(Mekke’de inmiştir, 110 âyettir)
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adı ile.
{الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي أَنْزَلَ عَلَى عَبْدِهِ الْكِتَابَ وَلَمْ يَجْعَلْ لَهُ عِوَجًا (1) قَيِّمًا لِيُنْذِرَ بَأْسًا شَدِيدًا مِنْ لَدُنْهُ وَيُبَشِّرَ الْمُؤْمِنِينَ الَّذِينَ يَعْمَلُونَ الصَّالِحَاتِ أَنَّ لَهُمْ أَجْرًا حَسَنًا (2) مَاكِثِينَ فِيهِ أَبَدًا (3) وَيُنْذِرَ الَّذِينَ قَالُوا اتَّخَذَ اللَّهُ وَلَدًا (4) مَا لَهُمْ بِهِ مِنْ عِلْمٍ وَلَا لِآبَائِهِمْ كَبُرَتْ كَلِمَةً تَخْرُجُ مِنْ أَفْوَاهِهِمْ إِنْ يَقُولُونَ إِلَّا كَذِبًا (5) فَلَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ عَلَى آثَارِهِمْ إِنْ لَمْ يُؤْمِنُوا بِهَذَا الْحَدِيثِ أَسَفًا (6)}
1- Hamd, kuluna Kitab’ı indiren ve onda hiçbir eğriliğe yer vermeyen Allah'a mahsustur.
2-3- Ki onu dosdoğru kılmış ve kendi katından şiddetli bir azaba karşı uyarmak, salih ameller işleyen mü’minlere de içinde ebediyen kalacakları güzel bir mükâfat olduğunu müjdelemek için
(indirmiştir).
4-
Bir de: “Allah çocuk edindi” diyenleri uyarmak için…
5- Buna dair ne onların ne de atalarının hiçbir bilgisi yoktur. Ağızlarından çıkan bu söz, ne büyüktür! Onlar sadece yalan söylüyorlar.
6- Bu söze iman etmiyorlar diye neredeyse arkalarından üzülerek kendini helâk edeceksin!
#
{1} {الحمد}: هو الثناء عليه بصفاته التي هي كلُّها صفات كمال، وبنعمه الظاهرة والباطنة، الدينيَّة والدنيويَّة، وأجلُّ نعمه على الإطلاق إنزالُه الكتاب العظيم على عبده ورسوله محمدٍ - صلى الله عليه وسلم -، فحمد نفسه، وفي ضمنه إرشادُ العباد ليحمدوه على إرسال الرسول إليهم، وإنزال الكتاب عليهم. ثم وَصَفَ هذا الكتاب بوصفين مشتملين على أنَّه الكامل من جميع الوجوه، وهما: نفي العِوَج عنه، وإثباتُ أنَّه مقيمٌ مستقيمٌ: فنفي العِوَج يقتضي أنَّه ليس في أخباره كذبٌ، ولا في أوامره ونواهيه ظلمٌ ولا عَبَثٌ. وإثبات الاستقامة يقتضي أنَّه لا يخبر ولا يأمر إلاَّ بأجلِّ الإخبارات، وهي الأخبار التي تملأ القلوب معرفةً وإيماناً وعقلاً؛ كالإخبار بأسماء الله وصفاته وأفعاله، ومنها الغيوب المتقدِّمة والمتأخِّرة، وأنَّ أوامره ونواهيه تزكِّي النفوس وتطهِّرها وتنمِّيها وتكمِّلها؛ لاشتمالها على كمال العدل والقِسْط والإخلاص والعبوديَّة لله ربِّ العالمين وحده لا شريكَ له. وحقيقٌ بكتابٍ موصوفٍ بما ذُكِر أن يَحْمَدِ الله نفسَه على إنزالِهِ، وأن يتمدَّح إلى عباده به.
1-3.
“Hamd”, Allah’a, hepsi de kemal derecede olan sıfatlarıyla, dinî ve dünyevî, gizli ve açık nimetleri ile övgülerde bulunmaktır. Mutlak olarak O’nun en üstün nimeti de yüce Kitab’ını kulu ve rasûlü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e indirmesidir. Yüce Allah da bu sebeple kendi zatını övmektedir. Bu, kulların da kendilerine peygamberler gönderdiği ve bu peygamberlere kitap indirdiği için O’nu övmeleri gerektiği anlamını içermektedir. Daha sonra Yüce Allah, bu Kitab’ı bütün yönleriyle mükemmel bir kitap olduğunu ihtiva eden iki sıfat ile nitelendirmektedir. Bu iki sıfatan biri, onda hiçbir eğriliğin bulunmamasıdır, diğeri ise bu Kitab’ın hem dosdoğru, hem de doğrultucu olmasıdır. Onda hiçbir eğriliğin olmaması, verdiği haberlerde yalan, emir ve yasaklarda da zulüm ve abes bir şey olmamasını ifade eder. Dosdoğru olması ise sadece en üstün haber ve emirleri vermiş olmasını ifade eder ki verdiği bu üstün haberler de kalpleri marifetle, imanla ve akılla doldurur. Yüce Allah’ın isim, sıfat ve fiillerine dair haberler, önceden geçmiş ve sonradan meydana gelecek gayba dair haberler bunlar arasındadır. Yine bu Kitab’ın emir ve yasakları, nefisleri arındırır, tertemiz eder, geliştirir ve kemale erdirir. Çünkü bu emirler, kemal derecesinde adaleti, alemlerin Rabbi olan Allah’a karşı ihlası ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ibadet etmeyi içerir. Sözü geçen bu nitelikleri taşıyan bir kitabı indirdiği için Allah’ın kendi zatını övmesi ve onunla kullarına karşı övünmesi elbette ki bu kitaba yakışan bir durumdur.
üce Allah’ın: “kendi katından şiddetli bir azaba karşı uyarmak...” buyruğu şu demektir: Allah bu Kur’an’ı, onunla kendi nezdinde bulunan ilâhi cezaya karşı kulları uyarmak için indirmiştir. Bu azabı
“kendi katından” diyerek nitelemesi, bu azabın emrine muhalefet edenlere karşı O’nun bir takdiri ve hükmü olduğundandır. Bu da hem dünyevî cezayı, hem de âhiretteki cezayı kapsar. Yüce Allah’ın kullarını korkutup, kendilerine zarar verecek, kendilerini helak edecek şeylere karşı uyarması da O’nun nimetlerindendir. Nitekim Yüce Allah, bu Kur’an-
ı Kerim’de cehennemin niteliklerini söz konusu ettikten sonra şöyle buyurmaktadır: “İşte bununla Allah kullarını korkutuyor. Ey benim kullarım, benden korkun!” (ez-Zumer, 39/16) Yüce Allah’ın emrine muhalefet edenlere karşı ağır cezalar koyup bunları kendilerine açıklamış olması ve bu cezalara ulaştıran sebepleri beyan etmesi, kullarına rahmetinin bir tecellisidir.
“Salih ameller işleyen mü’minlere de içinde ebediyen kalacakları güzel bir mükâfat olduğunu müjdelemek için.” Allah, kuluna bu Kitab’ı kendisine, peygamberlerine ve kitaplarına iman eden, bu imanları kemale erip salih amel işlemelerini sağlayan mü’minleri müjdelemek için indirmiştir. Bu salih ameller ise ihlâs ve peygambere uyma özelliklerini bir arada taşıyan her türlü farz ve müstehab amellerdir.
“Güzel bir mükâfat” ise Yüce Allah’ın, iman ve salih amele vereceğini belirttiği mükâfattır. Bu mükâfatın en üstün ve değerli olanı ise Allah’ın rızasına nail olmak ve içinde hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın hatırından geçirmediği nimetlerin bulunduğu cennete girmektir. Buradaki mükâfatın
“güzel” olmakla nitelendirilmesi, bu mükâfatta tadını bozacak, hevesini kursakta bırakacak herhangi bir olumsuzluğun bulunmadığına işarettir. Çünkü bunlardan herhangi birisi bulunacak olursa o mükâfat tam anlamıyla güzel olmaz. Bununla birlikte “içinde ebediyen” kalacaklardır. Bu güzel mükâfat, onlardan ayrılmayacak, onlar da ondan ayrı kalmayacaklardır. Aksine her an içinde bulundukları nimetler artıp duracaktır. Müjde vermek, müjdelenen şeyin verilmesini gerektiren amellerin söz konusu edilmesini de gerektirir. O yüzden bu Kur’an, nefislerin hoşuna giden ve ruhları neşelendiren o nimetlere ulaştıran salih amellerin bütününü kapsar.
#
{4 ـ 5} {وينذرَ الذين قالوا اتَّخذ اللهُ ولداً}: من اليهود والنَّصارى والمشركين، الذين قالوا هذه المقالة الشنيعة؛ فإنَّهم لم يقولوها عن علم ولا يقين؛ لا علم منهم ولا علم من آبائهم الذين قلَّدوهم واتَّبعوهم، بل إن يتَّبعون إلاَّ الظنَّ وما تَهْوى الأنفُسُ. {كَبُرَتْ كلمةً تخرُجُ من أفواههم}؛ أي: عَظُمت شناعتُها واشتدَّت عقوبتُها، وأيُّ شناعة أعظم من وصفه بالاتِّخاذ للولد الذي يقتضي نقصه ومشاركة غيره له في خصائص الربوبيَّة والإلهيَّة والكذب عليه؟! {فمن أظلمُ ممَّن افترى على الله كذباً}؟! ولهذا قال هنا: {إن يقولون إلاَّ كَذِباً}؛ أي: كذباً محضاً ما فيه من الصدق شيء. وتأمَّل كيف أبطل هذا القول بالتدريج والانتقال من شيء إلى أبطل منه: فأخبر أولاً أنه {ما لهم به مِن علم ولا لآبائهم}: والقول على الله بلا علم لا شكَّ في منعه وبطلانه. ثم أخبر ثانياً أنَّه قولٌ قبيحٌ شنيعٌ، فقال: {كَبُرَتْ كلمةً تخرج من أفواههم}. ثم ذكر ثالثاً مرتبته من القُبح، وهو الكذب المنافي للصدق.
4-5.
“Bir de” bu Kitab’ı yahudi, hristiyan ve müşriklerden “Allah çocuk edindi” diyerek böyle çirkin bir iddiada bulunan kimseleri
“uyarmak için” indirmiştir. Onlar, bu sözlerini ne herhangi bir ilme ne de kesin bir kanaate dayanarak söylemiyorlar. Bu konuda ne kendilerinin ne de taklit ettikleri atalarının bir bildiği yoktur. Aksine onlar, ancak zanna ve nefislerinin hevâlarına uymaktadırlar.
“Ağızlarından çıkan bu söz ne büyüktür!” Bu söz, oldukça çirkin ve cezası oldukça ağır bir sözdür. Yüce Allah’ın kemaline aykırı, rububiyet ve uluhiyet sıfatlarında başkalarının da O’na ortak olması anlamına gelen ve O’na iftiradan başka bir şey olmayan böylesi bir çocuk edinme iddiasından daha büyük ve çirkin bir şey olabilir mi?
“Allah’a iftira edip yalan uydurandan daha zalim kim olabilir!” (el-En’âm, 6/144, el-A’râf, 7/37) Bundan dolayı Yüce Allah burada:
“Onlar sadece yalan söylüyorlar.” buyurmaktadır. Yani söyledikleri katıksız bir yalandır, en ufak bir doğruluk payı yoktur. Yüce Allah’ın, bu iddialarını aşama aşama çürütüp bir iddiadan, ondan da çürük olan diğer bir iddiaya nasıl geçtiği üzerinde dikkatle düşünelim.
Şöyle ki önce: “Buna dair ne onların ne de atalarının hiçbir bilgisi yoktur” buyurdu. Bilgisizce Allah hakkında söz söylemenin haram, asılsız ve tutarsız olduğunda şüphe yoktur.
Daha sonra onların söyledikleri bu sözün son derece çirkin olduğunu haber vererek: “Ağızlarından çıkan bu söz ne büyüktür!” buyurdu. Üçüncü olarak da onun çirkinlik derecesini belirtmekte ve onun doğruya büsbütün aykırı olan bir yalan olduğunu ifade etmektedir.
#
{6} ولما كان النبيُّ - صلى الله عليه وسلم - حريصاً على هداية الخلق، ساعياً في ذلك أعظم السعي، فكان - صلى الله عليه وسلم - يفرح ويسرُّ بهداية المهتدين، ويحزن ويأسفُ على المكذِّبين الضالِّين؛ شفقةً منه - صلى الله عليه وسلم - عليهم، ورحمةً بهم؛ أرشده الله أن لا يَشْغَلَ نفسه بالأسف على هؤلاء الذين لا يؤمنون بهذا القرآن؛ كما قال في [الآية] الأخرى: {لعلَّك باخعٌ نفسَكَ أن لا يكونوا مؤمنين}، وقال: {فلا تذهب نفسك عليهم حسراتٍ}، وهنا قال: {فلعلَّك باخعٌ نفسَك}؛ أي: مهلكها غمًّا وأسفاً عليهم، وذلك أنَّ أجرك قد وَجَبَ على الله، وهؤلاء لو عَلِمَ اللهُ فيهم خيراً لهداهم، ولكنَّه علم أنهم لا يَصْلُحون إلا للنار؛ فلذلك خَذَلَهم فلم يهتدوا؛ فإشغالك نفسك غمًّا وأسفاً عليهم ليس فيه فائدةٌ لك.
وفي هذه الآية ونحوها عبرةٌ؛ فإنَّ المأمور بدعاء الخلق إلى الله عليه التبليغ والسعي بكلِّ سبب يوصِلُ إلى الهداية، وسدِّ طرق الضَّلال والغواية، بغاية ما يمكِنُه، مع التوكُّل على الله في ذلك؛ فإن اهتدوا؛ فبها ونعمت، وإلاَّ؛ فلا يحزنْ ولا يأسفْ؛ فإنَّ ذلك مضعفٌ للنفس، هادمٌ للقُوى، ليس فيه فائدةٌ، بل يمضي على فعلِهِ الذي كُلِّف به وتوجَّه إليه، وما عدا ذلك؛ فهو خارجٌ عن قدرته. وإذا كان النبيُّ - صلى الله عليه وسلم - يقولُ الله له: {إنَّك لا تَهْدي مَنْ أحببتَ}، وموسى عليه السلام يقول: {ربِّ إني لا أملِكُ إلاَّ نَفْسي وأخي ... } الآية؛ فمن عداهم من باب أولى وأحرى؛ قال تعالى: {فذكِّرْ إنَّما أنتَ مُذَكِّرٌ لست عليهم بمصيطرٍ}.
6. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, insanların hidâyet bulmasını çokça arzuladığından ve bu uğurda pek büyük gayret harcadığından dolayı dine girenlerin hidâyet bulması dolayısıyla sevinir, buna karşılık yalanlayan ve sapıklığa düşenler için de şefkati ve merhameti dolayısıyla üzülürdü. İşte Yüce Allah, burada Kur’an’a iman etmeyen bu gibi kimselere üzülmemesini buyurmaktadır. Nitekim başka âyet-
i kerimelerde de şöyle buyurmaktadır: “İman etmiyorlar diye neredeyse kendini öldüreceksin!” (eş-Şuarâ, 26/3) “O halde onlar için üzülüp kendini bitirme!” (Fâtır, 35/8) Burada da:
“neredeyse arkalarından üzülerek kendini helâk edeceksin” buyurmaktadır. Yani onlar için duyduğun keder ve üzüntüden dolayı neredeyse kendini yiyip bitireceksin. Böyle yapma! Çünkü Allah, senin ecrini vermeyi üstlenmiştir. Onlara gelince eğer Allah, onlarda bir hayır olduğunu bilseydi elbette onlara hidâyet verirdi. Fakat cehennemden başka bir yere yaraşmadıklarını bildiğinden onlara yardımını ihsan etmemiş, böylece onlar da hidâyet bulamamışlardır. O halde kendini onlar için gam ve üzüntü ile doldurup meşgul etmenin sana bir faydası yoktur. Bu âyette ve benzerlerinde bir ibret ve ders vardır. Şöyle ki insanları Allah’a davet etmekle görevli olan kimsenin yerine getirmekle yükümlü olduğu iş, tebliğ etmek, hidâyete ulaştıran yolu ortaya koymak, diğer taraftan elinden gelen bütün imkânlarla sapıklığın ve azgınlığın yollarını tıkamaktır. Bununla birlikte bu hususta Yüce Allah’a tevekkül etmelidir. Eğer bu şartlar altında insanlar hidâyet bulacak olurlarsa ne âla! Zira amaç budur. Aksi takdirde davet yapmakla yükümlü olan kişi üzülmemelidir. Çünkü bu, nefsi zayıf düşürür, gücünü kırar, üstelik bunun bir faydası da yoktur. Aksine davetçi yerine getirmekle yükümlü olduğu ve yöneldiği işini yapmaya devam etmelidir. Çünkü bunun dışında kalan şeyler, onun kudretinin sınırları dışındadır. Yüce Allah,
bizzat Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e: “Şüphesiz sen sevdiklerini hidâyete erdiremezsin” (el-Kasas, 28/56) diyorsa,
Mûsâ aleyhisselam da: “Rabbim, şüphesiz ki ben ancak kendime ve kardeşime söz geçirebiliyorum.” (el-Maide, 5/25) diyorsa artık başkalarının durumunu var sen hesap et! Yüce Allah bir başka yerde de:
“Artık sen öğüt ver, sen ancak bir öğüt vericisin. Üzerlerine musallat olan bir zorba değilsin” (el-Ğâşiye, 88/21-22) buyurmaktadır.
{إِنَّا جَعَلْنَا مَا عَلَى الْأَرْضِ زِينَةً لَهَا لِنَبْلُوَهُمْ أَيُّهُمْ أَحْسَنُ عَمَلًا (7) وَإِنَّا لَجَاعِلُونَ مَا عَلَيْهَا صَعِيدًا جُرُزًا (8)}.
7- Yeryüzü üzerinde bulunanları biz, insanlardan hangisi daha güzel amelde bulunacak diye onları imtihan etmek için yeryüzüne has bir süs yaptık.
8- Bununla beraber biz, onun üzerinde olanları elbet kupkuru bir toprak yapacağız.
#
{7} يخبر تعالى أنه جعل جميع ما على وجه الأرض من مآكل لذيذةٍ ومشاربَ وملابسَ طيبةٍ وأشجارٍ وأنهارٍ وزروع وثمارٍ ومناظرَ بهيجةٍ ورياضٍ أنيقةٍ وأصواتٍ شجيَّةٍ وصورٍ مليحةٍ وذهبٍ وفضةٍ وخيلٍ وإبلٍ ونحوها؛ الجميع جعله الله زينةً لهذه الدار فتنةً واختباراً؛ {لِنَبْلُوَهم أيُّهم أحسنُ عملاً}؛ أي: أخلصه وأصوبه.
7. Yüce Allah, yeryüzünde bulunan her türlü lezzetli yiyecek ve içecekleri, hoş giyecekleri, ağaçları, ırmakları, ekinleri, meyveleri, göz alıcı manzaraları, zarif bahçeleri, neşelendirici sesleri, güzel manzaraları, altını, gümüşü, atı, deveyi vb. her şeyi bir deneme ve sınama aracı olmak üzere bu dünya yurdu için bir süs olarak yaratmış olduğunu haber vermektedir.
“hangisi daha güzel” daha ihlâslı ve daha doğru
“amelde bulunacak diye onları imtihan etmek için...”
#
{8} ومع ذلك سيجعلُ الله جميع هذه المذكورات فانيةً مضمحلَّةً وزائلةً منقضيةً، وستعود الأرض {صعيداً جُرزاً}: قد ذهبت لذَّاتها وانقطعتْ أنهارُها واندرستْ آثارُها وزال نعيمُها.
هذه حقيقة الدُّنيا، قد جلاَّها الله لنا كأنَّها رأي عين، وحذَّرنا من الاغترار بها، ورغَّبنا في دارٍ يدوم نعيمها ويسعدُ مقيمها، كلُّ ذلك رحمةً بنا، فاغترَّ بزُخْرُفِ الدُّنيا وزينتها مَنْ نَظَرَ إلى ظاهر الدُّنيا دون باطنها، فصحبوا الدُّنيا صحبة البهائم، وتمتَّعوا بها تمتُّع السوائم، لا ينظُرون في حقِّ ربِّهم، ولا يهتمُّون لمعرفته، بل همُّهم تناول الشهوات من أيِّ وجهٍ حصلت وعلى أيِّ حالةٍ اتَّفقت؛ فهؤلاء إذا حضر أحدَهم الموتُ، قلق لخراب ذاتِهِ وفوات لذَّاتِهِ، لا لما قدَّمت يداه من التفريط والسيئات.
وأمَّا من نَظَرَ إلى باطن الدُّنيا وعلم المقصود منها ومنه؛ فإنَّه تناول منها ما يستعين به على ما خُلِقَ له، وانتهز الفرصة في عمره الشريف، فجعل الدُّنيا منزل عبورٍ لا محلَّ حبور، وشُقَّة سفرٍ لا منزل إقامةٍ، فبذل جهدَهُ في معرفة ربِّه وتنفيذ أوامره وإحسان العمل؛ فهذا بأحسن المنازل عند الله، وهو حقيقٌ منه بكلِّ كرامة ونعيم وسرورٍ وتكريم، فنظر إلى باطن الدُّنيا حين نظر المغترُّ إلى ظاهرها، وعمل لآخرتِهِ حين عملَ البطَّال لدُنياه، فشتَّان ما بين الفريقين! وما أبعد الفرقَ بين الطائفتين!
8. Bununla birlikte Allah, bütün bu sözü edilenleri fani, yok olup gidici ve zeval bulup nihâyete eren varlıklar kılmıştır. Sonunda yeryüzü bitkisiz, bütün lezzet verici şeyleri yok olmuş, dümdüz bir arazi haline gelecek, ırmakları kuruyup bitmiş, üzerindeki eserler yok olup gitmiş, nimetleri zeval bulmuş olacaktır. İşte dünyanın gerçek yüzü budur. Yüce Allah, bu gerçeği gözümüzle görüyormuşuz gibi açıkça bize göstermiş ve ona aldanmaktan bizi sakındırmış, nimetleri sürekli olan ve orada bulunanların mutlu olacağı ebedî bir yurda rağbet etmemizi istemiştir. Bütün bunlar, Allah’ın bize olan rahmetindendir. Dünyanın iç yüzüne bakmaksızın sadece dış görünüşüne bakanlar, onun süs ve gösterişine kanıp aldanırlar. Böylece onlar, dünyaya hayvanlar gibi bağlanır, otlaklarda gezinen dört ayaklılar gibi ondan yararlanmaya çalışırlar. Rablerinin hakkı nedir diye bakmazlar, onu tanımaya en ufak bir gayret harcamazlar. Aksine onların bütün gayretleri, her türlü arzularını ne şekilde gerçekleşirse ve nasıl denk gelirse öylece gerçekleştirmeye yöneliktir. O nedenle bunlardan herhangi birisine ölüm gelip çattığı zaman işlemiş olduğu günahlar ve kusurlardan dolayı değil de kendisi yok olduğu ve lezzetleri elinden kaçıp gittiği için üzülür. Dünyanın iç yüzüne bakıp hem dünyanın hem kendisinin yaratılışından maksadın ne olduğunu bilene gelince böyle bir kimse, yaratılış gayesini gerçekleştirmek hususunda dünyadan kendisine yardımcı olacak kadarını alır ve şerefli ömründe fırsatları değerlendirmeye gayret eder. Dünyayı kalınıp eğlenilecek bir yer değil gelip geçilecek bir mekan kabul eder. Dünyayı bir yolculuk olarak değerlendirir, ebedî kalınacak bir yer olarak değil. Bu kimse, bütün gayretini Rabbini tanımaya, emirlerini yerine getirmeye ve amellerini güzelleştirmeye harcar. İşte böyle bir kimse, Allah nezdinde en güzel bir mevkidedir. Böyle bir kimse, Allah’ın, bütün lütuf ve nimetlerini ihsan etmesine, onu sevinç ve ikramlara gark etmesine layıktır. İşte aldanış içerisinde olan kişi, dünyanın dış görünüşüne bakarken; böyle bir kişi dünyanın gerçek yüzüne bakar; diğeri dünyası için çalışır dururken o, âhireti için amel eder. Bu iki kesim arasında elbette ki fark vardır ve bu iki grup arasındaki fark gerçekten çok büyüktür!
{أَمْ حَسِبْتَ أَنَّ أَصْحَابَ الْكَهْفِ وَالرَّقِيمِ كَانُوا مِنْ آيَاتِنَا عَجَبًا (9) إِذْ أَوَى الْفِتْيَةُ إِلَى الْكَهْفِ فَقَالُوا رَبَّنَا آتِنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً وَهَيِّئْ لَنَا مِنْ أَمْرِنَا رَشَدًا (10) فَضَرَبْنَا عَلَى آذَانِهِمْ فِي الْكَهْفِ سِنِينَ عَدَدًا (11) ثُمَّ بَعَثْنَاهُمْ لِنَعْلَمَ أَيُّ الْحِزْبَيْنِ أَحْصَى لِمَا لَبِثُوا أَمَدًا (12)}.
9- Sen, Kehf ve Rakîm ashabını âyetlerimizin hayret edileceklerinden mi sandın?
10- Hani,
o gençler bir mağaraya sığınmış ve şöyle demişlerdi: “Rabbimiz, bize katından bir rahmet ver ve işimizde doğruya ulaşmayı bize kolaylaştır!”
11- Bunun üzerine biz de mağarada kulaklarına perde çekip yıllarca
(onları uyuttuk).
12- Sonra da iki zümreden hangisinin,
(mağarada) kaldıkları süreyi daha iyi hesap ettiğini ortaya çıkarmak için onları uyandırdık.
#
{9} وهذا الاستفهام بمعنى النفي والنهي؛ أي: لا تظنَّ أنَّ قصَّة أصحاب الكهف وما جرى لهم غريبةٌ على آيات الله وبديعةٌ في حكمته، وأنَّه لا نظير لها ولا مجانس لها، بل لله تعالى من الآيات العجيبة الغريبة ما هو كثيرٌ من جنس آياتِهِ في أصحاب الكهف وأعظم منها، فلم يزل الله يُري عباده من الآيات في الآفاق وفي أنفسهم ما يتبيَّن به الحقُّ من الباطل والهدى من الضلال. وليس المراد بهذا النفي عن أن تكون قصَّة أصحاب الكهف من العجائب، بل هي من آيات الله العجيبة، وإنَّما المرادُ أن جنسها كثيرٌ جدًّا؛ فالوقوف معها وحدها في مقام العَجَبِ والاستغراب نقصٌ في العلم والعقل، بل وظيفةُ المؤمن التفكُّر بجميع آيات الله التي دعا الله العبادَ إلى التفكُّر فيها؛ فإنَّها مفتاحُ الإيمان وطريقُ العلم والإيقان. وإضافتهم إلى الكهف الذي هو الغارُ في الجبل، {والرقيم}؛ أي: الكتاب الذي قد رُقِمَتْ فيه أسماؤهم وقصَّتُهم لملازمتهم له دهراً طويلاً.
9.
“Sen, Kehf ve Rakîm ashabını âyetlerimizin hayret edileceklerinden mi sandın?” Bu, hem olumsuzluk hem de yasaklama anlamında bir sorudur. Yani sen, Kehf ashabı kıssasını, onların başlarından geçenleri, Yüce Allah’ın âyetleri
(mucizeleri ve ibretli işleri) arasında şaşılacak ve hikmeti çerçevesinde görülmedik, eşi ve benzeri olmayan bir şey sanma! Aksine Yüce Allah’ın, Kehf ashabındaki ayetleri türünden hatta ondan da büyük olan hayret edilecek pek çok ayetleri vardır. Allah, kullarına hem dış dünyada hem de kendi nefislerinde, hakkı batıldan ve hidâyeti sapıklıktan açıkça ayırt edecekleri türlü âyetler gösterip durur. Bu olumsuzlamadan kasıt, Kehf ashabının kıssasının hayret edilecek işlerden olmadığının ifade edilmesi değildir. Aksine bu kıssa, elbette ki Allah’ın hayret edilecek ve şaşılacak âyetlerindendir. Bu olumsuzlamadan esas maksat, bunun türünden daha pek çok âyet olduğunu ifade etmektir. O nedenle yalnızca bunu hayret edilecek ve garip karşılanacak bir âyet olarak görmek, ilim ve akıl açısından bir eksikliktir. Aksine mü’minin görevi, Yüce Allah’ın haklarında düşünmeye çağırmış olduğu bütün âyetleri üzerinde tefekkür etmektir. Çünkü bu âyetler, imanın anahtarı, ilme ve kesin bilgiye ulaşmanın yoludur. Bu kişilerin dağda bulunan mağara demek olan
“Kehf” ile isim ve kıssalarının yazıldığı kitabe/yazıt anlamındaki “Rakîm”e izafe edilerek
“Kehf ve Rakîm ashabı” diye anılmaları çok uzun bir süre orada kalmalarından dolayıdır.
#
{10} ثم ذكر قصَّتهم مجملةً فصَّلها بعد ذلك فقال: {إذ أوى الفتيةُ}؛ أي: الشباب {إلى الكهف}: يريدون بذلك التحصُّن والتحرُّز من فتنة قومهم لهم، {فقالوا ربَّنا آتنا من لدُنك رحمةً}؛ أي: تُثَبِّتنا بها وتحفظُنا من الشرِّ وتوفِّقنا للخير، {وهيِّئ لنا من أمرِنا رَشَداً}؛ أي: يسِّر لنا كلَّ سببٍ موصل إلى الرشد، وأصلحْ لنا أمر ديننا ودُنيانا؛ فجمعوا بين السعي والفرار من الفتنة إلى محلٍّ يمكن الاستخفاء فيه، وبين تضرُّعهم وسؤالهم لله تيسير أمورهم وعدم اتِّكالهم على أنفسهم وعلى الخلق.
10. Daha sonra Yüce Allah,
onların ilerde genişçe açıklayacağı kıssalarını önce özetle zikrederek şöyle buyurmaktadır: “Hani o gençler” kavimlerinin kendilerini dinlerinden dönmek için işkenceye maruz bırakmalarından korunup kendilerini himaye etmek istemişler ve
“bir mağaraya sığınmış ve şöyle demişlerdi: Rabbimiz, bize tarafından” kendisiyle bize sebat vereceğin, bizi kötülükten koruyacağın ve hayra muvaffak kılacağın
“bir rahmet ver ve işimizde doğruya ulaşmayı bize kolaylaştır!” Doğruya ulaştıran her yolu bize kolaylaştır, din ve dünya işimizi ıslah eyle! Böylelikle onlar hem fitneden kaçıp kurtulmak kastı ile saklanabilecekleri bir yere doğru koşup gitmiş hem de Yüce Allah’tan işlerini kolaylaştırmayı niyaz etmişlerdir. Ayrıca ne kendilerine ne de diğer yaratıklara bel bağlamamışlardır. İşte bundan dolayı Yüce Allah, onların dualarını kabul buyurmuş ve onlara akıllarına bile gelmeyen bir imkân nasip etmişti.
#
{11} فلذلك استجاب الله دعاءهم، وقيَّض لهم ما لم يكن في حسابهم؛ قال: {فضَرَبْنا على آذانهم في الكهف}؛ أي: أنمناهم {سنينَ عدداً}: وهي ثلاثمائة سنة وتسع سنين، وفي النوم المذكور حفظٌ لقلوبهم من الاضطراب والخوف وحفظٌ لهم من قومهم، [وليكون آية بينة].
11.
“Bunun üzerine biz de mağarada kulaklarına perde çekip yıllarca” üç yüz dokuz yıl
“(onları uyuttuk).” Sözü edilen bu uyku sayesinde kalpleri ıztırap ve korkuya karşı korunduğu gibi kendileri de kavimlerinden de korunmuş oldular. Ayrıca bununla apaçık bir mucize de gerçekleşmiş oldu.
#
{12} {ثم بعثْناهم}؛ أي: من نومهم، {لنعلم أيُّ الحزبينِ أحصى لما لَبِثوا أمداً}؛ أي: لنعلم أيُّهم أحصى لمقدار مدَّتهم؛ كما قال تعالى: {وكذلك بَعَثْناهم ليتساءلوا بينهم ... } الآية، وفي العلم بمقدار لَبْثِهِم ضبطٌ للحساب، ومعرفةٌ لكمال قدرة الله تعالى وحكمتِهِ ورحمتِهِ؛ فلو استمرُّوا على نومهم؛ لم يحصُل الاطلاع على شيء من ذلك من قصتهم.
12.
“Sonra da iki zümreden hangisinin, (mağarada) kaldıkları süreyi daha iyi hesap ettiğini” yani onların kaldıkları süreyi daha iyi tespit ettiğini
“ortaya çıkarmak için onları uyandırdık.” Nitekim Yüce Allah ilerde şöyle buyurmaktadır:
“İşte böylece kendi aralarında soruştursunlar diye onları uyandırdık.” (el-Kehf, 18/19) Onların kaldıkları sürenin bilinmesi ve hesabın iyice tesbit edilmesi ile Allah’ın kudretinin kemali, O’nun hikmeti ve rahmeti de bilinmiş oldu. Eğer uykuları devam edip gitseydi onların kıssaları ile ilgili bu hususların hiç birisi bilinmeyecekti.
{نَحْنُ نَقُصُّ عَلَيْكَ نَبَأَهُمْ بِالْحَقِّ إِنَّهُمْ فِتْيَةٌ آمَنُوا بِرَبِّهِمْ وَزِدْنَاهُمْ هُدًى (13) وَرَبَطْنَا عَلَى قُلُوبِهِمْ إِذْ قَامُوا فَقَالُوا رَبُّنَا رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ لَنْ نَدْعُوَ مِنْ دُونِهِ إِلَهًا لَقَدْ قُلْنَا إِذًا شَطَطًا (14)}.
13-
Biz sana onların haberini gerçek şekliyle anlatıyoruz: Gerçekten onlar, birkaç
(yiğit) gençti. Rablerine iman etmişlerdi, biz de hidâyetlerini artırmıştık.
14- Biz kalplerine metanet verdik de böylece onlar da
(krallarının karşısına) dikilip şöyle dediler:
“Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. Biz O’ndan başka hiçbir ilâha yalvarmayız. (Eğer böyle bir şey yaparsak) o takdirde batıl bir söz söylemiş oluruz.”
#
{13} هذا شروعٌ في تفصيل قصَّتهم، وأنَّ الله يقصُّها على نبيِّه بالحقِّ والصدق الذي ما فيه شكٌّ ولا شبهةٌ بوجه من الوجوه. {إنَّهم فتيةٌ آمنوا بربِّهم}: وهذا من جموع القلَّة، يدلُّ ذلك على أنَّهم دون العشرة، آمنوا بالله وحدَه لا شريك له من دون قومهم، فشكر اللهُ لهم إيمانَهم، فزادهم هدىً؛ أي: بسبب أصل اهتدائهم إلى الإيمان زادهم الله من الهدى الذي هو العلم النافع والعمل الصالح؛ كما قال تعالى: {ويزيدُ الله الذين اهتَدَوْا هدىً}.
13.
“Biz sana onların haberini gerçek şekliyle anlatıyoruz.” Bu buyruk ile onların kıssalarına dair tafsilata geçilmiş olmaktadır. Yüce Allah, bu kıssayı Peygamberine gerçek şekliyle ve doğrulukla anlatmaktadır ki onda hiçbir yönden en ufak bir şüphe ve tereddüt söz konusu değildir.
“Gerçekten onlar, birkaç (yiğit) gençti. Rablerine iman etmişlerdi, biz de hidâyetlerini artırmıştık.” Buradaki
“فِتۡيَةٌ” kelimesi azlık belirten çoğul kalıptadır ve onların on kişiden az olduklarına delildir. Onlar, kavimlerinden ayrılarak Yüce Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmaksızın yalnız O’na iman etmişlerdi. Yüce Allah da onların imanlarını mükâfatlandırarak hidâyetlerini artırmıştı. Yani onlar, iman yoluna girip hidâyet bulduklarından ötürü Allah da faydalı ilim ve salih amel anlamındaki hidâyetlerini artırmıştı. Nitekim Yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Allah hidâyete erenlerin hidâyetini artırır.” (Meryem, 19/76)
#
{14} {وربطنا على قلوبهم}؛ أي: صبَّرناهم وثبَّتناهم وجعلنا قلوبهم مطمئنَّة في تلك الحالة المزعجة، وهذا من لطفِهِ تعالى بهم وبرِّه أنْ وفَّقهم للإيمان والهدى والصبر والثبات والطمأنينة. {إذْ قاموا فقالوا ربُّنا ربُّ السمواتِ والأرض}؛ أي: الذي خَلَقَنا ورَزَقَنا ودبَّرنا وربَّانا هو خالق السماواتِ والأرض، المنفرد بخلق هذه المخلوقات العظيمة، لا تلك الأوثان والأصنام، التي لا تَخْلُق ولا ترزُقُ ولا تملِكُ نفعاً ولا ضرًّا ولا موتاً ولا حياةً ولا نشوراً، فاستدلوا بتوحيد الربوبيَّة على توحيد الإلهيَّة. ولهذا قالوا: {لن نَدْعُوَ من دونِهِ إلهاً}؛ أي: من سائر المخلوقات، {لقد قُلْنا إذاً} ـ أي: إن دَعَوْنا معه آلهةً بعدما علمنا أنَّه الربُّ الإله الذي لا تجوز ولا تنبغي العبادة إلاَّ له ـ {شططاً}؛ أي: ميلاً عظيماً عن الحقِّ، وطريقاً بعيدة عن الصواب، فجمعوا بين الإقرار بتوحيد الربوبيَّة وتوحيد الإلهيَّة والتزام ذلك وبيان أنَّه الحقُّ وما سواه باطلٌ، وهذا دليلٌ على كمال معرفتهم بربِّهم وزيادة الهدى من الله لهم.
14.
“Biz kalplerine metanet verdik de” Yani onlara sabır ve sebat verdik, oldukça tedirgin edici bu halde kalplerinde huzur ve sükûn var ettik. Yüce Allah’ın onları iman ve hidâyete, sabır, sebat, huzur ve sükûna muvaffak kılması, onlara olan lütuf ve ihsanının bir parçasıdır.
“böylece onlar da (krallarının karşısına) dikilip şöyle dediler: Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir.” Yani bizi yaratan, bizi rızıklandıran, işlerimizi çekip çeviren, bizi besleyip büyüten ancak gökleri ve yeri yaratan, bütün bu muazzam varlıkları tek başına yaratandır. Hiçbir şey yaratamayan, rızık veremeyen, hiçbir fayda ve zarara güç yetiremeyen, öldüremeyen, hayat veremeyen, öldükten sonra diriltemeyen bu putlar, bu heykeller değildir. Böylece onlar, rubûbiyet tevhidini,
ulûhiyet tevhidine delil gösterdiler ve şöyle dediler: “Biz, O’ndan başka hiçbir ilâha” yani yaratılmışlardan hiçbirine
“yalvarmayız. (Eğer böyle bir şey yaparsak) o takdirde” yani yegane Rab ve kendisinden başkasına ibadetin caiz olmadığı yegâne ilâhın O olduğunu bildikten sonra O’nunla birlikte başka ilâhlara yalvaracak olursak
“batıl bir söz söylemiş oluruz.” Haktan alabildiğine uzaklaşmış ve doğrudan oldukça uzak bir yola sapmış oluruz. Onlar, böylelikle hem rubûbiyet tevhidini, hem ulûhiyet tevhidini ikrar etmiş, buna bağlı kaldıklarını, O’nun hak, geri kalanların ise batıl olduğunu açıklamış oldular. Bu da onların Rablerini kemal derecesinde tanımış olduklarına, Yüce Allah’ın da onların hidâyetlerini oldukça artırdığına delildir.
{هَؤُلَاءِ قَوْمُنَا اتَّخَذُوا مِنْ دُونِهِ آلِهَةً لَوْلَا يَأْتُونَ عَلَيْهِمْ بِسُلْطَانٍ بَيِّنٍ فَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَى عَلَى اللَّهِ كَذِبًا (15)}.
15-
“İşte şu kavmimiz, tuttular O’ndan başka ilâhlar edindiler. (Madem öyle) onlar(ın ilahlığına) dair apaçık bir delil getirmeleri gerekmez miydi! O halde yalan uydurup da Allah'a iftira edenden daha zalim kim olabilir?”
#
{15} لما ذكروا ما مَنَّ الله به عليهم من الإيمان والهدى والتقوى؛ التفتوا إلى ما كان عليه قومُهم من اتِّخاذ الآلهة من دون الله، فمقتوهم، وبيَّنوا أنهم ليسوا على يقينٍ من أمرهم، بل هم في غاية الجهل والضلال، فقالوا: {لولا يأتونَ عليهم بسلطانٍ بيِّن}؛ أي: بحجَّة وبرهان على ما هُمْ عليه من الباطل، ولا يستطيعون سبيلاً إلى ذلك، وإنَّما ذلك افتراءٌ منهم على الله وكذبٌ عليه، وهذا أعظم الظُّلم، ولهذا قال: {فمن أظْلَمُ ممَّنِ افترى على الله كَذِباً}.
15. Bu gençler, Yüce Allah’ın kendilerine ihsan etmiş olduğu iman, hidâyet ve takvayı söz konusu ettikten sonra bu sefer kavimlerinin Allah’tan başka ilahlara tapınmalarını söz konusu ederek bundan dolayı kavimlerine duydukları kızgınlıklarını dile getirdiler ve onların aslında yaptıkları bu işin doğruluğundan emin olmadıklarını,
aksine bilgisizliğin ve sapıklığın en ileri derecesinde olduklarını belirterek şöyle dediler: “(Madem öyle) onlar(ın ilahlığına) dair apaçık bir delil getirmeleri gerekmez miydi!” İzlemekte oldukları bu batıla dair bir delil ve bir belge getirselerdi. Fakat buna güçleri yetmez. Çünkü onların bu yaptıkları Allah’a bir iftiradır, O’nun hakkında uydurdukları bir yalandır. Bu ise zulmün en büyüğüdür.
O’ndan dolayı Yüce Allah: “O halde yalan uydurup da Allah'a iftira edenden daha zalim kim olabilir?” buyurmaktadır.
{وَإِذِ اعْتَزَلْتُمُوهُمْ وَمَا يَعْبُدُونَ إِلَّا اللَّهَ فَأْوُوا إِلَى الْكَهْفِ يَنْشُرْ لَكُمْ رَبُّكُمْ مِنْ رَحْمَتِهِ وَيُهَيِّئْ لَكُمْ مِنْ أَمْرِكُمْ مِرْفَقًا (16)}.
16-
“Madem ki onları ve Allah’tan başka tapmakta olduklarını terk ettiniz, o halde mağaraya sığının da Rabbiniz size rahmetini yaysın ve işinizde size faydalı olacak şeyleri kolaylaştırsın.”
