Ayet:
17- BENÎ İSRÂÎL/İSRÂ SÛRESİ
17- BENÎ İSRÂÎL/İSRÂ SÛRESİ
(Mekke’de inmiştir, 111 âyettir)
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adı ile.
Ayet: 1 #
{سُبْحَانَ الَّذِي أَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلًا مِنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ إِلَى الْمَسْجِدِ الْأَقْصَى الَّذِي بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ آيَاتِنَا إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ (1)}
1- Kulunu geceleyin Mescid-i Haram’dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya, kendisine delil ve mucizelerimizden bir kısmını göstermek için götüren zât (her türlü eksiklikten) münezzehtir. Şüphesiz ki O, her şeyi işiten ve bilendir.
#
{1} ينزِّه تعالى نفسه المقدَّسة ويعظِّمها لأنَّ له الأفعال العظيمة والمنن الجسيمة التي من جملتها أنه {أسرى بعبدِهِ}: ورسوله محمد - صلى الله عليه وسلم -، {من المسجد الحرام}: الذي هو أجلُّ المساجد على الإطلاق، {إلى المسجد الأقصى}: الذي هو من المساجد الفاضلة، وهو محلُّ الأنبياء، فأسرى به في ليلة واحدةٍ إلى مسافة بعيدةٍ جدًّا، ورجع في ليلته، وأراه الله من آياته ما ازداد به هدىً وبصيرةً وثباتاً وفرقاناً، وهذا من اعتنائه تعالى به ولطفه؛ حيث يسَّره لليسرى في جميع أموره، وخوَّله نعماً فاق بها الأوَّلين والآخرين. وظاهر الآية أنَّ الإسراء كان في أول الليل، وأنَّه من نفس المسجد الحرام، لكن ثبت في الصحيح أنه أُسْرِيَ به من بيت أم هانئ ؛ فعلى هذا تكون الفضيلة في المسجد الحرام لسائر الحرم؛ فكلُّه تضاعف فيه العبادة كتضاعفها في نفس المسجد، وأنَّ الإسراء بروحه وجسده معاً، وإلاَّ لم يكن في ذلك آيةٌ كبرى ومنقبةٌ عظيمة. وقد تكاثرت الأحاديث الثابتة عن النبي - صلى الله عليه وسلم - في الإسراء وذكر تفاصيل ما رأى، وأنه أُسْرِيَ به إلى بيت المقدس، ثم عُرِج به من هناك إلى السماوات حتى وصل إلى ما فوق السماوات العُلى، ورأى الجنة والنار، والأنبياء على مراتبهم، وفُرِضَ عليه الصلواتُ خمسين، ثم ما زال يراجِعُ ربَّه بإشارة موسى الكليم حتى صارت خمساً في الفعل وخمسين في الأجر والثواب، وحاز من المفاخر تلك الليلة هو وأمتُه ما لا يعلم مقدارَه إلاَّ الله عز وجل. وذَكَرَهُ هنا وفي مقام الإنزال للقرآن ومقام التحدِّي بصفة العبوديَّة؛ لأنَّه نال هذه المقامات الكبار بتكميله لعبوديَّة ربه. وقوله: {الذي بارَكْنا حوله}؛ أي: بكثرة الأشجار والأنهار والخصب الدائم، ومن بركته تفضيله على غيره من المساجد سوى المسجد الحرام ومسجد المدينة، وأنه يُطْلَبُ شدُّ الرحل إليه للعبادة والصلاة فيه، وأنَّ الله اختصَّه محلاًّ لكثيرٍ من أنبيائه وأصفيائه.
1. Şanı Yüce Allah, mukaddes zatını tenzih ve ta’zim etmektedir. Çünkü O’nun pek büyük fiilleri ve muazzam lütuf ve ihsanları vardır ki bunlardan birisi de: “Kulunu” ve Rasûlünü, yani Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i “geceleyin” kayıtsız ve şartsız olarak bütün mescidlerin en değerlisi ve şereflisi olan “Mescid-i Haram’dan” faziletli mescidlerden birisi ve peygamberlerin mekânı olan “Mescid-i Aksâ’ya” götürmesidir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir gecede oldukça uzak bir mesafeye kadar götürülmüş ve aynı gece geri dönmüştür. Yüce Allah, ona hidâyetine hidâyet, basiretine basiret, sebatına sebat, hakkı batıldan ayırdedici furkan özelliğine furkan katan pek çok âyetlerini, delil ve mucizelerini ona göstermiştir. Bu, Yüce Allah’ın Peygamber’e gösterdiği itina ve lütfunun bir tecellisidir. Çünkü bütün işlerinde onu en kolay olana ulaştırmış, ona kendisini öncekilere de sonrakilere de üstün kılacak pek çok nimetler ihsan etmiştir. yet-i kerimenin zahirinden anlaşıldığına göre İsrâ, gecenin ilk saatlerinde ve Mescid-i Haram’ın kendisinden gerçekleşmiştir. Ancak sahih bir hadiste sabit olduğuna göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Ummu Hani’nin evinden götürülmüştür. Buna göre Mescid-i Haram’daki fazilet, Harem bölgesinin diğer yerleri için de söz konusudur. Böylece bütün Harem bölgesindeki ibadetler, bizzat Mescid-i Haram’ın kendisinde yapılmış gibi kat kat mükâfatlandırılır. Yine âyetin zahirinden anlaşıldığına göre İsra, Peygamber’in hem ruhu hem de bedeniyle birlikte olmuştur. Aksi takdirde bu, büyük bir âyet/mucize ve üstün bir menkıbe olmazdı. İsraya ve Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in onda gördüklerinin tafsiline dair pek çok hadis sabit olmuştur. Bu hadislere göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Beytü’l-Makdis’e kadar götürülmüş (İsra), sonra oradan da semavâta yükseltilmiştir (Mi’râc). Nihâyet o, en yüksek semânın da üstüne ulaşmış, cenneti ve cehennemi görmüş, mertebelerine göre peygamberlerle karşılaşmış ve ona elli vakit namaz farz kılınmıştır. Daha sonra Yüce Allah’ın Kelim’i olan Musa’nın işaretiyle Rabbine müracaatını birkaç defa tekrarlamış ve en sonunda namaz, fiilen beş vakit, ecir ve mükâfaat itibariyle de elli vakit olmuştur. O gece Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ve de ümmeti, Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği oldukça üstün lütuflara mazhar olmuştur. Burada yüce Allah, Peygamber’den Kur’an-ı Kerim’den bir ayet indirerek ve onun kulluğunu vurgulayarak bahsetmiştir. Çünkü o, bu büyük makamlara Rabbine olan kulluğunu tamamladığı için nail olmuştur. “Çevresini mübarek kıldığımız...” buyruğuna gelince bu, biz orayı ağaçlarla, ırmaklarla ve sürekli verimlilik ile bereketli kıldık, demektir. Bu mescidin, Mescid-i Haram ile Medine’deki Mescid-i Nebevi dışında kalan diğer mescidlerden daha üstün kılınması, orada ibadet edip namaz kılmak için yolculuğa çıkılmasının dinen uygun görülmesi ve Allah'ın orayı pek çok peygamberi ile seçkin kulu için bir mekan olarak özellikle seçmesi de bu berekete dahildir.
Ayet: 2 - 8 #
{وَآتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ وَجَعَلْنَاهُ هُدًى لِبَنِي إِسْرَائِيلَ أَلَّا تَتَّخِذُوا مِنْ دُونِي وَكِيلًا (2) ذُرِّيَّةَ مَنْ حَمَلْنَا مَعَ نُوحٍ إِنَّهُ كَانَ عَبْدًا شَكُورًا (3) وَقَضَيْنَا إِلَى بَنِي إِسْرَائِيلَ فِي الْكِتَابِ لَتُفْسِدُنَّ فِي الْأَرْضِ مَرَّتَيْنِ وَلَتَعْلُنَّ عُلُوًّا كَبِيرًا (4) فَإِذَا جَاءَ وَعْدُ أُولَاهُمَا بَعَثْنَا عَلَيْكُمْ عِبَادًا لَنَا أُولِي بَأْسٍ شَدِيدٍ فَجَاسُوا خِلَالَ الدِّيَارِ وَكَانَ وَعْدًا مَفْعُولًا (5) ثُمَّ رَدَدْنَا لَكُمُ الْكَرَّةَ عَلَيْهِمْ وَأَمْدَدْنَاكُمْ بِأَمْوَالٍ وَبَنِينَ وَجَعَلْنَاكُمْ أَكْثَرَ نَفِيرًا (6) إِنْ أَحْسَنْتُمْ أَحْسَنْتُمْ لِأَنْفُسِكُمْ وَإِنْ أَسَأْتُمْ فَلَهَا فَإِذَا جَاءَ وَعْدُ الْآخِرَةِ لِيَسُوءُوا وُجُوهَكُمْ وَلِيَدْخُلُوا الْمَسْجِدَ كَمَا دَخَلُوهُ أَوَّلَ مَرَّةٍ وَلِيُتَبِّرُوا مَا عَلَوْا تَتْبِيرًا (7) عَسَى رَبُّكُمْ أَنْ يَرْحَمَكُمْ وَإِنْ عُدْتُمْ عُدْنَا وَجَعَلْنَا جَهَنَّمَ لِلْكَافِرِينَ حَصِيرًا (8)}.
2- Biz, Mûsâ’ya Kitabı verdik ve onu İsrailoğulları için bir hidâyet kaynağı kılıp (onlara dedik ki): “Benden başka güvenip dayanacak hiçbir (ilah) edinmeyin.” 3- Ey Nûh ile beraber (kurtarıp gemide) taşıdıklarınızın soyundan gelenler! Şüphesiz o, çok şükreden bir kuldu. 4- Biz o Kitapta İsrailoğullarına şu hükmü bildirdik: “Siz yeryüzünde iki defa fesat çıkaracak ve gerçekten büyük zorbalıklar yapacaksınız.” 5- Bu iki (fesattan) birincisinin vakti gelince üzerinize çok güçlü kullarımızı gönderdik de onlar evlerin içine varıncaya kadar her yeri didik didik ettiler. Bu, yerine getirilmesi kaçınılmaz bir vaat idi. 6- Sonra onlara karşı size tekrar üstünlük verdik, mallarla ve oğullarla sizi güçlendirdik ve sayıca sizi daha üstün kıldık. 7- Eğer iyilik ederseniz kendi yararınıza iyilik etmiş olursunuz. Kötülük ederseniz de kendi zararınıza etmiş olursunuz. Nihayet (iki fesattan) sonuncusunun vakti gelince kederiniz yüzünüzden belli olsun, daha önce girdikleri gibi Mescide tekrar girsinler ve üstünlük sağlayıp ele geçirdikleri her şeyi mahvetsinler diye (onları yine üstünüze saldık). 8- Olur ki Rabbiniz size merhamet eder. Ama eğer (yine fesada) dönerseniz, biz de (ceza vermeye) döneriz. Biz, cehennemi kâfirlere bir zindan yaptık.
#
{2} كثيراً ما يَقْرِنُ الباري بين نبوَّة محمد - صلى الله عليه وسلم - ونبوَّة موسى - صلى الله عليه وسلم - وبين كتابيهما وشريعتيهما؛ لأنَّ كتابيهما أفضل الكتب، وشريعتيهما أكمل الشرائع، ونبوَّتيهما أعلى النبوَّات، وأتباعهما أكثر المؤمنين، ولهذا قال هنا: {وآتينا موسى الكتابَ}: الذي هو التوراة، {وجَعَلْناه هدىً لبني إسرائيل}: يهتدونَ به في ظُلُمات الجهل إلى العلم بالحقِّ. {ألاَّ تتَّخذوا مِن دوني وكيلاً}؛ أي: وقلنا لهم ذلك، وأنزلنا إليهم الكتاب لذلك؛ ليعبدوا الله وحده، ويُنيبوا إليه، ويتَّخذوه وحدَه وكيلاً ومدبراً لهم في أمر دينهم ودُنياهم، ولا يتعلَّقوا بغيره من المخلوقين الذين لا يملكون شيئاً ولا ينفعونَهم بشيءٍ.
2. Her şeyi yoktan var eden Allah, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in peygamberliği ile Musa aleyhisselam’ın peygamberliğini, onların kitabları ile şeriatlerini çoğu kere bir arada zikretmektedir. Çünkü onlara verilen Kitaplar, ilâhi kitapların en büyüğü, onların şeriatleri şeriatlerin en mükemmeli, onların risalet ve nübüvvetleri de nübüvvetlerin en yücesidir. Ayrıca onlara tâbi olanlar da mü’minlerin büyük çoğunluğunu teşkil etmektedir. Bundan dolayı Yüce Allah burada şöyle buyurmaktadır: “Biz Mûsâ’ya Kitabı” yani Tevrat’ı “verdik ve onu İsrailoğulları için” cahilliğin karanlıklarında hakkı bilmeye götüren yola ulaşacakları “bir hidâyet kaynağı kılıp (onlara dedik ki): “Benden başka güvenip dayanacak hiçbir (ilah) edinmeyin.” Yani biz, onlara bu Kitab’ı yalnızca Allah’a ibadet etsinler, O’na yönelsinler, din ve dünya işlerinin idarecisi ve vekili olarak yalnızca O’nu görsünler, hiçbir şeye sahip olmayan ve kendilerine bile hiçbir fayda sağlayamayan yaratılmışlara bel bağlamasınlar diye indirdik.
#
{3} {ذُرِّيَّةَ مَنْ حَمَلْنا مع نوح}؛ أي: يا ذُرِّيَّة مَنْ مَنَنَّا عليهم وحملناهم مع نوح. {إنَّه كان عبداً شكوراً}: ففيه التنويه بالثناء على نوح عليه السلام بقيامه بشكر الله واتِّصافه بذلك، والحثِّ لذُرِّيَّتِهِ أن يقتدوا به في شكره ويتابعوه عليه، وأن يتذكَّروا نعمةَ الله عليهم إذْ أبقاهم، واستخلفهم في الأرض، وأغرق غيرهم.
3. “Ey Nûh ile beraber (kurtarıp gemide) taşıdıklarınızın soyundan gelenler!” Yani ey kendilerine lütuf ve ihsanda bulunup da Nûh ile birlikte gemide taşıdığımız kimselerin soyundan gelenler! “Şüphesiz o, çok şükreden bir kuldu.” Bu buyrukta Nuh aleyhisselam’ın Allah’a şükrün gereğini yerine getiren, bu sıfatla donanmış biri olduğuna apaçık bir delil ve bundan dolayı ona övgü vardır. Ayrıca onun soyundan gelenlere de şükür konusunda ona uymaları teşvik edilmekte, Yüce Allah’ın üzerlerindeki nimetini hatırlamaları istenmektedir. Çünkü O, onları hayatta bırakıp yeryüzünde halef kılmış ve onların dışında kalanları ise suda boğmuştu.
#
{4} {وقَضَيْنا إلى بني إسرائيل}؛ أي: تقدَّمنا وعَهِدْنا إليهم وأخبرناهم في كتابهم أنهم لا بدَّ أن يقعَ: منهم إفسادٌ في الأرض مرتين بعمل المعاصي والبَطَر لنعم الله والعلوِّ في الأرض والتكبُّر فيها، وأنَّه إذا وقع واحدةٌ منهما؛ سلَّطَ الله عليهم الأعداء وانتقم منهم، وهذا تحذيرٌ لهم وإنذارٌ لعلَّهم يرجعون فيتذكَّرون.
4. “Biz o Kitapta İsrailoğullarına şu hükmü bildirdik…” Yani daha önceden onlara kitaplarında şu gerçeği haber vermiştik: Onlar, çeşitli günahlar işlemek, Allah’ın nimetlerine karşı nankörlük etmek, yeryüzünde büyüklük taslamayıp zorbalık etmek suretiyle yurtlarında iki defa fesat çıkaracaklardır. Bu fesatlardan birisini yaptıkları zaman Yüce Allah, onlara düşmanlarını musallat edecek ve onlardan intikam alacaktır. Bu, belki döner de ibret alırlar diye onlar için bir sakındırma ve bir uyarı idi.
#
{5} {فإذا جاء وَعْدُ أولاهما}؛ أي: أولى المرتين اللتين يفسدون فيهما؛ أي: إذا وقع منهم ذلك الفسادُ، {بَعَثْنا عليكم}: بعثاً قدريًّا وسلَّطنا عليكم تسليطاً كونيًّا جزائيًّا، {عباداً لنا أولي بأسٍ شديدٍ}؛ أي: ذوي شجاعة وعددٍ وعُدَّةٍ، فنصرهم اللهُ عليكم، فقتلوكم وسَبَوْا أولادكم ونهبوا أموالكم، وجاسوا {خلالَ الدِّيار}: فهتكوا الدُّور، ودخلوا المسجد الحرام، وأفسدوه. {وكان وعداً مفعولاً}: لا بدَّ من وقوعه لوجود سببه منهم. واختلف المفسِّرون في تعيين هؤلاء المسلَّطين؛ إلاَّ أنَّهم اتَّفقوا على أنَّهم قومٌ كفارٌ: إمَّا من أهل العراق، أو الجزيرة، أو غيرها؛ سلَّطهم الله على بني إسرائيل لما كَثُرَتْ فيهم المعاصي وتركوا كثيراً من شريعتهم وطَغَوا في الأرض.
5. “Bu iki (fesattan) birincisinin vakti gelince” yani fesat çıkaracakları iki kereden birincisinin vakti gelip sözü edilen bu fesadı işlediklerinde “üzerinize çok güçlü kullarımızı gönderdik.” Oldukça cesur, sayıları ve teçhizatı pek çok olan kullarımızı, kaderimizin gereği ve yaptıklarınızın cezası olmak üzere sizlere musallat kıldık. Allah, onları size muzaffer kıldı ve onlar sizi öldürdüler. Çoluk çocuğunuzu esir alıp mallarınızı talan ettiler. Hatta “onlar evlerin içine varıncaya kadar her yeri didik didik ettiler” Evlerin içlerine kadar girdiler, sizin saygı duyulması gereken Mescidinize bile girip orayı tahrip ettiler. “Bu, yerine getirilmesi kaçınılmaz bir vaad idi.” Onu gerektiren sebebi işlemeleri dolayısıyla gerçekleşmesi kaçınılmazdı. İsrailoğullarına musallat kılınan bu kimselerin kim olduğu hususunda müfessirler arasında görüş ayrılığı vardır. Ancak bunların kâfir bir topluluk olduğunu ittifakla kabul ederler. Bunlar ya Irak, ya Mezopotamya ahalisinden idiler ya da başkaları idi. İsrailoğullarının günahları çoğalınca, şeriatlerinin bir çoğunu terk edip yeryüzünde azgınlık edince Allah, bunları İsrailoğullarına musallat kılmıştı.
#
{6} {ثم رَدَدْنا لكمُ الكَرَّةَ عليهم}؛ أي: على هؤلاء الذين سُلطوا عليكم فأجْلَيْتموهم من دياركم، {وأمدَدْناكم بأموال وبنينَ}؛ أي: أكثرنا أرزاقكم وكثَّرناكم وقوَّيناكم عليهم، {وجعلناكُم أكثرَ نفيراً}: منهم، وذلك بسبب إحسانكم وخضوعكم لله.
6. “Sonra onlara” size musallat kılınan bu kimselere “karşı size tekrar üstünlük verdik.” siz de onları yurtlarınızdan sürüp uzaklaştırdınız. “mallarla ve oğullarla sizi güçlendirdik.” Rızıklarınızı da sayınızı da çoğalttık. Onlara karşı sizi güçlendirdik. “ve sayıca sizi” onlara göre “daha üstün kıldık.” Bu ise sizin iyi davranışlarınız ve Allah’a itaatle boyun eğmeniz dolayısıyla olmuştu.
#
{7} {إنْ أحسنتُم أحسنتُم لأنفسِكم}: لأنَّ النفع عائدٌ إليكم حتى في الدُّنيا كما شاهدتم من انتصِاركم على أعدائكم. {وإنْ أسأتُم فلها}؛ أي: فلأنفسكم يعود الضرر؛ كما أراكم الله من تسليط الأعداء. {فإذا جاء وعدُ الآخرة}؛ أي: المرَّة الأخرى التي تفسِدون فيها في الأرض؛ سلَّطْنا أيضاً عليكم الأعداء، {ليسوءوا وجوهكم}: بانتصارهم عليكم وسَبْيِكم، {ولِيَدْخُلوا المسجد كما دَخَلوه أوَّل مرَّةٍ}: والمراد بالمسجد مسجد بيت المقدس، {ولِيُتَبِّروا}؛ أي: يخرِّبوا ويدمِّروا {ما عَلَوْا}: عليه {تتبيراً}: فيخرِّبوا بيوتكم ومساجدكم وحروثكم.
7. “Eğer iyilik ederseniz kendi yararınıza iyilik etmiş olursunuz.” Çünkü bunun faydası sizedir. Hatta dünyada bile bu böyledir. Nitekim düşmanlarınıza karşı muzaffer oluşunuzda da bunu görmüş bulunuyorsunuz. “Kötülük ederseniz de kendi zararınıza etmiş olursunuz.” Bunun da zararı size aittir. Nitekim Yüce Allah düşmanlarınızı size musallat kılmak suretiyle bunu size göstermiştir. “Nihayet (iki fesattan) sonuncusunun” yeryüzünde fesat çıkartacağınız diğer fesadın “vakti gelince” yine düşmanlarınızı size musallat kıldık. Size karşı zafer kazanmaları ve sizi esir almaları sebebiyle “kederiniz yüzünüzden belli olsun, daha önce girdikleri gibi Mescide” yani Beytü’l-Makdis’e “tekrar girsinler ve üstünlük sağlayıp ele geçirdikleri her şeyi mahvetsinler” tahrip etsinler ve evlerinizi de mescidlerinizi de tarlalarınızı da yıkıp dağıtsınlar “diye” bunu yaptık.
#
{8} {عسى ربُّكم أن يرحَمَكم}: فيُديل لكم الكرة عليهم، فرحمهم وجعل لهم الدولة وتوعَّدهم على المعاصي، فقال: {وإنْ عُدتم}: إلى الإفساد في الأرض، {عُدْنا}: إلى عقوبتِكم، فعادوا لذلك، فسلَّط الله عليهم رسوله محمداً - صلى الله عليه وسلم -، فانتقم الله به منُهم؛ فهذا جزاء الدُّنيا، وما عند الله من النَّكال أعظمُ وأشنعُ، ولهذا قال: {وجَعَلْنا جهنَّم للكافرين حصيراً}: يصلونها ويلازِمونها لا يخرجون منها أبداً. وفي هذه الآيات التحذير لهذه الأمَّة من العمل بالمعاصي؛ لئلاَّ يصيبهم ما أصاب بني إسرائيل؛ فسنَّة الله واحدةٌ لا تبدَّل ولا تغيَّر، ومن نظر إلى تسليط الكفرة على المسلمين والظَّلَمة؛ عَرَفَ أنَّ ذلك من أجل ذنوبهم عقوبةً لهم، وأنَّهم إذا أقاموا كتاب الله وسنَّة رسوله؛ مكَّن لهم في الأرض، ونصرهم على أعدائهم.
8. “Olur ki Rabbiniz size merhamet eder.” ve böylelikle sizi onlara karşı muzaffer kılar. Nitekim Yüce Allah onlara merhamet etmiş ve tekrar onlara üstünlük vermiştir. Ancak masiyet işlemelerine karşı da onları tehdit ederek: “Ama eğer” yeryüzünde fesat çıkarmaya “dönerseniz, biz de” sizi cezalandırmaya “döneriz.” buyurmuştur. Onlar ise fesat çıkarmaya geri döndüler, Yüce Allah da onlara Rasûlü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i musallat kıldı. Onun vasıtasıyla Yüce Allah, onlardan intikam aldı. Bu, dünyadaki cezaları idi. Allah’ın nezdindeki ibretlik cezaları ise daha büyük ve daha ağırdır. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Biz cehennemi kâfirlere bir zindan yaptık.” Onlar, oraya girecek, orada kalacak ve ebediyen oradan çıkamayacaklardır. Bu âyet-i kerimelerde bu ümmet, masiyet işlemekten sakındırılmaktadır ki İsrailoğullarının başına gelen musibetler onların başına da gelmesin. Zira Yüce Allah’ın kanunu birdir ve onda herhangi bir değişiklik olmaz. Kâfir ve zalimlerin müslümanlara musallat olmasını dikkatle inceleyen bir kimse bunun, günahlarından ötürü onlara bir ceza olmak üzere gerçekleştiğini anlar. Diğer taraftan müslümanlar, Yüce Allah’ın Kitabını ve Rasûlünün sünnetini uyguladıklarında Allah, yeryüzünde onlara imkân ve iktidar vermiş ve onları düşmanlarına karşı muzaffer kılmıştır.
Ayet: 9 - 10 #
{إِنَّ هَذَا الْقُرْآنَ يَهْدِي لِلَّتِي هِيَ أَقْوَمُ وَيُبَشِّرُ الْمُؤْمِنِينَ الَّذِينَ يَعْمَلُونَ الصَّالِحَاتِ أَنَّ لَهُمْ أَجْرًا كَبِيرًا (9) وَأَنَّ الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْآخِرَةِ أَعْتَدْنَا لَهُمْ عَذَابًا أَلِيمًا (10)}.
9- Gerçekten bu Kur’an, en doğru olana iletir ve salih ameller işleyen mü’minlere, onlar için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler. 10- Âhirete iman etmeyenler için de pek elemli bir azap hazırladığımızı bildirir.
#
{9 ـ 10} يخبر تعالى عن شرف القرآن وجلالته وأنَّه {يهدي للتي هي أقومُ}؛ أي: أعدلُ وأعلى من العقائد والأعمال والأخلاق؛ فمن اهتدى بما يدعو إليه القرآنُ؛ كان أكملَ الناس وأقومَهم وأهداهم في جميع الأمور. {ويبشِّرُ المؤمنين الذين يعملونَ الصَّالحاتِ}: من الواجبات والسُّنن، {أنَّ لهم أجراً كبيراً}: أعدَّه الله لهم في دار كرامته لا يعلم وصفَه إلاَّ هو. {وأنَّ الذين لا يؤمنون بالآخرةِ أعْتَدْنا لهم عذاباً أليماً}؛ فالقرآنُ مشتملٌ على البشارة والنِّذارة وذِكْرِ الأسباب التي تُنال بها البشارة، وهو الإيمان والعمل الصالح، والتي تستحقُّ بها النذارة، وهو ضدُّ ذلك.
9-10. Şanı Yüce Allah, bu Kur’an-ı Kerim’in şeref ve üstünlüğünü haber vermekte, onun “en doğru olana” yani itikad, amel ve ahlâk bakımından en mutedil ve en yüce olana ilettiğini haber vermektedir. O nedenle Kur’an-ı Kerim’in davetiyle hidâyet bulanlar, hiç şüphesiz insanların en mükemmeli, en doğru yol üzere olanları, bütün işlerde de en ileri derecede hidâyet bulanlarıdır. Farz ve sünnet kabilinden “salih ameller işleyen mü’minlere, onlar için” Allah’ın, niteliklerini kendisinden başka hiçbir kimsenin bilmediği lütuf ve ihsan yurdunda hazırlamış olduğu “büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler. Âhirete iman etmeyenler için de pek elemli bir azap hazırladığımızı bildirir.” Kur’an-ı Kerim, hem müjde hem de uyarıları ihtiva eder. Ayrıca kendileri vasıtasıyla müjdelenen şeylere nail olunacak hususları da söz konusu eder ki bunlar, iman ve salih ameldir. Yine kendileri sebebiyle uyarılan azaba müstehak olunan şeyleri de söz konusu eder ki bunlar da iman ve salih amelin zıddı olan şeylerdir.
Ayet: 11 #
{وَيَدْعُ الْإِنْسَانُ بِالشَّرِّ دُعَاءَهُ بِالْخَيْرِ وَكَانَ الْإِنْسَانُ عَجُولًا (11)}.
11- İnsan hayra dua ettiği gibi şerre de dua eder. İnsan pek acelecidir.
#
{11} وهذا من جهل الإنسان وعجلته؛ حيث يدعو على نفسه وأولاده بالشرِّ عند الغضب، ويبادِرُ بذلك الدعاء كما يبادِرُ بالدُّعاء في الخير، ولكنَّ الله من لطفه يستجيبُ له في الخير ولا يستجيبُ له بالشر، ولو يُعَجِّلُ الله للناس الشرَّ استعجالهم بالخير لَقُضي إليهم أجلهم.
11. Bu, insanın bilgisizliğinden ve aceleciliğindendir. Çünkü insan, kızdığı vakit kendisinin veya çoluk-çocuğunun aleyhine olacak kötü şeyler isteyerek beddua eder. Ve tıpkı hayır duada acele ettiği gibi bu konuda da acele eder. Fakat Yüce Allah, lütfu dolayısı ile hayır duaları kabul etmekle birlikte bu tür kötülük isteyen bedduaları hemen kabul etmez: “Eğer Allah insanlara -hayrı çabucak istedikleri gibi- şerri de çabucak verseydi, elbette onların ecellerine hükmedilirdi.” (Yunus, 10/11)
Ayet: 12 #
{وَجَعَلْنَا اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ آيَتَيْنِ فَمَحَوْنَا آيَةَ اللَّيْلِ وَجَعَلْنَا آيَةَ النَّهَارِ مُبْصِرَةً لِتَبْتَغُوا فَضْلًا مِنْ رَبِّكُمْ وَلِتَعْلَمُوا عَدَدَ السِّنِينَ وَالْحِسَابَ وَكُلَّ شَيْءٍ فَصَّلْنَاهُ تَفْصِيلًا (12)}.
12- Biz, gece ile gündüzü iki delil kıldık. Gecenin alameti (olan ayı) sildik, gündüzün alameti (olan güneşi) de aydınlatıcı kıldık ki Rabbinizin lütfunu arayasınız, yılların sayısını ve hesabı bilesiniz. İşte biz, her şeyi ayrıntılı olarak açıkladık.
#
{12} يقول تعالى: {وجعلنا الليلَ والنهار آيتينِ}؛ أي: دالَّتين على كمال قدرة الله وسَعَة رحمته وأنَّه الذي لا تنبغي العبادة إلاَّ له. {فَمَحَوْنا آية الليل}؛ أي: جعلناه مظلماً للسكون فيه والراحة. {وجعلنا آيةَ النهارِ مبصرةً}؛ أي: مضيئة، {لتبتغوا فَضْلاً من ربِّكم}: في معايشكم وصنائعكم وتجاراتكم وأسفاركم، {ولتعلموا}: بتوالي الليل والنهار واختلاف القمر {عَدَدَ السنين والحسابَ}: فتبنون عليها ما تشاؤون من مصالحكم. {وكلَّ شيءٍ فصَّلْناه تفصيلاً}؛ أي: بيَّنَّا الآيات، وصرَّفناه لتتميز الأشياء، ويتبيَّن الحقُّ من الباطل؛ كما قال تعالى: {ما فرَّطْنا في الكتاب من شيءٍ}.
12. “Biz gece ile gündüzü iki delil kıldık.” Bunları Allah’ın kudretinin kemaline, rahmetinin genişliğine ve kendisinden başka hiçbir kimseye ibadet olunmaması gerektiğine delil olan iki belge kıldık. “Gecenin alameti (olan ayı) sildik” Geceyi içinde sükûn bulunsun, dinlenilsin diye karanlık kıldık. “gündüzün alameti (olan güneşi) de aydınlatıcı” aydınlık “kıldık ki” geçiminizi sağlamak, sanat ve mesleklerinizi icra etmek, ticaretlerinizi ve yolculuklarınızı yapmak suretiyle “Rabbinizin lütfunu arayasınız ve” gece ile gündüz arka arkaya gelmesi ve ayın değişerek farklı farklı görünmesi sayesinde “yılların sayısını ve hesabı bilesiniz.” Buna binaen istediğiniz maslahatlarınızı gerçekleştiresiniz diye böyle yaptık. “İşte biz, her şeyi ayrıntılı olarak açıkladık.” Eşyalar birbirinden ayırt edilsin, hak ile batıl açık seçik ortaya çıksın diye âyetleri geniş geniş açıkladık ve onları çeşitli şekillerde sizlere anlattık. Nitekim Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: “Biz o Kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.” (el-En’âm, 6/38)
Ayet: 13 - 14 #
{وَكُلَّ إِنْسَانٍ أَلْزَمْنَاهُ طَائِرَهُ فِي عُنُقِهِ وَنُخْرِجُ لَهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ كِتَابًا يَلْقَاهُ مَنْشُورًا (13) اقْرَأْ كِتَابَكَ كَفَى بِنَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ حَسِيبًا (14)}.
13- Her insanın amelini, kendi boynuna ayrılmayacak şekilde doladık. Kıyamet günü de ona, açılmış bir halde karşısında bulacağı bir kitap (amel defterini) çıkarırız. 14- (Ve deriz ki:) Oku kitabını, bugün hesap görücü olarak sen, kendine yetersin.”
