Ayet:
19- MERYEM SÛRESİ
19- MERYEM SÛRESİ
(Mekke’de inmiştir, 98 âyettir)
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adı ile.
Ayet: 1 - 6 #
{كهيعص (1) ذِكْرُ رَحْمَتِ رَبِّكَ عَبْدَهُ زَكَرِيَّا (2) إِذْ نَادَى رَبَّهُ نِدَاءً خَفِيًّا (3) قَالَ رَبِّ إِنِّي وَهَنَ الْعَظْمُ مِنِّي وَاشْتَعَلَ الرَّأْسُ شَيْبًا وَلَمْ أَكُنْ بِدُعَائِكَ رَبِّ شَقِيًّا (4) وَإِنِّي خِفْتُ الْمَوَالِيَ مِنْ وَرَائِي وَكَانَتِ امْرَأَتِي عَاقِرًا فَهَبْ لِي مِنْ لَدُنْكَ وَلِيًّا (5) يَرِثُنِي وَيَرِثُ مِنْ آلِ يَعْقُوبَ وَاجْعَلْهُ رَبِّ رَضِيًّا (6)}.
1- Kâf, Hâ, Yâ, Ayn, Sâd. 2- (Bu), Rabbinin, kulu Zekeriya’ya olan rahmetinin beyanıdır. 3- Bir vakit o, Rabbine gizlice seslen(ip niyaz)mişti. 4- Demişti ki: “Rabbim! Gerçekten kemiklerim zayıfladı ve ağaran saçım başımı alev gibi sardı. Rabbim! Sana ettiğim dua ile hiç mahrum olmadım.” 5- “Gerçekten ben, arkamdan gelecek olan yakınlarımdan endişedeyim. Hanımım da kısır. O nedenle bana katından bir yardımcı (oğul) bağışla!” 6- “Ki bana da Yakub ailesine de mirasçı olsun. Ve de ey Rabbim, onu kendisinden razı olunan birisi yap!”
#
{2} أي: هذا {ذِكْرُ رحمةِ ربِّك عبدَه زكريَّا}: سنقصُّه عليك، ونفصِّله تفصيلاً يُعرِّف به حالة نبيِّه زكريا وآثاره الصالحة ومناقبه الجميلة؛ فإنَّ في قصِّها عبرة للمعتبرين وأسوة للمقتدين، ولأنَّ في تفصيل رحمته لأوليائِهِ وبأيِّ سبب حصلت لهم مما يدعو إلى محبَّة الله تعالى والإكثار من ذكرِهِ ومعرفتِهِ والسبب الموصل إليه، وذلك أنَّ الله تعالى اجتبى واصطفى زكريَّا عليه السلام لرسالتِهِ، وخصَّه بوحيه، فقام بذلك قيام أمثاله من المرسلين، ودعا العباد إلى ربِّه، وعلَّمهم ما علَّمه الله، ونصح لهم في حياته وبعد مماتِهِ كإخوانه من المرسلين ومن اتَّبعهم.
2. Bu, “Rabbinin kulu Zekeriya’ya olan rahmetinin beyanıdır.” Biz, bunu sana anlatacağız ve bu yapacağımız açıklama ile Rabbinin peygamberi Zekeriya’nın durumu, onun salih anıları ve güzel menkıbeleri bilinmiş olacaktır. Çünkü onun halinin anlatılmasında ibret alanlara ibret, uymak isteyenlere güzel bir örnek vardır. Zira Allah’ın dostlarına olan rahmetinin genişçe açıklanması ve bu rahmetin hangi sebeplerle bağışlandığının belirtilmesi, Yüce Allah’ı sevmeye, O’nu çokça anmaya, tanımaya ve O’na ulaştıran sebebi öğrenmeye iter. Yüce Allah, Zekeriya aleyhisselam’ı risaleti için beğenip seçmiş ve onu vahye mazhar kılmıştır. O da benzeri diğer peygamberler gibi bunun gereğini yerine getirmiş, kulları Rabbine davet etmiş, Allah’ın kendisine öğrettiklerini onlara öğretip kardeşleri olan diğer peygamberlerle onlara uyanlar gibi hayatında olsun, vefatından sonra olsun Allah’ın kullarının iyiliğini istemiştir.
#
{3 ـ 4} فلما رأى من نفسه الضعف، وخاف أن يموتَ، ولم يكن أحدٌ ينوب منابه في دعوة الخلق إلى ربِّهم والنُّصح لهم، شكا إلى ربِّه ضعفه الظاهر والباطن، وناداه نداء خفيًّا؛ ليكون أكمل وأفضل وأتمَّ إخلاصاً، فقال: {ربِّ إنِّي وَهَنَ العظمُ منِّي}؛ أي: وَهَى وضَعُفَ، وإذا ضعف العظم الذي هو عماد البدن؛ ضعف غيره. {واشتعل الرأس شيباً}؛ لأنَّ الشيب دليلُ الضعف والكبر ورسولُ الموت ورائدُه ونذيرُه، فتوسَّل إلى الله تعالى بضعفه وعجزه، وهذا من أحبِّ الوسائل إلى الله؛ لأنَّه يدلُّ على التبرِّي من الحول والقوة وتعلُّق القلب بحول الله وقوَّته. {ولم أكن بدعائِكَ ربِّ شقيًّا}؛ أي: لم تكن يا ربِّ تردُّني خائباً ولا محروماً من الإجابة، بل لم تزلْ بي حفيًّا ولدعائي مجيباً، ولم تزل ألطافُك تتوالى عليَّ وإحسانُك واصلاً إليَّ، وهذا توسُّل إلى الله بإنعامه عليه وإجابة دعواته السابقة، فسأل الذي أحسن سابقاً أن يتمِّم إحسانَه لاحقاً.
3-4. Zekeriya, kendindeki zayıflığı görünce vefat edeceğinden ve insanları Rablerine davet etmek, onlara samimiyetle öğüt vermek hususunda yerine geçecek kimsenin bulunmamasından endişe duyarak içinde bulunduğu zahiri ve batıni güçsüzlüğü Rabbine şikâyet edip gizli bir seslenişle O’na niyaz etti. En mükemmel, en faziletli ve eksiksiz bir ihlâs ile dedi ki: “Rabbim, gerçekten kemiklerim zayıfladı.” Bedenin direği durumunda olan kemikler zayıfladı mı, vücudun diğer aksamı da zayıflar. “Ağaran saçım başımı alev gibi sardı.” Saçın ağarması, zayıflığa ve yaşlılığa bir delildir. Ölümün önden gelen habercisi ve uyarıcısıdır. İşte Zekeriya da Allah’a zayıflığı ve acizliği ile tevessül etti. Bu ise kendisi ile tevessül edilenlerin Allah’a en sevimli olanıdır. Çünkü bu ifadeler kişinin güç, kuvvet ve takat iddiasından uzaklaştığına, kalbin Allah’ın güç ve kudretine bağlandığına delildir. “Rabbim, sana ettiğim dua ile hiç mahrum olmadım.” Yani beni icabetten mahrum bırakmadın ve eli boş çevirmedin. Aksine bana karşı hep lütufkâr davrandın, duamı kabul buyurdun. Üzerimdeki lütufların, ardı arkasına geldi. İhsanın devamlı ulaşıp durdu. Bu da Allah’ın, üzerindeki nimetlerini zikrederek ve daha önceden dualarını kabul ettiğini açıklayarak yapılmış bir tevessüldür. Daha önce ihsanda bulunandan, bir hak iddia etmeden ihsanını tamamlamasını niyaz etmektedir.
#
{5} {وإنِّي خفتُ المواليَ من ورائي}؛ أي: وإني خفتُ من يتولَّى على بني إسرائيل من بعد موتي أن لا يقوموا بدينك حقَّ القيام، ولا يدعوا عبادك إليك. وظاهر هذا أنَّه لم يَرَ فيهم أحداً فيه لياقةٌ للإمامة في الدين، وهذا فيه شفقةُ زكريَّا عليه السلام ونصحُه وأنَّ طلبه للولد ليس كطلب غيره؛ قصدُهُ مجردُ المصلحة الدنيويَّة، وإنَّما قصدُه مصلحة الدين والخوف من ضياعه، ورأى غيرَه غيرَ صالح لذلك، وكان بيتُه من البيوت المشهورة في الدِّين ومعدن الرسالة ومظنَّة للخير، فدعا الله أن يرزقَه ولداً يقوم بالدين من بعدِهِ، واشتكى أنَّ امرأته عاقر؛ أي: ليست تلدُ أصلاً، وأنَّه قد بلغ من الكبر عتيًّا؛ أي: عمراً يندُرُ معه وجود الشهوة والولد. {فهب لي من لَدُنكَ وليًّا}.
5. “Gerçekten ben arkamdan gelecek yakınlarımdan endişedeyim.” Yani ben, ölümümden sonra İsrail oğullarının başına geçeceklerden endişe ediyorum. Onlar senin dinini hakkıyla uygulamaz, kullarını sana davet etmezler diye korkuyorum. Bu ifadenin zahirinden anlaşıldığına göre onların arasında dinde önderliğe layık bir kimse görmemişti. Bu duası ile Zekeriya’nın onlara ne kadar şefkatli ve onların iyiliğini ne kadar samimi bir şekilde istediği anlaşılmaktadır. Ayrıca onun çocuk istemesi, başkasının istemesi gibi sadece dünyevi menfaat kastı ile değildi. Onun maksadı dinin menfaati idi. Zira dinin kayboluşundan korkuyordu. Başkalarının bu işe elverişli olmadıklarını görmüştü. Onun mensup olduğu aile ise dinde meşhur olan bir aile idi. Risaletin kaynağı, hayır beklenen bir aile idi. Bundan dolayı Yüce Allah’a kendisinden sonra dini gereği gibi ayakta tutacak bir evlât ihsan etmesi için dua etti. Hanımının doğum yapamayan, kısır bir kadın olduğundan da müşteki oldu. Ayrıca kendisinin artık kolay kolay arzunun uyanamayacağı ve çocuk sahibi olmanın nadiren görüldüğü bir yaşa geldiğini ekledi. “Bundan dolayı bana katından bir yardımcı/veli (oğul) bağışla!” Buradaki velilik/velayet, din velâyeti, peygamberlik, ilim ve amel mirasçılığıdır. Onun için duasını şöyle sürdürdü:
#
{6} وهذه الولاية ولاية الدين وميراث النبوَّة والعلم والعمل، ولهذا قال: {يرثني ويَرِثُ من آل يعقوبَ واجْعَلْه ربِّ رضيًّا}؛ أي: عبداً صالحاً ترضاه وتحبِّبه إلى عبادك. والحاصل أنَّه سأل الله ولداً ذكراً صالحاً يبقى بعد موته ويكون وليًّا من بعده ويكون نبيًّا مرضيًّا عند الله وعند خلقِهِ، وهذا أفضل ما يكون من الأولاد، ومن رحمة الله بعبدِهِ أنْ يرزقَه ولداً صالحاً جامعاً لمكارم الأخلاق ومحامد الشيم، فرحمه ربُّه واستجاب دعوته فقال:
6. “Ki bana da Yakub ailesine de mirasçı olsun. Ve de ey Rabbim, onu kendisinden razı olunan birisi yap!” Senin razı olduğun ve kullarına da sevdirdiğin salih bir kul eyle! Hasılı, Zekeriya Allah’tan ölümünden sonra kalacak, kendisinden sonra dini işleri üstlenecek, Allah nezdinde de kullar nezdinde de kendisinden razı olunacak ve peygamber olacak salih erkek bir evlât istedi. Bu ise evlâtların en üstünü ve değerlisidir. Yüce Allah’ın kuluna üstün ahlâki değerleri ve övülmeye değer sıfatları kendisinde toplayan salih bir evlât ihsan etmesi, ona rahmetinin bir tecellisidir. Rabbi de ona merhamet buyurarak duasını kabul etti ve şöyle buyurdu:
Ayet: 7 - 11 #
{يَازَكَرِيَّا إِنَّا نُبَشِّرُكَ بِغُلَامٍ اسْمُهُ يَحْيَى لَمْ نَجْعَلْ لَهُ مِنْ قَبْلُ سَمِيًّا (7) قَالَ رَبِّ أَنَّى يَكُونُ لِي غُلَامٌ وَكَانَتِ امْرَأَتِي عَاقِرًا وَقَدْ بَلَغْتُ مِنَ الْكِبَرِ عِتِيًّا (8) قَالَ كَذَلِكَ قَالَ رَبُّكَ هُوَ عَلَيَّ هَيِّنٌ وَقَدْ خَلَقْتُكَ مِنْ قَبْلُ وَلَمْ تَكُ شَيْئًا (9) قَالَ رَبِّ اجْعَلْ لِي آيَةً قَالَ آيَتُكَ أَلَّا تُكَلِّمَ النَّاسَ ثَلَاثَ لَيَالٍ سَوِيًّا (10) فَخَرَجَ عَلَى قَوْمِهِ مِنَ الْمِحْرَابِ فَأَوْحَى إِلَيْهِمْ أَنْ سَبِّحُوا بُكْرَةً وَعَشِيًّا (11)}.
7- “Ey Zekeriyâ, seni bir oğul ile müjdeliyoruz ki ismi Yahya’dır. Biz, bundan önce ona hiç kimseyi adaş yapmadık.” 8- Dedi ki: “Rabbim! Hanımım kısır olduğu ve ben de yaşlılığın son demlerine vardığım halde benim nasıl oğlum olabilir ki?” 9- Dedi ki: “Öyledir, Rabbin buyurdu ki: Bu, benim için pek kolaydır. Bundan önce de seni, hiçbir şey değilken (yoktan) yaratmıştım.” 10- “Rabbim, bana bir alamet ver” dedi. “Senin alametin, sapasağlam olduğun halde insanlarla üç (gün üç) gece konuşamamandır.” buyurdu. 11- Bunun üzerine mabedden kavminin karşısına çıkıp onlara: “Sabah-akşam tesbih edin” diye işaret etti.
#
{7} أي: بشره الله تعالى على يد الملائكة بيحيى، وسمَّاه الله له يحيى، وكان اسماً موافقاً لمسمَّاه؛ يحيا حياة حسيَّةً فتتمُّ به المنَّة، ويحيا حياةً معنويَّة، وهي حياة القلب والروح بالوحي والعلم والدين. {لم نجعل له من قبلُ سميًّا}؛ أي: لم يسمِّ هذا الاسم قبله أحدٌ، ويُحتمل أنَّ المعنى: لم نجعلْ له من قبل مثيلاً ومسامياً؛ فيكون ذلك بشارةً بكماله واتِّصافه بالصفات الحميدة، وأنَّه فاق من قبله، ولكن على هذا الاحتمال؛ هذا العموم لا بدَّ أن يكون مخصوصاً بإبراهيم وموسى ونوح عليهم السلام ونحوهم ممَّن هو أفضلُ من يحيى قطعاً.
7. Yüce Allah melekler vasıtasıyla Zekeriyâ’ya, Yahya’nın doğacağı müjdesini bildirdi. Allah ona Yahya ismini verdi. Gerçekten de Yahya’nın kendisi ile adı arasında bir uyum vardır. O, hem hissedilir, maddi bir hayat yaşadı ve bununla lütuf tamam oldu, hem de manevi bir hayat sürdü ki bu da kalbin ve ruhun vahiy, ilim ve din ile hayat bulmasıdır. “Biz, bundan önce ona hiç kimseyi adaş yapmadık.” Yani ondan önce bu isimde hiçbir kimse yoktur. Anlamın şöyle olma ihtimali de vardır: Biz, ondan önce onun bir benzeri ve onunla denk bir kimse yaratmadık. O zaman bu, Yahya’nın kemalinin, övülmeye değer sıfatlara sahip oluşunun, kendisinden öncekilere üstün olduğunun bir müjdesi olur. Ancak bu ihtimale göre bu umumun mutlaka İbrahim, Mûsâ, Nuh (hepsine selâm olsun) ve bunlara benzer kat’i olarak Yahya’dan daha faziletli olan peygamberler ile tahsis edilmesi gerekir.
#
{8} فحينئذٍ لما جاءته البشارة بهذا المولود الذي طلبه؛ استغربَ وتعجب وقال: {ربِّ أنَّى يكونُ لي غلام}: والحال أنَّ المانع من وجود الولد موجود بي وبزوجتي، وكأنَّه وقتَ دعائه لم يستحضرْ هذا المانع؛ لقوَّة الوارد في قلبه وشدَّة الحرص العظيم على الولد، وفي هذه الحال حين قُبِلَتْ دعوتُه؛ تعجَّب من ذلك.
8. İşte o vakit Zekeriyâ’ya istediği bu çocuğun doğacağı müjdesi verilince bunu şaşkınlıkla karşıladı ve hayret ederek şunları söyledi: “Rabbim” çocuğumun olmasının engelleri bende de hanımımda da bulunuyor iken “benim nasıl oğlum olabilir ki?” Sanki Zekeriyâ, bu duasını yaptığı vakit kalbindeki güçlü duygu ile aşırı derecedeki çocuk arzusundan ötürü bu engeli hatırına getirmemiş gibidir. İşte bu halde duası kabul olununca çocuk sahibi olacağından hayrete düştü.
#
{9} فأجابه الله بقوله: {كذلك قال ربُّكَ هو عليَّ هيِّنٌ}؛ أي: الأمر مستغربٌ في العادة، وفي سنة الله في الخليقة، ولكن قدرة الله تعالى صالحةٌ لإيجاده بدون أسبابها؛ فذلك هيِّن عليه، ليس بأصعب من إيجاده قبلُ، ولم يك شيئاً.
9. Yüce Allah da ona şu şekilde cevap verdi: “Öyledir, Rabbin buyurdu ki: Bu, benim için pek kolaydır.” Yani bu iş, adeten ve Allah’ın yaratıklar arasında geçerli olan sünnetine/kanununa göre anlaşılmadık bir iş olabilir. Ancak Allah’ın kudreti, sebepler olmaksızın da böyle bir şeyi var etmeye yeter. Çünkü bu, Allah’a kolaydır. Zira daha önceden hiçbir şey değilken onu yoktan var etmiştir. O nedenle bu, O’na hiç zor gelmez.
#
{10} {قال ربِّ اجعل لي آيةً}؛ أي: يطمئنُّ بها قلبي، وليس هذا شكًّا في خبر الله، وإنَّما هو كما قال الخليل عليه السلام: {ربِّ أرني كيفَ تُحيي الموتى قال أوَلَم تؤمن قال بلى ولكن ليطمئنَّ قلبي}: فطلب زيادة العلم والوصول إلى عين اليقين بعد علم اليقين، فأجابه الله إلى طِلْبَتِهِ رحمةً به. {قال آيتُك أن لا تكلِّمَ الناس ثلاثَ ليال سويًّا}، وفي الآية الأخرى: {ثلاثةَ أيام إلاَّ رَمْزاً}، والمعنى واحد؛ لأنَّه تارةً يعبِّر بالليالي، وتارةً بالأيَّام، ومؤدَّاها واحدٌ، وهذا من الآيات العجيبة؛ فإنَّ منعَه من الكلام مدة ثلاثة أيام وعجزَه عنه من غير خرسٍ ولا آفةٍ بل كان سويًّا لا نقصَ فيه من الأدلة على قدرةِ الله الخارقةِ للعوائد، ومع هذا ممنوعٌ من الكلام الذي يتعلَّق بالآدميِّين وخطابهم، وأما التسبيح [والتهليل] والذكر ونحوه فغيرُ ممنوع منه، ولهذا قال في الآية الأخرى: {واذكُر ربَّك كثيراً وسبِّح بالعشيِّ والإبكار}.