#
{16} أي: قال بعضهم لبعض: إذ حَصَلَ لكم اعتزالُ قومكم في أجسامكم وأديانكم؛ فلم يَبْقَ إلاَّ النجاء من شرِّهم والتسبُّب بالأسباب المفضية لذلك؛ لأنَّه لا سبيل لهم إلى قتالهم ولا بقائهم بين أظهرهم وهم على غير دينهم. {فأوُوا إلى الكهفِ}؛ أي: انضمُّوا إليه واختفوا فيه، {يَنْشُرْ لكم ربُّكم من رحمتِهِ ويهيِّئْ لكم من أمرِكُم مِرْفَقاً}: وفيما تقدَّم أخبر أنهم دَعَوْه بقولهم: {ربَّنا آتنا من لَدُنْكَ رحمةً وهَيِّئ لنا من أمرنا رَشَداً}؛ فجمعوا بين التبرِّي من حولهم وقوَّتهم والالتجاء إلى الله في صلاح أمرهم ودعائه بذلك، وبين الثقة بالله أنه سيفعل ذلك، لا جَرَمَ أنَّ الله نَشَرَ لهم من رحمتِهِ وهيَّأ لهم من أمرهم مِرْفَقاً؛ فحفظ أديانهم وأبدانهم، وجعلهم من آياته على خلقه، ونشر لهم من الثناء الحسن ما هو من رحمته بهم، ويسَّر لهم كلَّ سبب، حتَّى المحلَّ الذي ناموا فيه كان على غايةِ ما يمكنُ من الصيانة؛ ولهذا قال:
16. Yani onlar,
birbirlerine şöyle demişlerdi: Siz, madem ki bedenlerinizle ve dinlerinizle kavminizden ayrıldınız; o halde geriye yalnızca onların yapabilecekleri kötülükten kurtuluşu ve bunu sağlayacak yolları aramak kalmaktadır. Çünkü onlar, kavimleri ile savaşamazlardı. Kavimlerinin dinini kabul etmedikleri için de kavimleri arasında kalmaya devam edemezlerdi.
“O halde mağaraya sığının” Oraya girin ve orada saklanın
“ki Rabbiniz size rahmetini yaysın ve işinizde size faydalı olacak şeyleri kolaylaştırsın.” Daha önceki buyruklarda ise Yüce Allah,
onların kendisine: “Rabbimiz bize tarafından bir rahmet ver ve işimizde doğruya ulaşmayı bize kolaylaştır!” sözleri ile dua ettiklerini haber vermişti. Böylelikle hem kendilerinin herhangi bir güç ve imkâna sahip olmadıklarını ifade etmiş hem işlerini düzeltmek için Allah’a sığınıp dua etmiş hem de Yüce Allah’ın bunu gerçekleştireceğine olan güvenlerini dile getirmiş oluyorlardı. Şüphesiz Yüce Allah da onlara rahmetini yaydığı gibi işlerinde de onlara faydalı olan şeyleri hazırlamıştı. Hem dinlerini ve hem bedenlerini korumuş, hem de onları diğer kullarına gösterdiği âyetlerden birisi kılmıştı. O’nun kendilerine olan rahmetinin bir tecellisi olarak da onlardan yaygın bir şekilde övgü ile söz edilmesini sağlamış, onların önünde her türlü yolu kolaylaştırmıştı. Hatta içinde uykuya daldıkları yer bile mümkün olan en ileri derecede korunan bir yerdi.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
{وَتَرَى الشَّمْسَ إِذَا طَلَعَتْ تَزَاوَرُ عَنْ كَهْفِهِمْ ذَاتَ الْيَمِينِ وَإِذَا غَرَبَتْ تَقْرِضُهُمْ ذَاتَ الشِّمَالِ وَهُمْ فِي فَجْوَةٍ مِنْهُ ذَلِكَ مِنْ آيَاتِ اللَّهِ مَنْ يَهْدِ اللَّهُ فَهُوَ الْمُهْتَدِ وَمَنْ يُضْلِلْ فَلَنْ تَجِدَ لَهُ وَلِيًّا مُرْشِدًا (17) وَتَحْسَبُهُمْ أَيْقَاظًا وَهُمْ رُقُودٌ وَنُقَلِّبُهُمْ ذَاتَ الْيَمِينِ وَذَاتَ الشِّمَالِ وَكَلْبُهُمْ بَاسِطٌ ذِرَاعَيْهِ بِالْوَصِيدِ لَوِ اطَّلَعْتَ عَلَيْهِمْ لَوَلَّيْتَ مِنْهُمْ فِرَارًا وَلَمُلِئْتَ مِنْهُمْ رُعْبًا (18)}.
17-
(Orada olsaydın şunu) görürdün: Güneş, doğduğu zaman mağaralarından sağ tarafa yönelmekte, battığında da sol taraftan onları teğet geçmektedir. Onlar da mağaranın genişçe bir yerindedirler. İşte bu, Allah’ın âyetlerindendir. Allah kimi hidâyete erdirirse işte doğru yolu bulan odur. Kimi de saptırırsa artık onun için doğru yolu gösterecek bir dost bulamazsın.
18- Uyudukları halde sen, onları uyanık sanırdın. Biz, onları sağa sola çeviriyorduk. Köpekleri de girişte ön ayaklarını uzatmış duruyordu. Eğer
(bu halde) onları görseydin, mutlaka arkanı dönüp onlardan kaçardın ve hiç şüphesiz onlardan dolayı için korkuyla dolardı.
#
{17} أي: حفظهم الله من الشمس، فيسَّر لهم غاراً إذا طلعت الشمسُ؛ تميلُ عنه يميناً، وعند غروبها تميلُ عنه شمالاً؛ فلا ينالُهم حرُّها فتفسدُ أبدانُهم بها. {وهم في فجوةٍ منه}؛ أي: من الكهف؛ أي: مكان متَّسع، وذلك ليطرُقَهم الهواءُ والنسيمُ، ويزولُ عنهم الوخم والتأذِّي بالمكان الضيِّق، خصوصاً مع طول المكث، و {ذلك من آيات الله}: الدالَّة على قدرته ورحمته وإجابة دعائهم وهدايتهم حتى في هذه الأمور، ولهذا قال: {مَن يَهْدِ الله فهو المهتدِ}؛ أي: لا سبيل إلى نيل الهداية إلاَّ من الله؛ فهو الهادي المرشدُ لمصالح الدارين. {ومَن يُضْلِلْ فلن تَجِدَ له وليًّا مرشداً}؛ أي: لا تجد من يتولاَّه ويدبِّره على ما فيه صلاحُه، ولا يرشِدُه إلى الخير والفلاح؛ لأنَّ الله قد حَكَمَ عليه بالضَّلال، ولا رادَّ لحكمِهِ.
17. Yani Yüce Allah, onları güneşten koruyordu. Onlara öyle bir mağara nasip etmişti ki güneş, doğduğunda mağaranın sağ tarafına yönelir, battığında da mağaranın sol tarafına yönelirdi. Böylelikle güneşin sıcaklığı onlara ulaşmaz ve bundan dolayı da bedenleri bozulmazdı.
“Onlar da mağaranın genişçe bir yerindedirler.” Bu ise hava ve hafif rüzgârlar kendilerine ulaşsın, dar yerde ve boğuk hava içinde, özellikle de uzun süre kalmakla herhangi bir sıkıntı görmesinler diyedir. Bu da hiç şüphesiz Yüce Allah’ın kudretine ve rahmetine delil olan
“âyetlerindendir.” Allah’ın onların dualarını kabul ettiğini, onları bu gibi hususlarda dahi hidâyete ilettiğini göstermektedir. Bundan dolayı Yüce Allah,
şöyle buyurmaktadır: “Allah kimi hidâyete erdirirse işte doğru yolu bulan odur.” Yani Allah iletmedikçe hidâyete yol bulmanın imkânı yoktur. Dünya ve âhiretin iyiliklerine ileten ve bunları gösteren yalnızca O’dur.
“Kimi de saptırırsa artık onun için doğru yolu gösterecek bir dost bulamazsın.” Onun iyiliğine olan hususlara iletmek üzere işlerini çekip çeviren, bunları üstlenen, hayra ve felâha onu yönelten hiçbir kimse bulamazsın. Çünkü Yüce Allah, onun hakkında dalalet hükmünü vermiştir. Hiç kimse O’nun hükmünü geri çeviremez.
#
{18} {وتحسبهم أيقاظاً وهم رقودٌ}؛ أي: تحسبهم أيها الناظر إليهم كأنَّهم أيقاظٌ، والحالُ أنَّهم نيامٌ. قال المفسرون: وذلك لأنَّ أعينَهم منفتحةٌ لئلاَّ تفسدَ؛ فالناظرُ إليهم يحسبهم أيقاظاً وهم رقودٌ. {ونقلِّبُهم ذات اليمين وذات الشمال}: وهذا أيضاً من حفظه لأبدانهم؛ لأنَّ الأرض من طبيعتها أكلُ الأجسام المتَّصلة بها؛ فكان من قَدَرِ الله أن قلَّبهم على جنوبِهِم يميناً وشمالاً بقدر ما لا تُفْسِدُ الأرض أجسامهم، والله تعالى قادرٌ على حفظهم من الأرض من غير تقليبٍ، ولكنَّه تعالى حكيمٌ، أراد أن تجرِيَ سنَّته في الكون ويربُطَ الأسباب بمسبّباتها. {وكلبُهُم باسطٌ ذراعية بالوصيد}؛ أي: الكلب الذي كان مع أصحابِ الكهف أصابَهُ ما أصابَهم من النوم وقتَ حراستِهِ، فكان باسطاً ذراعيه بالوصيد؛ أي: الباب أو فنائه. هذا حفظُهم من الأرض، وأما حفظُهم من الآدميين؛ فأخبر أنَّه حماهم بالرُّعب الذي نَشَرَهُ الله عليه؛ فلو اطَّلع عليهم أحدٌ؛ لامتلأ قلبه رعباً وولَّى منهم فراراً، وهذا الذي أوجب أن يبقَوْا كلَّ هذه المدَّة الطويلة وهم لم يعثر عليهم أحدٌ مع قربهم من المدينة جدًّا، والدليل على قربهم أنَّهم لما استيقظوا؛ أرسلوا أحدَهم يشتري لهم طعاماً من المدينة، وبقوا في انتظاره، فدلَّ ذلك على شدَّة قربهم منها.
18.
“Uyudukları halde sen onları uyanık sanırdın.” Ey onlara bakan kişi, sen onları uyanıkmış gibi sansan da gerçekte onlar uykudadırlar.
Müfessirler derler ki: Buna sebep, gözlerinin bozulmasın diye açık bırakılmış olmasıdır. Bu nedenle onlara bakan kişi uykuda oldukları halde onları uyanık sanırdı.
“Biz onları sağa sola çeviriyorduk.” Bu da Allah'ın onların bedenlerini korumasına dahildir. Çünkü kendisine bitişik olan cisimleri yiyip çürütmesi, toprağın tabiatındandır. O nedenle Yüce Allah’ın takdiri, yer vücutlarını bozmayacak şekilde onları sağ ve sol yanlarına çevirmesi şeklinde tecelli etti. Yüce Allah, onları sağ ve sollarına çevirtmeksizin dahi yere karşı korumaya kadirdir. Ancak O, hikmeti sonsuz olandır. Kainattaki kanununun cereyan etmesini ve sebepleri sonuçlara bağlamayı murad etmiştir.
“Köpekleri de girişte ön ayaklarını uzatmış duruyordu.” Yani ashab-ı kehf ile bulunan köpek de onları koruduğu esnada onlar gibi uykuya dalmıştı. O, mağaranın kapısında yahut orta düzlüğünde bir yerde ön ayaklarını uzatıp uyumuştu. Yüce Allah, onları bu şekilde yerin zarar vermesinden korumuştu. İnsanlara karşı onları korumasına gelince Allah, onlara vermiş olduğu korkunç manzara ile onları korumuş olduğunu haber vermektedir. Bir kimse, onları görecek olsaydı kalbi hiç şüphesiz korku ile dolar ve gerisin geri kaçarak onlardan uzaklaşırdı. İşte bu kadar uzun süre şehire oldukça yakın olmalarına rağmen kimse onları bulmaksızın bu şekilde kalmalarını sağlayan da bu olmuştur. Şehire yakınlıklarının delili ise uyandıkları vakit aralarından birisini şehirden kendilerine yiyecek almak üzere göndermiş olmaları ve onu beklemek üzere yerlerinde kalmış olmalarıdır. Bu, onların şehire oldukça yakın olduklarının delilidir.
{وَكَذَلِكَ بَعَثْنَاهُمْ لِيَتَسَاءَلُوا بَيْنَهُمْ قَالَ قَائِلٌ مِنْهُمْ كَمْ لَبِثْتُمْ قَالُوا لَبِثْنَا يَوْمًا أَوْ بَعْضَ يَوْمٍ قَالُوا رَبُّكُمْ أَعْلَمُ بِمَا لَبِثْتُمْ فَابْعَثُوا أَحَدَكُمْ بِوَرِقِكُمْ هَذِهِ إِلَى الْمَدِينَةِ فَلْيَنْظُرْ أَيُّهَا أَزْكَى طَعَامًا فَلْيَأْتِكُمْ بِرِزْقٍ مِنْهُ وَلْيَتَلَطَّفْ وَلَا يُشْعِرَنَّ بِكُمْ أَحَدًا (19) إِنَّهُمْ إِنْ يَظْهَرُوا عَلَيْكُمْ يَرْجُمُوكُمْ أَوْ يُعِيدُوكُمْ فِي مِلَّتِهِمْ وَلَنْ تُفْلِحُوا إِذًا أَبَدًا (20)}.
19- İşte böylece kendi aralarında
(ne kadar kaldıklarını) sorsunlar diye onları uyandırdık.
İçlerinden biri: “Ne kadar kaldınız?” dedi.
“Bir gün veya dah az kaldık” dediler.
“Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir. Şimdi siz birinizi bu gümüş paranız ile şehre gönderin de bir baksın, hangi yiyecek daha temizse ondan size azık getirsin. Dikkatlice hareket etsin ve sakın sizi kimseye fark ettirmesin” dediler.
20-
“Çünkü onlar, sizi bir ele geçirirlerse ya sizi taşa tutarlar yahut da kendi dinlerine döndürürler. O zaman da ebediyen iflâh olmazsınız.”
#
{19} يقول تعالى: {وكذلك بَعَثْناهم}: من نومهم الطويل، {ليتساءلوا بينَهم}؛ أي: ليتباحثوا للوقوف على الحقيقة من مدَّة لبثهم. {قال قائلٌ منهم كم لبِثْتُم قالوا لَبِثنا يوماً أو بعض يوم}: وهذا مبنيٌّ على ظنِّ القائل، وكأنَّهم وقع عندهم اشتباهٌ في طول مدَّتهم؛ فلهذا {قالوا ربُّكم أعلمُ بما لَبِثْتُم}: فردُّوا العلم إلى المحيط علمُهُ بكلِّ شيءٍ جملةً وتفصيلاً، ولعلَّ الله تعالى بعد ذلك أطلعهم على مدَّة لبثهم؛ لأنَّه بَعَثَهم ليتساءلوا بينَهم، وأخبر أنَّهم تساءلوا وتكلَّموا بمبلغ ما عندَهم وصار آخر أمرهم الاشتباه؛ فلا بدَّ أن يكون قد أخبرهم يقيناً؛ عَلِمْنا ذلك من حكمته في بعثهم، وأنه لا يفعل ذلك عبثاً، ومن رحمته بمن طلبَ علم الحقيقة في الأمور المطلوب علمُها وسعى لذلك ما أمكنه؛ فإن الله يوضِّح له ذلك، وبما ذَكرَ فيما بعده من قوله: {وكذلك أعْثَرْنا عليهم ليَعْلَموا أنَّ وعد الله حقٌّ وأنَّ الساعةَ لا رَيْبَ فيها}؛ فلولا أنَّه حصل العلم بحالهم؛ لم يكونوا دليلاً على ما ذكر. ثم إنَّهم لما تساءلوا بينهم، وجرى منهم ما أخبر الله به؛ أرسلوا أحدَهم بوَرِقِهم؛ أي: بالدراهم التي كانت معهم؛ ليشتري لهم طعاماً يأكلونه من المدينة التي خرجوا منها، وأمروه أن يتخيَّر من الطعام أزكاه؛ أي: أطيبه وألذَّه، وأن يتلطَّف في ذهابه وشرائه وإيابه، وأن يختفي في ذلك، ويُخفي حال إخوانه، ولا يُشْعِرَنَّ بهم أحداً.
19.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Biz, işte böylece kendi aralarında birbirlerine sorsunlar, yani gerçekte ne kadar bir süre kaldıklarını araştırsınlar diye uzunca süren uykularından sonra onları uyandırdık.
“İçlerinden biri: Ne kadar kaldınız? dedi. Bir gün veya daha az kaldık, dediler.” Bu, bu sözü söyleyenin zannına binaen böyledir. Sanki onlar, kaldıkları uzun süre konusunda şüpheye düşmüşler gibidir.
Bu yüzden de: “Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir” diyerek bu konudaki bilgiyi, bilgisi özeliyle geneliyle her şeyi kuşatmış bulunan Allah’a havale ettiler. Bundan sonra Yüce Allah, onları uykuda kaldıkları süreden haberdar etmiş olabilir. Çünkü Yüce Allah, onları kendi aralarında soruştursunlar diye uyandırmış ve onların birbirlerine soru sorduklarını, bu konuda bilgilerine göre konuştuklarını ve sonunda bu hususta şüpheye düştüklerini haber vermiştir. Bunun kesin haberini Yüce Allah’ın onlara bildirmiş olması kaçınılmaz görünmektedir. Biz, bunu Allah’ın onları uykularından uyandırmasındaki hikmetten ve bunu boş yere yapmadığından çıkartıyoruz. Ayrıca Allah, öğrenilmesi istenen hususlarda hakikati bilmeyi isteyen ve bu uğurda bütün imkânlarını ortaya koyan kimseye rahmetinin bir tecellisi olarak o hususu açıklar.
Yine Yüce Allah’ın ilerde zikredeceği: “Böylece bulunmalarını sağladık ki Allah’ın (diriliş) vaadinin hak olduğunu ve kıyametin kopacağında asla şüphe bulunmadığını bilsinler” (el-Kehf, 18/21) buyruğunu da buna delil olarak görmekteyiz. Zira eğer durumlarına dair bilgi söz konusu olmasa idi sözü edilen hususa da delil olarak görülemezlerdi.
aha sonra kendi aralarındaki bu soru cevap faslından ve Yüce Allah’ın haber verdiği diğer işlerden sonra aralarından birisini beraberlerinde bulunan gümüş paralarla çıkıp kaçtıkları şehirden kendilerine yiyecek bir şeyler almak üzere gönderdiler. Ona en hoş, en lezzetli ve en temiz yemeği seçmesini söylediler. Ayrıca gidişi, alış-verişi ve geri dönüşü esnasında dikkatlice hareket etmesini, arkadaşlarının durumunu gizleyip kimseye onları farkettirmemesini söylediler.
Başkalarının kendilerinden haberdar olup bilmesinin de sakıncasını söz konusu ederek şu iki husustan birisi olacağını şöylece dile getirdiler:
#
{20} وذكروا المحذور من اطِّلاع غيرهم عليهم وظهورهم عليهم أنَّهم بين أمرين: إما الرَّجم بالحجارة فيقتلونهم أشنع قِتلة لِحِنْقهم عليهم وعلى دينهم، وإما أن يفتنوهم عن دينهم ويردُّوهم في ملَّتهم، وفي هذه الحال لا تفلحون أبداً، بل يخسرون في دينهم ودُنياهم وأخراهم.
وقد دلَّت هاتان الآيتان على عدة فوائد:
منها: الحثُّ على العلم وعلى المباحثة فيه؛ لكون الله بعثهم لأجل ذلك.
ومنها: الأدب فيمن اشتبه عليه العلم أن يردَّه إلى عالمه، وأن يَقِفَ عند حدِّه.
ومنها: صحة الوكالة في البيع والشراء وصحَّة الشركة في ذلك.
ومنها: جواز أكل الطيِّبات والمطاعم اللَّذيذة إذا لم تخرُجْ إلى حدِّ الإسراف المنهيِّ عنه؛ لقوله: {فَلْيَنظُرْ أيُّها أزكى طعاماً فليأتِكُم برزقٍ منه}: وخُصوصاً إذا كان الإنسان لا يلائمه إلا ذلك، ولعلَّ هذا عمدة كثير من المفسِّرين القائلين بأنَّ هؤلاء أولاد ملوك؛ لكونهم أمروه بأزكى الأطعمة التي جرت عادة الأغنياء الكبار بتناولها.
ومنها: الحثُّ على التحرُّز والاستخفاء والبعد عن مواقع الفتن في الدين واستعمال الكِتْمان في ذلك على الإنسان وعلى إخوانه في الدين.
ومنها: شدة رغبة هؤلاء الفتية في الدين وفرارهم من كلِّ فتنةٍ في دينهم وتركُهم أوطانَهم في الله.
ومنها: ذِكْر ما اشتمل عليه الشرُّ من المضارِّ والمفاسد الداعية لبغضِهِ وتركِهِ، وأنَّ هذه الطريقة هي طريقة المؤمنين المتقدِّمين والمتأخِّرين؛ لقولهم: {ولن تُفْلِحوا إذاً أبداً}.
20.
“Çünkü onlar, sizi bir ele geçirirlerse ya sizi taşa tutarlar yahut da kendi dinlerine döndürürler.” Kavimleri, kendilerini fark edecek olsa ya onları taşa tutar ve dinlerine olan aşırı kin ve öfkelerinden dolayı korkunç bir şekilde onları öldürürlerdi. Yahut da dinlerinden döndürmek için onlara işkence edip kendi dinlerine çevirmeye çalışırlardı. Bu durumda ise ebediyen iflâh olamazlar, aksine dinlerini de dünyalarını da âhiretlerini de kaybederlerdi. Bu son iki âyet-
i kerime bazı faydalı hususlara delildir:
1. İlme ve ilmî tartışmalara teşvik. Çünkü Yüce Allah, onları bunun için uyandırmıştı.
2. İlmi hususta herhangi bir şüpheye düşen kimsenin, bu işi daha iyi bilene havale ederek bildiğinin sınırında durması edebine riâyet etmek gerektiği.
3. Alış-verişte vekâletin ve bu hususta ortaklığın sahih olduğu.
4. Eğer Allah’ın yasak kılmış olduğu israf sınırına varmayacak olursa hoş, temiz ve lezzetli şeyleri yemenin caiz olduğu.
Çünkü: “baksın, hangi yiyecek daha temizse ondan size azık getirsin” buyurmaktadır. Özellikle de kişinin bünyesine ancak bu tür yiyecekler uygun düşüyorsa bu, böyledir. Muhtemeldir ki bu gençlerin hükümdar çocukları olduğunu söyleyen müfessirlerin birçoğu da buna dayanmışlardır. Çünkü onlar içlerinden gönderdikleri kişiye, ileri gelen zenginlerin yemeyi âdet edindiği şekilde en temiz ve iyi yiyeceklerden almasını söylemişlerdi.
5. Dinde fitneye düşürecek yer ve hususlardan uzak kalmak, gerekli ihtiyat ve tedbirleri almak, saklanmak, bu hususta kişinin gerek kendisi, gerekse de din kardeşleri hakkında gizliliğe riâyet etmesi teşvik edilmektedir.
6. Bu delikanlıların dine aşırı bağlılıkları ve dinleri uğrunda her türlü fitneden kaçıp Allah için vatanlarını terk edişleri vurgulanmaktadır.
7. Şerrin, ihtiva ettiği ve ona karşı nefret uyandırıp onu terk etmeye itecek türden zarar ve kötülüklerinin söz edilmesi gerekir. Bu, geçmişteki mü’minlerin de sonraki mü’minlerin de izlediği bir yoldur. Nitekim ashab-
ı kehf de: “O zaman ebediyen iflâh olmazsınız” demişlerdir.
{وَكَذَلِكَ أَعْثَرْنَا عَلَيْهِمْ لِيَعْلَمُوا أَنَّ وَعْدَ اللَّهِ حَقٌّ وَأَنَّ السَّاعَةَ لَا رَيْبَ فِيهَا إِذْ يَتَنَازَعُونَ بَيْنَهُمْ أَمْرَهُمْ فَقَالُوا ابْنُوا عَلَيْهِمْ بُنْيَانًا رَبُّهُمْ أَعْلَمُ بِهِمْ قَالَ الَّذِينَ غَلَبُوا عَلَى أَمْرِهِمْ لَنَتَّخِذَنَّ عَلَيْهِمْ مَسْجِدًا (21)}.
21- Böylece Allah’ın
(diriliş) vaadinin hak olduğunu ve kıyametin kopacağında asla şüphe bulunmadığını bilsinler diye insanların, onlardan haberdar olmalarını sağladık ki o sırada onlar, aralarında
(kıyamet ve diriliş) meselesini tartışıyorlardı.
(Onların ölümlerinden sonra) bazıları:
“Üzerlerine bir bina yap(ıp kendi hallerine bırak)ın; Rableri onların durumunu daha iyi bilir” dediler.
İdareyi elinde bulunduranlar ise: “Biz, mutlaka yanlarında bir mescid edineceğiz” dediler.
#
{21} يخبر تعالى أنَّه أطْلَعَ الناس على حال أهل الكهف، وذلك ـ والله أعلم ـ بعدما استيقظوا وبعثوا أحدهم يشتري لهم طعاماً وأمروه بالاستخفاء والإخفاء، فأراد الله أمراً فيه صلاحٌ للناس وزيادةُ أجرٍ لهم، وهو أنَّ الناس رأوا منهم آيةً من آيات الله المشاهَدَةِ بالعيان على أنَّ وعدَ الله حقٌّ لا شكَّ فيه ولا مِرْيةَ ولا بُعْدَ بعدما كانوا يتنازعون بينَهم أمرَهم؛ فمن مثبتٍ للوعد والجزاء ومن نافٍ لذلك، فجعل قصَّتَهم زيادةَ بصيرةٍ ويقينٍ للمؤمنين وحجَّةً على الجاحدين، وصار لهم أجرُ هذه القضيَّة، وشهَّر الله أمرهم، ورفع قدرهم، حتى عظَّمهم الذين اطَّلعوا عليهم؛ قالوا: {ابنوا عليهم بُنياناً}: الله أعلمُ بحالهم ومآلهم! وقال مَنْ غَلَبَ على أمرهم ـ وهم الذين لهم الأمرُ ـ:
{لَنَتَّخِذَنَّ عليهم مسجداً}؛ أي: نعبد الله تعالى فيه ونتذكَّر به أحوالهم وما جرى لهم. وهذه الحالة محظورةٌ نهى عنها النبيُّ - صلى الله عليه وسلم - وذمَّ فاعليها، ولا يدلُّ ذكرها هنا على عدم ذمِّها؛ فإنَّ السياق في شأن أهل الكهف والثناء عليهم، وأنَّ هؤلاء وصلت بهم الحالُ إلى أن قالوا ابنوا عليهم مسجداً بعد خوف أهل الكهف الشديد من قومهم وحَذَرِهم من الاطِّلاع عليهم، فوصلت الحال إلى ما ترى.
وفي هذه القصة دليلٌ على أنَّ من فرَّ بدينه من الفتن؛ سلَّمه الله منها، وأنَّ مَن حرص على العافية؛ عافاه الله، ومن أوى إلى الله؛ آواه الله وجعله هدايةً لغيره، ومن تحمل الذُّلَّ في سبيله وابتغاء مرضاته؛ كان آخرُ أمره وعاقتبه العز العظيم من حيث لا يحتسب، وما عند الله خيرٌ للأبرار.
21. Yüce Allah, insanları ashab-ı kehfin durumundan haberdar ettiğini bildirmektedir. Doğrusunu en iyi Allah bilir ama bu, uyanmalarından ve içlerinden birisini kendilerine yiyecek almak üzere göndermelerinden, kendisini saklayıp durumlarını gizli tutmasını söylemelerinden sonra olmuştur. Yüce Allah, insanların faydasına, onların da daha çok ecir almalarına sebep olacak bir hususun gerçekleşmesini murad etmişti. Şöyle ki insanlar, Allah’ın diriliş vaadinin hak olduğuna, onda şüphe ve tereddüt bulunmadığına dair Allah’ın âyetlerinden gözle görülür birini onların şahıslarında somut olarak görmüşlerdir. Halbuki daha önceden onların durumunu kendi aralarında tartışıp duruyorlardı. Onlardan kimi, Allah’ın bu vaadini ve amellerin karşılığının görüleceğini kabul ederken kimi de bunu reddediyordu. Şanı Yüce Allah, onların kıssalarını mü’minlerin basiret ve yakînini arttırıcı bir sebep, inkârcılara karşı da bir delil kıldı. Böylelikle onlar da bu hususta ecir almış oldular ve Allah, durumlarını aşikar etti ve onların kadr-u kıymetlerini yükseltti. Öyle ki hallerini bilenler onları yüceltmeye başladılar ve
“üzerlerine bir bina yapın”, onların durumlarını ve âkıbetlerini en iyi bilen Allah’tır, dediler. İdareyi elinde bulunduran emir ve yetki sahibi kimseler ise
“biz, mutlaka yanlarında bir mescid edineceğiz” Bu mescidde Allah’a ibadet edecek ve orada onların hallerini, başlarından geçenleri hatırlayacağız, dediler. Ancak böyle bir şey, yasak kılınmıştır. Zira Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bunu yasaklamış ve bunu yapanları yermiştir. Bu olayın burada söz konusu edilmesi, böyle bir işin yerilmediğine delil teşkil etmez. Çünkü ifadeler, ashab-ı kehf’in durumu ve onlardan övgüyle söz edilmesi sadedindedir. O insanlar ise bunda etkilenerek öyle bir hale gelmişlerdir ki
“Bunlar üzerinde bir mescid bina edin”, demişlerdir. Oysa daha önce ashab-ı kehf, kavimlerinden yana son derece korkuya kapılmış ve onların kendilerini fark etmesinden çok endişe etmişlerdi. Sonunda ise durum, işte bu hale varmıştı.
u kıssada fitnelerden kurtulmak kastıyla dinini korumak için yurdundan kaçan kimseleri Allah’ın bu fitnelerden esenliğe kavuşturacağına, afiyet bulmak isteyene Allah’ın afiyet vereceğine, Allah’a sığınan kimseyi Allah’ın himayesine alacağına ve onu başkasına hidâyet sebebi kılacağına delil vardır. Yine Allah yolunda ve O’nun rızası için zillete katlanan kimsenin akıbetinin, ummadığı bir yerden çok büyük bir izzete kavuşmak ve güçlenmek olacağına da delildir.
“Allah’ın katındakiler, iyiler için daha hayırlıdır.” (Âl-i İmran, 3/198)
{سَيَقُولُونَ ثَلَاثَةٌ رَابِعُهُمْ كَلْبُهُمْ وَيَقُولُونَ خَمْسَةٌ سَادِسُهُمْ كَلْبُهُمْ رَجْمًا بِالْغَيْبِ وَيَقُولُونَ سَبْعَةٌ وَثَامِنُهُمْ كَلْبُهُمْ قُلْ رَبِّي أَعْلَمُ بِعِدَّتِهِمْ مَا يَعْلَمُهُمْ إِلَّا قَلِيلٌ فَلَا تُمَارِ فِيهِمْ إِلَّا مِرَاءً ظَاهِرًا وَلَا تَسْتَفْتِ فِيهِمْ مِنْهُمْ أَحَدًا (22)}.
22-
“Sayıları üçtür, dördüncüleri köpekleridir” diyecekler.
“Beştir, altıncıları köpekleridir” de diyecekler. Bu
(sözler) gaybı taşlamaktan ibarettir.
“Yedidir, sekizincileri köpekleridir” de diyecekler.
De ki: “Onların sayısını en iyi Rabbim bilir. Onları pek az kimseden başkası bilmez.” O halde onlar hakkında açık
(delile dayalı hususlar) dışında tartışma! Onlara dair o
(ehli kitaptan) hiç kimseye de bir şey sorma!
#
{22} يخبر تعالى عن اختلاف أهل الكتاب في عدَّة أصحاب الكهف اختلافاً صادراً عن رجمهم بالغيب وتقوُّلهم بما لا يعلمون، وأنَّهم فيهم على ثلاثة أقوال: منهم من يقولُ: {ثلاثةٌ رابُعهم كلبهم}، ومنهم من يقول: {خمسةٌ سادسُهم كلبُهم}، وهذان القولان ذكر الله بعدهما أنَّ هذا رجمٌ منهم بالغيب، فدلَّ على بطلانهما، ومنهم من يقول: {سبعةٌ وثامِنُهم كلبُهم}، وهذا ـ والله أعلم ـ هو الصوابُ؛ لأنَّ الله أبطل الأوَّلَيْن ولم يبطِلْه، فدلَّ على صحَّته، وهذا من الاختلاف الذي لا فائدة تحته، ولا يحصُلُ بمعرفة عددهم مصلحةٌ للناس دينيَّة ولا دنيويَّة، ولهذا قال تعالى: {قل ربِّي أعلمُ بعِدَّتِهم لا يعلمُهُم إلاَّ قليلٌ}: وهم الذين أصابوا الصوابَ وعلموا إصابتهم. {فلا تمارِ}: تجادل وتُحاج {فيهم إلاَّ مراء ظاهرا}؛ أي: مبنياً على العلم واليقين، ويكون أيضاً فيه فائدةٌ، وأما المماراة المبنيَّة على الجهل والرجم بالغيب أو التي لا فائدةَ فيها: إما أنْ يكونَ الخصمُ معانداً، أو تكون المسألةُ لا أهميَّة فيها ولا تحصُلُ فائدةٌ دينيَّةٌ بمعرفتها؛ كعدد أصحاب الكهف ونحو ذلك؛ فإنَّ في كثرة المناقشات فيها والبحوث المتسلسلة تضييعاً للزَّمان وتأثيراً في مودَّة القلوب بغير فائدة. {ولا تَسْتَفْتِ فيهم}؛ أي: في شأن أهل الكهف {منهم}؛ أي: من أهل الكتاب، {أحداً}: وذلك لأنَّ مبنى كلامهم فيهم على الرجم بالغيب والظنِّ الذي لا يُغني من الحقِّ شيئاً؛ ففيها دليلٌ على المنع من استفتاء مَنْ لا يَصْلُحُ للفتوى: إما لقصوره في الأمر المستفتى فيه، أو لكونه لا يبالي بما تكلَّم به، وليس عنده ورعٌ يحجُزُه، وإذا نُهي عن استفتاءِ هذا الجنس؛ فنهيُهُ هو عن الفتوى من باب أولى وأحرى.
وفي الآية أيضاً دليلٌ على أن الشخص قد يكون منهيًّا عن استفتائه في شيء دون آخر، فيُسْتَفْتى فيما هو أهلٌ له بخلاف غيره؛ لأنَّ الله لم يَنْهَ عن استفتائهم مطلقاً، إنَّما نهى عن استفتائهم في قصَّةِ أصحاب الكهف وما أشبهها.
22. Şanı Yüce Allah, Kitap ehlinin gayba taş atmaları ve bilmedikleri hususlarda yalan söylemeleri sebebiyle ashab-ı kehfin sayıları hususunda ileri derecede bir anlaşmazlık içerisinde olduklarını haber vermektedir.
Şöyle ki bu konuda onların üç ayrı görüşü vardır: Kimisi
“onlar üç kişidir, dördüncüleri de köpekleridir”, derken kimileri
“onlar beş kişidir, altıncıları köpekleridir”, derler. Bu iki kanaatten sonra Yüce Allah, bunun onların gaybı taşlamalarından ibaret olduğunu söz konusu etmektedir ki bu da iki görüşün batıl olduğuna delildir. Aralarından
“onlar yedi kişidir, sekizincileri de köpekleridir”, diyenler de vardır. Allah daha iyi bilir ama doğru olan görüş bu olsa gerektir. Çünkü Yüce Allah, ilk iki görüşün batıl olduğunu belirtmekle birlikte bu görüşün batıl olduğuna dair bir ifade zikretmemiştir. İşte bu, bu görüşün doğruluğuna dair bir delildir. Bununla birlikte bu, faydasız bir tartışmadır. Zira onların sayılarını bilmekle insanların dini ya da dünyevi herhangi bir maslahatları tahakkuk etmez.
Bundan dolayıdır ki Allah devamla şöyle buyurmaktadır: “De ki: Onların sayısını en iyi Rabbim bilir. Onları pek az kimseden başkası bilmez” Bu pek az kimseler de doğruya isabet ettiren ve isabet ettiklerini de bilen kimselerdir.
“O halde onlar hakkında açık (delile dayalı hususlar)” yani ilim ve kat’i kanaate dayalı ve fayda sağlayacak olan şeyler
“dışında tartışma!” Çünkü ancak kat’i bilgiye dayalı olan tartışmalarda bir fayda olur. Bilgisizliğe, gayba taş atmaya dayalı yahut da faydasız şeyler hakkındaki tartışmalarda ya karşı taraf inatçı birisidir ya da hiçbir önem taşımayan ve bilinmesi sonucunda dini bir fayda elde edilemeyen hususlarda tartışma yapılmaktadır. Ashab-ı kehf’in sayısı ve buna benzer hususlarda olduğu gibi. Bu hususlardaki çokça münakaşaların, ardı arkası gelmeyen tartışma ve araştırmaların, zaman kaybetmekten ve faydasız yere kalplerdeki sevgiyi zedelemekten başka bir sonucu yoktur.
“Onlara” yani ashab-ı kehf’in durumuna “dair” Kitap ehlinden
“hiç kimseye de bir şey sorma!” Çünkü onların ashab-ı kehf hakkındaki kanaatlerinin esası, hak adına hiçbir şey ifade etmeyen zan ve
“gayba taş atmak”tan ibarettir. Bu buyrukta ya hakkında soru sorulan hususa dair yeterli bilgisi bulunmaması yahut da ne söylediğine aldırmayıp kendisini gelişigüzel konuşmaktan dizginleyecek takvaya sahip olmaması dolayısıyla fetva sorulmaya ehil olmayan kimselere fetva sormanın yasak olduğuna delil vardır. Bu tür kimselere soru sorup fetva istemek yasakladığına göre o kimselerin bizatihi fetva vermelerinin yasak olması öncelikle söz konusudur. Yine bu âyet-i kerime, bir kimseye bazı hususlarda fetva sormanın yasak bazılarında ise yasak olmayacağına delildir. Buna göre ona sadece ehil olduğu hususlarda fetva sorulur. Çünkü Yüce Allah, burada onlara kayıtsız ve şartsız olarak fetva sormayı yasaklamamakta, sadece ashab-ı kehf kıssası ve buna benzer hususlar hakkında onlara fetva/soru sormayı yasaklamaktadır.
{وَلَا تَقُولَنَّ لِشَيْءٍ إِنِّي فَاعِلٌ ذَلِكَ غَدًا (23) إِلَّا أَنْ يَشَاءَ اللَّهُ وَاذْكُرْ رَبَّكَ إِذَا نَسِيتَ وَقُلْ عَسَى أَنْ يَهْدِيَنِ رَبِّي لِأَقْرَبَ مِنْ هَذَا رَشَدًا (24)}.
23-
Hiçbir şey hakkında sakın: “Ben yarın mutlaka şunu yapacağım” deme!
24- Ancak Allah dilerse
(yapacağım de!) Unuttuğun zaman da Rabbini an ve:
“Umulur ki Rabbim beni doğruya bundan daha yakın olana erdirir” de.
#
{23} هذا النهيُ كغيرِهِ، وإنْ كان لسببٍ خاصٍّ وموجه للرسول - صلى الله عليه وسلم -؛ فإنَّ الخطاب عامٌّ للمكلَّفين؛ فنهى الله أن يقولَ العبدُ في الأمور المستقبلة: {إنِّي فاعلٌ ذلك}: من دون أن يقرِنَه بمشيئة الله، وذلك لما فيه من المحذورِ، وهو الكلامُ على الغيوب المستقبلة التي لا يَدْري هل يفعلُه أم لا؟ وهل تكون أم لا؟ وفيه ردُّ الفعل إلى مشيئة العبد استقلالاً، وذلك محذورٌ محظورٌ؛ لأنَّ المشيئة كلها لله، {وما تشاؤون إلاَّ أنْ يشاءَ اللهُ ربُّ العالمين}، ولما في ذكر مشيئة الله من تيسير الأمر وتسهيلِهِ وحصول البركةِ فيه والاستعانةِ من العبد لربِّه.
23. Her ne kadar buradaki yasağın özel bir sebebi var ve bu, Allah Rasûlüne yönelik ise de buradaki yasak, diğerleri gibi umumî olup bütün mükellefleri kapsar. Yüce Allah, kulun geleceğe dair hususlar hakkında
“Ben yarın mutlaka şunu yapacağım” ifadesini
“Allah dilerse (İnşaallah)” ile birlikte söz konusu etmedikçe söylemesini yasaklamaktadır. Çünkü bu, sakıncalı bir husustur. Zira bu, kişinin yapıp yapamayacağını, olup olmayacağını bilemeyeceği, geleceğe dönük ve gayba ait bir sözdür. Ayrıca böyle bir ifadede söz konusu fiili bağımsız olarak kulun kendi meşîetine/dilemesine bağlaması anlamı da çıkar ki bu da sakıncalı ve yasaktır.
Zira bütün meşîet ve irade yalnız Allah’ındır: “Âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz.” (et-Tekvîr, 81/29) Diğer taraftan Yüce Allah’ın meşîeti/dilemesini söz konusu etmek
(inşaallah demek), işleri kolaylaştırır, o işlerde bereketin hasıl olmasına ve kulun da Rabbinin yardımına mazhar olmasına vesile olur.
#
{24} ولما كان العبد بشراً لا بدَّ أن يسهو عن ذكر المشيئة ؛ أمَرَه الله أن يستثني بعد ذلك إذا ذَكَرَ؛ ليحصُلَ المطلوب ويندفِعَ المحذورُ. ويؤخَذُ من عموم قوله: {واذكُرْ رَبَّك إذا نسيتَ}: الأمرُ بذِكْر الله عند النسيان؛ فإنَّه يزيله ويذكِّر العبدَ ما سها عنه. وكذلك يؤمَرُ الساهي الناسي لذِكْرِ الله أن يَذْكُرَ ربَّه ولا يكوننَّ من الغافلين. ولما كان العبدُ مفتقراً إلى الله في توفيقه للإصابة وعدم الخطأ في أقواله وأفعاله؛ أمره الله أن يقول: {عسى أن يَهْدِيَني ربِّي لأقربَ من هذا رَشَداً}: فأمره أن يدعو الله ويرجوه ويَثِقَ به أنْ يَهْدِيَه لأقرب الطرق الموصلة إلى الرشد، وحريٌّ بعبد تكون هذه حاله، ثم يبذل جهده، ويستفرغُ وسعه في طلب الهدى والرشد، أن يُوَفَّق لذلك، وأن تأتِيَه المعونةُ من ربِّه، وأن يسدِّدَه في جميع أموره.
24. Kul, bir beşer olduğundan dolayı
“inşaallah” demeyi unutması kaçınılmaz bir şeydir. O bakımdan Yüce Allah, arzulananın gerçekleşmesi ve sakıncalı durumun bertaraf edilmesi için hatırlandığı vakit adının anılmasını ve “inşaallah” denmesini emretmektedir.