#
{13 ـ 14} وهذا إخبارٌ عن كمال عدله: أنَّ كلَّ إنسان يُلْزِمُهُ طائِرَهُ في عنقِهِ؛ أي: ما عمل من خيرٍ وشرٍّ يجعله الله ملازماً له لا يتعدَّاه إلى غيره؛ فلا يحاسَبُ بعمل غيره ولا يحاسَبُ غيره بعمله. {ونخرِجُ له يوم القيامةِ كتاباً يلقاهُ منشوراً}: فيه عملُهُ من الخير والشرِّ حاضراً صغيرُهُ وكبيرُهُ، ويقال له: {اقرأ كتابَكَ كفى بنفسِكَ اليوم عليك حسيباً}: وهذا من أعظم العدل والإنصاف أن يقال للعبدِ: حاسِبْ نفسَكَ؛ ليعرف ما عليه من الحقِّ الموجب للعقاب.
13. Bu buyruk, Yüce Allah’ın adaletinin kemal derecesinde olduğunu haber vermektedir. Şöyle ki her insanın, hayır ve şer türünden yaptığı tüm amelleri, onun boynundadır. Yüce Allah onu, ondan ayrılmaz ve onu aşarak başkasına ulaşmaz şekilde kılmıştır. O nedenle de kişi, başkasının amelinden dolayı hesaba çekilmeyeceği gibi başkası da onun ameli dolayısıyla hesaba çekilmeyecektir. “Kıyamet günü de ona, açılmış bir halde karşısında bulacağı bir kitap (amel defterini) çıkarırız.” Bu kitapta hayır ya da şer türünden onun bütün ameli, küçüğüyle büyüğüyle yazılı olacaktır. 14. Ona şöyle denilecektir: “Oku kitabını, bugün hesap görücü olarak sen, kendine yetersin.” Bir kula, cezalandırılmasını gerektiren ne gibi suçlarının bulunduğunu bilmesi için: Kendi kendini sen hesaba çek, denilmesi adalet ve insafın en ileri derecesidir.
Ayet: 15 #
{مَنِ اهْتَدَى فَإِنَّمَا يَهْتَدِي لِنَفْسِهِ وَمَنْ ضَلَّ فَإِنَّمَا يَضِلُّ عَلَيْهَا وَلَا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى وَمَا كُنَّا مُعَذِّبِينَ حَتَّى نَبْعَثَ رَسُولًا (15)}
15- Kim hidâyet bulursa o, ancak kendi yararına hidâyet bulmuş olur. Kim de saparsa yalnız kendi zararına sapmış olur. Hiçbir (günahkar) kimse bir başkasının (günah) yükünü yüklenmez. Biz, bir rasûl göndermedikçe de azap etmeyiz.
#
{15} أي: هدايةُ كلِّ أحدٍ وضلاله لنفسه. لا يحمل أحدٌ ذنب أحدٍ، ولا يدفع عنه مثقالَ ذرَّة من الشرِّ، والله تعالى أعدل العادلين، لا يعذِّب أحداً حتى تقوم عليه الحجَّة بالرسالة ثم يعاند الحجَّة، وأما من انقاد للحجَّة أو لم تبلُغْه حجَّة الله تعالى؛ فإنَّ الله تعالى لا يعذِّب به. استدل بهذه الآية على أنَّ أهل الفترات وأطفال المشركين لا يعذِّبُهم الله حتى يبعثَ إليهم رسولاً؛ لأنَّه منزَّه عن الظُّلم.
15. Yani herkesin hidâyet ve sapıklığı kendisinedir. Kimse kimsenin günahını yüklenmeyeceği gibi kimse başkasına gelecek zerre ağırlığı kadar bir kötülüğü de uzaklaştıramaz. Allah adaletlilerin en adaletlisidir. Hiçbir kimseye risalet vasıtasıyla delil ortaya konulmadıkça ve o da bu delile karşı koymadıkça azap edilmez. Delile boyun eğen yahut Yüce Allah’ın delili kendisine ulaşmayan kimseye ise hiç şüphesiz Allah azap etmez. Bu âyet-i kerime, fetret dönemi insanları ile müşriklerin çocukları da dahil olmak üzere Allah’ın, kendilerine peygamber göndermedikçe hiçbir kavme azap etmeyeceğine delil gösterilmiştir. Çünkü Yüce Allah, zulmetmekten münezzehtir.
Ayet: 16 - 17 #
{وَإِذَا أَرَدْنَا أَنْ نُهْلِكَ قَرْيَةً أَمَرْنَا مُتْرَفِيهَا فَفَسَقُوا فِيهَا فَحَقَّ عَلَيْهَا الْقَوْلُ فَدَمَّرْنَاهَا تَدْمِيرًا (16) وَكَمْ أَهْلَكْنَا مِنَ الْقُرُونِ مِنْ بَعْدِ نُوحٍ وَكَفَى بِرَبِّكَ بِذُنُوبِ عِبَادِهِ خَبِيرًا بَصِيرًا (17)}
16- Bir ülkeyi helâk etmek istediğimiz zaman, onun refahtan şımarmış elebaşılarına (Allah'a itaati) emrederiz, ancak onlar orada fâsıklık ederler. Böylece üzerlerine (azap) sözü hak olur. Biz de orayı yerle bir ederiz. 17- Nûh’tan sonra nice nesilleri helak ettik. Kullarının günahlarını bilen ve gören olarak Rabbin yeter.
#
{16} يخبر تعالى أنه إذا أراد أن يُهْلِكَ قريةً من القرى الظالمة ويستأصلها بالعذاب؛ أمر مُتْرَفيها أمراً قدريًّا، ففسقوا فيها، واشتدَّ طغيانُهم؛ {فحقَّ عليها القولُ}؛ أي: كلمة العذاب التي لا مردَّ لها؛ {فدمَّرْناها تدميراً}
16. Yüce Allah, bize şunu haber vermektedir: O, zalim ülkelerden herhangi birisini helak etmeyi, azap ile kökten yok etmeyi dilerse oranın nimet ve refahtan şımarmış olanlarına kaderî emrini verir, onlar da “orada fâsıklık ederler.” Azgınlıkları artar durur. Sonunda “üzerlerine” geri çevrilmesi imkânsız olan azap “sözü hak olur. Biz de orayı yerle bir ederiz.”
#
{17} وهؤلاء أمم كثيرةٌ أبادهم الله بالعذاب من بعد قوم نوح؛ كعاد وثمود وقوم لوط وغيرهم ممَّن عاقبهم الله لما كَثُر بغيُهم واشتدَّ كفرُهم؛ أنزل الله بهم عقابَه العظيم. {وكفى بربِّك بذُنوب عبادِهِ خبيراً بصيراً}: فلا يخافوا منه ظلماً، وأنه يعاقبهم على ما عملوه.
17. “Nûh’tan sonra nice nesilleri helak ettik.” Allah’ın Nûh kavminden sonra Ad, Semûd, Lût kavmi vb. gibi azap ile helâk ettiği pek çok ümmet vardır. Yüce Allah, onların azgınlıkları artıp küfürleri çoğalınca üzerlerine büyük bir ceza ve azap indirmişti. “Kullarının günahlarını bilen ve gören olarak Rabbin yeter.” O nedenle O’nun haksızlık edeceğinden yana korkmasınlar. Zira O, onları ancak yaptıklarına karşılık cezalandırır.
Ayet: 18 - 21 #
{مَنْ كَانَ يُرِيدُ الْعَاجِلَةَ عَجَّلْنَا لَهُ فِيهَا مَا نَشَاءُ لِمَنْ نُرِيدُ ثُمَّ جَعَلْنَا لَهُ جَهَنَّمَ يَصْلَاهَا مَذْمُومًا مَدْحُورًا (18) وَمَنْ أَرَادَ الْآخِرَةَ وَسَعَى لَهَا سَعْيَهَا وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَأُولَئِكَ كَانَ سَعْيُهُمْ مَشْكُورًا (19) كُلًّا نُمِدُّ هَؤُلَاءِ وَهَؤُلَاءِ مِنْ عَطَاءِ رَبِّكَ وَمَا كَانَ عَطَاءُ رَبِّكَ مَحْظُورًا (20) انْظُرْ كَيْفَ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ وَلَلْآخِرَةُ أَكْبَرُ دَرَجَاتٍ وَأَكْبَرُ تَفْضِيلًا (21)}.
18- Her kim acele/peşin olan (dünya nimetlerini) isterse biz de ona orada dilediğimiz kadarını istediğimiz kimseye acele/peşin olarak veririz. Sonra da cehennemi ona konak yaparız, o da kınanmış ve kovulmuş olarak oraya girer. 19- Her kim de âhireti ister ve onun için mü’min olarak gereği gibi çalışırsa işte onların çalışmaları karşılığını bulacaktır. 20- (Bu iki gruptan) her birine, hem onlara hem de bunlara (dünyada) Rabbinin ihsanından veririz. Zira Rabbinin ihsanı (dünyada hiç kimseye) kısıtlı değildir. 21- Onların kimini kiminden nasıl üstün kıldığımıza bir bak! Elbette âhiret, hem dereceleri itibari ile daha büyüktür, hem de üstünlük bakımından daha büyüktür.
#
{18} يخبر تعالى أن {مَن كان يريدُ}: الدنيا {العاجلة} المنقضية الزائلة، فعمل لها وسعى، ونسي المبتدأ أو المنتهى: أنَّ الله يعجِّل له من حطامها ومتاعها ما يشاؤه ويريده، مما كَتَبَ الله له في اللوح المحفوظ، ولكنَّه متاعٌ غير نافع ولا دائم له، ثم يجعل له في الآخرة {جهنَّم يَصْلاها}؛ أي: يباشر عذابها، {مذموماً مدحوراً}؛ أي: في حالة الخِزْي والفضيحة والذمِّ من الله ومن خلقِهِ والبعد عن رحمةِ الله، فيجمعُ له بين العذاب والفضيحة.
18. Yüce Allah, bize şunu haber vermektedir: “Her kim acele/peşin olanı” yani yok olacak, geçip gidecek olan dünyayı “isterse” ve onun için çalışıp çabalar da geldiği yeri yahut varacağı sonu unutursa Yüce Allah, bu dünyanın değersiz ve fani nimetlerinden kendi dilediğini -Levh-i Mahfuz’da onun için yazıp takdir etmiş olduğu kadarıyla- ona acele tarafından hemen verir. Ancak bu, faydası ve devamlılığı olmayan fani bir nimettir. Daha sonra ise âhirette “cehennemi ona konak” yapar. “o da kınanmış ve kovulmuş olarak oraya girer.” Yani rezil ve rüsvay olarak, hem Allah tarafından hem kulları tarafından yerilmiş ve Allah’ın rahmetinden kovulmuş bir halde oraya girip azaba duçar olur. Böylelikle hem azaba uğrayacak, hem de rezil ve rüsvay olacaktır.
#
{19} {ومن أراد الآخرةَ}: فرضِيَها وآثرها على الدُّنيا، {وسعى لها سَعْيَها}: الذي دعت إليه الكتب السماويَّة والآثار النبويَّة، فعمل بذلك على قدر إمكانه، {وهو مؤمنٌ}: بالله وملائكته وكتبه ورسله واليوم الآخر. {فأولئك كان سعيُهم مشكوراً}؛ أي: مقبولاً منمًّى مدَّخراً، لهم أجرهم وثوابهم عند ربهم.
19. “Her kim de âhireti ister” ona razı olur ve onu dünya hayatına tercih eder “ve onun için” Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlere ve âhiret gününe inanan bir “mü’min olarak gereği gibi” yani semavî kitapların ve nebevî buyrukların yönlendirdiği şekilde “çalışırsa”; imkânı ölçüsünde bu yolda amel ederse “işte onların çalışmaları karşılığını bulacaktır.” Yani kabul edilecek ve onlar için ecir ve mükâfatları Rableri katında saklanacaktır. Bununla birlikte dünya hayatındaki paylarından da mahrum kalmayacaklardır. Çünkü:
#
{20} ومع هذا؛ فلا يفوتُهم نصيبُهم من الدُّنيا؛ فكلًّا يُمِدُّه الله منها؛ لأنَّه عطاؤه وإحسانه. {وما كان عطاءُ ربِّك محظوراً}؛ أي: ممنوعاً من أحدٍ، بل جميعُ الخلق راتِعون بفضلِهِ وإحسانِهِ.
20. Yüce Allah, bu iki grubun her birine de dünyadan nasibini verir. Zira onun bağış ve ihsanı “kısıtlı” kimseden engellenmiş “değildir.” Aksine bütün yaratılmışlar, O’nun lütuf ve ihsanından yararlanmaktadırlar.
#
{21} {انظرْ كيف فضَّلْنا بعضَهم على بعضٍ}: في الدُّنيا بسَعة الأرزاق وقلَّتها، واليُسْر والعُسْر، والعلم والجهل، والعقل والسَّفَه، وغير ذلك من الأمور التي فضَّل الله العباد بعضهم على بعض بها. {وللآخرةُ أكبرُ درجاتٍ وأكبرُ تفضيلاً}: فلا نسبة لنعيم الدُّنيا ولذَّاتها إلى الآخرة بوجه من الوجوه؛ فكم بين من هو في الغرف العاليات واللَّذَّات المتنوِّعات والسرور والخيرات والأفراح ممَّن هو يتقلَّب في الجحيم، ويعذَّب بالعذاب الأليم، وقد حلَّ عليه سَخَطُ الربِّ الرحيم، وكلٌّ من الدارين بين أهلها من التفاوت ما لا يمكنُ أحداً عدُّه.
21. “Onların kimini kiminden” dünya hayatında bol yahut az rızık vermekle, zorluk ve kolaylıkla, ilim ve bilgisizlikle, akıl ve akılsızlıkla vb. gibi Yüce Allah’ın kendisiyle kullarından kimini kimine üstün kıldığı şeylerle “nasıl üstün kıldığımıza bir bak! Elbette âhiret hem dereceleri itibari ile daha büyüktür, hem de üstünlük bakımından daha büyüktür.” Dünya nimet ve lezzetleri ile âhiretinkiler hiçbir bakımdan kıyas kabul etmez. Cennetteki yüksek köşkler, çeşit çeşit lezzetler, sevinçler ve pek çok hayırlara kavuşanlarla cehenneme giden, orada can yakıcı uğratılan ve Rahîm olan Rabbin gazabına maruz kalanların hali arasında o kadar büyük fark vardır ki! Her iki yurdun ehli arasındaki büyük farklılıkların hiç kimse tarafından nitelendirilmesi mümkün değildir.
Ayet: 22 #
{لَا تَجْعَلْ مَعَ اللَّهِ إِلَهًا آخَرَ فَتَقْعُدَ مَذْمُومًا مَخْذُولًا (22)}.
22- Allah ile beraber başka bir ilâh edinme yoksa kınanmış ve kendi başına terk edilmiş bir halde kalakalırsın.
#
{22} أي: لا تعتقدْ أنَّ أحداً من المخلوقين يستحقُّ شيئاً من العبادة، ولا تشركْ بالله أحداً منهم؛ فإنَّ ذلك داع للذمِّ والخذلان؛ فالله وملائكته ورسله قد نَهَوْا عن الشرك، وذمُّوا من عمله أشدَّ الذمِّ، ورتَّبوا عليه من الأسماء المذمومة والأوصاف المقبوحة ما كان به متعاطيه أشنعَ الخلق وصفاً وأقبحهم نعتاً، وله من الخِذْلان في أمر دينه ودنياه بحسب ما تركه من التعلُّق بربِّه؛ فمن تعلَّق بغيره؛ فهو مخذولٌ قد وُكِلَ إلى مَن تعلَّق به، ولا أحد من الخلق ينفع أحداً إلا بإذن الله؛ وكما أنَّ مَن جعل مع الله إلهاً آخر له الذمُّ والخذلان؛ فمن وحَّده وأخلص دينه لله، وتعلَّق به دون غيره؛ فإنَّه محمودٌ مُعانٌ في جميع أحواله.
22. Yani yaratılmışlardan herhangi bir kimsenin, en ufak çapta bile ibadette hak sahibi olduğuna inanma! Onlardan hiçbirisini Allah’a ortak koşma! Çünkü böyle bir tutum, yerilmeye ve yardımsı kalmaya sebeptir. Allah, melekleri ve O’nun peygamberleri şirki yasaklamışlar, şirk koşanı en ileri derecede yermişler, onlara yergi ifade eden isimleri ve çirkin sıfatları layık görmüşlerdir. O nedenle de şirk koşan kimse, yaratılmışlar arasında en kötü vasfa ve en çirkin niteliğe sahiptir. O, Rabbine bağlanmayı terk ettiğinden dolayı dini ve dünyası ile ilgili hususlarda ilâhî yardımdan mahrum kalır. Çünkü Allah’tan başkasına bağlanan yardımsız bırakılır. Kime bağlanmışsa ona havale edilir. Allah izin vermedikçe de hiçbir yaratığın bir başkasına faydası olamaz. Allah ile birlikte bir başka ilâhın varlığını kabul eden nasıl yerilir ve yardımsız bırakılırsa Allah’ı tevhid edip dini O’na halis kılan, Allah’tan başkalarından uzaklaşıp da O’na bağlanan kimseler de övgüye mazhar olur ve bütün hallerinde Allah’ın yardımına nail olur.
Ayet: 23 - 24 #
{وَقَضَى رَبُّكَ أَلَّا تَعْبُدُوا إِلَّا إِيَّاهُ وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَانًا إِمَّا يَبْلُغَنَّ عِنْدَكَ الْكِبَرَ أَحَدُهُمَا أَوْ كِلَاهُمَا فَلَا تَقُلْ لَهُمَا أُفٍّ وَلَا تَنْهَرْهُمَا وَقُلْ لَهُمَا قَوْلًا كَرِيمًا (23) وَاخْفِضْ لَهُمَا جَنَاحَ الذُّلِّ مِنَ الرَّحْمَةِ وَقُلْ رَبِّ ارْحَمْهُمَا كَمَا رَبَّيَانِي صَغِيرًا (24)}.
23- Rabbin, kendisinden başkasına ibadet etmemenizi ve ana-babaya da iyi davranmanızı kesin olarak emretmiştir. Eğer onlardan biri veya her ikisi, yanında ihtiyarlığa ulaşırsa onlara “Öf!” (bile) deme ve onları azarlama! Onlara tatlı ve güzel söz söyle! 24- Onlara merhamet dolu tevazu kanadını ger ve de ki: “Rabbim! Onlar beni küçükken nasıl (merhametle) yetiştirdilerse sen de onlara öyle merhamet et!”
#
{23} لما نهى تعالى عن الشرك به؛ أمر بالتوحيد، فقال: {وقضى ربُّك}: قضاء دينيًّا، وأمر أمراً شرعيًّا {أن لا تعبُدوا}: أحداً من أهل الأرض والسماوات الأحياء والأموات، {إلاَّ إيَّاه}: لأنَّه الواحد الأحد، الفرد الصمد، الذي له كلُّ صفة كمال، وله من تلك الصفة أعظمها، على وجهٍ لا يشبهه أحدٌ من خلقه، وهو المنعِمُ بالنعم الظاهرة والباطنة، الدافع لجميع النِّقم، الخالق، الرازق، المدبِّر لجميع الأمور؛ فهو المتفرِّد بذلك كلِّه، وغيره ليس له من ذلك شيء. ثم ذكر بعد حقِّه القيام بحقِّ الوالدين، فقال: {وبالوالدين إحساناً}؛ أي: أحسنوا إليهما بجميع وجوه الإحسان القوليِّ والفعليِّ؛ لأنهما سببُ وجود العبد، ولهما من المحبَّة للولد والإحسان إليه، والقرب ما يقتضي تأكُّد الحقِّ ووجوب البرِّ. {إمَّا يَبْلُغَنَّ عندَكَ الكِبَرَ أحدُهما أو كلاهما}؛ أي: إذا وصلا إلى هذا السنِّ الذي تضعُفُ فيه قواهما ويحتاجان من اللُّطف والإحسان ما هو معروفٌ، {فلا تَقُلْ لهما أفٍّ}: وهذا أدنى مراتب الأذى، نبَّه به على ما سواه، والمعنى: لا تؤذِهِما أدنى أذيَّة، {ولا تَنْهَرْهُما}؛ أي: تزجُرهما وتتكلَّم لهما كلاماً خشناً. {وقلْ لهما قولاً كريماً}: بلفظٍ يحبَّانه، وتأدَّب وتلطَّف بكلام ليِّن حسن يلذُّ على قلوبهما، وتطمئنُّ به نفوسهما، وذلك يختلفُ باختلاف الأحوال والعوائد والأزمان.
23. Allah Teâlâ, kendisine şirk koşulmasını yasakladıktan sonra tevhidi emrederek şöyle buyurmaktadır: “Rabbin” yerdekilerden olsun, göktekilerden olsun, ölülerden olsun, dirilerden olsun “kendisinden başkasına ibadet etmemenizi…” dinî bir hüküm ve şer’i birer emir olmak üzere “kesin olarak emretmiştir.” Çünkü Vâhid ve Ehad olan, bir tek ve Samed olan O’dur. Bütün kemal sıfatları yalnız O’nundur. Her türlü sıfatın en azametlisi yalnız O’nundur ve bu sıfatları yaratılmışlardan hiç kimseninkine benzemez. Görünen ve görünmeyen bütün nimetleri ihsan eden, her türlü kötülüğü önleyen, yaratan, rızık veren, bütün işleri yöneten O’dur. Bütün bunları tek başına yapan O’dur. O’nun dışındaki hiçbir varlığın bunlarda en ufak bir payı bile yoktur. Yüce Allah kendi hakkından sonra anne-baba hakkını yerine getirmeyi söz konusu ederek: “ana-babaya da iyi davranmanızı…” buyurmaktadır. Yani sözlü ve fiilî bütün iyilik şekilleriyle onlara iyilikte bulunun. Çünkü onlar, kulun varlığının sebebidirler. Onların çocuklarına olan sevgileri, iyilikleri ve yakınlıkları, haklarının daha bir kuvvetli ve onlara karşı iyi davranmanın da farz olmasını gerektirir. “Eğer onlardan biri veya her ikisi yanında ihtiyarlığa ulaşırsa” güçlerinin zayıflayacağı böyle bir yaşa ulaşır da bilinen şekilde lütuf ve ihsana ihtiyaçları bulunursa “onlara “öf” (bile) deme.” Bu, eziyet mertebelerinin en aşağısıdır. Bu ifadeyle onun dışındakilere de dikkat çekilmektedir. Yani onlara en asgari bir şekilde dahi eziyette bulunma! “Onları azarlama!” Onlara sert ve kaba sözlerle konuşma! “Onlara tatlı ve güzel söz söyle!” Sevdikleri lafızlarla, edeplice, kalplerini neşelendirecek ve gönüllerini rahatlatacak ifadelerle konuş! Bu sözler ise durumun, âdetlerin ve zamanın değişmesine göre değişiklik arzedebilir.
#
{24} {واخفضْ لهما جناحَ الذُّلِّ من الرحمةِ}؛ أي: تواضع لهما ذُلًّا لهما ورحمةً واحتساباً للأجر، لا لأجل الخوف منهما أو الرجاء لما لهما ونحو ذلك من المقاصد التي لا يؤجَر عليها العبد. {وقل ربِّ ارحَمْهما}؛ أي: ادعُ لهما بالرحمة أحياءً وأمواتاً؛ جزاءً على تربيتهما إيَّاك صغيراً. وفُهِمَ من هذا أنَّه كلَّما ازدادت التربيةُ؛ ازداد الحقُّ. وكذلك من تولَّى تربية الإنسان في دينِهِ ودُنياه تربيةً صالحةً غير الأبوين؛ فإنَّ له على مَن ربَّاه حقَّ التربية.
24. “Onlara merhamet dolu tevazu kanadını ger.” Onlardan korktuğun yahut onlardan birşeyler umduğun için vb. gibi ecir alınmayacak bir maksat dolayısıyla değil de sevabını umarak onlara karşı alçakgönüllü ol ve onlara merhametinden dolayı bu şekilde davran ve “De ki: Rabbim! Onlar beni küçükken nasıl (merhametle) yetiştirdilerse sen de onlara öyle merhamet et!” Yani hayattayken de öldükten sonra da onlara rahmete nail olmaları için dua et! Bu da onların seni küçükken terbiye edip büyütmelerinin bir karşılığı olsun. Bundan şu anlaşılmaktadır: Terbiye ve yetiştirme ne kadar ileri derecede olursa hak da o kadar çok olur. Aynı şekilde bir kişinin, din ve dünyası hususunda -anne babası dışında- güzel bir şekilde terbiyesini üstlenen kimselerin de terbiye ettikleri o kişiler üzerinde böyle bir yetiştirme hakkı vardır.
Ayet: 25 #
{رَبُّكُمْ أَعْلَمُ بِمَا فِي نُفُوسِكُمْ إِنْ تَكُونُوا صَالِحِينَ فَإِنَّهُ كَانَ لِلْأَوَّابِينَ غَفُورًا (25)}
25- Rabbiniz, içinizdekileri en iyi bilendir. Eğer salih kimseler olursanız şüphesiz ki O, kendine yönelenlere karşı çok bağışlayıcıdır.
#
{25} أي: ربُّكم تعالى مطَّلع على ما أكنَّته سرائركم من خير وشرٍّ، وهو لا ينظر إلى أعمالكم وأبدانكم، وإنما ينظر إلى قلوبكم وما فيها من الخير والشر. {إن تكونوا صالحين}: بأن تكون إرادتُكم ومقاصدكم دائرةً على مرضاة الله، ورغبتكم فيما يقربكم إليه، وليس في قلوبكم إرادات مستقرة لغير الله. {فإنَّه كان للأوَّابين}؛ أي: الرجَّاعين إليه في جميع الأوقات؛ {غفوراً}: فمن اطَّلع الله على قلبه، وعلم أنه ليس فيه إلاَّ الإنابة إليه ومحبَّته ومحبَّة ما يقرِّب إليه؛ فإنَّه وإن جرى منه في بعض الأوقات ما هو مقتضى الطبائع البشريَّة؛ فإنَّ الله يعفو عنه، ويغفر له الأمور العارضة غير المستقرَّة.
25. Yani Yüce Rabbiniz hayır olsun, şer olsun içinizde gizlediğiniz her şeyden haberdardır. O, sizin amellerinize ve bedenlerinize bakmaz. Aksine sizin kalplerinize, kalplerinizdeki hayır ve şerre bakar. “Eğer salih kimseler olursanız” irade ve maksatlarınız, Allah’ın rızası çerçevesinde olur, sizi O’na yakınlaştıracak şeylere rağbet edip kalplerinizde Allah’tan başkasına yönelik herhangi bir istek yer etmemiş olursa “şüphesiz ki O, kendine yönelenlere” her vakit çokça kendisine yönelen kimselere “karşı çok bağışlayıcıdır.” Yüce Allah, her kimin kalbine muttali olup da onun kalbinde kendisine yönelişten, kendisine sevgi duymaktan, kendisine yakınlaştırıcı şeyleri sevmekten başka birşey olmadığını görürse -bazı zamanlarda beşeri tabiatın gereği olarak farklı şeyler olsa bile- Allah, böylesini affeder ve kalbinde yer etmeyen, gelip-geçici bu gibi ârızî hususları da bağışlar.
Ayet: 26 - 30 #
{وَآتِ ذَا الْقُرْبَى حَقَّهُ وَالْمِسْكِينَ وَابْنَ السَّبِيلِ وَلَا تُبَذِّرْ تَبْذِيرًا (26) إِنَّ الْمُبَذِّرِينَ كَانُوا إِخْوَانَ الشَّيَاطِينِ وَكَانَ الشَّيْطَانُ لِرَبِّهِ كَفُورًا (27) وَإِمَّا تُعْرِضَنَّ عَنْهُمُ ابْتِغَاءَ رَحْمَةٍ مِنْ رَبِّكَ تَرْجُوهَا فَقُلْ لَهُمْ قَوْلًا مَيْسُورًا (28) وَلَا تَجْعَلْ يَدَكَ مَغْلُولَةً إِلَى عُنُقِكَ وَلَا تَبْسُطْهَا كُلَّ الْبَسْطِ فَتَقْعُدَ مَلُومًا مَحْسُورًا (29) إِنَّ رَبَّكَ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَاءُ وَيَقْدِرُ إِنَّهُ كَانَ بِعِبَادِهِ خَبِيرًا بَصِيرًا (30)}.
26- Yakınlara hakkını ver, yoksula ve yolda kalmışa da. Ama saçıp savurma! 27- Çünkü saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleridir. Şeytansa Rabbine karşı çok nankördür. 28- Eğer Rabbinden gelmesini umduğun bir rahmeti beklerken bu (sayılanlardan) yüz çevirir (de bir şey veremez)sen o halde (hiç olmazsa) onlara gönül alıcı bir söz söyle. 29- Elini boynuna bağlama! Onu büsbütün de açma! Yoksa kınanmış ve pişman bir halde kalakalırsın. 30- Şüphesiz ki Rabbin, dilediğinin rızkını genişletir ve daraltır. Şüphesiz O, kullarından haberdardır, onları hakkıyla görendir.
#
{26 ـ 27} يقول تعالى: {وآت ذا القُربى حقَّه}: من البرِّ والإكرام الواجب والمسنون، وذلك الحقُّ يتفاوت بتفاوت الأحوال والأقارب والحاجة وعدمها والأزمنة، {والمسكينَ}: آته حقَّه من الزَّكاة ومن غيرها؛ لتزول مسكنتُه، {وابنَ السبيل}: وهو الغريب المنقطع به عن بلده، فيُعْطى الجميع من المال، على وجهٍ لا يضرُّ المعطي، ولا يكون زائداً على المقدار اللائق؛ فإنَّ ذلك تبذيرٌ، قد نهى الله عنه وأخبر: إنَّ المبذِّرين {إخوانُ الشياطين}: لأنَّ الشيطان لا يدعو إلاَّ إلى كلِّ خَصلة ذميمةٍ، فيدعو الإنسان إلى البخل والإمساك؛ فإذا عصاه؛ دعاه إلى الإسراف والتبذير، والله تعالى إنَّما يأمُرُ بأعدل الأمور وأقسطِها، ويمدحُ عليه؛ كما في قوله عن عباد الرحمن الأبرار: {والذين إذا أنفقوا لم يُسْرِفوا ولم يَقْتُروا وكان بين ذلك قَواماً}.
26. “Yakınlara” iyilik ve ikramın farz ve sünnet türünden hak ettiği “hakkını ver.” Bu hak durumların ve yakınlıkların farklılığına, ihtiyaç duyup duymamaya ve zamana göre değişiklik arz eder. “yoksula” yoksulluğunun ortadan kalkması için zekât ve onun dışındaki haklarını ver; “ve yolda kalmışa da.” memleketinden uzaklarda ve kendisini oraya ulaştıracak kadar imkanı bulunmayan yabancı kimselere de hakkını ver. “Ama saçıp savurma!” Bunların hepsine maldan, verene zarar vermeyecek şekilde verilir ve verilecek miktar, uygun olandan fazla olmamalıdır. Çünkü bunu aksi, savurganlıktır. Yüce Allah da bunu yasaklamış ve ardından şöyle buyurmuştur: 27. “Çünkü saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridir.” Zira şeytan, yerilmeyi gerektirmeyen hiçbir şeye çağırmaz. O, insanı cimriliğe ve eli sıkılığa çağırır. Bu konuda kişi şeytana itaat etmezse bu sefer de onu saçıp savurmaya ve israfa çağırır. Yüce Allah ise en adaletli ve en dengeli olan işi emreder ve bundan dolayı da kişiyi över. Nitekim Yüce Allah, Rahman’ın has kullarından söz ederken şöyle buyurmaktadır: “Onlar ki infak ettiklerinde israf da etmezler, cimrilik de etmezler. Bunun arasında orta bir yol tutarlar.” (el-Furkân, 25/67) Burada da Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{29} وقال هنا: {ولا تجعل يَدَكَ مغلولةً إلى عنقك}: كناية عن شدة الإمساك والبخل، {ولا تَبْسُطْها كلَّ البسط}: فتنفق فيما لا ينبغي أو زيادة على ما ينبغي، {فتقعدَ}: إن فعلت ذلك {مَلوماً}؛ أي: تُلام على ما فعلتَ، {مَحْسوراً}؛ أي: حاسر اليد فارغها؛ فلا بقي ما في يدك من المال، ولا خَلَفَه مدحٌ وثناءٌ.
29. “Elini boynuna bağlama!” Bu, aşırı cimrilikten ve pintilikten kinayedir. (Eli sıkı olma, demektir). “Onu büsbütün de açma!” Uygun olmayan yerlere ve gerekenden fazla harcamada bulunma! Çünkü böyle yapacak olursan, yaptıklarından dolayı “kınanmış ve pişman bir halde kalakalırsın.” Yani malın elden gider de elin bomboş kalır. Böylece elinde ne mal namına bir şey kalmadığı gibi övgüye de nail olamazsın.
#
{28} وهذا الأمر بإيتاء ذي القربى مع القدرة والغنى، فأمَّا مع العُدْم أو تعسُّر النفقة الحاضرة؛ فأمر تعالى أن يُردُّوا ردًّا جميلاً، فقال: {وإمَّا تعرضَنَّ عنهم ابتغاءَ رحمةٍ من ربِّك ترجوها}؛ أي: تعرض عن إعطائِهِم إلى وقت آخر ترجو فيه من الله تيسير الأمر. {فقُلْ لهم قولاً ميسوراً}؛ أي: لطيفاً برفقٍ ووعد بالجميل عند سُنوح الفرصة واعتذارٍ بعدم الإمكان في الوقت الحاضر؛ لينقلبوا عنك مطمئنَّة خواطرهم؛ كما قال تعالى: {قولٌ معروفٌ ومغفرةٌ خيرٌ من صدقةٍ يَتْبَعُها أذى}: وهذا أيضاً من لطف الله تعالى بالعباد، أمرهم بانتظار الرحمة والرزق منه؛ لأنَّ انتظار ذلك عبادة، وكذلك وعدُهم بالصدقة والمعروف عند التيسُّر عبادةٌ حاضرةٌ؛ لأنَّ الهمَّ بفعل الحسنة حسنةٌ، ولهذا ينبغي للإنسان أن يفعل ما يَقْدِرُ عليه من الخير، وينوي فعل ما لم يقدِرْ عليه لِيُثاب على ذلك، ولعلَّ الله ييسِّر له بسبب رجائه.