10. “Rabbim, bana bir alamet ver, dedi” ki kalbim onunla mutmain olsun. Bu, Yüce Allah’ın verdiği haberden yana şüphe dolayısıyla söylenmiş bir söz değildir. Bu, İbrahim el-Halil’in şu talebine benzemektedir: “Rabbim, bana ölüleri nasıl dirilttiğini göster! Yoksa inanmadın mı? diye buyurdu. O da: Elbette (inandım), ama kalbimin mutmain olması için (istiyorum), demişti.” (el-Bakara, 2/260) Böylelikle ilminin daha artmasını, yakîn ilimden sonra ayne’l-yakîne ulaşmayı istemiş, Allah da ona olan rahmetinin tecellisi olarak bu isteğini kabul etmişti. “Senin alametin sapasağlam olduğun halde insanlarla üç (gün üç) gece konuşamamandır, buyurdu.” Diğer bir âyet-i kerimede ise “İşaret ile müstesna üç gün konuşamamandır” (Âl-i İmrân, 3/41) buyrulmaktadır. Anlam aynıdır. Çünkü günü belirtmek için (Arapçada) kimi zaman “gece”, kimi zaman da “gün” tabiri kullanılır, ki her ikisinin de ifade ettiği anlam aynıdır. Hiç şüphesiz ki bu, hayret verici mucizelerdendir. Üç gün süre ile herhangi bir dilsizlik, bir hastalık olmadan konuşmaktan aciz olması, bir eksikliği bulunmayıp her şeyi tastamam olmakla birlikte konuşamaması, Yüce Allah’ın olağanüstü güç ve kudretinin delillerdendir. Bununla birlikte onun, sadece insanlarla ve onlara hitap ile ilgili konularda konuşması engellenmişti. Tesbih, tehlil, zikir ve buna benzer şeyler söylemesi engellenmemişti. O bakımdan bir başka âyet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır: “Rabbini çok an, sabah akşam tesbih et.” (Al-i İmran, 3/41)
#
{11} فاطمأنَّ قلبُه، واستبشر بهذه البشارة العظيمة، وامتثل لأمر الله له بالشكر بعبادته وذكرِهِ، فعكف في محرابه، وخرج على قومه منه {فأوحى إليهم}؛ أي: بالإشارة والرمز، {أن سبِّحوا بكرةً وعشيًّا}: لأنَّ البشارة بيحيى في حقِّ الجميع مصلحة دينية.
11. Böylelikle kalbi mutmain oldu ve bu büyük müjdeden dolayı sevindi. Allah’ın kendisine verdiği emre uyarak O’na şükretti, ibadet etti ve O’nu andı. Mihrabına/mabedine, ibadete çekildi. Mihrabdan kavminin karşısına çıkarak onlara: “Sabah-akşam tesbih edin, diye işaret etti.” Çünkü Yahya’nın doğum müjdesi herkes hakkında dini bir maslahat idi.
Ayet: 12 - 15 #
{يَايَحْيَى خُذِ الْكِتَابَ بِقُوَّةٍ وَآتَيْنَاهُ الْحُكْمَ صَبِيًّا (12) وَحَنَانًا مِنْ لَدُنَّا وَزَكَاةً وَكَانَ تَقِيًّا (13) وَبَرًّا بِوَالِدَيْهِ وَلَمْ يَكُنْ جَبَّارًا عَصِيًّا (14) وَسَلَامٌ عَلَيْهِ يَوْمَ وُلِدَ وَيَوْمَ يَمُوتُ وَيَوْمَ يُبْعَثُ حَيًّا (15)}.
12- “Ey Yahya, Kitab’a sımsıkı sarıl!” (dedik ve) daha çocuk iken ona hüküm/hikmet verdik. 13- Katımızdan bir kalp inceliği ve bir arınmışlık da verdik. O, takvâ sahibi bir kimse idi. 14- Ana-babasına karşı itaatkârdı. Zorba ve isyankâr değildi. 15- Doğduğu günde, öldüğü günde ve diri olarak kabirden kaldırılacağı günde selâm onun üzerinedir!
#
{12} دلَّ الكلام السابق على ولادة يحيى وشبابه وتربيته، فلما وصل إلى حالةٍ يفهم فيها الخطاب؛ أمره الله أنْ يأخذ الكتاب بقوَّة؛ أي: بجدٍّ واجتهادٍ، وذلك بالاجتهاد في حفظ ألفاظه وفهم معانيه والعمل بأوامره ونواهيه، هذا تمامُ أخذِ الكتاب بقوَّة، فامتثل أمر ربِّه، وأقبل على الكتاب فحفظه وفهمه، وجعل الله فيه من الذَّكاء والفطنة ما لا يوجد في غيره، ولهذا قال: {وآتَيْناه الحكم صبيًّا} [أي: معرفة أحكام اللَّه والحكم بها وهو في حال صغره وصباه].
12. Bundan önceki ayetler, Yahya’nın doğumuna, gençliğine ve terbiyesine dairdir. Yahya hitabı kavrayabilecek bir çağa ulaşınca Allah ona tam bir kuvvet ile Kitaba sarılmasını emretmişti. Yüce Allah’ın Kitab’a sımsıkı sarılma emri, onun lafızlarını bellemek, anlamlarını iyice kavramak, emir ve yasakları gereğince amel etmekle olur. İşte tam manasıyla Kitab’a sımsıkı sarılmak budur. O da Rabbinin emrine uydu, Kitab’a yöneldi, onu belledi ve kavradı. Allah, ona başkasında bulunmayacak türden bir zekâ ve kavrayış kabiliyeti ihsan etmişti. Bundan dolayı Yüce Allah: “daha çocuk iken ona hüküm/hikmet verdik” buyurmaktadır. Yani kçükyaşta bir çocuk iken Allah'ın hükümlerini bilme ve onlarla hükmetme imkanı vermiştik.
#
{13} وآتيناه أيضاً {حناناً من لَدُنّا}؛ أي: رحمة ورأفة تيسَّرتْ بها أموره، وصلحتْ بها أحواله، واستقامت بها أفعاله. {وزكاة}؛ أي: طهارة من الآفات والذنوب، فَطَهُرَ قلبُه وتزكَّى عقلُه، وذلك يتضمَّن زوال الأوصاف المذمومة والأخلاق الرديئة وزيادة الأخلاق الحسنة والأوصاف المحمودة، ولهذا قال: {وكان تَقِيًّا}؛ أي: فاعلاً للمأمور تاركاً للمحظور.
13. Yine Biz ona, “Katımızdan bir kalp inceliği” rahmet ve şefkat verdik ki bununla işleri kolaylaştı, hali ıslah oldu ve fiilleri istikamet buldu. “ve bir arınmışlık da verdik.” Çeşitli afetlerden ve günahlardan onu arındırdık. O bakımdan kalbi tertemiz, aklı arı-duru idi. Bu da ondan yerilmeyi gerektiren sıfatların ve kötü huyların uzak olmasını, güzel ahlâkın ve övülmeye değer sıfatların ileri derece olmasını gerektirir. Onun için Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “O, takvâ sahibi bir kimse idi.” Emrolunduğu şeyleri yapan, yasak kılınan şeyleri de terk eden bir kimse idi. Takvâ sahibi mü’min olan bir kimse ise Allah’ın gerçek dostu olur. Takvâ sahipleri için hazırlanmış olan cennetin varislerinden olur ve Yüce Allah’ın takvâ dolayısıyla ihsan edeceğini belirttiği dünyevi ve uhrevi mükâfatları elde eder.
#
{14} ومن كان مؤمناً تقيًّا؛ كان لله وليًّا، وكان من أهل الجنة التي أُعدَّت للمتقين، وحصل له من الثواب الدنيويِّ والأخرويِّ ما رتَّبه الله على التَّقوى، وكان أيضاً {برًّا بوالديه}؛ أي: لم يكن عاقًّا ولا مسيئاً إلى أبويه، بل كان محسناً إليهما بالقول والفعل. {ولم يكن جباراً عَصِيًّا}؛ أي: لم يكن متجبراً متكبراً عن عبادة الله، ولا مترفِّعاً على عباد الله ولا على والديه، بل كان متواضعاً متذلِّلاً مطيعاً أوَّاباً لله على الدوام، فجمع بين القيام بحقِّ الله وحق خلقه.
14. Aynı şekilde o: “Ana-babasına karşı itaatkârdı.” Anne-babasına kötülük yapan, onlara karşı gelen bir kimse değildi. Aksine söz ve davranışlarıyla onlara iyilikte bulunan bir kişi idi. “Zorba ve isyankâr değildi.” Allah’a ibadete karşı büyüklenen, Allah’ın kullarına karşı, anne-babasına karşı büyüklük taslayan bir kişi değildi. Aksine mütevazı, itaatkar ve sürekli Allah'a yönelen biri idi. Böylelikle hem Allah’ın hakkını, hem de kullarının hakkını bir arada yerine getirirdi. Bundan dolayı başından sonuna bütün hallerinde Allah’tan yana esenliğe kavuşturulmuştu. Bunun için Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{15} ولهذا حصلت له السلامة من الله في جميع أحواله؛ مبادئها وعواقبها؛ فلذا قال: {وسلامٌ عليه يومَ وُلِدَ ويومَ يموتُ ويومَ يُبْعَثُ حيًّا}: وذلك يقتضي سلامته من الشيطان والشرِّ والعقاب في هذه الأحوال الثلاثة وما بينها، وأنَّه سالمٌ من النار والأهوال ومن أهل دار السلام؛ فصلوات الله وسلامه عليه وعلى والده وعلى سائر المرسلين، وجعلنا من أتباعِهِم إنَّه جوادٌ كريمٌ.
15. “Doğduğu günde, öldüğü günde ve diri olarak kabirden kaldırılacağı günde ona selâm olsun.” Bu da bu üç halde ve bu üç halin arasındaki bütün hallerde şeytandan, kötülükten ve cezadan yana esenlikte olmasını, cehennem ateşinden ve dehşetli hallerden yana esenliğe kavuşturulmuş olmasını ve selamet/esenlik yurdu olan cennetin ehlinden olmasını gerektirmektedir. Allah’ın salât ve selâmları ona, onun babasına ve diğer bütün peygamberlere olsun. Allah bizleri onlara uyanlardan kılsın. Şüphesiz ki O, pek cömert ve lütufkârdır.
Ayet: 16 - 21 #
{وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ مَرْيَمَ إِذِ انْتَبَذَتْ مِنْ أَهْلِهَا مَكَانًا شَرْقِيًّا (16) فَاتَّخَذَتْ مِنْ دُونِهِمْ حِجَابًا فَأَرْسَلْنَا إِلَيْهَا رُوحَنَا فَتَمَثَّلَ لَهَا بَشَرًا سَوِيًّا (17) قَالَتْ إِنِّي أَعُوذُ بِالرَّحْمَنِ مِنْكَ إِنْ كُنْتَ تَقِيًّا (18) قَالَ إِنَّمَا أَنَا رَسُولُ رَبِّكِ لِأَهَبَ لَكِ غُلَامًا زَكِيًّا (19) قَالَتْ أَنَّى يَكُونُ لِي غُلَامٌ وَلَمْ يَمْسَسْنِي بَشَرٌ وَلَمْ أَكُ بَغِيًّا (20) قَالَ كَذَلِكِ قَالَ رَبُّكِ هُوَ عَلَيَّ هَيِّنٌ وَلِنَجْعَلَهُ آيَةً لِلنَّاسِ وَرَحْمَةً مِنَّا وَكَانَ أَمْرًا مَقْضِيًّا (21)}.
16- Kitapta Meryem’i de an. Hani o, ailesinden ayrılıp doğu tarafında bir yere çekilmişti. 17- Onlarla kendi arasına bir perde germişti. Derken ona ruhumuzu (Cebrail’i) gönderdik de o, ona kusursuz bir insan suretinde göründü. 18- “Senden Rahmân’a sığınırım, eğer Allah'tan korkan bir kimse isen (benden uzak dur), dedi. 19- O da dedi ki: “Ben ancak Rabbinin elçisiyim. Sana tertemiz bir oğul vermek için gönderildim.” 20- Dedi ki: “Bana hiç erkek eli değmediği ve ben iffetsiz biri de olmadığım halde benim nasıl oğlum olabilir ki?” 21- Dedi ki: “Öyledir, Rabbin buyurdu ki: Bu, benim için pek kolaydır. Biz, onu insanlar için bir âyet ve tarafımızdan bir rahmet kılacağız. Bu, hükme bağlanmış bir iştir.”
#
{16} لما ذكر قصة زكريّا ويحيى، وكانت من الآيات العجيبة؛ انتقلَ منها إلى ما هو أعجب منها تدريجاً من الأدنى إلى الأعلى، فقال: {واذْكُرْ في الكتاب}: الكريم {مريمَ}: عليها السلام، وهذا من أعظم فضائلها؛ أنْ تُذْكَرَ في الكتاب العظيم الذي يتلوه المسلمون في مشارق الأرض ومغاربها؛ تُذْكَر فيه بأحسن الذكر وأفضل الثناء؛ جزاءً لعملها الفاضل وسعيها الكامل؛ أي: واذْكُرْ في الكتاب مريم في حالها الحسنة حين {انتبذت}؛ أي: تباعدت عن أهلها {مكاناً شرقيًّا}؛ أي: مما يلي الشرق عنهم.
16. Allah Teala, hayret verici mucizelerden olan Zekeriyâ ve Yahya kıssasını söz konusu ettikten sonra ondan daha hayret verici olana -aşağı basamaktan yukarısına tedrici olarak intikal eden bir üslup ile- geçerek şöyle buyurmaktadır: Kerim olan o “Kitapta Meryem’i” -selâm olsun ona- “de an.” Yeryüzünün doğusunda ve batısında bütün müslümanların okudukları o yüce Kitapta adının anılması, o faziletli ameline ve mükemmel işlerine mükafat olarak en güzel şekilde ve övgüyle anılması, onun için en büyük faziletlerdendir. Yani Kitapta Meryem’i şu güzel haliyle an ki o, aile halkından uzaklaşıp onların doğu yanlarına düşen “doğu tarafında bir yere çekilmişti.”
#
{17} {فاتَّخذتْ من دونهم حجاباً}؛ أي: ستراً ومانعاً، وهذا التباعد منها واتِّخاذ الحجاب لتعتزل وتنفرد بعبادة ربِّها، وتقنت له في حالة الإخلاص والخضوع والذلِّ لله تعالى، وذلك امتثالٌ منها لقوله تعالى: {وإذْ قالتِ الملائكة يا مريمُ إنَّ الله اصطفاكِ وطهرك واصطفاك على نساءِ العالمينَ. يا مريمُ اقْنُتي لربِّكِ واسجُدي واركَعي مع الرَّاكعين}. وقوله: {فأرسَلْنا إليها روحنا}: وهو جبريلُ عليه السلام، {فتمثَّلَ لها بشراً سويًّا}؛ أي: كاملاً من الرجال في صورة جميلة وهيئةٍ حسنةٍ لا عيبَ فيه ولا نقص؛ لكونها لا تحتملُ رؤيته على ما هو عليه.
17. “Onlarla kendi arasına bir perde germişti.” Yani kendisini onlara karşı örtecek bir örtü, bir engel koymuştu. Meryem’in bu şekilde ailesinden uzaklaşıp bir perde germesi, kendi başına Rabbine ibadet edip uzlete çekilmek maksadına yönelikti. Tam bir ihlâs ve alçak gönüllülükle itaat, Yüce Allah’ın önünde tam bir zillet ile ibadet etmek için bunu yapmıştı. Bu şekilde davranması, Allah’ın şu buyruğuna uymak içindi: “Bir vakit melekler: Ey Meryem, şüphesiz ki Allah seni seçti, seni arındırdı ve seni âlemlerin kadınlarından üstün tuttu, demişlerdi. Ey Meryem, Rabbine itaat et, secdeye kapan ve rükû edenlerle beraber rükû et!” (Âli İmran, 3/42-43) “Derken biz ona ruhumuzu” bu, Cebrail aleyhisselam’dır “gönderdik de o, ona kusursuz bir insan” yani oldukça güzel görünümlü, hiçbir eksiği ve kusuru olmayan bir erkek “suretinde göründü.” Çünkü Meryem, Cebrail’i gerçek suretinde görmeye tahammül edemezdi.
#
{18} فلما رأته في هذه الحال، وهي معتزلة عن أهلها، منفردة عن الناس، قد اتَّخذت الحجاب عن أعزِّ الناس عليها، وهم أهلها؛ خافت أن يكون رجلاً قد تعرَّضَ لها بسوءٍ وطَمِعَ فيها، فاعتصمتْ بربِّها واستعاذتْ منه فقالتْ له: {إنِّي أعوذُ بالرحمنِ منك}؛ أي: ألتجئ به، وأعتصم برحمته أن تنالَني بسوءٍ، {إن كنتَ تقيًّا}؛ أي: إن كنت تخافُ الله وتعمل بتقواه؛ فاترك التعرُّض لي؛ فجمعت بين الاعتصام بربِّها وبين تخويفه وترهيبه وأمره بلزوم التقوى، وهي في تلك الحالة الخالية والشباب والبعد عن الناس، وهو في ذلك الجمال الباهر والبشريَّة الكاملة السويَّة، ولم ينطق لها بسوء أو يتعرَّض لها، وإنما ذلك خوف منها، وهذا أبلغ ما يكون من العفَّة والبعد عن الشرِّ وأسبابه، وهذه العفَّة خصوصاً مع اجتماع الدواعي، وعدم المانع مِن أفضل الأعمال، ولذلك أثنى الله عليها، فقال: {ومريمَ ابنةَ عمرانَ التي أحصنتْ فَرْجَها فَنَفَخْنا فيها من روحنا}، {والتي أحْصَنَتْ فرجَها فنَفَخْنا فيه من روحنا وجَعَلْناها وابنها آيةً للعالمين}؛ فأعاضها الله بعفَّتها ولداً من آيات الله، ورسولاً من رسله.