“Unuttuğun zaman da Rabbini an” buyruğunun umum ifadesinden unutma anında Allah'ın anılması gerektiği de anlaşılmaktadır. Çünkü Allah’ın adını anmak, unutmayı ortadan kaldırır ve kulun yanıldığı şeyi hatırlamasına vesile olur. Aynı şekilde Yüce Allah’ın adını anmayı unutup gaflete düşen kimseye de Rabbini anması ve gafillerden olmaması emredilir.
ul,
hem hakka isabet ettirmek hem de söz ve fiillerinde unutmamak için Yüce Allah’a muhtaç olduğundan dolayı ona: “Umulur ki Rabbim beni doğruya bundan daha yakın olana erdirir” demesi emredilmektedir. Bu buyruğuyla Allah, dua etmeyi, O’nun rahmetini ummayı, doğruya ulaştıran en kestirme yola iletmesi hususunda O’na güvenmeyi emretmektedir. Bu hale ulaşan, hidâyeti ve doğruyu bulmak yolunda bütün gayretini ortaya koyan bir kul, bu gayesinde muvaffak kılınmaya ve Rabbi tarafından yardıma mazhar olmaya layık olur.
{وَلَبِثُوا فِي كَهْفِهِمْ ثَلَاثَ مِائَةٍ سِنِينَ وَازْدَادُوا تِسْعًا (25) قُلِ اللَّهُ أَعْلَمُ بِمَا لَبِثُوا لَهُ غَيْبُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ أَبْصِرْ بِهِ وَأَسْمِعْ مَا لَهُمْ مِنْ دُونِهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا يُشْرِكُ فِي حُكْمِهِ أَحَدًا (26)}.
25- Onlar mağaralarında üç yüz yıl kaldılar. Dokuz yıl daha eklediler.
26-
De ki: “Ne kadar kaldıklarını en iyi Allah bilir. Göklerin ve yerin gaybı yalnız O’na aittir. O ne iyi görür, ne iyi işitir! Onların O’ndan başka hiçbir dostları yoktur. O, hiç kimseyi hükmüne ortak yapmaz.”
#
{25 ـ 26} لمَّا نهاه الله عن استفتاء أهل الكتاب في شأن أهل الكهف لعدم علمهم بذلك، وكان الله عالم الغيب والشهادة العالم بكلِّ شيء؛ أخبره الله بمدَّة لَبثهم، وأنَّ علم ذلك عنده وحدَه؛ فإنَّه من غيب السماواتِ والأرض، وغيبُها مختصٌّ به؛ فما أخبر به عنها على ألسنةِ رُسُلِهِ؛ فهو الحقُّ اليقين الذي لا يُشَكُّ فيه، وما لا يُطْلِعُ رسلَه عليه؛ فإنَّ أحداً من الخلق لا يعلمه. وقوله: {أبصِرْ به وأسمعْ}: تعجُّبٌ من كمال سمعه وبصره وإحاطتهما بالمسموعات والمبصَرات بعدما أخبر بإحاطة علمِهِ بالمعلومات، ثم أخبر عن انفراده بالولاية العامَّة والخاصَّة؛ فهو الوليُّ الذي يتولَّى تدبير جميع الكون، والوليُّ لعباده المؤمنين؛ يخرِجُهم من الظُّلمات إلى النور، وييسِّرهم لليسرى، ويجنِّبهم العسرى، ولهذا قال: {ما لهم من دونِهِ من وليٍّ}؛ أي: هو الذي تولَّى أصحاب الكهف بلطفِهِ وكرمِهِ، ولم يَكِلْهم إلى أحدٍ من الخلق. {ولا يُشْرِكُ في حكمِهِ أحداً}: وهذا يشمَلُ الحكمَ الكونيَّ القدريَّ والحكم الشرعيَّ الدينيَّ؛ فإنَّه الحاكم في خلقه قضاءً وقدراً وخلقاً وتدبيراً، والحاكم فيهم بأمرِهِ ونهيِهِ وثوابِهِ وعقابِهِ.
ولما أخبر أنه تعالى له غيب السماواتِ والأرض؛ فليس لمخلوقٍ إليها طرها طريقٌ إلاَّ عن الطريق التي يُخبر بها عبادَه، وكان هذا القرآن قد اشتمل على كثيرٍ من الغُيوب؛ أمر تعالى بالإقبال عليه، فقال:
25-26. Allah Teala, Peygamber’e ashab-ı kehf hakkında Kitap ehline bilgileri olmadığı için soru sormayı yasakladıktan sonra ve Allah da gizli açık her şeyi bildiğinden dolayı ona ashab-ı kehf’in mağarada uyudukları süreyi haber vermekte ve buna dair bilginin yalnızca kendi nezdinde olduğunu bildirmektedir. Çünkü bu da göklerdeki ve yerdeki gaybın bir parçasıdır. Bunların gaybını bilmek ise Allah'a mahsustur. O’nun rasulleri vasıtasıyla bildirdiği gaybe dair haberlerde herhangi bir şüphe söz konusu olmaz, bunlar kesin doğrudur ve gerçektir. Kullarını muttali kılmadığı herhangi bir gaybı ise hiçbir yaratılmışın bilmesine imkân yoktur.
“O ne iyi görür, ne iyi işitir!” buyruğu, Yüce Allah’ın kemal derecedeki işitme ve görmesinin, işitilecek ve görülecek türden olan her şeyi kuşatmasının gerçekten hayret edilecek bir konumda olduğunu ifade eder ki bu da Yüce Allah’ın bilinme özelliği bulunan her şeyi bilgisiyle kuşattığının haber verilmesinden sonra zikredilmiştir.
aha sonra Allah, genel ve özel gerçek dost ve yardımcının da sadece kendisi olduğunu haber vermektedir. Bütün kainatın işlerini üstlenmiş olan mutlak yönetici O’dur. Mü’min kullarının dostu da O’dur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkartır. En kolay olana doğru yol almalarını kolaylaştırır ve zor olandan da onları uzak tutar.
Bundan dolayı Yüce Allah: “Onların O’ndan başka hiçbir dostları yoktur” buyurmaktadır. Yani lütfu ve keremiyle, ashab-ı kehf’in, işlerini üstlenen ve hiçbir yaratılmışa onları terk etmeyen yalnızca O’dur.
“O, kimseyi hükmüne ortak yapmaz.” Bu, hem kevnî ve kaderî hükmü, hem de şer’î ve dinî hükmü içine alır. Kaza ve kaderiyle, yaratma ve tedbiriyle, bütün mahlukatın yegane hakimi O olduğu gibi, emir ve yasaklarıyla, sevap ve cezası ile de onların gerçek hakimi yalnızca O’dur. Allah, göklerin ve yerin gaybının yalnızca kendisine ait olduğunu, herhangi bir mahlukun -bizzat kendisinin kullarına haber verdiği yolun dışında- bunu bilmeye yol bulmasının imkânsız olduğunu haber verdikten sonra Kur’an,
pek çok gaybî hususu kapsadığından dolayı ona yönelmeyi emrederek şöyle buyurmaktadır:
{وَاتْلُ مَا أُوحِيَ إِلَيْكَ مِنْ كِتَابِ رَبِّكَ لَا مُبَدِّلَ لِكَلِمَاتِهِ وَلَنْ تَجِدَ مِنْ دُونِهِ مُلْتَحَدًا (27)}.
27- Rabbinin Kitabından sana vahyolunanı tilâvet et! O’nun sözlerini değiştirebilecek yoktur. Sen, O’ndan başka bir sığınak da asla bulamazsın.
#
{27} التلاوة: هي الاتِّباع؛ أي: اتَّبع ما أوحى الله إليك بمعرفة معانيه وفهمها وتصديق أخباره وامتثال أوامره ونواهيه؛ فإنَّه الكتاب الجليل، الذي لا مبدِّل لكلماته؛ أي: لا تُغَيَّر ولا تُبَدَّل لصدقها وعدلها وبلوغها من الحسن فوق كلِّ غاية، {وَتَمَّتْ كلمةُ ربِّك صدقاً وعدلاً}؛ فلكمالها استحال عليها التغييرُ والتبديل، فلو كانت ناقصةً؛ لَعَرَضَ لها ذلك أو شيءٌ منه. وفي هذا تعظيم للقرآن في ضمنه الترغيبُ على الإقبال عليه. {وَلَن تَجِدَ من دونه مُلْتَحَداً}؛ أي: لن تجد من دون ربِّك ملجأ تلجأ إليه ولا مَعاذًا تعوذ به؛ فإذا تعيَّن أنَّه وحده الملجأ في كلِّ الأمور؛ تعيَّن أن يكون هو المألوه المرغوب إليه في السرَّاء والضرَّاء، المفتَقر إليه في جميع الأحوال، المسؤول في جميع المطالب.
27. Tilâvet burada tâbi olmak, demektir. Yani anlamlarını bilmek ve kavramak, verdiği haberleri tasdik etmek, emir ve yasaklarına uymak suretiyle Allah’ın sana vahyettiklerine tabi ol! Çünkü bu Kitap, sözlerinin değiştirilmesi söz konusu olmayan, üstün ve değerli bir kitaptır. Yani bu sözlerin; doğruluklarının, adaletlerinin ve güzelliklerinin ulaşılamayacak derecede olması dolayısıyla değişikliğe uğratılması mümkün değildir.
“Rabbinin sözü doğruluk ve adalet bakımından tamdır.” (el-En’âm, 6/115) Bu sözlerin kemali, eksiksizliği dolayısıyla bunların değiştirilmeleri, değişikliğe uğratılmaları imkânsızdır. Eğer eksik olsaydı, o takdirde kısmen veya tamamen değişikliğe uğratılmaları söz konusu olurdu. Bu buyruklar ile Kur’an-ı Kerim, O’na yönelmeyi teşvik anlamını da ihtiva ederek ta’zim edilmektedir.
“Sen, O’ndan başka bir sığınak da asla bulamazsın.” Yani Rabbinden başka himayesine gireceğin bir sığınağın, korumasına gireceğin bir barınağın yoktur. Bütün hususlarda yegane sığınak O olduğuna göre gizli ve açık tüm hallerde yalnız O’nun sevilmesi, O’na yönelinmesi, bütün hallerde O’na muhtaç olunduğunun bilinmesi ve bütün ihtiyaçların yalnızca O’ndan istenmesi gerekir.
{وَاصْبِرْ نَفْسَكَ مَعَ الَّذِينَ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ بِالْغَدَاةِ وَالْعَشِيِّ يُرِيدُونَ وَجْهَهُ وَلَا تَعْدُ عَيْنَاكَ عَنْهُمْ تُرِيدُ زِينَةَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَلَا تُطِعْ مَنْ أَغْفَلْنَا قَلْبَهُ عَنْ ذِكْرِنَا وَاتَّبَعَ هَوَاهُ وَكَانَ أَمْرُهُ فُرُطًا (28)}.
28- Rablerinin cemalini isteyerek sabah-akşam dua edenlerle beraber olmakta sabır ve sebat et. Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan ayırma. Kalbini zikrimizden gafil kıldığımız, hevâsına uymuş ve işi gücü haddi aşmak olanlara da itaat etme!
#
{28} يأمر تعالى نبيَّه محمداً - صلى الله عليه وسلم -، وغيره أسوته في الأوامر والنواهي أن يصبر نفسه مع المؤمنين العُبَّاد المنيبين. {الذين يَدْعونَ ربَّهم بالغداة والعشيِّ}؛ أي: أول النهار وآخره؛ يريدون بذلك وجه الله، فوصفهم بالعبادة والإخلاص فيها؛ ففيها الأمر بصحبة الأخيار ومجاهدة النفس على صحبتهم ومخالطتهم، وإنْ كانوا فقراء؛ فإنَّ في صحبتهم من الفوائد ما لا يُحصى. {ولا تَعْدُ عيناك عنهم}؛ أي: لا تجاوزهم بصرك وترفع عنهم نظرك؛ {تريد زينةَ الحياةِ الدُّنيا}؛ فإنَّ هذا ضارٌّ غير نافع، قاطعٌ عن المصالح الدينيَّة؛ فإنَّ ذلك يوجب تعلُّق القلب بالدُّنيا، فتصير الأفكار والهواجس فيها، وتزول من القلب الرغبةُ في الآخرة؛ فإنَّ زينة الدُّنيا تروق للناظر وتَسْحَر القلب ، فيغفل القلب عن ذكر الله، ويُقْبِلُ على اللَّذَّات والشهوات، فيضيع وقته، وينفرط أمره، فيخسر الخسارة الأبديَّة والندامة السرمديَّة، ولهذا قال: {ولا تُطِعْ من أغْفَلْنا قلبه عن ذكرنا}: غَفَلَ عن الله فعاقبه بأن أغْفَلَه عن ذكره، {واتَّبَع هواه}؛ أي: صار تبعاً لهواه؛ حيث ما اشتهتْ نفسُه فعله، وسعى في إدراكه، ولو كان فيه هلاكه وخُسرانه؛ فهو قد اتَّخذ إلهه هواه؛ كما قال تعالى: {أفرأيتَ مَنِ اتَّخذ إلهه هواه وأضلَّه الله على علم ... } الآية. {وكان أمرُهُ}؛ أي: مصالح دينه ودنياه {فُرُطاً}؛ أي: ضائعة معطَّلة؛ فهذا قد نهى الّله عن طاعته؛ لأن طاعته تدعو إلى الاقتداء به، ولأنَّه لا يدعو إلاَّ لما هو متَّصف به.
ودلَّت الآية على أنَّ الذي ينبغي أن يُطاع، ويكون إماماً للناس مَن امتلأ قلبُه بمحبَّة الله، وفاض ذلك على لسانه، فلهج بذكر الله، واتَّبع مراضي ربِّه، فقدَّمها على هواه، فحفظ بذلك ما حَفِظَ من وقته، وصلحت أحوالُه، واستقامت أفعاله، ودعا الناس إلى ما منَّ الله به عليه؛ فحقيقٌ بذلك أن يُتَّبع، ويُجعل إماماً.
والصبر المذكور في هذه الآية هو الصبر على طاعة الله، الذي هو أعلى أنواع الصبر، وبتمامه يتمُّ باقي الأقسام.
وفي الآية استحبابُ الذِّكر والدُّعاء والعبادة طرفي النهار؛ لأنَّ الله مدحهم بفعله، وكلُّ فعل مَدَحَ الله فاعله؛ دلَّ ذلك على أن الله يحبُّه؛ وإذا كان يحبه فإنَّه يأمر به ويرغِّب فيه.
28. Yüce Allah,
Peygamber’i Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e de bütün emir ve yasaklarda onu izlemesi gerekenlere de şunu emretmektedir: Nefsinizi sabırla Allah’a yönelmiş mümin kullarla birlikte tutun. Onlar ki
“sabah-akşam” günün başında da sonunda da
“Rablerine dua eden” ve bununla Allah’ın cemalini isteyen kimselerdir. Yüce Allah, bu mü’minleri ibadet etmekle ve ibadetlerinde ihlâs sahibi olmakla nitelendirmektedir. Bu buyrukta iyi kimseler ile arkadaşlık etmek, onlar ile arkadaşlığı sürdürmek için nefse karşı mücadele vermek, fakir olsalar dahi onlarla oturup kalkmak emredilmektedir. Çünkü onlarla arkadaşlık etmenin sayılamayacak kadar çok faydaları vardır.
“Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan ayırma.” Gözlerini onlardan başka tarafa çevirme. Çünkü dünya hayatının zinetini isteyerek bunun aksini yapmak, faydalı değil zararlıdır, dini maslahatları ortadan kaldırır. Dünya hayatının süsünü istemek, kalbin dünyaya bağlanması sonucunu verir. Böylelikle düşünceler ve duygular dünyaya yönelik olur ve kalpteki âhiret arzu ve isteği sona erer. Dünya hayatının süsü, görenin hoşuna gider ve kalbi büyüler. Bunun sonucunda da kalp, Allah’ı anmaktan yana gaflete düşer. Zevklerine ve arzularına yönelir, vakti zayi olur. İşi çığırından çıkar, ebedî zarara ve sonu gelmez pişmanlığa gömülür.
Bundan dolayı da Allah şöyle buyurmaktadır: “Kalbini zikrimizden gafil kıldığımız” Allah’tan gafil olan ve bunun sonucunda Allah’ı anmaktan yana gaflete düşmekle cezalandırılan
“hevâsına uymuş, işi gücü haddi aşmak olanlara da itaat etme!” Hevâ ve hevesinin arkasından gidip ona uyan, canının çektiğini yapan ve bu uğurda helak olup hüsrana uğrayacak olsa dahi onu gerçekleştirmek için çabalayıp duran bir kimseye itaat etme.
Çünkü böyle bir kimse Yüce Allah’ın: “Kendi hevâsını ilâh edinmiş, bilgisine rağmen Allah’ın kendisini şaşırtmış olduğu kimse hakkında ne dersin?” (el-Câsiye, 45/23) buyruğunda olduğu gibi hevasını ilâh edinmiştir. Dini ve dünyevi maslahatları hususunda da haddi aşmış, yani bu maslahatları zayi edip boşa çıkarmış böyle bir kimseye itaat etme. İşte Yüce Allah bu gibilerine itaati yasaklamaktadır. Çünkü ona itaat, ona uymayı gerektirir. Diğer taraftan böyle bir kimse ancak kendisinin sahip olduğu niteliklere davet eder.
yet-
i kerime kendisine itaat edilmesi ve insanlara önder olması gereken kimselerin şu vasıflara sahip olması gerektiğine delildir: Kalbi Allah’ın sevgisi ile dolup bu hali diline taşan, buna bağlı olarak sürekli Allah’ı anan, Allah’ı razı eden şeylere uyan, bunları hevâsından önde tutan, böylelikle vaktini iyi değerlendirip halini düzelten, fiilleri istikamet üzere olan, diğer insanları da Allah’ın kendisine olan bu lütuf ve ihsanına davet eden kimseler. İşte böyleleri, uyulmaya ve önder yapılmaya layıktır. Âyet-i kerimede sözü edilen sabır, sabır türlerinin en yücesi olan Allah’a itaat üzere sabırdır. Bunun sayesinde sabrın diğer çeşitleri de tahakkuk eder. Yine bu âyet-i kerimede günün başında ve sonunda Allah’ı anmanın, dua ve ibadet etmenin müstehap olduğuna da delil vardır. Çünkü Yüce Allah, böylelerini bu vasıflarıyla övmektedir. Yüce Allah’ın yapanı övdüğü her bir fiil de Allah’ın o fiili sevdiğine delildir. Allah o fiili seviyor ise onun yapılmasını emir ve teşvik ediyor demektir.
{وَقُلِ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكُمْ فَمَنْ شَاءَ فَلْيُؤْمِنْ وَمَنْ شَاءَ فَلْيَكْفُرْ إِنَّا أَعْتَدْنَا لِلظَّالِمِينَ نَارًا أَحَاطَ بِهِمْ سُرَادِقُهَا وَإِنْ يَسْتَغِيثُوا يُغَاثُوا بِمَاءٍ كَالْمُهْلِ يَشْوِي الْوُجُوهَ بِئْسَ الشَّرَابُ وَسَاءَتْ مُرْتَفَقًا (29) إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ إِنَّا لَا نُضِيعُ أَجْرَ مَنْ أَحْسَنَ عَمَلًا (30) أُولَئِكَ لَهُمْ جَنَّاتُ عَدْنٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهِمُ الْأَنْهَارُ يُحَلَّوْنَ فِيهَا مِنْ أَسَاوِرَ مِنْ ذَهَبٍ وَيَلْبَسُونَ ثِيَابًا خُضْرًا مِنْ سُنْدُسٍ وَإِسْتَبْرَقٍ مُتَّكِئِينَ فِيهَا عَلَى الْأَرَائِكِ نِعْمَ الثَّوَابُ وَحَسُنَتْ مُرْتَفَقًا (31)}.
29-
De ki: “Hak, Rabbinizden gelmiştir. Artık dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin.” Gerçekten biz, zalimler için öyle bir ateş hazırladık ki duvarları onları çepeçevre kuşatmaktadır. Eğer yardım isterlerse erimiş maden gibi olan bir su ile imdatlarına yetişilir ki o su yüzleri kavurur. O, ne fena içecektir! Orası da ne kötü konaktır!
30- İman edip salih amellerde bulunanlara gelince şüphesiz ki biz, güzel amel işleyenlerin ecrini zayi etmeyiz.
31- İşte onlar için altlarından ırmaklar akan Adn cennetleri vardır. Orada altın bileziklerle süslenirler, ince ve kalın ipekten yeşil elbiseler giyerler ve tahtları üzerinde kurulurlar. Bu, ne güzel mükâfattır! Orası ne güzel konaktır!
#
{29} أي: {قل} للناس يا محمدُ: هو {الحقُّ من ربِّكم}؛ أي: قد تبيَّن الهدى من الضلال، والرُّشد من الغيِّ، وصفات أهل السعادة وصفات أهل الشقاوة، وذلك بما بيَّنه الله على لسان رسوله؛ فإذا بان واتَّضح ولم يبقَ فيه شبهةٌ؛ {فمن شاء فليؤمن ومن شاء فليكفر}؛ أي: لم يبق إلاَّ سلوكُ أحد الطريقين بحسب توفيق العبد وعدم توفيقه، وقد أعطاه الله مشيئةً بها يقدِرُ على الإيمان والكفر والخير والشرِّ؛ فمن آمن؛ فقد وُفِّق للصواب، ومن كَفَرَ؛ فقد قامت عليه الحجَّة، وليس بمكرهٍ على الإيمان؛ كما قال تعالى: {لا إكْراهَ في الدِّينِ قد تَبَيَّنَ الرُّشْدُ مِنَ الغَيِّ}، [وليس في قوله: {فمن شاء فليؤمن ومن شاء فليكفر} الإذن في كلا الأمرين وإنما ذلك تهديد ووعيد لمن اختار الكفر بعد البيان التام كما ليس فيها تركه قتال الكافرين]. ثم ذكر تعالى مآل الفريقين، فقال: {إنَّا أعْتَدْنا للظالمين}: بالكفر والفسوق والعصيان، {ناراً أحاطَ بهم سُرادِقُها}؛ أي: سورها المحيط بها؛ فليس لهم منفذٌ ولا طريقٌ ولا مخلصٌ منها، تصلاهم النار الحامية. {وإن يَسْتغيثوا}؛ أي: يطلبوا الشراب ليطفئ ما نزل بهم من العطش الشديد؛ {يُغاثوا بماءٍ كالمهل}؛ أي: كالرصاص المذاب أو كعكر الزيت من شدَّة حرارته. {يَشْوي الوجوهَ}؛ أي: فكيف بالأمعاء والبطون؟! كما قال تعالى: {يُصْهَرُ به ما في بطونِهِم والجلودُ. ولهم مَقامِعُ من حديدٍ}. {بئس الشرابُ}: الذي يُراد ليطفئ العطش ويدفع بعض العذابِ فيكون زيادةً في عذابهم وشدَّة عقابهم، {وساءت}: النار {مرتفقاً}: وهذا ذمٌّ لحالة النار؛ أنَّها ساءت المحلَّ الذي يرتفق به؛ فإنَّها ليس فيها ارتفاقٌ؛ وإنَّما فيها العذاب العظيم الشاقُّ الذي لا يُفَتَّر عنهم ساعةً، وهم فيه مُبْلِسونَ، قد أيسوا من كلِّ خيرٍ، ونسيهم الرحيم في العذاب كما نسوه.
29.
Yani ey Muhammed! İnsanlara de ki: “Hak, Rabbinizden gelmiştir.” Yani hidâyet ve sapıklık, doğruluk ve eğrilik, bahtiyarların nitelikleriyle bedbahtların nitelikleri birbirinden açıkça ayırt edilip ortaya konmuştur. Bu da Allah’ın, Rasûlü vasıtasıyla yaptığı beyan ile gerçekleşmiştir. Bu, açıkça ortaya çıktığına ve hakkında herhangi bir şüphe söz konusu olmadığına göre
“artık dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin.” Yani geriye -Allah’ın tevfikine mazhar olup olmamaya göre- yalnızca bu iki yoldan birisinin izlemek kalıyor. Çünkü Allah kuluna, kendisi vasıtasıyla iman etmeye de küfre sapmaya da hayrı işlemeye de kötülüğü yapmaya da muktedir olabileceği bir irade vermiştir. İman eden kimse, doğruya muvaffak kılınmış olur. Küfre sapan kimseye de deliller gereği gibi ortaya konmuş olur. Bununla birlikte böyle bir kimse iman etmeye de zorlanmaz. Nitekim Yüce Allah,
şöyle buyurmaktadır: “Dinde zorlama yoktur. Zira iman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır.” (el-Bakara 2/256) “Artık dileyen iman etsin, dileyen inkar etsin.” buyruğundan bu ikisine de izin verildiği gibi bir anlam çıkarılmamalıdır. Aksine bu, apaçık beyandna sonra küfrü tercih edenler hakkında bir tehdittir. Yine bu buyrukta kafirler savaşın terk edileceğine dair de bir delil yoktur.
aha sonra Yüce Allah,
her iki kesimin de âkıbetini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Gerçekten biz” küfür, fasıklık ve isyan ile nefislerine zulmederek zalik olan kimseler
“için öyle bir ateş hazırladık ki duvarları” yani surları
“onları çepeçevre kuşatmaktadır.” Onlar için oradan kaçıp kurulacak ne bir menfez, ne de bir yol söz konusu değildir. Kızgın ateş, onları bağrında barındıracaktır.
“Eğer yardım isterlerse” içine düştükleri o korkunç susuzluğu söndürmek için içecek isterlerse
“erimiş” yani aşırı sıcaklığından dolayı erimiş kurşun veya zeytin yağı tortusunu andıran “maden gibi bir su ile imdatlarına yetişilir ki o su, yüzleri kavurur.” Bu su,
yüzleri kavurduğuna göre ya bağırsaklarının ve karınlarının durumu ne olur!? Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Onunla karınlarında ne varsa eritilir, derileri de. Ve onlar için demirden topuzlar da vardır.” (el-Hac, 22/20-21) Susuzluklarını söndürsün ve azabın bir bölümünü azaltsın diye isteyecekleri o içecek
“ne fena içecektir!” zira azaplarını daha da arttıracak, cezalarını daha da ağırlaştıracaktır. Ve o ateş de
“ne kötü konaktır!” Bu da ateşin barınılacak bir yer olarak ne kadar kötü olduğunu ifade eden bir yergidir. Çünkü orada barınmak söz konusu değildir. Aksine orada bir an dahi hafifletilmeyecek, oldukça ağır ve büyük bir azap vardır onlar için. Ve onlar, o azap içerisinde her türlü hayırdan yana ümitlerini kesmiş olacaklardır. Onlar, dünya hayatında Allah’ı nasıl unuttularsa Rahim olan Allah da onları o azap içinde öylece unutacaktır.
#
{30} ثم ذكر الفريق الثاني، فقال: {إنَّ الذين آمنوا وعملوا الصالحاتِ}؛ أي: جمعوا بين الإيمان بالله وملائكته وكتبه ورسله واليوم الآخر والقَدَر خيره وشرِّه وعمل الصالحات من الواجبات والمستحبات. {إنَّا لا نُضيعُ أجْرَ مَنْ أحسنَ عملاً}: وإحسانُ العمل أن يريدَ العبدُ العمل لوجه الله متبعاً في ذلك شرع الله؛ فهذا العمل لا يضيِّعه الله ولا شيئاً منه، بل يحفظُه للعاملين، ويوفِّيهم من الأجر بحسب عملهم وفضله وإحسانه.
30. Daha sonra Yüce Allah,
ikinci kesimi söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “İman edip salih amellerde bulunanlara” yani hem Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, hayrı ve şerri ile kadere iman eden hem de farz ve müstehap türünden salih ameller işleyenlere
“gelince, şüphesiz ki biz, güzel amel işleyenlerin ecrini zayi etmeyiz.” Amelin güzel yapılması kulun, ameliyle Allah’ın rızasını dilemesi ve bu hususta Allah’ın şeriatına tâbi olması ile gerçekleşir. Böyle bir ameli Allah boşa çıkarmaz. O’nun bir bölümünü dahi zayi etmez. Aksine amel edenler için onu muhafaza eder. Kendisinin de lütuf ve ihsanı çerçevesinde onlara amellerinin mükâfatlarını tastamam eder.
#
{31} وذكر أجرهم بقوله: {أولئك لهم جناتُ عَدْنٍ تجري من تحتها الأنهار يُحَلَّوْن فيها من أساورَ من ذهبٍ ويلبسون ثياباً خضراً من سُنْدُسٍ وإسْتَبْرَقٍ متَّكئين فيها على الأرائك}؛ [أولئك] أي: أولئك الموصوفون بالإيمان والعمل الصالح، لهم الجناتُ العالياتُ التي قد كَثُرَتْ أشجارُها فأجَنَّتْ مَنْ فيها، وكثرت أنهارُها، فصارت تجري من تحت تلك الأشجار الأنيقة والمنازل الرفيعة، وحليتُهم فيها الذهب، ولباسُهم فيها الحرير الأخضر من السُّندس، وهو الغليظُ من الدِّيباج، والإستبرق وهو ما رَقَّ منه، متَّكئين فيها على الأرائك، وهي السرر المزيَّنة المجمَّلة بالثياب الفاخرة؛ فإنَّها لا تسمَّى أريكة حتى تكون كذلك، وفي اتِّكائهم على الأرائك ما يدلُّ على كمال الراحة وزوال النَّصب والتعب وكون الخدم يسعَوْن عليهم بما يشتهون، وتمام ذلك الخلود الدائم والإقامة الأبديَّة؛ فهذه الدار الجليلة، {نعم الثوابُ}: للعاملين، {وحَسُنَتْ مرتَفَقاً}: يرتَفِقون بها، ويتمتَّعون بما فيها مما تشتهيه الأنفسُ، وتلذُّ الأعينُ من الحبرة والسرور والفرح الدائم واللَّذَّات المتواترة والنعم المتوافرة، وأيُّ مرتَفَقٍ أحسنُ من دارٍ، أدنى أهلها يسير في مُلكِهِ ونعيمه وقصورِهِ وبساتينه ألفي سنة؟ ولا يرى فوقَ ما هو فيه من النعيم، قد أعْطِيَ جميعَ أمانيه ومطالبِهِ، وزيد من المطالب ما قَصَّرَتْ عنه الأماني، ومع ذلك؛ فنعيمُهم على الدوام، متزايدٌ في أوصافه وحسنه، فنسأل الله الكريم أنْ لا يحرِمَنا خيرَ ما عنده من الإحسان بشرِّ ما عندنا من التقصير والعصيان. ودلت الآية الكريمة وما أشبهها على أن الحِلْيَةَ عامَّةٌ للذكور والإناث؛ كما ورد في الأخبار الصحيحة؛ لأنَّه أطلقها في قوله: {يُحَلَّوْنَ}، وكذلك الحرير ونحوه.
31. Yüce Allah,
böylelerinin mükâfatını şöylece söz konusu etmektedir: İman ve salih amel niteliğini taşıyanlara öyle yüksek bağlar bahçeler verilir ki ağaçları pek çok olduğundan içindeki şeyleri gizlemiştir. Nehirleri pek çoktur ve bu ağaçlarla yüksek konakların altından akar. Oradaki zinetleri altındır, giyecekleri ise yeşil renkli, kalın ipek ile ince ipeklerdendir. Orada oldukça süslü ve değerli örtülerle güzelleştirilmiş tahtlar üzerinde yaslanarak oturacaklardır. Çünkü bu şekilde olmadıkça oturulan yere
“taht (أريكة)” denmez. Tahtlar üzerinde yaslanarak oturmaları, rahatlarının mükemmel olduğuna, herhangi bir yorgunluk duymayacaklarına, hizmetçilerin canlarının arzuladığı şeyleri hemen getireceklerine delildir. Bütün bunları tamamlayıcı olmak üzere bir de ebedî kalıcılık ve bu nimetlerin kesintisiz oluşu vardır. İşte bu mükemmel yurt, güzel amellerde bulunanlar için
“ne güzel mükâfattır! Orası ne güzel konaktır!” Onlar orada konaklayacaklar, içinde bulunan canların çektiği, gözlerin zevk alacağı, pek büyük sevinç, sürekli ferah, ardı arkası kesilmeyen lezzetler ve pek bol nimetlerden istifade edeceklerdir. Orada nimet bakımından en aşağı derecede olanları dahi sahip olduğu yerlerde, nimetlerde, köşk ve bahçelerde bir baştan bir başa iki bin yılda ancak gezebilecek ve o, hiçbir kimsenin kendisinden daha üstün nimetlere sahip olmadığı kanaatinde olacaktır. O halde bundan daha mükemmel bir yurt, bir konak olabilir mi? Üstelik Yüce Allah, böyle bir kimseye her türlü istek ve arzusunu ihsan edeceği gibi temenni etmeyi hatıra getiremeyeceği pek çok şeyleri de fazladan verecektir. O yurdun sakinlerinin nimetleri devamlıdır. Güzelliği ve nitelikleri de sürekli artacaktır. Keremi sonsuz Allah, nezdinde bulunan ihsandan, kusur ve isyanlarımız sebebiyle bizleri mahrum etmesin. Bu ve benzeri diğer âyet-i kerimeler cennette zinetlerin, hem erkekler hem de kadınlar için umumî olduğuna delil teşkil etmektedir. Nitekim sahih hadislerde de böylece varid olmuştur. Zira Yüce Allah
“süslenirler” buyruğunu mutlak olarak kullanmıştır. İpek ve benzeri zinetler de durum aynıdır.
{وَاضْرِبْ لَهُمْ مَثَلًا رَجُلَيْنِ جَعَلْنَا لِأَحَدِهِمَا جَنَّتَيْنِ مِنْ أَعْنَابٍ وَحَفَفْنَاهُمَا بِنَخْلٍ وَجَعَلْنَا بَيْنَهُمَا زَرْعًا (32) كِلْتَا الْجَنَّتَيْنِ آتَتْ أُكُلَهَا وَلَمْ تَظْلِمْ مِنْهُ شَيْئًا وَفَجَّرْنَا خِلَالَهُمَا نَهَرًا (33) وَكَانَ لَهُ ثَمَرٌ}.
32-
Onlara şu iki adamı misal ver: Birine iki üzüm bağı vermiştik. Bu iki bağın etrafını hurma ağaçlarıyla donatmış ve ikisinin arasında da ekin bitirmiştik.
33- Her iki bağ da yemişlerini vermiş ve hiçbir şeyi eksik bırakmamıştı. İkisinin ortasından bir de nehir akıtmıştık.
#
{32} يقول تعالى لنبيه - صلى الله عليه وسلم -: اضرِبْ للناس مَثَلَ هذين الرجلين: الشاكر لنعمة الله، والكافر لها، وما صدر من كلٍّ منهما من الأقوال والأفعال، وما حصل بسبب ذلك من العقاب العاجل والآجل والثواب؛ ليعتبروا بحالهما، ويتَّعظوا بما حصل عليهما، وليس معرفة أعيان الرجلين وفي أيِّ زمان أو مكانٍ هما فيه فائدة أو نتيجة؛ فالنتيجة تحصُلُ من قصتهما فقط، والتعرُّض لما سوى ذلك من التكلُّف. فأحدُ هذين الرجلين الكافر لنعمة الله الجليلة جعل الله له جنتين؛ أي: بستانَيْنِ حسنَيْنِ {من أعناب وحفَفْناهما بنخل}؛ أي: في هاتين الجنتين من كل الثمرات، وخصوصاً أشرف الأشجار العنب والنخل؛ فالعنب وسطها، والنخل قد حفَّ بذلك ودار به، فحصل فيه من حسن المنظر وبهائه وبروز الشجر والنخل للشمس والرياح التي تكمُلُ بها الثمار وتنضج وتتجوهر، ومع ذلك جعل بين تلك الأشجار زَرْعاً.
32. Yüce Allah,
peygamberi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e şunu emretmektedir: İnsanlara birisi Allah’ın nimetlerine şükreden, diğeri ise bunlara nankörlük eden iki kişiyi örnek ver ve bu ikisinin söyledikleri sözlerle yaptıkları davranışlarını ve bunun neticesinde husule gelen dünyevî ve uhrevî ceza ile mükâfatı anlat ki bu iki kişinin hallerinden gerektiği gibi öğüt alsınlar, onların akıbetlerinden ibret alsınlar. Bu iki kişinin kim olduklarını, hangi zamanda ve hangi yerde yaşadıklarını bilmenin herhangi bir faydası yahut sağlayacağı olumlu bir sonuç yoktur. Çünkü esas fayda, onların başından geçen olayın
(kıssanın) anlatılmasıyla anlaşılır, bunun dışındaki şeyleri öğrenmeye kalkışmak ise tekellüftür. Bu iki kişiden biri olan ve Allah’ın büyük nimetlerine nankörlük eden kişiye Yüce Allah, üzüm bağlarından oluşan ve
“etrafını hurma ağaçlarıyla donatmış” olduğu iki bahçe vermişti. Bu iki bahçede her türlü meyveden vardı. Özellikle de ağaçların en değerlileri olan üzüm ve hurma ağaçları vardı. Üzüm bağı, bahçenin ortasında, hurma ağaçları ise onun etrafını çevirip sarmış bulunuyordu. Bahçe, gerçekten güzel bir görünüşe sahipti. Bahçe ve hurma ağaçları, meyveleri tam olarak olgunlaştıracek ve lezzetine lezzet katacak şekilde rüzgar ve güneş alıyordu. Üstelik Allah, bu ağaçların arasında bir de ekin vermişti.
#
{33} فلم يبق عليهما إلا أن يقالَ: كيف ثمارُ هاتين الجنتين؟ وهل لهما ماءٌ يكفيهما؟ فأخبر تعالى أنَّ كلًّا من {الجنتين آتت أكُلَها}؛ أي: ثمرها وزرعها ضعفين؛ أي: متضاعفاً، وأنها {لم تظلم منه شيئاً}؛ أي: لم تنقص من أُكُلِها أدنى شيء، ومع ذلك فالأنهار في جوانبها سارحة كثيرة غزيرة.
33.
Artık bu iki bahçe hakkında geriye sadece: Peki, bu iki bahçenin meyveleri, mahsülleri nasıldı? Bunların yeterince suları var mıydı? diye sormaktan başka birşey kalmıyor. İşte Yüce Allah, bu iki bahçenin de yemişlerini, mahsüllerini ve ekinlerini kat kat verdiklerini ve
“hiçbir şeyi eksik bırakmamış” yani yiyecek mahsüllerinden çok az bir miktarı dahi fire vermemiş olduğunu bildirmektedir. Irmaklar da bu iki bahçenin aralarında bol bir şekilde akıyordu.
#
{34} {وكان له}؛ أي: لذلك الرجل {ثمرٌ}؛ أي: عظيم؛ كما يفيده التنكير؛ أي: قد استكملت جنتاه ثمارهما، وارجحنَّت أشجارهما ولم تعرض لهما آفةٌ أو نقصٌ، فهذا غاية منتهى زينة الدُّنيا في الحرث، ولهذا اغترَّ هذا الرجل وتبجَّح وافتخر، ونسي آخرته.
34.
“Onun” yani bu iki bağın sahibi olan adamın “ayrıca bir geliri daha vardı.” “Gelir” anlamındaki kelimenin
(ثَمَرٞ ) nekire/belirtisiz gelmesi, bu gelirin çok büyük olduğunu ifade eder. Yani bu iki bahçesi meyvelerini ve mahsüllerini mükemmel bir şekilde vermiş, bahçedeki ağaçların bol meyveler dolayısıyla dalları yere sarkmış, bununla birlikte herhangi bir afet, hastalık veya mahsüllerini eksik vermek gibi olumsuz bir şeye de maruz kalmamışlardı. Bu ise dünyada alınacak mahsül ve ekinlerin en ileri derecesidir. Bundan dolayı da o adam gurura kapıldı, böbürlendi ve âhiretini unuttu.
{فَقَالَ لِصَاحِبِهِ وَهُوَ يُحَاوِرُهُ أَنَا أَكْثَرُ مِنْكَ مَالًا وَأَعَزُّ نَفَرًا (34) وَدَخَلَ جَنَّتَهُ وَهُوَ ظَالِمٌ لِنَفْسِهِ قَالَ مَا أَظُنُّ أَنْ تَبِيدَ هَذِهِ أَبَدًا (35) وَمَا أَظُنُّ السَّاعَةَ قَائِمَةً وَلَئِنْ رُدِدْتُ إِلَى رَبِّي لَأَجِدَنَّ خَيْرًا مِنْهَا مُنْقَلَبًا (36)}.
34- Onun ayrıca bir geliri daha vardı.
Bu yüzden arkadaşıyla konuşurken ona: “Ben malca senden zenginim, sayıca da senden güçlüyüm.” dedi.
35-
Kendi nefsine zulmeder bir halde bağına girdi ve dedi ki: “Bu bağın yok olacağını asla düşünmüyorum.”
36-
“Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Eğer Rabbime döndürülecek olursam da mutlaka döneceğim yerde bundan daha iyisini bulurum.”
#
{34} أي: فقال صاحب الجنتين لصاحبه المؤمن وهما يتحاوران؛ أي: يتراجعان بينهما في بعض الماجريات المعتادة مفتخراً عليه: {أنا أكثرُ منك مالاً وأعزُّ نفراً}: فَخَرَ بكثرة مالِهِ وعزَّةِ أنصاره من عبيدٍ وخدمٍ وأقارب، وهذا جهلٌ منه، وإلاَّ؛ فأيُّ افتخار بأمر خارجيٍّ ليس فيه فضيلةٌ نفسيَّة ولا صفةٌ معنويَّة، وإنَّما هو بمنزلة فخر الصبيِّ بالأماني التي لا حقائق تحتها؟!
34. Mü’min arkadaşı ile konuşurken,
yani günlük alışılmış hususlardan birisi hakkında birbirlerine söz söylerlerken mü’min arkadaşına karşı övünerek: “Ben malca senden zenginim, sayıca da senden güçlüyüm” dedi ve hem malının çokluğu ile hem de kölelerinin, hizmetkârlarının ve yakınlarının oluşturduğu kendisini destekleyenlerin sayısıyla daha güçlü olduğunu ileri sürdü. Bu, onun cahilliğinden kaynaklanan bir iddiadır. Bir kimsenin bizatihi bir üstünlüğü, manevi bir niteliği bulunmadığı halde kendi dışında olan herhangi bir şeyle iftihar edip böbürlenmesinin ne anlamı var? Bu, ancak küçük bir çocuğun hiçbir aslı olmayan hayali şeylerle övünmesi kabilindendir.
#
{35 ـ 36} ثم لم يكفِهِ هذا الافتخار على صاحبه، حتى حَكَمَ بجهله وظلمه، وظنَّ لما دخل جنته، {فقال ما أظنُّ أن تبيدَ}؛ أي: تنقطعَ وتضمحلَّ {هذه أبداً}: فاطمأنَّ إلى هذه الدنيا، ورضي بها، وأنكر البعث، فقال: {وما أظنُّ الساعة قائمةً ولئن رُدِدتُّ إلى ربِّي}: على ضرب المثل؛ {لأجِدَنَّ خيراً منها مُنْقَلَباً}؛ أي: ليعطيني خيراً من هاتين الجنتين! وهذا لا يخلو من أمرين: إمَّا أن يكون عالماً بحقيقة الحال، فيكون كلامُهُ هذا على وجه التهكُّم والاستهزاء، فيكون زيادةَ كفرٍ إلى كفرِهِ. وإما أن يكون هذا ظنَّه في الحقيقة، فيكون من أجهل الناس وأبخسهم حظًّا من العقل؛ فأيُّ تلازم بين عطاء الدُّنيا وعطاء الآخرة حتى يظنَّ بجهله أنَّ من أُعْطِي في الدنيا أُعْطِيَ في الآخرة؟! بل الغالب أنَّ الله تعالى يَزْوي الدُّنيا عن أوليائِهِ وأصفيائِهِ، ويوسِّعها على أعدائه، الذين ليس لهم في الآخرة نصيبٌ. والظاهر أنَّه يعلم حقيقة الحال، ولكنَّه قال هذا الكلام على وجه التهكُّم والاستهزاء؛ بدليل قوله: {وَدَخَلَ جنَّته وهو ظالمٌ لنفسِهِ}: فإثْبات أنَّ وصفه الظلم في حال دخوله الذي جرى منه من القول ما جرى، يدلُّ على تمرُّده وعناده.