28. Bu emir, güç yetirebilme ve varlık halinde yakınlara bir şeyler vermeyi içermektedir. Eğer verecek bir yoksa yahut da mevcut şartlarda infak etmekte zorluk söz konusu ise Yüce Allah, onlara güzel bir şekilde karşılık verilmesini emrederek şöyle buyurmaktadır: “Eğer Rabbinden gelmesini umduğun bir rahmeti beklerken bu (sayılanlardan) yüz çevirir (de bir şey veremez)sen” yani Allah’tan kolaylık sağlayacağını umduğun bir başka zaman onlara vermek üzere onlardan yüz çevirecek olursan “o halde (hiç olmazsa) onlara” yumuşak bir söz söylemek, ilk fırsatta bir şeyler verme vaadinde bulunmak ve mevcut durumda da imkânın olmadığını belirterek özür dilemek suretiyle “gönül alıcı bir söz söyle!” Böylelikle yanından gönülleri hoş bir şekilde ayrılıp gitsinler. Nitekim Yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Güzel bir söz ve bağışlama, arkasından eziyet gelen bir sadakadan daha hayırlıdır.” (el-Bakara, 2/263) Bu da Yüce Allah’ın kullarına lütfunun bir tecellisidir ki kullarına nezdinden gelecek rahmet ve rızkı beklemelerini emretmektedir. Çünkü bunu beklemek de bir ibadettir. Aynı şekilde insanlara imkân olması halinde sadaka vereceğine ve iyilikte bulunacağına dair vaatte bulunmak da bir ibadettir. Çünkü bir iyiliği yapmayı kararlaştırmak da bir iyiliktir. Bundan dolayı insanın elinden gelen, güç yetirebildiği hayrı yapması, güç yetiremediklerini de yapmaya niyet etmesi gerekir ki ondan da sevap alsın ve hatta Yüce Allah, onun umudunu gerçekleştirmeyi kolaylaştıracak bir sebebi var etsin. Daha sonra Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır:
#
{30} ثم أخبر تعالى: أنَّ اللهَ {يبسُطُ الرزق لمن يشاء}: من عباده ويقدِرُه ويضيِّقه على من يشاء حكمةً منه. {إنَّه كان بعبادِهِ خبيراً بصيراً}: فيَجْزيهم على ما يعلمُهُ صالحاً لهم، ويدبِّرهم بلطفه وكرمه.
30. “Şüphesiz ki Rabbin” kullarından “dilediğinin rızkını genişletir ve” hikmetinin bir gereği olarak da dilediği kimsenin rızkını “daraltır. Şüphesiz O, kullarından gerçekten haberdardır, onları hakkıyla görendir.” Onlara onlar için elverişli ve uygun bildiği şekilde karşılık verir, işlerini de lütuf ve keremiyle çekip çevirir.
Ayet: 31 #
{وَلَا تَقْتُلُوا أَوْلَادَكُمْ خَشْيَةَ إِمْلَاقٍ نَحْنُ نَرْزُقُهُمْ وَإِيَّاكُمْ إِنَّ قَتْلَهُمْ كَانَ خِطْئًا كَبِيرًا (31)}.
31- Evlatlarınızı fakirlik korkusu ile öldürmeyin. Çünkü sizin de onların da rızkını biz veririz. Onları öldürmek, gerçekten büyük bir günahtır.
#
{31} وهذا من رحمته بعباده؛ حيث كان أرحم بهم من والديهم، فنهى الوالدين أن يقتُلوا أولادهم خوفاً من الفقر والإملاق، وتكفَّل برزق الجميع، وأخبر أنَّ: {قَتْلَهم كان خِطْئاً كبيراً}؛ أي: من أعظم كبائر الذنوب؛ لزوال الرحمة من القلب، والعقوق العظيم، والتجرِّي على قتل الأطفال الذين لم يجرِ منهم ذنبٌ ولا معصيةٌ.
31. Bu, Yüce Allah’ın kullarına rahmetinin bir tecellisidir. Çünkü O, kullarına kendi anne-babalarından daha merhametlidir. Bu sebepten anne-babaya, fakirlik ve rızıklarını temin edememe korkusu ile çocuklarını öldürmeyi yasaklamış ve herkesin rızkını vermeyi kendisi üzerine almıştır. Onları öldürmenin de “gerçekten büyük bir günah” olduğunu haber vermiştir. Yani bu, kalpten merhametin silindiğini gösterdiği ve büyük bir isyan olduğu için, ayrıca herhangi bir suç ve günahı olmayan çocukları öldürme gibi büyük bir haksızlık olduğu için günahların en büyüklerindendir.
Ayet: 32 #
{وَلَا تَقْرَبُوا الزِّنَا إِنَّهُ كَانَ فَاحِشَةً وَسَاءَ سَبِيلًا (32)}.
32- Zinaya da yaklaşmayın. Çünkü o, çirkin bir hayasızlık ve çok kötü bir yoldur.
#
{32} والنهي عن قربانه أبلغ من النهي عن مجرَّد فعله؛ لأنَّ ذلك يشمل النهي عن جميع مقدّماته ودواعيه؛ فإنَّ من حام حول الحمى يوشك أن يقع فيه، خصوصاً هذا الأمر الذي في كثير من النفوس أقوى داع إليه، ووصف الله الزِّنا وقبْحه بأنه {كان فاحشةً}؛ أي: إثماً يُستفحش في الشرع والعقل والفِطَر؛ لتضمُّنه التجرِّي على الحرمة في حقِّ الله وحقِّ المرأة وحقِّ أهلها أو زوجها وإفساد الفراش واختلاط الأنساب وغير ذلك من المفاسد. وقوله: {وساء سبيلاً}؛ أي: بئس السبيل سبيلُ من تجرَّأ على هذا الذنب العظيم.
32. Zinaya yaklaşmanın yasak kılınması, sadece onun işlenmesinin yasaklanmasından daha beliğ ve kapsamlı bir yasaklamadır. Zira böyle bir yasak, aynı zamanda zinaya sürükleyen bütün sebep ve yolları da yasak kapsamına alır. Çünkü: “Her kim yasak bir bölgenin çevresinde dolaşacak olursa, çok geçmeden o yasağın içine düşer.” Özellikle de nefsin çok güçlü bir şekilde davet ettiği bu günah için durum böyledir. Yüce Allah zinayı ve çirkinliğini: “o, çirkin bir hayasızlık” diyerek nitelendirmektedir. Yani bu, hem dine hem akla hem de fıtrata göre oldukça çirkin bir iştir. Çünkü bu fiil, hem Allah’a isyandır; hem kadının, hem de ahalisinin veya kocasının hakkına yönelik bir saldırıdır; aile hayatının bozulması, neseplerin karışması vb. pek çok fesadın da sebebidir. “Çok kötü bir yoldur” Böyle büyük bir günahı işleme cesaretini gösterenin yolu, gerçekten kötü bir yoldur.
Ayet: 33 #
{وَلَا تَقْتُلُوا النَّفْسَ الَّتِي حَرَّمَ اللَّهُ إِلَّا بِالْحَقِّ وَمَنْ قُتِلَ مَظْلُومًا فَقَدْ جَعَلْنَا لِوَلِيِّهِ سُلْطَانًا فَلَا يُسْرِفْ فِي الْقَتْلِ إِنَّهُ كَانَ مَنْصُورًا (33)}.
33- Haklı (bir gerekçe) olmadıkça Allah’ın (öldürülmesini) haram kıldığı birini öldürmeyin. Kim zulmen öldürülürse biz, onun velisine bir yetki vermişizdir. O halde o da (kısas yoluyla) öldürmekte aşırıya gitmesin. Çünkü o, zaten yardıma mazhar olmuştur.
#
{33} وهذا شاملٌ لكلِّ نفس حرَّم الله قتلَها من صغير وكبير وذكر وأنثى وحرٍّ وعبد ومسلم وكافرٍ له عهد، {إلاَّ بالحق}: كالنفس بالنفس، والزاني المحصن، والتارك لدينه المفارق للجماعة، والباغي في حال بغيه إذا لم يندفع إلاَّ بالقتل. {ومَن قُتِلَ مظلوماً}؛ أي: بغير حقٍّ، {فقد جَعَلْنا لوليِّه}: وهو أقرب عَصَباته وورثتِهِ إليه {سلطاناً}؛ أي: حجة ظاهرة على القصاص من القاتل، وجعلنا له أيضاً تسلُّطاً قدريًّا على ذلك، وذلك حين تجتمع الشروط الموجبة للقصاص؛ كالعمد العدوان والمكافأة. {فلا يسرفْ}: الولي {في القتل إنَّه كان منصوراً}: والإسراف مجاوزةُ الحدِّ: إما أن يمثِّل بالقاتل، أو يقتُله بغير ما قَتَلَ به، أو يَقْتُلَ غير القاتل. وفي هذه الآية دليلٌ إلى أنَّ الحقَّ في القتل للوليِّ؛ فلا يُقْتَص إلاَّ بإذنه، وإن عفا؛ سقط القصاص، وأنَّ وليَّ المقتول يُعينه الله على القاتل ومن أعانه، حتى يتمكَّن من قتله.
33. “Haklı (bir gerekçe) olmadıkça Allah’ın (öldürülmesini) haram kıldığı birini öldürmeyin.” Bu küçük olsun, büyük olsun, erkek olsun, kadın olsun, hür olsun, köle olsun, müslüman olsun, anlaşmalı kâfir olsun herkesi kapsamına alır. Ancak bundan cana kıyan, muhsan olduğu halde zina eden, dinini terk edip İslam cemaatinden ayrılan ve devlet başkanına baş kaldırıp da ancak öldürülmek suretiyle zararı bertaraf edilebilen kimseler hariçtir. Bunlar, bu suçlarına karşılık öldürülürler. “Kim zulmen” yani haksız yere “öldürülürse biz, onun velisine” asabe ve mirasçıları arasında ona en yakın olan kimseye “bir yetki” yani hem katile kısas uygulamak hususunda ona apaçık bir delil hem de bu konuda ilâhî takdir gereği bir güç ve tasallut “vermişizdir.” Bu, kısası gerektiren haksız yere ve kasten öldürme, denklik vb. gibi şartların bir arada bulunması halinde söz konusudur. “O halde o da” veli olan şahıs da (kısas yoluyla) öldürmekte aşırıya gitmesin. Çünkü o zaten yardıma mazhar olmuştur.” Aşırıya gitmek, ya katilin bazı azalarını da kesmek (müsle yapmak) veya katilin maktülü öldürdüğü şekilden başka bir şekilde öldürmek yahut da katilden başkasını öldürmek suretiyle haddi aşmaktır. Bu âyette katilin öldürülmesi hakkının, veliye ait olduğuna delil vardır. Onun izni olmaksızın kısas uygulanmaz. Affedecek olursa da kısas düşer. Aynı şekilde maktulün velisine Allah, katile karşı ve katile yardımcı olanlara karşı onu öldürme imkânını buluncaya kadar yardımcı olur.
Ayet: 34 #
{وَلَا تَقْرَبُوا مَالَ الْيَتِيمِ إِلَّا بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ حَتَّى يَبْلُغَ أَشُدَّهُ وَأَوْفُوا بِالْعَهْدِ إِنَّ الْعَهْدَ كَانَ مَسْئُولًا (34)}.
34- Yetimin malına rüşdüne erinceye kadar en güzel olandan başka bir şekilde yaklaşmayın. Ahdi de yerine getirin. Çünkü ahitten dolayı sorgu vardır.
#
{34} وهذا من لطفه ورحمته باليتيم الذي فَقَدَ والده وهو صغيرٌ غير عارف بمصلحة نفسه ولا قائمٌ بها أنْ أمر أولياءه بحفظه وحفظ ماله وإصلاحه وأنْ لا يَقْرَبوهُ {إلاَّ بالتي هي أحسنُ}: من التِّجارة فيه وعدم تعريضه للأخطار والحرص على تنميته، وذلك ممتدٌّ إلى أن يبلغَ اليتيمُ {أشدَّه}؛ أي: بلوغه وعقله ورشده؛ فإذا بَلَغَ أشدَّه؛ زالت عنه الولايةُ، وصار وليَّ نفسه، ودفع إليه ماله؛ كما قال تعالى: {فإنْ آنَسْتُم منهم رُشْداً فادْفَعوا إليهم أموالَهم}، {وأوفوا بالعهدِ}: الذي عاهدتم الله عليه، والذي عاهدتم الخلق عليه. {إنَّ العهد كان مَسْؤولاً}؛ أي: مسؤولين عن الوفاء به وعدمه؛ فإن وفيتم؛ فلكم الثواب الجزيل، وإن لم تفعلوا ؛ فعليكم الإثم العظيم.
34. Küçükken babasını kaybetmiş, kendi maslahatını bilemeyen ve onu yerine getiremeyen yetimin velilerine, onun malını korumalarını, ıslah etmelerini emretmiş olması ve yetimin malını ticarette kullanmak, onu tehlikelere maruz bırakmamak ve onu artırıp geliştirmek için özel gayret harcamak gibi “en güzel olandan başka bir şekilde” yetimin malına yaklaşmamalarını emretmesi, Yüce Allah’ın yetime olan lütuf ve rahmetinin bir tecellisidir. Bu da yetim “rüşdüne erinceye kadar” yani büluğa ve akli olgunluğa erişip reşit olacağı vakte kadar devam eder. Bu vakte ulaştı mı artık velâyet altında olması sona erer ve kendi kendisinin velisi olur, malı da ona teslim edilir. Nitekim Yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Eğer onlarda bir rüşd/reşitlik görürseniz, mallarını kendilerine teslim edin.” (en-Nisâ, 4/6) “Ahdi de” Yüce Allah’a ve insanlara vermiş olduğunuz sözleri de “yerine getirin. Çünkü ahitten dolayı sorgu vardır.” Yani onu gereği gibi yerine getirip getirmemekten sorumlu tutulacaksınız. Gereği gibi yerine getirirseniz pek çok mükâfat vardır. Getirmeyecek olursanız, bundan dolayı da pek büyük günah kazanırsınız.
Ayet: 35 #
{وَأَوْفُوا الْكَيْلَ إِذَا كِلْتُمْ وَزِنُوا بِالْقِسْطَاسِ الْمُسْتَقِيمِ ذَلِكَ خَيْرٌ وَأَحْسَنُ تَأْوِيلًا (35)}.
35- Ölçtüğünüz vakit tam ölçün ve dosdoğru terazi ile tartın. Bu, hem daha hayırlı hem de sonuç itibariyle daha güzeldir.
#
{35} وهذا أمرٌ بالعدل وإيفاء المكاييل والموازين بالقسط من غير بخسٍ ولا نقص. ويؤخذ من عموم المعنى، النهي عن كلِّ غشٍّ في ثمنٍ أو مثمَّنٍ أو معقودٍ عليه، والأمر بالنُّصح والصدق في المعاملة. {ذلك خيرٌ}: من عدمه، {وأحسنُ تأويلاً}؛ أي: أحسن عاقبة، به يسلم العبد من التَّبِعات، وبه تنزل البركة.
35. Bu buyrukta adalet, ölçülerin dürüstçe eksiksiz ve tam, terazilerin de herhangi bir eksiltme ve kandırma söz konusu olmaksızın dosdoğru olması gerektiğine dair bir emirdir. Mananın umumiliğinden gerek mala karşılık verilen bedelde, gerek malın kendisinde, gerekse de üzerinde akit yapılan hususta her türlü aldatmanın yasaklandığı, buna karşılık muamelelerde doğru, samimi ve iyiliğin gözetilmesinin emredildiği anlaşılmaktadır. “Bu” böyle yapılmamasından “hem daha hayırlı, hem sonuç itibariyle daha güzeldir.” Akıbeti daha iyidir. Bu yolla kul, sorumluluktan kurtulur ve bereket iner.
Ayet: 36 #
{وَلَا تَقْفُ مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ إِنَّ السَّمْعَ وَالْبَصَرَ وَالْفُؤَادَ كُلُّ أُولَئِكَ كَانَ عَنْهُ مَسْئُولًا (36)}.
36- Bilmediğin bir şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve kalbin her biri ondan sorumludur.
#
{36} أي: ولا تتَّبع ما ليس لك به علم، بل تثبَّت في كلِّ ما تقوله وتفعله؛ فلا تظنَّ ذلك يذهب لا لك ولا عليك. {إنَّ السمع والبصر والفؤاد كلُّ أولئك كان عنه مسؤولاً}: فحقيق بالعبد الذي يعرف أنه مسؤول عما قاله وفعله وعما استعمل به جوارحه التي خلقها الله لعبادته أن يُعِدَّ للسؤال جواباً، وذلك لا يكون إلاَّ باستعمالها بعبوديَّة الله، وإخلاص الدِّين له، وكفِّها عما يكرهه الله تعالى.
36. Yani hakkında bilgin olmayan şeyin arkasından gitme! Aksine her ne söyler ve her ne yaparsan o konuda sağlam bilgin olsun. Böyle yapmadığın takdirde bu, lehine de aleyhine de değildir sanma. Aksine “kulak, göz ve kalbin her biri ondan sorumludur.” Söylediklerinden, yaptıklarından ve Yüce Allah’ın kendisine ibadet etsin diye vermiş olduğu azalarını nerede kullandığından sorguya çekileceğini bilen bir kula yakışan, bu sorguya cevap hazırlamasıdır ki bu da ancak onları Yüce Allah’a kullukta kullanmakla, dini yalnızca O’na halis kılmakla ve Allah’ın hoşlanmadığı şeylerden de onları uzak tutmakla mümkün olabilir.
Ayet: 37 - 39 #
{وَلَا تَمْشِ فِي الْأَرْضِ مَرَحًا إِنَّكَ لَنْ تَخْرِقَ الْأَرْضَ وَلَنْ تَبْلُغَ الْجِبَالَ طُولًا (37) كُلُّ ذَلِكَ كَانَ سَيِّئُهُ عِنْدَ رَبِّكَ مَكْرُوهًا (38) ذَلِكَ مِمَّا أَوْحَى إِلَيْكَ رَبُّكَ مِنَ الْحِكْمَةِ وَلَا تَجْعَلْ مَعَ اللَّهِ إِلَهًا آخَرَ فَتُلْقَى فِي جَهَنَّمَ مَلُومًا مَدْحُورًا (39)}.
37- Yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Çünkü sen ne yeri yarabilirsin, ne de boyca dağlara erişebilirsin. 38- Bütün bunlar kötüdür ve Rabbinin katında hoşlanılmayan şeylerdir. 39- Bunlar, Rabbinin sana vahyettiği hikmetlerdendir. Allah ile beraber başka bir ilâh edinme! Sonra kınanmış ve (ilahi rahmetten) kovulmuş olarak cehenneme atılırsın.
#
{37} يقول تعالى: {ولا تمشِ في الأرض مَرَحاً}؛ أي: كبراً وتيهاً وبطراً متكبِّراً على الحقِّ ومتعاظماً على الخلق. {إنَّك}: في فعلك ذلك {لن تَخْرِقَ الأرض ولن تبلُغَ الجبال طولاً}: في تكبُّرك بل تكون حقيراً عند الله، ومحتقراً عند الخلق، مبغوضاً، ممقوتاً، قد اكتسبت شرَّ الأخلاق، واكتسيت بأرذلها، من غير إدراك لبعض ما تروم.
37. “Yeryüzünde böbürlenerek” şımarıkça, insanlara karşı hava atarak, kibirle, hakka karşı büyüklenerek “yürüme! Çünkü sen” bu şekilde yapmakla “ne yeri yarabilirsin, ne de boyca dağlara erişebilirsin.” Aksine Allah nezdinde hakir, insanlar nezdinde de küçülmüş olursun. Sana buğze ve gazab edilir. En kötü ahlâkı kazanmış, arzuladığının bir kısmını dahi elde edemeksizin de en kötü huya bürünmüş olursun.
#
{38} {كل ذلك}: المذكور الذي نهى الله عنه فيما تقدَّم من قوله: {لا تَجْعَلْ مع الله إلهاً آخر}، والنهي عن عقوق الوالدين، وما عُطِف على ذلك، {كان سَيِّئُهُ عند ربِّك مكروهاً}؛ أي: كل ذلك يسوء العاملين ويضرُّهم والله تعالى يكرهه ويأباه.
38. “Bütün bunlar” yani daha önce “Rabbin, kendisinden başkasına ibadet etmemenizi...” buyruğu ile başlayan ve anne-babaya kötü davranmanın yasaklanması ile devam eden ve bunlara atfedilen diğer bütün yasaklar. “kötüdür ve Rabbinin katında hoşlanılmayan şeylerdir.” Bütün bunlar işleyene zararlıdır ve onlar hakkında kötüdür. Yüce Allah da bunlardan hoşlanmaz ve onları reddeder.
#
{39} {ذلك} الذي بيَّنَّاه ووضَّحناه من هذه الأحكام الجليلة، {مما أوحى إليك ربُّك من الحكمة}: فإنَّ الحكمة الأمر بمحاسن الأعمال ومكارم الأخلاق والنهي عن أراذل الأخلاق وأسوأ الأعمال. وهذه الأعمال المذكورة في هذه الآيات من الحكمة العالية التي أوحاها ربُّ العالمين لسيِّد المرسلين في أشرف الكتب ليأمر بها أفضل الأمم؛ فهي من الحكمة التي من أوتيها؛ فقد أوتي خيراً كثيراً. ثم ختمها بالنهي عن عبادة غير الله كما افتتحها بذلك، فقال: {ولا تَجْعَلْ مع الله إلهاً آخر فَتُلقى في جهنَّم}؛ أي: خالداً مخلَّداً؛ فإنَّه من يُشْرِك بالله فقد حرَّم الله عليه الجنة ومأواه النار. {مَلوماً مَدْحوراً}؛ أي: قد لحقتك اللائمة واللعنة والذمُّ من الله وملائكته والناس أجمعين.
39. “Bunlar” yani açıklamış olduğumuz bu yüce hükümler “Rabbinin sana vahyettiği hikmetlerdendir.” Çünkü hikmet, güzel amellerin ve üstün ahlâkî değerlerin emredilmesi, kötü davranışlarla alçak huyların da yasak kılınması demektir. Bu âyet-i kerimelerde sözü edilen ameller de âlemlerin Rabbinin, peygamberlerin efendisine, ümmetlerin en faziletlisine emretmesi için kitapların en şereflisi dahilinde vahyetmiş olduğu en üstün hikmetlerdendir. O halde bunlar, kendisine ihsan edilen kimseye pek çok hayır verilmiş olacağı belirtilen (bk. el-Bakara, 2/269) “hikmet” kapsamı içerisindedir. Daha sonra Yüce Allah, bu hikmetleri -en başında olduğu gibi- Allah’tan başkasına ibadeti yasaklayarak sona erdirmekte ve şöyle buyurmaktadır: “Allah ile beraber başka bir ilâh edinme. Sonra kınanmış ve (ilahi rahmetten) kovulmuş” yani Yüce Allah, melekler ve bütün insanlar tarafından yerilmiş, lanete uğramış ve kınanmış “olarak cehenneme atılırsın.” Orada da ebedi kalırsın. Çünkü kendisine ortak koşana Yüce Allah, cenneti haram kılmıştır, onun barınağı cehennemdir.
Ayet: 40 #
{أَفَأَصْفَاكُمْ رَبُّكُمْ بِالْبَنِينَ وَاتَّخَذَ مِنَ الْمَلَائِكَةِ إِنَاثًا إِنَّكُمْ لَتَقُولُونَ قَوْلًا عَظِيمًا (40)}.
40- Rabbiniz size ayrıcalık tanıyarak oğulları size ayırdı da kendisi meleklerden kızlar edindi, öyle mi!? Gerçekten siz, çok büyük bir söz söylüyorsunuz.
#
{40} وهذا إنكارٌ شديدٌ على من زَعَمَ أنَّ الله اتَّخذ من خلقه بنات، فقال: {أفأصفاكم ربُّكم بالبنين}؛ أي: اختار لكم الصَّفوة والقسم الكامل، {واتَّخذ}: لنفسه {من الملائكة إناثاً}: حيث زعموا أن الملائكة بنات الله. {إنَّكُم لَتَقُولُونَ قَولاً عَظِيماً}: فيه أعظم الجرأة على الله، حيث نسبتُم له الولد المتضمِّن لحاجته، واستغناء بعض المخلوقات عنه، وحكموا له بأردأ القسمين، وهن الإناث، وهو الذي خلقكم واصطفاكم بالذكور، فتعالى الله عما يقول الظالمون علوًّا كبيراً.
40. Bu buyruk, Allah’ın yarattıkları arasından kız çocukları edindiğini iddia eden müşriklerin kanaatlerini, şiddetli bir şekilde reddetmektedir. “Rabbiniz size ayrıcalık tanıyarak oğulları size ayırdı” Yani O, seçkin ve kamil kabul ettiğiniz oğulları sizin için seçip ayırdı “kendisi meleklerden kızlar edindi” kendisi için de melekleri kız çocuklar olarak ayırmış, öyle mi?! Çünkü müşrikler, meleklerin Allah’ın kızları olduğunu iddia ediyorlardı. “Gerçekten siz çok büyük bir söz söylüyorsunuz.” Bu söz, Allah’a karşı en büyük küstahlıktır. Çünkü siz, önce sizi yaratan O olduğu halde, bazı yaratılmışların bile ihtiyaç duymadığı ve muhtaçlık anlamını içeren evlat sahibi olmayı O’na nispet ettiniz. Sonra bir de evlatlar içinden bu iki sınıfın -sizce- daha kötü olanını yani kızları O’na, erkek çocukları da kendinize ayırdınız. Yüce Allah, zalimlerin söylediklerinden çok yüce ve münezzehtir.
Ayet: 41 - 44 #
{وَلَقَدْ صَرَّفْنَا فِي هَذَا الْقُرْآنِ لِيَذَّكَّرُوا وَمَا يَزِيدُهُمْ إِلَّا نُفُورًا (41) قُلْ لَوْ كَانَ مَعَهُ آلِهَةٌ كَمَا يَقُولُونَ إِذًا لَابْتَغَوْا إِلَى ذِي الْعَرْشِ سَبِيلًا (42) سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى عَمَّا يَقُولُونَ عُلُوًّا كَبِيرًا (43) تُسَبِّحُ لَهُ السَّمَاوَاتُ السَّبْعُ وَالْأَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَإِنْ مِنْ شَيْءٍ إِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ وَلَكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ إِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا (44)}.
41- Andolsun ki biz, düşünüp öğüt alsınlar diye şu Kur’an’da (ayetleri) türlü türlü açıkladık. Fakat bu, onların nefretle uzaklaşmalarından başka bir şeylerini arttırmıyor. 42- De ki: “Eğer Allah ile beraber -dedikleri gibi- başka ilahlar da olsaydı, o zaman hepsi de Arşın sahibine doğru bir yol ararlardı.” 43- O, (bundan) münezzehtir, onların dediklerinden de pek yüce ve pek büyüktür. 44- Yedi gök, yer ve bunların içindekiler hep O’nu tesbih ederler. Hiçbir şey yoktur ki O’nu hamd ile tesbih etmesin. Fakat siz, onların tesbihlerini anlamazsınız. Şüphesiz ki O Halîmdir, Ğafûrdur.
#
{41} يخبر تعالى أنه صرَّف لعباده في هذا القرآن؛ أي: نوَّع الأحكام ووضَّحها وأكثر من الأدلَّة والبراهين على ما دعا إليه، ووعظ وذكَّر لأجل أن يتذكَّروا ما ينفعهم فيَسْلُكوه وما يضرُّهم فيدعوه، ولكن أبى أكثر الناس {إلاَّ نفوراً} عن آيات الله؛ لبغضهم للحقِّ ومحبَّتهم ما كانوا عليه من الباطل، حتى تعصَّبوا لباطلهم، ولم يُعيروا آيات الله لهم سمعاً، ولا ألقَوْا لها بالاً.
41. Yüce Allah, bu Kur’an-ı Kerim’de hükümleri kullarına çeşitli şekillerde anlattığını haber vermektedir. Yani O, hükümleri türlü şekillerde açıklayıp, vuzuha kavuşturmuştur. Kendisine davet ettiği şeylere dair pek çok delil ve belge ortaya koymuştur. Öğüt vermiş, hatırlatmalarda bulunmuştur. Bundan maksat da insanların kendilerine faydalı olacak şeyleri düşünüp o yolu izlemeleri, zararlı olacak şeyleri de öğrenip onları terk etmeleridir. Ama insanların çoğu, Allah’ın âyetlerinden kaçıp uzaklaşmakta direttiler. Buna sebepse hakka karşı duydukları nefret, izlemekte oldukları batıla karşı duydukları sevgidir. Öyle ki tuttukları batıl yola taassupla bağlandılar, Allah’ın âyetlerine kulak vermediler ve onları hiçbir şekilde önemsemediler.
#
{42} ومن أعظم ما صرَّف فيه الآيات والأدلَّة التَّوحيد الذي هو أصل الأصول، فأمر به ونهى عن ضدِّه وأقام عليه من الحجج العقليَّة والنقليَّة شيئاً كثيراً؛ بحيث إنَّ من أصغى إلى بعضها لا تَدَعُ في قلبه شكًّا ولا ريباً، ومن الأدلَّة على ذلك هذا الدليل العقليُّ الذي ذكره هنا، فقال: {قل}: للمشركين الذين يجعلون مع الله إلهاً آخر: {لو كان معه آلهةٌ كما يقولون}؛ أي: على موجب زعمهم وافترائهم؛ {إذاً لابْتَغَوا إلى ذي العرش سبيلاً}؛ أي: لاتَّخذوا سبيلاً إلى الله بعبادته والإنابة إليه والتقرُّب وابتغاء الوسيلة؛ فكيف يجعل العبد الفقير الذي يرى شدَّة افتقاره لعبوديَّة ربِّه إلهاً مع الله؟! هل هذا إلاَّ من أظلم الظلم وأسفه السَّفَه؛ فعلى هذا المعنى تكون هذه الآية كقوله تعالى: {أولئك الذين يدعون يبتغون إلى ربهم الوسيلة أيهم أقرب}: وكقوله تعالى: {ويوم يَحْشُرُهم وما يعبُدون من دون الله فيقول أأنتُم أضللتُم عبادي هؤلاء أم هُم ضلُّوا السبيل قالوا سبحانك ما كان ينبغي لنا أن نتَّخذ من دونِكَ من أولياءَ}. ويُحتمل أنَّ المعنى في قوله: {قُلْ لو كان معه آلهةٌ كما يقولون إذاً لابْتَغَوْا إلى ذي العرش سبيلاً}؛ أي: لطلبوا السبيل وسَعَوْا في مغالبة الله تعالى، فإما أن يعلوا عليه فيكون مَنْ علا وقَهَرَ هو الربَّ الإله، فأما وقد علموا أنهم يقرُّون أنَّ آلهتهم التي يدعون من دون الله مقهورةٌ مغلوبةٌ ليس لها من الأمر شيء؛ فلم اتَّخذوها وهي بهذه الحال؟! فيكون هذا كقوله تعالى: {ما اتَّخَذَ اللهُ من ولدٍ وما كان معه من إلهٍ إذاً لَذَهَبَ كلُّ إلهٍ بما خَلَقَ ولعلا بعضهم على بعض}.