18. İnsanlardan uzakta ve tek başına, kendisi için insanların en değerlileri olan aile halkından ayrı ve onlara karşı bile kendisini perdelemiş vaziyette iken Cebrail’i (bir erkek suretinde) görünce onun kendisine kötülük yapmak isteyen ve bu maksatla gelen bir adam olmasından korktu. Rabbine dayanıp ondan Allah’a sığınarak: “Senden Rahmân’a sığınırım” yani senin bana bir kötülük yapmandan O’na sığınır ve O’nun rahmetine iltica ederim, dedi. “Eğer Allah'tan korkan bir kimse isen (benden uzak dur) yani Allah’tan korkan, O’nun takvâsı gereğince amel eden bir kişi isen bana ilişmekten uzak dur. Böylelikle hem Rabbine sığındı, hem de onu uyararak takvâya bağlı kalmasını emretti. Meryem tek başına, genç halde ve insanlardan uzakta bulunmasına rağmen, ona görünen adam da bunca güzellik ve mükemmel bir yaratılışa sahip olması rağmen, üstelik Meryem’le konuşmamış ve ona herhangi bir kötülüğe yeltenmemişken Meryem’in ondan çekinmesi, hiç şüphesiz iffetin en ileri derecesi, kötülükten ve kötülüğe götüren yollardan uzaklığın en ileri aşamasıdır. İffet, özellikle ona aykırı bir iş yapmayı gerektiren unsurlar hazır olduğu ve hiçbir engelin de bulunmadığı böyle bir halde iffetli olmak, amellerin en faziletlisidir. Bundan dolayı Allah, kendisinden övgüyle söz ederek şöyle buyurmaktadır: “Ve namusunu sapasağlam koruyan İmran kızı Meryem’i de… Biz ona ruhumuzdan üfürmüştük.” (et-Tahrîm, 66/12); “Irzını koruyan o (Meryem’i) de (an). Biz, O’na ruhumuzdan üfledik. Onu ve oğlunu âlemlere bir ayet (ibret ve delil) kıldık.” (el-Enbiya, 21/91) İffeti sayesinde Yüce Allah, âyetlerinden bir âyet ve peygamberlerinden bir peygamber olan bir evlât ile ödüllendirdi.
#
{19} فلما رأى جبريل منها الرَّوْع والخيفة؛ قال: {إنَّما أنا رسولُ ربِّك}؛ أي: إنما وظيفتي وشغلي تنفيذُ رسالة ربي فيك، {لأهَبَ لك غلاماً زكيًّا}: وهذه بشارةٌ عظيمةٌ بالولد وزكائه؛ فإنَّ الزكاء يستلزم تطهيره من الخصال الذَّميمة واتِّصافه بالخصال الحميدة.
19. Cebrail aleyhisselam onun korkup endişelendiğini görünce: “dedi ki: Ben, ancak Rabbinin elçisiyim.” Yani benim görevim, benim işim, Rabbimin senin ile ilgili olarak bana vermiş olduğu elçiliği yerine getirmekten ibarettir. “Sana tertemiz bir oğul vermek için gönderildim.” Bu, ondan doğacak oğula ve onun tertemiz olacağına dair çok büyük bir müjdedir. Çünkü tertemiz olması, onun yerilmeyi gerektiren hasletlerden uzak, buna karşılık övülmeye değer hasletlere sahip olmasını gerektirir.
#
{20} فتعجَّبت من وجود الولد من غير أبٍ، فقالت: {أنَّى يكونُ لي غلامٌ ولم يمسَسْني بشرٌ ولم أكُ بغيًّا}: والولد لا يوجد إلا بذلك.
20. Meryem ise babasız evladın var olmasına hayret ederek: “Bana hiç erkek eli değmediği ve ben iffetsiz biri de olmadığım halde benim nasıl oğlum olabilir ki?” Zira çocuk ancak bu yollarla olabilir.
#
{21} {قال كذلكِ قال ربُّكِ هو عليَّ هيِّنٌ ولِنَجْعَلَه آيةً للناسِ}: تدلُّ على كمال قدرةِ الله تعالى وعلى أنَّ الأسباب جميعها لا تستقلُّ بالتأثير، وإنَّما تأثيرها بتقدير الله، فيُري عباده خرقَ العوائد في بعض الأسباب العاديَّة؛ لئلاَّ يقفوا مع الأسباب، ويقطعوا النظر عن مقدِّرها ومسبِّبها. {ورحمة منَّا}؛ [أي]: ولنجعله رحمةً منَّا به وبوالدته وبالناس: أما رحمةُ الله به؛ فَلِمَا خَصَّه الله بوحيه، ومنَّ عليه بما منَّ به على أولي العزم. وأما رحمتُهُ بوالدته؛ فَلِمَا حصل لها من الفخرِ والثناء الحسن والمنافع العظيمة. وأما رحمتُهُ بالناس؛ فإنَّ أكبر نعمه عليهم أن بَعَثَ فيهم رسولاً، يتلو عليهم آياته، ويزكيِّهم، ويعلِّمهم الكتاب والحكمة فيؤمنون به، ويطيعونه، وتحصُلُ لهم سعادةُ الدنيا والآخرة. {وكان}؛ أي: وجود عيسى عليه السلام على هذه الحالة {أمراً مقضِيًّا}: قضاء سابقاً؛ فلا بدَّ من نفوذ هذا التقدير والقضاء، فنفخ جبريل عليه السلام في جيبها.
21. “Dedi ki: Öyledir, Rabbin buyurdu ki: Bu, benim için pek kolaydır. Biz onu insanlar için” Yüce Allah’ın kudretine ve hiçbir sebebin bağımsız olarak etkili olmadığına, sebeplerin etkisinin ancak Allah’ın takdiri ile olduğuna delâlet edecek “bir âyet… kılacağız.” Böylelikle kullar, sıradan birtakım sebeplerdeki olağanüstülükleri görebilsinler de böylece sebeplere takılı kalmasınlar ve bu sebepleri takdir edeni ve onları sebep kılanı göz ardı etmesinler. “ve tarafımızdan bir rahmet kılacağız” Yani biz, onu tarafımızdan hem ona, hem annesine, hem de bütün insanlara bir rahmet kılacağız. Allah’ın ona olan rahmeti, vahiyde bulunması ve azim sahibi (ulu’l-azm) peygamberlere lütfedip ihsan ettiklerini ona da ihsan etmesidir. Annesine olan rahmeti, bu sebeple onun sahip olduğu büyük gurur, güzel övgü ve pek büyük faydalardır. İnsanlara olan rahmetine gelince onu onlara aralarından kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan, onları arındırıp onlara Kitab’ı ve hikmeti öğreten bir peygamber olarak göndermesidir. Bu, Allah’ın en büyük nimetidir. Ona iman ve itaat ederler, böylelikle de dünya ve âhiret mutluluğuna kavuşurlar. “Bu” İsa aleyhisselam’ın bu şekilde var olması “hükme bağlanmış bir iştir.” ezelde verilmiş bir hükümdür. O nedenle bu ilâhi takdir ve kazanın, yerine gelmesi kaçınılmaz bir şeydir. Bundan sonra Cebrail aleyhisselam Meryem’in elbisesinin yakasına üfledi.
Ayet: 22 - 26 #
{فَحَمَلَتْهُ فَانْتَبَذَتْ بِهِ مَكَانًا قَصِيًّا (22) فَأَجَاءَهَا الْمَخَاضُ إِلَى جِذْعِ النَّخْلَةِ قَالَتْ يَالَيْتَنِي مِتُّ قَبْلَ هَذَا وَكُنْتُ نَسْيًا مَنْسِيًّا (23) فَنَادَاهَا مِنْ تَحْتِهَا أَلَّا تَحْزَنِي قَدْ جَعَلَ رَبُّكِ تَحْتَكِ سَرِيًّا (24) وَهُزِّي إِلَيْكِ بِجِذْعِ النَّخْلَةِ تُسَاقِطْ عَلَيْكِ رُطَبًا جَنِيًّا (25) فَكُلِي وَاشْرَبِي وَقَرِّي عَيْنًا فَإِمَّا تَرَيِنَّ مِنَ الْبَشَرِ أَحَدًا فَقُولِي إِنِّي نَذَرْتُ لِلرَّحْمَنِ صَوْمًا فَلَنْ أُكَلِّمَ الْيَوْمَ إِنْسِيًّا (26)}.
22- Derken ona hamile kaldı ve onunla uzak bir yere çekildi. 23- Nihayet doğum sancısı onu bir hurma ağacının gövdesine (dayanmaya) sevketti. “Ah keşke, bundan önce ölseydim de unutulup gitmiş biri olsaydım.” dedi. 24- (Cebrail) ona alt tarafından şöyle seslendi: “Üzülme! Rabbin senin alt tarafında bir su arkı yarattı.” 25- “Hurma ağacının gövdesini kendine doğru silkele de üzerine olgunlaşmış taze hurmalar dökülsün.” 26- “Artık ye, iç ve gözün aydın olsun. Eğer insanlardan birini görürsen (işaret diliyle) de ki: “Ben Rahmân’a (susma) orucu adadım. Onun için bugün hiçbir insanla konuşmayacağım.”
#
{22} أي: لما حملتْ بعيسى عليه السلام؛ خافتْ من الفضيحة، فتباعدتْ عن الناس مكاناً قصيًّا.
22. Yani Meryem, İsa’ya hamile kalınca rezil olmaktan korktu ve insanlardan uzaklaşarak “uzak bir yere çekildi.”
#
{23} فلما قَرُبَ وِلادُها؛ ألجأها المخاضُ إلى جذع نخلةٍ، فلما آلمها وجع الولادة، ووجعُ الانفراد عن الطعام والشراب، ووجعُ قلبها من قالة الناس، وخافتْ عدمَ صبرِها؛ تمنَّتْ أنَّها ماتتْ قبل هذا الحادث وكانت نَسْياً منسيًّا؛ فلا تُذْكَر، وهذا التمنِّي بناءً على ذلك المزعج، وليس في هذه الأمنيَّة خيرٌ لها ولا مصلحةٌ، وإنَّما الخير والمصلحة بتقدير ما حَصَلَ.
23. Doğum vakti yaklaşınca doğum sancısı, onu bir hurma ağacının gövdesine dayanmaya mecbur etti. Doğum ağrılarından, yeme ve içmekten uzak kalmaktan ve insanların dedikodularından dolayı kalbi ızdırap duyup bu duruma sabredemeyeceğinden endişeye kapılınca bu olaydan önce ölmeyi ve unutulup gitmiş olmayı, kimse tarafından hatırlanmayan biri olmayı temenni etti. Bu temenni, bu şekildeki tedirgin eden zorlu bir hale binaen yapılmıştır. Aslında böyle bir temenninin onun faydasına ve hayrına olacak bir tarafı yoktur. Hayır ve fayda, takdir edilenin meydana gelmesindedir.
#
{24} فحينئذٍ سكَّن المَلَكُ رَوْعها، وثبَّتَ جأشها، وناداها من تحتها؛ لعلَّه من مكان أنزل من مكانها، وقال لها: لا تَحْزني؛ أي: لا تجزعي ولا تهتمِّي؛ فـ {قد جعل ربُّك تحتك سريًّا}؛ أي: نهراً تشربين منه.
24. İşte o vakit melek, endişesini teskin etti, bu ızdırabını dindirerek ona sebat verdi ve ona alt tarafından seslendi. Meleğin ona alttan seslenmesi, seslendiği yerin bulunduğu yerden biraz daha aşağıda olması ihtimalini hatıra getiriyor. Melek ona: “Üzülme”, yani bu işten dolayı tedirgin olma, kederlenme, dedi. “Rabbin senin alt tarafında” su içebileceğin “bir su arkı yarattı.”
#
{25} {وهُزِّي إليك بجذع النخلةِ تُساقِطْ عليك رُطَباً جنيًّا}؛ أي: طريًّا لذيذاً نافعاً.
25. “Hurma ağacının gövdesini kendine doğru silkele de üzerine olgunlaşmış” lezzetli ve faydalı “taze hurmalar dökülsün.”
#
{26} {فكُلي}: من التمر، {واشْربي}: من النهر، {وقَرِّي عَيْناً}: بعيسى؛ فهذا طمأنينتها من جهة السلامة من ألم الولادة وحصول المأكل والمشرب الهنيِّ، وأما من جهة قالة الناس؛ فأمرها أنَّها إذا رأت أحداً من البشر أنْ تقولَ على وجه الإشارة: {إنِّي نذرتُ للرحمن صوماً}؛ أي: سكوتاً، {فلن أكلِّمَ اليوم إنسيًّا}؛ أي: لا تخاطبيهم بكلام لتستريحي من قولهم وكلامهم، وكان معروفاً عندهم أنَّ السكوت من العبادات المشروعة. وإنَّما لم تؤمَرْ بمخاطبتهم في نفي ذلك عن نفسها، لأنَّ الناس لا يصدِّقونها، ولا فيه فائدة، وليكون تبرئتها بكلام عيسى في المهد أعظم شاهدٍ على براءتها؛ فإنَّ إتيان المرأة بولدٍ من دون زوج ودعواها أنَّه من غير أحدٍ من أكبر الدعاوى التي لو أقيم عدَّة من الشهود لم تصدَّق بذلك، فجُعِلَتْ بيِّنةُ هذا الخارق للعادة أمراً من جنسه، وهو كلام عيسى في حال صغره جدًّا، ولهذا قال تعالى:
26. “Artık” o hurmadan “ye” ve o arktan su “iç, gözün” İsa sebebiyle “aydın olsun.” Bu sözler, doğum sancılarından kurtulacağından, afiyetle yiyip içeceği şeylerin hazır olacağından yana ona bir teskin ve huzur vermek içindi. İnsanların dedikodularına gelince ona karşı da herhangi bir insan görecek olursa işaret yoluyla şunları söylemesini emretti: “Ben Rahmân’a (susma) orucu adadım. Onun için bugün hiçbir insanla konuşmayacağım.” Yani onlara hiçbir söz söyleme, böylelikle onlarla konuşup da onların sözlerini dinlemekten yana rahata kavuşacaksın. Susma orucu, onlarca bilinen meşru bir ibadet idi. Meryem’e kendisine yöneltilebilecek ithamı reddetme hususunda insanlarla konuşmamasını emredilmesi, insanların onu tasdik etmeyeceklerinden, dolaysıyla da bunda bir fayda olmayacağından dolayıdır. Diğer taraftan beşikte bulunan İsa’nın söyleceği sözlerle onun tertemiz olduğunun açıklanması içindir ki bu, onun temiz oluşunun en büyük şahididir. Çünkü kocasız bir kadının çocuk sahibi olması ve buna karşılık onun herhangi bir babasının olmadığını iddia etmesi, ileri sürülecek en ağır iddialardandır ki buna dair birçok şahit getirilecek olsa dahi bu iddiayı kimse kabul edilmez. Onun için bu olağanüstü hadisenin doğruluğunun delili de kendi türünden olağanüstü bir hadise kılınmıştır ki bu da son derece küçük (bebek) olan İsa’nın konuşmasıdır. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 27 - 33 #
{فَأَتَتْ بِهِ قَوْمَهَا تَحْمِلُهُ قَالُوا يَامَرْيَمُ لَقَدْ جِئْتِ شَيْئًا فَرِيًّا (27) يَاأُخْتَ هَارُونَ مَا كَانَ أَبُوكِ امْرَأَ سَوْءٍ وَمَا كَانَتْ أُمُّكِ بَغِيًّا (28) فَأَشَارَتْ إِلَيْهِ قَالُوا كَيْفَ نُكَلِّمُ مَنْ كَانَ فِي الْمَهْدِ صَبِيًّا (29) قَالَ إِنِّي عَبْدُ اللَّهِ آتَانِيَ الْكِتَابَ وَجَعَلَنِي نَبِيًّا (30) وَجَعَلَنِي مُبَارَكًا أَيْنَ مَا كُنْتُ وَأَوْصَانِي بِالصَّلَاةِ وَالزَّكَاةِ مَا دُمْتُ حَيًّا (31) وَبَرًّا بِوَالِدَتِي وَلَمْ يَجْعَلْنِي جَبَّارًا شَقِيًّا (32) وَالسَّلَامُ عَلَيَّ يَوْمَ وُلِدْتُ وَيَوْمَ أَمُوتُ وَيَوْمَ أُبْعَثُ حَيًّا (33)}.
27- Derken onu taşıyarak kavmine getirdi. (Ona) dediler ki: “Ey Meryem, gerçekten sen vahim bir iş yaptın!” 28- “Ey Hârûn’un kızkardeşi! Senin baban kötü bir adam değildi. Anan da iffetsiz bir kadın değildi.” 29- Bunun üzerine o da çocuğa işaret etti. Onlar da: “Beşikte bulunan küçük bir çocukla nasıl konuşalım?!” dediler. 30- (İsa) dedi ki: “Ben, Allah’ın kuluyum. O, bana Kitab verdi ve beni peygamber yaptı.” 31- “Nerede olursam olayım beni mübarek kıldı. Hayatta olduğum sürece bana namazı ve zekâtı emretti.” 32- “Beni anneme karşı itaatkar kıldı. Zorba ve bedbaht kılmadı.” 33- “Doğduğum günde, öldüğüm günde ve diri olarak kabirden kaldırılacağım günde selâm benim üzerimedir.”
#
{27} أي: فلما تعلَّت مريمُ من نفاسها؛ أتتْ بعيسى قومَها تحمِلُه، وذلك لعلمها ببراءة نفسها وطهارتها، فأتتْ غير مباليةٍ ولا مكترثةٍ، فقالوا: {لقد جئتِ شيئاً فَرِيًّا}؛ أي: عظيماً وخيماً، وأرادوا بذلك البغي حاشاها من ذلك.
27. Yani Meryem, loğusalığından şifa bulunca İsa’yı taşıyarak hiç aldırış etmeksizin ve hiç sıkılmaksızın kavminin yanına vardı. Bu şekilde davranması kendisinin tertemiz ve her türlü ithamdan uzak olduğunu bilmesindendir. Ona: “Ey Meryem, gerçekten sen vahim” son derece büyük ve kötü “bir iş yaptın!” dediler, bununla -haşa- hayasızlık ettiğini kasdetmişlerdi.
#
{28} {يا أخت هارونَ}: الظاهر أنَّه أخٌ لها حقيقيٌّ فنسبوها إليه، [وكانوا يسمون بأسماء الأنبياء، وليس هو هارون بن عمران أخا موسى، لأن بينهما قروناً كثيرة]، {ما كان أبوك امرأ سَوْءٍ وما كانت أمُّك بغيًّا}؛ أي؛ لم يكن أبواك إلاَّ صالحينِ سالمينِ من الشرِّ، وخصوصاً هذا الشرَّ الذي يشيرون إليه، وقصدُهم: فكيف كنتِ على غير وصفهما وأتيتِ بما لم يأتيا به؟! وذلك أن الذُّرِّيَّة في الغالب بعضها من بعض في الصلاح وضدِّه، فتعجَّبوا بحسب ما قام بقلوبهم؛ كيف وقع منها؟!