35. Sonunda kendi cahilliği ve zulmünün mahkûmu oldu.
Bağına girdiği sırada: “Bu bağın yok olacağını asla düşünmüyorum.” yani harab olup sonunun geleceğini sanmıyorum, dedi. Böylelikle dünya hayatı ile tatmin olup ona razı oldu.
Öldükten sonra dirilişi de inkâr ederek şöyle dedi:
36.
“Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Eğer” söz gelimi
“Rabbime döndürülecek olursam, mutlaka döneceğim yerde bundan daha iyisini bulurum.” Hiç şüphesiz Allah, bana bu iki bahçeden daha iyisini verir.
Bu sözler ile ilgili olarak iki ihtimal söz konusudur: Bu kimse ya işin hakikatini bilen birisidir ve bu sözleri alay ve dalga geçme amacıyla söylemektedir ki o zaman bu, küfrüne küfür katması demek olur. Yahut bu sözleri, onun gerçek kanaatini ifade etmektedir. Bu durumda ise o, insanların en bilgisizi ve en kıt akıllısı demektir. Zira dünyadaki lütuf ve ihsan ile âhiretteki lütuf ve ihsan arasında ayrılmaz bir ilişki olduğunu nereden çıkarmaktadır ki dünyada kendisine lütuf ve ihsan verilen kimselere âhirette de lütuf ve ihsanda bulunulacağı düşüncesine sahip olmuştur?! Hatta çoğunlukla görülen şudur ki Allah, gerçek dost ve seçkin kullarına dünyalığı kısar, buna karşılık âhirette herhangi bir payları bulunmayan düşmanlarına da dünyalığı bol bol verir. Anlaşıldığı kadarıyla bu kimse, gerçek durumu bilmekle birlikte bu sözü alay olsun diye söylemiştir.
Buna delil de Yüce Allah’ın: “Kendi nefsine zulmeder bir halde bağına girdi” buyruğudur. Onun bahçesine girişini zulüm ile nitelendirerek o sözleri zulümle söylediğini belirtilmiş olması, onun azgınlığına ve inadına delildir.
{قَالَ لَهُ صَاحِبُهُ وَهُوَ يُحَاوِرُهُ أَكَفَرْتَ بِالَّذِي خَلَقَكَ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ مِنْ نُطْفَةٍ ثُمَّ سَوَّاكَ رَجُلًا (37) لَكِنَّا هُوَ اللَّهُ رَبِّي وَلَا أُشْرِكُ بِرَبِّي أَحَدًا (38) وَلَوْلَا إِذْ دَخَلْتَ جَنَّتَكَ قُلْتَ مَا شَاءَ اللَّهُ لَا قُوَّةَ إِلَّا بِاللَّهِ}.
37-
Arkadaşı ona karşılık vererek dedi ki: “Seni önce topraktan, sonra da bir damla sudan yaratan, sonra da seni tam bir insan haline getireni inkar mı ediyorsun?”
38-
“Ama ben (böyle yapmam). O Allah, benim Rabbim’dir ve ben, Rabbime hiç kimseyi ortak koşmam.”
#
{37} أي: قال له صاحبُهُ المؤمنُ ناصحاً له ومذكِّراً له حاله الأولى التي أوجده الله فيها في الدُّنيا {من ترابٍ ثم من نطفةٍ ثم سوَّاك رَجُلاً}؛ فهو الذي أنعم عليك بنعمة الإيجاد والإمداد، وواصَلَ عليك النعم، ونقلك من طَوْرٍ إلى طَوْرٍ، حتى سوَّاك رجلاً كامل الأعضاء والجوارح المحسوسة والمعقولة، وبذلك يسَّر لك الأسباب وهيَّأ لك ما هيَّأ من نعم الدنيا، فلم تحصُل لك الدُّنيا بحولك وقوَّتك، بل بفضل الله تعالى عليك؛ فكيف يَليقُ بك أن تكفُرَ بالله الذي خلقك من ترابٍ ثم من نطفةٍ ثم سوَّاك رجلاً، وتجهل نعمته، وتزعم أنَّه لا يبعثك، وإن بعثك أنَّه يعطيك خيراً من جنتك؟! هذا ممَّا لا ينبغي ولا يليقُ.
37. Yani mü’min arkadaşı ona öğüt vererek,
Yüce Allah’ın onu dünyada ilk olarak yaratmış olduğu halini hatırlatarak ve: “Seni önce topraktan, sonra da bir damla sudan yaratan, sonra da seni tam bir insan haline getireni” diyerek ona Allah’ı hatırlatmaktadır. Yani seni var eden, ihtiyaçlarını karşılayan, nimetlerini ihsan edip kesintisiz olarak bağışlayan, seni bir halden bir hale naklederek sonunda bir adam yapıp azaları ve aklî melekeleri ile kâmil bir hale getiren, böylelikle senin için sebepleri kolaylaştırıp bunca dünya nimetlerini ihsan eden yüce Allah'tır. Sen bu nimetleri kendi güç ve imkânlarınla elde etmedin. Aksine bunlar Yüce Allah’ın sana bir lütfudur. Peki, seni önce topraktan yaratan, sonra bir damla sudan yaratan, sonra da seni tam bir insan yapan Allah’ı inkar etmen olacak şey değil? O’nun nimetlerini nasıl bilmezlikten gelebilirsin? O’nun seni diriltmeyeceğini, diriltse dahi şu anda sahip olduğun bahçenden daha iyisini vereceğini nasıl iddia edebilirsin? Bu yapılmaması gereken ve hiç uygun olmayan bir iddiadır.
#
{38} ولهذا لما رأى صاحبُهُ المؤمن حاله واستمراره على كفرِهِ وطغيانه؛ قال مخبراً عن نفسه على وجه الشُّكر لربِّه والإعلان بدينِهِ عند ورود المجادلات والشُّبه: {لكنَّاْ هو الله ربِّي ولا أشرِكُ بربِّي أحداً}: فأقرَّ بربوبيَّة ربِّه وانفراده فيها والتزام طاعته وعبادته، وأنَّه لا يشرك به أحداً من المخلوقين.
38. Mü’min arkadaşı onun halini,
küfür ve azgınlığını sürdürdüğünü görünce Rabbine şükretmek ve bu gibi tartışma ve şüphelerin varid olması halinde bile dinini açıkça ilan etmek üzere şunları söylemiştir: “Ama ben (böyle yapmam). O Allah, benim Rabbim’dir ve ben, Rabbime hiç kimseyi ortak koşmam.” Bu sözleriyle Rabbinin rububiyetini ve rububiyetinde tek oluşunu ikrar edip O’na itaat ve ibadete bağlılığını, O’na hiçbir yaratılmışı ortak koşmayacağını açıkça ilan etmektedir.
Daha sonra da -mal ve çocuklarının azlığına rağmen- Yüce Allah’ın ona ihsan etmiş olduğu iman ve İslâm nimetinin, gerçek nimet olduğunu, bunların dışındaki nimetlerin ise yok olmaya mahkum olduğunu, hatta bunlardan dolayı azaba ve ibretli cezalara maruz kalınabileceğini hatırlatarak şunları söylemektedir:
{إِنْ تَرَنِ أَنَا أَقَلَّ مِنْكَ مَالًا وَوَلَدًا (39) فَعَسَى رَبِّي أَنْ يُؤْتِيَنِ خَيْرًا مِنْ جَنَّتِكَ وَيُرْسِلَ عَلَيْهَا حُسْبَانًا مِنَ السَّمَاءِ فَتُصْبِحَ صَعِيدًا زَلَقًا (40) أَوْ يُصْبِحَ مَاؤُهَا غَوْرًا فَلَنْ تَسْتَطِيعَ لَهُ طَلَبًا (41) وَأُحِيطَ بِثَمَرِهِ فَأَصْبَحَ يُقَلِّبُ كَفَّيْهِ عَلَى مَا أَنْفَقَ فِيهَا وَهِيَ خَاوِيَةٌ عَلَى عُرُوشِهَا وَيَقُولُ يَالَيْتَنِي لَمْ أُشْرِكْ بِرَبِّي أَحَدًا (42) وَلَمْ تَكُنْ لَهُ فِئَةٌ يَنْصُرُونَهُ مِنْ دُونِ اللَّهِ وَمَا كَانَ مُنْتَصِرًا (43) هُنَالِكَ الْوَلَايَةُ لِلَّهِ الْحَقِّ هُوَ خَيْرٌ ثَوَابًا وَخَيْرٌ عُقْبًا (44)}.
39-
“Bağına girdiğin zaman “(Bu) Allah’ın dilemesi iledir. Kuvvet, ancak Allah'ın yardımıyladır”, demeli değil miydin? Her ne kadar malca ve evlatça beni kendinden az görüyorsan da
(şunu bil ki:)
40-
“Belki Rabbim bana senin bağından daha hayırlısını verir. Seninkinin üzerine de gökten bir felaket gönderir de orası kaypak bir toprak haline geliverir.”
41-
“Yahut suyu yerin dibine çekiliverir de bir daha onu bulmaya gücün yetmez.”
42- Derken bütün serveti yok edildi. O da o bahçe için harcadıklarına pişmanlık duyarak ellerini oğuşturmaya başladı.
Bağının çardakları çökmüştü de o: “Ah, keşke Rabbime hiçbir şeyi ortak koşmasaydım!” diyordu.
43- O, Allah’tan başka kendisine yardım edecek bir topluluk bulamadı, kendi kendisini de kurtaramadı.
44- İşte bu durumda dostluk ve yardım, ancak hak olan Allah’a mahsustur. En iyi mükâfatı da en iyi akıbeti de veren O’dur.
#
{39} أي: قال للكافر صاحبُهُ المؤمنُ: أنت وإن فخرتَ عليَّ بكثرة مالك وولدك، ورأيتني {أقلَّ منك مالاً وولداً}؛ فإنَّ ما عند الله خيرٌ وأبقى، وما يُرجى من خيره وإحسانه أفضلُ من جميع الدُّنيا التي يتنافس فيها المتنافسون.
39. Yani mü’min arkadaşı,
kâfire dedi ki: Sen malının ve çocuklarının çokluğu ile bana karşı böbürlensen ve beni mal ve evlatça kendinden daha az görsen bile hiç şüphesiz, Allah’ın nezdindeki mükâfaat daha hayırlı ve daha kalıcıdır. O’ndan beklenen hayır ve lütuf, yarışanların uğrunda yarıştığı bütün dünyadan daha üstündür.
#
{40} {فعسى ربِّي أن يُؤْتِيَني خيراً من جنَّتك ويرسلَ عليها}؛ أي: على جنَّتك التي طغيتَ بها وغَرَّتْك، {حُسباناً من السماء}؛ أي: عذاباً بمطر عظيم أو غيره. {فتصبحَ}: بسبب ذلك {صعيداً زَلَقاً}؛ أي: قد اقتلعت أشجارها، وتلفت ثمارها وغرق زرعُها، وزال نفعُها.
40.
“Belki Rabbim bana senin bağından daha hayırlısını verir. Seninkinin” yani kendisi sebebiyle azgınlaştığın ve seni gurura sevketmiş bulunan bağının
“üzerine ise gökten bir felaket” büyük bir yağmur veya daha başka türden bir azap ve musibet
“gönderir de” bunun sonucunda
“orası kaypak bir toprak haline geliverir.” Yani bağ ve bahçenin ağaçları sökülmüş, mahsülleri yok olmuş, ekini su altında kalmış ve faydasını tamamen yitirmiş bir hale gelebilir.
#
{41} {أو يصبحَ ماؤها} الذي مادتُها منه {غوراً}؛ أي: غائراً في الأرض. {فلنْ تستطيعَ له طَلَباً}؛ أي: غائراً لا يُستطاع الوصول إليه بالمعاول ولا بغيرها، وإنَّما دعا على جنته المؤمن غضباً لربِّه؛ لكونها غرَّته وأطغتْه واطمأنَّ إليها؛ لعلَّه ينيبُ، ويراجع رُشده، ويبصر في أمره.
41.
“Yahut” onun hayat sebebi olan “suyu yerin dibine çekiliverir de bir daha onu bulmaya gücün yetmez.” Artık kazarak veya başka bir yolla o suya ulaşamazsın. Mü’min arkadaşın, bu kâfirin bahçesine beddua etmesine sebep, Rabbinin rızası için gazaplanması, onun bu bahçesi dolayısıyla aldanıp gurura kapıldığını, azgınlaştığını ve ona meyledip razı olduğunu görmesidir. Böylelikle belki Rabbine döner yahut aklı başına gelir ve işinde basiret sahibi olur diye böyle yapmıştır.
Yüce Allah da onun duasını kabul etti:
#
{42} فاستجاب الله دعاءه، {وأحيطَ بثمرِهِ}؛ أي: أصابه عذابٌ أحاط به واستهلكه فلم يبقَ منه شيءٌ، والإحاطة بالثمر يستلزمُ تَلَفَ جميع أشجارِهِ وثمارِهِ وزرعِهِ، فندم كلَّ الندامة، واشتدَّ لذلك أسفه. {فأصبحَ يقلِّبُ كفَّيْه على ما أنفق فيها}؛ أي: على كثرة نفقاته الدنيويَّة عليها، حيث اضمحلَّت وتلاشت، فلم يبق لها عوضٌ، وندم أيضاً على شِرْكِه وشرِّه، ولهذا قال: {ويقولُ يا ليتني لم أشرِكْ بربِّي أحداً}.
42.
“Derken bütün serveti yok edildi.” Yani ona azap isabet etti, bu azap onu çepeçevre kuşatıp helâk etti. Bu servetinden geriye bir şey kalmadı. Servetinin kuşatılıp yok edilmesi, bütün ağaçlarının, mahsüllerinin ve ekinlerinin telef olması demektir. Bundan dolayı büsbütün pişman oldu ve çok üzüldü.
“O da o bahçe için harcadıklarına pişmanlık duyarak ellerini oğuşturmaya başladı.” Yani bu bahçesinin yok olup gittiğini görünce oraya yaptığı dünyevi harcamalarına üzüldü. Zira hepsi boşa gitmiş geriye harcadıklarına karşılık olacak bir şey kalmamıştı.
Şirk koşmasına ve yaptığı kötülüklerine de pişman oldu ve şöyle dedi: “Keşke Rabbime hiçbir şeyi ortak koşmasaydım.”
#
{43} قال الله تعالى: {ولم تكُن له فئةٌ ينصُرونَه من دونِ الله وما كان منتصراً}؛ أي: لما نزل العذاب بجنَّته؛ ذهب عنه ما كان يفتخرُ به من قوله لصاحبه: {أنا أكثرُ منك مالاً وأعزُّ نفراً}، فلم يدفعوا عنه من العذاب شيئاً أشدَّ ما كان إليهم حاجةً، وما كان بنفسه منتصراً، وكيف ينتصر أو يكون له انتصارٌ على قضاء الّله وقدرِهِ الذي إذا أمضاه وقدَّره لو اجتمع أهلُ السماء والأرض على إزالة شيءٍ منه لم يقدروا؟! ولا يُستبعد من رحمة الله ولطفِهِ أنَّ صاحب هذه الجنَّة التي أحيط بها تحسَّنت حاله، ورزقه الله الإنابة إليه وراجع رشدَه، وذهب تمرُّدُه وطغيانه؛ بدليل أنَّه أظهر النَّدم على شركه بربِّه، وأنَّ الله أذهب عنه ما يُطغيه وعاقبه في الدُّنيا، وإذا أراد الله بعبدٍ خيراً عجَّل له العقوبة في الدُّنيا، وفضلُ الله لا تحيطُ به الأوهام والعقول، ولا ينكِرُه إلاَّ ظالمٌ جهولٌ.
43.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “O, Allah’tan başka kendisine yardım edecek bir topluluk bulamadı, kendi kendisini de kurtaramadı.” Yani o azap,
bağının bahçesinin üzerine inince daha önce arkadaşına karşı övünerek söylediği: “Ben, malca senden zenginim, sayıca da senden güçlüyüm” sözlerinin faydasını görmedi. Övündüğü o kimseler, onlara son derece ihtiyacı olduğu o anda onun başına gelen azabı kısmen dahi olsun uzaklaştıramadı. O, kendi kendisine de yardımcı olamadı. Hem Allah’ın kaza ve kaderine karşı kendi kendisine nasıl yardım edebilir veya herhangi bir yardım nasıl alabilir ki? Çünkü Allah, kaderini uygulamaya koydu mu artık gök ve yer ehli onun bir kısmını bile ortadan kaldırmak için gelecek olsalar yine de buna güçleri yetmez. Bu şekilde serveti yok edilen bu bahçe sahibinin durumunun düzelmiş olması, Rabbinin O’na kendisine dönmeyi, aklını başına almayı nasip ve ihsan etmiş olması, azgınlığının ve inadının sona ermiş olması, Yüce Allah’ın rahmet ve lütfu bakımından uzak bir ihtimal değildir. Buna delil de onun, Rabbine ortak koşmasına duyduğu pişmanlığı açıklamasıdır. Ayrıca Yüce Allah onu azgınlığa iten şeyleri ondan almış ve o kimseyi dünyada iken cezalandırmıştır ki Allah, bir kul hakkında hayır diledi mi onu dünyada hemen cezalandırır. Yüce Allah’ın lütfunu akıllar ve hayaller kuşatamaz. Ancak zalim ve çok cahil kimseler bu lütfu inkâr eder.
#
{44} {هنالك الوَلايةُ لله الحقِّ هو خيرٌ ثواباً وخيرٌ عقباً}؛ أي: في تلك الحال التي أجرى الله فيها العقوبة على من طغى وآثر الحياة الدُّنيا، والكرامة لمن آمن وعمل صالحاً وشكر الله ودعا غيره لذلك؛ تبيَّن وتوضَّح أن الولاية الحق لله وحده ؛ فمن كان مؤمناً به تقيًّا؛ كان له وليًّا، فأكرمه بأنواع الكرامات، ودَفَعَ عنه الشرور والمَثُلات ـ ومن لم يؤمنْ بربِّه ويتولاَّه؛ خَسِرَ دينه ودُنياه ـ فثوابُهُ الدنيويُّ والأخرويُّ خيرُ ثواب يُرجى ويؤمَّل.
ففي هذه القصة العظيمة اعتبارٌ بحال الذي أنعم الله عليه نعماً دنيويَّة، فألهتْه عن آخرته، وأطغتْه، وعصى الله فيها، أنَّ مآلها الانقطاع والاضمحلال، وأنَّه وإنْ تمتَّع بها قليلاً؛ فإنَّه يحرمها طويلاً، وأنَّ العبد ينبغي له إذا أعجبه شيءٌ من مالِهِ أو ولدِهِ أن يضيفَ النعمة إلى موليها ومُسْديها، وأن يقولَ: ما شاء اللهُ، لا قوَّة إلاَّ بالله؛ ليكون شاكراً [لله] متسبِّباً لبقاء نعمته عليه؛ لقوله: {ولولا إذْ دخلتَ جنَّتَك قلتَ ما شاء اللهُ لا قوَّةَ إلاَّ بالله}.
وفيها: الإرشاد إلى التسلِّي عن لذَّات الدُّنيا وشهواتها بما عند الله من الخير؛ لقوله: {إنْ تَرَنِ أنا أقلَّ منك مالاً وولَداً فعسى ربِّي أن يُؤْتِيَني خيراً من جنَّتك}.
وفيها: أنَّ المال والولد لا ينفعانِ إنْ لم يُعينا على طاعة الله؛ كما قال تعالى: {وما أموالكم ولا أولادُكم بالتي تُقَرِّبُكم عندنا زُلفى إلاَّ مَنْ آمنَ وعملَ صالحاً}.
وفيه: الدُّعاء بِتَلَفِ مال مَنْ كان مالُهُ سببَ طغيانِهِ وكفره وخسرانِهِ، خصوصاً إنْ فضَّل نفسه بسببهِ على المؤمنين، وفَخَرَ عليهم.
وفيها: أنَّ ولاية الله وعدمها إنما تتَّضح نتيجتها إذا انجلى الغبار وحقَّ الجزاء، ووجد العاملونَ أجرهم؛ فـ {هنالِكَ الوَلاية لله الحقِّ هو خيرٌ ثواباً وخيرٌ عُقْباً}؛ أي: عاقبةً ومآلاً.
44.
“İşte bu durumda dostluk ve yardım, ancak hak olan Allah’a mahsustur. En iyi mükâfatı da en iyi akıbeti de veren O’dur.” Yani azgınlık edip dünya hayatını tercih eden kimselere ceza verdiği, iman edip salih amel işleyen, Allah’a şükreden ve başkasını da bu şekilde davranmaya çağıran kimselere de lütfunu ihsan etmiş olduğu bu halde, gerçek dostluk ve himayenin yalnızca Allah’a ait olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır. O’na iman edip takva sahibi olan kimse, Allah’ın gerçek dostudur. O, ona çeşitli lütuf ve ihsanlarda bulunur, kötülükleri ve musibetleri de ondan uzaklaştırır. Rabbine iman etmeyerek, O’nun dostluğunu istemeyen kimse dünyasını da dinini de kaybeder. Yüce Allah’ın dünyevi ve uhrevi mükâfatı da beklenen ve umulan en hayırlı mükâfattır.
u önemli kıssada Yüce Allah’ın, kendisine dünyevi nimetler ihsan edip bu nimetlerin kendisini âhiretten alıkoyup azgınlaştırdığı ve bu nimetler sebebiyle Allah’a isyan eden kişinin halinden alınması gereken bir ibret vardır. Çünkü bu nimetlerin, sonunda tükenip yok olacağı muhakkaktır. Bu nimetlerle az bir süre yararlanılacak olsa dahi uzun bir süre bunlardan mahrum kalınacaktır.
Allah’ın gerçek kulu eğer mal veya çocuklarından herhangi bir şeyden hoşlanacak olursa bu nimeti gerçek sahibine izafe etmeli ve onu lütfedip ihsan edenden bilmeli ve: “مَا شَآءَ ٱللَّهُ لَا قُوَّةَ إِلَّا بِٱللَّهِۚ / (Bu) Allah’ın dilemesi iledir. Kuvvet, ancak Allah'ın yardımıyladır ” demelidir ki, şükredenlerden olsun ve bu sözleri, Allah’ın nimetinin O’nun üzerinde devam etmesine ve kalıcılığına vesile olsun.
Çünkü ayette şöyle buyrulmuştur: “Bağına girdiğin zaman: (Bu) Allah’ın dilemesi iledir. Kuvvet, ancak Allah'ın yardımıyladır, demeli değil miydin?”
u kıssada ulaşılamayan dünyevî arzu ve isteklere karşı Allah’ın nezdindeki hayırlar ile teselli bulunulacağı da gösterilmektedir.
Çünkü: “Her ne kadar malca ve evlatça beni kendinden az görüyorsan da (şunu bil ki) belki Rabbim bana senin bağından daha hayırlısını verir” buyrulmaktadır. Yine bu kıssada mal ve evladın eğer Yüce Allah’a itaate yardım ve katkıları olmuyor ise faydalarının olmayacağı anlatılmaktadır.
Nitekim Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: “Sizi bize yaklaştıracak olan mallarınız da değildir, evlatlarınız da değildir. İman edip salih amel işleyenler müstesnâ.” (Sebe’, 34/37)
ine bu kıssada malı, azgınlaşmasına, küfür ve hüsranına sebep olanların malının telef edilmesi için beddua edilebileceğine delil vardır. Özellikle de eğer bu kimse, malı sebebiyle kendisinin mü’minlerden üstün olduğunu iddia edip bundan dolayı onlara karşı böbürlenecek olursa.
Bu kıssadaki bir diğer ibret de şudur: Allah’ın dostluğunun veya bunun aksin neticesi, ceza gerçekleşip de amelde bulunanlar ecirlerini alacağı vakit açıkça ortaya çıkacaktır.
“İşte bu durumda dostluk ve yardım, ancak hak olan Allah’a mahsustur. En iyi mükâfatı da en iyi akıbeti de veren O’dur.”
{وَاضْرِبْ لَهُمْ مَثَلَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا كَمَاءٍ أَنْزَلْنَاهُ مِنَ السَّمَاءِ فَاخْتَلَطَ بِهِ نَبَاتُ الْأَرْضِ فَأَصْبَحَ هَشِيمًا تَذْرُوهُ الرِّيَاحُ وَكَانَ اللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ مُقْتَدِرًا (45) الْمَالُ وَالْبَنُونَ زِينَةُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَالْبَاقِيَاتُ الصَّالِحَاتُ خَيْرٌ عِنْدَ رَبِّكَ ثَوَابًا وَخَيْرٌ أَمَلًا (46)}.
45-
Onlara şu misali de ver: Dünya hayatı, gökten indirdiğimiz su gibidir ki o su ile yeryüzü bitkileri yetişip birbirine karışır. Derken bu bitkiler
(kurur da) rüzgarların savurduğu çer-çöpe dönüşür. Allah her şeye kâdir olandır.
46- Mal ve oğullar, dünya hayatının
(geçici) süsüdür. Kalıcı olan salih ameller ise Rabbinin nezdinde hem mükafat bakımından daha hayırlıdır, hem de ümit bağlama bakımından daha hayırlıdır.
#
{45} يقول تعالى لنبيِّه - صلى الله عليه وسلم - أصلاً ولمن قام بوراثته بعده تبعاً: اضرب للناس {مَثَلَ الحياة الدنيا}؛ ليتصوَّروها حقَّ التصوُّر ويعرِفوا ظاهرها وباطنها، فيقيسوا بينها وبين الدار الباقية، ويؤثروا أيَّهما أولى بالإيثار. وإنَّ مَثَلَ هذه الحياة الدُّنيا كمثل المطر؛ ينزِلُ على الأرض، فيختلط نباتها، تُنْبِتُ من كلِّ زوج بهيج، فبينا زهرتُها وزُخرفها تسرُّ الناظرين، وتفرِحُ المتفرِّجين، وتأخذُ بعيون الغافلين؛ إذ أصبحتْ {هشيماً تذروه الرياح}: فذهب ذلك النبات الناضر والزهر الزاهر والمنظر البهيُّ، فأصبحت الأرض غبراء تراباً قد انحرف عنها النظرُ، وصرف عنها البصرُ، وأوحشت القلبَ؛ كذلك هذه الدُّنيا؛ بينما صاحبها قد أعْجِبَ بشبابِهِ، وفاق فيها على أقرانِهِ وأترابِهِ، وحصَّل درهمَها ودينارَها، واقتطف من لذَّتِهِ أزهارها، وخاض في الشهوات في جميع أوقاته، وظنَّ أنَّه لا يزال فيها سائر أيامه؛ إذْ أصابه الموتُ أو التلفُ لماله، فذهب عنه سرورُهُ، وزالت لذَّتُه وحبوره، واستوحش قلبُه من الآلام، وفارق شبابَه وقوتَه ومالَه، وانفرد بصالح أو سيئ أعماله، هنالك يعضُّ الظالم على يديه حين يعلم حقيقةَ ما هو عليه ويتمنَّى العَوْدَ إلى الدُّنيا، لا ليستكمل الشهوات، بل ليستدركَ ما فرط منه من الغفلات؛ بالتوبة والأعمال الصالحات، فالعاقل الحازمُ الموفَّق يعرِضُ على نفسِهِ هذه الحالة، ويقول لنفسه: قدِّري أنَّك قد متِّ، ولا بدَّ أن تموتي؛ فأيُّ الحالتين تختارين: الاغترار بزخرِف هذه الدار، والتمتُّع بها كتمتُّع الأنعام السارحة، أم العمل لدارٍ أكُلُها دائمٌ وظلُّها، وفيها ما تشتهيه الأنفسُ وتلذُّ الأعين؛ فبهذا يُعْرَفُ توفيقُ العبد من خذلانِهِ، وربحُهُ من خسرانِهِ.
45. Yüce Allah, Peygamberine asaleten,
ondan sonra onun mirasçılığı görevini ifa edeceklere de tebean şunu emretmektedir: Sen, insanlara onu gerçek mahiyetiyle tasavvur edebilmeleri, hem görünen hem de görünmeyen yüzüyle onu tanıyabilmeleri için dünya hayatının misalini ver! Böylelikle bu dünya ile ebedi olan âhireti birbiri ile kıyaslasınlar ve tercih edilmeye değer hangisiyse onu tercih etsinler. Bu dünya hayatının misali, yere yağan ve bitkilere karışan, her göz alıcı çiftten bitkiler yeşerten yağmura benzer. Bu bitkilerin çiçekleri ve güzellikleri, bakanlara sevinç, seyredenlere ferahlık verir ve gafillerin de bütün dikkatlerini celbeder. Derken bir bakarsın ki rüzgarların savurduğu çer-çöp oluvermiş! O taze bitki, göz alıcı, müthiş görünüm ve çiçekler yok olup gitmiş! Artık yer kupkuru toprak oluvermiş, gözün dikkatini çekecek bir hali kalmamış olur. Göz ondan başkasına kayar ve bakıldığı zaman insanın kalbinde yalnızlık duygularını uyandırır. İşte bu dünya da aynen böyledir. Dünyaya sahip olan kişi, gençliği ile böbürlenip dünyalığı ile kendisine denk olanlara üstünlük sağlar, parasını pulunu elde edip zevklerine ve lezzetlerine dalar, bütün vakitlerinde her türlü arzularını gerçekleştirir, artık tüm günlerinde bu şekilde devam edeceğini sandığı bir sırada ansızın ölüm musibeti ile karşı karşıya kalır yahut da malı birden telef olur gider. O zaman da bütün sevinci yok olur, keyfi ve neşesi kaçar, rahatı sona erer. Kalbi yalnızlık duyguları içerisinde acılara gark olur, gençliğinden, gücünden ve malından ayrı düşer. İyi ya da kötü olan amelleriyle başbaşa kalıverir. İşte o vakit zalim olan kişi gerçek durumunu öğrenince pişmanlıktan ellerini ısırır. Tekrar dünyaya dönmeyi temenni eder. Ancak bu dönüşü, yarım kalmış arzu ve isteklerini tamamlamak için değil kusurlarını ve gaflet anlarını tevbe ve salih amellerle telafi etmek içindir. Aklı başında ve isabetli karar veren, hakka isabet muvaffakiyetine mazhar olan kimse,
bu durumu gözünün önüne getirir ve nefsine şunları söyler: Farz et ki öldün. Zaten ölümün kaçınılmazdır. Bu iki halden hangisini tercih edeceksin? Bu dünya yurdunun süslerine aldanmayı ve bunlardan meralarda yayılan davarlar gibi faydalanmayı mı yoksa yiyecekleri daimi, gölgeleri oldukça koyu olan, içinde canların çektiği ve gözlerin zevk aldığı şeyler bulunan ebedi bir yurt için amel etmeyi mi? İşte kulun, ilâhi tevfike mazhar olup olmadığı, kârlı mı zararlı mı olduğu bu kıyas ve tercihle anlaşılır.
#
{46} ولهذا أخبر تعالى أنَّ المال والبنين {زينةُ الحياة الدُّنيا}؛ أي: ليس وراء ذلك شيءٌ، وأنَّ الذي يبقى للإنسان وينفعُهُ ويسرُّه الباقيات الصالحات، وهذا يَشْمَلُ جميع الطاعات الواجبات والمستحبَّة من حقوق الله وحقوق عبادِهِ من صلاةٍ وزكاةٍ وصدقةٍ وحجٍّ وعمرةٍ وتسبيح وتحميدٍ وتهليل [وتكبير] وقراءةٍ وطلب علم نافع وأمرٍ بمعروفٍ ونهي عن منكرٍ وصلة رحم وبرِّ والدين وقيام بحقِّ الزوجات والمماليك والبهائم وجميع وجوه الإحسان إلى الخلق، كلُّ هذا من الباقيات الصالحات؛ فهذه خيرٌ عند الله ثواباً وخيرٌ أملاً؛ فثوابُها يبقى ويتضاعفُ على الآباد، ويؤمَّل أجرُها وبرُّها ونفعها عند الحاجة؛ فهذه التي ينبغي أن يَتَنافَس بها المتنافسون، ويستبقَ إليها العاملون، ويجدَّ في تحصيلها المجتهدون. وتأمَّل كيف لما ضَرَبَ الله مثل الدُّنيا وحالها واضمحلالها؛ ذَكَرَ أنَّ الذي فيها نوعان: نوعٌ من زينتها يُتمتَّع به قليلاً ثم يزول بلا فائدةٍ تعود لصاحبه، بل ربَّما لحقته مضرَّته، وهو المال والبنون. ونوعٌ يبقى لصاحبِهِ على الدَّوام، وهي الباقياتُ الصالحاتُ.
46. Bundan dolayıdır Yüce Allah, malın ve evlatların
“dünya hayatının (geçici) süsü” olduğunu haber vermektedir. Yani bunun ötesinde bir şey değillerdir. İnsan için baki kalacak, kendisine fayda sağlayıp sevinmesine sebep teşkil edecek olan ise ancak kalıcı salih amellerdir. Bunlar ise farzıyla, müstehabıyla bütün itaatleri, gerek Allah’ın haklarını gerekse de kulların haklarını yerine getirmeyi, namazı, zekâtı, sadakayı, haccı, umreyi, tesbihi, tahmidi, tehlili, tekbiri, tilaveti, faydalı ilim öğrenmeyi, iyiliği emredip kötülükten sakındırmayı, akrabalık bağını gözetmeyi, anne-babaya iyilikte bulunmayı, eşlerin, kölelerin ve hayvanların haklarını yerine getirmeyi, bütün insanlara ve yaratılmışlara her türlü iyiliği yapmayı kapsar. İşte bütün bunlar,
“kalıcı olan salih ameller” kapsamındadır. Bunların mükâfatı, Allah nezdinde daha hayırlıdır. Ümit bağlama bakımından da bunlar daha hayırlıdır. Zira bunların mükâfatları kalıcıdır ve ebediyete kadar katlanıp durur. Bunların ecirleri, iyilikleri ve faydaları da ihtiyaç vaktinde ümt bağlanmaya değerdir. O halde yarışanların kendisi için yarışmaları gereken, amelde bulunanların öne geçmek için gayret göstermeleri gereken, çabalayanların elde etmek için çabalamaları gereken işte budur.
urada şunu dikkatle düşünelim: Yüce Allah,
dünyanın durumunu ve geçiciliğini misal verdikten sonra onda bulunanların iki tür olduğunu zikretmektedir: Birisi, dünyanın süsü kabilindedir ve bunlarla kısa bir süre faydalanılır. Daha sonra bu süsler yok olur gider ve sahibine herhangi bir fayda sağlamaz. Hatta bunlardan zarar görmesi bile söz konusu olabilir. Bunlar, mal ve çocuklardır. Diğer tür ise sahibinin menfaatine olmak üzere devamlıdır. Bunlar ise kalıcı salih amellerdir.
{وَيَوْمَ نُسَيِّرُ الْجِبَالَ وَتَرَى الْأَرْضَ بَارِزَةً وَحَشَرْنَاهُمْ فَلَمْ نُغَادِرْ مِنْهُمْ أَحَدًا (47) وَعُرِضُوا عَلَى رَبِّكَ صَفًّا لَقَدْ جِئْتُمُونَا كَمَا خَلَقْنَاكُمْ أَوَّلَ مَرَّةٍ بَلْ زَعَمْتُمْ أَلَّنْ نَجْعَلَ لَكُمْ مَوْعِدًا (48) وَوُضِعَ الْكِتَابُ فَتَرَى الْمُجْرِمِينَ مُشْفِقِينَ مِمَّا فِيهِ وَيَقُولُونَ يَاوَيْلَتَنَا مَالِ هَذَا الْكِتَابِ لَا يُغَادِرُ صَغِيرَةً وَلَا كَبِيرَةً إِلَّا أَحْصَاهَا وَوَجَدُوا مَا عَمِلُوا حَاضِرًا وَلَا يَظْلِمُ رَبُّكَ أَحَدًا (49)}.
47- O gün dağları yürütürüz ve sen yeryüzünü dümdüz görürsün. Bütün insanları da tek birini bile bırakmadan mahşerde toplarız.
48- Saf halinde Rabbine arzedilirler
(de onlara şöyle denir:) “Andolsun ki ilk kez sizi nasıl yarattıysak öylece bize geldiniz. Fakat siz (dünyada iken) sizin (diriltilip hesaba çekilmeniz) için böyle bir zaman tayin etmediğimizi iddia etmiştiniz.”
49- Kitap
(amel defterleri) ortaya konur. Günahkarların onlarda yazılı olanlardan dolayı korkuya kapıldıklarını görürsün.
Derler ki: “Vay halimize! Bu nasıl bir kitaptır ki küçük büyük hiçbir şey bırakmadan hepsini sayıp dökmüş!” Bütün işlediklerini önlerinde hazır bulurlar. Rabbin, hiç kimseye zulmetmez.
#
{47 ـ 48} يخبر تعالى عن حال يوم القيامة وما فيه من الأهوال المقلقة والشَّدائد المزعجة، فقال: {ويومَ نُسَيِّرُ الجبالَ}؛ أي: يزيلها عن أماكنها؛ يجعلها كثيباً، ثم يجعلها كالعهن المنفوش، ثم تضمحلُّ وتتلاشى وتكون هباءً منبثًّا، وتبرز الأرض فتصير قاعاً صفصفاً لا عوج فيه ولا أمتاً، ويحشُرُ الله جميع الخَلْق على تلك الأرض؛ فلا يغادِرُ منهم أحداً، بل يجمع الأولين والآخرين من بطون الفلوات وقعور البحار، ويجمعهم بعدما تفرَّقوا، ويعيدهم بعدما تمزَّقوا خلقاً جديداً، فَيُعْرَضونَ عليه صفًّا ليستعرِضَهم وينظرَ في أعمالهم ويحكم فيهم بحكمه العدل الذي لا جَوْر فيه ولا ظُلْم، ويقول لهم: {لقد جِئْتُمونا كما خَلَقْناكم أولَ مرةٍ}؛ أي: بلا مال ولا أهل ولا عشيرة، ما معهم إلا الأعمال التي عملوها والمكاسب في الخير والشرِّ التي كسبوها؛ كما قال تعالى: {ولقد جِئْتمونا فُرادى كما خَلَقْناكم أولَ مرَّة وتركتُم ما خوَّلْناكم وراءَ ظهورِكُم وما نَرى معكم شفعاءَكم الذين زعمتُم أنَّهم فيكم شركاءُ}، وقال هنا مخاطباً للمنكرين للبعث وقد شاهدوه عياناً: {بل زعمتُم أن لن نجعلَ لكم موعداً}؛ أي: أنكرتُم الجزاء على الأعمال ووعدَ الله ووعيده؛ فها قد رأيتُموه وذقتموه.
47. Yüce Allah, kıyamet gününün halini, o gündeki tedirgin edici, dehşetli,
zorlu ve sıkıntılı halleri haber vermek üzere şöyle buyurmaktadır: “O günde dağları yürütürüz.” Yani Allah, o dağları yerlerinden koparacak ve onları kum yığını haline getirecek, daha sonra da onları atılmış renkli yün gibi yapacaktır. Daha sonra da onlar dağılıp havaya saçılmış toz zerrecikleri haline gelecektir. Böylece yeryüzü apaçık ortaya çıkacak, herhangi bir iniş ve çıkışı bulunmayan dümdüz bir yer haline gelecektir. Allah, bütün insanları bu yer üzerinde haşredecek ve onlardan bu haşir meydanına getirmedik hiçbir kimse bırakmayacaktır. Öncekileri de sonrakileri de hep birlikte uçsuz bucaksız çöllerin ortasından ve denizlerin diplerinden getirecek, darmadağın iken onları bir araya toplayacak, paramparça iken onları yeni bir yaratılışla tekrar var edecektir.
48. Allah’ın huzuruna saf saf arzolunacaklar. Onları huzuruna getirecek,
amellerine bakacak ve hiçbir zulüm söz konusu olmayacak şekilde haklarında adil hükmünü verecek ve onlara: “Andolsun ki ilk kez sizi nasıl yarattıysak öylece bize geldiniz” diyecek. Yani malsız, ailesiz, aşiretsiz olarak tek başınıza geldiniz. Beraberlerinde dünya hayatında iken yaptıkları amellerden, kazanmış oldukları hayır ve şerden başkası bulunmayacaktır.
Nitekim Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Andolsun sizi ilk defa yarattığımız gibi yapayalnız, teker teker huzurumuza geldiniz ve size (dünyadayken) bağışladığımız şeyleri arkanızda bıraktınız. (Allah'a) ortak olduklarını iddia ettiğiniz şefaatçılarınızı da aranızda göremiyoruz.” (el-En’âm, 6/94) Burada da öldükten sonra dirilişi inkâr edenlere artık onu gözleriyle gördükten sonra şöyle denileceği belirtilmektedir:
“Fakat siz (dünyada iken) sizin (diriltilip hesaba çekilmeniz) için böyle bir zaman tayin etmediğimizi iddia etmiştiniz.” Yani siz, amellerin karşılığının verileceğini, iyi amellere Allah’ın mükâfat vaadini, kötü amellere karşılık da tehdidini inkâr etmiştiniz. Şimdi bunu gözlerinizle gördünüz ve tattınız.
#
{49} فحينئذٍ تُحْضَرُ كتب الأعمال التي كتبها الملائكة الأبرار ، فتطير لها القلوبُ، وتَعْظُم من وقعها الكروبُ، وتكاد لها الصمُّ الصلاب تذوبُ، ويشفق منها المجرمون؛ فإذا رأوها مسطرةً عليهم أعمالهم محصى عليهم أقوالهم وأفعالهم؛ قالوا: {يا وَيْلَتَنا مالِ هذا الكتابِ لا يغادِرُ صغيرةً ولا كبيرةً إلاَّ أحصاها}؛ أي: لا يترك خطيئة صغيرة ولا كبيرة إلاَّ وهي مكتوبةٌ فيه محفوظة لم ينس منها عملُ سرٍّ ولا علانية ولا ليل ولا نهار. {ووجدوا ما عَمِلوا حاضراً}: لا يقدرون على إنكارِهِ، {ولا يظلم ربُّك أحداً}: فحينئذٍ يجازَوْن بها ويُقَرَّرون بها ويُخْزَون ويحقُّ عليهم العذاب، {ذلك بما قدَّمتْ أيديهم وأنَّ الله ليس بظلاَّم للعبيدٍ}: بل هم غيرُ خارجين عن عدلِهِ وفضلِهِ.
