabul eder ve üzerlerine azap sözü hak olmayınca da onlardan cezayı kaldırır.
#
{130} ولهذا أمر الله رسولَه بالصبر على أذيَّتِهم بالقول، وأمره أن يتعوَّض عن ذلك وليستعين عليه بالتسبيح {بحمدِ} ربِّه في هذه الأوقات الفاضلة؛ {قبلَ طلوعِ الشمس وقبل غروبها}، وفي أطراف النهار أوله وآخره؛ عموم بعد خصوص، وأوقات {الليلِ} وساعاته، لعلَّك إنْ فعلتَ ذلك ترضى بما يعطيك ربُّك من الثواب العاجل والآجل، وليطمئنَّ قلبُك، وتَقَرَّ عينُك بعبادة ربِّك، وتتسلَّى بها عن أذيَّتِهِم؛ فيخفَّ حينئذٍ عليك الصبر.
130. Bundan dolayı Yüce Allah, Rasûlüne onların sözlü eziyetlerine karşı sabretmesini ve bu eziyetlere karşı yardım talebini bu faziletli vakitlerde Rabbini hamd ile tesbih ederek arzetmesini emretmektedir. Güneşin doğuşundan önce, batışından önce ve gündüzün uçlarında, başında da sonunda da -ki bu ifade özelden sonra genelin ifade edilmesidir- bir de gece saatlerinde tesbih et. Umulur ki bu şekilde hareket edecek olursan sen Rabbinin sana ihsan edeceği dünyevi ve uhrevi mükâfatlarla hoşnut olursun. Rabbine ibadet etmekle kalbin mutmain, gözlerin aydın olur. Böylelikle onların eziyetlerine karşı teselli bulursun ve o vakit sabretmenin yükü de senin için hafifler.
Ayet: 131 #
{وَلَا تَمُدَّنَّ عَيْنَيْكَ إِلَى مَا مَتَّعْنَا بِهِ أَزْوَاجًا مِنْهُمْ زَهْرَةَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا لِنَفْتِنَهُمْ فِيهِ وَرِزْقُ رَبِّكَ خَيْرٌ وَأَبْقَى (131)}.
131- O (kafirlerden) bazı gruplara kendilerini imtihan edelim diye dünya hayatının süsü olarak verip faydalandırdığımız şeylere gözlerini dikme! Rabbinin rızkı, daha hayırlı ve daha kalıcıdır.
#
{131} أي: ولا تمدَّ {عَيْنَيْكَ} معجباً ولا تكرِّر النظر مستحسناً إلى أحوال الدُّنيا والممتَّعين بها من المآكل والمشارب اللذيذة والملابس الفاخرة والبيوت المزخرفة والنساء المجمَّلة؛ فإنَّ ذلك كلَّه زهرةُ {الحَياةِ الدُّنيا}؛ تبتهج بها نفوسُ المغترين، وتأخُذُ إعجاباً بأبصار المعرِضين، ويتمتَّع بها بقطع النظرِ عن الآخرة القومُ الظالمون، ثم تذهب سريعاً وتمضي جميعاً، وتقتلُ محبِّيها وعشَّاقَها فيندمون حيث لا تنفع الندامة، ويعلمون ما هم عليه إذا قدِموا يوم القيامة، وإنَّما جعلها الله فتنةً واختباراً ليعلمَ من يَقِفُ عندها ويغترُّ بها ومَنْ هو أحسنُ عملاً. كما قال تعالى: {إنا جَعلنَا ما على الأرضِ زينَة لها لنَبلوهم أيُّهُم أحَسنُ عَملاً وإنَّا لجاعلونَ ما عَلَيْها صعيداً جُرُزاً}. {ورزقُ ربِّك}: العاجل من العلم والإيمان وحقائق الأعمال الصالحة، والآجل من النعيم المقيم والعيش السليم في جوار الربِّ الرحيم، {خيرٌ}: مما متَّعنا به أزواجاً في ذاته وصفاته، {وأبقى}: لكونِهِ لا ينقطع أكُلُها دائمٌ وظلُّها؛ كما قال تعالى: {بل تؤثِرونَ الحياة الدُّنيا. والآخرةُ خيرٌ وأبقى}. وفي هذه الآية إشارةٌ إلى أنَّ العبد إذا رأى من نفسِهِ طموحاً إلى زينة الدُّنيا وإقبالاً عليها أنْ يُذَكِّرَها ما أمامها من رزقِ ربِّه، وأنْ يوازِنَ بين هذا وهذا.