28. “Ey Hârûn’un kızkardeşi!” İfadenin zahirinden Hârûn’un, onun gerçek kardeşi olduğu anlaşılmaktadır. Meryem’i Hârûn’a nispet ederek ona seslendiler. Geçmiş peygamberlerin isimleri ile isimlenmek onların âdeti idi. Yoksa o, Musa’nın kardeşi Harun b. İmran değildi. Çünkü ikisi arasında uzun asırlar vardır. “Senin baban kötü bir adam değildi. Anan da iffetsiz bir kadın değildi.” Senin annen de baban da salih kimseler, kötülükten uzak kişilerdi. Özellikle de bu işaret ettikleri kötülükten uzak bir kimse idi. Bu sözden maksatları da şuydu: Sen, nasıl onların niteliklerinden ayrı düştün ve onların yapmadıkları bir işi yaptın? Çünkü soy sop çoğunlukla iyilikte olsun kötülükte olsun birbirine benzerler. Onlar da kalplerinde doğan duygu doğrultusunda böyle bir işi nasıl yaptı diye hayret ettiler.
#
{29} {فأشارتْ} لهم {إليه}؛ أي: كلِّموه، وإنَّما أشارت لذلك لأنَّها أمرت عند مخاطبة الناس لها أن تقول: {إنِّي نذرتُ للرحمن صوماً فلن أكَلِّمَ اليوم إنسيًّا}، فلما أشارت إليهم بتكليمه؛ تعجَّبوا من ذلك، وقالوا: {كيف نكلِّمُ مَن كانَ في المهدِ صَبيًّا}؛ لأنَّ ذلك لم تجرِ به عادةٌ ولا حصل من أحدٍ في ذلك السنِّ.
29. Meryem de çocuğa işaret etti. Yani onunla konuşun, demek istedi. Bu şekilde işaret etmesine sebep, insanların kendisiyle konuşmaları halinde bu şekilde davranmasının emrolunmuş olmasıydı. Zira ona, insanlara: “Ben Rahmân’a (susma) orucu adadım. Onun için bugün hiçbir insanla konuşmayacağım” demesi emredilmişti. İsa ile konuşmalarını işaret edince bundan hayrete düşerek: “Beşikte bulunan bir çocukla nasıl konuşalım? dediler.” Çünkü bu, görülmüş bir şey değildir ve bu yaşta hiç kimse konuşmamıştır.
#
{30} فحينئذٍ قال عيسى عليه السلام وهو في المهد صبيٌّ: {إنِّي عبد الله آتانيَ الكتاب وجَعَلَني نبيًّا}: فخاطبهم بوصفه بالعبوديَّة، وأنه ليس فيه صفةٌ يستحقُّ بها أن يكون إلهاً أو ابناً للإله، تعالى الله عن قول النصارى المخالفين لعيسى في قوله: {إنِّي عبدُ الله}، ومدَّعون موافقته، {آتانيَ الكتابَ}؛ أي: قضى أن يؤتيني الكتابَ، {وجَعَلَني نبيًّا}: فأخبرهم بأنَّه عبدُ الله، وأنَّ الله علَّمه الكتاب وجعله من جملة أنبيائه؛ فهذا من كماله لنفسه.
30. O vakit İsa aleyhisselam henüz beşikte bir bebek olduğu halde onlara hitap edip Allah’ın kulu olduğunu söyledi ve kendisinde ilâh olmaya yahut ilâhın oğlu olmaya layık bir sıfat bulunmadığını söyledi. Yüce Allah, İsa’ya uyduklarını iddia edip de: “Ben, Allah’ın kuluyum” sözünde ona muhalefet eden hristiyanların sözlerinden yüce ve münezzehtir. “O, bana Kitap verdi” Kitap vermeyi hükmetti “ve beni peygamber yaptı.” Böylelikle İsa aleyhisselam onlara Allah’ın kulu olduğunu, Allah’ın kendisine Kitabı öğrettiğini ve onu peygamberlerinden birisi kıldığını haber vermiş oldu. Bütün bunlar, İsa’nın bizzat sahip kılındığı kemal özelliklerindendir.
#
{31} ثم ذكر تكميلَه لغيره، فقال: {وجَعَلَني مباركاً أينما كنت}؛ أي: في أيِّ مكانٍ وأيِّ زمان؛ فالبركةُ جعلها الله فيَّ من تعليم الخير والدعوة إليه والنهي عن الشرِّ والدعوة إلى الله في أقوالِهِ وأفعالِهِ؛ فكلُّ من جالسه أو اجتمع به؛ نالتْه بركتُه وسَعِدَ به مصاحبه. {وأوصاني بالصَّلاة والزَّكاة ما دمتُ حيًّا}؛ أي: أوصاني بالقيام بحقوقه التي من أعظمها الصلاة، وحقوق عباده التي أجلُّها الزكاة؛ مدَّة حياتي؛ أي: فأنا ممتثلٌ لوصيَّة ربِّي، عاملٌ عليها، منفذٌ لها.
31. Daha sonra kendisinin başkalarını da kemale eriştireceğini söz konusu ederek şunları söyledi: “Nerede” hangi zaman ve mekânda “olursam olayım beni mübarek kıldı.” Hayrı öğretmek, ona davet etmek ve kötülükten alıkoymak hususlarında Allah beni mübarek/bereketli kıldı. Allah’a daveti hem sözlerinde hem de davranışlarında idi. Onunla birlikte oturan yahut onunla bir araya gelen herkes, onun bereketine nail olur ve onunla arkadaşlık eden onunla mutlu olurdu. “Hayatta olduğum sürece bana namazı ve zekâtı emretti.” Yani Allah, bana en büyükleri namaz olan kendi haklarını, en değerli ve üstünü zekât olan kul haklarını hayatta kaldığım sürece yerine getirmemi emretti. Yani ben, Rabbimin bana tavsiye edip emrettiğini yerine getirecek, gereğince amel edecek ve onu ifa edeceğim.
#
{32} وأوصاني أيضاً أن أبَرَّ والدتي فأحسِنَ إليها غايةَ الإحسان، وأقومَ بما ينبغي لها؛ لشرفِها وفضلِها، ولكونِها والدةً لها حقُّ الولادة وتوابعها. {ولم يَجْعَلْني جباراً}؛ أي: متكبراً على الله مترفِّعاً على عباده، {شقيًّا}: في دنياي وأخراي، فلم يجعلني كذلك، بل جعلني مطيعاً له خاضعاً خاشعاً متذللاً متواضعاً لعباد الله سعيداً في الدُّنيا والآخرة أنا ومن اتَّبعني.
32. Yine Rabbim bana anneme itaat edip ona son derece güzel davranmamı, ona karşı gereken şekilde muamele etmemi de emretti. Çünkü onun üstün bir şerefi ve fazileti vardır. Diğer taraftan onun annelik hakkı ve buna bağlı diğer hakları da vardır. “Beni zorba” Allah’a karşı kibirlenen ve kullarına karşı da büyüklük taslayan biri “ve” dünya ve âhirette “bedbaht kılmadı.” Allah beni böyle birisi kılmadı, aksine kendisine itaat eden, O’na karşı zilletle boyun eğen, Allah’ın kullarına karşı alçak gönüllü ve beni bana uyanlarla birlikte dünya ve âhirette mutluluğa kavuşan birisi kıldı.
#
{33} فلما تمَّ له الكمالُ ومحامد الخصال؛ قال: {وسلامٌ عليَّ يومَ ولِدْتُ ويوم أموتُ ويومَ أبعثُ حيًّا}؛ أي: من فضل ربي وكرمه حصلتْ لي السلامةُ يوم ولادتي ويوم موتي ويوم بعثي من الشرِّ والشيطان والعقوبة، وذلك يقتضي سلامته من الأهوال ودار الفجَّار، وأنَّه من أهل دار السلام؛ فهذه معجزةٌ عظيمة وبرهانٌ باهرٌ على أنَّه رسول الله وعبدُ الله حقًّا.
33. İsa bu kemal sıfatlara ve övülecek güzel hasletlere sahip olduğundan ötürü devamla şunları söylemiştir: “Doğduğum günde, öldüğüm günde ve diri olarak kabirden kaldırılacağım günde selâm benim üzerimedir.” Yani Rabbimin lütuf ve keremi sayesinde ben doğduğum günde de öldükten sonra diriltileceğim günde de kötülüklerden, şeytandan ve cezaya çarptırılmaktan kurtulup esenliğe kavuşturuldum. Bu, İsa’nın her türlü dehşetten ve günahkârlar yurdundan esenlikte olmasını, buna karşılık esenlik yurdu olan cennetin ahalisinden olmasını gerektirir. İşte bu, onun Allah’ın rasûlü ve O’nun gerçek bir kulu olduğuna dair pek büyük bir mucize ve göz kamaştırıcı bir delildir.
Ayet: 34 - 36 #
{ذَلِكَ عِيسَى ابْنُ مَرْيَمَ قَوْلَ الْحَقِّ الَّذِي فِيهِ يَمْتَرُونَ (34) مَا كَانَ لِلَّهِ أَنْ يَتَّخِذَ مِنْ وَلَدٍ سُبْحَانَهُ إِذَا قَضَى أَمْرًا فَإِنَّمَا يَقُولُ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ (35) وَإِنَّ اللَّهَ رَبِّي وَرَبُّكُمْ فَاعْبُدُوهُ هَذَا صِرَاطٌ مُسْتَقِيمٌ (36)}.
34- İşte hakkında şüpheye düştükleri Meryem oğlu İsa -hak söz olarak- budur. 35- Allah’ın çocuk edinmesi olacak şey değildir. O, bundan münezzehtir. O, bir işe hükmettiğinde ona yalnızca “Ol” der, o da hemen oluverir. 36- “Şüphesiz Allah benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir. O halde O’na ibadet edin. Dosdoğru yol işte budur.”
#
{34 ـ 35} أي: ذلك الموصوف بتلك الصفات عيسى ابن مريم من غير شكٍّ ولا مِريةٍ، بل {قول الحقِّ} وكلام الله الذي لا أصدقَ منه قيلاً ولا أحسن منه حديثاً؛ فهذا الخبر اليقينيُّ عن عيسى عليه السلام، وما قيل فيه ممَّا يخالفُ هذا؛ فإنَّه مقطوعٌ ببطلانه، وغايتُه أن يكون شكًّا من قائلِهِ لا علم له به، ولهذا قال: {الذي فيه يَمْتَرونَ}؛ أي: يشكُّون فيمارون بشكِّهم ويجادلون بِخَرْصِهِم؛ فمن قائل عنه: إنَّه الله، أو ابن الله، أو ثالث ثلاثة، تعالى الله عن إفكِهِم وتقوُّلهم علوًّا كبيراً؛ فـ {ما كان لله أن يتَّخذ من ولدٍ}؛ أي: ما ينبغي ولا يليق؛ لأنَّ ذلك من الأمور المستحيلة؛ لأنَّه الغنيُّ الحميد المالك لجميع الممالك؛ فكيف يتَّخذ من عبادِهِ ومماليكه ولداً. {سبحانه}؛ أي: تنزَّه وتقدَّس عن الولد والنقص، {إذا قضى أمراً}؛ أي: من الأمور الصغار والكبار؛ لم يمتنعْ عليه ولم يستصعبْ، {فإنما يقول له كن فيكون}؛ فإذا كان قدرُهُ ومشيئتُهُ نافذاً في العالم العلويِّ والسفليِّ، فكيف يكون له ولدٌ؟! وإذا كان، إذا أراد شيئاً؛ قال له: كنْ فيكونُ؛ فكيف يُسْتَبْعَدُ إيجاده عيسى من غير أب؟!
34. Yani işte bu sıfatlara sahip olan, hiç şüphesiz ve tereddütsüz olarak Meryem oğlu İsa’dır. Kendisinden daha doğru ve daha güzel söz asla bulunmayan Allah’ın hak kelâmına, doğru sözüne göre o, böyle biridir. İsa aleyhisselam hakkındaki kesin haber budur, onun hakkında buna muhalif olarak söylenen bütün sözler de kesin olarak batıldır. Bu sözler, en fazla o sözü söyleyenlerin bilgisi söz konusu olmaksızın şüphe ile söylenmiş bir söz olabilir. İşte bu nedenle “hakkında şüpheye düştükleri…” buyrulmuştur. Yani şüpheye düşüp de bu şüpheleri dolayısıyla tartışmaya koyuldukları ve zanlarına göre çekiştikleri, demektir. Çünkü kimisi “O, Allah’tır” yahut “Allah’ın oğludur” derken kimisi de “O, üç ilâhın üçüncüsüdür”, der. Şanı Yüce Allah, onların uydurduklarından ve iftiralarından alabildiğine yüce ve münezzehtir. 35. “Allah’ın çocuk edinmesi olacak şey değildir.” Yani böyle bir şey, Allah’a yaraşmaz ve yakışmaz. Çünkü bu, Allah hakkında imkânsız şeylerdendir. Zira O, hiçbir şeye muhtaç değildir, çok zengindir. Her türlü övgüye layık olan Hamid, ve her şeyin mutlak sahibi olan Maliktir. Nasıl olur da kulları arasından ve mülkü olan varlıklardan evlât edinebilir ki? “O, bundan münezzehtir.” Çocuk sahibi olmaktan ve eksiklikten münezzehtir, çok yücedir. Küçük, büyük herhangi “bir işe hükmettiğinde ona yalnızca “Ol” der” O işi yapmak O’nun için imkânsız değildir ve O’na zor gelmez, “o da hemen oluverir.” Ulvi alemde de süfli alemde de onun kaderi ve meşîeti/dilemesi geçerli olduğuna göre O’nun nasıl çocuğu olabilir? O, bir şey dilediği vakit ona “Ol der, o da hemen oluverir.” O halde İsa’nın babasız olarak var edilmesi nasıl uzak bir ihtimal olarak görülebilir?
#
{36} ولهذا أخبر عيسى أنَّه عبدٌ مربوب كغيره، فقال: {وإنَّ الله ربِّي وربُّكم}: الذي خلقنا وصوَّرنا ونَفَذَ فينا تدبيرُه وصَرَفَنا تقديرُه. {فاعبدوه}؛ أي: أخلصوا له العبادة واجتهدوا في الإنابة. وفي هذا الإقرار بتوحيد الربوبيَّة وتوحيد الإلهيَّة والاستدلال بالأول على الثاني، ولهذا قال: {هذا صراطٌ مستقيمٌ}؛ أي: طريق معتدلٌ موصلٌ إلى الله؛ لكونِهِ طريق الرسل وأتباعهم، وما عدا هذا؛ فإنَّه من طرق الغيِّ والضَّلال.
36. Onun için İsa, Allah’ın diğer varlıklar gibi kendisinin de Rabbi olduğunu haber vererek şunları söylemişti: “Şüphesiz Allah benim de Rabbimdir, sizin de Rabbinizdir.” Bizi yaratan, bize suret verip şekillendiren, hüküm ve takdiri bize egemen olan O’dur. “O halde O’na ibadet edin.” İbadeti O’na ihlâsla yapın, O’na ortak koşmayın. Bütün gayretinizle O’na yönelin. Bu ifadelerle rubûbiyet ve uluhiyet tevhidi ortaya konmakta ve birincisi, ikincisine delil olarak gösterilmektedir. İşte bundan dolayı: “Dosdoğru yol işte budur” buyrulmaktadır. Yani dengeli ve Allah’a ulaştıran yol budur. Çünkü bu, peygamberlerin ve onlara uyanların yoludur. Bunun dışındaki yollar ise sapıklık ve azgınlık yollarıdır.
Ayet: 37 - 38 #
{فَاخْتَلَفَ الْأَحْزَابُ مِنْ بَيْنِهِمْ فَوَيْلٌ لِلَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ مَشْهَدِ يَوْمٍ عَظِيمٍ (37) أَسْمِعْ بِهِمْ وَأَبْصِرْ يَوْمَ يَأْتُونَنَا لَكِنِ الظَّالِمُونَ الْيَوْمَ فِي ضَلَالٍ مُبِينٍ (38)}.
37- (Ehl-i kitaptan) birtakım gruplar, kendi aralarında anlaşmazlığa düştüler. O büyük günde hazır olacaklarından dolayı vay o kâfirlerin haline! 38- Bize gelecekleri gün (gerçekleri) ne iyi işitir, ne iyi görürler! Fakat o zalimler bugün apaçık bir sapıklık içindedir.
#
{37} لما بيَّن تعالى حال عيسى ابن مريم الذي لا يُشَكُّ فيها ولا يُمترى؛ أخبر أنَّ الأحزاب؛ أي: فرق الضلال من اليهود والنصارى وغيرهم على اختلاف طبقاتهم اختلفوا في عيسى عليه السلام؛ فمن غالٍ فيه وجافٍ؛ فمنهم من قالَ: إنه الله! ومنهم من قال: إنه ابن الله! ومنهم من قال: إنه ثالثُ ثلاثة! ومنهم من لم يجعلْه رسولاً، بل رماه بأنَّه ولد بغيٍّ كاليهود! وكل هؤلاء أقوالهم باطلةٌ، وآراؤهم فاسدةٌ مبنيَّة على الشكِّ والعناد والأدلَّة الفاسدة والشُّبه الكاسدة، وكلُّ هؤلاء مستحقُّون للوعيد الشديد، ولهذا قال: {فويلٌ للذين كفروا}: بالله ورسله وكتبه، ويدخُلُ فيهم اليهودُ والنصارى، القائلون بعيسى قول الكفر، {من مَشْهَدِ يوم عظيم}؛ أي: مشهد يوم القيامة، الذي يشهدُهُ الأوَّلون والآخرون، أهل السماوات وأهل الأرض، الخالق والمخلوق، الممتلئ بالزلازل والأهوال، المشتمل على الجزاء بالأعمال؛ فحينئذٍ يتبيَّن ما كانوا يُخفون، ويبُدون، وما كانوا يكتمون.
37. Yüce Allah hakkında herhangi bir şüphe ve tereddüdün söz konusu olmadığı Meryem oğlu İsa’nın durumunu açıkladıktan sonra yahudi, hristiyan ve diğerlerinden oluşan çeşitli sapık fırkaların, aralarındaki farklılıklar çerçevesinde İsa aleyhisselam hakkında da ihtilâfa düştüklerini haber vermektedir. Bu konuda kimisi aşırıya kaçmıştır, kimisi de oldukça kusurludur. Aralarından kimisi, “O Allah’tır” derken, kimisi “Allah’ın oğludur”, kimisi “Üçün üçüncüsüdür”, demiştir. Kimileri de -yahudiler gibi- İsa’yı peygamber bile kabul etmemiş aksine onun -haşa- bir veled-i zina olduğu iftirasında dahi bulunmuştur. Bütün bunların sözleri batıldır, görüşleri tutarsızdır, şüphe ve inada dayalıdır. Çürük bahaneler ile anlamsız şüphelerdir ve bütün bu iddia sahipleri oldukça ağır bir tehdidi hak eden kimselerdir. Onun için Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “O” öncekilerin de sonrakilerin de göktekilerin de yerdekilerin de yaratanın da yaratılanın da tanık olacağı “büyük günde” kıyamet gününde “hazır olacaklarından dolayı vay o kâfirlerine haline!” Allah’ı, peygamberlerini ve kitaplarını inkar edenlerin vay haline! Bunların kapsamına İsa hakkında küfrü gerektiren sözler söyleyen yahudiler ve hristiyanlar da girmektedir. İşte o gün büyük sarsıntılarla ve dehşetlerle dolup taşacaktır. O günde amellerin karşılığı verilecektir. İşte o vakit neyi gizlemiş, neyi açıklamış idilerse, neyi örtüp saklamaya çalıştılarsa hepsi ortaya çıkacaktır.