49. İşte o vakit iyi meleklerin yazmış olduğu amel defterleri huzura getirilecek, dehşetten kalpler yerlerinden fırlayacak, bunlardan dolayı sıkıntılar büyüyecek, öyle ki sapasağlam ve sarsılmaz kayalar bile bu sıkıntılar karşısında eriyecek hale gelir. Günahkârlar da bundan alabildiğine korkacaklar. Amellerinin satır satır yazıldığını,
söz ve fiillerinin tek tek tespit edilmiş olduğunu görecekleri vakit de: “Vay halimize! Bu nasıl bir kitaptır ki küçük büyük hiçbir şey bırakmadan hepsini sayıp dökmüş!” diyecekler. Yani küçük olsun, büyük olsun bütün günahlarımız burada yazılıdır. Hepsi tespit edilmiş! Ne gizlide, ne de açıkta, ne gece, ne de gündüz işlediğimiz tek bir amel bile unutulmamış!
“Bütün işlediklerini önlerinde hazır bulurlar.” Ve onu inkâr edemezler.
“Rabbin kimseye zulmetmez.” İşte o vakit amellerinin karşılığını görecekler ve bu amelleri işlediklerini de itiraf edecekler.
Rezil olacaklar ve onlara azap hak olacaktır: “Bu, ellerinizin daha önce yaptıkları yüzünden ve Allah’ın, kullarına zulmedici olmamasındadır.” (Âl-i İmran, 3/182; el-Enfal, 8/51) Aksine onlar Allah’ın adalet ve lütfunun dışına çıkamayacaklardır.
{وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلَائِكَةِ اسْجُدُوا لِآدَمَ فَسَجَدُوا إِلَّا إِبْلِيسَ كَانَ مِنَ الْجِنِّ فَفَسَقَ عَنْ أَمْرِ رَبِّهِ أَفَتَتَّخِذُونَهُ وَذُرِّيَّتَهُ أَوْلِيَاءَ مِنْ دُونِي وَهُمْ لَكُمْ عَدُوٌّ بِئْسَ لِلظَّالِمِينَ بَدَلًا (50)}.
50-
Hani biz meleklere: “Âdem’e secde edin” demiştik de hepsi secde etmişti. Ancak İblis hariç. O, cinlerdendi ve Rabbinin emrinden dışarı çıktı. O halde onlar sizin düşmanınızken siz beni bırakıp da onu ve soyunu dost mu ediniyorsunuz? Zalimlerin bu değiş tokuşu ne kötüdür!
#
{50} يخبر تعالى عن عداوة إبليس لآدم وذُرِّيَّته، وأنَّ الله أمر الملائكة بالسجودِ لآدم إكراماً وتعظيماً وامتثالاً لأمر الله، فامتثلوا ذلك؛ {إلاَّ إبليس كان من الجِنِّ فَفَسَقَ عن أمرِ ربِّه}، وقال: {أأسجدُ لمن خَلَقْتَه طيناً}. وقال: {أنا خيرٌ منه}،، فتبيَّن بهذا عداوته لله ولأبيكم؛ فكيف تتَّخذونه {وذُرِّيَّته}؛ أي: الشياطين {أولياء من دوني وهم لكم عدُوٌّ بئس للظالمينَ بدلاً}؛ أي: بئس ما اختاروا لأنفسهم من ولاية الشيطان الذي لا يأمرهم إلاَّ بالفحشاء والمنكر عن ولاية الرحمن الذي كلُّ السعادة والفلاح والسرور في ولايته. وفي هذه الآية الحثُّ على اتِّخاذ الشيطان عدوًّا والإغراء بذلك وذِكْرُ السبب الموجب لذلك، وأنَّه لا يفعل ذلك إلاَّ ظالمٌ، وأيُّ ظلم أعظم من ظلم من اتَّخذ عدوَّه الحقيقي وليًّا وترك الوليَّ الحميد؟! قال تعالى: {اللهُ وليُّ الذين آمنوا يُخْرِجُهُم من الظُّلماتِ إلى النُّورِ والذين كَفَروا أولياؤُهُم الطَّاغوتُ يُخْرِجونَهم من النُّورِ إلى الظُّلُماتِ}، وقال تعالى: {إنَّهم اتَّخذوا الشياطين أولياءَ مِنْ دونِ الله}.
50. Yüce Allah, bizlere İblisin Adem’e ve onun soyundan gelenlere düşmanlığını bildirmekte ve meleklere, Adem’e ikram ve saygı olarak, kendi emrine de itaat olmak üzere secde etmelerini emretmiş olduğunu,
onların da bu emre uyduklarını haber vermektedir: “Ancak İblis hariç. O, cinlerdendi ve Rabbinin emrinden dışarı çıktı.” ve:
“Ben çamurdan yarattığın birine secde mi ederim hiç?” (el-İsrâ, 17/61);
“Ben ondan hayırlıyım” (el-A’râf, 7/12) demişti. Bununla şeytan, Allah’a ve sizin ilk atanız Âdem’e olan düşmanlığını açıkça ortaya koymuş oluyordu. Bu durumda nasıl olur da siz
“onu ve soyunu”, yani şeytanları
“onlar sizin düşmanınızken beni bırakıp da” dost ediniyorsunuz.
“Zalimlerin bu değiş tokuşu ne kötüdür!” Yani her türlü mutluluğun, kurtuluşun ve saadetin, kendi dostluğuna bağlı olduğu Rahman olan Allah’ın dostluğunu bırakıp da hayasızlıktan ve münkerden başkasını emretmeyen şeytanı dost edinmeyi nasıl seçersinzi? Bu ne kötü bir seçimdir!
u âyet-i kerime ile şeytanın düşman edinilmesi teşvik edilmekte, bu hususta gayretler harekete geçirilmekte ve bunu gerektiren sebep de söz konusu edilmektedir.
Yine bunun aksini zalim olandan başkasının yapmayacağı ifade edilmektedir ki gerçek düşmanını dost edinip de her türlü hamde layık olanın dostluğunu terk eden kimsenin zulmünden daha büyük bir zulüm olabilir mi? Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan nura çıkarır. Kâfirlerin dostları ise tâğûtlardır. Onlar da onları nurdan karanlıklara çıkarırlar.” (el-Bakara, 2/257) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:
“Çünkü onlar Allah’ı bırakıp şeytanları kendilerine dostlar edindiler” (el-A’râf, 7/30)
{مَا أَشْهَدْتُهُمْ خَلْقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَلَا خَلْقَ أَنْفُسِهِمْ وَمَا كُنْتُ مُتَّخِذَ الْمُضِلِّينَ عَضُدًا (51) وَيَوْمَ يَقُولُ نَادُوا شُرَكَائِيَ الَّذِينَ زَعَمْتُمْ فَدَعَوْهُمْ فَلَمْ يَسْتَجِيبُوا لَهُمْ وَجَعَلْنَا بَيْنَهُمْ مَوْبِقًا (52)}.
51- Ben, onları ne göklerin ve yerin yaratılışına, ne de kendilerinin yaratılışına şahit tuttum. Haktan saptıranları yardımcı da edinmedim.
52-
O gün buyuracak ki: “Benim ortaklarım olduklarını iddia ettiklerinizi çağırın bakalım!” Onlar da çağıracaklar fakat kendilerine cevap vermeyeceklerdir. Biz de aralarına bir helak uçurumu koyacağız.
#
{51} يقول تعالى: ما أشهدتُ الشياطين وهؤلاء المضلِّين خَلْقَ السماواتِ والأرض ولا خَلْقَ أنفسِهِم؛ أي: ما أحضرتهم ذلك ولا شاورتهم عليه؛ فكيف يكونون خالقين لشيء من ذلك، بل المتفرِّد بالخلق والتدبير والحكمة والتقدير هو الله، خالقُ الأشياء كلِّها، المتصرِّف فيها بحكمته؛ فكيف يُجعلُ له شركاءُ من الشياطين يوالَوْن ويُطاعون كما يُطاع الله وهم لم يخلُقوا ولم يشهدوا خلقاً ولم يعاونوا الله تعالى، ولهذا قال: {وما كُنْتُ مُتَّخِذَ المُضِلِّين عَضُداً}؛ أي: معاونين مظاهرين لله على شأن من الشؤون؛ أي: ما ينبغي ولا يليق بالله أن يجعل لهم قسطاً من التَّدبير؛ لأنهم ساعون في إضلال الخلق والعداوة لربهم؛ فاللائقُ أن يُقْصِيَهم ولا يُدنيهم.
51. Yüce Allah,
şöyle buyurmaktadır: Ben ne şeytanları, ne de bu saptırıcıları göklerin ve yerin yaratılışında da kendilerinin yaratılışına şahit tutmadım. Yani onları bu işte hazır bulundurmadığım gibi bu konuda onların fikirlerini de almadım. O halde onlar, bunlardan herhangi bir şeyi nasıl yaratmış olabilirler? Aksine tek başına yaratan ve kainatı idare eden, hikmet ve takdir sahibi olan yalnızca Allah’tır. Her şeyi yaratan ve her şeyde hikmeti gereğince tasarrufta bulunan O’dur. O halde nasıl olur da birtakım şeytanlar O’na ortak koşulur, dost edinilir ve Allah’a itaat edili gibi onlara itaat olunur? Halbuki hiçbir şey yaratmış değillerdir. Hiçbir yaratmada da hazır bulunmamışlardır. Yüce Allah’a hiçbir şekilde yardım etmiş de değillerdir.
Bundan dolayı Yüce Allah: “Haktan saptıranları yardımcı da edinmedim.” buyurmaktadır. Yani bunlardan herhangi bir varlık hiçbir hususta Allah’a yardımcı olmuş ve O’na destek vermiş değildir. Allah’ın, varlıkların işlerinin idaresinin bir bölümünü onlara havale etmesi Allah’a yakışmaz. Çünkü bunlar, insanları saptırmaya ve Rablerine düşmanlık etmeye gayret ederler. O halde uygun olan, Allah’ın onları kendinden uzaklaştırmasıdır, yakınlaştırması değil.
#
{52} ولما ذكر حال من أشرك به في الدُّنيا، وأبطل هذا الشرك غاية الإبطال، وحكم بجهل صاحبه وسفَّهه؛ أخبر عن حالهم مع شركائهم يوم القيامة، وأنَّ الله يقول لهم: نادوا شُرَكائِيَ بزعمكم؛ أي: على موجب زعمكم الفاسد، وإلاَّ؛ فبالحقيقة ليس لله شريكٌ في الأرض ولا في السماء؛ أي: نادوهم لينفعوكم ويخلِّصوكم من الشدائد. {فَدَعَوْهم فلم يستجيبوا لهم}: لأنَّ الحكم والملك يومئذٍ لّله، لا أحد يملِكُ مثقال ذرَّة من النفع لنفسه ولا لغيره. {وجعلنا بينهم}؛ أي: بين المشركين وشركائهم {موبقاً}؛ أي: مهلكاً يفرِّق بينهم وبينهم، ويبعِدُ بعضهم من بعض، ويتبيَّن حينئذٍ عداوة الشركاء لشركائهم، وكفرهم بهم، وتبرِّيهم منهم؛ كما قال تعالى: {وإذا حُشِرَ الناسُ كانوا لهم أعداءً وكانوا بعبادتِهم كافرينَ}.
52. Allah, dünyada kendisine şirk koşanları söz konusu edip şirki en ileri derecede çürüttükten, şirk koşanın bilgisiz ve kıt akıllı olduğuna hüküm verdikten sonra kıyamet gününde müşriklerin,
ortak koştukları varlıkları ile başlarından geçecekleri ve Allah’ın kendilerine ne şekilde sesleneceğini şöylece haber vermektedir: “Benim ortaklarım olduklarını iddia ettiklerinizi çağırın bakalım!” Kendi kanaatinize, o bozuk ve tutarsız iddianıza göre bana ortak diye ileri sürdüklerinizi çağırın! Bu, onların kanaatleridir. Çünkü gerçekte Allah’ın ne göklerde, ne de yerde hiçbir ortağı yoktur. Yani haydi size faydalı olmaları ve sizleri bu zorlu ve sıkıntılı hallerden kurtarmaları için onlara seslenip çağırın.
“Onlar da çağıracaklar fakat kendilerine cevap vermeyeceklerdir.” Çünkü o gün hüküm, idare ve egemenlik yalnız Allah’ın olacaktır. Hiçbir kimse ne kendisine ne de başkasına zerre ağırlığınca bile fayda sağlayamayacaktır.
“Biz de aralarına bir helak uçurumu koyacağız.” Onları birbirinden ayırıp uzaklaştıracak helak uçurumunu ortak koşanlar ve ortak koştukları varlıklar arasına koyacağız. İşte o vakit ortak koşulanların, kendilerini ortak koşanlara olan düşmanlıkları, onların ortak koşmalarını inkâr etmeleri ve onlardan uzak olduklarını bildirmeleri açıkça ortaya çıkar.
Nitekim Allah: “İnsanlar bir araya toplandığında onlar, onlara düşman kesilir ve onların ibadetlerini inkar ederler.” (el-Ahkâf, 46/6) buyurmaktadır.
{وَرَأَى الْمُجْرِمُونَ النَّارَ فَظَنُّوا أَنَّهُمْ مُوَاقِعُوهَا وَلَمْ يَجِدُوا عَنْهَا مَصْرِفًا (53)}.
53- Günahkarlar ateşi görür ve artık ona düşeceklerini kesin olarak anlarlar ama ondan kaçacak bir yer de bulamazlar.
#
{53} أي: لما كان يوم القيامة، وحصل من الحساب ما حصل، وتميَّز كلُّ فريق من الخلق بأعمالهم، وحقَّت كلمة العذاب على المجرمين، فرأوا جهنَّم قبل دخولها، فانزعجوا، واشتدَّ قلقهم لظنِّهم أنهم مواقعوها، وهذا الظنُّ قال المفسرون: إنَّه بمعنى اليقين، فأيقنوا أنَّهم داخلوها، {ولم يجدوا عنها مصرِفاً}؛ أي: معدلاً يعدلون إليه، ولا شافع لهم من دون إذنه. وفي هذا من التخويف والترهيب ما ترعد له الأفئدة والقلوب.
53. Yani kıyamet günü hesaplar görülüp de herkes ameline göre diğerlerinden ayrılınca ve günahkârlar aleyhine de azap sözü hak olduğunda cehennemi daha oraya girmeden görecekler ve bundan dehşete kapılıp rahatsız olacaklardır. Çünkü artık oraya düşeceklerini anlayacaklardır. Ayet-i kerimede geçen
“فَظَنُّوٓاْ ” kelimesindeki
“zan” hakkında müfessirler şöyle demişlerdir: Bu, zan değil yakîn manasınadır. Yani onlar, oraya gireceklerini kesin olarak anlarlar; “ama ondan kaçacak bir yer de bulamazlar.” Yönelip gidecek başka bir yerleri olmayacak. Allah’ın izni olmaksızın da kimse onlara şefaat edemeyecek. Bu ayette kalpleri ürperten ve yürekler titreten bir tehdit söz konusudur.
{وَلَقَدْ صَرَّفْنَا فِي هَذَا الْقُرْآنِ لِلنَّاسِ مِنْ كُلِّ مَثَلٍ وَكَانَ الْإِنْسَانُ أَكْثَرَ شَيْءٍ جَدَلًا (54)}.
54- Andolsun biz, bu Kur’an’da insanlara her misalden türlü türlü açıklamalar yaptık. Ne var ki insanın tartışmacılığı her şeyden ileridir.
#
{54} يخبر تعالى عن عظمة القرآن وجلالته وعُمومه، وأنَّه صرَّف فيه {من كلِّ مَثَل}؛ أي: من كلِّ طريق موصل إلى العلوم النافعة والسعادة الأبديَّة وكل طريق يعصِمُ من الشرِّ والهلاك؛ ففيه أمثالُ الحلال والحرام، وجزاء الأعمال، والترغيب والترهيب، والأخبار الصادقة النافعة للقلوب؛ اعتقاداً وطمأنينةً ونوراً، وهذا مما يوجب التسليم لهذا القرآن وتلقِّيه بالانقياد والطَّاعة وعدم المنازعة له في أمر من الأمور، ومع ذلك؛ كان كثير من الناس يجادلونَ في الحقِّ بعدما تبيَّن، ويجادلون بالباطل ليُدْحِضوا به الحقَّ، ولهذا قال: {وكانَ الإنسانُ أكثر شيءٍ جَدَلاً}؛ أي: مجادلةً ومنازعةً فيه، مع أنَّ ذلك غير لائقٍ بهم، ولا عدل منهم، والذي أوجب له ذلك، وعدم الإيمان بالله، إنَّما هو الظلم والعناد، لا لقصور في بيانِهِ وحجَّته وبرهانه، وإلاَّ؛ فلو جاءهم العذاب وجاءهم ما جاء قبلهم؛ لم تكن هذه حالهم، ولهذا قال:
55. Yüce Allah, Kur’an’ın azametini, celâlini, herkese gelmiş bir kitap olduğunu ve onda her türlü misalin geniş geniş açıklanmış olduğunu haber vermektedir. Yani faydalı bilgilere ve ebedi mutluluğa ulaştıran her bir yola, kötülükten ve helâkten koruyan her bir çareye dair bütün misaller içermektedir. Bu kitapta helâl ve haramın misalleri, amellerin karşılıklarına dair misaller, teşvik, korkutma, kalplere fayda sağlayacak doğru haberler; inanılacak, kalplere huzur verecek ve onları aydınlatacak surette yer almıştır. Bu da bu Kur’an’a teslim olmayı, onu itaat ve bağlılıkla karşılamayı, hiçbir hususta ona karşı çıkmamayı gerektirir. Bununla birlikte insanların pek çoğu hak,
apaçık ortaya çıktıktan sonra bile hakka dair tartışmakta ve: “Hakkı ortadan kaldırmak için” (el-Kehf, 18/56) batılı ileri sürerek tartışmaya koyulmaktadırlar.
“Ne var ki insanın tartışmacılığı her şeyden ileridir.” Yani bu, insanlara yakışmamakla ve onların adil bir davranışı olmamakla birlikte insanlar, hak hususunda çokça tartışırlar ve anlaşmazlık çıkartırlar. İnsanı bu hale iten ise Allah’a iman etmeyişidir. Onların bu tutumları zulüm ve inattan kaynaklanır. Yoksa hakkın beyanında, delillerinde ve belgelerinde olan bir eksiklikten değil. Yoksa insanlara azap ve kendilerinden öncekilerin başına gelen musibetler gelecek olsa onlar bu halde olmaz.
Bundan dolayıdir Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
{وَمَا مَنَعَ النَّاسَ أَنْ يُؤْمِنُوا إِذْ جَاءَهُمُ الْهُدَى وَيَسْتَغْفِرُوا رَبَّهُمْ إِلَّا أَنْ تَأْتِيَهُمْ سُنَّةُ الْأَوَّلِينَ أَوْ يَأْتِيَهُمُ الْعَذَابُ قُبُلًا (55)}.
55- İnsanlara hidâyet geldiği zaman onları iman etmekten ve Rablerinden mağfiret dilemekten alıkoyan tek şey, ancak öncekiler hakkındaki ilahi kanunun kendilerine de uygulanmasını veya azabın onlara göz göre göre gelmesini beklemeleridir.
#
{55} أي: ما منع الناس من الإيمان ـ والحالُ أنَّ الهدى الذي يحصُلُ به الفرق بين الهدى والضلال والحقِّ والباطل قد وَصَلَ إليهم وقامت عليهم حُجَّة الله، فلم يمنعهم عدم البيان، بل منعهم الظُّلم والعدوان عن الإيمان، فلم يبقَ إلاَّ أن تأتيهم سنَّة الله وعادتُه في الأولين، من أنَّهم إذا لم يؤمنوا؛ عوجلوا بالعذاب، أو يرونَ العذاب قد أقبل عليهم، ورأوه مقابلةً ومعاينةً؛ أي: فَلْيخافوا من ذلك، ولْيتوبوا من كفرهم؛ قبل أن يكون العذاب الذي لا مردَّ له.
55. Yani onlara gelen doğru yol sayesinde hiyadet ile sapıklık, hak ile batıl birbirinden açık seçik ayırt edilmişken, bu hidâyet onlara ulaşmış ve onlara karşı Allah’ın delili ortaya konulmuşken, insanları imandan alıkoyan şey, gerekli açıklamaların yapılmamış olması değildir. Onları imandan alıkoyan tek şey, zulüm ve haddi aşmaktır. Artık geriye Allah’ın geçmişlere uygulamış olduğu kanununun gelip çatmasından başka bir şey kalmaz.
Çünkü öncekilere de uygulanan ilahi kanun şu idi: Eğer iman etmeyecek olurlarsa derhal onlara azap gelir yahut da kendilerine doğru gelmekte olan azabı kendi gözleriyle ayan beyan görürler. O halde bu kafirler, böyle bir durumdan korksunlar ve geri çevrilemeyecek azap kendilerine gelmeden önce küfürlerinden tevbe edip vaz geçsinler.
{وَمَا نُرْسِلُ الْمُرْسَلِينَ إِلَّا مُبَشِّرِينَ وَمُنْذِرِينَ وَيُجَادِلُ الَّذِينَ كَفَرُوا بِالْبَاطِلِ لِيُدْحِضُوا بِهِ الْحَقَّ وَاتَّخَذُوا آيَاتِي وَمَا أُنْذِرُوا هُزُوًا (56)}.
56- Biz, peygamberleri ancak müjdeleyici ve uyarıcı olarak göndeririz. Kâfir olanlar da batılla hakkı ortadan kaldırmak için mücadele verirler. Âyetlerimi ve kendisiyle uyarıldıkları şeyi alaya alırlar.
#
{56} أي: لم نرسل الرُّسُلَ عَبَثاً، ولا ليتَّخذهم الناس أرباباً، ولا ليدعوا إلى أنفسهم، بل أرسلناهم يدعون الناس إلى كلِّ خير، وينهَوْن عن كلِّ شرٍّ، ويبشرونهم على امتثال ذلك بالثواب العاجل والآجل، وينذرونهم على معصية ذلك بالعقاب العاجل والآجل، فقامت بذلك حجة الله على العباد، ومع ذلك يأبى الظالمون الكافرون إلاَّ المجادلة بالباطل لِيُدْحِضوا به الحقَّ، فسَعَوا في نصر الباطل مهما أمكنهم، وفي دحض الحقِّ وإبطاله، واستهزؤوا برسل الله وآياته، وفرحوا بما عندهم من العلم، {ويأبى اللهُ إلاَّ أن يُتِمَّ نورَه ولو كره الكافرون}، ويظهر الحق على الباطل، {بل نقذف بالحقِّ على الباطل فيدمَغُه فإذا هو زاهِقٌ}، ومن حكمة الله ورحمته أنَّ تقييضه المبطِلين المجادلين الحقَّ بالباطل من أعظم الأسباب إلى وضوح الحقِّ وتبيُّن شواهده وأدلَّته وتبيُّن الباطل وفساده؛ فبضدِّها تتبيَّن الأشياء.
56. Yani biz peygamberleri oyun olsun diye boş yere göndermeyiz. İnsanlar onları rabler edinsinler veya bu peygamberler, insanları kendilerine ibadete davet etsinler diye de göndermeyiz. Aksine biz peygamberleri insanları her türlü hayra çağırsınlar ve her türlü kötülüğü yasaklayıp onları vaz geçirmeye çalısınlar, bu emirleri yerine getirdikleri zaman da dünya ve âhiretin mükâfatıyla onları müjdelesinler, bunlara karşı gelmeleri halinde ise dünya ve âhiretin cezaları ile uyarıp korkutsunlar diye göndeririz. Böylelikle Allah’ın kullara karşı delili de ortaya konulmuş olur. Bununla birlikte zalimler ve kâfirler, hakkı ortadan kaldırmak için batılı ileri sürerek mücadele etmekte diretirler. Bu sebepten bütün imkânlarıyla batıla yardımcı olmaya, hakkı ortadan kaldırıp çürütmeye gayret ederler. Allah’ın peygamberleri ve âyetleri ile alay ederler. Ellerindeki bilgiye kanarak şımarırlar. Allah ise kâfirler hoş görmese dahi nurunu tamama erdirmekten ve hakkı batıla galip getirmekten başkasına razı olmaz.
“Bilakis biz hakkı batıl üzerine bırakırız da hak, onun beynini darmadağın eder. O da derhal yok olur.” (el-Enbiyâ, 21/18) Yüce Allah’ın, batılı ileri sürerek hakka karşı mücadele veren batıl temsilcilerini ortaya çıkarması, hikmet ve rahmetinin bir tecellisidir. Çünkü bu, hakkın açıkça ortaya çıkmasının, hakkın belge ve delillerinin net bir şekilde görülmesinin, diğer taraftan batılın ve onun tutarsızlığının ortaya çıkmasının en önemli sebepleri arasındadır. Çünkü her şey zıddı ile bilinir, netlik kazanır.
{وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنْ ذُكِّرَ بِآيَاتِ رَبِّهِ فَأَعْرَضَ عَنْهَا وَنَسِيَ مَا قَدَّمَتْ يَدَاهُ إِنَّا جَعَلْنَا عَلَى قُلُوبِهِمْ أَكِنَّةً أَنْ يَفْقَهُوهُ وَفِي آذَانِهِمْ وَقْرًا وَإِنْ تَدْعُهُمْ إِلَى الْهُدَى فَلَنْ يَهْتَدُوا إِذًا أَبَدًا (57) وَرَبُّكَ الْغَفُورُ ذُو الرَّحْمَةِ لَوْ يُؤَاخِذُهُمْ بِمَا كَسَبُوا لَعَجَّلَ لَهُمُ الْعَذَابَ بَلْ لَهُمْ مَوْعِدٌ لَنْ يَجِدُوا مِنْ دُونِهِ مَوْئِلًا (58) وَتِلْكَ الْقُرَى أَهْلَكْنَاهُمْ لَمَّا ظَلَمُوا وَجَعَلْنَا لِمَهْلِكِهِمْ مَوْعِدًا (59)}.
57- Kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatıldığında onlardan yüz çeviren ve kendi elleriyle yaptıklaırını unutandan daha zalim kim olabilir? Gerçekten biz, onların kalpleri üzerine onu iyi anlamalarına engel olan perdeler ve kulaklarına da bir ağırlık koyduk. Bu yüzden sen onları doğru yola davet etsen bile onlar asla hidâyete gelmezler.
58- Bununla beraber Rabbin, çok bağışlayıcıdır, rahmet sahibidir. Şâyet onları kazandıkları yüzünden
(dünyada) sorgulasaydı onlara azabı çabucak verirdi. Fakat onlar için belirli bir vade vardır ki
(o gelince artık kaçacak) hiçbir sığınak bulamayacaklardır.
59- İşte
(yakınınızdaki) şu ülkeleri zulmettikleri vakit helak etmiştik ve onların helâkleri için de belirli bir vade tayin etmiştik.
#
{57} يخبر تعالى أنَّه لا أعظم ظلماً ولا أكبر جرماً من عبدٍ ذُكِّر بآيات الله وبُيِّن له الحقُّ من الباطل والهدى من الضلال، وخُوِّف ورُهِّب ورُغِّب، فأعرض عنها، فلم يتذكَّر بما ذُكِّر به، ولم يرجِعْ عما كان عليه، {ونسي ما قدَّمت يداه} من الذُّنوب، ولم يراقب علاَّم الغيوب؛ فهذا أعظم ظلماً من المعرض الذي لم تأتِهِ آياتُ الله ولم يُذَكَّرْ بها، ـ وإن كان ظالماً ـ؛ فإنَّه أشدُّ ظلماً من هذا؛ لكون العاصي على بصيرةٍ وعلم أعظم ممَّن ليس كذلك، ولكنَّ الله تعالى عاقبه بسبب إعراضِهِ عن آياته ونسيانِهِ لذنوبه ورضاه لنفسه حالة الشرِّ مع علمه بها، أن سدَّ عليه أبواب الهداية بأنْ جَعَلَ على قلبِهِ أكنَّةً؛ أي: أغطية محكمةً تمنعه أن يفقه الآيات وإن سمعها؛ فليس في إمكانه الفقهُ الذي يصل إلى القلب. {وفي آذانهم وقراً}؛ أي: صمماً يمنعهم من وصول الآيات ومن سماعها على وجه الانتفاع، وإنْ كانوا بهذه الحالة؛ فليس لهدايتهم سبيلٌ. {وإن تَدْعُهُم إلى الهدى فلن يَهْتَدوا إذاً أبداً}: لأنَّ الذي يُرجى أن يجيبَ الداعي للهدى من ليس عالماً، وأما هؤلاء الذين أبصروا ثم عَموا، ورأوا طريق الحقِّ فتركوه، وطريق الضلال فسلكوه، وعاقبهم الّله بإقفال القلوب والطَّبْع عليها؛ فليس في هدايتهم حيلةٌ ولا طريقٌ. وفي هذه الآية من التخويف لمن ترك الحقَّ بعد علمه أن يُحالَ بينه وبينه، ولا يتمكَّن منه بعد ذلك ما هو أعظم مرهبٍ وزاجرٍ عن ذلك.
57. Yüce Allah, kendisine Allah’ın âyetleri hatırlatılıp hak ve batıl, hidâyet ve sapıklık açıkça beyan edildikten, gereği gibi uyarıldıktan ve teşvik olunduktan sonra o âyetlerden yüz çeviren kimseden daha büyük zalim ve daha büyük günahkâr olamayacağını haber vermektedir. Çünkü bu kimse, kendisine hatırlatılanlardan öğüt almaz, kötü yolundan da dönmez. Önceden işlediği günahları unutur ve bütün gizlilikleri çok iyi bilenin gözetimi altında olduğunu da aklına getirmez. Böyle birisi, Allah’ın âyetleri kendisine gelmeyip bu âyetlerle kendisine öğüt verilmeksizin yüz çeviren kimseden -bu da zalim olmakla birlikte- daha büyük bir zalimdir. Çünkü bilerek ve göz göre göre isyan eden bir kimsenin günahı, öyle olmayana nispetle daha büyüktür. Yüce Allah da böyle bir kimseyi âyetlerinden yüz çevirip günahlarını unuttuğu, kendisi için bilgisine rağmen kötü yolu tercih ettiği için cezalandırır. Onun önündeki hidâyet kapılarını, kalbine perdeler germek suretiyle kapatır. Yani onun kalbi üzerine bu âyetleri işitse dahi iyice anlayıp kavramasını engelleyecek sağlam örtüler koyar. Artık böyle bir kimsenin kalbine bu âyetlerin ulaşıp yer etmesi mümkün değildir.
“Kulaklarına da bir ağırlık koyduk.” Yani âyetlerin, kalbine ulaşmasına engel olacak ve onları yararlanacakları bir surette işitmelerini önleyecek şekilde onları sağırlaştırdık. Bu hale geldiler mi artık hidâyet bulma imkânları da kalmaz.
“Bu yüzden sen onları doğru yola davet etsen bile onlar asla hidâyete gelmezler.” Çünkü hidâyete çağıran kimsenin bu çağrısını kabul etmesi umulan kişi, onu bilmeyen kimsedir. Bunlar ise her şeyi açıkça gördükten sonra körleştiler, hak yolunu öğrenip onu terk ettiler, sapıklık yolunu görüp onu izlediler. Yüce Allah da onları, kalplerine kilit vurmak ve mühürlemekle cezalandırdı. Artık onların hidâyet bulmalarının bir çaresi ve yolu kalmamıştır. Bu âyet-i kerimede hakkı öğrendikten sonra terk eden kimse, haktan alıkonulmakla ve bir daha ona ulaşma imkânı kalmamakla korkutulmaktadır ki bu, böyle bir durumdan sakındırıp korkutan en büyük uyarıdır.
#
{58} ثم أخبر تعالى عن سعة مغفرته ورحمته، وأنَّه يغفر الذنوب ويتوب الله على من يتوب فيتغمده برحمته ويشمله بإحسانه، وأنه لو آخذ العباد على ما قدَّمت أيديهم من الذُّنوب؛ لعجَّل لهم العذاب، ولكنَّه تعالى حليمٌ لا يَعْجَلُ بالعقوبة، بل يُمْهِلُ ولا يُهْمِلُ، والذُّنوب لا بدَّ من وقوع آثارها، وإنْ تأخَّرت عنها مدة طويلة، ولهذا قال: {بل لهم موعدٌ لن يَجِدوا من دونِهِ موئلاً}؛ أي: لهم موعد يجازون فيه بأعمالهم، لا بدَّ لهم منه، ولا مندوحة لهم عنه، ولا ملجأ ولا محيد عنه.
58. Daha sonra Yüce Allah mağfiret ve rahmetinin genişliğini haber vermektedir. O, bütün günahları bağışlar, tevbe edenlerin tevbelerini kabul eder, onları rahmetine alır ve ihsanı onları büsbütün kuşatır. Eğer O, kulları işlemiş oldukları günahları dolayısıyla dünyada hemen sorgulayacak olsa hiç şüphesiz onlara daha dünyadayken azap eder. Ancak Yüce Allah, Halîmdir, çabucak ceza vermez. Aksine -ihmal etmemekle birlikte- mühlet verir. Günahların etkilerinin görülmesi ise kaçınılmaz bir şeydir. Bu etkiler, günahlardan uzun bir süre sonra görülse bile bu böyledir.
Bu nedenle Yüce Allah şöyle buyurulmaktadır: “Fakat onlar için belirli bir vade vardır ki (o gelince artık kaçacak) hiçbir sığınak bulamayacaklardır.” Yani onların amellerinin cezasını görecekleri bir vakitleri vardır. Bu zamanın gelmesi kaçınılmazdır ve ondan kurtuluş yoktur. Bundan kaçıp bir yere sığınmaya ve kurtulmaya imkân bulunamaz.
#
{59} وهذه سنَّته في الأولين والآخرين، أن لا يعاجِلَهم بالعقاب، بل يستدعيهم إلى التوبة والإنابة؛ فإنْ تابوا وأنابوا؛ غَفَرَ لهم ورحمهم وأزال عنهم العقاب، وإلاَّ؛ فإن استمرُّوا على ظلمهم وعنادهم، وجاء الوقتُ الذي جعله موعداً لهم؛ أنزل بهم بأسه، ولهذا قال: {وتلك القرى أهلكناهم لما ظلموا}؛ أي: بظلمهم، لا بُظلم منَّا. {وجعلنا لمهلكهم موعداً}؛ أي: وقتاً مقدَّراً لا يتقدَّمون عنه ولا يتأخَّرون.
59. Bu, Allah’ın öncekilerde de sonrakilerde de geçerli olagelen bir kanunudur. Şöyle ki O, günahkârları çabucak cezalandırmaz, ancak onlara tevbe etmeleri ve Allah’a dönmeleri için mühlet verir, davet eder. Eğer tevbe eder, Allah’a yönelirlerse onların günahlarını bağışlar, onlara rahmetini ihsan eder ve onlardan cezayı uzaklaştırır. Şâyet zulüm ve inatlarını sürdürecek olur da onlar için tespit edilmiş bulunan azap vakti gelirse o vakit de üzerlerine azabını indirir. Bundan dolayı O,
şöyle buyurmaktadır: “İşte (yakınınızdaki) şu ülkeleri zulmettikleri vakit helak etmiştik” Yani biz, onları zulümleri sebebiyle helâk ettik. Onlara zulmederek helâk etmedik.
“onların helâkleri için de belirli bir vade tayin etmiştik.” Bu süre takdir edilmiş, belirli bir süredir. Ondan önce helak edilmedikleri gibi, ondan sonraya da bırakılmamışlardır.
{وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِفَتَاهُ لَا أَبْرَحُ حَتَّى أَبْلُغَ مَجْمَعَ الْبَحْرَيْنِ أَوْ أَمْضِيَ حُقُبًا (60) فَلَمَّا بَلَغَا مَجْمَعَ بَيْنِهِمَا نَسِيَا حُوتَهُمَا فَاتَّخَذَ سَبِيلَهُ فِي الْبَحْرِ سَرَبًا (61) فَلَمَّا جَاوَزَا قَالَ لِفَتَاهُ آتِنَا غَدَاءَنَا لَقَدْ لَقِينَا مِنْ سَفَرِنَا هَذَا نَصَبًا (62) قَالَ أَرَأَيْتَ إِذْ أَوَيْنَا إِلَى الصَّخْرَةِ فَإِنِّي نَسِيتُ الْحُوتَ وَمَا أَنْسَانِيهُ إِلَّا الشَّيْطَانُ أَنْ أَذْكُرَهُ وَاتَّخَذَ سَبِيلَهُ فِي الْبَحْرِ عَجَبًا (63) قَالَ ذَلِكَ مَا كُنَّا نَبْغِ فَارْتَدَّا عَلَى آثَارِهِمَا قَصَصًا (64) فَوَجَدَا عَبْدًا مِنْ عِبَادِنَا آتَيْنَاهُ رَحْمَةً مِنْ عِنْدِنَا وَعَلَّمْنَاهُ مِنْ لَدُنَّا عِلْمًا (65) قَالَ لَهُ مُوسَى هَلْ أَتَّبِعُكَ عَلَى أَنْ تُعَلِّمَنِ مِمَّا عُلِّمْتَ رُشْدًا (66) قَالَ إِنَّكَ لَنْ تَسْتَطِيعَ مَعِيَ صَبْرًا (67) وَكَيْفَ تَصْبِرُ عَلَى مَا لَمْ تُحِطْ بِهِ خُبْرًا (68) قَالَ سَتَجِدُنِي إِنْ شَاءَ اللَّهُ صَابِرًا وَلَا أَعْصِي لَكَ أَمْرًا (69) قَالَ فَإِنِ اتَّبَعْتَنِي فَلَا تَسْأَلْنِي عَنْ شَيْءٍ حَتَّى أُحْدِثَ لَكَ مِنْهُ ذِكْرًا (70) فَانْطَلَقَا حَتَّى إِذَا رَكِبَا فِي السَّفِينَةِ خَرَقَهَا قَالَ أَخَرَقْتَهَا لِتُغْرِقَ أَهْلَهَا لَقَدْ جِئْتَ شَيْئًا إِمْرًا (71) قَالَ أَلَمْ أَقُلْ إِنَّكَ لَنْ تَسْتَطِيعَ مَعِيَ صَبْرًا (72) قَالَ لَا تُؤَاخِذْنِي بِمَا نَسِيتُ وَلَا تُرْهِقْنِي مِنْ أَمْرِي عُسْرًا (73) فَانْطَلَقَا حَتَّى إِذَا لَقِيَا غُلَامًا فَقَتَلَهُ قَالَ أَقَتَلْتَ نَفْسًا زَكِيَّةً بِغَيْرِ نَفْسٍ لَقَدْ جِئْتَ شَيْئًا نُكْرًا (74) قَالَ أَلَمْ أَقُلْ لَكَ إِنَّكَ لَنْ تَسْتَطِيعَ مَعِيَ صَبْرًا (75) قَالَ إِنْ سَأَلْتُكَ عَنْ شَيْءٍ بَعْدَهَا فَلَا تُصَاحِبْنِي قَدْ بَلَغْتَ مِنْ لَدُنِّي عُذْرًا (76) فَانْطَلَقَا حَتَّى إِذَا أَتَيَا أَهْلَ قَرْيَةٍ اسْتَطْعَمَا أَهْلَهَا فَأَبَوْا أَنْ يُضَيِّفُوهُمَا فَوَجَدَا فِيهَا جِدَارًا يُرِيدُ أَنْ يَنْقَضَّ فَأَقَامَهُ قَالَ لَوْ شِئْتَ لَاتَّخَذْتَ عَلَيْهِ أَجْرًا (77) قَالَ هَذَا فِرَاقُ بَيْنِي وَبَيْنِكَ سَأُنَبِّئُكَ بِتَأْوِيلِ مَا لَمْ تَسْتَطِعْ عَلَيْهِ صَبْرًا (78) أَمَّا السَّفِينَةُ فَكَانَتْ لِمَسَاكِينَ يَعْمَلُونَ فِي الْبَحْرِ فَأَرَدْتُ أَنْ أَعِيبَهَا وَكَانَ وَرَاءَهُمْ مَلِكٌ يَأْخُذُ كُلَّ سَفِينَةٍ غَصْبًا (79) وَأَمَّا الْغُلَامُ فَكَانَ أَبَوَاهُ مُؤْمِنَيْنِ فَخَشِينَا أَنْ يُرْهِقَهُمَا طُغْيَانًا وَكُفْرًا (80) فَأَرَدْنَا أَنْ يُبْدِلَهُمَا رَبُّهُمَا خَيْرًا مِنْهُ زَكَاةً وَأَقْرَبَ رُحْمًا (81) وَأَمَّا الْجِدَارُ فَكَانَ لِغُلَامَيْنِ يَتِيمَيْنِ فِي الْمَدِينَةِ وَكَانَ تَحْتَهُ كَنْزٌ لَهُمَا وَكَانَ أَبُوهُمَا صَالِحًا فَأَرَادَ رَبُّكَ أَنْ يَبْلُغَا أَشُدَّهُمَا وَيَسْتَخْرِجَا كَنْزَهُمَا رَحْمَةً مِنْ رَبِّكَ وَمَا فَعَلْتُهُ عَنْ أَمْرِي ذَلِكَ تَأْوِيلُ مَا لَمْ تَسْطِعْ عَلَيْهِ صَبْرًا (82)}.
60- Bir vakit Mûsâ,
hizmetçisine şöyle demişti: “Durmayacağım, tâ iki denizin birleştiği yere kadar varacağım yahut yıllarca gideceğim.”
61- Nihâyet onlar bu iki denizin birleştiği yere ulaştıklarında balıklarını unuttular. Balık da denizde kanal misali bir yol tutup gitti.
62-
(Buluşma yerini) geçtikleri vakit Musa,
hizmetçisine: “Kuşluk yemeğimizi getir. Bu yolculuğumuzda gerçekten yorgun düştük” dedi.
63-
Dedi ki: “Gördün mü! Hani o kayanın yanında istirahate çekilmiştik ya! İşte o zaman ben balığı unutmuştum. Onu hatırlamamı bana şeytandan başkası unutturmadı. Balık da şaşılacak bir şekilde denizde yolunu tutup gitmişti.”
64-
Mûsâ da: “İşte aradığımız da bu ya!” dedi. Hemen kendi izlerini takip ederek geri döndüler.
65- Orada kullarımızdan bir kul buldular ki biz, ona tarafımızdan bir rahmet vermiş ve nezdimizden bir ilim öğretmiştik.
66-
Mûsâ ona şöyle dedi: “Sana öğretilen ilimden bana, yol gösterici bir şeyler öğretmen için sana tâbi olabilir miyim?”
67-
Dedi ki: “Doğrusu sen benimle bir arada olmaya asla sabredemezsin.”
68-
“İç yüzünü kavrayamadığın bir şeye nasıl sabredeceksin ki?”
69-
Musa dedi ki: “İnşaallah, beni sabırlı bulacaksın ve hiçbir işte de sana karşı gelmeyeceğim.”
70-
Dedi ki: “O halde bana uyacaksan, ben sana ondan söz açıncaya kadar hiçbir şey hakkında bana soru sorma” dedi.
71- Bunun üzerine ikisi de yola koyuldular. Nihâyet bir gemiye bindiler ve o
(kul) gemide bir delik açtı.
(Musa:) “İçindekileri suda boğmak için mi onu deldin? Gerçekten çok kötü bir iş yaptın!” dedi.
72- O
(kul) dedi ki:
“Sen benimle bir arada olmaya asla sabredemezsin, dememiş miydim?”
73-
(Musa:) “Unuttuğum bir şeyden ötürü beni azarlama ve işimde bana güçlük çıkarma!” dedi.
74- Yine yola koyuldular. Nihâyet bir erkek çocuğa rast geldiler de o
(kul) çocuğu öldürdü.