131. Yani dünyanın ahvaline ve bunlardan olan lezzetli yiyecekler, içecekler, değerli ve güzel elbiseler, lüks evler, güzel kadınlardan faydalanan bu gibi kimselere imrenerek gözlerini dikme, onların bu hallerini güzel görerek tekrar tekrar onlara bakma! Çünkü bütün bunlar, dünya hayatının süsüdür. Aldanış içerisinde olanların nefisleri, bunlardan memnun olur, öğütlerimizden yüz çevirenlerin gözleri bunlara imrenerek bakar. Zalimler topluluğu bunlardan âhiret göz önünde bulundurmaksızın yararlanır. Fakat daha sonra bunlar, çabucak geçer ve hep birlikte yok olur giderler. Bunları seveni, bunlara aşık olanları bizzat bunlar öldürür ve böyle kimseler pişmanlığın fayda vermeyeceği bir vakitte pişman olurlar. Kıyamet günü gelecekleri vakit gerçek durumlarını öğrenirler. Şanı Yüce Allah, bunları bir sınama aracı kılmıştır. Böylelikle bunların sınırını aşmayıp orada duranları, onlara aldanıp kananları ve güzel amelde bulunanları birbirinden ayırt ederek ortaya çıkartmak istemiştir. Nitekim Yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Yeryüzü üzerinde bulunanları biz, insanlardan hangisi daha güzel amelde bulunacak diye onları imtihan etmek için yeryüzüne has bir süs yaptık. Bununla beraber biz, onun üstünde olan şeyleri elbet kupkuru bir toprak yapacağız.” (el-Kehf, 18/7-8) “Rabbinin” dünyada ilim, iman ve gerçek salih ameller, âhirette ise ebedi nimetler ve o Rahim olan Rabbin komşuluğunda esenlikli yaşayış şeklindeki “rızkı” bizim onlara vermiş olduğumuz dünya zevklerinden hem zatıyla, hem de nitelikleri itibariyle “daha hayırlı ve daha kalıcıdır.” Çünkü cennetteki rızıkların kesilmesi söz konusu değildir. Onun yemişleri de gölgesi de daimidir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Oysa siz dünya hayatını tercih edersiniz. Halbuki âhiret hem daha hayırlı, hem de daha kalıcıdır.” (el-A’la, 87/16-17). Bu âyet-i kerimede şuna işaret vardır: Kul, eğer nefsinin dünya hayatının süsüne meylettiğini ve ona yöneldiğini görecek olursa Rabbinin âhiretteki rızkını hatırlamalı ve her ikisi arasında bir karşılaştırma yapmalıdır.
Ayet: 132 #
{وَأْمُرْ أَهْلَكَ بِالصَّلَاةِ وَاصْطَبِرْ عَلَيْهَا لَا نَسْأَلُكَ رِزْقًا نَحْنُ نَرْزُقُكَ وَالْعَاقِبَةُ لِلتَّقْوَى (132)}.
132- Aile halkına namazı emret, sen de sabırla ona devam et. Biz, senden rızık istemiyoruz, (aksine) sana rızkı biz veriyoruz. Güzel âkıbet, takvâdadır.
#
{132} أي: حُثَّ أهلك على الصلاة، وأزْعِجْهم إليها من فرض ونفل، والأمرُ بالشيء أمرٌ بجميع ما لا يتمُّ إلاَّ به، فيكون أمراً بتعليمهم ما يُصْلِحُ الصلاة ويفسِدُها ويُكْمِلُها. {واصْطَبِرْ عليها}؛ أي: على الصلاة بإقامتها بحدودها وأركانها [وآدابها] وخشوعها؛ فإنَّ ذلك مشقٌّ على النفس، ولكنْ ينبغي إكراهها وجهادُها على ذلك والصبر معها دائماً؛ فإنَّ العبد إذا أقام صلاته على الوجه المأمور به؛ كان لما سِواها من دينِهِ أحفظَ وأقوم، وإذا ضيَّعها؛ كان لما سِواها أضيعَ. ثم ضَمِنَ تعالى لرسولِهِ الرزقَ، وأنْ لا يَشْغَلَه الاهتمام به عن إقامة دينِهِ، فقال: {نحن نرزُقُك}؛ أي: رزقُك علينا، قد تكفَّلْنا به كما تكفَّلْنا بأرزاقِ الخلائق كلِّهم؛ فكيف بمن قام بأمرِنا واشتغل بذِكْرِنا؟! ورزقُ الله عامٌّ للمتَّقي وغيره؛ فينبغي الاهتمام بما يجلبُ السعادة الأبديَّة، وهو التقوى، ولهذا قال: {والعاقبةُ}: في الدُّنيا والآخرة {للتَّقْوى}: التي هي فعل المأمور وتركُ المنهيِّ؛ فمن قام بها؛ كان له العاقبةُ؛ كما قال تعالى: {والعاقبةُ للمتَّقين}.