42. Âyet ve delillerin Kur'ân’da çeşitli şekilleriyle açıklandığı en büyük konulardan birisi de her şeyin esasını teşkil eden tevhiddir. Yüce Allah, tevhidi emredip onun aksini yasakladığı gibi, bu konu ile ilgili pek çok aklî ve naklî deliller de ortaya koymuştur. Hatta bunların bir bölümüne bile kulak veren bir kimsenin bu konuda kalbinde en ufak bir şüphe ve tereddüt kalmaz. Buna dair delillerden birisi, Yüce Allah’ın şu buyrukta sözünü ettiği aklî delildir: Yüce Allah ile birlikte başka bir ilâh kabul eden o müşriklere “de ki: Eğer Allah ile beraber dedikleri gibi” onların iddia ve iftiralarına uygun olarak “başka ilâhlar da olsaydı o zaman hepsi de Arşın sahibine doğru bir yol ararlardı.” Yani Yüce Allah’a götüren ibadet, O’na yönelme, O’na yakınlaşma ve bunun için gerekli yolları arama şeklinde bir yol araştırırlar ve o yolu tutarlardı. O halde Rabbine kulluğa son derece muhtaç olduğunu bilen aciz bir kul, nasıl Allah ile birlikte ilâh kabul edilebilir? Böyle bir şey zulmün en ileri derecesi ve akılsızlığın en uç noktası değil de nedir?! Bu açıklamaya göre bu âyet-i kerime Yüce Allah’ın şu âyetlerini andırmaktadır: “Onların o tapındıkları... Rablerine hangisi daha yakın olacak diye yol ararlar.” (el-İsrâ, 17/57); “Onları ve Allah’tan başka ibadet ettiklerini haşredip toplayacağı gün der ki: Benim bu kullarımı siz mi saptırdınız yoksa kendileri mi yoldan saptılar? Derler ki: Seni tenzih ederiz, senden başkalarını veliler edinmek bize yaraşmaz...” (el-Furkan, 25/17-18) üce Allah’ın “o zaman hepsi de Arşın sahibine doğru bir yol ararlardı.” buyruğunun şu anlama gelme ihtimali de vardır: Yani onlar, Allah'ı yenmek için bir yol arar, bunun için gayret eder ve O’na karşı üstünlük sağlamaya çalışırlardı. Bu durumda da üstün gelen ve galip olan kimse, mutlak Rab ve ilâh o olurdu. Onlar da Allah’tan başka kendilerine ibadet ettikleri ilâhlarının mağlup ve boyun eğmiş olduklarını kabul ve ikrar etmekte ve bu uydurma ilâhlarının hiçbir yetkiye sahip olmadıklarını itiraf etmektedirler. O halde uydurma ilâhların durumu bu olduğu halde ne diye onları ilâh edindiler!? Bu açıklamaya göre de bu buyruk, Yüce Allah’ın şu buyruğunu andırmaktadır: “Allah hiçbir evlat edinmedi. O’nunla birlikte başka hiçbir ilâh da yoktur. Eğer olsaydı elbette her ilâh kendi yarattığını yanına alır ve kimisi kimisine üstünlük sağlardı.” (el-Mü’minûn, 23/91)
#
{43} {سبحانه وتعالى}؛ أي: تقدَّس وتنزَّه وعلت أوصافه، {عما يقولون}: من الشرك به واتِّخاذ الأنداد معه، {علوًّا كبيراً}: فعلا قدرُه وعظُم وجلَّت كبرياؤه التي لا تُقادر أن يكون معه آلهة؛ فقد ضلَّ مَن قال ذلك ضلالاً مبيناً وظلم ظلماً كبيراً، لقد تضاءلتْ لعظمتِهِ المخلوقاتُ العظيمةُ، وصغُرَتْ لدى كبريائِهِ السماواتُ السبع ومن فيهن والأرضون السبع ومن فيهن، والأرض جميعاً قبضتُه يوم القيامة والسماواتُ مطوياتٌ بيمينه، وافتقر إليه العالمُ العلويُّ والسفليُّ فقراً ذاتيًّا لا ينفكُّ عن أحدٍ منهم في وقتٍ من الأوقات، هذا الفقر بجميع وجوهه؛ فقرٌ من جهة الخلق والرزق والتدبير، وفقرٌ من جهة الاضطرار إلى أن يكون معبودَه ومحبوبَه الذي إليه يتقرَّبون، وإليه في كل حال يفزعون.
43. “O, (bundan) münezzehtir, onların” ortak koşmak ve O’nunla birlikte eşler edinmekle ilgili “dediklerinden de” Bu iddialarından da münezzehtir ve sıfatları ile bunlardan çok yüksektedir. “pek yüce ve pek büyüktür.” O’nun büyüklüğü hiç bir şekilde takdir edilemez, kadir ve azameti pek yüksektir. Öyle ki O’nunla beraber başka bir ilâh bulunması mümkün değildir. Böyle bir şey söyleyen, açıkça sapıtmış ve çok büyük bir haksızlık etmiştir. Çünkü muaazam yaratılmışlar büyüklüklerine rağmen O’nun azameti önünde alabildiğine küçük, O’nun kibriyâsı karşısında yedi gök ve onlarda bulunanlar, yedi arz ve onlarda bulunanlar da önemsiz kalır. “Kıyamet günü yeryüzü bütünüyle O’nun kabzasındadır. Gökler de O’nun sağ elinde dürülmüştür.” (ez-Zümer, 39/67) Ulvi alem de süfli alem de özü itibarıyla O’na muhtaçtır. Bu ihtiyaç, onların hiçbirisinden hiç bir an uzak değildir. Her bir halde O’na sığınmaya ve yakınlaşmaya ihtiyaçları vardır. Kaçınılmaz olarak hem yaratma, rızık verme ve idare yönünden O’na muhtaçtırlar, hem de O’nu sevmeye, O’na ibadet etmeye, O’na yakınlaşmaya ve O’na sığınmaya muhtaçtırlar. İşte bundan dolayı Yüce Allah bir sonraki âyet-i kerimede şöyle buyurmaktadır:
#
{44} ولهذا قال: {تسبِّحُ له السمواتُ السبع والأرض ومن فيهن وإن من شيءٍ}: من حيوانٍ ناطق وغير ناطقٍ، ومن أشجار ونبات وجامد، وحيٍّ وميت، {إلاَّ يسبِّحُ بحمدِهِ}: بلسان الحال ولسان المقال، {ولكنْ لا تفقَهون تسبيحَهم}؛ أي: تسبيح باقي المخلوقات التي على غير لغتكم، بل يحيطُ بها علاَّم الغيوب. {إنَّه كان حليماً غفوراً}: حيثُ لم يعاجِلْ بالعُقوبة مَن قال فيه قولاً تكاد السماواتُ والأرض تنفَطِر منه وتَخِرُّ له الجبال، ولكنَّه أمهلهم، وأنعم عليهم، وعافاهم، ورزقهم، ودعاهم إلى بابِهِ ليتوبوا من هذا الذنب العظيم؛ ليعطيهم الثواب الجزيل، ويغفر لهم ذنبهم؛ فلولا حلمُهُ ومغفرته؛ لسقطت السماوات على الأرض، ولما ترك على ظهرها من دابَّةٍ.
44. “Yedi gök, yer ve bunların içindekiler” konuşan ve konuşmayan bütün canlılar, ağaçlar, bitkiler, cansız varlıklar, diri olan ve olmayan her bir şey “O’nu tesbih ederler. Hiçbir şey yoktur ki” gerek hal lisanı ile gerekse de konuşan dilleri ile “O’nu hamd ile tesbih etmesin. Fakat siz, onların tesbihlerini anlamazsınız.” Yani siz, sizin dilinizi konuşmayan diğer yaratıkların tesbihlerini anlamazsınız. Ama bütün gaybları en iyi bilen Yüce Allah, bunların hepsini kuşatmıştır. “Şüphesiz ki O” kendisi hakkında göklerin ve yerin adeta çatlayıp parçalanmalarına, dağların yıkılıp gitmelerine sebep olacak derece büyük sözleri söyleyenleri çabucak cezalandırmayan, aksine onlara mühlet veren, nimetini ihsan eden, afiyet ve rızık veren “Halîmdir.” Onları pek büyük mükâfaatlar verip günahlarını bağışlamak için ve bu büyük günahlarından tevbe etmeleri için kapısına çağıran “Ğafûrdur.” Eğer O’nun hilmi ve mağfiret ediciliği olmasaydı gökler, yer üzerine yıkılır ve Yüce Allah yeryüzünde canlı hiçbir varlık bırakmazdı.
Ayet: 45 - 48 #
{وَإِذَا قَرَأْتَ الْقُرْآنَ جَعَلْنَا بَيْنَكَ وَبَيْنَ الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْآخِرَةِ حِجَابًا مَسْتُورًا (45) وَجَعَلْنَا عَلَى قُلُوبِهِمْ أَكِنَّةً أَنْ يَفْقَهُوهُ وَفِي آذَانِهِمْ وَقْرًا وَإِذَا ذَكَرْتَ رَبَّكَ فِي الْقُرْآنِ وَحْدَهُ وَلَّوْا عَلَى أَدْبَارِهِمْ نُفُورًا (46) نَحْنُ أَعْلَمُ بِمَا يَسْتَمِعُونَ بِهِ إِذْ يَسْتَمِعُونَ إِلَيْكَ وَإِذْ هُمْ نَجْوَى إِذْ يَقُولُ الظَّالِمُونَ إِنْ تَتَّبِعُونَ إِلَّا رَجُلًا مَسْحُورًا (47) انْظُرْ كَيْفَ ضَرَبُوا لَكَ الْأَمْثَالَ فَضَلُّوا فَلَا يَسْتَطِيعُونَ سَبِيلًا (48)}.
45- Kur’an’ı okuduğun zaman seninle âhirete iman etmeyenlerin arasına gizli bir perde çekeriz. 46- Kalpleri üzerine de onu iyi anlamalarına engel olan örtüler geçirir, kulaklarına da bir ağırlık veririz. Rabbini Kur’an’da tek (ilah) olarak andığın zaman nefretle arkalarına dönüp uzaklaşırlar. 47- Onlar, seni dinlediklerinde ne amaçla dinlediklerini ve gizlice konuşurlarken de o zalimlerin: “Siz, ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz” dediklerini pek iyi biliyoruz. 48- Senin için nasıl misaller verdiklerine bir bak! Artık onlar dalâlete düşmüşlerdir de doğru yolu bulamıyorlar.
#
{45} يخبر تعالى عن عقوبته للمكذِّبين بالحقِّ الذين ردُّوه وأعرضوا عنه أنَّه يَحول بينَهم وبين الإيمان، فقال: {وإذا قرأتَ القرآنَ}: الذي فيه الوعظُ والتَّذكير والهدى والإيمان والخير والعلم الكثيرُ؛ {جَعَلْنا بينَك وبين الذين لا يؤمنونَ بالآخرة حجاباً مستوراً}: يستُرهم عن فهمه حقيقةً وعن التحقُّق بحقائقه والانقياد إلى ما يدعو إليه من الخير.
45. Yüce Allah, hakkı reddeden ve onu yalanlayıp yüz çeviren yalanlayıcılara verdiği cezasını söz konusu etmekte ve onlar ile iman arasında engel olduğunu belirterek şöyle buyurmaktadır: İçerisinde öğüt, hatırlatma, hidâyet, iman, hayır ve pek büyük iim bulunan “Kur’an’ı okuduğun zaman, seninle âhirete iman etmeyenlerin arasına” Kur’an’ı hakkıyla anlamalarını, onun ihtiva ettiği gerçeklerin kesinliğini kavramalarını ve onun kendisine davet ettiği hayra itaat edip boyun eğmelerini engelleyen “gizli bir perde çekeriz.”
#
{46} {وجَعَلْنا على قلوبِهِم أكِنَّةً}؛ أي: أغطية وأغشية لا يفقهون معها القرآن، بل يسمعونه سماعاً تقوم به عليهم الحجَّة، {وفي آذانهم وَقْراً}؛ أي: صمماً عن سماعه، {وإذا ذكرتَ ربَّك في القرآن وحدَه}: داعياً لتوحيده، ناهياً عن الشرك به؛ {وَلَّوا على أدبارِهِم نُفوراً}: من شدَّة بُغضهم له ومحبَّتهم لما هم عليه من الباطل؛ كما قال تعالى: {وإذا ذُكِرَ اللهُ وحدَه اشمأزَّت قلوبُ الذين لا يؤمنون بالآخرةِ وإذا ذُكِرَ الذين من دونِهِ إذا هم يستبشرونَ}.
46. “Kalpleri üzerine de onu iyi anlamalarına engel olan örtüler geçiririz” böylelikle Kur’an’ı kavrayamazlar. “Kulaklarına da” onu işitmelerine engel olacak türden “bir ağırlık” yani sağırlık “veririz.” Böylelikle Kur’an’ı, öğüt ve ibret alacak ve sonuçta amel edecek şekilde değil de sadece aleyhlerine delilin ortaya konmuş olacağı bir şekilde işitmiş olurlar. (Manalarını anlarlar ama inkarlarından dolayı faydasını görmezler.) “Rabbini Kur’an’da tek (ilah) olarak andığın zaman” yani tevhide davet edip O’na ortak koşmayı yasaklayacak olursan, tevhîde olan aşırı kinleri ve izlemekte oldukları batılı ileri derecede sevmelerinden ötürü “nefretle arkalarına dönüp uzaklaşırlar.” Bu, Yüce Allah’ın şu buyruğunu andırmaktadır: “Allah bir olarak anılsa âhirete inanmayanların kalpleri tiksinir. O’ndan başkası anılsa hemen yüzleri güler.” (ez-Zümer, 39/45)
#
{47} {نحنُ أعلم بما يستمعون به}؛ أي: إنَّما مَنَعْناهم من الانتفاع عند سماع القرآن لأنَّنا نعلم أن مقاصدهم سيِّئة؛ يريدون أن يعثروا على أقلِّ شيءٍ لِيَقْدَحوا به، وليس استماعُهم لأجل الاسترشاد وقَبول الحقِّ، وإنَّما هم معتمدون على عدم اتِّباعه، ومَنْ كان بهذه الحالة؛ لم يُفِدْهُ الاستماع شيئاً، ولهذا قال: {إذْ يستَمِعونَ إليك وإذْ هم نَجْوى}؛ أي: متناجين، {إذْ يقولُ الظالمونَ}: في مناجاتهم: {إنْ تَتَّبِعونَ إلاَّ رجلاً مسحوراً}: فإذا كانت هذه مناجاتُهم الظالمة فيما بينهم، وقد بَنَوْها على أنه مسحورٌ؛ فهم جازمون أنَّهم غير معتَبِرين لما قال، وأنَّه يَهْذي لا يدري ما يقول.
47. “Onlar, seni dinlediklerinde ne amaçla dinlediklerini…” Yani biz, Kur’an’ı dinlediklerinde ondan yararlanmalarını engelledik, çünkü onların maksatlarının kötü olduğunu, ona dil uzatmak için en basit bir şeyi dahi fırsat kolladıklarını biliyoruz. Onların Kur’an’ı dinlemeleri, doğru yolu bulmak ve hakkı kabul etmek için değildir. Aksine onlar ona tâbi olmamaya niyetlidirler. Bu durumda olan bir kimsenin ise dinlediği şeyden faydalanması söz konusu değildir. Bundan dolayı Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: “ve” kendi aralarında “gizlice konuşurlarken de o zalimlerin” bu gizli konuşmaları esnasında: “Siz ancak büyülenmiş bir adama uyuyorsunuz, dediklerini pek iyi biliyoruz.” Onların kendi aralarında fısıldaşıp konuşmalarının mahiyeti, bu olduğuna ve bu konuşmalarının esasını onun büyülenmiş olduğu temeli üzerine kurduklarına göre bu, onun söylediklerine itibar etmeyeceklerini, onun hezeyanda bulunduğuna ve neler söylediğini bilmediğine içlerinde karar vermiş olduklarını göstermektedir.
#
{48} قال تعالى: {انظر}: متعجباً {كيف ضربوا لك الأمثال}: التي هي أضلُّ الأمثال وأبعدُها عن الصواب، {فضَلُّوا}: في ذلك، أو فصارت سبباً لضلالهم؛ لأنَّهم بَنَوا عليها أمرهم، والمبنيُّ على فاسدٍ أفسدُ منه. فلا يهتدون {سبيلاً}؛ أي: لا يهتدون أيَّ اهتداءٍ، فَنَصِيبُهُم الضلال المحضُ والظُّلم الصرف.
48. “Senin için nasıl misaller verdiklerine” ki bunlar misallerin en sapık ve haktan en uzak olanıdır, hayretle “bir bak!” Bu konuda “onlar dalâlete düşmüşlerdir” ya da bu verdikleri misaller onların sapmalarına sebep olmuştur. Çünkü onların tutum ve davranışlarında esas aldıkları şey, bu misallerdir. Tutarsız ve bozuk bir temel üzerinde yükselen bir tavır ve tutum ise temelinden daha bozuktur. “doğru yolu bulamıyorlar.” Yani hiçbir şekilde doğruyu, hidâyeti bulmamaktadırlar. Onların paylarına düşen ancak katıksız sapıklık ve sadece zulümdür.
Ayet: 49 - 52 #
{وَقَالُوا أَإِذَا كُنَّا عِظَامًا وَرُفَاتًا أَإِنَّا لَمَبْعُوثُونَ خَلْقًا جَدِيدًا (49) قُلْ كُونُوا حِجَارَةً أَوْ حَدِيدًا (50) أَوْ خَلْقًا مِمَّا يَكْبُرُ فِي صُدُورِكُمْ فَسَيَقُولُونَ مَنْ يُعِيدُنَا قُلِ الَّذِي فَطَرَكُمْ أَوَّلَ مَرَّةٍ فَسَيُنْغِضُونَ إِلَيْكَ رُءُوسَهُمْ وَيَقُولُونَ مَتَى هُوَ قُلْ عَسَى أَنْ يَكُونَ قَرِيبًا (51) يَوْمَ يَدْعُوكُمْ فَتَسْتَجِيبُونَ بِحَمْدِهِ وَتَظُنُّونَ إِنْ لَبِثْتُمْ إِلَّا قَلِيلًا (52)}.
49- Dediler ki: “Biz bir yığın kemik ve çürüyüp toprak olduğumuz zaman mı, evet biz (bu haldeyken) mi yeniden yaratılıp diriltileceğiz!?” 50- De ki: “Evet, ister taş ister demir olun; 51- “İsterse de gözünüzde büyük (diriltilmesi daha imkansız) kabul ettiğiniz başka bir varlık (olun yine de diriltileceksiniz).” Bu sefer: “Bizi kim diriltecek?” diyecekler. De ki: “İlk defa sizi yoktan yaratmış olan!” Sana (alaylı bir tavırla) başlarını sallayacaklar ve “O ne zamanmış?” diyecekler. De ki: “Belki de çok yakındır.” 52- (Zira) sizi çağıracağı gün O’na hamdederek çağrısına uyup (mahşerde toplanacaksınız) ve (dünyada) ancak çok az bir süre kaldığınızı zannedeceksiniz.
#
{49} يخبر تعالى عن قول المنكرين للبعث وتكذيبهم به واستبعادهم بقولهم: {أإذا كُنَّا عظاماً ورُفاتاً}؛ أي: أجساداً بالية. {أإنَّا لَمبعوثون خلقاً جديداً}؛ أي: لا يكون ذلك، وهو محالٌ بزعمهم، فجهلوا أشدَّ الجهل؛ حيثُ كذَّبوا رسل الله، وجَحَدوا آيات الله، وقاسوا قدرةَ خالق السماواتِ والأرضِ بِقُدَرِهِمُ الضعيفة العاجزة، فلما رأوا أنَّ هذا ممتنعٌ عليهم لا يقدرون عليه؛ جعلوا قدرة الله كذلك؛ فسبحان مَنْ جَعَلَ خلقاً من خلقه يزعُمون أنَّهم أولو العقول والألباب مثالاً في جهل أظهر الأشياء وأجلاها وأوضحها براهين وأعلاها؛ لِيُري عباده أنه ما ثَمَّ إلا توفيقه وإعانتُه أو الهلاك والضلال، {ربَّنا لا تُزِغْ قلوبنا بعد إذْ هَدَيْتَنا وَهَبْ لنا من لَدُنْك رحمةً إنَّك أنت الوهاب}.
49. Allah öldükten sonra dirilişi inkâr edenlerin sözlerini, onların dirilişi inkâr edip bunu uzak bir ihtimal gördüklerini ve şöyle dediklerini şöyle haber vermektedir: “Biz bir yığın kemik ve çürüyüp toprak” çürümüş cesetler “olduğumuz zaman mı, evet biz (bu haldeyken) mi yeniden yaratılıp diriltileceğiz!?” Yani böyle bir şey olmayacaktır. Onların kanaatlarına göre bu imkânsız bir şeydir. Böylece Allah Rasûlünü yalanladıkları ve Allah’ın âyetlerini inkâr ettikleri, gökleri ve yeri yaratanın kudretini kendilerinin zayıf ve aciz güçleriyle kıyas ettikleri için en ileri derecede bilgisizlik içerisinde olduklarını ortaya koydular. Kendilerinin böyle bir şeyi yapmalarının imkânsız olduğunu ve buna güç yetiremediklerini görünce Allah’ın kudretinin de böyle olduğunu zannettiler. Yarattıkları içinden kendilerinin üstün akıllara sahip olduklarını iddia eden bir topluluğu, cehalette örnek kılan Allah ne yücedir! Zira onlar olabilecek en açık, en kolay anlaşılır, delilleri en üstün ve en belirgin bir konuda hakkında cahil kalmışlardı. Böylece Allah, kulları için ya tevfikinin ve yardımının olduğunu ya da helak ve sapıklığın olduğunu göstermektedir. “Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi saptırma! Bize katından bir rahmet bağışla! Muhakkak sen, bol bol bağışlayansın.” (Âl-i İmran, 3/8)
#
{50 ـ 51} ولهذا أمر رسوله - صلى الله عليه وسلم - أن يقول لهؤلاء المنكرين للبعث استبعاداً: {قُلْ كونوا حجارة أو حديداً. أو خلقاً مما يكبر}؛ أي: يعظُم {في صدورِكم}: لتسلموا بذلك ـ على زعمكم ـ من أن تنالكم قدرة الله أو تنفذَ فيكم مشيئتُه؛ فإنكم غير معجزين الله في أيِّ حالة تكونون وعلى أيِّ وصفٍ تتحوَّلون، وليس لكم في أنفسكم تدبيرٌ في حالة الحياة وبعد الممات؛ فدعوا التدبير والتصريف لِمَنْ هو على كلِّ شيء قدير وبكلِّ شيء محيط. {فسيقولون}: حين تُقيم عليهم الحجَّة في البعث: {من يعيدنا قل الذي فَطَرَكم أول مرة}: فكما فطركم ولم تكونوا شيئاً مذكوراً؛ فإنَّه سيعيدكم خلقاً جديداً؛ {كما بَدَأنا أوَّلَ خلقٍ نعيدُه}، {فسيُنْغِضونَ إليك رؤوسهم}؛ أي: يهزُّونها إنكاراً وتعجُّباً مما قلت. {ويقولون متى هو}؛ أي: متى وقتُ البعث الذي تزعمه على قولك؟ لا إقراراً منهم لأصل البعث، بل ذلك سفهٌ منهم وتعجيزٌ. {قل عسى أن يكونَ قريباً}: فليس في تعيين وقتِهِ فائدةٌ، وإنَّما الفائدة والمدار على تقريره والإقرار به وإثباته، وإلاَّ؛ فكلُّ ما هو آتٍ؛ فإنَّه قريب.
50-51. Devamla Yüce Allah, Rasûlüne öldükten sonra dirilişi uzak görerek inkâr eden bu kimselere şunları söylemesini emretmektedir: “De ki: “Evet, ister taş ister demir olun, isterse de gözünüzde büyük (diriltilmesi daha imkansız) kabul ettiğiniz başka bir varlık olun.” Belki bu sayede o batıl zannınıza göre Allah’ın kudretini kendinizden uzak tutmuş yahut Allah’ın iradesinin üzerinizde geçerli olmasını önlemiş ve dirilmekten kurtulmuş olursunuz!? Hayır, hiç şüphesiz sizler hangi durumda olursanız olun, hangi niteliğe sahip bir varlığa dönüşürseniz dönüşün, Allah’ı âciz bırakamazsınız. Ne hayatta, ne de ölümden sonra kendi idareniz üzerinde hiçbir yetkiniz yoktur. Öyleyse tedbir ve tasarrufu, her şeye yeten ve her şeyi kuşatana bırakın! Öldükten sonra dirilişe dair onlara karşı delil ortaya konduğu vakit de “Bizi kim diriltecek? diyecekler. De ki: İlk defa sizi yoktan yaratan!” Siz kendisinden söz edilmeye değer bir şey değilken, nasıl sizi yoktan var ettiyse yeni bir hilkat ile tekrar yaratacaktır: “İlk yaratmaya başladığımız gibi onu tekrar iade ederiz.” (el-Enbiyâ, 21/104) “Sana (alaylı bir tavırla) başlarını sallayacaklar.” Söylediklerinden dolayı hayrete düşmüş olarak ve inkâr ederek başlarını sallayacaklar: “O ne zamanmış? diyecekler.” Senin iddiana göre öldükten sonra diriliş ne zaman olacak? Onlar bu sözü öldükten sonra dirilişi kabul ettikleri için söylemiyorlardı. Aksine onlar, bu sözü Peygamber’i âciz bırakmak için söylüyorlardı. “De ki: Belki de çok yakındır.” Onun vaktini tayin etmenin bir faydası yoktur. Faydası olan şey ve esas amaç, onu kabul etmek, kabul ettiğini ifade etmek ve gerçekleşeceğine inanmaktır. Yoksa ilerde kesin olarak gelecek olan her şey, pek yakın sayılır.
#
{52} {يوم يدعوكم}: للبعث والنُّشور وينفُخ في الصور، {فتستجيبونَ بحمدِهِ}؛ أي: تنقادون لأمرِهِ ولا تستعصونَ عليه. وقوله: {بحمده}؛ أي: هو المحمود تعالى على فعله، ويجزي به العباد إذا جمعهم ليوم التَّنادِ، {وتظنُّونَ إن لَبِثْتُم إلاَّ قليلاً}: من سرعة وقوعه، وأنَّ الذي مرَّ عليكم من النعيم كأنَّه ما كان؛ فهذا الذي يقول عنه المنكرون: متى هو؟ يندمون غاية الندم عند ورودِهِ، ويُقال لهم: هذا الذي كنتُم به تكذِّبون.
52. “Sizi” öldükten sonra diriliş ve amel defterlerinizin verilmesi için “çağıracağı” ve sûra üfürüleceği “gün O’na hamdederek çağrısına uyup (mahşerde toplanacaksınız).” O’nun emrine uyacak, O’na karşı gelemeyeceksiniz. “O’na hamdederek” buyruğunun anlamı şudur: Yüce Allah, yaptıkları dolayısıyla hamde, övgüye layık olandır. O, çağrışma ve seslenme günü olan kıyamet gününde onları bir araya getirmesinde ve kullarına buna uygun olarak amellerinin karşılığını vermesinde övülmeye layıktır. “Ve” o günün süratle gerçekleşmesinden ve karşı karşıya kalmış olduğunuz nimetlerle hiç karşılaşmamış gibi olacağınızdan dolayı “(dünyada) ancak çok az bir süre kaldığınızı zannedeceksiniz.” İşte inkârcıların kendisi hakkında: “O ne zamanmış?” dedikleri gün, bu gündür. O günde bunu görecekleri vakit son derece pişman olacaklar ve kendilerine: “İşte kendisini yalanlamakta olduğunuz gün, bugündür?” (el-Mutaffifin, 83/17) denilecektir.
Ayet: 53 - 55 #
{وَقُلْ لِعِبَادِي يَقُولُوا الَّتِي هِيَ أَحْسَنُ إِنَّ الشَّيْطَانَ يَنْزَغُ بَيْنَهُمْ إِنَّ الشَّيْطَانَ كَانَ لِلْإِنْسَانِ عَدُوًّا مُبِينًا (53) رَبُّكُمْ أَعْلَمُ بِكُمْ إِنْ يَشَأْ يَرْحَمْكُمْ أَوْ إِنْ يَشَأْ يُعَذِّبْكُمْ وَمَا أَرْسَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ وَكِيلًا (54) وَرَبُّكَ أَعْلَمُ بِمَنْ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَلَقَدْ فَضَّلْنَا بَعْضَ النَّبِيِّينَ عَلَى بَعْضٍ وَآتَيْنَا دَاوُودَ زَبُورًا (55)}.
53- Kullarıma söyle de en güzel olan (sözleri) söylesinler. (Aksi halde) şeytan, aralarını bozar. Çünkü şeytan, insanın apaçık bir düşmanıdır.” 54- Rabbiniz sizi en iyi bilendir. Dilerse size merhamet eder, dilerse de size azap eder. Biz, seni onlara vekil göndermedik. 55- Rabbin, göklerde ve yerde kim varsa hepsini en iyi bilendir. Andolsun ki biz, peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık. Dâvûd’a da Zebûr’u verdik.
#
{53} وهذا من لطفِهِ بعباده؛ حيثُ أمرهم بأحسن الأخلاق والأعمال والأقوال الموجبة للسعادة في الدُّنيا والآخرة، فقال: {وقُلْ لعبادي يقولوا التي هي أحسنُ}: وهذا أمرٌ بكلِّ كلام يقرِّب إلى الله؛ من قراءةٍ وذكرٍ وعلم وأمرٍ بمعروف ونهي عن منكرٍ وكلام حسنٍ لطيفٍ مع الخلق على اختلاف مراتبهم ومنازلهم، وأنه إذا دار الأمر بين أمرين حسنين؛ فإنَّه يؤمَر بإيثار أحسَنِهما إن لم يمكن الجمعُ بينَهما، والقول الحسنُ داعٍ لكلِّ خلقٍ جميل وعمل صالح؛ فإنَّ مَن مَلَكَ لسانه؛ مَلَكَ جميع أمره. وقوله: {إنَّ الشيطانَ يَنْزَغُ بينهم}؛ أي: يسعى بين العباد بما يُفْسِدُ عليهم دينهم ودنياهم؛ فدواءُ هذا أن لا يُطيعوه في الأقوال غير الحسنة التي يدعوهم إليها، وأن يَلينوا فيما بينَهم؛ لينقمعَ الشيطانُ الذي ينزغ بينهم؛ فإنَّه عدوُّهم الحقيقيُّ الذي ينبغي لهم أن يحاربوه؛ فإنَّه يدعوهم ليكونوا من أصحاب السعير، وأما إخوانهم؛ فإنَّهم وإنْ نزغ الشيطان فيما بينهم وسعى في العداوة؛ فإنَّ الحزم كلَّ الحزم السعيُ في ضدِّ عدوِّهم، وأن يَقْمَعوا أنفسهم الأمَّارة بالسوء، التي يدخُل الشيطان من قِبَلِها؛ فبذلك يطيعون ربَّهم، ويستقيم أمرهم، ويُهْدَون لرشدهم.
53. Bu, Yüce Allah’ın kullarına olan lütfunun bir tecellisidir. Çünkü onlara dünyada da âhirette de mutluluğu sağlayacak olan en güzel ahlâkı, en güzel söz ve davranışları emrederek şöyle buyurmaktadır: “Kullarıma söyle de en güzel olan (sözleri) söylesinler.” Bu, Yüce Allah’a yakınlaştıran her bir sözü içeren bir emirdir. Kur’an okumak, zikir, ilim, iyiliği emredip kötülükten alıkoymak, insanların mertebe ve konumlarına uygun şekilde onlara güzel ve nazik sözler söylemek vb. gibi. Diğer taraftan eğer yapılacak olan iki iş de güzelse ve bunların ikisinin bir arada yapılmasına imkân yoksa en güzel olanının tercih edilmesi gerektiği de bu buyrukta emredilmektedir. Güzel söz, her türlü güzel ahlâkı ve salih ameli de beraberinde getirir. Esasen diline hakim olan, bütün işlerine hakim olur. (Aksi halde) şeytan, aralarını bozar.” O, kulların din ve dünyalarını bozacak şekilde kullar arasında fesat çıkartmaya çalışır. Bunun ilacı ise şeytanın kendilerini davet ettiği güzel olmayan sözleri söylemekte ona itaat etmemek ve aralarını bozmaya çalışan şeytanın uzaklaşması için birbirlerine yumuşak davranmalarıdır. Çünkü onların kendisine karşı savaşmaları gereken gerçek düşmanları şeytandır. Zira şeytan onları alevli ateşe gireceklerden olmaya çağırır. Şeytan aralarına ayrılık soksa ve düşmanlığı körüklemek için çalışsa bile onların, düşmanlarına karşı bütün güçleriyle çalışmaları ve şeytanın kendisine bir giriş aracı olarak kullandığı, kötülüğü emreden nefislerine mani olmaları gerekir. Böylelikle Rablerine itaat etmiş, işleri istikamet bulmuş ve doğruya iletilmiş olurlar.
#
{54} {ربُّكم أعلم بكم}: من أنفسكم؛ فلذلك لا يريد لكم إلاَّ ما هو الخير، ولا يأمركم إلاَّ بما فيه مصلحة لكم، وقد تريدون شيئاً الخيرُ في عكسه. {إن يَشَأْ يَرْحَمْكُم أو إن يَشَأ يُعَذِّبْكم}: فيوفِّق مَن شاء لأسباب الرحمة، ويخذُلُ من شاء فَيَضِلُّ عنها فيستحقُّ العذاب. {وما أرسلناك عليهم وكيلاً}: تُدبِّرُ أمرهم وتقوم بمجازاتهم، وإنَّما الله هو الوكيل، وأنت مبلغٌ هادٍ إلى صراط مستقيم.
54. “Rabbiniz sizi en iyi” sizden de daha iyi “bilendir.” O bakımdan O, sizin için hayırdan başka bir şey dilemez. Sizlere sizin faydanıza olmayan şeyleri emretmez. Halbuki siz bazen bir şeyi yapmak istersiniz ama hayır, onun aksi olabilir. “Dilerse size merhamet eder” ve dilediği kimseleri rahmete götüren yollara muvaffak kılar, “dilerse de size azap eder” ve dilediği kimselere rahmete götüren yolları izleme başarısını ihsan etmez. Böylelikle onlar da o yolları kaybedip azabı hak eder. “Biz seni onlara” işlerini çekip çeviren ve onları cezalandırma işini yerine getiren “vekil göndermedik.” Gerçek vekil, ancak Allah’tır. Sen ancak tebliğ eden ve dosdoğru yola ileten bir kimsesin.