(Mûsâ) dedi ki:
“Başka bir can karşılığında olmaksızın masum bir cana mı kıydın?! Gerçekten çok çirkin bir şey yaptın!”
75-
Dedi ki: “Ben sana, sen benimle bir arada olmaya asla sabredemezsin, dememiş miydim?”
76-
Musa da: “Eğer bundan sonra sana bir şey soracak olursam, artık benimle arkadaşlık etme. O zaman benden yana mazur sayılırsın.” dedi.
77- Tekrar yola koyuldular. Nihâyet bir şehre vardıklarında oranın halkından yiyecek bir şeyler istediler fakat onlar, o ikisini misâfir etmeyi kabul etmediler. Derken o şehirde yıkılmaya yüz tutmuş bir duvara rast geldiler. O
(kul) da bu duvarı doğrultuverdi.
Musa da dedi ki: “Eğer isteseydin elbette buna karşılık bir ücret alırdın.”
78-
Dedi ki: “İşte bu (itirazla) ayrılma vaktimiz gelmiş oldu. Şimdi sabredemediğin şeylerin iç yüzünü sana haber vereyim:
79- “Öncelikle o gemi, denizde çalışan birtakım yoksullara aitti. O nedenle ben onu kusurlu yapmak istedim. Çünkü önlerinde (sağlam olan) her gemiyi gasp yoluyla alan bir hükümdar vardı.”
80-
“Erkek çocuğa gelince, onun ana-babası mü’min kimselerdi. Biz onun, ana-babasını azgınlığa ve küfre sürüklemesinden endişe ettik.”
81-
“Bu yüzden de Rablerinin onun yerine onlara daha dindar ve daha merhametli birini vermesini diledik.”
82-
“Duvara gelince o, şehirdeki iki yetim çocuğa aitti. Altında da onlara ait bir define vardı. Babaları da salih bir kimse idi. Bu sebeple Rabbin, ikisinin de rüşt çağına ermelerini ve Rabbinden bir rahmet olarak definelerini çıkarmalarını diledi. Ben, bunları kendiliğimden yapmadım. İşte senin sabredemediğin şeylerin iç yüzü budur!”
#
{60} يخبر تعالى عن نبيِّه موسى عليه السلام وشدَّة رغبته في الخير وطلب العلم أنَّه قال لفتاه؛ أي: خادمه الذي يلازمه في حضره وسفره، وهو يُوشَعُ بن نون، الذي نبَّأه الّله بعد ذلك: {لا أبْرَحُ حتى أبْلُغَ مجمع البحرين}؛ أي: لا أزال مسافراً وإن طالت عليَّ الشُّقة ولحقتني المشقَّة حتى أصل إلى مجمع البحرين، وهو المكان الذي أوحي إليه أنَّك سَتَجِد فيه عبداً من عباد الله العالمين، عنده من العلم ما ليس عندك، {أو أمضيَ حُقُباً}؛ أي: مسافة طويلة. المعنى أنَّ الشوق والرغبة حَمَلَ موسى أن قال لفتاه هذه المقالة.
60. Yüce Allah,
(bu kıssada) peygamberi Mûsâ aleyhisselam ile onun hayra ve ilim öğrenmeye olan ileri derecedeki arzusunu haber vermektedir. O, yanındaki delikanlıya, yani yolculukta da ikamet halinde de yanından ayrılmayan hizmetçisi Yûşâ’ b. Nûn’a -ki Yüce Allah daha sonra ona da peygamberlik vermiştir-
şöyle demişti: “Durmayacağım, tâ iki denizin birleştiği yere kadar varacağım.” Yani aldığım yol uzayıp gitse dahi ve son derece yorgun düşsem bile iki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar yolculuğuma devam edeceğim.
Burası hakkında Yüce Allah kendisine şöyle vahyetmişti: Orada Allah’ın kullarından alim bir kul bulacaksın ki o, sende bulunmayan bir ilme sahiptir.
“yahut yıllarca gideceğim” Yani gerekirse uzun mesafeler kat edeceğim. Mûsâ’nın sahip olduğu şevk ve arzu, onu yanındaki genç delikanlıya bu sözleri söylemeye itmişti. Bu sözler Mûsâ’nın kesin kararının ifadesidir. Bundan dolayıdır ki Mûsâ da bu kararını uygulamıştı.
#
{61} وهذا عزمٌ منه جازم، فلذلك أمضاه، {فلما بلغا}؛ أي: هو وفتاه {مَجْمَعَ بينهما نسيا حوتَهما}: وكان معهما حوتٌ يتزوَّدان منه ويأكلان، وقد وُعِدَ أنَّه متى فقد الحوت؛ فثمَّ ذلك العبد الذي قصدته. {فاتَّخذ}: ذلك الحوت {سبيلَه}؛ أي: طريقه {في البحر سَرَباً}. وهذا من الآيات، قال المفسرون: إنَّ ذلك الحوت الذي كانا يتزوَّدان منه لما وصلا إلى ذلك المكان أصابه بللُ البحر، فانسرب بإذن الله في البحر، وصار مع حيواناته حيًّا.
61.
“Nihâyet onlar” yani Mûsâ ve yanındaki delikanlı
“iki denizin birleştiği yere ulaştıklarında balıklarını unuttular.” Beraberlerinde azık olarak aldıkları ve yedikleri bir balık vardı. Yüce Allah,
ona: Bulmak istediğin kulumuz balığı kaybedeceğiniz yerdedir, diye vahyetmişti. Nihâyet bu balık, denizde kanal misali bir yol tutup gözden kayboldu. Bu, bir mucizedir. Müfessirlerin açıkladıklarına göre azık olarak yanlarında aldıkları balık, oraya ulaşınca denizin nemi ona ulaştı ve o da Allah’ın izniyle canlanıp denizde kendisine bir yol bularak denizdeki diğer canlılara katıldı.
#
{62} فلما جاوز موسى وفتاه مجمعَ البحرين؛ قال موسى لفتاه: {آتِنا غداءنا لقد لَقينا مِنْ سَفَرِنا هذا نَصَباً}؛ أي: لقد تعبنا من هذا السفر المجاوز فقط، وإلاَّ؛ فالسفر الطويل الذي وصلا به إلى مجمع البحرين لم يجدا من التعب فيه، وهذا من الآيات والعلامات الدالَّة لموسى على وجود مطلبِهِ، وأيضاً؛ فإنَّ الشوق المتعلِّق بالوصول إلى ذلك المكان سهَّل لهما الطريق، فلمَّا تجاوزا غايتهما؛ وجدا مسَّ التعب.
62. Mûsâ ve beraberindeki genç,
iki denizin birleştiği yeri geçtikten bir müddet sonra Mûsâ beraberindeki delikanlıya: “Kuşluk yemeğimizi getir. Bu yolculuğumuzda gerçekten yorgun düştük.” dedi. Yani iki denizin birleştiği yeri geçtikten sonraki yolculuklarından dolayı epey yorulmuşlardı. Yoksa iki denizin birleştiği yere kadar aldıkları yol da gerçekten uzundu ama oraya kadar yorgunluk hissetmemişlerdi. Bu da hem bir mucize hem de Mûsâ’nın, aradığını bulduğuna dair bir alamet idi. Aynı şekilde bu yere ulaşmak için duydukları şevk de yolculuklarını kolaylaştırmış idi. Ama ulaşmaları gereken hedeflerini geçtikleri vakit yorulduklarını hissettiler.
#
{63} فلما قال موسى لفتاه هذه المقالة؛ قال له فتاه: {أرأيتَ إذْ أوَيْنا إلى الصخرة فإنِّي نسيتُ الحوتَ} [أي: ألم تعلم حين آوانا الليل إلى تلك الصخرة المعروفة بينهما فإني نسيت الحوت]، {وما أنسانيهُ إلاَّ الشيطانُ}: لأنَّه السببُ في ذلك، {واتَّخذ سبيلَه في البحر عَجَباً}؛ أي: لما انسرب في البحر ودخل فيه؛ كان ذلك من العجائب. قال المفسرون: كان ذلك المسلك للحوت سرباً ولموسى وفتاه عجباً.
63.
Mûsâ yanındaki genç delikanlıya bu sözleri söyleyince o da ona şu cevabı verdi: “Gördün mü! Hani o kayanın yanında istirahate çekilmiştik ya! İşte o zaman ben balığı unutmuştum.” Yani gece vakti konakladığımız o kayayı hatırlıyor musun, işte ben orada balığı unuttum.
“Onu hatırlamamı bana şeytandan başkası unutturmadı.” Çünkü buna sebep o olmuştu.
“Balık da şaşılacak bir şekilde denizde yolunu tutup gitmişti.” Yani balığın denize girip orada yolunu bulması, gerçekten hayret edilecek bir şeydi. Müfessirlerin dediklerine göre balığın gittiği yer, denizdeki bir menfez, bir kanal şeklinde idi. Bu da Mûsâ ve onun beraberindeki delikanlı için şaşılacak bir şeydi.
#
{64} فلما قال له الفتى هذا القول، وكان عند موسى وعدٌ من الله أنَّه إذا فَقَدَ الحوت؛ وَجَدَ الخَضِرَ، فقال موسى: {ذلك ما كُنَّا نَبْغ}؛ أي: نطلب. {فارْتَدَّا}؛ أي: رجعا {على آثارِهما قصصاً}؛ أي: رجعا يَقُصَّان أثرهما [إلى المكان] الذي نسيا فيه الحوت.
64. Yanındaki delikanlı bu sözleri söyleyince Mûsâ,
Yüce Allah kendisine balığı kaybedecekleri yerde Hızır ile karşılaşacakları vaadinde bulunduğu için: “İşte aradığımız da bu ya!” dedi.
“Hemen kendi izlerini takip ederek geri döndüler.” Yani balığı unutup geldikleri yeri bulmak için geri dönüp izlerini takip ettiler.
#
{65} فلما وصلا إليه؛ {وجدا عبداً من عبادنا}: وهو الخضر، وكان عبداً صالحاً لا نبيًّا على الصحيح. {آتيْناه رحمةً من عندنا}؛ أي: أعطاه الله رحمةً خاصَّة، بها زاد علمه وحسن عمله، {وعلَّمناه من لَدُنَّا}؛ أي: من عندنا {عِلْماً}: وكان قد أُعطي من العلم ما لم يعطَ موسى، وإنْ كان موسى عليه السلام أعلمَ منه بأكثر الأشياء وخصوصاً في العلوم الإيمانيَّة والأصوليَّة؛ لأنَّه من أولي العزم من المرسلين، الذين فضَّلهم الله على سائر الخلق بالعلم والعمل وغير ذلك.
65. Mûsâ ve beraberindeki delikanlı balığı kaybettikleri yere ulaştıklarında Allah’ın kullarından bir kul olan Hızır ile karşılaştılar. Doğru olan görüşe göre o, peygamber değil, salih bir kul idi.
“Biz, ona tarafımızdan bir rahmet vermiş” Allah’ın kendisi vasıtasıyla ilmini arttırdığı ve amelini güzelleştirdiği bir rahmet ihsan etmiş
“ve nezdimizden bir ilim öğretmiştik.” Her ne kadar Mûsâ, başta iman ve itikadi esaslar olmak üzere bir çok konuda ondan daha bilgili idiyse de o, Mûsâ’ya verilmemiş türden birtakım bilgilere sahip kılınmıştı. Zira Mûsâ, peygamberler arasında Yüce Allah’ın diğer insanlara ilim, amel ve başka özelliklerle üstün kılmış olduğu ulu’l-azm rasûllerden birisi idi.
#
{66} فلما اجتمع به موسى؛ قال له على وجه الأدب والمشاورة والإخبار عن مطلبه: {هل أتَّبعُك على أن تُعَلِّمنَي مما عُلِّمْتَ رُشداً}؛ أي: هل أتَّبِعك على أن تُعَلِّمني مما علَّمك الله ما به أسترشدُ وأهتدي وأعرف به الحقَّ في تلك القضايا، وكان الخضر قد أعطاه الله من الإلهام والكرامة ما به يحصُلُ له الاطلاع على بواطن كثيرٍ من الأشياء التي خَفِيَتْ حتى على موسى عليه السلام.
66. Mûsâ, bu kul ile bir araya gelince ona edeb çerçevesinde,
istişare üslubu ile ve maksadını bildirmek üzere şöyle dedi: “Sana öğretilen ilimden bana, yol gösterici bir şeyler öğretmen için sana tâbi olabilir miyim?” Yani Yüce Allah’ın sana öğretmiş olduğu ilimden bana doğruyu gösterecek ve benim kendisi vasıtasıyla belli meseleler hakkında hakkı bileceğim bilgileri bana öğretmen için sana uyabilir miyim? Yüce Allah, Hızır’a Mûsâ aleyhisselam’a dahi gizli kalabilen pek çok şeyin iç yüzlerine muttali olmasını sağlayacak türden bir ilham ve kerâmet ihsan etmişti.
#
{67} فقال الخضر لموسى: لا أمتنع من ذلك، ولكنَّك {لَنْ تَسْتطيعَ معيَ صبراً}؛ أي: لا تقدر على اتِّباعي وملازمتي؛ لأنَّك ترى ما لا تقدر على الصبر عليه من الأمور، التي ظاهرها المنكَر وباطنها غيرُ ذلك.
67. Bunun üzerine Hızır,
Mûsâ’ya: Ben senin bu teklifini reddetmem; fakat
“sen benimle bir arada olmaya asla sabredemezsin.” Bana uymaya, benimle birlikte kalmaya gücün yetmez. Çünkü sen zahiri itibariyle karşı çıkılması gereken fakat iç yüzü böyle olmayan birtakım şeyler göreceksin.
Bundan dolayı da devamla ona şöyle dedi:
#
{68} ولهذا قال: {وكيفَ تصبر على ما لم تُحِطْ به خُبْراً}؛ أي: كيف تصبر على أمرٍ ما أحطتَ بباطنه وظاهره وعلمتَ المقصودَ منه ومآله.
68.
“İç yüzünü kavrayamadığın bir şeye nasıl sabredeceksin ki?” Yani iç yüzünü de zahirini de kavrayamadığın, ondan maksadın ve akibetinin ne olduğunu bilemediğin bir işe nasıl sabreder ve tahammül gösterebilirsin?
#
{69} فقال موسى: {سَتَجِدُني إن شاء اللهُ صابراً ولا أعصي لك أمراً}: وهذا عزمٌ منه قبل أن يوجد الشيء الممتَحَن به، والعزمُ شيء ووجودُ الصبر شيء آخر؛ فلذلك ما صَبَرَ موسى عليه السلام حين وقع الأمر.
69.
Bunun üzerine Mûsâ şöyle dedi: “İnşaallah, beni sabırlı bulacaksın ve hiçbir işte de sana karşı gelmeyeceğim.” Bu ifadeleriyle Mûsâ, kendisiyle sınanacağı hususlar ortaya çıkmadan önce azmedip karar vermiştir. Halbuki karar vermek ayrı bir şeydir, sabır göstermek ayrı bir şey. Bu yüzden de Mûsâ işler ortaya çıkınca sabır ve tahammül gösteremedi.
#
{70} فحينئذٍ قال له الخضر: {فإنِ اتَّبَعْتَني فلا تَسْألْني عن شيءٍ حتَّى أحدِثَ لك منه ذِكْراً}؛ أي: لا تبتدئني بسؤال منك وإنكارٍ حتى أكون أنا الذي أخبرك بحالِهِ في الوقت الذي ينبغي إخبارُك به، فنهاه عن سؤالِهِ، ووعَدَه أن يوقفه على حقيقة الأمر.
70. Mûsâ,
bu sözleri söyleyince Hızır: “O halde bana uyacaksan, ben sana ondan söz açıncaya kadar hiçbir şey hakkında bana soru sorma! dedi.” Yani sen önce bana soru sorup yaptığım işe tepki gösterme. Durumunu sana bildirmem uygun olan vakitte ben sana bildirinceye kadar sabret. Bu sözleriyle kendisine soru sormamasını istedi ve işin iç yüzünden kendisini haberdar edeceğine söz verdi.
#
{71} {فانطلقا حتى إذا رَكِبا في السفينةِ خَرَقَها}؛ أي: اقتلع الخضِرُ منها لوحاً، وكان له مقصودٌ في ذلك سيبيِّنه، فلم يصبرْ موسى عليه السلام؛ لأنَّ ظاهره أنه منكرٌ؛ لأنَّه عَيْبٌ للسفينة وسببٌ لغرق أهلها، ولهذا قال موسى: {أخَرَقْتَها لِتُغْرِقَ أهلها لقد جئتَ شيئاً إمْراً}؛ أي: عظيماً شنيعاً، وهذا من عدم صبره عليه السلام.
71.
“Bunun üzerine ikisi de yola koyuldular. Nihâyet bir gemiye bindiler ve o (kul) gemide bir delik açtı.” Yani Hızır gemiden bir tahta parçası söktü. Onun bundan -ilerde açıklayacağı üzere- bir maksadı vardı. Ancak Mûsâ aleyhisselam buna tahammül edemedi. Çünkü bu iş, zahiren kötü bir işti. Zira bu, gemi için bir kusurdur. O gemide yolculuk yapanların da batmalarına bir sebeptir.
O yüzden Mûsâ: “İçindekileri suda boğmak için mi onu deldin? Gerçekten çok kötü bir iş yaptın.” Yani oldukça büyük çapta kötü bir iş yaptın, demişti.
#
{72} فقال له الخضر: {ألم أقُلْ إنَّك لن تستطيعَ معي صبراً}؛ أي: فوقع كما أخبرتك.
72. Mûsâ, bu sözleri sabredememesinden dolayı söylemişti.
O nedenle Hızır da ona şöyle dedi: “Sen benimle bir arada olmaya asla sabredemezsin, dememiş miydim?” Yani sana önceden dediğim gibi oldu, dedi.
#
{73} وكان هذا من موسى نسياناً، فقال: {لا تؤاخِذْني بما نسيتُ ولا تُرْهِقْني من أمري عُسراً}؛ أي: لا تُعَسِّرْ عليَّ الأمر، واسمح لي؛ فإنَّ ذلك وقع على وجه النسيان، فلا تؤاخِذْني في أول مرة، فجمع بين الإقرار به والعذر منه، وأنَّه ما ينبغي لك أيُّها الخضر الشدَّة على صاحبك، فسمح عنه الخضر.
73. Mûsâ,
bu sözlerini unutarak söylediğinden şöyle demişti: “Unuttuğum bir şeyden ötürü beni azarlama ve işimde bana güçlük çıkarma!” Yani bu işimi zorlaştırma, beni hoş karşıla! Çünkü unutarak bu itirazı yaptım, o bakımdan bu ilk seferinde beni sorumlu tutma! Böylelikle Mûsâ, hem ikrarda bulunmuş, hem de mazeretini belirtmiş oluyordu. Ey Hızır! Senin, arkadaşına zorluk çıkarmaman gerekir, demişti. Hızır da onu hoş karşılamıştı.
#
{74} {فانطلقا حتَّى إذا لقيا غُلاماً}؛ أي: صغيراً، {فقَتَلَه}: الخضر، فاشتدَّ بموسى الغضب، وأخذتْه الحميَّة الدينيَّة حين قتل غلاماً صغيراً لم يُذْنِبْ. {قال أقتلتَ نفساً زكِيَّةً بغير نفسٍ لقد جئتَ شيئاً نُكْراً}: وأيُّ نُكْرٍ مثل قتل الصغير الذي ليس عليه ذنبٌ ولم يقتلْ أحدا؟! وكان الأول من موسى نسياناً، وهذه غير نسيانٍ، ولكن عدم صبرٍ.
74.
“Yine yola koyuldular. Nihâyet” küçük
“bir erkek çocuğa rast geldiler de o” Hızır
“çocuğu öldürdü.” Mûsâ bunun üzerine çokça öfkelendi ve hiçbir günahı olmayan küçücük bir çocuğu öldürmesi üzerine dinî gayreti galeyana geldi.
“(Mûsâ) dedi ki: “Başka bir can karşılığında olmaksızın masum bir cana mı kıydın?! Gerçekten çok çirkin bir şey yaptın!” Hiçbir günahı olmayan ve kimseyi öldürmemiş küçücük bir çocuğu öldürmek kadar kötü bir iş olabilir mi? Mûsâ’nın ilk itirazı, unutmasından dolayı olmuştu. Bu ise unutmaktan değildi, ama sabırsızlıktan olmuştu.
#
{75} فقال له الخضرُ معاتباً ومذكِّراً: {ألم أقُلْ لكَ إنكَ لن تستطيعَ معيَ صبراً}؟
75-76. Bunun üzerine Hızır,
ona hem serzenişte bulunarak hem de hatırlatmada bulunarak şöyle dedi: “Ben sana, sen benimle bir arada olmaya asla sabredemezsin, dememiş miydim?” deyince Mûsâ ona:
“Eğer bundan sonra” yani bu defadan sonra
“sana bir şey soracak olursam, artık benimle arkadaşlık etme!” Yani benimle arkadaşlığı terk etmen halinde mazur görüleceksin.
“O zaman benden yana mazur sayılırsın.” Ben senin mazur olduğunu ve herhangi bir kusur işlemediğini kabul edeceğim.
#
{77} {فانطلقا حتى إذا أتيا أهل قريةٍ استطعما أهلها}؛ أي: استضافاهم فلم يُضَيِّفوهُما، {فوجدا فيها جداراً يريدُ أن ينقضَّ}؛ أي: [قد] عاب واستهدم، {فأقامَهُ}: الخضرُ؛ أي بناه وأعاده جديداً، فَـ {قال} له موسى: {لو شئتَ لاتَّخَذْتَ عليه أجراً}؛ أي: أهل هذه القرية لم يضيفونا مع وجوب ذلك عليهم، وأنت تبنيه من دون أجرةٍ، وأنت تقدِرُ عليها؟!
77.
“Tekrar yola koyuldular. Nihâyet bir şehre vardıklarında oranın halkından yiyecek bir şeyler istediler.” Yani kendilerini ağırlamalarını istediler.
“fakat onlar, o ikisini misâfir etmeyi kabul etmediler. Derken o şehirde yıkılmaya yüz tutmuş” yani yıkılmak üzere olan
“bir duvara rast geldiler. O” Hızır
“bu duvarı doğrultuverdi.” Onu yeniden ördü ve yeni bir duvar haline getirdi.
Bunun üzerine Mûsâ ona: “Dileseydin elbette buna karşılık bir ücret alırdın.” Yani bu şehir halkı, bizi misâfir etmeleri vacip olduğu halde bizi ağırlamadılar. Sen ise buna karşılık ücret alabilecekken bu duvarı ücretsiz olarak yeniden ördün.
#
{78} فحينئذٍ لم يفِ موسى عليه السلام بما قال، واستعذر الخضرُ منه، فَـ {قال} له: {هذا فراقُ بيني وبينكَ}: فإنَّك شرطتَ ذلك على نفسك، فلم يبقَ الآن عذرٌ ولا موضعٌ للصُّحبة. {سأنبِّئك بتأويل ما لم تستطِعْ عليه صبراً}؛ أي: سأخبرك بما أنكرتَ عليَّ وأنبِّئك بأنَّ لي في ذلك من المآرب وما يؤول إليه الأمر.
78. İşte böylece Mûsâ verdiği sözde duramadı.
Hızır da: “İşte bu (itirazla) ayrılma vaktimiz gelmiş oldu” dedi. Çünkü bunu kendine sen şart koşmuştun. Artık şimdiden sonra hiçbir mazeretin kalmadı ve arkadaşlığımızın devam etmesine de imkan yok.
“Şimdi sabredemediğin şeylerin iç yüzünü sana haber vereyim…” Yani senin bana karşı tepki gösterdiğin hususların iç yüzünü bildireyim. Bu hususlarda benim özel maksatlarımın olduğunu ve işin nihâyette nereye varacağını sana anlatayım.
#
{79} {أما السفينة}: التي خرقتها، {فكانتْ لمساكينَ يعملون في البحر}: يقتضي ذلك الرِّقَّة عليهم والرأفة بهم، {فأردتُ أن أَعِيبها وكان وراءَهُم مَلِكٌ يأخذ كلَّ سفينة غَصْباً}؛ أي: كان مرورهم على ذلك الملك الظالم؛ فكلُّ سفينة صالحةٍ تمرُّ عليه ما فيها عيبٌ غَصَبها وأخَذَها ظلماً، فأردتُ أن أخْرِقها ليكونَ فيها عيبٌ فتسلم من ذلك الظالم.
79. Benim deldiğim
“o gemi, denizde çalışan birtakım yoksullara aitti.” Bu ise onlara karşı şefkat ve merhamet duymayı gerektirir.
“O nedenle ben de onu kusurlu yapmak istedim. Çünkü önlerinde (sağlam olan) her gemiyi gasp yoluyla alan bir hükümdar vardı.” Yani onlar, o zalim hükümdarın bulunduğu memlekete uğrayacaklardı. Bu zalim hükümdar da limanlarına uğrayan ve herhangi bir kusuru bulunmayıp sağlam olan her gemiyi gasp ediyor, zulümle el koyuyordu. Ben de geminin bir kusuru olsun diye onu deldim. Böylece geminin o zalimden kurtulmasını sağlamak istedim.
#
{80} {وأما الغلامُ}: الذي قتلتُه؛ {فكان أبواه مؤمِنَيْنِ فخشينا أن يُرهِقَهما طغياناً وكفراً}: وكان ذلك الغلام قد قُدِّر عليه أنَّه لو بَلَغَ لأرهق أبويه طغياناً وكفراً؛ أي: لحملهما على الطغيان والكفر: إمَّا لأجل محبَّتهما إيَّاه، أو للحاجة إليه؛ أو يحملهما على ذلك؛ أي: فقتلته؛ لاطِّلاعي على ذلك؛ سلامةً لدين أبويه المؤمِنَيْنِ، وأيُّ فائدة أعظمُ من هذه الفائدة الجليلة؟!
80. Öldürdüğüm o
“erkek çocuğa gelince, onun ana-babası mü’min kimselerdi. Biz onun, ana-babasını azgınlığa ve küfre sürüklemesinden endişe ettik.” Bu çocuğun, -eğer ergenlik çağına gelirse- anne-babasını azgınlık ve küfre sürükleyeceği takdir edilmişti. Yani kendisi gibi onları da azgınlığa ve küfre zorlayacaktı. Bu da ya onların, çocuklarına duydukları sevgiden ötürü yahut da ona olan ihtiyaçları dolayısıyla olacaktı ve bu halleri, onları buna zorlayacaktı. İşte ben de bu mü’min anne ve babanın dinlerinin selâmeti için, bu hususa muttali olduğumdan dolayı o çocuğu öldürdüm. Bu üstün faydadan daha büyük bir fayda olabilir mi? Çünkü bu, her ne kadar ilk anda onlara bir kötülük ve onların zürriyetlerini kesmek gibi görünse de Yüce Allah, onlara bu çocuklarından daha hayırlı bir zürriyet verecektir.
Bundan dolayı da devamla şöyle dedi:
#
{81} وهو وإن كان فيه إساءةٌ إليهما وقطعٌ لذُرِّيَّتهما؛ فإنَّ الله تعالى سيعطيهما من الذُّرِّيَّة ما هو خيرٌ منه، ولهذا قال: {فأرَدْنا أن يُبْدِلهَما ربُّهما خيراً منه زكاةً وأقربَ رُحْماً}؛ أي: ولداً صالحاً زكيًّا واصلاً لرحِمِهِ؛ فإنَّ الغلام الذي قُتِلَ لو بلغ لَعَقَّهما أشدَّ العقوق بحملهما على الكفر والطغيان.
81.
“Bu yüzden de Rablerinin onun yerine onlara daha dindar ve daha merhametli birini vermesini diledik.” Yani salih, tertemiz ve akrabalık bağlarını gözeten bir çocuk ihsan etmesini istedik. Çünkü öldürdüğü çocuk, eğer ergenlik yaşına ulaşmış olsaydı ana-babasını küfre ve azgınlığa sürüklemek suretiyle onlara en ileri derecede kötülük edecekti.
#
{82} {وأمَّا الجدارُ}: الذي أقمته؛ {فكان لِغُلامين يتيمينِ في المدينةِ وكان تحتهَ كنزٌ لهما وكان أبوهما صالحاً}؛ أي: حالهما تقتضي الرأفة بهما ورحمتهما؛ لكونِهِما صغيرين، عدما أباهما، وحفظهما الله أيضاً بصلاح والدهما. {فأراد ربُّك أن يَبْلُغا أشدَّهما ويستخْرِجا كَنْزَهُما}؛ أي: فلهذا هدمتُ الجدار واستخرجتُ ما تحتَهُ من كنزِهِما ورددتُهُ وأعدتُه مجاناً؛ {رحمةً من ربِّك}؛ أي: هذا الذي فعلتُه رحمةٌ من الله آتاها الله عبدَه الخضر. {وما فعلتُهُ عن أمري}؛ أي: ما أتيت شيئاً من قِبَلِ نفسي ومجرَّد إرادتي، وإنَّما ذلك من رحمةِ الله وأمره. {ذلك}: الذي فسَّرتُه لك {تأويلُ ما لم تَسْطِعْ عليه صبراً}.
وفي هذه القصة العجيبة الجليلة من الفوائد والأحكام والقواعد شيءٌ كثيرٌ ننبِّه على بعضه بعون الله:
فمنها: فضيلة العلم والرِّحلة في طلبه، وأنَّه أهمُّ الأمورِ؛ فإنَّ موسى عليه السلام رحل مسافةً طويلةً، ولقي النَّصب في طلبه، وترك القعود عند بني إسرائيل لتعليمهم وإرشادهم، واختار السفر لزيادة العلم على ذلك.
ومنها: البداءةُ بالأهمِّ فالأهمِّ؛ فإنَّ زيادة العلم وعلم الإنسان أهمُّ من تَرْكِ ذلك والاشتغال بالتعليم من دون تزوُّد من العلم، والجمعُ بين الأمرين أكمل.
ومنها: جواز أخذِ الخادم في الحضَرِ والسفر؛ لكفاية المؤن وطلب الراحة؛ كما فعل موسى.
ومنها: أنَّ المسافر لطلب علم أو جهادٍ أو نحوه، إذا اقتضتِ المصلحةُ الإخبار بمطلبه وأين يريدُه؛ فإنَّه أكمل من كتمه؛ فإنَّ في إظهاره فوائدَ من الاستعداد له عدَّته وإتيان الأمر على بصيرةٍ وإظهار الشوق لهذه العبادة الجليلة؛ كما قال موسى: {لا أبرحُ حتى أبلغَ مجمع البحرين أو أمضيَ حُقُباً}، وكما أخبر النبيُّ - صلى الله عليه وسلم - أصحابه حين غزا تبوك بوجهه مع أنَّ عادته التَّورية، وذلك تَبَعٌ للمصلحة.
ومنها: إضافةُ الشرِّ وأسبابه إلى الشيطان على وجه التسويل والتزيين، وإنْ كان الكلُّ بقضاء الله وقدره؛ لقول فتى موسى: {وما أنسانيهُ إلاَّ الشيطانُ أنْ أذْكُرَهُ}.
ومنها: جواز إخبار الإنسان عمَّا هو من مقتضى طبيعة النفس من نَصَبٍ أو جوع أو عطش إذا لم يكنْ على وجه التسخُّط وكان صدقاً؛ لقول موسى: {لقد لقينا من سَفَرِنا هذا نَصَباً}.
ومنها: استحبابُ كون خادم الإنسان ذكيًّا فطناً كيِّساً؛ ليتمَّ له أمره الذي يريده.
ومنها: استحباب إطعام الإنسان خادمه من مأكله وأكلهما جميعاً؛ لأنَّ ظاهر قوله: {آتنا غداءنا}: إضافة إلى الجميع: أنَّه أكل هو وهو جميعاً.
ومنها: أنَّ المعونة تنزل على العبد على حسب قيامه بالمأمور به، وأنَّ الموافق لأمر الله يُعان ما لا يُعان غيره؛ لقوله: {لقد لَقينا من سَفَرِنا هذا نَصَباً}، والإشارة إلى السفر المجاوز لمجمع البحرين، وأما الأول؛ فلم يَشْتكِ منه التعب مع طولِهِ؛ لأنَّه هو السفر على الحقيقة، وأما الأخير؛ فالظاهر أنه بعض يوم؛ لأنَّهم فقدوا الحوتَ حين أووا إلى الصخرة؛ فالظاهر أنَّهم باتوا عندها، ثم ساروا من الغد، حتى إذا جاء وقتُ الغداء؛ قال موسى لفتاه: آتنا غداءنا؛ فحينئذٍ تذكَّرَ أنَّه نَسِيَهُ في الموضع الذي إليه منتهى قصده.
ومنها: أنَّ ذلك العبد الذي لقياه ليس نبيًّا، بل عبداً صالحاً؛ لأنَّه وصفه بالعبوديَّة، وذكر منَّة الله عليه بالرحمة والعلم، ولم يَذْكُر رسالته ولا نبوَّته، ولو كان نبيًّا؛ لذكر ذلك كما ذكر غيره. وأما قوله في آخر القصة: {وما فعلتُهُ عن أمري}؛ فإنَّه لا يدلُّ على أنَّه نبيٌّ، وإنَّما يدلُّ على الإلهام والتحديث؛ كما يكون لغير الأنبياء؛ كما قال تعالى: {وأوْحَيْنا إلى أمِّ موسى أنْ أرْضِعيه}، {وأوْحى ربُّك إلى النَّحْل أنِ اتَّخِذي من الجبال بيوتاً}.
ومنها: أنَّ العلم الذي يعلِّمه الله لعبادِهِ نوعان: علمٌ مكتسبٌ يدرِكُه العبد بجدِّه واجتهاده، ونوعٌ: علمٌ لَدُنِّيٌّ يهبُه الله لمن يمنُّ عليه من عباده؛ لقوله: {وعلَّمْناه من لَدُنَّا علماً}.
ومنها: التأدب مع المعلِّم وخطاب المتعلِّم إيَّاه ألطف خطاب؛ لقول موسى عليه السلام: {هل أتَّبِعُك على أن تُعَلِّمني مما عُلِّمْتَ رُشْداً}: فأخرج الكلام بصورة الملاطفة والمشاورة، وأنَّك هل تأذنُ لي في ذلك أم لا؟ وإقرارُهُ بأنَّه يتعلَّم منه؛ بخلاف ما عليه أهل الجفاء أو الكِبْر، الذي لا يُظْهِر للمعلِّم افتقاره إلى علمه، بل يدَّعي أنَّه يتعاون هو وإيَّاه، بل ربَّما ظنَّ أنه يعلِّم معلِّمه وهو جاهلٌ جدًّا؛ فالذُّلُّ للمعلم وإظهارُ الحاجة إلى تعليمه من أنفع شيء للمتعلم.
ومنها: تواضع الفاضل للتعلُّم ممَّن دونه؛ فإنَّ موسى بلا شكٍّ أفضل من الخضر.
ومنها: تعلُّم العالم الفاضل للعلم الذي لم يتمهَّر فيه ممَّن مَهَرَ فيه، وإنْ كان دونَه في العلم بدرجاتٍ كثيرةٍ؛ فإنَّ موسى عليه السلام من أولي العزم من المرسلين، الذين منحهم الله وأعطاهم من العلم ما لم يعطِ سواهم، ولكن في هذا العلم الخاصِّ كان عند الخضر ما ليس عنده؛ فلهذا حرص على التعلُّم منه؛ فعلى هذا لا ينبغي للفقيه المحدِّث إذا كان قاصراً في علم النحو أو الصرف أو نحوه من العلوم أن لا يتعلَّمه ممَّن مَهَرَ فيه، وإنْ لم يكنْ محدِّثاً ولا فقيهاً.
ومنها: إضافة العلم وغيره من الفضائل لله تعالى، والإقرار بذلك، وشكر الله عليها؛ لقوله: {تُعَلِّمَني مما عُلِّمْتَ}؛ أي: مما علمك الله تعالى.
ومنها: أن العلم النافع هو العلم المرشد إلى الخير، فكلُّ علم يكون فيه رشد وهداية لطريق الخير وتحذيرٌ عن طريق الشرِّ أو وسيلة لذلك؛ فإنَّه من العلم النافع، وما سوى ذلك؛ فإمَّا أن يكون ضارًّا أو ليس فيه فائدةٌ؛ لقوله: {أن تُعَلِّمَني مما عُلِّمْتَ رُشْداً}.
ومنها: أن من ليس له قوَّة الصبر على صحبة العالم والعلم وحسن الثَّبات على ذلك؛ أنَّه [يفوته بحسب عدم صبره كثير من] العلم؛ فمن لا صبر له؛ لا يدرِكُ العلم، ومن استعمل الصبر ولازمه؛ أدرك به كل أمرٍ سعى فيه؛ لقول الخضر يتعذر من موسى بذكر المانع لموسى من الأخذ عنه: إنَّه لا يصبر معه.
ومنها: أن السبب الكبير لحصول الصبر إحاطةُ الإنسان علماً وخبرةً بذلك الأمر الذي أمِرَ بالصبر عليه، وإلاَّ؛ فالذي لا يدريه أو لا يدري غايته ولا نتيجته ولا فائدته وثمرته ليس عنده سببُ الصبر؛ لقوله: {وكيف تصبِرُ على ما لم تُحِطْ به خُبْراً}؛ فجعل الموجب لعدم صبرِهِ عدم إحاطته خُبراً بالأمر.
ومنها: الأمر بالتأنِّي والتثبُّت وعدم المبادرة إلى الحكم على الشيء حتى يعرفَ ما يُراد منه وما هو المقصود.
ومنها: تعليقُ الأمور المستقبلة التي من أفعال العباد بالمشيئة، وأن لا يقولَ الإنسان للشيء: إني فاعل ذلك في المستقبل إلاَّ أن يقول إن شاء الله.
ومنها: أن العزم على فعل الشيء ليس بمنزلة فعله؛ فإنَّ موسى قال: {سَتَجِدُني إن شاء الله صابراً}: فوطَّن نفسه على الصبر ولم يفعل.
ومنها: أنَّ المعلِّم إذا رأى المصلحة في إيزاعه للمتعلِّم أن يترك الابتداء في السؤال عن بعض الأشياء حتى يكون المعلِّم هو الذي يوقفه عليها؛ فإنَّ المصلحة تتَّبع؛ كما إذا كان فهمه قاصراً، أو نهاه عن الدقيق في سؤال الأشياء التي غيرها أهمُّ منها أو لا يدرِكُها ذهنُه، أو يسأل سؤالاً لا يتعلَّق في موضع البحث.
ومنها: جواز ركوب البحر في غير الحالة التي يخاف منها.
ومنها: أنَّ الناسي غير مؤاخذٍ بنسيانه؛ لا في حقِّ الله، ولا في حقوق العبادِ؛ لقوله: {لا تؤاخِذْني بما نسيتُ}.
ومنها: أنَّه ينبغي للإنسان أن يأخُذَ من أخلاق الناس ومعاملاتهم العفوَ منها وما سمحتْ به أنفسُهم، ولا ينبغي له أن يكلِّفَهم ما لا يطيقون أو يشقَّ عليهم ويرهِقَهم؛ فإنَّ هذا مدعاةٌ إلى النفور منه والسآمة، بل يأخذ المتيسِّر ليتيسر له الأمر.
ومنها: أنَّ الأمور تجري أحكامها على ظاهرها، وتُعَلَّقُ بها الأحكام الدنيويَّة في الأموال والدماء وغيرها؛ فإنَّ موسى عليه السلام أنكر على الخضِرِ خرقَه السفينة وقتلَ الغلام، وأنَّ هذه الأمور ظاهرها أنَّها من المنكر، وموسى عليه السلام لا يَسَعُهُ السكوتُ عنها في غير هذه الحال التي صَحِبَ عليها الخضر، فاستعجل عليه السلام، وبادَرَ إلى الحكم في حالتها العامَّة، ولم يلتفتْ إلى هذا العارض الذي يوجب عليه الصبر وعدم المبادرةِ إلى الإنكار.
ومنها: القاعدة الكبيرة الجليلة، وهو أنَّه يُدْفَعُ الشرُّ الكبير بارتكاب الشرِّ الصغير، ويُراعى أكبر المصلحتين بتفويت أدناهما؛ فإنَّ قتل الغلام شرٌّ، ولكنَّ بقاءه حتى يفتن أبويه عن دينهما أعظمُ شرًّا منه، وبقاء الغلام من دون قتل وعصمته وإن كان يظنُّ أنه خيرٌ؛ فالخير ببقاء دين أبويه وإيمانهما خيرٌ من ذلك؛ فلذلك قَتَلَهُ الخضر. وتحت هذه القاعدة من الفروع والفوائد ما لا يدخُلُ تحت الحصر، فتزاحُمُ المصالح والمفاسدِ كلِّها داخلٌ في هذا.
ومنها: القاعدة الكبيرة أيضاً، وهي أنَّ عمل الإنسان في مال غيره إذا كان على وجه المصلحة وإزالةِ المفسدةِ أنَّه يجوزُ، ولو بلا إذنٍ، حتى ولو ترتَّب على عمله إتلافُ بعض مال الغير؛ كما خَرَقَ الخضر السفينةَ لتعيبَ فتسلمَ من غَصْب الملك الظالم؛ فعلى هذا: لو وقع حرقٌ أو غرق أو نحوهما في دار إنسانٍ أو ماله، وكان إتلافُ بعض المال أو هدمُ بعض الدار فيه سلامةٌ للباقي؛ جاز للإنسان، بل شُرِعَ له ذلك؛ حفظاً لمال الغير. وكذلك لو أراد ظالمٌ أخذَ مال الغير، ودفع إليه إنسانٌ بعض المال افتداءً للباقي؛ جاز، ولو من غير إذن.
ومنها: أن العمل يجوز في البحر كما يجوز في البرِّ؛ لقوله: {يعملون في البحر}، ولم ينكر عليهم عملهم.
ومنها: أنَّ المسكين قد يكون له مالٌ لا يبلُغ كفايته ولا يخرجُ بذلك عن اسم المسكنة؛ لأنَّ الله أخبر أنَّ هؤلاء المساكين لهم سفينة.
ومنها: أنَّ القتل من أكبر الذنوب؛ لقوله في قتل الغلام: {لقد جئتَ شيئا نُكْراً}.
ومنها: أنَّ القتل قصاصاً غير مُنْكَرٍ؛ لقوله: {بغيرِ نفسٍ}.
ومنها: أنَّ العبد الصالح يحفظُهُ الله في نفسه وفي ذُرِّيَّتِهِ.
ومنها: أن خدمة الصالحين أو مَنْ يتعلَّق بهم أفضل من غيرها؛ لأنَّه علَّل استخراج كنزهما وإقامة جدارهما بأنَّ أباهما صالح.
ومنها: استعمال الأدب مع الله تعالى في الألفاظ؛ فإنَّ الخضر أضاف عَيْبَ السفينة إلى نفسه؛ بقوله: {فأردتُ أن أعيبها}، وأما الخيرُ؛ فأضافه إلى الله تعالى؛ لقوله: {فأراد ربُّك أن يَبْلُغا أشدَّهما ويستخرِجا كَنزَهما رحمةً من ربِّك}؛ كما قال إبراهيم عليه السلام: {وإذا مرضْتُ فهو يشفينِ}، وقالت الجنُّ: {وأنَّا لا ندري أشرٌّ أريدَ بِمَن في الأرض أم أرادَ بهم ربُّهم رَشَداً}؛ مع أنَّ الكلَّ بقضاء الله وقدره.