#
{38} {أسمِعْ بهم وأبصِرْ يوم يأتوننا}؛ أي: ما أسمعهم وما أبصرهم في ذلك اليوم، فيقرُّون بكفرِهم وشركِهم وأقوالهم، ويقولون: {ربَّنا أبْصَرْنا وسَمِعْنا فارْجِعْنا نعملْ صالحاً إنَّا موقنونَ}: ففي القيامة يستيقنون حقيقة ما هم عليه. {لكنِ الظالمونَ اليوم في ضلال مبينٍ}: وليس لهم عذرٌ في هذا الضلال؛ لأنَّهم بين معاندٍ ضالٍّ على بصيرةٍ عارف بالحقِّ صادف عنه، وبين ضالٍّ عن طريق الحقِّ، متمكِّن من معرفة الحقِّ والصواب، ولكنَّه راضٍ بضلاله، وما هو عليه من سوء أعمالِهِ، غير ساعٍ في معرفة الحقِّ من الباطل. وتأمَّل كيف قال: {فويلٌ للذين كفروا}؛ بعد قوله: {فاختلف الأحزاب من بينهم}، ولم يقلْ: فويلٌ لهم؛ ليعود الضمير إلى الأحزاب؛ لأنَّ من الأحزاب المختلفين طائفةً [أصابت] ووافقت الحقَّ فقالت في عيسى: إنَّه عبدُ الله ورسولُه، فآمنوا به واتَّبعوه؛ فهؤلاء مؤمنون غير داخلين في هذا الوعيد؛ فلهذا خصَّ الله بالوعيد الكافرين.
38. “Bize gelecekleri gün (gerçekleri) ne iyi işitir, ne iyi görürler!” Küfürlerini, şirklerini ve söyledikleri sözleri bizzat kendileri ikrar ve itiraf edecekler ve: “Rabbimiz, gördük ve işittik artık bizi dünyaya geri döndür de salih amel işleyelim, gerçekten biz kesin olarak inandık.” (es-Secde, 32/12) diyeceklerdir. İşte kıyamet gününde dünyada iken tuttukları yolun gerçek mahiyetinin ne olduğunu kesin olarak bilmiş olacaklardır. “Fakat o zalimler bugün apaçık bir sapıklık içindedir.” Ve bu konuda onların herhangi bir mazeretleri olmayacaktır. Çünkü onlar, ya hakkı bilen ama inat edip haktan bile bile sapan ve ondan yan çizen kimselerdirler yahut da hakkı ve doğruyu bilme imkânına sahip olmakla birlikte hak yoldan sapan, sapıklığına ve kötü amellerine razı olan, hakkı batıldan ayırt etmek için de hiçbir çaba göstermeyen kimselerdir. urada Yüce Allah’ın: (Ehl-i kitaptan) birtakım gruplar kendi aralarında anlaşmazlığa düştüler” buyruğundan sonra: “Vay o kâfirlerin haline!” buyurularak “vay onların haline” buyrulmadığı üzerinde dikkatle düşünelim. Çünkü “onlar” denilecek olsa zamir “gruplar”a ait olur. Oysa anlaşmazlığa düşen bu gruplar arasında doğruyu isabet ettiren bir kesim de vardır. Bunlar hakka uygun kanaata sahiptirler ve İsa’nın Allah’ın kulu ve rasûlü olduğunu söyleyip ona iman etmiş ve ona uymuşlardır. Bunlar mü’mindirler ve bu tehdidin kapsamına girmezler. Bundan dolayı Yüce Allah da tehdidi sadece kâfirlere tahsis etmiştir.
Ayet: 39 - 40 #
{وَأَنْذِرْهُمْ يَوْمَ الْحَسْرَةِ إِذْ قُضِيَ الْأَمْرُ وَهُمْ فِي غَفْلَةٍ وَهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ (39) إِنَّا نَحْنُ نَرِثُ الْأَرْضَ وَمَنْ عَلَيْهَا وَإِلَيْنَا يُرْجَعُونَ (40)}.
39- Sen, onları (hesabın görülüp) işin hükme bağlanacağı o pişmanlık günü ile uyar. Zira onlar gaflet içindedirler ve iman etmiyorlar. 40- Yeryüzüne ve üzerindekilere ancak biz mirasçı olacağız ve onlar yalnız bize döndürüleceklerdir.
#
{39 ـ 40} الإنذار: هو الإعلام بالمخوِّف على وجه الترهيب والإخبارُ بصفاته، وأحقُّ ما يُنْذَر به ويخوَّف به العباد يومُ الحسرةِ حين يُقْضى الأمر، فيُجْمع الأولون والآخرون في موقفٍ واحدٍ، ويُسألون عن أعمالهم؛ فمن آمن بالله واتَّبع رسله؛ سَعِدَ سعادةً لا يشقى بعدها، ومَنْ لم يؤمنْ بالله ويتَّبِع رسله؛ شقي شقاوةً لا يسعدُ بعدها، وخَسِرَ نفسَه وأهله؛ فحينئذٍ يتحسَّر ويندم ندامةً تنقطع منها القلوبُ، وتتصدَّع منها الأفئدة، وأيُّ حسرة أعظم من فوات رضا الله وجنَّتِهِ واستحقاق سخطِهِ والنار على وجهٍ لا يَتَمَكَّنُ من الرجوع لِيَسْتَأنِفَ العمل، ولا سبيل له إلى تغيير حالِهِ بالعَوْد إلى الدُّنيا؟! فهذا قدَّامهم، والحالُ أنَّهم في الدُّنيا في غفلة عن هذا الأمر العظيم؛ لا يخطر بقلوبهم، ولو خطر؛ فعلى سبيل الغفلةِ، قد عمَّتهم الغفلة، وشملتهم السكرةُ؛ فهم لا يؤمنون بالله، ولا يتَّبِعون رسله، قد ألهتهم دُنياهم، وحالتْ بينهم وبين الإيمان شهواتُهم المنقضية الفانية؛ فالدنيا وما فيها من أولها إلى آخرها ستذهبُ عن أهلها ويذهبون عنها، وسيرثُ الله الأرض ومَنْ عليها، ويرجعهم إليه، فيجازيهم بما عملوا فيها، وما خسروا فيها أو ربحوا؛ فمن عمل خيراً؛ فليحمدِ الله، ومن وَجَدَ غير ذلك؛ فلا يلومنَّ إلاَّ نفسه.
39-40. İnzâr/uyarı, korkulu bir şeyi uyarı amacıyla bildirmek ve onun niteliklerini sakındırma amaçlı haber vermektir. Kulların uyarılıp sakındırılmasına en layık olan şey, işin hükme bağlanacağı o pişmanlık günüdür. O gün ki öncekiler de sonrakiler de aynı yerde durdurulacaklar ve amelleri hakkında sorguya çekileceklerdir. Allah’a iman edip peygamberlerine uyan kimse, bir daha bedbahtlık söz konusu olmaksızın mutlu ve bahtiyar olacaktır. Allah’a iman etmeyip peygamberlerine uymayan kimseler ise bir daha mutluluk yüzü görmeksizin ebediyen bedbaht olacaklar, hem kendileri hem de aile halklarını ziyana uğratmış olacaklardır. İşte o vakit pişmanlık duyacak ve üzülecekledir. Öyle ki bu keden ve pişmanlıktan dolayı kalpler parçalanacaktır. Yeniden amelde bulunabilmek için geri dönme imkânı ve dünyaya dönüp durumunu değiştirme fırsatı bulunmayacak bir şekilde Allah’ın rızasını ve cennetini elden kaçırıp O’nun gazabını ve cehennem ateşini hak etmekten daha büyük pişmanlık sebebi olabilir mi? İşte onları bekleyen son, budur. Ancak onlar, bu dünya hayatında hatırlarına bile getirmedikleri bu büyük işten gaflettedirler. Hatırlarına gelecek olsa dahi gaflet içerisinde kalmaya devam ederler. Çünkü gaflet, onları büsbütün kuşatmış, sarhoşlukları her yanlarını kaplamıştır. Onlar, ne Allah’a iman ederler, ne peygamberlerine uyarlar. Dünyaları onları oyalayıp durmakta, fani ve geçici arzuları iman etmelerine engel olmaktadır. Başından sonuna kadar içindeki her şeyle birlikte dünya, dünyada yaşayanların elinden çıkacaktır. Onlar da bu dünyayı bırakıp gidecektir. Yüce Allah, yeryüzüne ve onun üzerindekilere mirasçı olacak, onları kendi huzuruna döndürecek ve dünyada iken yaptıkları amellerinin karşılığını onlara verecektir. Neyi kaybetmişler yahut neyi kazanmışlarsa onu göreceklerdir. Bundan dolayı hayır amel işleyen kimse, Yüce Allah’a hamdetsin. Bundan başka şeylerle karşılaşanlar ise kendilerinden başka kimseyi kınamasınlar.
Ayet: 41 - 50 #
{وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ إِبْرَاهِيمَ إِنَّهُ كَانَ صِدِّيقًا نَبِيًّا (41) إِذْ قَالَ لِأَبِيهِ يَاأَبَتِ لِمَ تَعْبُدُ مَا لَا يَسْمَعُ وَلَا يُبْصِرُ وَلَا يُغْنِي عَنْكَ شَيْئًا (42) يَاأَبَتِ إِنِّي قَدْ جَاءَنِي مِنَ الْعِلْمِ مَا لَمْ يَأْتِكَ فَاتَّبِعْنِي أَهْدِكَ صِرَاطًا سَوِيًّا (43) يَاأَبَتِ لَا تَعْبُدِ الشَّيْطَانَ إِنَّ الشَّيْطَانَ كَانَ لِلرَّحْمَنِ عَصِيًّا (44) يَاأَبَتِ إِنِّي أَخَافُ أَنْ يَمَسَّكَ عَذَابٌ مِنَ الرَّحْمَنِ فَتَكُونَ لِلشَّيْطَانِ وَلِيًّا (45) قَالَ أَرَاغِبٌ أَنْتَ عَنْ آلِهَتِي يَاإِبْرَاهِيمُ لَئِنْ لَمْ تَنْتَهِ لَأَرْجُمَنَّكَ وَاهْجُرْنِي مَلِيًّا (46) قَالَ سَلَامٌ عَلَيْكَ سَأَسْتَغْفِرُ لَكَ رَبِّي إِنَّهُ كَانَ بِي حَفِيًّا (47) وَأَعْتَزِلُكُمْ وَمَا تَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ وَأَدْعُو رَبِّي عَسَى أَلَّا أَكُونَ بِدُعَاءِ رَبِّي شَقِيًّا (48) فَلَمَّا اعْتَزَلَهُمْ وَمَا يَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ وَهَبْنَا لَهُ إِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ وَكُلًّا جَعَلْنَا نَبِيًّا (49) وَوَهَبْنَا لَهُمْ مِنْ رَحْمَتِنَا وَجَعَلْنَا لَهُمْ لِسَانَ صِدْقٍ عَلِيًّا (50)}.
41- Kitapta İbrahim’i de an! O, bir sıddîk, bir peygamber idi. 42- Bir vakit babasına şöyle demişti: “Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir faydası olmayan şeylere niçin ibadet edersin?” 43- “Babacığım, bana sana gelmeyen bir ilim geldi. O nedenle bana tabi ol ki seni dosdoğru bir yola ileteyim.” 44- “Babacığım, şeytana ibadet etme! Şüphesiz şeytan Rahmân’a karşı çok isyankardır.” 45- “Babacığım, doğrusu ben, Rahmân tarafından bir azabın sana dokunmasından ve böylece şeytanın dostu olmandan, korkuyorum.” 46- Dedi ki: “Ey İbrahim! Sen benim ilâhlarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer bundan vazgeçmezsen seni kesinlikle taşa tutarım. Benden uzak dur, uzun bir süre de yanıma yaklaşma!” 47- Dedi ki: “Selâm olsun sana! Ben Rabbimden senin için mağfiret isteyeceğim. Çünkü O, bana karşı gerçekten lütufkârdır.” 48- “Ben sizi de sizin Allah’ın dışında yalvardıklarınızı da terk ediyor ve yalnız Rabbime dua ediyorum. Rabbime dua etmekle mahrum olmayacağımı ümit ediyorum.” 49- İbrahim, onları ve onların Allah’ın dışında taptıklarını terk edince biz de ona İshak’ı ve Yakub’u bağışladık. Her ikisini de peygamber yaptık. 50- Hepsine de rahmetimizden bağışladık ve dillerden düşmeyen haklı ve yüce bir nam verdik.
Kitapların en üstünü, en faziletlisi, en yücesi bu Kitâb-ı mubîn, bu hikmet dolu Zikirdir. Eğer bu kitapta birtakım haberler zikredilmiş ise hiç şüphesiz haberlerin en doğru, en gerçek ve en faydalıları onlardır. Eğer bu kitapta emir ve yasak söz konusu edilmiş ise elbetteki bunlar emir ve yasakların en yüceleri, en dengelileri ve en adaletlileridir. Eğer bu kitapta ceza, vaat ve tehditler söz konusu edilmiş ise şüphesiz bunlar bilgilerin en doğrusu, en gerçeği, hikmete, adalete ve fazilete en ileri derecede yol gösterici olanlarıdır. Eğer bu kitapta nebiler ve rasûller söz konusu edilmiş ise elbetteki bu kitapta kendilerinden söz edilenler, başkalarından daha kâmil ve daha faziletlidir. İşte bundan dolayı Kur’ân-ı Kerim’de başkalarına üstün kılınmış, kadirleri yüksek tutulmuş, şanları yüceltilmiş peygamberlerin kıssaları tekrar tekrar zikredilmektedir. Buna sebep de onların Allah’a karşı ifa ettikleri ibadet, O’na olan sevgileri, yönelişleri, O’nun haklarını yerine getirmeleri, kullarının haklarını ifa etmeleri, bütün insanları Allah’a davet edip bu hususta sabır göstermeleri, üstün makam ve yüce mevkilerde sebatlarını sürdürmeleridir. İşte Yüce Allah bu sûrede, birtakım peygamberleri söz konusu etmektedir ve Rasûlüne de onları anmasını emretmektedir. Çünkü onları anmak suretiyle Yüce Allah’a hamd-ü sena edilmiş, o peygamberler övülmüş, Allah’ın o peygamberlere yapmış olduğu lütuf ve ihsanlar açıklanmış olur. Ayrıca bu yolla onlara iman, onları sevmek, onlara uymak da teşvik edilmiş olur. O yüzden bu buyruğunda Yüce Allah:
#
{41} {واذْكُرْ في الكتاب إبراهيم إنَّه كان صديقاً نبيًّا}: جمع الله له بين الصديقيَّة والنبوَّة؛ فالصِّدِّيق كثيرُ الصدق؛ فهو الصادق في أقوالِهِ وأفعالِهِ وأحوالِهِ، المصدِّق بكل ما أُمِرَ بالتصديق به، وذلك يستلزمُ العلم العظيم، الواصل إلى القلب، المؤثِّر فيه، الموجب لليقين، والعمل الصالح الكامل، وإبراهيم عليه السلام هو أفضلُ الأنبياء كلِّهم بعد محمدٍ - صلى الله عليه وسلم -، وهو الأب الثالثُ للطوائف الفاضلة، وهو الذي جعلَ الله في ذُرِّيَّتِهِ النبوَّة والكتاب، وهو الذي دعا الخلق إلى الله، وصبر على ما ناله من العذاب العظيم، فدعا القريب والبعيد، واجتهد في دعوة أبيه مهما أمكنه.
41. “Kitapta İbrahim’i de an! O, bir sıddîk, bir peygamber idi” buyurmaktadır. Yüce Allah, ona hem sıddıklık, hem de nübüvvet makamlarını vermiştir. Sıddık, çok doğru/dürüst olan demektir. Sözlerinde, fiillerinde, hallerinde doğru olan ve doğrulamakla emrolunduğu her şeyi doğrulayan demektir. Bu ise kalbe ulaşan, kalpte etkisini gösteren, yakîni gerektiren ve kâmil manada salih ameli ortaya çıkartan pek büyük bir ilim sahibi olmayı gerektirir. İbrahim aleyhisselam, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’den sonra bütün peygamberlerin en faziletlisidir. O üstün fazilet sahibi kesimlerin üçüncü atasıdır. Allah’ın zürriyetinde peygamberliği ve kitabı takdir ettiği biridir. İnsanları Allah’ın yoluna davet edip bu konuda karşı karşıya kaldığı büyük zorluklara sabredip katlanan da odur. Uzağı, yakını Allah’a davet eden, elinden gelen bütün imkânlarla da babasını aynı yola davet etmek için bütün gayretini ortaya koyan da yine odur.
#
{42} وذكر الله مراجعته إيَّاه فقال: {إذْ قال لأبيه}: مهجِّناً له عبادة الأوثان: {يا أبتِ لم تعبدُ ما لا يسمعُ ولا يبصِرُ ولا يغني عنك شيئاً}؛ أي: لم تعبد أصناماً ناقصةً في ذاتها وفي أفعالها؛ فلا تسمع، ولا تبصر، ولا تملِكُ لعابدها نفعاً ولا ضرًّا، بل لا تملِكُ لأنفسها شيئاً من النفع، ولا تقدِرُ على شيءٍ من الدفع؟! فهذا برهانٌ جليٌّ دالٌّ على أنَّ عبادة الناقص في ذاته وأفعاله مستقبحٌ عقلاً وشرعاً، ودلَّ تنبيهه وإشارتُه أنَّ الذي يجبُ ويحسُنُ عبادةُ مَنْ له الكمالُ، الذي لا يَنال العبادُ نعمةً إلاَّ منه، ولا يدفعُ عنهم نقمةً إلاَّ هو، وهو الله تعالى.
42. Yüce Allah, İbrahim’in, babası ile konuşmasını söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Bir vakit babasına” putlara tapmanın çirkinliğini anlatmak üzere “şöyle demişti: Babacığım; işitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir faydası olmayan şeylere niçin ibadet edersin?” Yani varlıklarıyla da fiilleriyle de eksik olan, hiçbir şey işitemeyen, göremeyen, kendilerine tapanlara bir fayda sağlayamayan, bir zarar da veremeyen, aksine kendi kendilerine dahi hiçbir fayda sağlama imkânları bulunmayan, kendilerine gelebilecek bir zararı dahi önleyemeyen putlara ne diye ibadet ediyorsun? Bu zatı ve fiilleri itibariyle eksik olan bir varlığa ibadet etmenin hem aklen, hem dinen son derece çirkin bir iş olduğuna apaçık bir delildir. İbrahim’in bu uyarı ve işareti şuna delildir: Kendisine ibadet edilmesi gereken ve uygun olan, her yönden kemale sahip olan ve kullarının sahip oldukları her türlü nimet ancak kendisinden gelen, onların sıkıntısını kendisinden başka kimsenin gideremeyeceği zat olan Allah’tır.