#
{55} {وربُّك أعلمُ بمن في السمواتِ والأرض}: من جميع أصناف الخلائق، فيعطي كلاًّ منهم ما يستحقُّه وتقتضيه حكمتُه، ويفضِّل بعضَهم على بعض في جميع الخصال الحسيَّة والمعنويَّة؛ كما فضَّل بعض النبيِّين المشتركين بوحيه على بعضٍ، بالفضائل والخصائص الرَّاجعة إلى ما مَنَّ به عليهم، من الأوصاف الممدوحة، والأخلاق المرضيَّة والأعمال الصالحة وكَثْرة الأتباع ونزول الكتب على بعضهم، المشتملة على الأحكام الشرعيَّة والعقائد المرضيَّة؛ كما أنزل على داود زَبوراً، وهو الكتاب المعروف؛ فإذا كان تعالى قد فضَّل بعضَهم على بعضٍ وآتى بعضهم كتباً؛ فِلمَ ينكِرُ المكذِّبون لمحمدٍ - صلى الله عليه وسلم - ما أنزله الله عليه وما فضَّله به من النبوَّة والكتاب؟
55. “Rabbin göklerde ve yerde kim varsa hepsini” bütün mahlukat türlerini “en iyi bilendir.” Onlardan her birisine hak ettiğini, hikmetinin gerektirdiği şekilde verir. Maddi ve manevi bütün hususlarda kimini kimine üstün kılar. Nitekim vahyine mazhar olmak gibi ortak bir özelliğe sahip olan peygamberlerin kimini kiminden çeşitli faziletlerle ve Yüce Allah’ın kendilerine ihsan etmiş olduğu övülmeye değer vasıflarla, üstün ahlâkla, salih amelle, tâbilerinin çokluğuyla, şer’î ve itikadi hükümleri kapsayan kitaplar vermek suretiyle başkalarından üstün kılmıştır. Nitekim Davud aleyhisselam’a da bilinen bir kitap olan Zebûr’u indirmiştir. Allah, bu peygamberlerin kimini kimine üstün kılıp bir kısmına Kitap verdiğine göre Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i yalanlayanlar, Yüce Allah’ın ona indirdiklerinini, ona üstünlük olmak üzere peygamberlik verip Kitap indirmesini ne diye inkâr etmektedirler?!
Ayet: 56 - 57 #
{قُلِ ادْعُوا الَّذِينَ زَعَمْتُمْ مِنْ دُونِهِ فَلَا يَمْلِكُونَ كَشْفَ الضُّرِّ عَنْكُمْ وَلَا تَحْوِيلًا (56) أُولَئِكَ الَّذِينَ يَدْعُونَ يَبْتَغُونَ إِلَى رَبِّهِمُ الْوَسِيلَةَ أَيُّهُمْ أَقْرَبُ وَيَرْجُونَ رَحْمَتَهُ وَيَخَافُونَ عَذَابَهُ إِنَّ عَذَابَ رَبِّكَ كَانَ مَحْذُورًا (57)}.
56- De ki: “Allah'ın yanı sıra (ilah olduğunu) iddia ettiklerinize yalvarın bakalım! Ama onlar, başınızdaki sıkıntıyı ne kaldırabilirler ne de değiştirebilirler.” 57- İşte onların bu yalvardıkları, Rablerine hangisi daha yakın olacak diye yol ararlar, O’nun rahmetini umar ve azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı, gerçekten sakınılması gereken bir azaptır.
#
{56} يقول تعالى: {قل} للمشركين بالله الذين اتَّخذوا من دونه أنداداً يعبُدونهم كما يعبدون الله، ويدعونهم كما يدعونَه ملزِماً لهم بتصحيح ما زعموه، واعتقدوه إن كانوا صادقين: {ادعوا الذين زعمتُم}: آلهة من دون اللَّه، فانظروا هل يَنْفَعونكم أو يدفَعون عنكم الضُّرَّ؟ فإنهم لا {يملِكونَ كشفَ الضُّرِّ عنكم}: من مرضٍ أو فقرٍ أو شدَّةٍ ونحو ذلك؛ فلا يدفعونَه بالكُلِّيَّة. ولا يملكون أيضاً تَحْويله من شخص إلى آخر، ومن شدَّة إلى ما دونها؛ فإذا كانوا بهذه الصفة؛ فلأيِّ شيءٍ تدعونَهم من دون الله؛ فإنَّهم لا كمالَ لهم ولا فعال نافعة؛ فاتِّخاذُهم نقصٌ في الدين والعقل وسَفَهٌ في الرأي. ومن العجب أنَّ السَّفه عند الاعتياد والممارسة وتلقِّيه عن الآباء الضالِّين بالقبول يراه صاحبه هو الرأي السديد والعقل المفيد، ويرى إخلاصَ الدِّين لله الواحد الأحد الكامل المنعم بجميع النعم الظاهرة والباطنة هو السَّفه والأمر المتعجَّب منه؛ كما قال المشركون: {أجعلَ الآلهةَ إلهاً واحداً إنَّ هذا لشيءٌ عُجابٌ}.
56. Allah’ın yanı sıra birtakım ortaklar edinen ve Allah’a ibadet ettikleri gibi onlara ibadet eden, Allah’a dua ettikleri gibi onlara da dua eden müşriklere -eğer doğru ve samimi iseler- inanıp iddia ettikleri bu hususun doğruluğunu ortaya koymaya çağırarak “De ki: Allah'ın yanı sıra” ilâh olduğunu “iddia ettiklerinize yalvarın bakalım!” Bakın bakalım, size herhangi bir fayda sağlayabilecekler mi yahut size gelebilecek herhangi bir zararı önleyebilecekler mi? “Ama onlar, başınızdaki” hastalık, fakirlik, darlık vb. bir “sıkıntıyı ne” tamamen “kaldırabilirler ne de” onu bir başka sıkıntıyla veya daha hafifi ile yahut da onu başka birisine vermek suretiyle “değiştirebilirler.” Onların nitelikleri, bu olduğuna göre Allah’ın yanı sıra onlara ne diye ibadet ve dua ediyorsunuz? Bunların herhangi bir kemal sıfatları olmadığı gibi faydalı bir işleri de yoktur. O halde onları ilah edinmek, din ve akıl açısından bir eksiklik ve saçma sapan bir görüştür. Hayret edilecek durum şu ki böyle saçma bir görüş, adet haline gelip de ardı arkasına işlendiğinde ve sapık atalardan alınıp kabul ile karşılandığında o saçma görüşe sahip olanlar, asıl doğru ve yararlı görüşün o olduğunu zannederler. Bütün görünen ve görünmeyen nimetleri ihsan eden bir ve tek olan Allah’a dini halis kılmayı ise saçmalık ve hayret edilecek bir iş görürler. Nitekim müşrikler şöyle demişlerdir: “O, bunca ilâhı tek bir ilah mı yaptı? Muhakkak bu, çok şaşılacak bir şeydir.” (Sâd, 38/5)
#
{57} ثم أخبر أيضاً أنَّ الذين يعبُدونهم من دون الله في شغل شاغل عنهم باهتمامهم بالافتقار إلى الله وابتغاء الوسيلة إليه؛ فقال: {أولئك الذين يَدْعونَ}: من الأنبياء والصالحين والملائكة، {يَبْتَغون إلى ربِّهم الوسيلةَ أيُّهم أقربُ}؛ أي: يتنافسون في القرب من ربِّهم، ويبذُلون ما يقدرون عليه من الأعمال الصالحة المقرِّبة إلى الله تعالى وإلى رحمتِه، {ويخافون عذابَه}: فيجتنبون كلَّ ما يوصِلُ إلى العذاب. {إنَّ عذاب ربِّك كان محذوراً}؛ أي: هو الذي ينبغي شدَّة الحذر منه والتوقِّي من أسبابه. وهذه الأمور الثلاثةُ الخوف والرجاء والمحبَّة التي وَصَفَ الله بها هؤلاء المقرَّبين عنده هي الأصل والمادَّة في كلِّ خير؛ فمن تَمَّتْ له؛ تَمَّتْ له أموره، وإذا خلا القلبُ منها؛ ترحَّلت عنه الخيرات، وأحاطت به الشرور. وعلامة المحبَّة ما ذَكَرَهُ الله أن يجتهد العبدُ في كلِّ عَمَلٍ يقرِّبُه إلى الله، وينافس في قربه بإخلاص الأعمال كلِّها لله، والنُّصح فيها وإيقاعها في أكمل الوجوه المقدور عليها؛ فمن زعم أنه يحبُّ الله بغير ذلك؛ فهو كاذب.
57. Daha sonra Yüce Allah, onların Allah’ın yanı sıra ibadet ettikleri varlıkların da Allah’a muhtaç olduklarını ve O’na yakın olmanın yollarını aradıklarını, o nedenle de kendilerine ibadet edenlerle ilgilenmediklerini bildirmek üzere şöyle buyurmaktadır: “İşte onların bu yalvardıkları” peygamberler, salihler ve melekler “Rablerine hangisi daha yakın olacak diye yol ararlar.” Rablerine yakın olmak için birbirleriyle yarışır, ellerinden geldiği kadarıyla Allah’a yakınlaştırıcı salih amelleri işlerler. “O’nun rahmetini umar ve azabından korkarlar.” ve azaba ulaştıran her şeyden de uzak dururlar. “Çünkü Rabbinin azabı gerçekten gerçekten sakınılması gereken bir azaptır.” Kendisinden alabildiğine sakınılması ve ona götürecek hususlardan uzak durulması gereken azap, işte budur. Yüce Allah’ın; nezdinde yakınlaştırılmış olan bu kimseleri nitelendirdiği sevgi, korku ve ümit, bütün hayırların esası ve temelidir. Bunları tam anlamıyla gerçekleştiren bir kimsenin dinî hayatı tamam olur. Bunlar kalpte yer etmeyecek olurlarsa hayırlar ondan uzaklaşır ve onun etrafını kötülükler kuşatır. Allah sevgisinin alâmeti ise Yüce Allah’ın sözünü ettiği üzere kulun, kendisini Allah’a yakınlaştırıcı her bir hususta gayretini ortaya koyması ve Allah’a yakın olmak için bütün amellerini O’nun için halis kılmak ve bunları samimiyetle yapıp gücünün yettiği en mükemmel şekliyle gerçekleştirme hususunda yarışmaktır. Bunları yapmaksızın Allah’ı sevdiğini iddia eden kimse, yalancıdır.
Ayet: 58 #
{وَإِنْ مِنْ قَرْيَةٍ إِلَّا نَحْنُ مُهْلِكُوهَا قَبْلَ يَوْمِ الْقِيَامَةِ أَوْ مُعَذِّبُوهَا عَذَابًا شَدِيدًا كَانَ ذَلِكَ فِي الْكِتَابِ مَسْطُورًا (58)}.
58- Kıyamet gününden önce helak etmeyeceğimiz yahut oldukça ağır bir azapla azap etmeyeceğimiz hiç bir ülke yoktur. Bu, Kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılıdır.
#
{58} أي: ما من قريةٍ من القُرى المكذِّبة للرسل إلاَّ لا بدَّ أن يصيبهم هلاكٌ قبل يوم القيامة أو عذابٌ شديدٌ، كتابٌ كتبه الله وقضاءٌ أبرمه لا بدَّ من وقوعه؛ فليبادر المكذِّبون بالإنابة إلى الله وتصديق رُسُلِهِ قبل أن تتمَّ عليهم كلمةُ العذاب ويحقَّ عليهم القول.
58. Yani peygamberleri yalanlayan her bir ülke ahalisini kıyamet gününden önce mutlaka ya helâk ederiz yahut da şiddetli bir azaba uğratırız. Bu, Yüce Allah’ın yazıp takdir ettiği ve kesin hükme bağladığı bir kaderidir. Onun gerçekleşmesi kaçınılmazdır. O halde yalanlayıcıların Yüce Allah’a dönmek ve peygamberlerini tasdik etmek için ellerini çabuk tutmaları, onlar hakkında azap sözü tamamlanmadan ve azapları gerçekleşmeden önce bunu yapmaları gerekir.
Ayet: 59 - 60 #
{وَمَا مَنَعَنَا أَنْ نُرْسِلَ بِالْآيَاتِ إِلَّا أَنْ كَذَّبَ بِهَا الْأَوَّلُونَ وَآتَيْنَا ثَمُودَ النَّاقَةَ مُبْصِرَةً فَظَلَمُوا بِهَا وَمَا نُرْسِلُ بِالْآيَاتِ إِلَّا تَخْوِيفًا (59) وَإِذْ قُلْنَا لَكَ إِنَّ رَبَّكَ أَحَاطَ بِالنَّاسِ وَمَا جَعَلْنَا الرُّؤْيَا الَّتِي أَرَيْنَاكَ إِلَّا فِتْنَةً لِلنَّاسِ وَالشَّجَرَةَ الْمَلْعُونَةَ فِي الْقُرْآنِ وَنُخَوِّفُهُمْ فَمَا يَزِيدُهُمْ إِلَّا طُغْيَانًا كَبِيرًا (60)}.
59- Bizi mucizeleri göndermekten alıkoyan tek sebep, öncekilerin onları yalanlamış olmalarıdır. Nitekim Semûd kavmine apaçık bir mucize olmak üzere dişi deveyi vermiştik ama onlar (onu öldürüp) zalim oldular. Biz mucizeleri ancak korkutmak için göndeririz. 60- Hani sana: “Şüphesiz Rabbin insanları çepeçevre kuşatmıştır” demiştik. Sana (İsra gecesi) gösterdiğimiz şeyleri ve Kur’an’da lanet edilen ağacı biz, ancak insanlara bir imtihan sebebi kıldık. Biz, onları korkutuyoruz; fakat bu, büyük bir azgınlıktan başka bir şeylerini artırmıyor.
#
{59} يذكر تعالى رحمته بعدم إنزاله الآيات التي يقترحُ بها المكذِّبون، وأنَّه ما منعه أن يرسِلَها إلاَّ خوفاً من تكذيبهم لها؛ فإذا كذَّبوا بها؛ عاجَلَهم العقابُ وحلَّ بهم من غير تأخيرٍ كما فعل بالأولين الذين كذبوا بها، ومن أعظم الآيات الآيةُ التي أرسلها الله إلى ثمود، وهي الناقة العظيمةُ الباهرة التي كانت تصدُرُ عنها جميع القبيلة بأجمعها، ومع ذلك كذَّبوا بها، فأصابهم ما قصَّ الله علينا في كتابه. وهؤلاء كذلك؛ لو جاءتهم الآيات الكبار؛ لم يؤمنوا؛ فإنَّه ما منعهم من الإيمان خفاءُ ما جاء به الرسول واشتباهه هل هو حقٌّ أو باطل؟ فإنه قد جاء من البراهين الكثيرة ما دلَّ على صحَّة ما جاء به الموجب لهداية مَنْ طلب الهداية؛ فغيرُها مثلُها، فلا بدَّ أن يسلكوا بها ما سلكوا بغيرها، فتركُ إنزالها والحالة هذه خيرٌ لهم وأنفع. وقوله: {وما نرسل بالآيات إلا تخويفاً}؛ أي: لم يكن القصدُ بها أن تكون داعيةً وموجبةً للإيمان الذي لا يحصُلُ إلاَّ بها، بل المقصود منها التخويف والترهيب؛ ليرتدِعوا عن ما هم عليه.
59. Yüce Allah, yalanlayıcıların gösterilmesini istedikleri mucizelerin indirilmemesindeki rahmetini söz konusu etmekte ve bu mucizeleri göndermeye mani olan sebebin, onların bu mucizeleri yalanlamalarının kuvvetle muhtemel olması olduğunu zikretmektedir. Çünkü bu mucizeleri yalanlayacak olurlarsa dünyevi ceza derhal gelir ve herhangi bir erteleme söz konusu olmaksızın azap başlarına iner. Nitekim önceden de getirilmesini teklif ettikleri mucizeleri yalanlamış olan kavimlere de böyle yapılmıştı. Nitekim, Yüce Allah’ın Semûd kavmine gönderdiği mucize, en büyük mucizelerden biridir. Zira bu mucize, bütün kabilenin sütünden içtikleri, göz kamaştırıcı ve muazzam dişi deve idi. Buna rağmen onlar, onu yalanladılar. Bunun üzerine başlarına Yüce Allah’ın bizlere Kitabında anlattığı azap gelip çattı. İşte bunların durumu da aynıdır. Eğer kendilerine büyük mucizeler gelecek olsa yine de iman etmeyeceklerdir. Çünkü onların iman etmelerine engel olan şey, Peygamber’in getirdiğinin açık seçik olmaması ve hak mıdır, batıl mıdır apaçık belli olmaması değildir. Çünkü Peygamber, getirdiklerinin doğruluğuna delil olacak pek çok delil ve belgeleri de beraberinde getirmiştir. Bunlar da hidâyeti arayan kimselerin hidâyet bulmaları için yeterlidir. Bu delillerle mucizeler amaç itibariyle aynıdır. O halde bu delillere karşı takındıkları tavrın aynısını mucizeler geldiği takdirde onlara karşı takınmaları da kaçınılmaz bir şeydir. Durum böyle olduğuna göre bu mucizelerin indirilmeyişi onlar için daha hayırlı ve daha faydalıdır. “Biz mucizeleri ancak korkutmak için göndeririz.” Yani mucizenin gönderilmesinde amaç, insanların imana davet edilmeleri ve imana girmelerini sağlamak değildir. Mucizeler olmaksızın iman olmaz diye bir şey de yoktur. Mucizelerin gönderilmesindeki esas amaç, insanların izlemekte oldukları yanlış yoldan vazgeçmeleri için uyarılıp sakındırılmalarıdır.
#
{60} {وإذ قلنا لك إنَّ ربَّك أحاط بالناس}: علماً وقدرةً؛ فليس لهم ملجأ يلجؤون إليه ولا ملاذٌ يلوذون به عنه، وهذا كافٍ لمن له عقلٌ في الانكفاف عما يكرهه الله الذي أحاط بالناس، {وما جَعَلْنا الرؤيا التي أرَيْناك}: أكثر المفسرين على أنَّها ليلة الإسراء، {والشجرةَ الملعونةَ}: التي ذكرت {في القرآن}: وهي شجرة الزقُّوم التي تَنْبُتُ في أصل الجحيم. والمعنى: إذا كان هذان الأمران قد صارا فتنةً للناس، حتى استلجَّ الكفَّار بكفرهم وازداد شرُّهم، وبعض مَن كان إيمانُهُ ضعيفاً رجع عنه، بسبب أنَّ ما أخبرهم به من الأمور التي كانت ليلة الإسراء، ومن الإسراء من المسجد الحرام إلى المسجد الأقصى كان خارقاً للعادة، والإخبار بوجود شجرةٍ تَنْبُتُ في أصل الجحيم أيضاً من الخوارق؛ فهذا الذي أوجب لهم التكذيب؛ فكيفَ لو شاهدوا الآيات العظيمة والخوارق الجسيمة؟! أليس ذلك أولى أن يزداد بسببه شرُّهم؛ فلذلك رحمهم الله وصرفها عنهم. ومن هنا تعلمُ أنَّ عدم التصريح في الكتاب والسنة بذكر الأمورِ العظيمة التي حَدَثَتْ في الأزمنة المتأخِّرة أولى وأحسن؛ لأنَّ الأمور التي لم يشاهِدِ الناس لها نظيراً ربَّما لا تقبلها عقولُهم، [لو أُخْبِرُوا بها قبل وُقُوعِها] فيكون ذلك ريباً في قلوب بعض المؤمنين ومانعاً يمنعُ من لم يدخُل الإسلام ومنفراً عنه، بل ذكر الله ألفاظاً عامَّة تتناول جميع ما يكون. والله أعلم. {ونخوِّفُهم}: بالآيات، {فما يزيدهم}: التخويف {إلاَّ طغياناً كبيراً}: وهذا أبلغ ما يكون في التحلِّي بالشرِّ ومحبَّته وبغض الخير وعدم الانقياد له.
60. “Hani sana: Şüphesiz Rabbin insanları” ilim ve kudretiyle “çepeçevre kuşatmıştır, demiştik.” Onların O’ndan başka sığınacakları bir yer ve O’na karşı kendilerini koruyacakları bir barınak da yoktur. Bu da aklı olan kimseler için insanları çepeçevre kuşatmış olan Allah’ın hoşlanmadığı şeyleri terk etme konusunda yeterli bir nedendir. “Sana gösterdiğimiz şeyleri” müfessirlerin çoğunluğuna göre bundan kasıt İsra gecesinde gerçekleşen hadiselerdir “ve Kur’an’da” sözü geçen “lanet edilen ağacı” ki bu, cehennemin dibinde yetişen Zakkûm ağacıdır “biz, insanlara ancak bir imtihan sebebi kıldık.” Yani bu iki husus, insanlar için birer sınanma aracı olmuştu. Bu sebeple kâfirler küfürlerinde daha da ısrar ettiler, kötülüklerini daha bir artırdılar. İmanı zayıf bazı kimseler de Peygamber’in İsrâ gecesi meydana gelen olağanüstü olaylara ve Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya gece vakti gisişine dair anlattıkları sebebiyle imandan vazgeçtiler. Cehennemin dibinde yetişen bir ağacın varlığını haber vermek de bu türden olağanüstü bir haldir. İşte onların yalanlamalarına sebep, bunlar olmuştu. Peki, ya çok daha büyük mucizeleri ve muazzam olağanüstü hadiseleri görecek olsalardı, tutumları ne olurdu? O zaman bu gibi olağanüstü şeyler dolayısıyla kötülükleri daha da artmayacak mıydı? İşte bundan dolayı Allah, onlara merhamet buyurmuş ve bunları onlara göstermemiştir. Buradan anlaşılmaktadır ki Kitap ve Sünnette sonraki dönemlerde ortaya çıkmış büyük hususlardan açıkça söz edilmemiş olması, daha uygun ve daha yerindedir. Çünkü insanların akılları, benzerini görmedikleri işleri kabul etmeyebilir. O vakit bu, bazı mü’minlerin kalplerinde bir şüphe unsuru ve İslâm’a girmemiş olan kimseler için de imana gelmelerine bir engel ve ondan uzaklaştırıcı bir sebep olabilir. Bunun yerine Yüce Allah, ileride olabilecek şeylerin tümünü de kapsayacak şekilde umumi lafızları söz konusu etmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. “Biz onları” âyetlerle ve mucizelerle “korkutuyoruz. Fakat bu” korkutma “büyük azgınlıklarından başka bir şeylerini artırmıyor.” Bu da kötülükler içli-dışlı olmanın, onları sevmenin, buna karşılık hayırdan nefret edip ona boyun eğmemenin en ileri derecesidir.
Ayet: 61 - 65 #
{وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلَائِكَةِ اسْجُدُوا لِآدَمَ فَسَجَدُوا إِلَّا إِبْلِيسَ قَالَ أَأَسْجُدُ لِمَنْ خَلَقْتَ طِينًا (61) قَالَ أَرَأَيْتَكَ هَذَا الَّذِي كَرَّمْتَ عَلَيَّ لَئِنْ أَخَّرْتَنِ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ لَأَحْتَنِكَنَّ ذُرِّيَّتَهُ إِلَّا قَلِيلًا (62) قَالَ اذْهَبْ فَمَنْ تَبِعَكَ مِنْهُمْ فَإِنَّ جَهَنَّمَ جَزَاؤُكُمْ جَزَاءً مَوْفُورًا (63) وَاسْتَفْزِزْ مَنِ اسْتَطَعْتَ مِنْهُمْ بِصَوْتِكَ وَأَجْلِبْ عَلَيْهِمْ بِخَيْلِكَ وَرَجِلِكَ وَشَارِكْهُمْ فِي الْأَمْوَالِ وَالْأَوْلَادِ وَعِدْهُمْ وَمَا يَعِدُهُمُ الشَّيْطَانُ إِلَّا غُرُورًا (64) إِنَّ عِبَادِي لَيْسَ لَكَ عَلَيْهِمْ سُلْطَانٌ وَكَفَى بِرَبِّكَ وَكِيلًا (65)}.
61- Bir vakit meleklere: “Âdem’e secde edin” demiştik. Onlar da hemen secde ettiler. Ancak İblis hariç. O: “Ben çamurdan yarattığın birine secde eder miyim hiç!” dedi. 62- “Şu bana üstün kıldığına bir baksana! Yemin ederim ki eğer beni kıyamet gününe kadar ertelersen, pek azı hariç onun soyunu mutlaka emrim altına alırım” dedi. 63- Buyurdu ki: “Haydi git! Artık onlardan kim sana uyarsa, şüphesiz ki hepinizin cezası cehennemdir. Hem de tam bir ceza!” 64- “Onlardan gücünün yettiği kimseleri sesinle yoldan çıkar; atlılarınla ve piyadelerinle onların üzerine yürü; mal ve evlâtlarda onlara ortak ol ve onlara vaatlerde bulun!” Fakat şeytan onlara aldatmacadan başka bir şey vaat etmez. 65- “Benim gerçek kullarım üzerinde senin hiçbir hakimiyetin yoktur.” Vekil olarak Rabbin yeter.
#
{61} ينبِّه تبارك وتعالى عباده على شدَّة عداوة الشيطان وحرصه على إضلالهم، وأنَّه لما خَلَقَ الله آدم؛ استكبر عن السجود له و {قال} متكبِّراً: {أأسجُدُ لمن خلقتَ طيناً}؛ أي: من طين، وبزعمه أنَّه خيرٌ منه؛ لأنه خُلِقَ من نارٍ، وقد تقدَّم فساد هذا القياس الباطل من عدة أوجه.
61. Yüce Allah; şeytanın, kullarına olan ileri derecedeki düşmanlığına, onları saptırmaktaki kararlılığına dikkat çekmekte, Âdem’i yarattığı sırada ona secde etmeyi kabul etmeyip büyüklenerek: “Ben çamurdan yarattığın birine secde eder miyim hiç!” dediğine dikkatimizi çekmektedir. Yani şeytan kendi iddiasına göre Âdem’den üstün idi. Çünkü kendisi ateşten yaratılmıştı. Böyle bir kıyasın bir çok yönden batıl ve tutarsız olduğuna dair açıklamalar daha önceden geçmişti.
#
{62} فلما تبين لإبليس تفضيل الله لآدم؛ {قال} مخاطباً لله: {أرأيتَكَ هذا الذي كرَّمْتَ عليَّ لئنْ أخَّرْتَنِ إلى يوم القيامةِ لأحتَنِكَنَّ ذُرِّيَّتَهُ}؛ أي: لأستأصلَنَّهم بالإضلال ولأغْوِيَنَّهم، {إلاَّ قليلاً}: عرف الخبيثُ أنَّه لا بدَّ أن يكون منهم من يعاديه ويعصيه.
62. İblis, Allah’ın Âdem’i üstün kıldığını anlayınca Yüce Allah’a hitaben şöyle dedi: “Şu bana üstün kıldığına bir baksana! Yemin ederim ki eğer beni kıyamet gününe kadar ertelersen, pek azı hariç onun soyunu mutlaka emrim altına alırım.” Onları saptırmak ve azdırmak suretiyle tümden helake sürüklerim. Ancak aralarından bir kısmının kendisine düşmanlık edeceğini, ona karşı çıkıp itaat etmeyeceklerini de anlamıştı.
#
{63} فقال الله له: {اذهبْ فمن تبعك منهم}: واختارك على ربِّه ووليِّه الحقِّ. {فإنَّ جهنَّم جزاؤكم جزاءً موفوراً}؛ أي: مدَّخراً لكم موفَّراً جزاء أعمالكم.
63. Bunun üzerine Yüce Allah ona “buyurdu ki: Haydi git! Artık onlardan kim sana uyarsa” Rabbini ve gerçek dostunu bırakıp da seni tercih ederse “şüphesiz ki hepinizin cesası cehennemdir. Hem de tam bir ceza!” Yani cehennem, amellerinize tam ve eksiksiz bir ceza olmak üzere sizin için hazırlanmıştır.
#
{64} ثم أمره الله أن يفعلَ كلَّ ما يقدِرُ عليه من إضلالهم، فقال: {واستفزِزْ من استطعتَ منهم بصوتِكَ}: ويدخل في هذا كلُّ داعٍ إلى المعصية، {وأجْلِبْ عليهم بخيلِكَ ورَجِلكَ}: ويدخل فيه كلُّ راكبٍ وماشٍ في معصية الله؛ فهو من خيل الشيطان ورَجِلِهِ. والمقصود أنَّ الله ابتلى العباد بهذا العدوِّ المبين الداعي لهم إلى معصية الله بأقواله وأفعاله. {وشارِكْهم في الأموال والأولاد}: وذلك شاملٌ لكلِّ معصية تعلَّقت بأموالهم وأولادهم من منع الزكاة والكفَّارات والحقوق الواجبة، وعدم تأديب الأولاد وتربيتهم على الخير وترك الشرِّ، وأخذ الأموال بغير حقِّها أو وضعها بغير حقِّها أو استعمال المكاسب الرديَّة، بل ذَكَرَ كثيرٌ من المفسِّرين أنه يدخُلُ في مشاركة الشيطان في الأموال والأولادِ تركُ التسمية عند الطعام والشراب والجماع، وأنَّه إذا لم يُسَمِّ الله في ذلك؛ شارك فيه الشيطان؛ كما ورد فيه الحديث. {وعِدْهم}: الأوعادَ المزخْرَفَة التي لا حقيقة لها، ولهذا قال: {وما يَعِدُهُم الشيطانُ إلاَّ غروراً}؛ أي: باطلاً مضمحلًّا؛ كأن يزيِّن لهم المعاصي والعقائد الفاسدة، ويعدهم عليها الأجر؛ لأنَّهم يظنُّون أنَّهم على الحق، وقال تعالى: {الشيطان يَعِدُكُم الفقر ويأمُرُكم بالفحشاءِ والله يَعِدُكُم مغفرةً منه وفضلاً}.
64. Daha sonra Allah, onları saptırmak için gücünün yettiği her şeyi yapmasını ona emrederek şöyle buyurmaktadır: “Onlardan gücünün yettiği kimseleri sesinle yoldan çıkar” Bunun kapsamına her türlü günah davetçisi girer. “atlılarınla ve piyadelerinle onların üzerine yürü.” Bunun kapsamına da Yüce Allah’a isyan için bir bineğin sırtında olan ve yürüyen herkes girer. Böyleleri, şeytanın atlıları ve piyadeleri arasında yer alır. Bundan maksat da şudur: Şanı Yüce Allah, söz ve fiilleriyle kendisine isyana davet eden şeytan aracılığı ile kulları imtihan etmektedir. “mal ve evlâtlarda onlara ortak ol.” Bu, kulların mal ve evlatları ile ilgili her türlü günahı kapsar. Zekât vermemek, yemin keffâretlerini ödememek, farz olan malî hakları yerine getirmemek, çoluk çocuğu hayır üzere yetiştirip şirki terk üzere terbiye etmeyi ihmal etmek, malları haksızca almak yahut hakkı olmayan yere harcamak veya adi kazanç yollarını kullanmak vb. gibi. Hatta çoğu müfessirler, şeytanın mal ve evlada ortak olmasının kapsamına yeme, içme ve cimâ esnasında besmeleyi terk etmenin de girdiğini söz konusu ederler. Bu gibi hallerde kişi, Allah’ın adını anmayacak olursa -bu konudaki bir hadiste de geldiği üzere- şeytan ona ortak olur. “Onlara” aslı olmayan süslü “vaatlerde bulun. Fakat şeytan onlara aldatmacadan başka bir şey vaat etmez.” Onun vaad ettiği aslı astarı olmayan bir batıldan ibarettir. Mesela şeytanın onlara günahları ve bozuk inançları süslü göstermesi ve -kendilerinin hak üzere sanmaları için- bunlara karşılık mükâfat alacaklarını vaat etmesi bu kabildendir. Ancak Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Şeytan sizi fakirlikle korkutur ve size hayasızlığı emreder. Allah ise size kendi katından bir mağfiret ve bolluk vaat eder.” (el-Bakara, 2/268)
#
{65} ولما أخبر عما يريد الشيطان أن يفعل بالعباد؛ ذَكَرَ ما يُعْتَصَمُ به من فتنته، وهو عبوديَّة الله والقيام بالإيمان والتوكُّل، فقال: {إنَّ عبادي ليس لك عليهم سلطانٌ}؛ أي: تسلُّط وإغواءٌ، بل الله يدفع عنهم بقيامهم بعبوديَّته كلَّ شرٍّ، ويحفظُهم من الشيطان الرجيم، ويقوم بكفايتهم. {وكفى بربِّك وكيلاً}: لمن توكَّل عليه، وأدَّى ما أمر به.
65. Yüce Allah, şeytanın kullara neler yapmak istediğini haber verdikten ve onun fitnesinden ne ile korunulabileceğini -ki bu, Allah’a kulluk, iman ve tevekkül sahibi olmaktır- söz konusu ettikten sonra şöyle buyurmaktadır: “Benim gerçek kullarım üzerinde senin hiçbir hakimiyetin yoktur.” Onlara karşı bir egemenliğin ve onları azdırman söz konusu değildir. Aksine Allah, kullukları dolayısı ile her türlü şerri onlardan bertaraf eder, kovulmuş şeytana karşı onları korur ve bu konuda O, onlara yeter. Kendisine tevekkül edip emrolunduğu şeyleri eksiksiz yerine getiren kimselere “vekil olarak Rabbin yeter.”