132. Yani aile halkını farz olsun, nafile olsun namaz kılmaya teşvik et ve onları namaz kılmaya yönlendir. Bir şeyi emretmek ise kendileri olmaksızın o şeyin tamamlanması mümkün olmayan bütün hususların da emredilmesi demektir. Buna göre bu buyruk, aile halkına namazı öğretmeyi ve namazda neyin yapılması gerekip neyin namazı bozduğunu, neyin namazı kemale erdirdiğini öğretmeyi emretmeyi de kapsamaktadır. “sen de sabırla ona devam et!” Namaza onu sınırları, rükünleri, adabı ve huşuu ile eda etmek suretiyle sabırla devam et! Elbette ki bu, nefse ağır gelir. Ancak bu hususta nefsi zorlamak, ona karşı mücadelede bulunmak ve her zaman namaz üzere sabır göstermek gerekir. Kul, emrolunduğu şekilde namazı dosdoğru kılacak olursa hiç şüphesiz dininin diğer emirlerini daha iyi korur, daha güzel uygular. Namazı zayi edip ona gereken dikkati göstermezse de onun dışındaki hususları daha kolaylıkla zayi ve ihmal eder. aha sonra Yüce Allah, Rasûlünün rızkını teminat altına almakta, rızkı ile uğraşmasının onu dinini gereği gibi uygulamaktan alıkoymaması gerektiğini hatırlatarak şöyle buyurmaktadır: “Sana rızkı biz veriyoruz.” Rızkını sağlamak bizim işimizdir. Biz onu üstlenmiş bulunuyoruz. Nitekim bütün mahlukatın rızkını da üstlenen biziz. O halde bizim emrimizi yerine getiren ve bizi zikretmekle meşgul olanın rızkını nasıl üstlenmeyiz? Üstelik Allah’ın rızkı, takvâ sahibi olan kimse için de başkası için de umumidir. O halde ebedî mutluluğu gerektirecek şeylere önem vermek icabeder. Bu ise takvâdır. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Güzel âkıbet” dünyada da âhirette de “takvâdadır.” Takvâ ise emrolunun şeyi yerine getirmek, yasaklanan şeyi de terk etmek demektir. Takvânın gereklerini yerine getiren kimse için de güzel âkıbet söz konusudur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Güzel âkıbet takvâ sahiplerinindir.” (el-Kasas, 28/83)
Ayet: 133 - 135 #
{وَقَالُوا لَوْلَا يَأْتِينَا بِآيَةٍ مِنْ رَبِّهِ أَوَلَمْ تَأْتِهِمْ بَيِّنَةُ مَا فِي الصُّحُفِ الْأُولَى (133) وَلَوْ أَنَّا أَهْلَكْنَاهُمْ بِعَذَابٍ مِنْ قَبْلِهِ لَقَالُوا رَبَّنَا لَوْلَا أَرْسَلْتَ إِلَيْنَا رَسُولًا فَنَتَّبِعَ آيَاتِكَ مِنْ قَبْلِ أَنْ نَذِلَّ وَنَخْزَى (134) قُلْ كُلٌّ مُتَرَبِّصٌ فَتَرَبَّصُوا فَسَتَعْلَمُونَ مَنْ أَصْحَابُ الصِّرَاطِ السَّوِيِّ وَمَنِ اهْتَدَى (135)}.
133- Dediler ki: “O, Rabbinden bize bir mucize getirmeli değil miydi?” Daha önceki sahifelerde bulunanların apaçık delili (olan Kur'ân) onlara gelmedi mi? 134- Eğer biz onları ondan önce bir azap ile helâk etmiş olsaydık elbette şöyle diyeceklerdi: “Rabbimiz, bize bir peygamber gönderseydin de hakir ve rezil olmadan önce âyetlerine uysaydık.” 135- De ki: “Her birimiz gözetliyoruz, siz de gözetleyin. Zira dosdoğru yolun sahiplerinin kim olduğunu da hidayette olanların kim olduğunu da bileceksiniz.”