#
{43} {يا أبت إني قد جاءني من العلم ما لم يأتك}؛ أي: يا أبت لا تَحْقِرْني وتقول: إنِّي ابنُك، وإنَّ عندك ما ليس عندي، بل قد أعطاني الله من العلم ما لم يُعْطِكَ، والمقصودُ من هذا قوله: {فاتَّبِعْني أهْدِكَ صراطاً سويًّا}؛ أي: مستقيماً معتدلاً، وهو عبادة الله وحدَه لا شريك له، وطاعتُهُ في جميع الأحوال. وفي هذا من لطف الخطاب ولينه ما لا يخفى، فإنَّه لم يقلْ: يا أبتِ أنا عالمٌ وأنت جاهلٌ، أو: ليس عندكَ من العلم شيءٌ، وإنَّما أتى بصيغة [تقتضي] أنَّ عندي وعندك علماً،، وأنَّ الذي وصل إليَّ لم يصِلْ إليكَ ولم يأتِكَ؛ فينبغي لك أن تَتَّبِعَ الحجة وتنقاد لها.
43. “Babacığım, bana sana gelmeyen bir ilim geldi.” Yani babacığım, ben senin oğlun olduğum için kendinde benim sahip olmadığım bilgiler vardır, diye düşünerek beni küçümseme. Aksine Allah bana, sana vermediği bilgiyi vermiş bulunuyor. Bu sözlerinden maksadı ise şudur: “O nedenle bana tabi ol ki seni dosdoğru bir yola ileteyim.” Yani mutedil ve istikamet üzere giden bir yolu göstereyim. O da Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ibadet etmek, her durumda yalnızca O’na itaat etmektir. İbrahim’in bu ifadelerinde oldukça yumuşak ve ince bir hitab vardır ki bu, açıkça görülmektedir. Şöyle ki o: “Babacığım, ben bilgili bir kimseyim, sense cahilsin” demediği gibi “Sen hiçbir şey bilmiyorsun” da dememiştir. Bunun yerine: Ben de bir bilgi sahibiyim. Sen de bir şeyler biliyorsun. Ancak bana ulaşan bilgi, sana ulaşmamış, sana gelmemiştir. O halde senin delile uyman ve ona boyun eğmen gerekir, deme yolunu seçmiştir.
#
{44} {يا أبتِ لا تعبُدِ الشيطانَ}: لأنَّ مَنْ عَبَدَ غير الله؛ فقد عبد الشيطان؛ كما قال تعالى: {ألم أعْهَدْ إليكُم يا بني آدمَ أن لا تعبُدوا الشيطانَ إنَّه لكم عدوٌّ مبينٌ}. {إنَّ الشيطان كانَ للرحمن عَصِيًّا}: فمن اتَّبع خطواتِهِ؛ فقد اتَّخذه وليًّا، وكان عاصياً لله بمنزلة الشيطان. وفي ذكر إضافة العصيان إلى اسم الرحمن إشارةٌ إلى أنَّ المعاصي تمنع العبدَ من رحمةِ الله وتُغْلِقُ عليه أبوابها؛ كما أنَّ الطاعة أكبر الأسباب لنيل رحمتِهِ.
44. “Babacığım, şeytana ibadet etme!” Allah’tan başkasına ibadet eden bir kimse şeytana ibadet etmiş olur. Nitekim Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Ey Âdemoğulları, şeytana tapmayın; çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır, diye size emrimi açıklamadım mı?” (Yâsin, 36/60) “Şüphesiz şeytan Rahmân’a karşı çok isyankardır.” Kim de onun adımlarını izlerse, onu dost edinmiş ve buna karşılık Allah’a isyan etmiş ve şeytanın seviyesine inmiş olur. Burada isyanın Rahmân’a izafe edilmesi, günahların kulun Allah’ın rahmetine nail olmasını engellediğine, rahmet kapılarını önünde kapattığına işarettir. Nitekim Allah’a itaat etmek de O’nun rahmetine nail olmanın en büyük sebepleri arasındadır. Bundan dolayı da şöyle buyrulmaktadır:
#
{45} ولهذا قال: {يا أبتِ إنِّي أخافُ أن يمسَّكَ عذابٌ من الرحمن}؛ أي: بسبب إصرارك على الكفر، وتماديك في الطغيان، {فتكونَ للشَّيْطانِ وليًّا}؛ أي: في الدُّنيا والآخرة، فتنزل بمنازله الذَّميمة، وترتع في مراتعه الوخيمة، فتدرَّج الخليل عليه السلام بدعوة أبيه بالأسهل فالأسهل، فأخبره بعلمه، وأنَّ ذلك موجبٌ لاتِّباعك إيَّاي، وأنَّك إن أطعتني؛ اهتديتَ إلى صراط مستقيم. ثم نهاه عن عبادةِ الشيطان، وأخبره بما فيها من المضارِّ. ثم حذَّره عقاب الله ونقمته إنْ أقام على حاله، وأنَّه يكون وليًّا للشيطان.
45. “Babacığım, doğrusu ben” küfürde ısrar etmen, azgınlıkta kalmayı devam ettirmen sebebiyle “Rahmân tarafından bir azabın sana dokunmasından ve böylece” dünyada ve âhirette “şeytanın dostu” arkadaşı “olmandan” böylelikle de oldukça kötü konumlara düşmenden ve son derece vahim yerlerde kalmandan “korkuyorum.” Görüldüğü gibi İbrahim aleyhisselam, babasını davet ederken en kolaydan başlayarak tedrici bir yol izlemiştir. Önce ona sahip olduğu bilgiyi ve bunun babasının kendisine tâbi olmasını gerektirdiğini, kendisine itaat ettiği takdirde de dosdoğru yolu bulacağını haber verdi. Arkasından onu şeytana ibadetten uzak kalmaya çağırıp bunun ihtiva ettiği zararları ona bildirdi. Daha sonra mevcut halini sürdürecek olursa Allah’ın dünyada da âhirette de onu cezalandırıp ondan intikam alacağını, ayrıca şeytanın da arkadaşı olacağını belirterek onu uyardı.
#
{46} فلم ينجعْ هذا الدعاء بذلك الشقيِّ، وأجاب بجواب جاهل وقال: {أراغبٌ أنت عن آلهتي يا إبراهيمُ}: فتبجَّح بآلهته التي هي من الحجرِ والأصنام، ولَامَ إبراهيم عن رغبتِهِ عنها، وهذا من الجهل المفرِطِ والكفر الوخيم؛ يتمدَّح بعبادةِ الأوثانِ ويدعو إليها. {لئن لم تَنْتَهِ}؛ أي: عن شتم آلهتي ودعوتي إلى عبادة الله، {لأرجُمَنَّكَ}؛ أي: قتلاً بالحجارة، {واهْجُرْني ملياً}؛ أي: لا تكلِّمْني زماناً طويلاً.
46. Ancak İbrahim’in bu güzel çağrısının o bedbaht insana hiçbir faydası olmadı. Cahil bir kimseye yakışan bir şekilde cevap vererek şöyle dedi: “Ey İbrahim! Sen benim ilâhlarımdan yüz mü çeviriyorsun?” Bu sözleri ile taşlardan yapılmış, uydurma ilâhlarla, putlarla böbürlendi. İbrahim’i de bunlardan yüz çevirdiğinden dolayı kınadı. Oysa bu aşırı bir cehaletten ve vahim bir küfürden kaynaklanır. Putlara ibadet ile övünüp onlara davet ediyordu. “Eğer bundan” ilâhlarıma sövüp dil uzatmaktan ve beni Allah’a ibadet etmeye davet etmekten “vazgeçmezsen seni kesinlikle taşa tutarım.” Taşlayarak öldürürüm. “Benden uzak dur, uzun bir süre de yanıma yaklaşma!” Uzun bir süre benimle konuşma.
#
{47} فأجابه الخليل جوابَ عباد الرحمن عند خطاب الجاهلين، ولم يشتِمْه، بل صبر، ولم يقابل أباه بما يكره، وقال: {سلامٌ عليك}؛ أي: ستسلم من خطابي إياك بالشتم والسبِّ وبما تكره، {سأستغفر لك ربِّي إنَّه كان بي حَفِيًّا}؛ أي: لا أزال أدعو الله لك بالهداية والمغفرة بأن يهدِيَك للإسلام الذي به تحصُلُ المغفرة؛ فإنَّه كان بي حَفِيًّا؛ أي: رحيماً رءوفاً بحالي معتنياً بي، فلم يزلْ يستغفرُ الله له رجاء أن يهدِيَه الله، فلما تبيَّن له أنَّه عدوٌّ لله، وأنَّه لا يفيدُ فيه شيئاً؛ ترك الاستغفار له وتبرَّأ منه. وقد أمرنا الله باتِّباع ملَّة إبراهيم؛ فمن اتِّباع ملَّته سلوك طريقه في الدَّعوة إلى الله بطريق العلم والحكمة واللين والسهولة والانتقال من رتبةٍ إلى رتبةٍ ، والصبر على ذلك، وعدم السآمة منه، والصبر على ما ينال الداعي من أذى الخَلْق بالقول والفعل، ومقابلة ذلك بالصفح والعفو، بل بالإحسان القوليِّ والفعليِّ.
47. İbrahim aleyhisselam ise cahillerle hitap esnasında Rahmân’ın iyi kullarının üslûbuyla ona cevap verdi. Ona hakaret etmedi, aksine sabretti. Ona hoşuna gitmeyecek şekilde karşılık vermeyerek şöyle dedi: “Selâm olsun sana.” Yani sen, benim sana hakaret etmemden, sövüp saymamdan ve hoşuna gitmeyecek şekilde sözler söylememden yana esenliktesin. “Ben Rabbimden senin için mağfiret isteyeceğim.” Yani Allah’ın kendisi sebebiyle mağfiretin gerçekleşeceği İslâm dinine hidâyet bulman için, hidâyet ve mağfirete nail olman için Allah’a dua edip duracağım. “Çünkü Rabbim gerçekten bana karşı lütufkârdır.” Bana çok merhametli ve şefkatlidir, halimle yakından ilgilenir. İbrahim aleyhisselam Allah ona hidâyet verir umuduyla babası için mağfiret dilemeye devam etti. Ancak babasının Allah’ın düşmanı olduğunu anlayıp da bu mağfiret dileyişin ona hiçbir fayda vermediğini görünce ona mağfiret dilemeyi bıraktı ve ondan uzaklaştı. Yüce Allah, bizlere İbrahim dinine uymayı emretmiştir. Allah’a daveti; ilim, hikmet, yumuşaklık, kolaylık ve aşama aşama giderek yapmak, bu yol üzere sabretmek, bu yolda usanmamak, insanların söz ve davranışlarıyla verecekleri eziyetlere katlanmak, onları affedip bağışlamak, hatta sözlü ve fiili iyilikte bulunmak da İbrahim’in dinine tâbi olmanın bir parçasıdır.
#
{48} فلما أيس من قومه وأبيه؛ قال: {وأعتزِلُكم وما تدعونَ من دون الله}؛ أي: أنتم وأصنامكم، {وأدعو ربِّي}: وهذا شاملٌ لدعاء العبادة ودعاء المسألة، {عسى أن لا أكونَ بدُعاء ربِّي شَقِيًّا}؛ أي: عسى الله أن يسعِدَني بإجابة دعائي وقَبول أعمالي، وهذه وظيفةُ من أيس ممَّن دعاهم ـ فاتَّبعوا أهواءهم، فلم تنجَعْ فيهم المواعظُ، فأصرُّوا في طغيانهم يعمهون ـ أنْ يشتغلَ بإصلاح نفسه، ويرجو القبولَ من ربِّه، ويعتزل الشرَّ وأهله.
48. İbrahim kavminden ve babasından ümit kesince dedi ki: “Ben sizi de sizin Allah’ın dışında yalvardıklarınızı da” hem sizi, hem putlarınızı “terk ediyor, yalnız Rabbime dua ediyorum.” Bu hem ibadet mahiyetindeki duayı, hem de dilekte bulunma anlamındaki duayı kapsar. “Rabbime dua etmekle mahrum olmayacağımı ümit ediyorum.” Yani Allah’ın duamı ve amellerimi kabul etmek suretiyle beni bahtiyar kılacağını ümit ederim. İşte Allah’ın yoluna davet ettiğinde hevâlarına uyan, öğütlerden hiçbir şekilde faydalanmayarak serserice azgınlıklarını sürdürmekte ısrar eden ve bu yüzden çağrıyı kabul etmeyen kimselerden yana ümidini kesen kimsenin görevi budur. Bu duruma gelen bir kimsenin bizzat kendi kendisini ıslâh etmekle meşgul olması, Rabbinden amelinin kabul edilmesini ümit ederek kötülükten ve kötülerden uzak kalması gerekir.
#
{49} ولما كان مفارقةُ الإنسان لوطنه ومألفه وأهله وقومه من أشقِّ شيءٍ على النفس لأمورٍ كثيرةٍ معروفةٍ، ومنها انفرادُه عمن يتعزَّز بهم ويتكثَّر، وكان مَنْ ترك شيئاً لله؛ عوَّضه الله خيراً منه، واعتزل إبراهيمُ قومه؛ قال الله في حقِّه: {فلمَّا اعتزَلَهم وما يعبُدون من دون الله وَهَبْنا له إسحاقَ ويعقوبَ وكلاًّ}: من إسحاقَ ويعقوبَ، {جَعَلْنا نبيًّا}: فحصل له ولهؤلاء الصالحين المرسلين إلى الناس، الذين خصَّهم الله بوحيه، واختارهم لرسالته، واصطفاهم من العالمين.
49. İnsanın vatanından, alıştığı şeylerden, aile halkından ve kavminden ayrı kalması, malum pek çok sebep dolayısıyla nefse en ağır gelen hususlardandır. Bunlardan birisi de kişinin kendilerinden güç aldığı ve kendileri sayesinde sayı çokluğuna ulaştığı kimselerden ayrı ve tek başına kalmasıdır. Ancak Allah için bir şeyler terk edene Allah onlardan hayırlılarını verir. İşte Yüce Allah da İbrahim’in kavminden ayrılıp uzaklaşmasıyla ilgili olarak şunları söylemektedir: “İbrahim onları ve onların Allah’ın dışında taptıklarını terk edince biz de ona İshak’ı ve Yakub’u bağışladık. Her ikisini de” İshak’ı da, Yakub’u da “peygamber yaptık.” Böylelikle hem İbrahim, hem Allah’ın kendilerine vahyini ihsan edip risaleti için seçtiği ve insanlara peygamber olarak gönderdiği bu salih kimseler büyük hayırlara nail oldular.
#
{50} {ووهبنا لهم}؛ أي: لإبراهيم وابنيه إسحاق ويعقوب، {من رَحْمَتِنا}: وهذا يشمَلُ جميع ما وَهَبَ الله لهم من الرحمة من العلوم النافعة والأعمال الصالحة والذُّرِّيَّة الكثيرة المنتشرة، الذين قد كَثُر فيهم الأنبياء والصالحون، {وجَعَلْنا لهم لسانَ صدقٍ عليًّا}: وهذا أيضاً من الرحمة التي وَهَبَها لهم؛ لأنَّ الله وعد كلَّ محسن أن ينشُرَ له ثناءً صادقاً بحسب إحسانه، وهؤلاء من أئمة المحسنين، فنشر الله الثناء الحسن الصادق غير الكاذب العالي غير الخفيِّ، فِذكْرُهم ملأ الخافقين، والثناء عليهم ومحبَّتُهم امتلأت بها القلوب وفاضت بها الألسنةُ، فصار قدوةً للمقتدين وأئمة للمهتدينَ، ولا تزال أذكارُهم في سائر العصور متجدِّدة، وذلك فضلُ الله يؤتيه مَنْ يشاءُ، والله ذو الفضل العظيم.
50. “Hepsine de” yani İbrahim’e ve oğlu İshak ile torunu Yakub’a “rahmetimizden bağışladık.” Bu da Yüce Allah’ın onlara rahmet olmak üzere bağışladığı faydalı ilimleri, salih amelleri, içlerinde pek çok peygamber ve salih kimselerin bulunduğu, dört bir yana yayılmış kalabalık sayıdaki zürriyeti kapsar. “ve dillerden düşmeyen haklı ve yüce bir nam verdik.” Aynı şekilde bu da Allah’ın kendilerine bağışladığı rahmetin bir parçasıdır. Çünkü Allah, iyilik yapan her bir kimsenin iyiliği oranında övgüsünü/namını yayacağını vaat etmiştir. Bunlar ise iyilerin önderlerindendir. O yüzden de Allah gerçekten haklı ve yüce bir şekilde övülmelerini, saygı ile anılmalarını sağlamıştır. Onlara olan bu övgü doğrudur, yalan değildir, yüce ve aşikardır, gizli değildir. Dünyanın dört bir yanında onlardan övgü ile söz edilmektedir. Onların sevgisi kalpleri doldurmuş, övgüleri dillerde dolaşmıştır. Doğru yolu izleyenlere rehber, hidâyet bulanlara önder olmuşlardır. Çağlar boyunca da onların namları dillerden düşmeyecektir. Bu, Yüce Allah’ın bir lütfudur. Allah onu dilediğine verir, Allah büyük bir lütuf sahibidir.
Ayet: 51 - 53 #
{وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ مُوسَى إِنَّهُ كَانَ مُخْلَصًا وَكَانَ رَسُولًا نَبِيًّا (51) وَنَادَيْنَاهُ مِنْ جَانِبِ الطُّورِ الْأَيْمَنِ وَقَرَّبْنَاهُ نَجِيًّا (52) وَوَهَبْنَا لَهُ مِنْ رَحْمَتِنَا أَخَاهُ هَارُونَ نَبِيًّا (53)}.
51- Kitapta Mûsâ’yı da an. O, ihlasa erdirilmiş seçkin bir kul ve bir rasûl, bir nebi idi. 52- Biz, ona Tûr’un sağ tarafından seslendik ve gizli bir şekilde konuşmak üzere onu kendimize yaklaştırdık. 53- Rahmetimizden ona kardeşi Hârûn’u da peygamber (ve destekçi) olarak bağışladık.