Ayet: 66 - 69 #
{رَبُّكُمُ الَّذِي يُزْجِي لَكُمُ الْفُلْكَ فِي الْبَحْرِ لِتَبْتَغُوا مِنْ فَضْلِهِ إِنَّهُ كَانَ بِكُمْ رَحِيمًا (66) وَإِذَا مَسَّكُمُ الضُّرُّ فِي الْبَحْرِ ضَلَّ مَنْ تَدْعُونَ إِلَّا إِيَّاهُ فَلَمَّا نَجَّاكُمْ إِلَى الْبَرِّ أَعْرَضْتُمْ وَكَانَ الْإِنْسَانُ كَفُورًا (67) أَفَأَمِنْتُمْ أَنْ يَخْسِفَ بِكُمْ جَانِبَ الْبَرِّ أَوْ يُرْسِلَ عَلَيْكُمْ حَاصِبًا ثُمَّ لَا تَجِدُوا لَكُمْ وَكِيلًا (68) أَمْ أَمِنْتُمْ أَنْ يُعِيدَكُمْ فِيهِ تَارَةً أُخْرَى فَيُرْسِلَ عَلَيْكُمْ قَاصِفًا مِنَ الرِّيحِ فَيُغْرِقَكُمْ بِمَا كَفَرْتُمْ ثُمَّ لَا تَجِدُوا لَكُمْ عَلَيْنَا بِهِ تَبِيعًا (69)}.
66- Lütfundan (rızkınızı) arayasınız diye sizin için denizde gemileri yürüten, Rabbinizdir. Şüphesiz ki O, size karşı çok merhametlidir. 67- Denizde size bir sıkıntı dokunduğu zaman O’nun dışında yalvardıklarınız kaybolur gider (de yalnız Allah'a yalvarırsınız). Ama O, sizi kurtarıp karaya çıkarınca da yine yüz çevirirsiniz. Zaten insan çok nankördür. 68- Yoksa siz, Allah'ın sizi karada yere geçirmeyeceğinden yahut da üzerinize taş yağdıran bir kasırga göndermeyeceğinden emin mi oldunuz? Sonra kendinize hiçbir koruyucu da bulamazsınız. 69- Yoksa sizi tekrar o (denize) döndürüp de üstünüze kırıp geçiren bir fırtına göndermeyeceğinden ve küfrünüz/nankörlüğünüz yüzünden sizi boğmayacağından emin mi oldunuz? Sonra bize karşı bunun öcünü alacak kimse de bulamazsınız.
#
{66} يذكر تعالى نعمته على العباد بما سخَّر لهم من الفُلك والسفن والمراكب، وألهمهم كيفيَّة صنعتها وسخَّر لها البحر الملتطم يحملها على ظهره؛ لينتفع العباد بها في الركوب والحمل للأمتعة والتجارة، وهذا من رحمته بعباده؛ فإنَّه لم يزْل بهم رحيماً رءوفاً، يؤتيهم من كلِّ ما تعلَّقت به إرادتهم ومنافعهم.
66. Yüce Allah, denizde seyreden gemi ve benzeri araçları kulların emrine verip bunları nasıl yapacaklarını ilham etmek suretiyle ihsan etmiş olduğu nimetini hatırlatmaktadır. O, bu deniz araçlarına da dalgalı denizi elverişli kılmış ve bu araçların deniz üzerinde yürümesini, böylelikle de kulların, gerek yolculuk, gerekse de eşyalarını ve ticaret mallarını taşımak suretiyle onlardan yararlanmalarını sağlamıştır. Bu da O’nun kullarına olan rahmetinin bir tecellisidir. Zira O’nun, kullarına olan rahmet ve şefkati süreklidir. Onların istekleri ve faydaları doğrultusunda olan her bir şeyi onlara ihsan eder.
#
{67} ومن رحمته الدالَّة على أنَّه وحده المعبود دون ما سواه أنَّهم إذا مسَّهم الضُّرُّ في البحر، فخافوا من الهلاك لتراكُم الأمواج؛ ضلَّ عنهم ما كانوا يدعون من دون الله في حال الرَّخاء من الأحياء والأموات، فكأنُّهم لم يكونوا يدعونهم في وقتٍ من الأوقات؛ لعلمهم أنَّهم ضعفاء عاجزون عن كشف الضُّرِّ، وصرخوا بدعوة فاطر الأرض والسماوات، الذي تستغيث به في شدائدها جميعُ المخلوقات، وأخلصوا له الدعاء والتضرُّع في هذه الحال، فلما كَشَفَ الله عنهم الضُّرَّ ونجَّاهم إلى البَرِّ؛ نسوا ما كانوا يدعون إليه من قبل، وأشركوا به مَنْ لا ينفع ولا يضرُّ ولا يعطي ولا يمنع، وأعرضوا عن الإخلاص لربِّهم ومليكهم. وهذا من جهل الإنسان وكفرِهِ؛ فإنَّ الإنسان كفورٌ للنِّعم؛ إلاَّ مَن هدى الله فمنَّ عليه بالعقل السليم واهتدى إلى الصراط المستقيم؛ فإنَّه يعلم أنَّ الذي يكشف الشدائد، وينجِّي من الأهوال هو الذي يستحقُّ أن يُفْرَدَ، وتُخْلَصَ له سائر الأعمال في الشدَّة والرَّخاء واليُسر والعُسر، وأما من خُذِلَ ووُكِلَ إلى عقله الضعيف؛ فإنَّه لم يلحَظْ وقت الشدَّة إلاَّ مصلحته الحاضرة وإنجاءه في كلِّ تلك الحال، فلما حصلتْ له النجاةُ وزالت عنه المشقَّة؛ ظنَّ بجهله أنَّه قد أعجز الله، ولم يَخْطُرْ بقلبه شيء من العواقب الدنيويَّة فضلاً عن أمور الآخرة.
67. O’nun yalnızca kendisinin hak mabud olduğuna delil teşkil eden rahmetinin bir tecellisi de şudur: Denizde oldukları sırada kullarına herhangi bir sıkıntı isabet edip de dalgaların ardarda gelmesi dolayısıyla yok olmaktan korkacak olurlarsa, rahatlık zamanlarında ölü ya da diri Allah’tan başka yalvardıkları her bir varlık, kaybolup gider. Sanki hiçbir vakit onlara yalvarmamış gibi olurlar. Çünkü o varlıkların güçsüz, zayıf ve sıkıntıları gidermekten yana aciz olduklarını bilirler. Buna karşılık zorlu ve sıkıntılı hallerde bütün yaratılmışların, yardımına sığındıkları göklerin ve yerin yaratıcısına dua ederler. Bu hallerinde ihlasla yalvarıp yakararak O’na yönelirler. Ancak Yüce Allah, onların bu sıkıntılarını giderecek ve onları kurtarıp karaya çıkaracak olursa daha önce Yüce Allah’a dua ettiklerini unutuverir ve faydası olmayan, zarar veremeyen, ne bir şey verebilen, ne de bir şeyi engelleyebilen varlıkları yine O’na ortak koşarlar. Rablerine, mutlak malik ve hükümdarlarına ihlasla dua etmekten ve ibadetten yüz çevirirler. Bu, insanın cahilliğinden ve nankörlüğünden kaynaklanır. Çünkü insan, nimetlere karşı çok nankördür. Yüce Allah’ın kendisine hidâyet verip de akl-ı selim ihsan ve dosdoğru yola hidâyet ettiği kimseler bundan müstesnadır. Böyleleri bilirler ki zorluk ve sıkıntıları açan, dehşetli hallerden kurtaran kim ise darlıkta da bollukta da kolaylıkta da zorlukta da bütün amellerin yalnızca kendisine halis kılınmasını hak eden de yalnızca O’dur. Yüce Allah’ın yardımına mazhar olmayıp kendi zayıf aklıyla başbaşa bırakılana gelince böyle bir kimse, zorluk esnasında ancak o anki menfaatini ve sadece o halden kurtarılmasını düşünür. Kurtuluşu gerçekleşip de zorluğu ortadan kalktı mı cahilliği sebebiyle Allah’ı aciz bıraktığını zanneder ve kalbine âhiret ahvali bir tarafa, dünyevi akıbetlerle bile ilgili hiçbir şey gelmez. İşte bundan dolayı Yüce Allah, böylelerine şu buyruğu ile hatırlatmada bulunup öğüt vermektedir:
#
{68 ـ 69} ولهذا ذكَّرهم الله بقولِهِ: {أفأمِنتُم أن يخسِفَ بكم جانبَ البَرِّ أو يرسلَ عليكم حاصباً}؛ أي: فهو على كل شيء قديرٌ، إن شاء أنزل عليكم عذاباً من أسفلَ منكم بالخسفِ، أو من فوقِكم بالحاصب، وهو العذابُ الذي يَحصُبُهم فيصبحوا هالكين؛ فلا تظنُّوا أنَّ الهلاك لا يكون إلا في البحر، وإنْ ظننتُم ذلك؛ فأنتم آمنون من {أن يعيدكم}: في البحر؛ {تارةً أخرى فيرسل عليكم قاصِفاً من الريح}؛ أي: ريحاً شديدةً جدًّا تقصف ما أتت عليه، {فيغرِقَكم بما كفرتم ثم لا تَجِدوا لكم علينا به تبيعاً}؛ أي: تبعة ومطالبة؛ فإنَّ الله لم يظلمْكُم مثقال ذرَّة.
68-69. “Yoksa siz, Allah'ın sizi karada yere geçirmeyeceğinden yahut da üzerinize taş yağdıran bir kasırga göndermeyeceğinden emin mi oldunuz?” Yani O, herşeye gücü yetendir. Dilerse altınızdan kara parçasını yere geçirmek suretiyle yahut da üst tarafınızdan beraberinde çakıl taşları getiren bir fırtına göndermek suretiyle üzerinize azap indirebilir ve çakıl taşı yağdıran bu azab ile sizi helâk edebilir. Zannetmeyin ki helak yalnızca denizdedir! Eğer böyle düşünüyorsanız da o zaman “sizi tekrar o (denize) döndürüp de üstünüze kırıp geçiren bir fırtına göndermeyeceğinden” yani önüne gelen her bir şeyi kırıp parçalayan oldukça şiddetli bir rüzgar göndermeyeceğinden “ve küfrünüz/nankörlüğünüz yüzünden sizi boğmayacağından emin mi oldunuz? Sonra bize karşı bunun öcünü alacak kimse de bulamazsınız.” Yani bundan dolayı herhangi bir hak talebinde bulunamazsınız. Çünkü Yüce Allah, bu yaptığında sizlere zerre ağırlığı kadar dahi zulmetmemiştir.
Ayet: 70 #
{وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِي آدَمَ وَحَمَلْنَاهُمْ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ وَرَزَقْنَاهُمْ مِنَ الطَّيِّبَاتِ وَفَضَّلْنَاهُمْ عَلَى كَثِيرٍ مِمَّنْ خَلَقْنَا تَفْضِيلًا (70)}.
70- Andolsun ki biz Âdemoğullarını şerefli kıldık, onları karada ve denizde taşıdık, onlara hoş ve temiz rızıklardan verdik ve onları gerçekten yarattıklarımızın bir çoğundan oldukça üstün kıldık.
#
{70} وهذا من كرمِهِ عليهم وإحسانه الذي لا يقادَرُ قَدْرُهُ؛ حيث كرَّم بني آدم بجميع وجوه الإكرام، فكرَّمهم بالعلم والعقل وإرسال الرسل وإنزال الكتب، وجعل منهم الأولياءَ والأصفياء، وأنعم عليهم بالنِّعم الظاهرة والباطنة، {وحَمَلْناهم في البرِّ}: على الركاب من الإبل والبغال والحمير والمراكب البريَّة. وفي {البحر}: في السفن والمراكب، {ورَزَقْناهم من الطيبات}: من المآكل والمشاربِ والملابس والمناكح؛ فما من طيب تتعلَّق به حوائجهم إلاَّ وقد أكرمهم الله به ويسَّره لهم غاية التيسيرِ، {وفضَّلْناهم على كثيرٍ ممَّن خَلَقْنا تفضيلاً}: بما خصَّهم به من المناقب وفضَّلهم به من الفضائل التي ليست لغيرهم من أنواع المخلوقات، أفلا يقومون بشكر مَنْ أولى النعم ودَفَعَ النِّقم ولا تحجبهم النِّعم عن المنعم فيشتغلوا بها عن عبادة ربِّهم، بل ربَّما استعانوا بها على معاصيه؟!
70. Bu da Yüce Allah’ın, değeri ölçülemeyecek kadar büyük olan lütuf ve ihsanının bir parçasıdır. Allah, Âdemoğullarını bütün yönleriyle değerli ve şerefli kılmıştır. Onlara ilim ve akıl vererek, peygamberler göndererek, kitaplar indirerek üstün bir şeref ihsan ettiği gibi içlerinden veliler ve seçkin kullar da çıkarmıştır. Onlara gizli ve açık pek çok nimetler ihsan etmiştir. Deve, katır, eşek ve diğer kara vasıtaları üzerinde “karada ve” gemi ile diğer deniz araçları üzerinde “denizde taşıdık, onlara hoş ve temiz” yiyecek, içecek, giyecek ve kendileriyle evlenilecek “rızıklar verdik.” Gerek duydukları ne kadar hoş ve temiz şeyler varsa mutlaka Allah onları kendilerine ihsan etmiş ve onu elde etmeyi onlara kolaylaştırmıştır. “ve onları gerçekten yarattıklarımızın bir çoğundan” onlara tahsis etmiş olduğu üstün meziyetlerle ve diğer yaratılmışların sahip olmadığı üstün faziletlerle “oldukça üstün kıldık.” Peki, kendilerine bunca nimetleri ihsan eden ve üzerlerinden bunca sıkıntıları açıp gideren yüce Zât’a gereği gibi şükretmeyecekler mi? İçinde bulundukları nimetler, o nimetleri ihsan edeni görmelerine engel olmasın yoksa onlarla meşgul olmalarından dolayı Rablerine ibadetten gafil kalırlar hatta o nimetleri O’na isyanlarda kullanırlar.
Ayet: 71 - 72 #
{يَوْمَ نَدْعُو كُلَّ أُنَاسٍ بِإِمَامِهِمْ فَمَنْ أُوتِيَ كِتَابَهُ بِيَمِينِهِ فَأُولَئِكَ يَقْرَءُونَ كِتَابَهُمْ وَلَا يُظْلَمُونَ فَتِيلًا (71) وَمَنْ كَانَ فِي هَذِهِ أَعْمَى فَهُوَ فِي الْآخِرَةِ أَعْمَى وَأَضَلُّ سَبِيلًا (72)}.
71- O gün, her insan grubunu önderleri ile çağırırız. Kimin kitabı sağ eline verilirse işte onlar kitaplarını/amel defterlerini (sevinç içinde) okurlar ve onlara hurma çekirdeğinin ortasındaki ip kadar bile zulmedilmez. 72- Kim de bu dünyada kör idiyse o, âhirette de kördür ve yolunu daha da şaşırmıştır.
#
{71} يخبر تعالى عن حال الخلق يوم القيامة، وأنه يدعو كلَّ أناس معهم إمامهم وهاديهم إلى الرُّشد، وهم الرسل ونوابهم، فتعرض كلُّ أمة، ويحضرها رسولهم الذي دعاهم، وتعرض أعمالهم على الكتاب الذي يدعو إليه الرسول هل هي موافقة له أم لا؟ فينقسمون بهذا قسمين: {فمن أوتي كتابه بيمينه}: لكونه اتَّبع إمامه الهادي إلى صراطٍ مستقيم، واهتدى بكتابه، فكثرت حسناتُه، وقلَّت سيئاتُه؛ {فأولئك يقرؤون كتابهم}: قراءة سرورٍ وبهجة على ما يرون فيها مما يفرِحُهم ويسرُّهم، {ولا يُظلمون فتيلاً}: ممّا عملوه من الحسنات.
71. Yüce Allah, insanların kıyamet günündeki hallerini haber vermekte ve her bir insan grubunu beraberlerinde doğruya ileten hidâyetçileri ve önderleri ile çağıracağını belirtmektedir ki bunlar da peygamberler ve onların vekili durumundaki kimselerdir. Her bir ümmet, Allah’a arz edileceğinde kendilerini hidâyete davet eden rasûlleri de hazır bulunacaktır. Amelleri, peygamberlerinin kendisine davet ettiği kitaba arzedilecek, o kitaba uygun olup olmadığı tespit edilecek ve böylece insanlar iki kısma ayrılacaklar: “Kimin kitabı” dosdoğru yola ileten önderine uyduğu, onun kitabıyla hidâyet bulduğu, buna bağlı olarak da iyilikleri çoğalıp kötülükleri azaldığı için “sağ eline verilirse işte onlar kitaplarını” onda görecekleri ve kendilerini sevindirecek şeylerden ötürü sevinçli ve neş’eli bir şekilde “okurlar.” Ve işledikleri iyiliklerden herhangi birisinin mükâfatı eksik verilmemek suretiyle “onlara hurma çekirdeğinin ortasındaki ip kadar bile zulmedilmez.”
#
{72} {ومن كان في هذه}: الدنيا {أعمى}: عن الحقِّ؛ فلم يقبَلْه ولم ينقدْ له، بل اتَّبع الضلال، {فهو في الآخرة أعمى}: عن سلوك طريق الجنَّة كما لم يسلكه في الدنيا، {وأضلُّ سبيلاً}: فإنَّ الجزاء من جنس العمل، وكما تَدين تُدان. وفي هذه الآية دليل على أنَّ كلَّ أمة تُدعى إلى دينها وكتابها وهل عملت به أم لا؟ وأنهم لا يؤاخذون بشرع نبيٍّ لم يؤمروا باتِّباعه، وأنَّ الله لا يعذِّب أحداً إلاَّ بعد قيام الحجَّة عليه ومخالفته لها، وأنَّ أهل الخير يعطَوْن كتبهم بأيمانهم، ويحصُلُ لهم من الفرح والسرور شيءٌ عظيم، وأنَّ أهل الشرِّ بعكس ذلك، وأنهم لا يقدِرون على قراءة كتبهم من شدَّة غمِّهم وحزنهم وثبورهم.
72. “Kim de bu dünyada” hakkı görmeyen, onu kabul etmeyen, ona itaatle boyun eğmeyen, aksine sapıklığa uyan bir “kör idiyise o” dünyada cennete götüren yolu izlemediği gibi “âhirette de” cennete götüren yolu göremeyecek bir “kördür ve yolunu daha da şaşırmıştır.” Çünkü amelin karşılığı, onun türünden olacaktır. Kişi ne şekilde amel ederse ona o şekilde muamele edilecektir. Bu âyet-i kerimede her bir ümmetin dinine ve kitabına çağırılacağına, gereğince amel edip etmediğine bakılacağına, onların kendisine uymakla emrolunmadıkları başka bir peygamberin şeriatinden sorumlu tutulmayacaklarına, hiçbir kimseye karşı delil ortaya konulup da ona muhalefet etmesi söz konusu olmadıkça azap edilmeyeceğine, hayır sahibi kimselere kitaplarının sağlarından verilip çok sevineceklerine, buna karşılık kötülük ehli kimselerin bunun tam aksi durumda olacaklarına, yani aşırı gam, keder ve helâke marzu kalışları dolayısıyla kendi kitaplarını okuyamayacaklarına dair delil vardır.
Ayet: 73 - 77 #
{وَإِنْ كَادُوا لَيَفْتِنُونَكَ عَنِ الَّذِي أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ لِتَفْتَرِيَ عَلَيْنَا غَيْرَهُ وَإِذًا لَاتَّخَذُوكَ خَلِيلًا (73) وَلَوْلَا أَنْ ثَبَّتْنَاكَ لَقَدْ كِدْتَ تَرْكَنُ إِلَيْهِمْ شَيْئًا قَلِيلًا (74) إِذًا لَأَذَقْنَاكَ ضِعْفَ الْحَيَاةِ وَضِعْفَ الْمَمَاتِ ثُمَّ لَا تَجِدُ لَكَ عَلَيْنَا نَصِيرًا (75) وَإِنْ كَادُوا لَيَسْتَفِزُّونَكَ مِنَ الْأَرْضِ لِيُخْرِجُوكَ مِنْهَا وَإِذًا لَا يَلْبَثُونَ خِلَافَكَ إِلَّا قَلِيلًا (76) سُنَّةَ مَنْ قَدْ أَرْسَلْنَا قَبْلَكَ مِنْ رُسُلِنَا وَلَا تَجِدُ لِسُنَّتِنَا تَحْوِيلًا (77)}.
73- (Müşrikler) neredeyse sana vahyettiğimizden başkasını uydurup bize isnat edesin diye seni vahyimizden saptırıp fitneye düşüreceklerdi. (Eğer bunu yapsaydın) o takdirde seni dost edineceklerdi. 74- Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık az kalsın onlara biraz da olsa meyledecektin. 75- (Eğer bunu yapsaydın) o zaman biz de sana hayatın da ölümün de azabını kat kat tattırırdık. Sonra bize karşı hiçbir yardımcı da bulamazdın. 76- Seni sıkıştırıp neredeyse yurdundan çıkaracaklardı. (Eğer çıkarsalardı) o zaman kendileri de senin ardında ancak çok az bir süre kalırlardı. 77- Senden önce gönderdiğimiz peygamberler hakkındaki sünnet/kanun da budur. Sen bizim sünnetimizde/kanunumuzda hiçbir değişiklik bulamazsın.
#
{73} يذكر تعالى منَّته على رسوله محمدٍ - صلى الله عليه وسلم - وحفظه له من أعدائه الحريصين على فتنته بكل طريق، فقال: {وإن كادوا لَيَفْتِنونك عن الذي أوحينا إليك لتفتريَ علينا}؛ أي: قد كادوا لك أمراً لم يُدْرِكوه، وتحيَّلوا لك على أن تفتري على الله غير الذي أنزلنا إليك، فتجيء بما يوافقُ أهواءهم، وتدعُ ما أنزل الله إليك. {وإذاً}: لو فعلت ما يهوون؛ {لاتَّخذوك خليلاً}؛ أي: حبيباً صفيًّا أعزَّ عليهم من أحبابهم لما جَبَلَكَ الله عليه من مكارم الأخلاق ومحاسن الآداب المحبَّبة للقريب والبعيد والصديق والعدوِّ، ولكن لتعلم أنَّهم لم يعادوك وينابذوك العداوة إلاَّ للحقِّ الذي جئتَ به لا لِذَاتك؛ كما قال تعالى: {قد نعلمُ إنَّه لَيَحْزُنُك الذي يقولون فإنَّهم لا يكذِّبونَكَ ولكنَّ الظالمين بآيات الله يجحدونَ}.
73. Yüce Allah, rasûlü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e lütuf ve ihsanını, onu her yolla fitneye düşürmeyi şiddetle arzu eden düşmanlarına karşı koruduğunu söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: (Müşrikler) neredeyse sana vahyettiğimizden başkasını uydurup bize isnat edesin diye seni vahyimizden saptırıp fitneye düşüreceklerdi.” Yani onlar, gerçekleştiremedikleri bir tuzak kurmuşlardı. Sana indirdiğimizden başkasını uydurup Allah’a iftira edesin diye hileler hazırlamışlardı. Böylelikle sen onların hevâlarına uyacak şeyleri getirecek ve Allah’ın sana indirdiklerini terk edecektin. “O taktirde” onların arzularını yerine getirmiş olsaydın “seni dost edineceklerdi.” Sen, o zaman onların candan sevdikleri, seçkin bir kimse olurdun. Onlar için en sevdiklerinden bile daha değerli olurdun. Allah’ın sana ihsan etmiş olduğu üstün ahlâkî değerler, yakından da uzaktan da, dost tarafından da düşman tarafından da sevilen güzel edebin dolayısıyla onların kalbinde yer ederdin. Fakat şunu bil ki sana bu şekilde düşmanlık etmeleri ve karşı çıkmaları, bizatihi sen sen olduğun için değil, getirdiğin haktan dolayıdır. Nitekim Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: “Onların söylediklerinin seni üzdüğünü elbette biliyoruz. Ancak onların yalanladığı sen değilsin. Bilakis o zalimler bile bile Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar.” (el-En’âm, 6/33)
#
{74} {و} مع هذا {لولا أن ثَبَّتْناك}: على الحقِّ وامتنَّنا عليك بعدم الإجابة لداعيهم، {لقد كدتَ تركنُ إليهم شيئاً قليلاً}: من كثرة المعالجة ومحبَّتك لهدايتهم.
74. Bununla beraber “eğer biz sana” hak üzere “sebat vermemiş” ve sana onların çağrılarını reddetmeyi ihsan etmemiş “olsaydık” çokça ısrarları ve senin onların hidâyet bulmalarını arzulaman dolayısı ile “az kalsın onlara biraz da olsa meyledecektin.”
#
{75} {إذاً}: لو ركنت إليهم بما يهوون، {لأذقناك ضعفَ الحياة وضعفَ المماتِ}؛ أي: لأصبناك بعذابٍ مضاعفٍ في الدُّنيا والآخرة، وذلك لكمال نعمة الله عليك وكمال معرفتك. {ثمَّ لا تَجِدُ لك علينا نصيراً}: ينقذك مما يحلُّ بك من العذاب، ولكن الله تعالى عَصَمَكَ من أسباب الشَّرِّ ومن الشَّرِّ، فثبَّتك وهداك الصراط المستقيم، ولم تركَنْ إليهم بوجه من الوجوه؛ فله عليك أتمُّ نعمةٍ وأبلغ منحةٍ.
75. Eğer onların arzularına meyletmiş olsaydın “o zaman biz de sana hayatın da ölümün de azabını kat kat” dünyada da âhirette de azabı kat kat fazlasıyla “tattırırdık.” Bunun sebebi, Yüce Allah’ın senin üzerindeki kemal derecesindeki nimeti ve senin bilginin kemal derecesinde oluşudur. “Sonra bize karşı” başına gelecek olan bu azaptan seni kurtaracak “hiçbir yardımcı da bulamazdın.” Fakat Yüce Allah, seni şerre götüren sebeplere karşı korumuş ve şerden muhafaza etmiştir. Sana sebat vermiş ve seni dosdoğru yola iletmiştir. Böylece hiçbir şekilde onlara meyletmedin. O’nun senin üzerindeki nimeti mükemmeldir, sana olan ihsanı en ileri derecededir.
#
{76 ـ 77} {وإن كادوا لَيَسْتَفِزُّونك من الأرض لِيُخْرِجوك منها}؛ أي: من بغضهم لمقامك بين أظهرهم، قد كادوا أن يخرجوك من الأرضِ ويُجْلوك عنها، ولو فعلوا ذلك؛ لم يلبثوا بعدك فيها إلاَّ قليلاً، حتى تحلَّ بهم العقوبة؛ كما هي سنة الله التي لا تحول ولا تبدل في جميع الأمم، كل أمة كذبت رسولها وأخرجته؛ عاجلها الله بالعقوبة، ولمَّا مكر به الذين كفروا وأخرجوه؛ لم يلبثوا إلاَّ قليلاً حتَّى أوقع الله بهم ببدرٍ، وقَتَلَ صناديدهم، وفَضَّ بيضتهم؛ فله الحمد. وفي هذه الآيات دليلٌ على شدة افتقار العبد إلى تثبيت الله إياه، وأنَّه [ينبغي له أن] لا يزال متملِّقاً لربِّه أن يثبته على الإيمان ساعياً في كلِّ سبب موصل إلى ذلك؛ لأنَّ النبيَّ - صلى الله عليه وسلم - ـ وهو أكمل الخلق ـ قال الله له: {ولولا أن ثَبَّتْناك لقد كِدت تَرْكَنُ إليهم شيئاً قليلاً}؛ فكيف بغيره؟! وفيها: تذكيرُ الله لرسوله منَّته عليه وعصمته من الشرِّ، فدلَّ ذلك على أنَّ الله يحبُّ من عباده أن يتفطَّنوا لإنعامه عليهم عند وجود أسباب الشرِّ بالعصمة منه والثبات على الإيمان. وفيها: أنه بحسب علوِّ مرتبة العبد وتواتُرِ النِّعم عليه من الله يَعْظُمُ إثمُهُ ويتضاعفُ جرمُهُ إذا فعل ما يُلام عليه؛ لأنَّ الله ذكَّر رسوله لو فعل ـ وحاشاه من ذلك ـ بقوله: {إذاً لأذَقْناك ضعفَ الحياة وضعفَ الممات ثم لا تجِدُ لك علينا نصيراً}. وفيها: أنَّ الله إذا أراد إهلاك أمَّة؛ تضاعف جُرمها وعَظُم وكَبُر، فيحقُّ عليها القولُ من الله، فيوقع بها العقاب؛ كما هي سنَّته في الأمم إذا أخرجوا رسولهم.
76-77. “Seni sıkıştırıp neredeyse yurdundan çıkaracaklardı.” Yani aralarında kalmanı istemediklerinden dolayı seni az kalsın yurdundan (Mekke’den) çıkartma ve oradan sürme noktasına geldiler. Eğer bunu yapacak olsalardı, senden sonra aradan fazla bir zaman geçmeden ilâhi ceza gelip onları bulurdu. Nitekim Yüce Allah’ın, bütün ümmetler hakkında geçerli, hiçbir şekilde değiştirilemeyen ve yürürlükten kaldırılamayan sünneti/kanunu budur: Bir ümmet rasûlünü yalanlayıp onu arasından çıkartmışsa Allah onları dünyada mutlaka cezalandırmıştır. Kâfirler de Peygamber’e tuzak hazırlayıp O’nu yurdundan çıkarınca aradan kısa bir süre geçmişti ki Allah, Bedir’de onları bozguna uğrattı, ileri gelenleri katledildi ve güçleri darmadağın oldu. Allah’a hamd-u senâlar olsun. u âyet-i kerimelerde kulun, Allah’ın sebatına çok ileri derecede muhtaç olduğuna delil vardır. O nedenle kulun, kendisine iman üzere sebat vermesi için Rabbine çokça yalvarıp yakarması, bunu gerçekleştirecek her bir sebebe sarılması ve bu uğurda gayretini ortaya koyması gerekir. Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem insanların en mükemmeli olduğu halde Allah kendisine: “Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık az kalsın onlara biraz da olsa meyledecektin” buyurduğuna göre, onun dışındakilerin durumunu var sen düşün! ine bu buyruklarda Yüce Allah, Rasûlüne, ona olan lütuf ve ihsanını, onu kötülükten korumasını hatırlatmaktadır. Bu da Allah’ın, kötülüğün sebepleri hazır iken kendi lütfuyla kullarını koruması ve iman üzere onlara sebat vermesi şeklindeki lütuf ve ihsanının onlar tarafından farkına varılmasından hoşnut olduğuna delildir. Yine bu buyruklarda şuna da delil vardır: Kulun mertebesi ne kadar yüksek olur ve Yüce Allah’ın onun üzerindeki ardı arkası kesilmeyen nimetleri ne kadar çok olursa -o, kınanmayı gerektirecek bir iş yaptığı taldirde- günahı da o oranda büyük olur ve suçu da kat kat fazla olur. Çünkü Yüce Allah, Rasûlüne şâyet böyle bir iş yapacak olsa idi -hâşâ- ona azabın kat kat tattırılacağını bildirmiştir. Bu buyruklardaki diğer bir husus da şudur: Allah bir ümmeti helâk etmeyi murad etti mi o ümmetin suçları artar, büyür ve çoğalır. Bundan dolayı Allah’ın o ümmet hakkındaki azap sözü hak olur ve o ümmete azabını gönderir. Nitekim peygamberini aralarından çıkaran ümmetler hakkında uygulayageldiği sünneti/kanunu da bu şekildedir.
Ayet: 78 - 81 #
{أَقِمِ الصَّلَاةَ لِدُلُوكِ الشَّمْسِ إِلَى غَسَقِ اللَّيْلِ وَقُرْآنَ الْفَجْرِ إِنَّ قُرْآنَ الْفَجْرِ كَانَ مَشْهُودًا (78) وَمِنَ اللَّيْلِ فَتَهَجَّدْ بِهِ نَافِلَةً لَكَ عَسَى أَنْ يَبْعَثَكَ رَبُّكَ مَقَامًا مَحْمُودًا (79) وَقُلْ رَبِّ أَدْخِلْنِي مُدْخَلَ صِدْقٍ وَأَخْرِجْنِي مُخْرَجَ صِدْقٍ وَاجْعَلْ لِي مِنْ لَدُنْكَ سُلْطَانًا نَصِيرًا (80) وَقُلْ جَاءَ الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ إِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقًا (81)}.
78- Güneşin (batıya) kaymasından gecenin kararmasına kadar (olan vakitlerde) namazı dosdoğru kıl! Bir de sabah Kur’an’ını/namazını... Çünkü sabah Kur’an’ı/namazı şahitlidir. 79- Gecenin bir kısmında da sana mahsus fazladan Kur'ân’la teheccüd kıl! Umulur ki Rabbin seni övülmüş bir makama çıkarır. 80- Ve de ki: “Rabbim, beni gireceğim yere doğrulukla girdir, çıkacağım yerden de doğrulukla çıkar ve tarafından bana destekleyici bir delil ver.” 81- De ki: “Hak geldi, batıl yok olup gitti. Çünkü batıl, yok olmaya mahkumdur.”