#
{133} أي: قال المكذِّبون للرسول - صلى الله عليه وسلم -: هلاَّ يأتينا بآيةٍ من ربِّه؛ يعنونَ آيات الاقتراح؛ كقولهم: {وقالوا لَن نؤمنَ لك حتى تَفْجُرَ لنا من الأرضِ يَنبوعاً أو تكونَ لك جَنَّةٌ من نخيل وعِنَبٍ فَتُفَجِّرَ الأنهار خلالها تَفْجِيرا. أو تسقِطَ السماء كما زعمتَ علينا كِسَفاً أو تأتيَ بالله والملائكةِ قَبيلاً}، وهذا تعنُّت منهم وعنادٌ وظلمٌ؛ فإنَّهم هم والرسول بشرٌ عبيدٌ لله؛ فلا يليقُ منهم الاقتراح بحسب أهوائهم، وإنَّما الذي ينزِلُها ويختارُ منها ما يختارُ بحسب حكمتِهِ هو الله، ولما كان قولهم: {لولا يأتينا بآية من ربِّه}: يقتضي أنَّه لم يأتِهِم بآيةٍ على صدقِهِ ولا بيِّنة على حقِّه، وهذا كذبٌ وافتراء؛ فإنه أتى من المعجزات الباهرات والآيات القاهرات ما يحصُلُ ببعضه المقصودُ، ولهذا قال: {أَوَلَمْ [تأتِهم]}: إن كانوا صادقينَ في قولهم، وأنهم يطلبُون الحقَّ بدليله، {بيِّنَةُ ما في الصُّحف الأولى}؛ أي: هذا القرآن العظيم، المصدِّق لما في الصحف الأولى من التوراة والإنجيل والكتب السابقة، المطابق لها، المخبر بما أخبرت به، وتصديقُهُ أيضاً مذكورٌ فيها، ومبشَّر بالرسول بها، وهذا كقولِهِ تعالى: {أَوَلَم يكفِهِم أنَّا أنزلنا عليك الكتابَ يُتلى عليهم إنَّ في ذلك لرحمةً وذِكْرى لقوم يؤمنونَ}؛ فالآياتُ تنفعُ المؤمنين ويزداد بها إيمانُهم وإيقانُهم، وأما المعرضونَ عنها المعارضون لها؛ فلا يؤمنونَ بها ولا ينتفعونَ بها. {إنَّ الذين حقَّتْ عليهم كلمةُ ربِّك لا يؤمنون. ولو جاءَتْهم كلُّ آيةٍ حتى يَرَوُا العذابَ الأليم}.
133. Yani yalanlayıcılar, Allah Rasûlü için: O, Rabbinden bize bir âyet getirmeli değil miydi? dediler. Onlar bu sözleriyle kendilerinin teklif ettikleri mucizeleri kastediyorlardı. Şu buyruklarda dile getirildiği gibi: “Dediler ki: Bize yeryüzünden bir pınar fışkırtmadıkça asla sana inanmayacağız. Yahut senin hurmalıklardan ve asmalardan bir bahçen olmalı ve aralarından şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. Ya da iddia ettiğin gibi gökyüzünü üzerimize parça parça düşürmelisin veya Allah’ı ve melekleri topluca karşımıza getirmelisin.” (el-İsrâ, 17/90-92) Bu ise onların işi kasten yokuşa sürmelerinin, inatlaşmalarının ve zulme sapmalarının bir sonucudur. Çünkü onlar da Peygamber de Allah’ın kulları olan bir beşerdirler. O bakımdan kendilerinin arzu ve heveslerine göre birtakım mucizeler teklif etmeleri hadleri değildir. Çünkü bunları indiren, bunlardan hikmetine göre dilediğini seçip tercih eden Yüce Allah’tır. Onların: “Rabbinden bize bir mucize getirmeli değil miydi?” sözü Peygamber’in, doğruluğuna delil teşkil edecek bir mucize ve hak olduğuna dair hiçbir delil getirmemiş olması anlamını içermektedir ki bu bir yalan ve iftiradır. Zira o, göz kamaştırıcı pek çok mucize ve pek çok âyet getirmiştir ki bunların bir bölümü dahi istenen maksadı gerçekleştirmeye yeterlidir. Bundan dolayı Allah şöyle buyurmaktadır: “Daha önceki sahifelerde bulunanların apaçık delili (olan Kur'ân) onlara gelmedi mi ki?” Yani onlar doğru söz söyleyen kimseler olup gerçekten hakkı delili ile birlikte görmek isteyen kimseler iseler işte onlara Tevrat, İncil ve diğer kitaplardan ibaret olan önceki sahifelerde bulunanları tasdik eden, onlara uygun ve onların haber