#
{51} أي: واذكر في هذا القرآن العظيم موسى بن عمران على وجه التَّبْجيل له والتعظيم والتعريف بمقامه الكريم وأخلاقه الكاملة. {إنَّه كان مُخْلَصاً}: قُرئ بفتح اللام على معنى أنَّ الله تعالى اختاره، واستخلصه، واصطفاه على العالمين، وقرئ بكسرها على معنى أنَّه {مخلِصاً} لله تعالى في جميع أعماله وأقواله ونيَّاتِهِ، فوصفُهُ الإخلاص في جميع أحواله، والمعنيان متلازمان؛ فإنَّ الله أخلصه لإخلاصه، وإخلاصُه موجبٌ لاستخلاصه، وأجلُّ حالةٍ يوصَف بها العبدُ الإخلاص منه والاستخلاص من ربِّه. {وكان رسولاً نبيًّا}؛ أي: جمع الله له بين الرسالة والنبوَّة؛ فالرسالة تقتضي تبليغ كلام المرسِل وتبليغَ جميع ما جاء به من الشرع دقِّه وجِلِّه، والنبوَّة تقتضي إيحاءَ الله إليه وتخصيصه بإنزال الوَحْي إليه؛ فالنبوَّة بينه وبين ربِّه، والرسالة بينَه وبين الخَلْق.
51. Yani bu Kur’ân-ı Kerim’de İmran oğlu Mûsâ’yı da ta’zim ile onun şerefli makamını ve üstün ahlâkını tanıtmak üzere an. “O, ihlasa erdirilmiş bir seçkin” Ayetteki “مُخۡلَصٗا ” kelimesinin lâm harfi bir kıraate üstün olarak “muhlas” şeklinde okunmuştur ki bu, Yüce Allah’ın onu seçtiği ve alemlere üstün kıldığı anlamına gelir. Bir kıraatte de lâm harfi esreli olarak “muhlis” şeklinde okunmuştur ki bu da onun bütün amellerinde, söz ve niyetlerinde Allah’a karşı ihlâslı olduğu anlamına gelir. Buna göre Yüce Allah, onu bütün hallerinde ihlâslı olmakla nitelendirmiştir. Bu iki anlam da birbirinden ayrı düşünülemez. Yüce Allah, ihlasından dolayı onu seçmiştir, onun ihlâslı oluşu da seçilmesini gerektirmiştir. Gerçekten kulun vasfolunacağı en üstün hal, onun ihlâslı olduğunun bildirilmesi ve Rabbi tarafından da seçilmiş olduğunun belirtilmesidir. “Bir rasûl ve bir nebi idi.” Yüce Allah ona risaleti ve nübüvveti bir arada vermişti. Risalet, rasûl/elçi olarak gönderenin sözünü tebliğ etmeyi, bununla birlikte şeriatte gelen küçük büyük her bir şeyi tebliği gerektirir. Nübüvvet ise Allah’ın ona vahyetmesi, vahyini ona indirmekle onu özel bir konuma getirmiş olmasıdır. Nübüvvet kişinin kendisi ile Rabbi arasında, risalet ise kişi ile insanlar arasında ortaya çıkan bir görevdir.
#
{52} بل خصَّه الله من أنواع الوحي بأجلِّ أنواعه وأفضلها، وهو تكليمُه تعالى وتقريبُه مناجياً لله تعالى، وبهذا اختُصَّ من بين الأنبياء بأنَّه كليم الرحمن، ولهذا قال: {ونادَيْناه من جانب الطُّورِ الأيمن}؛ أي: الأيمن من موسى في وقت مسيرِه، أو: الأيمن؛ أي: الأبرك من اليُمْن والبركة، ويدلُّ على هذا المعنى قوله تعالى: {أن بورِكَ مَن في النار ومَنْ حولَها}. {وقرَّبَّناه نَجِيًّا}: والفرق بين النداء والنجاء: أنَّ النداء هو الصوتُ الرفيع، والنجاء ما دون ذلك. وفي هذا إثبات الكلام لله تعالى وأنواعه من النِّداء والنجاء؛ كما هو مذهبُ أهل السنة والجماعة؛ خلافاً لمن أنكر ذلك من الجهميَّة والمعتزلة، ومن نحا نحوهم.
52. Dahası Yüce Allah, Mûsâ’ya çeşitli vahiy şekillerinin en üstününü vererek ona has bir makam ihsan etmiştir ki bu da Yüce Allah’ın onunla konuşması ve konuşmak için de onu yakınlaştırmış olmasıdır. İşte Mûsâ aleyhisselam bütün peygamberler arasında Kelimullah olmak gibi bir hususiyete sahiptir. Bundan dolayı Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: “Biz ona Tûr’un sağ tarafından seslendik.” Mûsâ’nın yolculuğu esnasında dağın Mûsâ’ya göre sağda kalan cihetinden seslendik, demektir. Yahut da (sağ anlamına geldiği gibi bereket anlamına da gelen “ٱلۡأَيۡمَنِ ”) daha mübarek olan tarafından seslendik, anlamında da olabilir. Nitekim bu anlama Yüce Allah’ın: “Ateşin yanında ve onun çevresinde olanlar da mübarek kılındı.” (el-Neml, 27/8) buyruğu delildir. “ve gizli bir şekilde konuşmak (münacat) üzere onu kendimize yaklaştırdık.” Bu buyrukta yer alan “münacât” ile “nidâ” arasında fark vardır: Nidâ yüksek sesle seslenmek demektir, münacât ise bundan daha aşağı tonla, gizlice konuşmaktır. Bu buyruk ile Allah’ın kelâm sıfatı ve bu kelâmın nidâ ve münacât şeklinde çeşitli türlerinin olduğu söz konusu edilmektedir. Nitekim ehl-i sünnet ve’l-cemaatin kabul ettiği görüş budur ki Cehmiye, Mutezile ve onların yolundan giden diğerleri bunu kabul etmezler.
#
{53} وقوله: {ووهَبْنا له من رحمتنا أخاه هارونَ نبيًّا}: هذا من أكبر فضائل موسى وإحسانه ونصحِهِ لأخيه هارون: أنَّه سأل ربَّه أن يُشْرِكَه في أمرِهِ وأن يجعلَه رسولاً مثله، فاستجاب الله له ذلك، ووهب له من رحمتِهِ أخاه هارونَ نبيًّا؛ فنبوَّة هارونَ تابعةٌ لنبوَّة موسى عليهما السلام، فساعده على أمرِهِ وأعانه عليه.
53. “Rahmetimizden ona kardeşi Hârûn’u da peygamber (ve destekçi) olarak bağışladık.” Bu, Mûsâ aleyhisselam’ın, kardeşi Hârûn’a olan en büyük fazileti ve iyiliğidir. Zira o, Rabbinden kardeşini bu işinde kendisine ortak etmesini, onu da kendisi gibi bir rasûl kılmasını dilemişti. Yüce Allah da onun bu isteğini kabul ederek rahmetinden kardeşi Hârûn’u ona nebi olarak bağışlamıştı. Hârûn’un peygamberliği, Mûsâ’nın peygamberline tâbi idi. O da Mûsâ’ya bu büyük görevinde yardımcı olup destek verdi.
Ayet: 54 - 55 #
{وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ إِسْمَاعِيلَ إِنَّهُ كَانَ صَادِقَ الْوَعْدِ وَكَانَ رَسُولًا نَبِيًّا (54) وَكَانَ يَأْمُرُ أَهْلَهُ بِالصَّلَاةِ وَالزَّكَاةِ وَكَانَ عِنْدَ رَبِّهِ مَرْضِيًّا (55)}.
54- Kitapta İsmail’i de an. O, sözünde duran bir kul ve bir rasûl, bir nebi idi. 55- O, ailesine namazı ve zekâtı emrederdi. Rabbi katında da razı olunmuş bir kimse idi.
#
{54} أي: واذكر في القرآن الكريم هذا النبيَّ العظيم، الذي خَرَجَ منه الشعبُ العربيُّ، أفضل الشعوب وأجلُّها، الذين منهم سيِّد ولد آدم. {إنَّه كان صادقَ الوعدِ}؛ أي: لا يَعِدُ وعداً إلاَّ وَفَّى به، وهذا شاملٌ للوعد الذي يعقده مع الله أو مع العباد، ولهذا لما وعد من نفسِهِ الصبرَ على ذبح أبيه له؛ قال: {سَتَجِدني إن شاءَ الله من الصابرين}: وفَّى بذلك، ومكَّن أباه من الذبح الذي هو أكبر مصيبةٍ تصيبُ الإنسان. ثم وَصَفَه بالرسالة والنبوَّة التي هي أكبر منن الله على عبده، وجعله من الطَّبقة العليا من الخلق.
54. Yani bu Kur’ân-ı Kerim’de Âdemoğullarının efendisinin aralarından geldiği ve Arap kavminin atası olan bu yüce peygamberi de an. “O, sözünde duran” söz verdi mi mutlaka yerine getiren “bir kul ve bir rasûl, bir nebi idi.” Onun sözünde durması hem Allah’a, hem de kullara verdiği sözleri kapsıyordu. Onun içindir ki İsmail, babasının kendisini boğazlamasına karşılık sabredeceği vaadinde bulunup: “İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın.” (es-Saffat, 37/102) demiş ve babasına verdiği bu sözü eksiksiz yerine getirmiş, babasının kendisini boğazlamasına -ki bu insanın başına gelebilecek en büyük musibettir- imkân tanımıştı. Daha sonra Allah, onu Allah’ın en büyük lütfu olan, insanlar arasında en yüce mertebeye çıkmak demek olan risalet ve nübüvvet ile nitelendirmektedir.
#
{55} {وكان يأمُرُ أهلَه بالصلاة والزكاة}؛ أي: كان مقيماً لأمر الله على أهله، فيأمرُهُم بالصلاة المتضمِّنة للإخلاص للمعبود، وبالزَّكاة المتضمِّنة للإحسان إلى العبيد؛ فكمَّل نفسه، وكمَّل غيره، وخصوصاً أخصَّ الناس عنده، وهم أهله؛ لأنَّهم أحقُّ بدعوته من غيرهم. {وكان عند ربِّه مَرْضِيًّا}: وذلك بسبب امتثالِهِ لمراضي ربِّه واجتهادِهِ فيما يُرضيه؛ ارتضاه اللَّه وجَعَلَه من خواصِّ عباده وأوليائهِ المقرَّبين؛ فرضي الله عنه، ورضي هو عن ربِّه.
55. “O, ailesine namazı ve zekâtı emrederdi.” Yüce Allah’ın emrini aile halkına uygular, onlara yegane mabud olan Yüce Allah’a ihlâsla ibadeti ihtiva eden namazı ve kullara ihsanı ihtiva eden zekâtı emrederdi. Böylelikle hem kendisi kemale ermiş, hem de başkalarının kemale ermesine yardımcı olmuştur. Özellikle de onun için insanların en yakınları olan aile halkına karşı bu görevi ifa etmiştir. Çünkü başkalarına göre davetine daha layık olanlar onlardır. “Rabbi katında da razı olunmuş bir kimse idi.” Bu onun, Rabbini razı eden şeyleri yerine getirmesinden, bu hususlarda bütün gayreti ile çalışmasından ötürü idi. Bu yüzden Allah ondan razı olmuş, onu gerçek kullarının en haslarından ve yakınlaştırılmış dostlarından kılmıştı. Allah ondan razı olmuş, o da Rabbinden razı olmuştu.
Ayet: 56 - 57 #
{وَاذْكُرْ فِي الْكِتَابِ إِدْرِيسَ إِنَّهُ كَانَ صِدِّيقًا نَبِيًّا (56) وَرَفَعْنَاهُ مَكَانًا عَلِيًّا (57)}.
56- Kitapta İdris’i de an. Gerçekten o, bir sıddîk, bir nebi idi. 57- Biz, onu yüce bir makama yükselttik.
#
{56} أي: اذكُر في الكتاب على وجه التَّعظيم والإجلال والوصف بصفات الكمال إدريس. {إنَّه كان صدِّيقاً نبيًّا}: جَمَعَ الله له بين الصِّدِّيقيَّة الجامعة للتصديق التامِّ والعلم الكامل واليقين الثابت والعمل الصالح، وبين اصطفائِهِ لوحيه واختياره لرسالتِهِ.
56. Yani Kitapta tazim ile ve kemal sıfatlarıyla nitelendirerek “İdris’i de an. Gerçekten o, bir sıddîk, bir nebi idi.” Yüce Allah ona hem tam anlamıyla tasdiki, kâmil ilmi, sağlam yakini ve salih ameli ihtiva eden “sıddık”lığı vermiş hem de vahiy bildirmek ve risaletini vermek üzere onu seçme ihsanında bulunmuştu.
#
{57} {ورَفَعْناه مكاناً عليًّا}؛ أي: رفع الله ذكره في العالمين ومنزلته بين المقرَّبين، فكان عالي الذكر عالي المنزلة.
57. “Biz, onu yüce bir makama yükselttik.” Yüce Allah, âlemler arasında onun şanını yükselttiği gibi onun, yakınlaştırılmış kimseler arasındaki mevkii de yüksektir. O bakımdan İdris’in şanı da makamı da yüksektir.
Ayet: 58 #
{أُولَئِكَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللَّهُ عَلَيْهِمْ مِنَ النَّبِيِّينَ مِنْ ذُرِّيَّةِ آدَمَ وَمِمَّنْ حَمَلْنَا مَعَ نُوحٍ وَمِنْ ذُرِّيَّةِ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْرَائِيلَ وَمِمَّنْ هَدَيْنَا وَاجْتَبَيْنَا إِذَا تُتْلَى عَلَيْهِمْ آيَاتُ الرَّحْمَنِ خَرُّوا سُجَّدًا وَبُكِيًّا (58)}.
58- İşte bunlar, Âdem’in soyundan, Nûh ile birlikte (kurtarıp gemide) taşıdıklarımızın soyundan, İbrahim ve İsrail’in soyundan gelen, hidayete ilettiğimiz ve seçtiğimiz kimseler arasında yer alan, Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerdir. Onlar, kendilerine Rahmân’ın âyetleri okunduğunda ağlayarak secdeye kapanırlardı.
#
{58} لما ذَكَرَ هؤلاء الأنبياء المُكْرَمين وخواصَّ المرسلين وذَكَرَ فضائِلَهم ومراتبهم؛ قال: {أولئك الذين أنعم الله عليهم من النبيِّين}؛ أي: أنعم الله عليهم نعمةً لا تُلحق ومنَّةً لا تُسْبَق؛ من النبوَّة والرسالة، وهم الذين أمِرْنا أن ندعُو الله أن يهدِيَنا صراط الذين أنعم عليهم، وأنَّ مَن أطاع الله كان {مع الذين أنعمَ الله عليهِمْ من النبيِّين ... } الآية، وأنَّ بعضهم {من ذُرِّيَّة آدم وممَّن حملنا مع نوح}؛ أي: من ذرِّيَّته. {ومن ذُرِّيَّة إبراهيم وإسرائيل}: فهذه خير بيوت العالم، اصطفاهم الله واختارهم واجتباهم، وكان حالهم عند تلاوة آيات الرحمن عليهم، المتضمِّنة للإخبار بالغُيوب وصفات عَلاَّم الغيوب والإخبار باليوم الآخر والوعد والوعيد؛ {خَرُّوا سُجَّداً وبُكِيًّا}؛ أي: خضعوا لآيات الله، وخشعوا لها، وأثَّرت في قلوبهم من الإيمان والرغبة والرهبة ما أوجب لهم البُكاء والإنابة والسُّجود لربِّهم، ولم يكونوا من الذين إذا سمعوا آيات الله؛ خَرُّوا عليها صُمًّا وعُمياناً. وفي إضافة الآيات إلى اسمه الرحمن دلالةٌ على أنَّ آياته من رحمتِهِ بعبادِهِ وإحسانِهِ إليهم؛ حيث هداهم بها إلى الحقِّ، وبصَّرهم من العمى، وأنقذهم من الضَّلالة، وعلَّمهم من الجهالة.
58. Yüce Allah, bu şerefli peygamberleri ve bu has rasûlleri söz konusu edip onların fazilet ve mertebelerini dile getirdikten sonra şöyle buyurmaktadır: “İşte bunlar… Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerdir.” Yani Yüce Allah, onlara nübüvvet ve risalet gibi erişilemez bir nimet, daha ilerisi olmayan bir lütuf ihsan etmiştir. Yüce Allah’tan kendilerine nimet ihsan ettiği ve (Fatiha suresindeki duada) bizi yollarına iletmesi için Allah’a dua etmemiz emrolunan kimseler bunlardır. Yine Yüce Allah’a itaat eden bir kimse de “Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehidler ve salihlerle birliktedir.” (en-Nisa, 4/69) Bu peygamberlerin bazısı “Âdem’in soyundan, Nûh ile birlikte taşıdıklarımızın soyundan, İbrahim ve İsrail’in soyundan gelen.” kimselerdir. Bunlar, dünyada gelip geçmiş ailelerin en hayırlılarıdır. Allah bunları seçmiş ve bunları insanlar arasında özel bir lütfa mazhar kılmıştır. Gaybe dair haberleri, gaybı bilen Yüce Rabbin sıfatlarını, âhiret gününe dair haberleri, vaatleri ve tehditleri içeren Rahmân’ın o âyetleri, onlara okunduğu vakit “ağlayarak secdeye kapanırlardı.” Yüce Allah’ın âyetleri karşısında tevazu ve itaatle boyun eğerlerdi. Bu âyetler, sahip oldukları iman, Allah’ın mükâfaatını arzulamaları ve azabından korkmaları dolayısıyla onları etkiler ve bunun sonucu olarak ağlarlar, Allah’a yönelirler, Rablerinin önünde secdeye kapanırlardı. Onlar, Allah’ın âyetlerini işittiklerinde: “Bunlara karşı sağır ve kör kimseler kesilmezlerdi.” (el-Furkan, 25/73) Âyetlerin Allah’ın Rahmân ismine izafe edilmesi, O’nun âyetlerinin, kullarına olan rahmet ve ihsanının bir tecellisi olduğuna delildir. Çünkü Yüce Allah, bu âyetleri ile kullarını hakka iletmiş, kör gözlerini açmış, onları sapıklıktan kurtarmış ve cahilken bilgi sahibi kılmıştır.
Ayet: 59 - 63 #
{فَخَلَفَ مِنْ بَعْدِهِمْ خَلْفٌ أَضَاعُوا الصَّلَاةَ وَاتَّبَعُوا الشَّهَوَاتِ فَسَوْفَ يَلْقَوْنَ غَيًّا (59) إِلَّا مَنْ تَابَ وَآمَنَ وَعَمِلَ صَالِحًا فَأُولَئِكَ يَدْخُلُونَ الْجَنَّةَ وَلَا يُظْلَمُونَ شَيْئًا (60) جَنَّاتِ عَدْنٍ الَّتِي وَعَدَ الرَّحْمَنُ عِبَادَهُ بِالْغَيْبِ إِنَّهُ كَانَ وَعْدُهُ مَأْتِيًّا (61) لَا يَسْمَعُونَ فِيهَا لَغْوًا إِلَّا سَلَامًا وَلَهُمْ رِزْقُهُمْ فِيهَا بُكْرَةً وَعَشِيًّا (62) تِلْكَ الْجَنَّةُ الَّتِي نُورِثُ مِنْ عِبَادِنَا مَنْ كَانَ تَقِيًّا (63)}.