#
{78} يأمر تعالى نبيَّه محمداً - صلى الله عليه وسلم - بإقامة الصلاة تامَّة ظاهراً وباطناً في أوقاتها، {لِدُلوك الشمس}؛ أي: ميلانها إلى الأُفقِ الغربيِّ بعد الزوال، فيدخُلُ في ذلك صلاة الظهر وصلاة العصر {إلى غَسَقِ الليل}؛ أي: ظلمتِهِ، فدخل في ذلك صلاة المغرب وصلاة العشاء، {وقرآنَ الفجْرِ}؛ أي: صلاة الفجر، وسمِّيت قرآناً لمشروعيَّة إطالة القرآن فيها أطول من غيرها، ولفضل القراءة؛ حيث يشهدها الله وملائكةُ الليلِ وملائكة النهار. ففي هذه الآية ذكرُ الأوقات الخمسة للصَّلوات المكتوبات، وأن الصَّلوات الموقعة فيه فرائضُ؛ لتخصيصها بالأمر. وفيها أنَّ الوقت شرطٌ لصحَّة الصلاة، وأنَّه سببٌ لوجوبها؛ لأنَّ الله أمر بإقامتها لهذه الأوقات، وأنَّ الظهر والعصر يُجمعان، والمغرب والعشاء كذلك؛ للعذر؛ لأنَّ الله جمع وقتهما جميعاً. وفيه فضيلةُ صلاة الفجر، وفضيلة إطالة القراءة فيها، وأنَّ القراءة فيها ركنٌ؛ لأنَّ العبادة إذا سُمِّيت ببعض أجزائها؛ دلَّ على فرضيَّة ذلك.
78. Yüce Allah, peygamberi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e şöyle emretmektedir: “Güneşin (batıya) kaymasından” yani tam tepeye gelmesinden sonra batıya doğru kaymasından... bunun kapsamına öğle ve ikindi namazları girer. “Gecenin kararmasına kadar” bunun da kapsamına akşam ve yatsı namazları girer “namazı dosdoğru kıl” zahiren ve batınen, vakitleri içerisinde, eksiksiz ve dosdoğru kıl. “Bir de sabah Kur’an’ını/namazını” yani sabah namazını, onun “Kur’an” diye adlandırılması, bu namazda diğerlerine göre daha uzun miktarda Kur’an okumanın meşru oluşu ve bu namazdaki kıraatin fazileti dolayısıyladır. Çünkü Yüce Allah, bu namazda gece ve gündüz meleklerini hazır bulundurur ve onlarda buna şahit olurlar. Bu âyet-i kerimede farz olan beş vakit namazın vakitleri söz konusu edildiği gibi bu vakitlerdeki namazların da farz olduklarını göstermektedir. Çünkü namazların özellikle bu vakitlerde kılınması emredilmiştir. Ayrıca vaktin, namazın sıhhati/kabulü için şart olduğu ve namazın farz olmasının sebebi olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü Yüce Allah, bu vakitlerin girişi sebebiyle namazın kılınmasını emretmektedir. Aynı şekilde özür halinde öğle ile ikindi namazlarının, akşam ve yatsı namazlarının cem edileceğini (bir arada kılınacağını) da göstermektedir. Çünkü Yüce Allah, bu namazların vakitlerini bir arada zikretmiştir. Yine sabah namazının ve bu namazda uzunca Kur’an okumanın fazileti ayrıca namazda Kur’an kıraatinin bir rükün olduğu da bu ayetten anlaşılmaktadır. Çünkü bir ibadet, onun bölümlerinin birisinin adını alacak olursa bu, o bölümün farz olduğuna delildir.
#
{79} وقوله: {ومن الليل فتهجَّدْ به}؛ أي: صلِّ به في سائر أوقاته، {نافلةً لك}؛ أي: لتكون صلاة الليل زيادةً لك في علوِّ القدر ورفع الدرجات؛ بخلاف غيرك؛ فإنَّها تكون كفَّارة لسيِّئاته. ويُحتمل أن يكون المعنى أنَّ الصلوات الخمس فرضٌ عليك وعلى المؤمنين؛ بخلاف صلاة الليل؛ فإنها فرض عليك بالخصوص؛ لكرامتك على الله أن جَعَلَ وظيفتك أكثر من غيرك، وليكثر ثوابك، وتنال بذلك المقام المحمود، وهو المقام الذي يحمده فيه الأوَّلون والآخرون، مقام الشفاعة العظمى، حين يستشفع الخلائق بآدم ثم بنوح ثم إبراهيم ثم موسى ثم عيسى، وكلُّهم يعتذر ويتأخَّر عنها، حتى يستشفعوا بسيِّد ولد آدم ليرحمهم الله من همِّ الموقف وكربِهِ، فيشفع عند ربِّه، فيشفِّعه ويُقيمه مقاماً يغبطه به الأوَّلون والآخرون، وتكون له المنَّة على جميع الخلق.
79. “Gecenin bir kısmında da” yani gecenin diğer vakitlerinde de “sana mahsus fazladan Kur'ân’la teheccüd kıl!” Böylelikle gece namazı -diğerlerinden farklı olarak- senin kadrinin ve derecelerinin daha çok yükselmesine sebep olsun. Başkaları içinse böyle bir namaz, günahlarına kefarettir. Bu buyruğun şu anlamda olma ihtimali de vardır: Beş vakit namaz, sana da mü’minlere de farzdır. Gece namazı ise böyle değildir. Bu, sadece özel olarak sana farzdır. Senin Allah nezdindeki değerin dolayısıyla, sevabının çoğalması ve böylece Makam-ı Mahmud’a ulaşman için Yüce Allah senin vazifelerini daha da artırmıştır. Makam-ı Mahmud ise büyük şefaat makamı olan, evvelkilerin de sonrakilerin de kendisi dolayısıyla senden övgüyle söz edecekleri bir makamdır. Çünkü o sırada insanlar, önce Âdem’den, daha sonra da sırasıyla Nûh, İbrahim, Mûsâ ve İsâ’dan -hepsine selâm olsun- şefaat etmelerini isteyecekler, onların her biri bunu yapamayacağını söyleyerek özür beyan edip bu isteği geri çevirecektir. Nihâyet bütün insanlar, Âdemoğullarının efendisinin şefaat etmesini isteyecekler ki Yüce Allah, o konumun dehşet ve sıkıntılarından kendilerine merhamet etsin. Peygamber de Rabbi nezdinde şefaatçı olacak, Allah onun şefaatını kabul edecek ve öncekilerin de sonrakilerin de imrenecekleri bir konuma onu yükseltecektir. Böylelikle Peygamber’in bütün insanlara büyük bir iyiliği ve lütfu olacaktır.
#
{80} وقوله: {وقل ربِّ أدخِلْني مُدْخَلَ صدقٍ وأخرِجْني مُخْرَجَ صدقٍ}؛ أي: اجعل مداخلي ومخارجي كلَّها في طاعتك وعلى مرضاتك، وذلك لتضمُّنها الإخلاص وموافقته الأمر. {واجعل لي من لدنك سلطاناً نصيراً}؛ أي: حجة ظاهرة وبرهاناً قاطعاً على جميع ما آتيه وما أذره، وهذا أعلى حالة يُنْزِلُها الله العبد، أنْ تكون أحوالُهُ كلُّها خيراً ومقربةً له إلى ربِّه، وأن يكون له على كلِّ حالة من أحواله دليلٌ ظاهرٌ، وذلك متضمِّن للعلم النافع والعمل الصالح للعلم بالمسائل والدلائل.
80. “Ve de ki: “Rabbim, beni gireceğim yere doğrulukla girdir, çıkacağım yerden de doğrulukla çıkar.” Yani benim bütün giriş ve çıkışlarım senin itaatine ve rızana uygun olsun. Bu, onların ihlâsı ve emre uygunluğunu da içerir. “Tarafından bana destekleyici bir delil ver.” Yani yaptığım ve yapmadığım her şeye dair açık, kesin ve kati bir delilim olsun. Bu, Allah’ın kulunu yükselttiği en üstün haldir. Böylesinin bütün halleri hayır olur ve bütün halleri onu Rabbine yakınlaştırır. Her bir durumda o durumuna dair açık bir delili bulunur. Bu da faydalı ilmi, salih ameli, bütün meseleleri ve bunlara dair delilleri bilmeyi içerir.
#
{81} وقوله: {وقل جاء الحقُّ وزَهَقَ الباطل}: والحقُّ هو ما أوحاه الله إلى رسوله محمدٍ - صلى الله عليه وسلم -، فأمره الله أن يقولَ ويعلِنَ: قد جاء الحقُّ الذي لا يقوم له شيءٌ، وزَهَقَ الباطلُ؛ أي: اضمحل وتلاشى. {إنَّ الباطل كان زَهوقاً}؛ أي: هذا وصف الباطل، ولكنَّه قد يكون له صولةٌ وروجان إذا لم يقابلْه الحقُّ، فعند مجيء الحقِّ؛ يضمحلُّ الباطل فلا يبقى له حراك، ولهذا لا يروج الباطل إلاَّ في الأزمان والأمكنة الخالية من العلم بآيات الله وبيناته. وقوله:
81. “De ki: Hak geldi, batıl yok olup gitti.” Hak, Yüce Allah’ın Rasûlü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e vahyettiği her şeydir. İşte alla ona şunu ilan etmesini emretmektedir: Artık karşısında hiçbir şeyin duramayacağı hak gelmiş, batıl ise yok olup gitmiş, sona ermiştir. “Çünkü batıl, yok olmaya mahkumdur.” Batılın sıfatı, niteliği budur. Fakat bazen hak, onun karşısına çıkmayınca batılın bir gücü olur ve o rağbet görür. Ancak hak geldi mi batıl yok olup gider ve onun kıpırdamaya bile mecali kalmaz. Bundan dolayı batıl, ancak Allah’ın âyet ve delillerinin bilinmediği zaman ve mekânlarda revaç bulur.
Ayet: 82 #
{وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْآنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ وَلَا يَزِيدُ الظَّالِمِينَ إِلَّا خَسَارًا (82)}.
82- Biz, Kur’an’dan mü’minler için şifa ve rahmet olan şeyler indiriyoruz. Bunlar, zalimlerin ise ancak hüsrânını arttırır.
#
{82} فالقرآن مشتملٌ على الشفاء والرحمة، وليس ذلك لكلِّ أحدٍ، وإنَّما ذلك للمؤمنين به المصدِّقين بآياته العالمين به، وأما الظَّالمون بعدم التصديق به أو عدم العمل به؛ فلا تزيدُهم آياته إلا خساراً؛ إذ به تقومُ عليهم الحجَّة؛ فالشفاء الذي تضمنَّه القرآن عامٌّ لشفاء القلوب من الشُّبه والجهالة والآراء الفاسدة والانحراف السيئ والقصود السيئة؛ فإنه مشتملٌ على العلم اليقيني الذي تزول به كلُّ شبهة وجهالة، والوعظ والتذكير الذي يزول به كلُّ شهوة تخالف أمر الله، ولشفاء الأبدان من آلامها وأسقامها، وأما الرحمة؛ فإنَّ ما فيه من الأسباب والوسائل التي يحثُّ عليها متى فعلها العبد، فاز بالرحمة والسعادة الأبديَّة والثواب العاجل والآجل.
82. Kur’an, şifa ve rahmeti içerir. Ancak bu, herkes için değil, sadece O’na iman eden, âyetlerini tasdik eden ve gereğince amel edenler içindir. Onu tasdik etmemek yahut gereğince amel etmemek suretiyle zalim olanlara gelince, onun âyetleri onların ancak hüsranlarını artırır. Zira bu Kur’an ile onlara karşı ilâhi delil ortaya konulmuş olur. Kur’an içerdiği şifa; şüphe, cehalet, bozuk görüş, sapmalar, kötü maksatlar gibi kalbî hastalıkların bütünü için geçerlidir. Çünkü Kur’an, kendisi vasıtasıyla her türlü şüphe ve cehaletin ortadan kalktığı ilm-i yakîni/kesin bilgiyi, ayrıca Allah’ın emrine aykırı her türlü arzu ve isteklerin giderilmesi için de öğüt ve hatırlatmalar içerir. Kur’an aynı zamanda bedeni hastalık ve ağrılara da şifadır. Rahmet oluşuna gelince Kur’an-ı Kerim’de kulun işlemeye teşvik edildiği ve onu rahmete ulaştıran pek çok sebep ve vesileler yer alar. Kul, bunları yerine getirirse ebedî rahmet ve mutluluğa, dünyevî ve uhrevî mükâfata nail olur.
Ayet: 83 #
{وَإِذَا أَنْعَمْنَا عَلَى الْإِنْسَانِ أَعْرَضَ وَنَأَى بِجَانِبِهِ وَإِذَا مَسَّهُ الشَّرُّ كَانَ يَئُوسًا (83)}.
83- İnsana nimet verdiğimiz zaman (itaatten) yüz çevirir ve yan çizer. Ona kötülük dokunduğu zaman da büsbütün ümitsizliğe düşer.
#
{83} هذه طبيعة الإنسان من حيث هو، إلاَّ مَن هداه الله؛ فإنَّ الإنسان عند إنعام الله عليه يفرح بالنِّعم، ويبطَرُ بها، ويعرِضُ، وينأى بجانبِهِ عن ربِّه؛ فلا يشكُرُه، ولا يذكُرُه. {وإذا مسَّه الشرُّ}: كالمرض ونحوه، {كان يؤوساً}: من الخير، قد قطع عن ربِّه رجاءه، وظنَّ أنَّ ما هو فيه دائمٌ أبداً، وأمَّا مَنْ هداه الله؛ فإنَّه عند النعم يخضعُ لربِّه، ويشكر نعمته، وعند الضرَّاء يتضرَّع، ويرجو من الله عافيته وإزالة ما يقعُ فيه، وبذلك يخفُّ عليه البلاء.
83. Allah’ın kendisine hidâyet verdikleri müstesnâ insanın insan olması bakımından tabiatı budur. Şöyle ki Yüce Allah, insana bir nimet ihsan edecek olursa o, bu nimetlerden dolayı sevinir, hatta şımarır. Rabbine karşı gelir, yan çizer, O’na şükretmez ve O’nu anmaz. “Ona” hastalık ve benzeri bir “kötülük dokunduğu zaman da” hayırdan yana “büsbütün ümitsizliğe düşer.” Artık Rabbinden umudunu keser ve içinde bulunduğu halin ebediyen devam edeceğini zanneder. Yüce Allah’ın hidâyet verdiği kimselere gelince onlar, nimetlere erdiklerinde Rabbe itaatle boyun eğerler ve nimetlerine şükrederler. Darlık ve sıkıntı zamanlarında da Allah’a yalvarıp yakarırlar, O’ndan esenlik diler, içinde bulundukları durumun sona erdirilmesini umarlar. Böylelikle karşı karşıya kaldıkları bela ve musibet hafifler.
Ayet: 84 #
{قُلْ كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَى شَاكِلَتِهِ فَرَبُّكُمْ أَعْلَمُ بِمَنْ هُوَ أَهْدَى سَبِيلًا (84)}.
84- De ki: “Herkes kendi karakterine göre amel eder. Rabbiniz, kimin daha doğru yolda olduğunu en iyi bilir.”
#
{84} أي: {قل كُلٌّ}: من الناس، {يعملُ على شاكلتِهِ}؛ أي: على ما يَليق به من الأحوال: إن كانوا من الصفوة الأبرار؛ لم يشاكِلْهم إلا عملهم لربِّ العالمين، ومن كانوا من غيرِهِم من المخذولين؛ لم يناسِبْهم إلاَّ العمل للمخلوقين، ولم يوافِقْهم إلاَّ ما وافق أغراضهم. وربك {أعلم بمن هو أهدى سبيلاً}: فيعلمُ مَنْ يَصْلُحُ للهداية فيهديه، ومن لا يَصْلُحُ لها فيخذله ولا يهديه.
84. “De ki: Herkes” her bir insan “kendi karakterine göre amel eder.” Yani kendisine uygun düşen şekilde iş yapar. Eğer o, iyi ve seçkin kimselerden ise onlara ancak alemlerin Rabbinin rızası için yapılacak ameller yakışır. Eğer ilahi yardımdan mahrum olan bir kimse ise onlara da ancak yaratılmışlar için amel etmek ve ancak çıkarlarına uygun düşen şeyleri yapmak yakışır. “Rabbiniz, kimin daha doğru yolda olduğunu en iyi bilendir.” Kimin hidâyete elverişli olduğunu bilir ve ona hidâyet ihsan eder. Hidâyete elverişli olmayan kimselere ise yardımını göndermez ve onları hidâyet etmez.
Ayet: 85 #
{وَيَسْأَلُونَكَ عَنِ الرُّوحِ قُلِ الرُّوحُ مِنْ أَمْرِ رَبِّي وَمَا أُوتِيتُمْ مِنَ الْعِلْمِ إِلَّا قَلِيلًا (85)}
85- Sana rûhu soruyorlar. De ki: “Rûh, Rabbimin emrindendir. Size ilimden ancak pek az bir şey verilmiştir.”
#
{85} وهذا متضمِّن لردع من يسأل المسائل التي لا يُقْصَدُ بها إلاَّ التعنُّت والتَّعجيز، ويدع السؤال عن المهمِّ، فيسألون عن الرُّوح التي هي من الأمور الخفيَّة التي لا يتقنُ وصفها وكيفيتها كلُّ أحدٍ، وهم قاصرون في العلم الذي يحتاجُ إليه العباد، ولهذا أمر الله رسوله أن يُجيبَ سؤالهم بقوله: {قل الرُّوحُ من أمر ربِّي}؛ أي: من جملة مخلوقاته التي أمرها أن تكونَ فكانَتْ، فليس في السؤال عنها كبيرُ فائدةٍ مع عدم علمِكُم بغيرها. وفي هذه الآية دليلٌ على أنَّ المسؤول إذا سُئِلَ عن أمرٍ، الأَوْلَى بالسائل غيره أنْ يعرِضَ عن جوابه، ويدلَّه على ما يحتاجُ إليه، ويرشِدَه إلى ما ينفعه.
85. Bu buyruk, işi yokuşa sürmek, inatlaşmak, muhatabı zora sokmak maksadıyla soru sorup daha önemli şeylere dair soru sormayan kimselerin, bu işlerinden vazgeçmeleri gerektiği emrini içermektedir. Hiçbir kimsenin doğru dürüst niteliğini söyleyemeyeceği, keyfiyetini anlatamayacağı kapalı hususlardan birisi olan ruha dair soru sorumaları da böyledir. Halbuki onlar, kullar için gerekli olan bilgide bile yetersizdirler. Bundan dolayı Yüce Allah, Rasûlüne, bu sorularına karşılık şöyle demesini emretmektedir: “Rûh, Rabbimin emrindendir.” Yani Allah’ın kendilerine “Ol” emrini vermesi sonucu var olan yaratılmışları arasındandır. Bilmediğiniz başka birçok şey varken ona dair soru sormanın size faydası yoktur. Bu âyette kendisine herhangi bir konuda soru sorulanın; sorana, başka bir hususu öğrenmesi daha uygun ise o soruya cevap vermeyerek, soran için gerekli gördüğü ve ona daha faydalı olacak şeyi öğretmesinin daha uygun ve yerinde olduğuna delil vardır.
Ayet: 86 - 87 #
{وَلَئِنْ شِئْنَا لَنَذْهَبَنَّ بِالَّذِي أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ ثُمَّ لَا تَجِدُ لَكَ بِهِ عَلَيْنَا وَكِيلًا (86) إِلَّا رَحْمَةً مِنْ رَبِّكَ إِنَّ فَضْلَهُ كَانَ عَلَيْكَ كَبِيرًا (87)}
86- Andolsun ki eğer dilersek sana vahyettiğimizi (kalbinden) silip alırız. Sonra bize karşı bir yardımca da bulamazsın. 87- Ancak Rabbinden bir rahmet olarak (böyle yapmadık). Gerçekten O’nun, senin üzerindeki lütfu pek büyüktür.
#
{86 ـ 87} يخبر تعالى أنَّ القرآن والوحي الذي أوحاه إلى رسوله رحمةٌ منه عليه وعلى عبادِهِ، وهو أكبر النعم على الإطلاق على رسوله؛ فإنَّ فضل الله عليه كبيرٌ لا يقادَرُ قدرُهُ؛ فالذي تفضَّل به عليك قادرٌ على أن يَذْهَبَ به ثم لا تجِدُ رادًّا يردُّه ولا وكيلاً يتوجَّه عند الله فيه؛ فَلْتَغْتَبِطْ به وتَقَرَّ به عينُك، ولا يحزنك تكذيبُ المكذبين واستهزاءُ الضالين؛ فإنَّهم عرضت عليهم أجلُّ النعم فردُّوها لهوانهم على الله وخِذْلانِهِ لهم.
86-87. Allah, Kur’an’ın ve Rasûlüne vahyettiği vahyin hem ona hem de kullarına bir rahmet olduğunu, Rasulünün üzerindeki kayıtsız şartsız en büyük nimetin de bu vahiy olduğunu haber vermektedir. Hiç şüphesiz Allah’ın ona olan bu lütfu, takdir edilemeyecek kadar büyüktür. O halde sana bu Kur’an-ı Kerim’i lütfeden O Yüce Zat, onu senden almaya da kadirdir. Sonra sen, onu sana geri çevirecek bir kimse de bulamazsın, bu hususta Allah nezdinde iltimas edecek birini de bulamazsın. O halde sen, bu Kur’an dolayısıyla sevin. O Kur’an sayesinde gözün aydın olsun. Yalanlayıcıların yalanmaları ve sapıkların alayları da seni üzmesin. Çünkü onlara nimetlerin en üstününü arz ettiğin halde Allah nezdindeki değersizlikleri ve Allah’ın onları yardımından mahrum bırakması dolayısıyla onlar bu nimeti reddettiler.
Ayet: 88 #
{قُلْ لَئِنِ اجْتَمَعَتِ الْإِنْسُ وَالْجِنُّ عَلَى أَنْ يَأْتُوا بِمِثْلِ هَذَا الْقُرْآنِ لَا يَأْتُونَ بِمِثْلِهِ وَلَوْ كَانَ بَعْضُهُمْ لِبَعْضٍ ظَهِيرًا (88)}.
88- De ki: “Andolsun bu Kur’an’ın bir benzerini getirmek için insanlar ve cinler bir araya toplansalar, birbirlerine yardımcı olsalar dahi yine de onun benzerini getiremezler.”
#
{88} وهذا دليلٌ قاطعٌ وبرهانٌ ساطعٌ على صحَّة ما جاء به الرسول وصدقه؛ حيث تحدَّى الله الإنس والجنَّ أن يأتوا بمثله، وأخبر أنهم لا يأتون بمثله، ولو تعاونوا كلُّهم على ذلك؛ لم يقدِروا عليه، ووقع كما أخبر اللهُ؛ فإنَّ دواعي أعدائه المكذِّبين به متوفِّرة على ردِّ ما جاء به بأيِّ وجهٍ كان، وهُمْ أهلُ اللسان والفصاحة؛ فلو كان عندَهم أدنى تأهُّل وتمكُّن من ذلك؛ لفعلوه، فعُلِمَ بذلك أنهم أذعنوا غاية الإذعان طوعاً وكرهاً، وعَجَزوا عن معارضتِهِ، وكيف يقدِرُ المخلوق من ترابٍ، الناقصُ من جميع الوجوه، الذي ليس له علمٌ ولا قدرةٌ ولا إرادةٌ ولا مشيئةٌ ولا كلامٌ ولا كمالٌ إلاَّ من ربِّه؛ أن يعارِضَ كلامَ ربِّ الأرض والسماوات، المطَّلع على سائر الخفيَّات، الذي له الكمالُ المطلقُ والحمدُ المطلقُ والمجدُ العظيمُ، الذي لو أنَّ البحر يمدُّه من بعده سبعةُ أبحر مداداً والأشجارَ كلَّها أقلامٌ؛ لَنَفِدَ المداد وفنيتِ الأقلام ولم تَنْفَدْ كلماتُ الله؛ فكما أنَّه ليس أحدٌ من المخلوقين مماثلاً لله في أوصافه؛ فكلامُهُ من أوصافه التي لا يماثِلُه فيها أحدٌ؛ فليس كمثلِهِ شيءٌ في ذاتِهِ وأسمائِهِ وصفاتِهِ وأفعالِهِ تبارك وتعالى؛ فتبًّا لمن اشتبه عليه كلامُ الخالق بكلام المخلوقِ، وزعم أنَّ محمداً - صلى الله عليه وسلم - افتراه على الله، واختلقه من نفسه.
88. Bu buyruk, Rasûl’ün getirdiğinin doğruluğuna ve gerçekliğine dair kesin bir delil ve apaçık bir belgedir. Çünkü Yüce Allah, bu buyruk ile insanlara da cinlere de onun benzerini getirmeleri için meydan okumakta, hepsi bu konuda birbirlerine yardımcı olsalar dahi buna asla güçlerinin yetemeyeceğini ve onun benzerini meydana getiremeyeceklerini haber vermektedir. Nitekim haber verdiği gibi de olmuştur. Çünkü Kur’an’ı yalanlayan Kur’an düşmanlarının, Peygamberin getirdiği bu vahyi hangi yolla olursa olsun reddetmelerini gerektirecek pek çok sebep vardı. Üstelik onlar Arap dilini çok iyi bilen, fasih kimseler idiler. Eğer onlar, buna güç yetirip böyle bir şey yapma imkânları olsaydı hiç şüphesiz bunu yaparlardı. Ama ister istemez bu meydan okumaya karşı boyun eğdiler ve ona karşı çıkmaktan acze düştüler. Hem topraktan yaratılmış, bütün yönleriyle eksik, doğru dürüst bilgisi, kudreti, iradesi, meşîeti, kelâmı ve kemali -Rabbinin ihsan ettikleri müstesnâ- bulunmayan bir yaratılmış, nasıl olur da yerin ve göklerin Rabbi, bütün gizliliklere muttali olan, mutlak kemal, mutlak hamd, pek büyük şan ve şeref sahibi, eğer denizler -yedi deniz daha katılarak- mürekkep olsa, ağaçların tümü de kalem olsa kendisinin kelimeleri tükenmeden bu mürekkebin biteceği ve kalemlerin tükeneceği o yüce Zatın sözüne benzer bir söz ortaya koyabilir? Bu nasıl olabilir?! Zira hiçbir yaratılmış, sıfatlarında Allah’a benzemiyor ise O’nun kelâmı da hiçbir kimseninkine benzerlik arzetmeyen sıfatlarından biridir. Zatında, isimlerinde, sıfatlarında ve fiillerinde O’nun bir benzeri yoktur. O’nun şanı yüce ve mübarektir. O halde Allah’ın kelâmı ile yaratılmışın kelâmını birbirinden ayırt edemeyene, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in bu Kur’an’ı iftira ile Allah’a isnat ettiğini ve onu kendiliğinden ortaya koyduğunu iddia edene yazıklar olsun!
Ayet: 89 - 96 #
{وَلَقَدْ صَرَّفْنَا لِلنَّاسِ فِي هَذَا الْقُرْآنِ مِنْ كُلِّ مَثَلٍ فَأَبَى أَكْثَرُ النَّاسِ إِلَّا كُفُورًا (89) وَقَالُوا لَنْ نُؤْمِنَ لَكَ حَتَّى تَفْجُرَ لَنَا مِنَ الْأَرْضِ يَنْبُوعًا (90) أَوْ تَكُونَ لَكَ جَنَّةٌ مِنْ نَخِيلٍ وَعِنَبٍ فَتُفَجِّرَ الْأَنْهَارَ خِلَالَهَا تَفْجِيرًا (91) أَوْ تُسْقِطَ السَّمَاءَ كَمَا زَعَمْتَ عَلَيْنَا كِسَفًا أَوْ تَأْتِيَ بِاللَّهِ وَالْمَلَائِكَةِ قَبِيلًا (92) أَوْ يَكُونَ لَكَ بَيْتٌ مِنْ زُخْرُفٍ أَوْ تَرْقَى فِي السَّمَاءِ وَلَنْ نُؤْمِنَ لِرُقِيِّكَ حَتَّى تُنَزِّلَ عَلَيْنَا كِتَابًا نَقْرَؤُهُ قُلْ سُبْحَانَ رَبِّي هَلْ كُنْتُ إِلَّا بَشَرًا رَسُولًا (93) وَمَا مَنَعَ النَّاسَ أَنْ يُؤْمِنُوا إِذْ جَاءَهُمُ الْهُدَى إِلَّا أَنْ قَالُوا أَبَعَثَ اللَّهُ بَشَرًا رَسُولًا (94) قُلْ لَوْ كَانَ فِي الْأَرْضِ مَلَائِكَةٌ يَمْشُونَ مُطْمَئِنِّينَ لَنَزَّلْنَا عَلَيْهِمْ مِنَ السَّمَاءِ مَلَكًا رَسُولًا (95) قُلْ كَفَى بِاللَّهِ شَهِيدًا بَيْنِي وَبَيْنَكُمْ إِنَّهُ كَانَ بِعِبَادِهِ خَبِيرًا بَصِيرًا (96)}.
89- Andolsun biz, bu Kur’an’da insanlara her misalden türlü türlü açıklamalar yaptık. Yine de insanların çoğu küfürde diretmişlerdir. 90- Dediler ki: “Bize yeryüzünden bir pınar fışkırtmadıkça asla sana inanmayacağız.” 91- “Yahut senin hurmalıklardan ve asmalardan bir bahçen olmalı ve aralarından şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın.” 92- “Ya da iddia ettiğin gibi gökyüzünü üzerimize parça parça düşürmelisin veya Allah’ı ve melekleri topluca karşımıza getirmelisin.” 93- “Yahut altından bir evin olmalı veya göğe çıkmalısın ki bize (gökten) okuyacağımız bir kitap indirmedikçe oraya çıktığına da inanmayız.” De ki: “Rabbimi tenzih ederim! Ben ancak peygamber olarak gönderilmiş bir insanım!” 94- Kendilerine hidâyet geldiği zaman insanları iman etmekten alıkoyan tek şey, onların: “Allah bir insanı mı peygamber göndermiş?” demeleri olmuştur. 95- De ki: “Eğer yeryüzünde (insanlar yerine) yerleşip yürüyenler melekler olsaydı biz de onlara gökten melek bir peygamber gönderirdik.” 96- De ki: “Benim ve sizin aranızda şahid olarak Allah yeter. Şüphesiz ki O, kullarından haberdardır ve onları hakkıyla görendir.”
#
{89 ـ 93} يقول تعالى: {ولقد صرَّفْنا للناس في هذا القرآن من كلِّ مثل}؛ أي: نوَّعنا فيه المواعظ والأمثال، وثنَّيْنا فيه المعاني التي يضطرُّ إليها العبادُ لأجل أن يتذكَّروا ويتَّقوا، فلم يتذكَّر إلا القليلُ منهم، الذين سبقت لهم من الله سابقةُ السعادة، وأعانهم الله بتوفيقه، وأما أكثر الناس؛ فأبَوْا إلا كُفوراً لهذه النعمة التي هي أكبرُ من جميع النعم، وجعلوا يتعنَّتون عليه آياتٍ غيرَ آياتِهِ يخترِعونها من تِلقاء أنفسهم الظالمة الجاهلة، فيقولون لرسول الله - صلى الله عليه وسلم - الذي أتى بهذا القرآن المشتمل على كل برهان وآية: {لن نؤمنَ لك حتَّى تَفْجُرَ لنا من الأرض يَنبوعاً}؛ أي: أنهاراً جاريةً، {أو تكونَ لك جنَّةٌ من نخيل وعنبٍ}: فتستغني بها عن المشي في الأسواق والذَّهاب والمجيء، {أو تُسْقِطَ السماء كما زَعَمْتَ علينا كِسَفاً}؛ أي: قطعاً من العذاب، {أو تأتيَ بالله والملائكةِ قَبيلاً}؛ أي؛ جميعاً أو مقابلةً ومعاينةً يشهدون لك بما جئت به، {أو يكونَ لك بيتٌ من زخرفٍ}؛ أي: مزخرف بالذهب وغيره، {أو تَرْقى في السماء}: رُقِيًّا حسيًّا. {و} مع هذا فلن {نؤمنَ لِرُقِيِّكَ حتى تنزِّلَ علينا كتاباً نقرَؤه}. ولما كانتْ هذه تعنُّتات وتعجيزات وكلام أسفه الناس وأظلمهم، المتضمِّنة لردِّ الحقِّ وسوء أدبٍ مع الله، وأن الرسول - صلى الله عليه وسلم - هو الذي يأتي بالآيات؛ أمره الله أن ينزِّهَهُ، فقال: {قل سبحانَ ربِّي}: عمَّا تقولون علواً كبيراً، وسبحانه أن تكونَ أحكامُهُ وآياتُهُ تابعةً لأهوائهم الفاسدة وآرائهم الضالَّة. {هل كنتُ إلاَّ بشراً رسولاً}: ليس بيده شيء من الأمر.