verdiği şeyleri haber veren bu Kur’an-ı Kerim gelmiştir. Üstelik o kitaplarda bu Kur’an-ı Kerim zikredilmiş ve bu Rasûl müjdelemiştir. Bu âyet-i kerime Yüce Allah’ın şu buyruğunu andırmaktadır: “Sana indirdiğimiz ve kendilerine okunup duran bu Kitap onlara yetmedi mi? Şüphe yok ki bunda iman eden bir topluluk için bir rahmet ve öğüt vardır.” (el-Ankebût, 29/51) Esasen âyetler ve mucizeler, mü’minlere fayda sağlar ve onlarla mü’minlerin imanları ve yakinleri daha da artar. Onlardan yüz çeviren ve onlara karşı çıkanlar ise bunlara iman etmezler ve onlardan gereği gibi yararlanmazlar: “Doğrusu üzerlerine Rabbinin sözü hak olmuş bulunanlar, onlara her türlü âyet/mucize gelse bile acıklı azabı görene kadar iman etmezler.” (Yunus, 10/96-97)
#
{134} وإنَّما الفائدةُ في سوقها إليهم ومخاطبتهم بها لتقومَ عليهم حجَّة الله، ولئلاَّ يقولوا حين ينزلُ بهم العذاب: {لولا أرسلتَ إلَيْنا رسولاً فنتَّبعَ آياتِك من قبل أن نَذِلَّ ونَخْزى}: بالعقوبة؛ فها قد جاءكم رسولي ومعه آياتي وبراهيني؛ فإنْ كنتُم كما تقولون؛ فصدِّقوه.
134. Bu ayet ve delillerin onlara gösterilmesi ve bu yolla onların muhatap alınması ise onlara karşı Allah’ın delilinin ortaya konulması ve üzerlerine azap ineceği vakit şöyle dememeleri içindir: “Rabbimiz bize bir peygamber gönderseydin de” bu ceza ile “hakir ve rezil olmadan önce âyetlerine uysaydık.” İşte size benim rasûlüm, beraberinde âyetlerim ve kesin belgelerim bulunduğu halde gelmiş bulunuyor. Eğer gerçekten söylediğiniz gibiyseniz haydi onu tasdik ediniz.
#
{135} {قل}: يا محمد مخاطباً للمكذِّبين لك الذين يقولونَ تربَّصوا به ريَبْ المنون: {قُلْ كلٌّ متربِّصٌ}: فتربَّصوا بي الموت، وأنا أتربَّص بكم العذاب، {قل هل تَرَبَّصون بنا إلا إحدى الحُسْنَيَيْنِ}؛ أي: الظفر أو الشهادة؛ فنحن نتربَّص بكم أن يصيبَكم اللهُ بعذابٍ من عنده أو بأيدينا. {فَتَرَبَّصوا فستعلمونَ مَنْ أصحابُ الصِّراطِ السويِّ}؛ أي: المستقيم، {ومَنِ اهْتَدى}: بسلوكِهِ أنا أم أنتُم؛ فإنَّ صاحبه هو الفائزُ الراشدُ الناجي المفلحُ، ومَنْ حادَ عنه خاسرٌ خائبٌ معذَّب. وقد عُلِمَ أنَّ الرسول هو الذي بهذه الحالة، وأعداؤه بخلافه. والله أعلم.
135. Ey Muhammed, senin hakkında: Zamanın başına getireceği musibetleri bekleyin, diyen ve seni yalanlayan kimselere “De ki: Her birimiz gözetliyoruz.” Siz benim ölmemi bekleyin, ben de sizin başınıza gelecek olan azabı beklemekteyim. “De ki: Başımıza iki güzel şeyin birinden” zafer veya şehadetten “başkasının gelmesini mi bekliyorsunuz? Halbuki biz, Allah’ın size kendi katından yahut bizim ellerimizle bir azap getirmesini bekliyoruz.” (et-Tevbe, 9/52) “Siz de gözetleyin. Zira dosdoğru yolun sahiplerinin kim olduğunu da” o dosdoğru yolu izlemek suretiyle “hidayette olanların kim olduğunu da” ben miyim, siz misiniz “bileceksiniz.” İşte o dosdoğru yolu izleyen, asıl umduğuna kavuşacak olandır, doğru yol üzerinde bulunandır, kurtuluşa erecek olandır. O yoldan sapan kimse ise hüsrandadır, ziyandadır, azap görecektir. Elbette ki Allah Rasûlünün bu halde olduğu, düşmanlarının ise aksi durumda olduğu bilinen bir husustur. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
***