ومنها: أنَّه ينبغي للصاحب أن لا يفارِقَ صاحبه في حالةٍ من الأحوال ويترك صحبتَهُ حتى يُعْتِبَه ويُعْذِرَ منه؛ كما فعل الخضر مع موسى.
ومنها: أن موافقة الصاحب لصاحبه في غير الأمور المحذورة مدعاةٌ وسببٌ لبقاء الصحبة وتأكُّدها؛ كما أنَّ عدم الموافقة سببٌ لقطع المرافقة.
[ومنها: أن هذه القضايا التي أجراها الخضر هي قدر محض، أجراها اللَّه وجعلها على يد هذا العبد الصالح ليستدل العباد بذلك على ألطافه في أقضيته، وأنه يقدر على العبد أموراً يكرهها جداً وهي صلاح دينه، كما في قضية الغلام، أو وهي صلاح دنياه كما في قضية السفينة، فأراهم نموذجاً من لطفه وكرمه ليعرفوه، ويرضوا غاية الرضا بأقداره الكريهة].
82. Düzelttiğim
“duvara gelince o, şehirdeki iki yetim çocuğa aitti. Altında da onlara ait bir define vardı. Babaları da salih bir kimse idi.” Bu çocukların hali de onlara şefkat ve merhamet etmeyi gerektiriyordu. Çünkü babalarını kaybetmiş küçük çocuklardı. Allah da babalarının salih olması dolayısıyla onları korumuştu.
“Bu sebeple Rabbin, ikisinin de rüşt çağına ermelerini ve Rabbinden bir rahmet olarak definelerini çıkarmalarını diledi.” İşte ben, bunun için duvarı yıktım. Onun altındaki hazineyi çıkartıp duvarı da eski haline çevirdim ve bunun için herhangi bir ücret de istemedim.
“Rabbinden bir rahmet olmak üzere” yani benim bu yaptığım Allah’ın bir rahmetinin sonucudur ki O, bu rahmeti kulu Hızır’a vermişti.
“Ben bunları kendiliğimden yapmadım.” Kendiliğimden ve sırf kendi irademle yapmadım. Bu, ancak Allah’tan bir rahmet ve O’nun emri ile olmuştur.
“İşte senin sabredemediğin şeylerin iç yüzü budur.” benim sana yaptığım bu açıklamalardır.
[Bu Kıssanın İhtivâ Ettiği İbretler ve Hükümler:]
Bu hayret verici ve son derece değerli kıssada pek çok faydalı husus, ahkâm ve kaideler bulunmaktadır.
Yüce Allah’ın yardımıyla bunların bazılarına dikkat çekelim:
1. İlmin fazileti, ilim talebi için yolculuk yapmak ve ilmin en önemli iş olduğu. Çünkü Mûsâ aleyhisselam uzun bir mesafeye yolculuk yapmış, ilim talebi uğrunda çokça yorulmuş, İsrailoğulları arasında onlara öğretmek ve irşadda bulunmak için kalmayı terk ederek, ilmini daha çok artırmak amacıyla yolculuğu buna tercih etmiştir.
2. Daha önemli olanı başa alarak ondan başlamak. Çünkü ilim öğrenmek, onu terk etmekten ve ilim öğrenmeksizin sadece öğretim ile meşgul olmaktan daha önemlidir. Her ikisini bir arada yapmak ise en mükemmelidir.
3. İhtiyaçların karşılanması ve daha rahat etmek maksadıyla yolculukta da ikamet halinde de -Mûsâ’nın yaptığı şekilde- hizmetçi edinmek caizdir.
4. İlim, cihad vb. bir maksatla yolculuk yapan kimse, eğer maslahat maksadı ve nereye gidildiğini açıklamasını gerektiriyor ise bunu açıklaması gizlemesinden daha uygundur. Çünkü bunu açıklamanın, bu yolculuğa gerekli hazırlıkları yapmak, gerekli araçları edinmek,
basiret üzere işini yapmak ve bu üstün ibadet arzusunu izhar etmek gibi faydaları vardır: Nitekim Mûsâ da:
“Durmayacağım, tâ iki denizin birleştiği yere kadar varacağım yahut yıllarca gideceğim” demişti. Diğer taraftan Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de Tebûk gazvesine çıkacağı vakit, genelde âdeti gideceği istikametten farklı bir yönü vehmettirmek olduğu halde, gideceği ciheti ashabına açıkça haber vermiştir
(ki ona göre hazırlansınlar). Bu, maslahata bağlı bir şeydir.
5. Şerri ve şerrin sebeplerini, şeytanın süslü ve güzel göstermesi anlamında şeytana izafet etmek caizdir. Her ne kadar hayrı ve şer Allah’ın kaza ve kaderiyle oluyorsa da bu, caizdir.
Çünkü Mûsâ’nın yanındaki delikanlı: “Onu hatırlamamı bana şeytandan başkası unutturmadı” demiştir.
6. Nefsin tabiatının bir gereği olan yorgunluk, açlık yahut susuzluk gibi hallerin -eğer bunlardan şikayet maksadıyla söylenmiyorsa ve gerçekten öyle ise- dile getirilip başkasına bildirilmesi caizdir.
Çünkü Mûsâ da: “Bu yolculuğumuzda gerçekten yorgun düştük” demiştir.
7. İnsanın hizmetinde kullanacağı kişinin aklı başında, zeki ve ince kavrayışlı olması istenen bir şeydir. Böylelikle ondan isteyeceği işi tam anlamıyla gerçekleştirmesi mümkün olur.
8. İnsanın hizmetinde kullandığı kişiye kendi yediğinden yedirmesi ve birlikte yemeleri müstehabdır.
Çünkü Yüce Allah’ın: “Kuşluk yemeğimizi getir” ifadesinin zahirine göre yemek, ikisine birden izafe edilmiştir ve ikisinin birlikte yediğini ortaya koymaktadır.
9. İlahi yardım kulun emrolunduğu işi yerine getirmesi oranında iner. Allah’ın emrine uygun hareket eden kimseye başkalarına ulaşmayacak kadar ilâhi yardım ulaşır.
Çünkü: “Bu yolculuğumuzda gerçekten yorgun düştük” buyruğu bunu göstermektedir. Bununla da iki denizin birleştiği yeri aşan yolculuğa işaret edilmektedir. Ancak iki denizin birleştiği noktaya kadar olan mesafe, daha uzun olmakla birlikte yorgunluk şikâyeti söz konusu olmamıştır. Çünkü asıl gerçek yolculuğu o idi. İkinci mesafe ise görüldüğü kadarıyla bir günün bir bölümünü kapsamakta idi. Çünkü onlar, kayanın yanında istirahate çekildikleri vakitte balıklarını kaybetmişlerdi. Ve yine anlaşıldığı kadarıyla onlar, o kayanın yakınında gecelerini geçirmişler ve ertesi günü yola koyulmuşlardı. Nihâyet kuşluk yemeklerini yeme vakitleri gelince Mûsâ aleyhisselam,
yanındaki genç delikanlıya: “Kuşluk yemeğimizi getir” demiş ve o da o vakit asıl varacakları yer olan o noktada balığı unutmuş olduğunu hatırladı.
10. Mûsâ ile yanındaki delikanlının karşılaştıkları kul, bir peygamber değildi. Salih bir kul idi. Çünkü Yüce Allah, onu kul olmakla vasfetmiştir. Ayrıca ona rahmet ve ilim ihsan etmiş olduğunu hatırlatmış ama onun risaletinden ve nübüvvetinden söz etmemiştir. Eğer o bir peygamber olsa idi Yüce Allah, başka peygamberlerde olduğu gibi bunu da açıkça zikrederdi. Hızır olduğu belirtilen bu zatın kıssanın sonunda
“Ben bunları kendiliğimden yapmadım” sözleri, onun peygamber olduğuna delil olamaz. Bu buyruk, ancak ilhama ve birtakım şeyleri sezdirmeye delalet eder. Peygamber dışındakilere verilen ilham ve sezgi gibi.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Mûsâ’nın anasına: O’nu emzir... diye vahiy/ilham ettik.” (el-Kasas, 28/7);
“Rabbin bal arısına vahiy/ilham etti ki: Dağlarda, ağaçlarda... evler edin” (en-Nahl, 16/68)
11.
Allah’ın kullarına öğrettiği bilgi iki türlüdür: Birisi, kulun gayret ve çabaları ile elde edebileceği kesbî ilim, diğeri ise Yüce Allah’ın kullarından ihsan ve lütufta bulunduğu kimselere bağışladığı ledünnî/vehbî bir ilim.
Çünkü Yüce Allah: “biz ona… nezdimizden bir ilim öğretmiştik.” buyurmaktadır.
12. Hocaya karşı edepli davranmak ve öğrencinin ona en güzel bir şekilde hitap etmesi.
Çünkü Mûsâ: “Sana öğretilen ilimden bana, doğru yolu gösterecek bir şeyler öğretmen için sana tâbi olabilir miyim?” diyerek nazikçe hitap etmişti. Mûsâ, bu sözlerini ince bir üslup ve danışmak isteyen bir kimsenin edasıyla söylemiş, adeta
“Bu hususta bana izin verir misiniz?” diye sormuştu. Ayrıca ondan birtakım şeyleri öğreneceğini de kabul etmişti. Hocasının bilgisine muhtaç olduklarını itiraf etmeyen, aksine kendileri ile onun arasında bir dayanışma olduğu iddiasında bulunan kibir ehli ve kaba kimseler ise böyle davranmazlar. Hatta bu gibi kimseler bazen kendilerinin hocalarına bir şeyler öğrettiklerini ve hocalarının gerçekten cahil olduğunu dahi zannederler. Hocaya karşı alçak gönüllü olmak ve onun öğreteceği şeylere muhtaç olduğunu ifade etmek, öğrencilik yapana faydalı olan en önemli hususlardan birisidir.
13. İlim öğrencisi daha faziletli olsa da kendisinden daha alt seviyede olan hocasına karşı mütevazı davranmalıdır. Çünkü Mûsâ’nın Hızır’dan daha faziletli olduğunda hiçbir şüphe yoktur.
14. Fazilet sahibi alim, uzman olmadığı bir bilgiyi o hususta uzaman olan bir kimseden -o ilimde kendisinden çok daha aşağıda bulunsa dahi- öğrenebilmelidir. Çünkü Mûsâ aleyhisselam, Yüce Allah’ın başkalarına vermemiş olduğu ilmi kendilerine bağışlamış olduğu azim sahibi
(ulu’l-azm) rasûllerdendir. Ancak Hızır’ın sahip olduğu bu özel bilgi türünde Mûsâ onun kadar ileri değildi. Bundan dolayı ondan ilim öğrenmeye özel gayret göstermiştir. Buna göre mesela fakih ve muhaddis olan bir kimse, eğer nahiv, sarf vb. herhangi bir ilimde nispeten geri ise bu konuda ileride olan kimselerden -muhaddis veya fakih olmasalar dahi- ders almaktan çekinmemelidir.
15. İlim ve onun dışındaki faziletleri Yüce Allah’a izafe etmek, bunu ikrar ve itiraf etmek ve bunlara karşılık Allah’a şükretmek gerekir. Nitekim
“sana öğretilen ilimden” ifadesi de
“Yüce Allah’ın sana öğrettiklerinden bana da öğretmen için” anlamındadır.
16. Faydalı bilgi hayra götüren, ulaştıran bilgidir. Doğruluk ihtiva eden, hayır yollarına ileten, kötü yollardan sakındıran yahut da bunlara vesile olan şeylerden olan her bir ilim, faydalı ilim kapsamı içerisindedir. Bunun dışında kalan bilgiler ise ya zararlıdır yahut da onlarda hiçbir fayda yoktur.
Yüce Allah'ın: “Sana öğretilen ilimden bana, doğruyu gösterecek bir şeyler öğretmen için...” buyruğu bunu göstermektedir.
17. Alim ile birlikte olmaya ve ilim öğrenmeye sabredip dayanabilme gücü bulunmayan, bu hususta güzelce sebat gösteremeyen bir kimse, sabırsızlığı oranında ilimden pek çok şeyi kaçırır. Çünkü sabırlı olamayan bir kimse, ilim elde edemez. Sabrı elden bırakmayan kimse ise hangi işte gayret gösterirse O’na ulaşır. Çünkü Hızır, Mûsâ’nın kendisinden bir şeyler öğrenmesini engelleyen hususun, kendisi ile birlikte olmaya sabır gösteremeyeceği olduğunu belirtmiştir.
18. Sabrın gerçekleşmesinin en büyük sebebi, insanın sabır göstermesi emredilen hususu gereği gibi bilmesi ve ondan haberdar olmasıdır. O husus hakkında bilgi sahibi olmayan yahut onun amacını ve sonucunu bilmeyen, nasıl bir fayda ve kazanç sağlayacağından haberdar olmayan kimse, sabrın temelini oluşturan sebebe sahip değildir.
Çünkü: “İç yüzünü kavrayamadığın bir şeye nasıl sabredeceksin ki?” buyruğunda işi gereği gibi kavramayamış olmanın sabretmeye engel olacağı zikredilmektedir.
19. Aceleci olmamak, iyice araştırıp öğrenmek, herhangi bir şey hakkında maksadını bilmeden, nasıl bir amaç güdüldüğünü anlamadan hüküm vermekte acele etmemek gerekir.
20. Kullar geleceğe dair yapacakları işleri, Allah’ın meşietine bağlı olarak ifade etmeli ve insan herhangi birşey hakkında
“inşaallah” demeksizin ben bu işi yapacağım dememelidir.
21. Herhangi bir şeyi yapmaya karar vermek, o işi yapmaya denk değildir. Çünkü Mûsâ aleyhisselam: “İnşaallah beni sabırlı bulacaksın” diyerek kendisini sabra hazırladı ama bunu yapamadı.
22. Hoca eğer öğrencisine işin başında bazı hususlara dair, o hususların iç yüzünü ona kendisi anlatıncaya soru sormaktan uzak durmasını maslahata uygun görürse hiç şüphesiz maslahat neyi gerektiriyorsa ona uymak gerekir. Mesela daha önemli işler varken başkasını soruyorsa yahut zihnen idrak edemeyeceği ya da konu ile ilgisi olmayan bir hususa dair soru soracaksa soru sormasını engelleyebilir.
23. Tehlike bulunmaması halinde deniz yolculuğu yapmak caizdir.
24. Unutan bir kimse, ister Allah’a ait ister kullara ait haklar dolayısıyla olsun, unutmasından ötürü sorumlu değildir.
Çünkü: “Unuttuğum bir şeyden ötürü beni azarlama!” sözü bunu gerektirir.
25. İnsan başkaları ile ilişkilerinde ve ahlâkında onlara yük teşkil etmemeli, kolaylık sağlamalı ve gönül hoşluğuyla yapabildikleriyle yetinmelidir. Güç yetiremeyecekleri yahut onlara ağır gelecek veya sıkıntıya sokacak şeyleri onlara yüklememelidir. Böyle bir şeye kalkışmak, onların kendisinden uzaklaşmasına ve usanmalarına sebep olur. Bunun yerine işin kolaylaşması için kolay olanı esas almalıdır.
26. İşlerin hükümleri zahirlerine göredir. Mal, can ve benzeri hususlarda da dünyevi hükümler bu zahire göredir. O yüzden Mûsâ aleyhisselam, Hızır’ın gemiyi delmesini ve çocuğu öldürmesini tepki ile karşılamıştır. Çünkü bu işler, zahiren münker işlerdir. Mûsâ aleyhisselam ise Hızır ile arkadaşlık ettiği bu halin dışında bu gibi şeylere sessiz kalamazdı. O yüzden Mûsâ, tepki göstermekte aceleci davranmış ve bu gibi işlerin genellikle görülen hallerindeki hükmü ne ise onun gereğini yapmaya kalkışmış, sabretmesini ve tepki göstermekte acele etmemesini gerektiren bu arızî ve istisnai duruma aldırış etmemiştir.
27.
“Küçük olan kötülük işlenmek suretiyle daha büyük olan kötülük bertaraf edilir; maslahat olan iki husustan da daha büyük olanı göz önünde bulundurularak küçük maslahat büyük olana feda edilir” şeklindeki büyük kaide de burdan anlaşılmaktadır. Çünkü çocuğun öldürülmesi bir kötülüktür. Fakat anne babasını dinleri dolayısıyla fitneye düşürecek hale gelinceye kadar hayatta kalması, ondan daha büyük bir kötülüktür. Çocuğun öldürülmedense hayatta kalıp korunmasının daha hayırlı olduğu düşünülebilirse de anne ve babasının din ve imanlarının selamette kalması bundan daha hayırlıdır. Bundan dolayı Hızır onu öldürmüştür. Bu kaidenin kapsamına sayılamayacak kadar çok fer’i mesele ve faydalı hükümler girer. Her türlü fayda ve zarar çatışması, bu kaidenin kapsamına girmektedir.
28.
Yine büyük kaidelerden birisi de şudur: “İnsanın başkasının malındaki tasarrufu, eğer maslahatı sağlamak ve kötülüğü engellemek şeklinde ise izinsiz olsa dahi caizdir.” Hatta bu işi yapanın ameli dolayısıyla başkasının malının telef edilmesi söz konusu olsa bile bu böyledir. Nitekim Hızır, gemiyi kusurlu olsun diye delmiş ve böylelikle gemi zalim hükümdarın gasbına maruz kalmaktan kurtulmuştur. Buna göre bir kimsenin evinde veya malında herhangi bir yangın, suya batma vb. bir tehlike vukua gelecek olup da malın bir bölümünün telef edilmesi yahut evin bir tarafının yıkılması ile geri kalanı kurtulabilecekse kişinin başkasına ait olan malı korumak üzere böyle bir tasarrufta bulunması caizdir, hatta gereklidir. Aynı şekilde zalim bir kimse başkasının malını almak isterse bir kimse de geri kalanını kurtarmak maksadıyla malın bir bölümünü ona verse, sahibinin izni olmadan dahi bu tasarruf caizdir.
29. Karada çalışmak caiz olduğu gibi denizde çalışmak da caizdir.
Çünkü Yüce Allah: “O gemi, denizde çalışan birtakım yoksullara aitti” buyurmakta ve onların yaptıkları işi reddetmemektedir.
30. Yoksulun
(miskin) bazen ihtiyacını karşılayamayacak kadar bir malı bulunabilir. Bu, kişiyi
“miskin”lik derecesinden yukarıya çıkartmaz. Çünkü Yüce Allah, bu miskin/yoksul kimselerin bir gemileri olduğunu bize haber vermektedir.
31. Cana kıymak/öldürme en büyük günahlardandır. Nitekim Hızır, çocuğu öldürünce Mûsâ: “Gerçekten sen çok çirkin bir şey yaptın!” demiştir.
32. Kısas ile birisini öldürmek münker bir iş değildir.
“Başka bir cana karşılık olmaksızın...” ifadesi bunu göstermektedir.
33. Salih olan kulu Yüce Allah, bizzat kendisini koruduğu gibi onun zürriyetini de korur.
34. Salih kimselere yahut da onlara yakın olanlara hizmet etmek, başka hizmetlerden daha üstündür. Çünkü Hızır, çocukların hazinelerini çıkartıp da duvarlarını doğrultmasını, babalarının salih kimse oluşuna bağlamıştır.
35. Yüce Allah’a karşı kullanılan ifade ve lafızlarda edebi elden bırakmamalıdır.
Çünkü Hızır gemiyi kusurlu kılma işini: “Ben onu kusurlu yapmak istedim” ifadesiyle kendi nefsine izafe etmiştir. Hayırlı olan işi ise Yüce Allah’a izafe etmiştir.
Şöyle ki: “Bu sebeple Rabbin ikisinin de rüşt çağına ermelerini ve Rabbinden bir rahmet olarak definelerini çıkarmalarını diledi” buyruğunda bu hayırlı işi, Yüce Allah’a izafe etmiştir.
Nitekim İbrahim aleyhisselam da: “Hastalandığımda bana şifa veren O’dur.” (eş-Şuarâ, 76/80) demiş
(şifada olduğu gibi hastalığı Allah’a izafe etmemiştir).
Cinler de: “Doğrusu biz yerde bulunanlar için şer mi murad edildi yoksa Rableri onlar hakkında hayır mı murad etti, bilmiyoruz.” (el-Cin, 72/10) demişlerdir. Halbuki hayır ve şer hepsi de Allah’ın kaza ve kaderi iledir.
36. Arkadaşlık eden kimse, herhangi bir halde arkadaşına mazeretini beyan edip onu razı etmedikçe arkadaşından ayrılmamalı, onun arkadaşlığını terk etmemelidir. Nitekim Hızır da Mûsâ’ya böyle davranmıştır.
37. Sakıncalı olmayan hususlarda arkadaşın arkadaşına uygun hareket etmesi, arkadaşlığın devamına ve pekişmesine sebeptir. Nitekim uyuşmamak da arkadaşlığın kesilmesine sebep olur.
38. Hızırın icra etmiş olduğu bütün bu işler tamamen kaderin gereğidir. Allah onları bu salih kulun elinde icra etmiştir ki kullar, O’nun kader ve kazasındaki lütuf ve hikmetleri idrak edebilsinler. O’nun, kulu hakkında hiç mi hiç hoşlanmayacağı bazı şeyler takdir edebileceğini ve aslında o şeylerin o kulun dini için daha uygun olabileceğini -ki çocuğu öldürülmesi meselesi buna örnektir- ya da dünyası için daha uygun olabileceğini -ki delinen gemi meselesi böyledir- anlasınlar. Böylece Allah, kullarına lütfundan ve kereminden birer örnek sunmuştur ki onları bilsinler ve O’nun hoşlanılmayan takdirlerine rıza ile teslim olsunlar.
{وَيَسْأَلُونَكَ عَنْ ذِي الْقَرْنَيْنِ قُلْ سَأَتْلُو عَلَيْكُمْ مِنْهُ ذِكْرًا (83) إِنَّا مَكَّنَّا لَهُ فِي الْأَرْضِ وَآتَيْنَاهُ مِنْ كُلِّ شَيْءٍ سَبَبًا (84) فَأَتْبَعَ سَبَبًا (85) حَتَّى إِذَا بَلَغَ مَغْرِبَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَغْرُبُ فِي عَيْنٍ حَمِئَةٍ وَوَجَدَ عِنْدَهَا قَوْمًا قُلْنَا يَاذَا الْقَرْنَيْنِ إِمَّا أَنْ تُعَذِّبَ وَإِمَّا أَنْ تَتَّخِذَ فِيهِمْ حُسْنًا (86) قَالَ أَمَّا مَنْ ظَلَمَ فَسَوْفَ نُعَذِّبُهُ ثُمَّ يُرَدُّ إِلَى رَبِّهِ فَيُعَذِّبُهُ عَذَابًا نُكْرًا (87) وَأَمَّا مَنْ آمَنَ وَعَمِلَ صَالِحًا فَلَهُ جَزَاءً الْحُسْنَى وَسَنَقُولُ لَهُ مِنْ أَمْرِنَا يُسْرًا (88)}.
83- Sana Zulkarneyn’i soruyorlar.
De ki: “Size ondan öğüt alınacak bir haber okuyacağım.”
84- Gerçekten biz, ona yeryüzünde iktidar ve
(ihtiyaç duyduğu) her şeye ulaştıracak bir sebep/yol vermiştik.
85- O da bir sebebi/yolu takip etti.
86- Nihâyet güneşin battığı yere ulaşınca onu kara çamurlu bir pınarda batarken gördü. O pınarın yanında da bir kavim buldu.
Dedik ki: “Ey Zülkarneyn! Ya onları cezalandırırsın ya da güzel bir muamelede bulunursun.”
87-
Dedi ki: “Kim zulmederse onu cezalandırırız. Sonra o Rabbine döndürülür, Rabbi de onu feci bir azaba uğratır.”
88- “Fakat kim iman edip de salih amel işlerse, onun için mükâfaat olarak en güzeli vardır. Ayrıca ona buyruğumuzdan kolay olanları söyleyeceğiz.
#
{83} كان أهل الكتاب أو المشركون سألوا رسولَ الله - صلى الله عليه وسلم - عن قصَّة ذي القرنين، فأمره الله أن يقول: {سأتلو عليكم منه ذِكْراً}: فيه نبأٌ مفيدٌ وخطابٌ عجيبٌ؛ أي: سأتلو عليكم من أحواله ما يُتَذَكَّر فيه ويكون عبرةً، وأما ما سوى ذلك من أحواله؛ فلم يَتْلُه عليهم.
83. Kitab ehli yahut müşrikler Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e Zulkarneyn kıssası hakkında soru sormuşlardı.
Yüce Allah da ona: “Size ondan öğüt alınacak bir haber okuyacağım” diye cevap vermesini emretmiştir. Onun kıssasında faydalı bir haber ve hayret verici bir öğüt vardır. Yani ben, sizlere onun halleri arasından ibret olacak ve öğüt alınacak şeyler okuyacağım. Bunun dışındaki hallerini ise onlara okumamıştır.
#
{84 ـ 85} {إنَّا مَكَّنَّا له في الأرض}؛ أي: مَلَّكَهُ الله تعالى ومكَّنه من النفوذ في أقطار الأرض وانقيادهم له. {وآتَيْناه من كلِّ شيءٍ سبباً. فأتبع سبباً}؛ أي: أعطاه الله من الأسباب الموصلة له لما وَصَلَ إليه ما به يستعين على قهر البلدان وسهولة الوصول إلى أقاصي العمران، وعَمِلَ بتلك الأسباب التي أعطاه الله إياها؛ أي: استعملها على وجهها؛ فليس كلُّ من عنده شيءٌ من الأسباب يسلُكُه، ولا كلُّ أحدٍ يكون قادراً على السبب؛ فإذا اجتمع القدرةُ على السبب الحقيقيِّ والعملُ به؛ حصل المقصودُ، وإن عُدِما أو أحدُهما؛ لم يحصُل، وهذه الأسبابُ التي أعطاه الله إيَّاها لم يُخْبِرْنا الله ولا رسولُهُ بها، ولم تتناقَلْها الأخبارُ على وجهٍ يفيدُ العلم؛ فلهذا لا يَسَعُنا غير السكوت عنها وعدم الالتفات لما يَذْكُرُهُ النقلة للإسرائيلياتِ ونحوها، ولكنَّنا نعلم بالجملة أنَّها أسبابٌ قويَّة كثيرةٌ داخليةٌ وخارجيةٌ، بها صار له جندٌ عظيمٌ ذو عَددٍ وعُددٍ ونظام، وبه تمكَّن من قهر الأعداء ومن تسهيل الوصول إلى مشارق الأرض ومغاربها وأنحائها.
84-85.
“Gerçekten biz ona yeryüzünde iktidar… vermiştik.” Yüce Allah ona mülk vermiş, yeryüzünün pek çok yerine hakim olma imkânı vermiş ve yeryüzü halkının ona itaat etmesini sağlamıştı.
“ve (ihtiyaç duyduğu) her şeye ulaştıracak bir sebep/yol vermiştik.” Yani Yüce Allah, ülkeleri egemenliği altına almak ve yeryüzünün bayındır haldeki en uzak yerlerine kadar kolaylıkla ulaşabilme hususunda kendisine yardımcı olacak ve ulaştığı noktaya varmasını sağlayacak sebepleri kendisine ihsan etmişti. O da Yüce Allah’ın kendisine vermiş olduğu bu sebepler gereğince amel etmişti. Yani onları uygun ve kullanılmaları gereken şekilde kullanmıştı. Herkes, sahip olduğu sebepleri kullanmadığı gibi, herkes de bu gibi sebeplere güç yetiremeyebilir. İşte gerçek sebebe sahip olmak ile gereğince amel etmek bir arada bulunduğu takdirde maksat hasıl olur. Her ikisi ya da birisi bulunmayacak olursa maksat gerçekleşmez. Yüce Allah, Zulkarneyn’e verdiğini belirttiği bu sebepleri bize haber vermediği gibi Rasûlü de bize bunları bildirmemiştir. İlim ifade edecek şekilde de bu konuda haberler bize ulaşmamıştır. Bu yüzden bizim burada bu hususta susmaktan, İsrailiyat ve benzeri haberleri nakledenlerin söylediklerine iltifat etmemekten başka yapacak bir şeyimiz yoktur. Ancak biz genel olarak bunların gerek dahili gerek harici, güçlü ve çok sayıda sebepler olduğunu biliyoruz. Bunlar sayesinde o, sayısı da teçhizatı da düzeni de bulunan büyük bir ordu sahibi olmuştu. Bu ordusu sayesinde de düşmanlarını alt edebilme imkânını elde etmiş, yeryüzünün doğusuna, batısına ve pek çok yerine kolaylıkla ulaşabilmişti.
#
{86} فأعطاه الله ما بلغ به {مغربَ الشمس}، حتى رأى الشمس في مرأى العين كأنها {تَغْرُبُ في عينٍ حمئةٍ}؛ أي: سوداء، وهذا المعتاد لمن كان بينه وبين أفُقِ الشمس الغربيِّ ماءٌ؛ رآها تغرُبُ في نفس الماء، وإنْ كانت في غاية الارتفاع. {ووجَدَ عندها}؛ أي: عند مغربها {قوماً قُلْنا يا ذا القرنينِ إمَّا أن تُعَذِّبَ وإمَّا أن تَتَّخِذَ فيهم حُسْناً}؛ أي: إما أن تعذبهم بقتل أو ضرب أو أسرٍ ونحوه، وإما أن تُحْسِنَ إليهم؛ فخُيِّرَ بين الأمرين؛ لأنَّ الظاهر أنهم [إما] كفارٌ أو فساقٌ أو فيهم شيءٌ من ذلك؛ لأنَّهم لو كانوا مؤمنين غير فساق؛ لم يرخَّصْ له في تعذيبهم.
86. Allah, ona güneşin battığı yere ulaşıncaya kadar gitme imkânını vermişti. Nihâyet o, güneşin çamurlu yani siyah bir suya batıyor gibi göründüğü bir yere kadar vardı. Kişi ile güneşin batıda battığı ufuk arasında eğer su varsa genelde bu manzara ortaya çıkar. Kişi güneşi -son derece yüksek olmakla birlikte- o suya batar gibi görür. İşte güneşin batışının bu şekilde göründüğü yerde yani güneşin batış yerinde bir kavim gördü.
“Dedik ki: Ey Zülkarneyn! Ya onları cezalandırırsın ya da güzel bir muamelede bulunursun.” Yani ya onları öldürmek, dövmek yahut esir almak vb. bir yolla cezalandırırsın yahut da iyilikte bulunursun. Böylelikle Zulkarneyn bu iki işten birisini yapmakta serbest bırakılmıştı. Çünkü görüldüğü kadarıyla bu kavim kâfir yahut da fasık kimselerdi. Ya da bu kabilden kötü bir özellikleri vardı. Zira bunlar, fasık değil de mü’min kimseler olsalardı, onların cezalandırılması hususunda ona müsaade edilmezdi.
#
{87} فكان عند ذي القرنين من السياسة الشرعيَّة ما استحقَّ به المدح والثناء؛ لتوفيق الله له لذلك، فقال: سأجعلهم قسمين: {أمَّا مَنْ ظَلَمَ}: بالكفر، {فسوف نعذِّبُه ثم يردُّ إلى ربِّه فيعذِّبه عذاباً نُكْراً}؛ أي: تحصُلُ له العقوبتان؛ عقوبة الدنيا، وعقوبة الآخرة.
87. Zülkarneyn, şer’i siyaseti
(şer’i yönetim politikasını) övülmeye hak edecek kadar iyi bilen birisi idi. Çünkü bu konuda Yüce Allah, ona başarı ihsan etmişti. Bu nedenle o, bu kavmi iki kısma ayıracağını söylemişti.
“Kim” küfre sapmak suretiyle “zulmederse onu cezalandırırız. Sonra o Rabbine döndürülür, Rabbi de onu feci bir azaba uğratır.” Böylelikle o kimse dünyada da âhirette de ceza görür.
#
{88} {وأمَّا مَنْ آمن وعمل صالحاً فله جزاء الحُسْنى}؛ أي: فله الجنة والحالة الحسنة عند الله جزاءً يوم القيامة. {وسنقولُ له من أمرِنا يُسْراً}؛ أي: وسنُحْسِنُ إليه ونَلْطُفُ له بالقول ونيسِّر له المعاملة. وهذا يدلُّ على كونه من الملوك الصالحين [و] الأولياء العادلين العالمين؛ حيث وافق مرضاةَ الله في معاملة كلِّ أحدٍ بما يليق بحاله.
88.
“Fakat kim iman edip de salih amel işlerse onun için mükâfaat olarak en güzeli vardır.” Yani böylesine kıyamet gününde mükâfaat olarak cennet ve Allah nezdinde güzel bir konum verilecektir.
“Ayrıca ona buyruğumuzdan kolay olanları söyleyeceğiz.” Biz onlara iyilikte bulunacak, ona yumuşak söz söyleyecek ve kolayına gelecek muamelede bulunacağız. Bu, Zulkarneyn’in Yüce Allah’ın dostu, salih, adalet sahibi ve alim hükümdarlardan biri olduğunu göstermektedir. Çünkü o, herkese kendi durumuna uygun şekilde davranmakla Allah’ın rızasına uygun bir politika izlemiş oluyordu.
{ثُمَّ أَتْبَعَ سَبَبًا (89) حَتَّى إِذَا بَلَغَ مَطْلِعَ الشَّمْسِ وَجَدَهَا تَطْلُعُ عَلَى قَوْمٍ لَمْ نَجْعَلْ لَهُمْ مِنْ دُونِهَا سِتْرًا (90) كَذَلِكَ وَقَدْ أَحَطْنَا بِمَا لَدَيْهِ خُبْرًا (91) ثُمَّ أَتْبَعَ سَبَبًا (92) حَتَّى إِذَا بَلَغَ بَيْنَ السَّدَّيْنِ وَجَدَ مِنْ دُونِهِمَا قَوْمًا لَا يَكَادُونَ يَفْقَهُونَ قَوْلًا (93) قَالُوا يَاذَا الْقَرْنَيْنِ إِنَّ يَأْجُوجَ وَمَأْجُوجَ مُفْسِدُونَ فِي الْأَرْضِ فَهَلْ نَجْعَلُ لَكَ خَرْجًا عَلَى أَنْ تَجْعَلَ بَيْنَنَا وَبَيْنَهُمْ سَدًّا (94) قَالَ مَا مَكَّنِّي فِيهِ رَبِّي خَيْرٌ فَأَعِينُونِي بِقُوَّةٍ أَجْعَلْ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُمْ رَدْمًا (95) آتُونِي زُبَرَ الْحَدِيدِ حَتَّى إِذَا سَاوَى بَيْنَ الصَّدَفَيْنِ قَالَ انْفُخُوا حَتَّى إِذَا جَعَلَهُ نَارًا قَالَ آتُونِي أُفْرِغْ عَلَيْهِ قِطْرًا (96) فَمَا اسْطَاعُوا أَنْ يَظْهَرُوهُ وَمَا اسْتَطَاعُوا لَهُ نَقْبًا (97) قَالَ هَذَا رَحْمَةٌ مِنْ رَبِّي فَإِذَا جَاءَ وَعْدُ رَبِّي جَعَلَهُ دَكَّاءَ وَكَانَ وَعْدُ رَبِّي حَقًّا (98)}.
89- Sonra bir başka sebebi/yolu takip etti.
90- Nihâyet güneşin doğduğu yere vardığı zaman onu, kendileri için güneşe karşı
(koruyacak) hiçbir siper yapmadığımız bir kavmin üzerine doğarken gördü.
91- İşte böyle. Biz onun elinde ne varsa hepsini ilmimizle kuşatmıştık.
92- Sonra bir başka sebebi/yolu takip etti.
93- Nihâyet iki dağ arasına ulaştığı zaman bu dağların önünde neredeyse hiçbir söz anlamayan bir kavim buldu.
94-
Dediler ki: “Ey Zulkarneyn! Gerçekten Ye’cüc ve Me’cüc bu ülkede bozgunculuk çıkaran kimselerdir. Sana bir miktar mal versek de buna karşılık bizimle onların arasında bir set yapıversen!
95- Dedi ki: “Rabbimin bana verdiği imkânlar (sizin vereceğiniz maldan) daha hayırlıdır. O nedenle siz bana (bedeni) güçle yardım edin de sizinle onların arasına sağlam bir set yapayım.”
96-
“Bana demir kütleleri getirin.” Nihâyet dağların iki yanını
(demir kütleleriyle doldurtup) denkleştirdiği vakit:
“Körükleyin!” dedi.
Nihâyet demirleri ateş haline getirince: “Getirin de üzerine erimiş bakır dökeyim” dedi.
97- Artık Ye’cüc ve Me’cüc ne onu aşabildiler, ne de onu delebildiler.
98-
Zulkarneyn: “İşte bu, Rabbimden bir rahmettir. Rabbimin vaadi gelince onu yerle bir eder. Rabbimin vaadi haktır.” dedi.
#
{89} أي: لما وصل إلى مغرب الشمس؛ كرَّ راجعاً، قاصداً مطلعها، متَّبعاً للأسباب التي أعطاه الله.
89. Zülkarneyn, batıya ulaştıktan sonra bu sefer Yüce Allah’ın kendisine ihsan etmiş olduğu sebeplere/yollara tâbi olarak güneşin doğduğu yere doğru döndü.
#
{90} فوصل إلى مطلع الشمس فـ {وجدها تطلُعُ على قومٍ لم نجعل لهم من دونِها سِتْراً}؛ أي: وجدها تطلُعُ على أناس ليس لهم سترٌ من الشمس: إما لعدم استعدادِهم في المساكن، وذلك لزيادة همجيَّتهم وتوحُّشهم وعدم تمدُّنهم، وإما لكون الشمس دائمة عندهم لا تغرُبُ [عنهم] غروباً يُذكر؛ كما يوجد ذلك في شرقيِّ إفريقيا الجنوبي، فوصل إلى موضع انقطع عنه علمُ أهل الأرض فضلاً عن وصولهم إياه بأبدانهم.
90. Doğuya ulaşınca bu sefer
“onu” yani güneşi “kendileri için güneşe karşı hiçbir örtü/siper yapmadığımız bir kavmin üzerine doğarken gördü.” Yani güneşin, ona karşı kendilerini örtecek bir şeyleri bulunmayan insanlar üzerinde doğduğunu gördü. Bu ise ya son derece ilkel ve uygarlıktan uzak olmalarından ötürü meskenlerinin bulunmaması dolayısıyla yahut da güneşin tam olarak batmayıp devamlı görünmesi dolayısıyla idi. Nitekim Afrika’nın güney doğusunda böyledir. Böylece o, insanların bedenen ulaşmaları şöyle dursunhakkında bilgi sahibi dahi olmadıkları bir yere kadar varmış oldu.
#
{91} ومع هذا؛ فكلُّ هذا بتقدير الله له وعلمه به، ولهذا قال: {كذلك وقَدْ أَحَطْنا [بما لديه خبراً}؛ أي:] بما عنده من الخير والأسباب العظيمة، وعِلْمُنا معه حيثما توجَّه وسار.
91. Bununla birlikte bütün bunlar, Yüce Allah’ın takdiri ve bilgisi dahilinde olmuştur.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Biz onun elinde ne varsa hepsini ilmimizle kuşatmıştık.” Yani biz, onun sahip olduğu muaazam sebeplerin/yolların ve hayırların ne olduğunu biliyorduk ve biz, Zulkarneyn nereye yönelip giderse bilgimizle onun yanındaydık.
#
{92 ـ 93} {ثم أتبع سبباً. حتى إذا بلغ بين السَّدَّيْن}: قال المفسِّرون: ذهب متوجِّهاً من المشرق قاصداً للشمال، فوصل إلى ما بين السدَّيْن، وهما سدَّان كانا معروفين في ذلك الزمان، سدَّان من سلاسل الجبال المتَّصلة يمنةً ويسرةً، حتى تتصل بالبحار ، بين يأجوجَ ومأجوجَ وبين الناس، {وجد}: من دون السدين {قوماً لا يكادون يفقهون قولاً}؛ لعُجْمَةِ ألسنتهم واستعجام أذهانِهِم وقلوبهم.
92-93.
“Sonra bir başka sebebi/yolu takip etti. Nihâyet iki dağ arasına ulaştığı zaman...” buyruğu ile ilgili olarak müfessirler şöyle der: O, doğudan kuzeye doğru yola koyuldu ve iki dağ arasına ulaştı. Bu iki dağ o dönemde bilinen meşhur yerlerdi. Burası denize ulaşıncaya kadar sağdan da soldan da zincirleme/sıra dağlar şeklinde idi. Bu sıra dağlar, Ye’cüc ve Me’cüc ile insanlar arasında bir set teşkil ediyordu. O, iki dağın beri tarafında da dillerinin yabancılığı, zihin ve kalplerinin de kavrayışsızlığı dolayısıyla hemen hemen hiçbir söz anlayamayan bir kavim buldu.
#
{94} وقد أعطى الله ذا القرنين من الأسباب العلميَّة ما فقه به ألسنة أولئك القوم وفقههم وراجعهم وراجعوه، فاشْتَكَوا إليه ضرر يأجوج ومأجوج، وهما أمَّتان عظيمتان من بني آدم، فقالوا: {إنَّ يأجوج ومأجوجَ مفسدون في الأرض}: بالقتل وأخذ الأموال وغير ذلك. {فهل نَجْعَلُ لك خَرْجاً}؛ أي: جُعْلاً؛ {على أن تجعلَ بيننا وبينَهم سدًّا}: ودلَّ ذلك على عدم اقتدارهم بأنفسهم على بنيان السدِّ، وعرفوا اقتدار ذي القرنين عليه، فبذلوا له أجرةً ليفعل ذلك، وذكروا له السببَ الداعي، وهو إفسادهم في الأرض.
94. Yüce Allah, Zülkarneyn’e bu kavmin dillerini anlayabilecek, onlarla karşılıklı konuşup fikir alış-verişinde bulunabilecek kabilden ilmi sebepler ihsan etmişti. Onlar da Zulkarneyn’e Ye’cüc ile Me’cüc’ün verdiği zarardan yakındılar. Ye’cüc ile Me’cüc, Ademoğullarından iki büyük kavimdir.
O kavim şöyle dedi: “Gerçekten Ye’cüc ve Me’cüc bu ülkede” adam öldürmek, haksızca malları almak ve başka yollarla
“bozgunculuk çıkaran kimselerdir. Sana bir miktar mal versek de buna karşılık bizimle onların arasında bir set yapıversen!” Bu, onların böyle bir seddi yapabilecek güce sahip olmadıklarını, Zulkarneyn’in de bunu yapabileceğini bildiklerini göstermektedir. O bakımdan bunu yapabilmesi için ona bir ücret teklif ettiler ve buna gerekçe olan sebebi de zikrettiler ki bu sebep, Ye’cüc ile Me’cüc’ün yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaları idi.
#
{95} فلم يكن ذو القرنين ذا طمع ولا رغبةٍ في الدُّنيا ولا تاركاً لإصلاح أحوال الرعيَّة، بل قصدُهُ الإصلاح؛ فلذلك أجاب طلبتهم؛ لما فيها من المصلحة، ولم يأخذ منهم أجرةً، وشَكَرَ ربَّه على تمكينه واقتداره، فقال لهم: {ما مَكَّنِّي فيه ربِّي خيرٌ}؛ أي: مما تبذلون لي وتعطوني، وإنَّما أطلب منكم أن تعينوني بقوَّةٍ منكم بأيديكم؛ {أجْعَلْ بينَكم وبينهم رَدْماً}؛ أي: مانعاً من عبورهم عليكم.