89. “Andolsun biz, bu Kur’an’da insanlara her misalden türlü türlü açıklamalar yaptık.” Yani biz, bu Kur’an’da öğütleri ve misalleri çeşit çeşit anlattık. Kulların ihtiyaç duydukları anlamları da tekrar tekrar beyan ettik ki insanlar öğüt alsın ve sakınsınlar. Ancak Yüce Allah’ın kendilerini mutlu kimseler arasında takdir etmiş olduğu ve tevfiki ile kendilerine yardımını esirgemediği pek az kimse dışında öğüt ve ibret alan olmadı. İnsanların çoğunluğu ise bütün nimetlerin en büyüğü olan bu nimeti nankörlükle karşılamaktan başka bir şey yapmadı ve bu nimet karşısında zalim ve cahil nefislerinin arzu ettiği, Kur’an’ın âyetleri dışında birtakım mucizeler gösterilmesini teklif ettiler ve ona karşı inatlaşmaya koyuldular. Her türlü delil ve belgeyi ihtiva eden bu Kur’an’ı getiren Allah’ın Rasûlüne şöyle dediler: 90-93. “Bize yeryüzünden bir pınar” akıp duran ırmaklar “fışkırtmadıkça asla sana inanmayacağız. Yahut senin hurmalıklardan ve asmalardan bir bahçen olmalı” tâ ki pazarlarda dolaşma, gidip gelmek ihtiyacından kurtulasın “ve aralarından şarıl şarıl ırmaklar akıtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi gökyüzünü üzerimize parça parça düşürmelisin” Gökten üzerimize azap getirmelisin. “Allah’ı ve melekleri topluca karşımıza getirmelisin.” Onları hep birlikte getir yahut da karşımıza göreceğimiz şekilde gelsinler ve senin getirdiklerinin lehine şahitlik etsinler. “Ya da altından” altın ve başka değerli şeylerle süslenmiş “bir evin olmalı veya göğe” görüp fark edeceğimiz bir şekilde “çıkmalısın” bununla birlikte “bize (gökten) okuyacağımız bir kitap indirmedikçe oraya çıktığına da inanmayız.” Bütün bunlar, işi yokuşa sürmek ve muhatabı zora sokmak maksadıyla ileri sürülmüş, insanların en akılsızlarının ve zalimlerinin hakkı reddetmeyi ve Allah’a karşı saygısızlığı içeren sözleri olduğu için Allah Rasûlü de bu âyetleri getiren elçi olduğundan dolayı Yüce Allah, ona kendi zatını tenzih etmesini emrederek: “Rabbimi tenzih ederim!” demesini emretmektedir. Yani benim Rabbim sizin söylediklerinizden pek yüce ve münezzehtir. O, hüküm ve mucizelerinin, onların bozuk heva ve sapık görüşlerine tabi olmasından münezzehtir. “Ben, ancak peygamber olarak gönderilmiş bir insanım!” Bu söylediğiniz hususlarda elimden hiçbir şey gelmez.
#
{94} وهذا السبب الذي منع أكثر الناس من الإيمان؛ حيث كانت الرسل التي تُرْسَلُ إليهم من جنسهم بشراً، وهذا من رحمته بهم أن أرسل إليهم بشراً منهم؛ فإنَّهم لا يطيقون التلقي من الملائكة.
94. İşte insanların pek çoğunu iman etmekten alıkoyan sebep de budur. Çünkü onlara gönderilen peygamberler kendi cinslerinden birer insan idi. Yüce Allah’ın kendilerinden bir insanı peygamber olarak göndermiş olması, insanlara rahmetinin bir tecellisidir. Çünkü insanlar, bu vahiyleri meleklerden direkt olarak alamazlar.
#
{95} فلو {كانَ في الأرض ملائكةٌ يمشونَ مطمئنِّين}: يَثْبُتون على رؤية الملائكة والتلقيِّ عنهم؛ {لَنَزَّلْنا عليهم من السماءِ مَلَكاً رسولاً}: ليمكِنَهم التلقي عنه.
95. “De ki: Eğer yeryüzünde (insanlar yerine) yerleşmiş yürüyen” melekleri görmeye ve onlardan vahyi almaya tahammül gösterebilecek “melekler olsaydı biz de onlara gökten” ondan vahyi alma imkânları dolayısıyla “melek bir peygamber gönderirdik.”
#
{96} {قل كفى بالله شهيداً بيني وبينكم إنَّه كان بعبادِهِ خبيراً بصيراً}: فمن شهادتِهِ لرسولِهِ ما أيَّدَه به من المعجزات، وما أنزل عليه من الآيات، ونصره على مَنْ عاداه وناوأه؛ فلو تقوَّل عليه بعض الأقاويل؛ لأخَذَ منه باليمين، ثم لقطع منه الوتينَ؛ فإنَّه خبيرٌ بصيرٌ، لا تخفى عليه من أحوال العبادِ خافيةٌ.
96. “De ki: Benim ve sizin aranızda şahit olarak Allah yeter.” Yüce Allah’ın, rasûlüne olan tanıklıklarından birisi onu mucizelerle ve indirmiş olduğu âyetlerle desteklemesi, ayrıca ona düşman olan ve onunla mücadeleye girişenlere karşı da ona yardım etmesidir. Eğer Yüce Allah’a birtakım sözleri uydurup yaşlan düzmüş olsaydı şüphesiz Allah, ona ilahî azabını göndererek şahdamarını kopartırdı. “Şüphesiz ki O, haberdardır ve onları hakkıyla görendir.” O, her şeyden haberdar olan ve her şeyi görendir. Kullarının da hiçbir hali O’na asla gizli kalmaz.
Ayet: 97 - 100 #
{وَمَنْ يَهْدِ اللَّهُ فَهُوَ الْمُهْتَدِ وَمَنْ يُضْلِلْ فَلَنْ تَجِدَ لَهُمْ أَوْلِيَاءَ مِنْ دُونِهِ وَنَحْشُرُهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ عَلَى وُجُوهِهِمْ عُمْيًا وَبُكْمًا وَصُمًّا مَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ كُلَّمَا خَبَتْ زِدْنَاهُمْ سَعِيرًا (97) ذَلِكَ جَزَاؤُهُمْ بِأَنَّهُمْ كَفَرُوا بِآيَاتِنَا وَقَالُوا أَإِذَا كُنَّا عِظَامًا وَرُفَاتًا أَإِنَّا لَمَبْعُوثُونَ خَلْقًا جَدِيدًا (98) أَوَلَمْ يَرَوْا أَنَّ اللَّهَ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ قَادِرٌ عَلَى أَنْ يَخْلُقَ مِثْلَهُمْ وَجَعَلَ لَهُمْ أَجَلًا لَا رَيْبَ فِيهِ فَأَبَى الظَّالِمُونَ إِلَّا كُفُورًا (99) قُلْ لَوْ أَنْتُمْ تَمْلِكُونَ خَزَائِنَ رَحْمَةِ رَبِّي إِذًا لَأَمْسَكْتُمْ خَشْيَةَ الْإِنْفَاقِ وَكَانَ الْإِنْسَانُ قَتُورًا (100)}.
97- Allah kimi hidâyete erdirirse işte doğru yolu bulan odur. Kimi de saptırırsa artık onlar için O’ndan başka hiçbir dost bulamazsın. Biz onları kıyamet günü kör, dilsiz ve sağır olarak yüzükoyun haşredeceğiz. Varacakları yer de cehennemdir. Onun ateşi zayıfladıkça biz onlara alevi artırırız. 98- Bu, onların cezasıdır; çünkü onlar, âyetlerimizi inkar ettiler ve: “Biz bir yığın kemik ve çürüyüp toprak olduğumuz zaman mı, evet biz (bu haldeyken) mi yeniden yaratılıp diriltileceğiz?” dediler. 99- Onlar, gökleri ve yeri yaratmış olan Allah’ın, (ölümlerinden sonra) onların bir benzerini yaratmaya kadir olduğunu görmediler mi? O, onlar için bir ecel tayin etmiştir ki onda hiçbir şüphe yoktur. Fakat zalimler küfürde diretmektedirler. 100- De ki: “Eğer Rabbimin rahmet hazinelerine siz sahip olsaydınız, tükenir korkusuyla muhakkak cimrilik ederdiniz.” Zaten insan pek cimridir.
#
{97} يخبر تعالى أنَّه المنفرد بالهداية والإضلال؛ فمن يهدِهِ فييسِّره لليسرى ويجنِّبه العسرى؛ فهو المهتدي على الحقيقة، ومن يُضْلِلْه فيخذله ويَكِله إلى نفسه: فلا هادي له من دون الله، وليس له وليٌّ ينصره من عذاب الله حين يحشُرُهم الله على وجوهِهِم، خزياً عُمياً وبُكماً، لا يبصرون، ولا ينطقون. {مأواهم}؛ أي: مقرُّهم ودارهم {جهنَّمُ}: التي جمعت كلَّ همٍّ وغمٍّ وعذابٍ. {كلَّما خَبَتْ}؛ أي: تهيّأت للانطفاء، {زِدْناهم سعيراً}؛ أي: سَعَّرْناها بهم، لا يُفَتَّرُ عنهم العذابُ، ولا يُقضى عليهم فيموتوا، ولا يخفف عنهم من عذابها.
97. Yüce Allah, hidâyet verenin ve saptıranın yalnızca kendisi olduğunu haber vermektedir. Allah kime hidâyet verir, ona kolay olan bu yolu hazırlar ve onu zor olan sapıklık yolundan da uzak tutarsa işte gerçekten hidâyet bulan kişi odur. Allah kimi de saptıracak olur, ona yardımını göndermez ve onu kendi haline bırakırsa işte Allah’tan başka onu hidâyete iletecek hiçbir kimse olamaz. Yüce Allah, böylelerini rezil ve rüsvay etmek için onları yüzleri üzere kör, sağır ve dilsiz olarak haşredecektir. Göremeyecekleri, konuşamayacakları ve hiçbir şey işitemeyecekleri bir halde diriltecek ve o vakit Allah’ın azabına karşı onlara yardımcı olacak hiçbir dost ve yardımcı da olmayacaktır. “Varacakları yer de” yani karar kılıp yerleşecekleri barınakları da “cehennemdir.” Her türlü üzüntüyü, gam, keder ve azabı barındıran cehennem. “Onun ateşi zayıfladıkça” yani sönmeye doğru gittikçe “biz onlara alevi artırırız.” Yani o içinde bulundukları ateşin alevini daha da çoğaltırız. Böylece azapları hiçbir şekilde dinmeyecektir. Onlar hakkında ölüm hükmü de verilmeyecek ki ölsünler. Azapları da hiç hafifletilmeyecektir.
#
{98} ولم يظلِمْهم الله تعالى، بل جازاهم بما كفروا بآياته وأنكروا البعثَ الذي أخبرت به الرُّسل، ونطقتْ به الكتب، وعجَّزوا ربَّهم؛ فأنكروا تمام قدرته، {وقالوا أإذا كنَّا عظامًا ورُفاتاً أإنَّا لَمَبْعوثونَ خلقاً جديداً}؛ أي: لا يكون هذا؛ لأنَّه في غاية البعد عند عقولهم الفاسدة.
98. Yüce Allah, bu şekilde onlara azap etmekle onlara zulmetmez. Aksine O’nun âyetlerini kabul etmedikleri, peygamberlerin haber verdiği ve ilâhi kitapların açıkça ifade ettiği ölümden sonra dirilişi ve Rablerinin mükemmel kudretini inkâr ederek O’nun aciz olduğunu söylemelerinin karşılığı olarak cezalandırılacaklardır. Nitekim onlar “Biz bir yığın kemik ve çürüyüp toprak olduğumuz zaman mı, evet biz (bu haldeyken) mi yeniden yaratılıp diriltileceğiz? dediler.” Yani böyle bir şey olamaz, dediler. Çünkü bu, onların doğru dürüst çalışmayan akıllarına göre son derece uzak bir ihtimaldir.
#
{99} {أوَلَمْ يَرَوْا أنَّ الله الذي خلق السمواتِ والأرض}: وهي أكبر من خلق الناس، {قادرٌ على أن يَخْلُقَ مثلَهم}: بلى إنَّه على ذلك قدير. {و} لكنه قد جَعَلَ لذلك {أجلاً لا رَيْبَ فِيهِ}: ولا شكَّ وإلا فلو شاء لجاءهم به بغتة ومع إقامته الحجج والأدلة على البعث؛ {فأبى الظَّالمونَ إلاَّ كُفوراً}: ظُلْماً منهم وافتراءً.
99. “Onlar” insanların yaratılışından daha büyük olan “gökleri ve yeri yaratmış olan Allah’ın, (ölümlerinden sonra) onların bir benzerini yaratmaya kadir olduğunu görmediler mi?” Evet, O elbette ki buna kadirdir, güç yetirir. Fakat O, “onlar için bir ecel tayin etmiştir ki onda hiçbir şüphe yoktur.” Bu ecelde en ufak bir tereddüt yoktur. Yoksa eğer O dileyecek olursa bu ecellerini ansızın getirir. Öldükten sonra dirilişe dair bunca delil ve belge ortaya konulmasına rağmen “zalimler” zulüm ve iftiralarından dolayı “küfürde diretmektedirler.”
#
{100} {قل لو أنتم تملِكونَ خزائنَ رحمةِ ربِّي}: التي لا تَنْفَدُ ولا تبيد، {إذاً لأمْسَكْتم خشية الإنفاق}؛ أي: خشية أن يَنْفَدَ ما تنفِقون منه، مع أنَّه من المحال أن تَنْفَدَ خزائنُ الله، ولكنَّ الإنسان مطبوعٌ على الشحِّ والبخل.
100. “De ki: Eğer Rabbimin” tükenmek bilmeyen ve yok olmayan “rahmet hazinelerine siz sahip olsaydınız, tükenir korkusuyla” Allah’ın hazinelerinin tükenmesi imkânsız olduğu halde “muhakkak cimrilik ederdiniz.” Ama “zaten insan çok cimridir.” Cimrilik ve pintilik onun tabiatında vardır.
Ayet: 101 - 104 #
{وَلَقَدْ آتَيْنَا مُوسَى تِسْعَ آيَاتٍ بَيِّنَاتٍ فَاسْأَلْ بَنِي إِسْرَائِيلَ إِذْ جَاءَهُمْ فَقَالَ لَهُ فِرْعَوْنُ إِنِّي لَأَظُنُّكَ يَامُوسَى مَسْحُورًا (101) قَالَ لَقَدْ عَلِمْتَ مَا أَنْزَلَ هَؤُلَاءِ إِلَّا رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ بَصَائِرَ وَإِنِّي لَأَظُنُّكَ يَافِرْعَوْنُ مَثْبُورًا (102) فَأَرَادَ أَنْ يَسْتَفِزَّهُمْ مِنَ الْأَرْضِ فَأَغْرَقْنَاهُ وَمَنْ مَعَهُ جَمِيعًا (103) وَقُلْنَا مِنْ بَعْدِهِ لِبَنِي إِسْرَائِيلَ اسْكُنُوا الْأَرْضَ فَإِذَا جَاءَ وَعْدُ الْآخِرَةِ جِئْنَا بِكُمْ لَفِيفًا (104)}.
101- Andolsun ki Biz, Mûsâ’ya apaçık dokuz mucize verdik. İşte İsrailoğullarına sor: Musa, onlara geldiğinde Firavun ona: “Ey Mûsâ, ben senin kesinlikle büyülenmiş olduğunu düşünüyorum” demişti. 102- O da demişti ki: “Sen bunları, birer ibret olmak üzere, göklerin ve yerin Rabbinden başkasının indirmediğini gayet iyi biliyorsun. Ey Firavun! Ben de senin gerçekten mahvolduğunu düşünüyorum.” 103- Bunun üzerine Firavun onları ülkeden sürüp çıkarmak istedi. Biz de onu ve beraberindekileri hep birlikte suda boğduk. 104- Onun (helakinin) ardından İsrailoğullarına şöyle dedik: “O ülkeye yerleşin. Ahiret vaadi gelince hepinizi bir araya getireceğiz.”
#
{101} أي: لستَ أيُّها الرسول المؤيَّد بالآيات أولَ رسول كذَّبه الناس؛ فلقد أرسلْنا قبلَكَ موسى بن عمران الكليم إلى فرعون وقومِهِ وَآتيناه {تسعَ آياتٍ بيِّناتٍ}: كلُّ واحدة منها تكفي لمن قصدُهُ اتِّباع الحقِّ كالحيَّة والعصا والطُّوفان والجرادِ والقُمَّل والضفادع والدَّم والرجز وفلق البحر؛ فإنْ شككتَ في شيء من ذلك؛ {فاسألْ بني إسرائيلَ إذْ جاءَهم فقال له فرعونُ}: مع هذه الآيات: {إني لأظنُّك يا موسى مسحوراً}.
101. Yani, ey âyet ve mucizelerle desteklenen peygamber, sen insanlar tarafından yalanlanan ilk peygamber değilsin. Andolsun biz ,senden önce Allah ile konuşan (Kelimullah) İmran oğlu Mûsâ’yı Firavun’a ve onun kavmine peygamber olarak göndermiş ve ona “apaçık dokuz mucize” vermiş idik. Bunların her birisi, maksadı hakka tâbi olmak olanlara delil olarak yeterliydi. Yılana dönüşen asa, tufan, çekirge, haşerat, kurbağalar, kan, el, denizin yarılması gibi mucizeler bunlardandır. Eğer bunlardan herhangi birisi hakkında şüphen varsa: “İşte İsrailoğullarına sor: Musa, onlara geldiğinde Firavun ona” bu delil ve mucizelere rağmen: “Ey Mûsâ, ben senin kesinlikle büyülenmiş olduğunu düşünüyorum, demişti.”
#
{102} فَـ {قَالَ} له موسى: {لقد علمتَ}: يا فرعونُ، {ما أنزلَ هؤلاء}: الآيات. {إلاَّ ربُّ السمواتِ والأرضِ بصائرَ}: منه لعباده؛ فليس قولُكَ هذا بالحقيقة، وإنَّما قلت ذلك ترويجاً على قومك واستخفافاً لهم. {وإنِّي لأظنُّك يا فرعونُ مَثْبوراً}؛ أي: ممقوتاً، مُلْقىً في العذاب، لك الويل والذمُّ واللعنة.
102. “O da” yani Mûsâ ona “demişti ki:” Ey Firavun! “Sen bunları” bu mucizeleri kendi katından kulları için “birer ibret olmak üzere, göklerin ve yerin Rabbinden başkasının indirmediğini gayet iyi biliyorsun.” Senin bu söylediğin sözler, gerçeği yansıtmıyor. Sen, bu sözleri ancak kavmine karşı bir propaganda olsun diye ve onları hafife alıp küçümsediğin için söylüyorsun. “Ey Firavun! Ben de senin gerçekten mahvolduğunu düşünüyorum.” İlahi gazaba uğramış ve azaba atılmış birisi olarak görüyorum. Yazıklar olsun sana! Sen bu halin dolayısıyla kınanmış ve lanete uğramış bir kişisin.
#
{103 ـ 104} {فأراد}: فرعون {أن يَسْتَفِزَّهم من الأرضِ}؛ أي: يُجْلِيَهم ويخرِجَهم منها، {فأغْرَقْناه ومن معه جميعاً}: وأورثنا بني إسرائيل أرضَهم وديارهم، ولهذا قال: {وقُلْنا من بعدِهِ لبني إسرائيلَ اسكُنوا الأرضَ فإذا جاء وعْدُ الآخرة جئنا بكم لفيفاً}؛ أي: جميعاً؛ لِيُجازِي كلَّ عامل بعمله.
103. “Bunun üzerine” Firavun “onları ülkeden sürüp çıkarmak” oradan uzaklaştırmak “istedi. Biz de onu ve beraberindekileri hep birlikte suda boğduk.” Ve onların topraklarını, yurtlarını İsrailoğullarına miras bıraktık. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: 104. “Onun (helakinin) ardından İsrailoğullarına şöyle dedik: O ülkeye yerleşin. Ahiret vaadi gelince hepinizi” herkesin, amelinin karşılığını görmesi için “bir araya getireceğiz.”
Ayet: 105 #
{وَبِالْحَقِّ أَنْزَلْنَاهُ وَبِالْحَقِّ نَزَلَ وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا مُبَشِّرًا وَنَذِيرًا (105)}.
105- Biz onu hak ile indirdik, o da hak ile indi. Seni de ancak bir müjdeci ve bir uyarıcı olarak gönderdik.
#
{105} أي: وبالحقِّ أنزلنا هذا القرآن الكريم لأمر العبادِ ونهيهم وثوابهم وعقابهم، {وبالحقِّ نزل}؛ أي: بالصدق والعدل والحفظ من كلِّ شيطان رجيم. {وما أرْسَلْناك إلاَّ مبشِّراً}: من أطاع الله بالثواب العاجل والآجل، {ونَذيراً}: لمن عصى الله بالعقاب العاجل والآجل، ويلزم من ذلك بيانُ ما يبشِّر به وينذر.
105. Yani biz, bu Kur’an-ı Kerim’i kullara emirlerimizi vermek, yasaklarımızı bildirmek, bunların mükâfat ve cezalarını anlatmak üzere hak ile indirdik. “O da hak ile” doğrulukla, adaletle ve kovulmuş bütün şeytanlara karşı korunarak “indi. Seni de ancak” Allah’a itaat edenlere, dünya ve âhirette mükâfatı belirten “bir müjdeci” Allah’a isyan eden kimseler için de dünya ve âhirette cezayı bildiren “bir uyarıcı olarak gönderdik.” Bu da kendisiyle müjde verilip uyarılan şeye dair açıklama yapmayı da içine alır.
Ayet: 106 - 109 #
{وَقُرْآنًا فَرَقْنَاهُ لِتَقْرَأَهُ عَلَى النَّاسِ عَلَى مُكْثٍ وَنَزَّلْنَاهُ تَنْزِيلًا (106) قُلْ آمِنُوا بِهِ أَوْ لَا تُؤْمِنُوا إِنَّ الَّذِينَ أُوتُوا الْعِلْمَ مِنْ قَبْلِهِ إِذَا يُتْلَى عَلَيْهِمْ يَخِرُّونَ لِلْأَذْقَانِ سُجَّدًا (107) وَيَقُولُونَ سُبْحَانَ رَبِّنَا إِنْ كَانَ وَعْدُ رَبِّنَا لَمَفْعُولًا (108) وَيَخِرُّونَ لِلْأَذْقَانِ يَبْكُونَ وَيَزِيدُهُمْ خُشُوعًا (109)}.
106- Biz onu kısım kısım indirdiğimiz bir Kur’an kıldık ki insanlara ara ara okuyasın ve biz onu (ihtiyaç hasıl oldukça) peyderpey indirdik. 107- De ki: “Ona ister iman edin, ister iman etmeyin. Şüphesiz o, bundan önce kendilerine ilim verilmiş olanlara okununca onlar, çenelerinin üzerine secdeye kapanırlar.” 108- Ve derler ki: “Rabbimizi tenzih ederiz. Rabbimizin vaadi mutlaka gerçekleşecektir.” 109- Ağlayarak çeneleri üstü (secdeye) kapanırlar ve bu (Kur'ân), onların huşusunu artırır.
#
{106} أي: وأنزلنا هذا القرآن مفرَّفاً فارِقاً بين الهدى والضَّلال والحقِّ والباطل؛ {لتقرأه على الناس على مكث}؛ أي: على مَهْل؛ ليتدبَّروه، ويتفكَّروا في معانيه ويستخرجوا علومَه، {ونزَّلْناه تنزيلاً}؛ أي: شيئاً فشيئاً مفرَّقاً في ثلاث وعشرين سنة. {ولا يأتونَكَ بمَثَلٍ إلاَّ جِئْناكَ بالحقِّ وأحسنَ تفسيراً}.
106. Yani biz, bu Kur’an’ı, doğru yolu sapıklıktan, hakkı batıldan ayırdedici olmak üzere parça parça indirdik. “ki insanlara ara ara okuyasın” onlar da üzerinde gereği gibi düşünüp anlamları üzerinde tefekkür ederek, ondan gerekli ilimleri çıkartsınlar. “Biz onu (ihtiyaç hasıl oldukça) azar azar” yirmi üç yıllık süre zarfında kısımlara ayrılmış bir halde, azar azar “indirdik.” “Onlar sana bir örnek getirdikleri her seferinde muhakkak ki sana hakkı ve daha güzel bir açıklamayı getirmişizdir.” (el-Furkan, 25/33)
#
{107} فإذا تبيَّن أنَّه الحقُّ الذي لا شكَّ فيه ولا ريب بوجهٍ من الوجوه، فَـ {قُلْ} لمن كَذَّب به وأعرض عنه: {آمِنوا به أو لا تُؤمنوا}: فليس لله حاجةٌ فيكم ولستُم بضارِّيه شيئاً، وإنَّما ضرر ذلك عليكُم؛ فإنَّ لله عباداً غيركم، وهم الذين آتاهُمُ الله العلم النافع؛ {إذا يُتْلَى عَلَيْهِم يَخِرُّونَ للأذقَانِ سُجَّداً}؛ أي: يتأثرون به غاية التأثر ويخضعون له.
107. Kur’an hakkında şüphe ve tereddüdün hiçbir şekilde söz konusu olmayacağı, onun yegane gerçek olduğu açıkça ortaya çıktığına göre bu Kur’an’ı yalanlayarak ondan yüz çeviren kimselere “de ki: Ona ister iman edin, ister iman etmeyin.” Allah’ın size bir ihtiyacı yoktur ve siz, O’na hiçbir şekilde zarar veremezsiniz. İman etmeyişinizin zararı sizedir. Çünkü Yüce Allah’ın sizden başka kulları da vardır. Onlar Allah’ın, kendilerine faydalı bilgiyi ihsan ettiği kimselerdir ki o Kur'ân onlara: “okununca çenelerinin üzerine secdeye kapanırlar.” Bu Kitaptan alabildiğine etkilenir ve önünde itaatle boyun eğerler.
#
{108} {ويقولون سبحانَ ربِّنا}: عما لا يَليقُ بجلالِهِ مما نَسَبَهُ إليه المشركون. {إنْ كان وعدُ ربِّنا}: بالبعث والجزاء بالأعمال، {لَمَفْعولاً}: لا خُلْفَ فيه ولا شكَّ.
108. “Ve derler ki: Rabbimizi” müşriklerin O’na nispet etmiş olduğu ve celâline yakışmayan şeylerden “tenzih ederiz. Rabbimizin” öldükten sonra diriliş ve amellerin karşılıklarının verileceğine dair “vaadi mutlaka gerçekleşecektir.” onda şaşma olmaz, şüphe de yoktur.
#
{109} {ويخرون للأذقانِ}؛ أي: على وجوههم، {يبكونَ ويزيدُهُم}: القرآن {خشوعاً}: وهؤلاء كالذين منَّ الله عليهم من مؤمني أهل الكتاب؛ كعبد الله بن سلام، وغيره ممَّن أسلم في وقت النبيِّ - صلى الله عليه وسلم - وبعد ذلك.
109. “Ve ağlayarak çeneleri üstü” yüzleri üzere (secdeye) kapanırlar ve bu” yani Kur’an “onların huşusunu artırır.” Abdullah b. Selâm vb. gibi Yüce Allah’ın Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem döneminde ve ondan sonra kendilerine lütufta bulunup da İslâm’a girmiş olan kitap ehlinin mü’minleri bunlara örnektir.
Ayet: 110 - 111 #
{قُلِ ادْعُوا اللَّهَ أَوِ ادْعُوا الرَّحْمَنَ أَيًّا مَا تَدْعُوا فَلَهُ الْأَسْمَاءُ الْحُسْنَى وَلَا تَجْهَرْ بِصَلَاتِكَ وَلَا تُخَافِتْ بِهَا وَابْتَغِ بَيْنَ ذَلِكَ سَبِيلًا (110) وَقُلِ الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي لَمْ يَتَّخِذْ وَلَدًا وَلَمْ يَكُنْ لَهُ شَرِيكٌ فِي الْمُلْكِ وَلَمْ يَكُنْ لَهُ وَلِيٌّ مِنَ الذُّلِّ وَكَبِّرْهُ تَكْبِيرًا (111)}.
110- De ki: “İster Allah diye dua edin, ister Rahman diye dua edin. Hangisiyle dua ederseniz edin (fark etmez) en güzel isimler O’nundur. Namazında sesini ne yükselt, ne de çok kıs. Bu ikisi arasında bir yol tut. 111- Ve: “Hamd, asla çocuk edinmeyen, hükümranlıkta hiçbir ortağı bulunmayan ve acizlikten dolayı bir yardımcısı da olmayan Allah'a mahsustur.” de ve O’nu tekbir ve tazim et.
#
{110} يقول تعالى لعباده: {ادعوا الله أوِ ادْعوا الرحمن}؛ أي: أيهما شئتم. {أيًّا ما تدعوا فله الأسماءُ الحسنى}؛ أي: ليس له اسمٌ غير حسنٍ؛ أي: حتى ينهى عن دعائه به؛ [بل] أيُّ اسم دعوتُموه به؛ حَصَلَ به المقصودُ، والذي ينبغي أن يُدعى في كلِّ مطلوب بما يناسِبُ ذلك الاسم. {ولا تَجْهَرْ بصلاتك}؛ أي: قراءتك، {ولا تُخافِتْ بها}؛ فإنَّ في كلٍّ من الأمرين محذوراً، أمّا الجهرُ؛ فإنَّ المشركين المكذِّبين به إذا سمعوه، سبُّوه، وسبُّوا مَنْ جاء به. وأما المخافتةُ؛ فإنَّه لا يحصُلُ المقصود لمن أراد استماعَه مع الإخفاء. {وابتغ بينَ ذلك}؛ أي: بين الجهر والإخفات {سبيلاً}؛ أي: تتوسَّط فيما بينهما.
110. Allah kullarına hitaben: “De ki: İster Allah diye dua edin, ister Rahman diye dua edin” buyurmaktadır. Yani hangisini isterseniz onunla dua edin, demektir. “Hangisiyle dua ederseniz edin (fark etmez) en güzel isimler O’nundur.” Yani O’nun güzel olmayan bir ismi yoktur ki o isim anılarak kendisine dua edilmesini yasaklasın. Siz hangi ismiyle O’na dua ederseniz, maksat hasıl olur. Bununla birlikte en uygunu, duada istenen şeye münasip ismin zikredilmesidir. “Namazında” yani kıraat esnasında “sesini ne yükselt, ne de çok kıs.” Çünkü bu ikisi de sakıncalı ve yasaktır. Yüksek sesle okumanın yasaklanış sebebi şudur: Kur’an’ı yalanlayan müşrikler onu işittiklerinde ona dil uzatır ve sövüp sayarlardı. Onu getirene de söverlerdi. Kısık sesle okumanın yasaklanmasına gelince Kur’an-ı Kerim’i yavaş sesle okunduğunda dinlemek isteyenler onu dinleyemez. “Bu ikisi arasında bir yol tut!” Yani yüksek sesle ve kısık sesle okuma arasında orta bir yol tut!
#
{111} {وقل الحمد لله}: الذي له الكمالُ والثناءُ والحمدُ والمجدُ من جميع الوجوه، المنزَّه عن كلِّ آفة ونقص. {الذي لم يتَّخِذْ ولداً ولم يكُن له شريكٌ في الملك}: بل الملكُ كلُّه لله الواحد القهار؛ فالعالم العلويُّ والسفليُّ كلُّهم مملوكون لله، ليس لأحدٍ من الملك شيء. {ولم يَكُن له وليٌّ من الذُّلِّ}؛ أي: لا يتولى أحداً من خلقه ليتعزز به ويعاونه، فإنه الغني الحميد، الذي لا يحتاج إلى أحدٍ من المخلوقات في الأرض ولا في السماوات، ولكنَّه يتخذ أولياءه إحساناً منه إليهم ورحمة بهم، {الله وليُّ الذينَ آمنوا يُخْرِجُهم من الظُّلُماتِ إلى النُّور}. {وكبِّرْه تكبيراً}؛ أي: عظِّمه وأجلَّه بالإخبار بأوصافه العظيمة، وبالثَّناء عليه بأسمائِهِ الحسنى، وبتمجيدِهِ بأفعاله المقدَّسة، وبتعظيمه وإجلاله بعبادتِهِ وحدَه لا شريك له، وإخلاص الدِّين كلِّه له.
111. “Ve: Hamd, asla çocuk edinmeyen, hükümranlıkta hiçbir ortağı bulunmayan” aksine, egemenliğin tümü bir ve kahhâr olarak kendisinindir. Ulvi alem de süfli âlem de bütünüyle Allah’ın hükümranlığı altındadır, O’nun egemenliğindedir. Hiç kimsenin hükümranlık namına sahip olduğu bir şey yoktur; “acizlikten dolayı bir yardımcısı da olmayan” kendisi ile güçlenmek ve kendisine yardımcı olmak için yaratılmışlardan hiçbir kimseyi dost ve yardımcı edinmemiştir. O, hiçbir şeye muhtaç olmayan, her türlü hamde/övgüye layık olandır. Yerde olsun göklerde olsun hiçbir yaratılmışa muhtaç değildir. O, salih kullarını ancak onlara ihsan ve rahmet olmak üzere dost edinir: “Allah iman edenlerin dostudur, onları karanlıklardan nura çıkarır.” (el-Bakara, 2/257) “Allah'a mahsustur” her yönden kemal, senâ ve övgüler, şan ve şeref O’na aittir; bütün yönleriyle her türlü afet ve eksiklikten de münezzehtir. İşte hamde yani övülmeye layık olan O’dur. “de ve O’nu tekbir ve tazim et.” Yani O’nun pek büyük sıfatlarını haber vererek, O’ndan güzel isimleriyle ve övgüyle söz ederek, mukaddes fiilleri dolayısıyıyla O’nu överek, hiçbir kimseyi ortak O’na koşmaksızın, dini bütünüyle yalnız O’na halis kılarak ve de sadece O’na ibadet etmek suretiyle O’nu tazim et, yücelt ve büyük tanı.
sra Sûresi’nin tefsiri burada sona ermektedir. Hamd ve sena Allah'a mahsustur.