95. Zulkarneyn, tamahkâr ve dünyaya rağbet eden bir kimse olmadığı gibi yönetimi altında bulundurduğu kimselerin hallerini düzene sokmayı ihmal eden bir kişi değildi. Aksine onun maksadı ıslah idi. Bundan dolayı maslahat ihtiva ettiği için onların bu taleplerini kabul etti. Onlardan herhangi bir ücret de almadı.
Rabbine vermiş olduğu bu güç ve iktidarı dolayısıyla şükrederek: “Rabbimin bana verdiği imkânlar” sizin bana vereceğiniz şeylerden
“daha hayırlıdır.” Ama ben sizden emek gücünüzle bana yardımcı olmanızı istiyorum. Böylelikle
“sizinle onların arasına sağlam bir set yapayım.” Onların üzerinden aşıp da sizin bulunduğunuz yere gelmelerini engellesin.
#
{96} {آتوني زُبَرَ الحديدِ}؛ أي: قطع الحديد، فأعْطَوْه ذلك، {حتى إذا ساوى بين الصَّدَفين}؛ أي: الجبلين اللذين بُني بينهما السدُّ، {قال انفُخوا}: النار؛ أي أوقدوها إيقاداً عظيماً واستعملوا لها المنافيخ لتشتدَّ فتذيبَ النحاس، فلما ذاب النحاس الذي يريُد أن يُلْصِقَهُ بين زُبَرِ الحديد، {قال آتوني أفْرِغْ عليه قِطْراً}؛ أي: نحاساً مذاباً، فأفرغ عليه القطر، فاستحكم السدُّ استحكاماً هائلاً، وامتنع به من وراءه من الناس من ضرر يأجوج ومأجوج.
96.
“Bana demir kütleleri getirin” dedi. Onlar da bu demir parçalarını getirip verdiler.
“Nihâyet” aralarında seddi bina ettiği “dağların iki yanını (demir kütleleriyle doldurtup) denkleştirdiği vakit: “Körükleyin!” dedi.” Çok büyük bir ateş yaktılar ve içinde bakırı eritmek maksadı ile ateşin daha da alevlenmesi için körükler kullandılar. Demir kütlelerinin birbirine kaynaşmasını için hazırladığı bakır eridikten sonra da
“Getirin de üzerine erimiş bakır dökeyim, dedi.” Böylelikle demirin üzerine erimiş bakırı döktü ve bu suretle set müthiş bir sağlamlığa kavuştu. Böylece onun öte tarafında bulunan insanlar Ye’cüc ile Me’cüc’den gelecek zararlara karşı korunmuş oldular.
#
{97} {فما اسطاعوا أن يظهروه وما استطاعوا له نَقْباً}؛ أي: فما لهم استطاعةٌ ولا قدرةٌ على الصعود عليه؛ لارتفاعِهِ، ولا على نقبِهِ؛ لإحكامِهِ وقوَّته.
97.
“Artık Ye’cüc ve Me’cüc ne onu aşabildiler, ne de onu delebildiler.” Seddin yüksekliğinden ötürü üzerine çıkabilme güçleri olmadığı gibi son derece muhkem ve güçlü olduğundan dolayı onu delecek imkânları da olmadı.
#
{98} فلما فَعَلَ هذا الفعل الجميل والأثر الجليل؛ أضاف النعمةَ إلى موليها، وقال: {هذا رحمةٌ من ربِّي}؛ أي: من فضله وإحسانه عليَّ، وهذه حال الخلفاء والصالحين إذا منَّ الله عليهم بالنِّعم الجليلة؛ ازدادَ شكرُهُم وإقرارُهُم واعترافُهم بنعمة الله؛ كما قال سليمانُ عليه السلام لما حَضَرَ عنده عرشُ ملكة سبأ مع البعد العظيم؛ قال: {هذا من فضل ربِّي لِيَبْلُوَني أأشكُرُ أم أكْفُرُ}؛ بخلاف أهل التجبُّر والتكبُّر والعلوِّ في الأرض؛ فإنَّ النعم الكبار تزيدُهم أشراً وبطراً؛ كما قال قارونُ لما آتاه الله من الكنوز ما إنَّ مفاتِحَهُ لتنوءُ بالعُصْبَةِ أولي القوَّة؛ قال: {إنَّما أوتيتُهُ على علم عندي}. وقوله: {فإذا جاء وعدُ ربِّي}؛ أي: لخروج يأجوج ومأجوج. {جَعَلَه}؛ أي: ذلك السدَّ المحكم المتقن {دَكَّاءَ}؛ أي: دكَّه فانهدم، واستوى هو والأرض، {وكان وعدُ ربِّي حقًّا}.
98.
Zülkarneyn bu güzel işi ve bu mükemmel eseri yaptıktan sonra nimeti gerçek sahibine izafe ederek: “İşte bu, Rabbimden bir rahmettir.” Yani Rabbimin bana lütuf ve ihsanındandır. İşte salihlerle gerçek halifelerin durumu budur. Allah onlara üstün nimetleri lütfetti mi onların şükürleri, bu nimetleri ikrarları ve Allah’ın nimetlerini itirafları daha da artar.
Nitekim Süleyman aleyhisselam da huzuruna Sebe’ melikesinin tahtının oldukça uzak bir mesafeden getirilmesi üzerine şunları söylemişti: “Bu, benim Rabbimin lütfundandır. Acaba şükür mü ederim, yoksa nankörlük mü ederim diye beni sınaması içindir” (en-Neml, 27/40) Oysa zorba ve kibirli kimselerle yeryüzünde yücelik taslayanların sahip oldukları büyük nimetler, onların azgınlıklarını ve şımarıklıklarını arttırır. Nitekim Karun,
Allah’ın kendisine verdiği ve sadece anahtarlarını taşımak bile güç kuvvet sahibi bir topluluğa ağır gelen hazineler hakkında: “Bu, bana ancak bende olan bir ilim dolayısıyla verilmiştir.” (el-Kasas, 28/78) demişti.
“Rabbimin vaadi” yani Ye’cüc ile Me’cüc’ün çıkışı için belirlediği süre gelince
“onu” yani bu son derece sağlam yapılmış seddi “yerle bir eder.” Onu yıkıp dümdüz eder ve yerle bir olur.
“Rabbimin vaadi haktır.”
{وَتَرَكْنَا بَعْضَهُمْ يَوْمَئِذٍ يَمُوجُ فِي بَعْضٍ وَنُفِخَ فِي الصُّورِ فَجَمَعْنَاهُمْ جَمْعًا (99)}.
99- O gün onları birbiri içinde çalkalanır bir halde bırakmışızdır. Sûrâ üfürülmüş olacaktır da biz, hepsini bir araya toplayacağız.
#
{99} يحتمل أنَّ الضمير يعودُ إلى يأجوج ومأجوج، وأنَّهم إذا خرجوا على الناس من كثرتهم واستيعابهم للأرض كلِّها يموجُ بعضُهم ببعضٍ؛ كما قال تعالى: {حتَّى إذا فُتِحَتْ يأجوجُ ومأجوجُ وهم من كُلِّ حَدَبٍ يَنسِلونَ}، ويُحتمل أن الضمير يعود إلى الخلائق يوم القيامة، وأنَّهم يجتمعون فيه، فيكثرون، ويموجُ بعضهم ببعض من الأهوال والزلازل العظام؛ بدليل قوله:
99.
“O gün onları birbiri içine dalgalanır bir halde bırakmışızdır.” Buradaki
“onları” zamirinin Ye’cüc ile Me’cüc’e ait olma ihtimali vardır. Yani onlar, sayıca çok kalabalık olmaları ve bütün yeryüzünü doldurmaları dolayısıyla insanların yanına çıkacakları vakit birbirleri içinde âdeta dalgalanıp duracaklardır. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Nihâyet Ye’cüc ile Me’cüc açılıp da her yüksek tepeden akın ettiklerinde...” (el-Enbiya, 21/96) Zamirin kıyamet günündeki insanlara ait olması ihtimali de vardır. Buna göre onlar, o günde bir araya gelip toplanacaklar, sayıca çok kalabalık olacaklarından, dehşetli haller ve büyük sarsıntılar geçireceklerinden dolayı birbirleri içinde dalgalanıp duracaklardır.
Buna da bu ayetin devamı delildir:
{وَنُفِخَ فِي الصُّورِ فَجَمَعْنَاهُمْ جَمْعًا (99) وَعَرَضْنَا جَهَنَّمَ يَوْمَئِذٍ لِلْكَافِرِينَ عَرْضًا (100) الَّذِينَ كَانَتْ أَعْيُنُهُمْ فِي غِطَاءٍ عَنْ ذِكْرِي وَكَانُوا لَا يَسْتَطِيعُونَ سَمْعًا (101)}.
100- O gün cehennemi kâfirlere arz edip gösteririz.
101- O kafirler ki gözleri benim Zikrime karşı perdeli idi ve
(nefretlerinden onu) dinleyemiyorlardı bile.
#
{99} أي: إذا نفخ إسرافيل في الصور؛ أعاد الله الأرواح إلى الأجساد، ثمَّ حَشَرَهم وجمعهم لموقف القيامة، الأوَّلين منهم والآخرين، والكافرين والمؤمنين؛ ليُسألوا، ويُحاسبوا، ويُجزون بأعمالهم.
99.
“Sûrâ üfürülmüş olacaktır” Yani İsrafil aleyhisselam Sûr’a üfürmüş olacak, Allah da ruhları cesetlere geri çevirmiş olacaktır. Daha sonra insanları kıyamet günü mahşer meydanında bir araya toplayacaktır. Öncekileriyle, sonrakileriyle, kâfirleriyle, mü’minleriyle hepsi sorgulanmak, hesaba çekilmek ve amellerinin karşılıklarını almak üzere toplanacaklardır. Farklı türleriyle tüm kâfirlerin cezası, içinde ebediyen kalacakları cehennem olacaktır.
İşte bundan dolayı Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{100} فأما الكافرون على اختلافهم؛ فإنَّ جهنم جزاؤهم خالدين فيها أبداً، ولهذا قال: {وعَرَضْنا جهنَّم يومئذٍ للكافرينَ عرضاً}؛ كما قال تعالى: {وإذا الجحيمُ سعرت}؛ أي: عُرِضَتْ لهم لتكون مأواهم ومنزلهم، وليتمتَّعوا بأغلالها وسعيرها وحميمها وزمهريرها، وليذوقوا من العقاب ما تبكم له القلوبُ، وتصمُّ الآذان.
100.
“O gün cehennemi kâfirlere arz edip gösteririz.” Yüce Allah bir başka yerde:
“Cehennem daha da kızıştırıldığı zaman” (et-Tekvîr, 81/12) buyurmaktadır. Yani cehennem onların barınakları ve konakları olsun, cehennemdeki zincirlerle, bukağılarla, alevli ateşle, kaynar sularla ve zemherirle hemhal olsunlar; kalpleri hiçbir şey söyleyemez hale getiren, kulakları da sağırlaştıran o cezayı tatsınlar diye onlara arz edilecek ve gösterilecektir.
#
{101} وهذا آثار أعمالهم وجزاء أفعالهم؛ فإنَّهم في الدُّنيا كانت أعينُهم في غطاءٍ عن ذكر الله؛ أي: معرضين عن الذكر الحكيم والقرآن الكريم، {وقالوا قلوبُنا في أكِنَّةٍ مما تَدْعونا إليه}، وفي أعينهم أغطيةٌ تمنعهم من رؤية آيات الله النافعة؛ كما قال تعالى: {وعلى أبصارِهم غِشاوةٌ}. {وكانوا لا يستطيعونَ سمعاً}؛ أي: لا يقدرون على سمع آيات الله، الموصلة إلى الإيمان؛ لبغضهم القرآن والرسول؛ فإنَّ المبغِضَ لا يستطيع أن يلقي سمعه إلى كلام من أبغضه؛ فإذا انحجبتْ عنهم طرقُ العلم والخير؛ فليس لهم سمعٌ ولا بصرٌ ولا عقلٌ نافعٌ؛ فقد كفروا بالله، وجحدوا آياته، وكذَّبوا رسله، فاستحقُّوا جهنَّم، وساءت مصيراً.
101. Bu, amellerinin bir sonucu ve yaptıklarının cezasıdır. Çünkü dünya hayatında onların
“gözleri benim Zikrime karşı perdeli idi.” Hikmet dolu ilâhi öğütten yani Kur’an-ı Kerim’den yüz çeviren kimselerdi.
Onlar: “Bizi davet edegeldiğin şeye karşı kalplerimiz örtüler içindedir” (Fusillet, 41/5) demişlerdi. Gözleri üzerinde de Allah’ın kendilerine fayda sağlayacak âyetlerini görmelerine engel teşkil edecek perdeler vardır.
Nitekim Yüce Allah: “Gözleri üzerinde de perdeler vardır” (el-Bakara, 2/7) buyurmaktadır.
“ve (onu nefretlerinden) dinleyemiyorlardı bile.” Yani onlar, Kur’an’a ve Rasûl’e olan nefretlerinden dolayı kendilerini imana ulaştıracak olan Allah’ın âyetlerini işitmeye tahammül edemezlerdi. Çünkü nefret eden bir kimse, nefret ettiği kimsenin sözünü dinlemez, ona kulak veremez. İşte ilim ve hayır yolları onlar için perdelenince artık bunların ne gözleri, ne kulakları ne fayda verecek akılları kalmamıştır. Onlar Allah’ı inkar etmiş, âyetlerini bile bile reddetmiş ve peygamberlerini de yalanlamışlar, ve böylece de cehennemi hak etmişlerdir. O, ne kötü bir dönüş yeridir!
{أَفَحَسِبَ الَّذِينَ كَفَرُوا أَنْ يَتَّخِذُوا عِبَادِي مِنْ دُونِي أَوْلِيَاءَ إِنَّا أَعْتَدْنَا جَهَنَّمَ لِلْكَافِرِينَ نُزُلًا (102)}
102- Kâfirler, beni bırakıp kullarımı dost edineceklerini mi sandılar? Biz, cehennemi kâfirlere bir konak olarak hazırladık.
#
{102} وهذا برهانٌ وبيانٌ لبطلان دعوى المشركين الكافرين، الذين اتَّخذوا بعض الأنبياء والأولياء شركاء لله يعبُدونهم، ويزعمون أنَّهم يكونون لهم أولياء، ينجُّونهم من عذاب الله، ويُنيلونهم ثوابه، وهم قد كفروا بالله وبرسوله ، يقول الله لهم على وجه الاستفهام والإنكار المتقرِّر بطلانه في العقول: {أفَحَسِبَ الذين كفروا أن يَتَّخِذوا عبادي من دوني أولياءَ}؛ أي: لا يكون ذلك، ولا يوالي وليُّ الله معادياً لله أبداً؛ فإنَّ الأولياء موافقون لله في محبَّته ورضاه وسخطه وبغضه، فيكون على هذا المعنى مشابهاً لقوله تعالى: {ويوم يَحْشُرُهم جميعاً ثم يقولُ للملائكةِ أهؤلاءِ إيَّاكُم كانوا يعبُدونَ * قالوا سبحانك أنت وَلِيُّنا من دونِهِم}؛ فمن زعم أنه يتَّخِذُ وليَّ الله وليًّا له وهو معادٍ لله؛ فهو كاذبٌ. ويُحتمل ـ وهو الظاهر ـ أنَّ المعنى: أفحسِبَ الكفارُ بالله المنابذون لرسلِهِ أن يتَّخذوا من دونِ الله أولياء ينصرونهم وينفعونهم من دونِ الله ويدفعونَ عنهم الأذى؟ هذا حسبانٌ باطلٌ وظنٌّ فاسدٌ؛ فإنَّ جميع المخلوقين ليس بيدهم من النفع والضرِّ شيءٌ، ويكون هذا كقوله تعالى: {قل ادْعوا الذين زَعَمْتُم من دونِهِ فلا يملِكونَ كَشْفَ الضُّرِّ عنكم ولا تحويلاً}، {ولا يملِكُ الذين يدعونَ من دونِهِ الشفاعةَ}. ونحو ذلك من الآيات التي يَذْكُرُ الله فيها أن المتَّخِذ من دونه وليًّا ينصُرُه ويواليه ضالٌّ خائبُ الرجاء غير نائل لبعض مقصودِهِ. {إنَّا أعْتَدْنا جهنَّمَ للكافرين نُزُلاً}؛ أي: ضيافة وقِرىً؛ فبئس النُّزل نُزُلهم، وبئست جهنم ضيافتهم.
102. Bu, Peygamberleri ve velileri Allah’a ortak koşarak onlara ibadet eden; bunların kendilerinin dost ve yardımcıları olacaklarını, böylece Allah’ın azabından kendilerini kurtarıp Allah’ın mükâfatına nail olmalarını sağlayacaklarını ileri süren müşriklerin ve kâfirlerin iddialarının batıl olduğuna dair açık bir delil ve beyandır. Zira bunlar esasen Allah’ı ve Rasûlünü inkar etmiş kimselerdir. Yüce Allah,
onlara aklın da batıl olduğunu açıkça kabul ettiği bir şekilde yaptıklarını reddetmek üzere şunu sormaktadır: “Kâfirler, beni bırakıp kullarımı dost edineceklerini mi sandılar?” Yani böyle bir şey asla olmayacaktır. Allah’ın gerçek dostu olan bir kimse asla Allah’a düşman olmaz. Çünkü gerçek veliler; sevgisinde, rızasında ve öfkesinde Yüce Allah’a muvafakat ederler. Bu anlamıyla buyruk,
Allah’ın şu buyruğuna benzemektedir: “O günde onların hepsini haşredecek, sonra da meleklere şöyle diyecek: Bunlar mı size ibadet ederlerdi? Melekler diyecekler ki: Tenzih ederiz seni, bizim velimiz onlar değil, sensin.” (Sebe’, 34/40-41) O halde her kim, kendisi Allah’a düşmanlık etmekte olduğu halde Allah’ın velisi/dostu olan kimseleri kedine dost edindiğini iddia ederse bu iddiasında yalancıdır.
u buyruğun daha kuvvetli görünen şu manada olma ihtimali de vardır: Allah’ı inkar eden ve peygamberlerine karşı çıkan kimseler, Allah’tan başka kendilerine yardım edecek, fayda sağlayacak ve onlara gelecek zararları önleyecek dostlar edinebileceklerini mi zannediyorlar? Böyle bir kanaat batıldır, tutarsızdır. Çünkü hiçbir yaratılmışların elinden herhangi bir fayda ve zarar gelmez. Bu manaya göre bu ayet,
Yüce Allah’ın şu buyruklarına benzer: “De ki: “Allah'ın yanı sıra (ilah olduğunu) iddia ettiklerinize yalvarın bakalım! Ama onlar, başınızdaki sıkıntıyı ne kaldırabilirler ne de değiştirebilirler.” (el-İsra, 17/56);
“Onun yanı sıra yalvarıp yakardıkları kimselerin şefaat etme imkânları yoktur.” (ez-Zuhruf, 43/86) Buna benzer Yüce Allah’ın, kendisinden başka dostlar edinip de bu dostların, kendilerine yardım edeceklerini, onları himaye edip koruyacaklarını sananların, sapık olduğunu, bu maksatlarının bir bölümünü dahi gerçekleştiremeyeceklerini ve umutlarının boşa çıkacağını bildirdiği diğer âyetler de bu türdendir.
“Biz cehennemi o kâfirlere bir konak olarak hazırladık.” Yani orası onlar için bir ziyafet ve bir ikram yeri olacaktır. Onların bu konak ve ziyafetleri ne kötüdür! Ziyafet yurdu olarak cehennem onlar için ne kötüdür!
{قُلْ هَلْ نُنَبِّئُكُمْ بِالْأَخْسَرِينَ أَعْمَالًا (103) الَّذِينَ ضَلَّ سَعْيُهُمْ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَهُمْ يَحْسَبُونَ أَنَّهُمْ يُحْسِنُونَ صُنْعًا (104) أُولَئِكَ الَّذِينَ كَفَرُوا بِآيَاتِ رَبِّهِمْ وَلِقَائِهِ فَحَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ فَلَا نُقِيمُ لَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَزْنًا (105) ذَلِكَ جَزَاؤُهُمْ جَهَنَّمُ بِمَا كَفَرُوا وَاتَّخَذُوا آيَاتِي وَرُسُلِي هُزُوًا (106)}.
103-
De ki: “Amel bakımından (ahirette) en çok ziyana uğrayanları size haber verelim mi?”
104- Ki onlar, dünya hayatındaki çalışmaları boşa gitmiş olan, buna rağmen kendilerinin iyi işler yaptıklarını zanneden kimselerdir.
105- İşte onlar, Rablerinin âyetlerini ve ona kavuşmayı inkar edenlerdir. Bu nedenle de amelleri boşa gitmiştir. Biz de kıyamet günü onlar için tartı tutmayacağız.
106- İşte kâfir oldukları, âyetlerimi ve peygamberlerimi alaya aldıkları için onların cezası cehennemdir.
#
{103} أي: قل يا محمدُ للناس على وجه التحذير والإنذار: هل أخبِرُكُم بأخسر الناس {أعمالاً} على الإطلاق؟
103. Yani ey Muhammed,
uyarmak ve sakındırmak üzere insanlara de ki: İnsanlar arasında amelleri itibariyle kayıtsız şartsız en çok zarara uğrayanları size bildireyim mi?
#
{104} {الذين ضلَّ سعيُهم في الحياة الدُّنيا}؛ أي: بطل واضمحلَّ كلُّ ما عملوه من عمل، {وهم يحسبون أنَّهم} محسنونَ في صنعه؛ فكيف بأعمالهم التي يعلمون أنها باطلةٌ وأنَّها محادَّةٌ لله ورسله ومعاداة؟!
104.
“Ki onlar, dünya hayatındaki çalışmaları boşa gitmiş olan” Ne kadar amelleri varsa hepsi boşa gitmiş, yok olmuştur. Üstelik bunlar bu amelleri yaparken güzel işler yaptıklarını da sanmaktadırlar. Peki, ya batıl olduğunu, Allah’a ve peygamberlerine düşmanlık olduğunu bildikleri amellerin durumu ne olur?
#
{105} فمن هم هؤلاء الذين خسرت أعمالُهم فخسروا أنفسهم يوم القيامة وأهليهم يوم القيامة ألا ذلك هو الخسران المبين؟ {أولئك الذين كفروا بآياتِ ربهم ولقائِهِ}؛ أي: جحدوا الآيات القرآنيَّة والآيات العيانيَّة الدالَّة على وجوب الإيمان به وملائكته ورسله وكتبه واليوم الآخر. {فحبِطَت}: بسبب ذلك {أعمالُهم فلا نقيمُ لهم يوم القيامة وَزْناً}: لأنَّ الوزن فائدته مقابلةُ الحسناتِ بالسيئاتِ والنظر في الراجح منها والمرجوح، وهؤلاء لا حسنات لهم؛ لعدم شرطها، وهو الإيمان؛ كما قال تعالى: {ومَن يعملْ من الصالحاتِ وهو مؤمنٌ فلا يخافُ ظلماً ولا هضماً}، لكنْ تعدُّ أعمالهم، وتُحصى ويقرَّرون بها، ويُخْزَوْن بها على رؤوس الأشهاد ثم يعذَّبون عليها.
105. Bu şekilde amelleri boşa çıktığı için hem kendilerini hem de ailelerini kıyamet gününde kaybederek -ki hiç şüphesiz bu apaçık bir hüsrandır-
bu en hüsrana uğrayacak olan kimseler kimlerdir?: “İşte onlar, Rablerinin âyetlerini ve ona kavuşmayı inkar edenlerdir.” Yani Allah’ın hem Kur’ân-ı Kerim’de indirdiği âyetlerini hem de Allah’a, meleklerine, peygamberlerine, kitaplarına ve âhiret gününe iman etmenin zorunluğuna delil teşkil eden ve gözle görünen âyet ve belgeleri reddeden kimselerdir.
“Bu nedenle de amelleri boşa gitmiştir. Biz de kıyamet günü onlar için tartı tutmayacağız.” Çünkü amellerin tartılmasının amacı, iyiliklerle kötülüklerin karşılaştırılması, bunlardan hangisinin ağır hangisinin hafif geldiğinin tespit edilmesidir. Onların ise gerekli şartı taşımadığı için hiçbir iyi amelleri yoktur. Amelin iyi olmasının şartı ise imandır.
Nitekim Allah şöyle buyurmaktadır: “Kim mü’min olduğu halde salih ameller işlerse o, zulme uğratılmaktan da korkmaz, (mükâfaatının) eksiltilmesinden de.” (Tâhâ, 20/112) Ancak bunların amelleri sayılıp dökümü yapılır, onlar da bu amellerini işlediklerini kabul ederler ve herkesin gözü önünde bu amelleri dolayısıyla rezil olurlar. Sonra da bu amellerinden ötürü azaba uğrarlar.
İşte bu sebeple Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{106} ولهذا قال: {ذلك جزاؤُهم}؛ أي: حبوط أعمالهم، وأنَّه لا يُقام لهم يوم القيامة وزنٌ؛ لحقارتهم وخسَّتهم بكفرهم بآيات الله واتِّخاذهم آياتِهِ ورسلِهِ هزواً يستهزئون بها ويسخَرون [منها] ، مع أنَّ الواجب في آيات الله ورسله الإيمانُ التامُّ بها والتعظيم لها والقيام بها أتمَّ القيام، وهؤلاء عكسوا القضيَّة، فانعكس أمرُهم وتعسوا وانتكسوا في العذاب.
106.
“İşte kâfir oldukları, âyetlerimi ve peygamberlerimi alaya aldıkları için onların cezası cehennemdir.” Yani amellerinin boşa çıkmasının ve kıyamet gününde onlara tartı kurulmamasının sebebi, Allah’ın âyetlerini inkar etmeleri, O’nun âyetlerini ve peygamberlerini alay konusu edinmeleri, bundan ötürü de hakir ve değersiz oluşlarıdır. Oysa Allah’ın âyetlerine ve peygamberlerine karşı takınılması gereken tavır, tam anlamıyla onlara iman etmek, onları gereği gibi tazim etmek ve buyruklarının gereklerini en mükemmel şekilde yerine getirmektir. Bunlar ise tam aksini yaptılar. O bakımdan onların kıyametteki durumları da beklentilerinin tam aksi olacaktır. Kahrolacaklar ve azabın içerisine baş aşağı yıkılacaklardır.
üce Allah, kâfirlerin âkıbetlerini ve amellerini beyan ettikten sonra mü’minlerin de amellerini ve âkıbetlerini beyan ederek şöyle buyurmaktadır:
{إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ كَانَتْ لَهُمْ جَنَّاتُ الْفِرْدَوْسِ نُزُلًا (107) خَالِدِينَ فِيهَا لَا يَبْغُونَ عَنْهَا حِوَلًا (108)}.
107- İman edip salih ameller işleyenlere gelince oların konakları Firdevs cennetleridir.
108- Onlar orada ebediyen kalırlar. Oradan ayrılmak da istemezler.
#
{107} أي: {إنَّ الذين آمنوا}: بقلوبهم، {وعملوا الصالحات}: بجوارحهم، وشمل هذا الوصف جميع الدين؛ عقائده وأعماله، أصوله وفروعه الظاهرة والباطنة؛ فهؤلاء على اختلاف طبقاتهم من الإيمان والعمل الصالح، {لهم جناتُ الفردوس}: يُحتمل أن المراد بجنات الفردوس أعلى الجنة ووسطها وأفضلها، وأنَّ هذا الثواب لمن كمَّل الإيمان والعمل الصالح، وهم الأنبياء والمقرَّبون، ويُحتمل أن يُراد بها جميع منازل الجنان، فيشمل هذا الثواب جميع طبقات أهل الإيمان من المقرَّبين والأبرار والمقتصدين؛ كلٌّ بحسب حاله، وهذا [أَوْلى] المعنيين؛ لعمومه، ولذكر الجنة بلفظ الجمع المضاف إلى الفردوس، وأنَّ الفردوس يُطلق على البستان المحتوي على الكرم أو الأشجار الملتفَّة، وهذا صادق على جميع الجنة؛ فجنَّة الفردوس نُزُلٌ وضيافةٌ لأهل الإيمان والعمل الصالح، وأيُّ ضيافة أجلُّ وأكبر وأعظم من هذه الضيافة، المحتوية على كلِّ نعيم للقلوب والأرواح والأبدان؟! وفيها ما تشتهيه الأنفس وتلذُّ الأعينُ، من المنازل الأنيقة والرياض الناضرة والأشجار المثمرة والطيور المغرِّدة المشجية والمآكل اللذيذة والمشارب الشهيَّة والنساء الحسان والخدم والولدان والأنهار السارحة والمناظر الرائقة والجمال الحسيِّ والمعنويِّ والنعمة الدائمة، وأعلى ذلك وأفضله وأجلُّه التنعُّم بالقرب من الرحمن ونيل رضاه الذي هو أكبر نعيم الجنان، والتمتُّع برؤية وجهه الكريم وسماع كلام الرءوف الرحيم فلله تلك الضيافة؛ ما أجلها وأجملها وأدومها وأكملها! وهي أعظم من أن يحيطَ بها وصفُ أحدٍ من الخلائق، أو تخطر على القلوب؛ فلو عَلِمَ العبادُ بعض ذلك النعيم علماً حقيقياً يصل إلى قلوبهم لطارت إليها قلوبُهم بالأشواق، ولتقطَّعت أرواحهم من ألم الفراق، ولساروا إليها زرافاتٍ ووحداناً، ولم يؤثروا عليها دنيا فانيةً ولذاتٍ منغصةً متلاشيةً، ولم يفوِّتوا أوقاتاً تذهب ضائعةً خاسرةً، يقابل كلَّ لحظة منها من النعيم من الحقب آلافٌ مؤلَّفة، ولكنَّ الغفلة شملت، والإيمان ضَعُف، والعلم قلَّ، والإرادة وَهَتْ ، فكان ما كان؛ فلا حول ولا قوَّةَ إلاَّ بالله العليِّ العظيم.
107. Kalpleriyle
“iman edip” azalarıyla “salih ameller işleyenler”... Bu vasıf, akidesiyle, zahir ve batın amelleriyle, itikat ve ahkam ile dinin tümünü kapsar. Bunlara -iman ve salih amelleri itibariyle farklı tabakalarda olmakla birlikte- Firdevs cennetleri vardır. Firdevs cennetlerinden kastın cennetin en yükseği, tam ortası ve en faziletlisi olma ihtimali vardır. Bu mükâfat, iman ve salih ameli kemal derecesinde olanlar içindir. Bunlar ise peygamberler ve mukarreb kimselerdir. Firdevs cennetleriyle bütün cennet konakları kastedilmiş de olabilir. O takdirde bu mükâfat, ister mukarreblerden olsun, ister ebrar/iyilerden olsun, isterse de orta halli amelde bulunanlar olsun çeşitli tabakalarıyla bütün iman ehlini kapsar. Hepsi de kendi durumuna göre cennette mükâfatını görecektir. Bu sonuncusu mana kapsamlılığı, cennetin Firdevs’e çoğul olarak izafe edilmesi ve “Firdevs” kelimesinin üzüm bağları yahut birbirine sarmaş dolaş olmuş ağaçları ihtiva eden bahçeler demek olduğundan -ki bu bütün cennet hakkında doğru ve uygun bir tabirdir- dolayı iki anlamdan daha uygun görünenidir. Buna göre Firdevs cenneti iman ehli ve salih amel işleyenler için bir konaklama ve ikram yeridir. Kalplerin, ruhların ve bedenler için her türlü nimet ve lezzeti ihtiva eden, içinde canların çektiği, gözlerin zevk aldığı, oldukça mükemmel konaklar, göz alıcı bahçeler, meyvesi bol ağaçlar, insanı coşturan sesleri olan kuşlar, lezzetli yiyecekler, canların çektiği içecekler, güzel kadınlar, hizmetçiler, çocuklar, bol akan nehirler, parlak manzaralar, maddi ve manevi güzellikler, daimi nimetler bulunan bu ziyafet ve ikramdan daha büyük, daha muazzam, daha değerli bir ikram ve ziyafet olabilir mi? Bütün bunlardan daha üstün, daha yüce ve daha değerli bir lütuf olarak da Rahman olan Allah’a yakın ve O’nun rızasına nail olma nimeti vardır ki bu nimet cennetlerdeki bütün nimetlerin en büyüğüdür. O’nun kerim cemalini görmek, son derece şefkatli ve merhametli olanın sözünü işitmek… Allah’a andolsun ki böyle bir ziyafet ve ikramdan daha üstün, daha güzel, daha kalıcı, daha mükemmel bir ziyafet ve ikram olamaz! Bu ziyafet ve ikram, hiçbir yaratılmışın vasfedemeyeceği ve akılların tasavvur edemeyeceği kadar muazzamdır. Eğer kullar bu nimetlerin bir bölümünü dahi gerçek anlamda bilecek olsalardı ve bu bilgi kalplerinde yer etseydi, şüphesiz bu nimetlere duyacakları şevk ile kalpler yerlerinden uçup giderdi, bu nimetlerden ayrı kalmanın acısı ile ruhları darmadğın olur, kafileler halinde olsun, tek tek olsun bu nimetlere doğru yola koyulurlardı. Fani dünyayı, kaybolup giden ve hevesi kursakta bırakan zevkleri bu nimetlere tercih etmezlerdi. Her bir lahzası binlerce yıllık nimetlere dönüştürülebilecek zamanlarını boşa geçirmezler ve zarara uğramamaya çalışırlardı. Ancak gaflet, her tarafı kuşatmış, iman zayıflamış, ilim azalmış ve irade gevşemiş bulunuyor. Bu nedenle de olanlar oldu. Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahi’l-azim.
#
{108} وقوله: {خالدين فيها}: هذا هو تمام النعيم، أنَّ فيها النعيم الكامل، ومن تمامه أنه لا ينقطع، {لا يبغون عنها حِوَلاً}؛ أي: تحوُّلاً ولا انتقالاً؛ لأنَّهم لا يرون إلاَّ ما يعجِبُهم ويبهِجُهم ويسرُّهم ويفرحهم، ولا يرون نعيماً فوق ما هم فيه.
108.
“Onlar orada ebediyen kalırlar.” İşte nimetin kemal derecesi budur. Orada eksiksiz nimetler vardır ve bu nimetlerin kesintisiz oluşu da kemalindendir.
“Oradan ayrılmak da istemezler.” Başka bir yere geçsinler, taşınsınlar istemezler. Çünkü onlar orada beğendikleri, gözlerini kamaştıracak, kendilerini sevince gark edecek şeylerden başkalarını görmeyecekleri gibi içinde bulundukları nimetlerden daha üstün nimetlerin olduğu kanaatinde de olmayacaklardır.
{قُلْ لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبِّي لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ أَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّي وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِهِ مَدَدًا (109)}.
109-
De ki: “Rabbimin sözleri için denizler mürekkep olsaydı, üstelik ona destek olarak bir o kadar daha getirseydik, Rabbimin sözleri tükenmeden o denizler tükenirdi.
#
{109} أي: قل لهم مخبراً عن عظمة الباري وسعةِ صفاتِهِ وأنها لا يحيطُ العباد بشيء منها: {لو كان البحرُ}؛ أي: هذه الأبحر الموجودة في العالم {مداداً لكلماتِ ربِّي}؛ أي: وأشجارُ الدُّنيا من أولها إلى آخرها من أشجار البلدان والبراري والبحار أقلامٌ، {لَنَفِدَ البحرُ}: وتكسرت الأقلام {قبل أن تنفَدَ كلماتُ ربِّي}: وهذا شيءٌ عظيمٌ لا يحيط به أحدٌ، وفي الآية الأخرى: {ولو أنَّ ما في الأرض من شجرةٍ أقلامٌ والبحرُ يمدُّه من بعدِهِ سبعةُ أبحرٍ ما نَفِدَتْ كلماتُ الله إنَّ الله عزيزٌ حكيمٌ}: وهذا من باب تقريب المعنى إلى الأذهان؛ لأنَّ هذه الأشياء مخلوقةٌ، وجميع المخلوقات منقضيةٌ منتهيةٌ، وأما كلام الله؛ فإنَّه من جملة صفاتِهِ، وصفاتُهُ غير مخلوقة ولا لها حدٌّ ولا منتهى؛ فأيُّ سعة وعظمة تصورتْها القلوب؛ فالله فوق ذلك، وهكذا سائر صفات الله تعالى؛ كعلمه وحكمته وقدرته ورحمته؛ فلو جُمِعَ علمُ الخلائق من الأوَّلين والآخرين أهل السماوات وأهل الأرض؛ لكان بالنسبة إلى علم العظيم أقلَّ من نسبة عصفورٍ وقع على حافَّة البحر، فأخذ بمنقارِهِ من البحر بالنسبة للبحر وعظمتِهِ، ذلك بأنَّ الله له الصفات العظيمة الواسعة الكاملة، وأنَّ إلى ربِّك المنتهى.
109. Yani sen, onlara Yaratıcının azametini, sıfatlarının sonsuzluğunu ve kulların bunları kısmen dahi olsun bilemeyeceklerini haber vermek üzere
“de ki: Rabbimin sözleri için denizler” yani şu dünyada var olan bütün denizler
“mürekkep olsaydı” ve başından sonuna kadar karalarda ve denizlerde bulunan bütün ağaçlar da kalem olsaydı,
“üstelik ona destek olarak bir o kadar daha getirseydik, Rabbimin sözleri tükenmeden o denizler tükenirdi.” kalemler de kırılıp biterdi. Bu, hiçbir kimsenin kuşatamayacağı kadar çok muazzam bir şeydir. Bir başka âyet-
i kerimede de şöyle buyurulmaktadır: “Eğer yeryüzünde olan bütün ağaçlar kalem olsaydı ve deniz de ardından yedi deniz daha ona katılsaydı yine de Allah’ın sözleri tükenmezdi. Muhakkak ki Allah Azizdir, Hakimdir.” (Lokman, 31/27) Bu ifade, anlatılmak istenen mananın zihinlerde daha iyi canlandırılması için kullanılmıştır. Çünkü bu gibi şeyler yaratılmıştır. Bütün yaratılmışlar ise biter, sona erer. Allah’ın sözleri ise O’nun sıfatlarına dahildir. Sıfatları ise yaratılmış değildir ve onların sınırları, son noktaları yoktur. Kalplerin tasarlayabileceği genişlik ve büyüklük ne kadar çok olursa olsun Allah’ın azameti ondan daha üstündür. Yüce Allah’ın ilim, hikmet, kudret, rahmet vb. gibi diğer sıfatları da böyledir. Göklerde ve yerde bulunan, öncekileriyle sonrakileriyle bütün yaratılmışların bilgisi bir araya getirilse hiç şüphesiz bunlar, Allah’ın o büyük ilmine nispetle denizin kıyısına konup da gagası ile denizden bir damla alan kuşun bu aldığı damlanın denize ve denizin büyüklüğüne oranı gibi bile değildir. Çünkü Allah’ın oldukça kâmil, geniş ve muazzam sıfatları vardır. Hiç şüphesiz en nihai kemal ancak Rabbimize aittir.
{قُلْ إِنَّمَا أَنَا بَشَرٌ مِثْلُكُمْ يُوحَى إِلَيَّ أَنَّمَا إِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ فَمَنْ كَانَ يَرْجُو لِقَاءَ رَبِّهِ فَلْيَعْمَلْ عَمَلًا صَالِحًا وَلَا يُشْرِكْ بِعِبَادَةِ رَبِّهِ أَحَدًا (110)}.
110-
De ki: “Ben, ancak sizin gibi bir beşerim. Ne var ki bana şöyle vahyolunuyor: Sizin ilâhınız ancak tek bir ilâhtır. O halde her kim Rabbine kavuşmayı ümit ediyorsa salih amel işlesin ve Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak koşmasın.”
#
{110} أي: قل يا محمدُ للكفار وغيرهم: {إنَّما أنا بشرٌ مثلُكم}؛ أي: لست بإله، ولا لي شركةٌ في الملك، ولا علمٌ بالغيب، ولا عندي خزائن الله، وإنَّما أنا بشرٌ مثلكم، عبدٌ من عبيد ربي. {يوحى إليَّ أنَّما إلهكم إلهٌ واحدٌ}؛ أي: فُضِّلْتُ عليكم بالوحي الذي يوحيه الله إليَّ، الذي أجلُّه الإخبار لكم، {أنَّما إلهكم إلهٌ واحدٌ}؛ أي: لا شريك له ولا أحد يستحقُّ من العبادة مثقال ذرَّة [غيره]، وأدعوكم إلى العمل الذي يقرِّبُكم منه ويُنيلكم ثوابه ويدفع عنكم عقابه، ولهذا قال: {فَمَن كان يَرْجو لقاءَ ربِّه فليعملْ عملاً صالحاً}: وهو الموافق لشرع الله من واجب ومستحبٍّ، {ولا يُشْرِكْ بعبادةِ ربِّه أحداً}؛ أي: لا يرائي بعمله، بل يعمله خالصاً لوجه الله تعالى؛ فهذا الذي جمع بين الإخلاص والمتابعة هو الذي ينال ما يرجو ويطلب، وأما مَنْ عدا ذلك؛ فإنَّه خاسرٌ في دنياه وأخراه، وقد فاته القرب من مولاه ونيل رضاه.
110. Ey Muhammed, kâfirlere ve diğerlerine
“de ki: Ben ancak sizin gibi bir beşerim.” Ben bir ilâh değilim. Benim Allah’ın mülkünde hiçbir ortaklığım yok. Gaybı bilmem, Allah’ın hazineleri de yanımda değil. Ben sizin gibi bir insanım, Rabbimin kullarından bir kulum.
“Ne var ki bana şöyle vahyolunuyor: Sizin ilâhınız ancak tek bir ilâhtır.” Yani benim size üstünlüğüm bana gelen vahiy iledir. Bu vahyin de en üstünü size ilâhınızın bir tek ilâh olduğuna dair verdiğim haberlerdir. Yani O’nun hiçbir ortağı yoktur. Ondan başka hiç kimse zerre ağırlığınca dahi ibadete hak kazanamaz. Sizi O’na yakınlaştıracak ameller işlemeye, mükâfaata nail olmanızı sağlayacak ve cezasını sizden uzaklaştıracak işleri yapmaya çağırıyorum.
Bundan dolayı şöyle buyurmaktadır: “O halde her kim Rabbine kavuşmayı ümit ediyorsa salih amel işlesin.” Salih amel ise farz ya da müstehab olsun Allah’ın şeriatına uygun olan ameldir.
“ve Rabbine ibadette hiç kimseyi ortak koşmasın.” Amellerinde riyakârlık yapmasın. Aksine amelini yalnızca Yüce Allah için ihlâsla yapsın. İşte bu şekilde ihlâsı ve Peygambere tâbi olmayı bir arada gerçekleştiren kişi, umduğuna nail olur ve istediğini elde eder. Bunun dışındakiler ise dünyada da âhirette de hüsrandadırlar. Rabbine yakın olmak ve O’nun rızasını elde etmek fırsatını da elden kaçırmış olurlar.
ehf Sûresi’nin tefsiri burada sona ermektedir. Hamd yalnız Allah’ındır.
***