59- Onların ardından öyle (kötü) bir nesil geldi ki namazı zayi ettiler ve nefsi arzuların peşine düştüler. İşte onlar azgınlıklarının cezasını çekeceklerdir. 60- Ancak tevbe eden, iman eden ve salih amel işleyenler hariç. İşte onlar, cennete girecek ve hiçbir şekilde zulme uğramayacaklardır. 61- (Girecekleri o cennet) Rahmân’ın kullarına gıyaben vaat ettiği Adn cennetleridir. O’nun vaadi muhakkak gerçekleşecektir. 62- Orada boş sözler işitmezler, ancak “selâm” sözleri işitirler. Rızıkları da onlar için orada sabah-akşam hazırdır. 63- İşte kullarımızdan takva sahibi olanlara miras olarak vereceğimiz cennet, budur.
#
{59} لما ذَكَرَ تعالى هؤلاء الأنبياء [وهم] المخلصون ، المتَّبِعون لمراضي ربِّهم، المنيبونَ إليه؛ ذكر مَنْ أتى بعدَهم وبدَّلوا ما أمِروا به، وأنَّه خَلَفَ {من بعدِهم خَلْفٌ}: رجعوا إلى الخَلْفِ والوراء، فـ {أضاعوا الصَّلاة}: التي أمِروا بالمحافظة عليها وإقامتها، فتهاوَنوا بها وضيَّعوها، وإذا ضيَّعوا الصلاة التي هي عمادُ الدين وميزانُ الإيمان والإخلاص لربِّ العالمين، التي هي آكدُ الأعمال وأفضلُ الخصال؛ كانوا لما سواها من دينهم أضيعَ وله أرفضَ. والسبب الداعي لذلك أنَّهم اتَّبعوا شهواتِ أنفسهم وإراداتها، فصارت هممُهم منصرفةً إليها مقدِّمة لها على حقوق الله، فنشأ من ذلك التضييع لحقوقه والإقبال على شهواتِ أنفسهم مهما لاحتْ لهم حصَّلوها، وعلى أيِّ وجهٍ اتَّفقت تناولوها. {فسوف يَلْقَوْنَ غَيًّا}؛ أي: عذاباً مضاعفاً شديداً.
59. Allah ihlâs sahibi, Rablerini razı edecek şeylere uyan ve O’na yönelen peygamberleri söz konusu ettikten sonra onların ardından gelerek emrolundukları şeyleri değiştirenleri zikretmektedir. Bunlar, peygamberlerden sonra gelen birtakım nesiller olup gerisingeri döndüler. Korumakla ve dosdoğru kılmakla emrolundukları namazı zayi ettiler; gevşek davranıp onu önemsemediler ve yitirdiler. Dinin direği, âlemlerin Rabbi olan Allah’a ihlâs ve imanın ölçüsü, ameller içinde en ısrarla emredileni ve hasletlerin en faziletlisi olan namazı yitirdiler mi artık dinlerinin diğer emir ve hükümlerini haydi haydi yitirirler ve onları daha çok reddederler. Bunun sebebi ise nefislerinin arzu ve iradesine tâbi olmalarıdır. Bütün gayretleri bu hedefe yönelmiş ve onu Allah’ın haklarının önüne geçirmişlerdir. Bunun sonucunda da Allah’ın haklarına riâyet edilmez oldular, nefislerinin arzularına yöneldiler. Her fırsatta ve her ne suretle olursa olsun arzularını gerçekleştirmeye çalıştılar. İşte böyleleri “azgınlıklarının cezasını çekeceklerdir.” Yani oldukça şiddetli ve kat kat azap göreceklerdir.
#
{60} ثم استثنى تعالى فقال: {إلاَّ مَن تابَ}: عن الشرك والبدع والمعاصي، فأقلع عنها، وندم عليها، وعزم عزماً جازماً أن لا يعاوِدَها، {وآمَنَ}: بالّله وملائكته وكتبه ورسله واليوم الآخر، {وعَمِلَ صَالِحاً}: وهو العمل الذي شرعه الله على ألسنةِ رسلِهِ إذا قصد به وجهه، {فأولئك}: الذين جمعوا بين التوبة والإيمان والعمل الصالح، {يدخُلون الجنَّة}: المشتملة على النعيم المقيم والعيش السليم وجوار الربِّ الكريم، {ولا يُظْلَمون شيئاً}: من أعمالهم، بل يجِدونها كاملةً، موفَّرة أجورها، مضاعفاً عددها.
60. Daha sonra Yüce Allah, bunların istisnalarının da bulunduğunu şöylece belirtmektedir: Şirkten, bidatlerden ve masiyetlerden “tevbe eden” bunlardan vazgeçip pişman olan, bir daha bunlara dönmemek üzere kesin karar veren, ayrıca Allah’a, meleklerine, kitaplara, peygamberlerine, âhiret gününe “iman eden ve salih amel işleyenler” Allah’ın peygamberleri vasıtasıyla teşri’ buyurduğu şekilde ve Allah rızasını gözetmek maksadıyla amelde bulunanlar “hariç. İşte onlar” yani tevbe, iman ve salih ameli birlikte gerçekleştirenler, ebedi nimetleri, esenlikli hayatı ve alemlerin Rabbine komşuluğu ihtiva eden “cennete girecek ve hiçbir şekilde” amelleri hususunda “zulme uğramayacaklardır.” Bilakis amellerinin mükâfatını eksiksiz, hatta sayı itibariyle katlanmış olarak bulacaklardır.
#
{61} ثم ذكر أنَّ الجنَّة التي وعدهم بدخولها ليست كسائر الجنات، وإنما هي {جَنَّاتِ عدنٍ}؛ أي: جنات إقامةٍ لا ظعن فيها ولا حِوَل ولا زوال، وذلك لسعتها وكثرة ما فيها من الخيرات والسرور والبهجة والحبور. {التي وَعَدَ الرحمن عباده بالغيب}؛ أي: التي وَعَدَها الرحمن، أضافها إلى اسمه الرحمن؛ لأنَّها فيها من الرحمة والإحسان ما لا عينٌ رأت ولا أذنٌ سمعت ولا خَطَرَ على قلب بشر، وسماها تعالى رَحْمَتَهُ، فقال: {وأمَّا الذين ابيضَّت وجوهُهم ففي رحمةِ الله هم فيها خالدونَ}. وأيضاً؛ ففي إضافتها إلى رحمته ما يدلُّ على استمرار سرورها، وأنَّها باقيةٌ ببقاء رحمتِهِ التي هي أثرُها وموجَبُها. والعبادُ في هذه الآية المرادُ عبادُ إلهيَّته، الذين عَبَدوه والتزموا شرائِعَه، فصارت العبوديَّة وصفاً لهم؛ كقوله: {وعبادُ الرحمن}، ونحوه؛ بخلاف عباده المماليك فقط، الذين لم يعبُدوه؛ فهؤلاء وإنْ كانوا عبيداً لربوبيَّته لأنَّه خلقهم ورزقهم ودبَّرهم؛ فليسوا داخلين في عبيد إلهيَّته، العبوديَّة الاختيارية التي يُمْدَحُ صاحبها، وإنَّما عبوديَّتهم عبوديَّة اضطرارٍ لا مدح لهم فيها. وقوله: {بالغيب}: يُحتمل أن تكون متعلِّقة بوعد الرحمن، فيكون المعنى على هذا: أنَّ الله وَعَدَهم إيَّاها وعداً غائباً لم يشاهِدوه، ولم يَرَوْه فآمنوا بها، وصدَّقوا غيبها، وسَعَوا لها سَعْيها مع أنَّهم لم يَرَوْها؛ فكيف لو رأوها؛ لكانوا أشدَّ لها طَلَباً وأعظم فيها رغبةً وأكثر لها سعياً، ويكون في هذا مدحٌ لهم بإيمانهم بالغيبِ، الذي هو الإيمان النافع. ويُحتمل أن تكونَ متعلِّقة بعبادِهِ؛ أي: الذين عبدوه في حال غيبهم وعدم رؤيتهم إيَّاه؛ فهذه عبادتُهم ولم يروه؛ فلو رأوه؛ لكانوا أشدَّ له عبادةً وأعظم إنابةً وأكثر حبًّا وأجلَّ شوقاً. ويحتمل أيضاً أنَّ المعنى: هذه الجناتُ التي وَعَدَها الرحمن عبادَه من الأمورِ التي لا تدرِكُها الأوصاف ولا يعلمُها أحدٌ إلاَّ الله؛ ففيه من التشويق لها والوصف المجمل ما يهيجُ النفوسَ، ويزعِجُ الساكن إلى طلبها، فيكون هذا مثل قوله: {فلا تعلم نفسٌ ما أخْفِيَ لهم من قُرَّةِ أعيُنٍ جزاءً بما كانوا يعملون}. والمعاني كلُّها صحيحةٌ ثابتةٌ، ولكن الاحتمال الأوَّل أولى؛ بدليل قوله: {إنَّه كان وعدُهُ مأتِيًّا}: لا بدَّ من وقوعه؛ فإنَّه لا يُخْلِفُ الميعاد، وهو أصدق القائلين.
61. Daha sonra Allah onlara gireceklerini vaat ettiği cennetin, diğer cennetlere benzemediğini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: (Girecekleri o cennet)… Adn cennetleridir.” herhangi bir şekilde ayrılmanın, başka bir yere göçmenin, son bulmanın söz konusu olmadığı, ebedi kalınacak cennetlerdir. Çünkü bu cennetler oldukça geniş, bunlardaki hayırlar, sevinçler, göz kamaştırıcı güzellikler, rahat ve sevinç pek çoktur. “Rahmân’ın kullarına gıyaben vaat ettiği” yani bu cennetler, Rahmân olan Allah’ın vaat ettiği cennetlerdir. Bunların “Rahmân” ismine izafe edilmesi, bu cennetlerdeki rahmet ve ihsanın hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın hatırından geçirmediği türde oluşlarından dolayıdır. Nitekim Yüce Allah cennetten, rahmet diye bahsederek şöyle buyurmaktadır: “Yüzleri ağaranlar ise Allah’ın rahmetindedirler ve orada ebediyyen kalacaklardır.” (Al-i İmran, 3/107) Aynı şekilde bu cennetlerin Allah’ın rahmetine izafe edilmesi, bu cennetlerdeki mutluluğun devamlılığına ve bu cennetlerin -ilâhi rahmetin bir eseri ve bir tecellisi olması hasebiyle- rahmetin baki kaldığı sürece baki kalacaklarına delildir. u âyet-i kerimede sözü edilen “kullar”dan kasıt, O’na gereği gibi ibadet eden ve şeriatinin hükümlerine uyan uluhiyet kullarıdır ki ubudiyet onların ayrılmaz sıfatları olmuştur. Tıpkı Yüce Allah’ın “Rahmân’ın kulları” buyruğunda ve benzerlerinde olduğu gibi. Sadece Allah'ın mülkü olma anlamında “kul” olanlar ise böyle değildir. Zira bunlar, her ne kadar Allah tarafından yaratıldıkları, rızıklandırılıp idare edildikleri için Allah’ın rubûbiyet kulları olsalar da Allah’ın ulûhiyet kulları kapsamına girmezler. Çünkü kulun övülmesini gerektiren kulluk, kulun kendi iradesiyle yaptığı ulûhiyete yönelik kulluktur. Öbürlerinin Allah’ın rubûbiyetine yönelik olan kullukları ise zorunlu ve kaçınılmaz bir kulluktur ve bundan dolayı övülmelerini gerektiren bir şey yoktur. (Zira bu anlamda, canlı-cansız var olan her bir varlık Allah'ın kuludur.) “Gıyaben” buyruğunun “Rahmân’ın... vaat ettiği” buyruğuna yönelik olma ihtimali vardır. Bu takdirde anlam şöyle olur: Yüce Allah, bu kullarına Adn cennetlerini, onların görmedikleri ve tanık olmadıkları bir surette gıyaben vaat etmiştir. Onlar da bu cennete iman etmiş, gayb olmakla birlikte onu tasdik etmiş ve onu görmedikleri halde ona ulaşmak için çalışmışlardır. Görecek olsalardı elbette ki o cenneti isteyişleri daha ileri derecede olacak, ona rağbetleri daha büyük ve onun için çalışmaları da daha ileri derecede olacaktı! Bu manaya göre bu ifadede gayba imanları dolayısıyla övülmeleri söz konusudur ki fayda sağlayacak iman da budur. “Gıyaben” buyruğunun Yüce Allah’ın kullarına yönelik olma ihtimali de vardır. Yani Yüce Allah’a O’nu görmeksizin, gayb halinde ibadet eden kimseler, demektir. O’nu görmedikleri halde O’na ibadetleri bu şekilde olduğuna göre O’nu görecek olsalar elbette ki O’na ibadetleri daha çok olurdu. O’na yönelişleri daha büyük, sevgileri daha fazla, şevkleri daha ileri oludu. Yine anlamın şöyle olma ihtimali de vardır: Rahmân olan Allah’ın kullarına vaat etmiş olduğu bu cennetler, vasfedilerek anlatılamayacak ve Allah’tan başka hiçbir kimsenin bilemeyeceği hususlar (gayb) arasındadır. Bunda da bu cennetlere teşvik, bu şekilde güzelce tanıtılmaları ile ruhların harekete geçirilmesi ve hareketsiz duran kimseleri bu cennete talip olmak için gayrete getirme söz konusudur. Buna göre buyruk, Yüce Allah’ın şu buyruğuna benzer: “Kendilerine o işlediklerine mükâfaat olmak üzere gözleri aydınlatan ne nimetler saklandığını hiç kimse bilmez.” (es-Secde, 32/17) Bütün bu anlamlar doğrudur ve hepsi de geçerlidir. Ancak birinci ihtimal daha uygundur. Buna delil ise Yüce Allah’ın devamla şöyle buyurmasıdır: “O’nun vaadi muhakkak gerçekleşecektir.” Gerçekleşmesi kaçınılmazdır; zira Yüce Allah vaadinden caymaz ve O, sözleri en doğru olandır.
#
{62} {لا يسمعون فيها لغواً}؛ أي: كلاماً لاغياً لا فائدة فيه ولا ما يؤثم؛ فلا يسمَعون فيها شتماً ولا عيباً ولا قولاً فيه معصية لله أو قولاً مكدراً، {إلاَّ سلاماً}؛ أي: [إلا] الأقوال السالمة من كلِّ عيب؛ من ذكرٍ لّله، وتحيَّة، وكلام سرورٍ وبشارةٍ، ومطارحة الأحاديث الحسنة بين الإخوان، وسماع خطاب الرحمن، والأصوات الشجيَّة من الحور والملائكة والولدان، والنغمات المطرِبة، والألفاظ الرخيمة؛ لأن الدار دار السلام؛ فليس فيها إلاَّ السلام التامُّ من جميع الوجوه. {ولهم رزقُهم فيها بُكرةً وعشيًّا}؛ أي: أرزاقهم من المآكل والمشارب وأنواع اللذَّات مستمرَّةٌ حيثما طلبوا وفي أيِّ وقت رغبوا، ومن تمامِها ولَذَّتها وحُسْنها أن تكونَ في أوقات معلومةٍ بُكرةً وعشيًّا؛ ليعظُم وقعها، ويتمَّ نفعها.
62. “Orada boş sözler işitmezler.” Faydasız, anlamsız söz işitmeyecekleri gibi, günaha sokacak söz de işitmezler. Orada ne sayıp sövmek, ne ayıplamak, ne Allah’a isyan olan bir söz, ne de kederlendirecek bir söz işiteceklerdir. “Ancak “selâm” sözleri işitirler.” Her türlü kusurdan uzak, Allah’ı, zikri, selâmlaşmayı, sevinç ve müjdeyi ihtiva eden sözler, kardeşler arasında karşılıklı güzel konuşmalar, Rahmân olan Allah’ın hitabını işitmek, hurilerden, meleklerden, vildândan neşe verici sesler, coşturucu nağmeler, tatlı ve nazik sözler gibi her türlü kusurdan uzak (selametli) sözler işiteceklerdir. Çünkü orası esenlik (selâmet) yurdudur. Orada bütün yönleriyle tam esenlikten (selâmdan) başka hiçbir şey yoktur. “Rızıkları da onlar için orada sabah-akşam hazırdır.” Onların yiyecek, içecek, çeşitli lezzetlerden oluşan rızıkları süreklidir. Ne zaman isterlerse, ne vakit arzu ederlerse bu rızıkları onlara verilir. Bu rızıkların bu belli vakitlerde özellikle verilmesi ise bunların güzelliklerinin, lezzet ve mükemmelliklerinin bir parçasıdır. “Sabah-akşam” rızıklarının hazır olması ise bunların etkilerinin büyük, faydalarının da tamam olması içindir.
#
{63} فـ {تلك الجنةُ}: التي وصفناها بما ذكر {التي نورِثُ من عبادنا مَن كان تَقِيًّا}؛ أي: نورثها المتَّقين، ونجعلها منزلهم الدائم، الذي لا يظعَنون عنه ولا يَبْغون عنه حِوَلاً؛ كما قال تعالى: {وسارِعوا إلى مغفرةٍ من ربِّكم وجنَّةٍ عرضُها السمواتُ والأرضُ أعدَّت للمتَّقين}.
63. “İşte” sözü geçen şekilde vasıflarını belirttiğimiz ve “kullarımızdan takva sahibi olanlara miras olarak vereceğimiz cennet, budur.” Biz, bu cenneti muttakilere miras olarak vereceğiz ve oraları, onların sürekli kalacakları ve hiçbir şekilde ayrılıp gitmeyecekleri konaklar yapacağız. Onlar da oradan başka yere ayrılmak da istemeyeceklerdir. Nitekim Allah, şöyle buyurmaktadır: “Rabbinizden bir mağfiret ve takvâ sahipleri için hazırlanmış, eni göklerle yer kadar olan cennete koşuşun.” (Âli İmran, 3/133)
Ayet: 64 - 65 #
{وَمَا نَتَنَزَّلُ إِلَّا بِأَمْرِ رَبِّكَ لَهُ مَا بَيْنَ أَيْدِينَا وَمَا خَلْفَنَا وَمَا بَيْنَ ذَلِكَ وَمَا كَانَ رَبُّكَ نَسِيًّا (64) رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا فَاعْبُدْهُ وَاصْطَبِرْ لِعِبَادَتِهِ هَلْ تَعْلَمُ لَهُ سَمِيًّا (65)}.
64- (Biz melekler) Rabbinin emri olmadıkça inmeyiz. Önümüzdeki, arkamızdaki ve bu ikisinin arasındaki her şey yalnız O’nundur. Rabbin unutkan değildir. 65- O; göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir. O halde O’na ibadet et ve O’na ibadette sabır göster. Hiç O’nun bir adaşını/benzerini biliyor musun?
#
{64} استبطأ النبيُّ - صلى الله عليه وسلم - جبريل عليه السلام مرَّة في نزوله إليه، فقال له: لو تأتينا أكثرَ ممَّا تأتينا؛ شوقاً إليه وتوحُّشاً لفراقه وليطمئنَّ قلبُه بنزوله؛ فأنزلَ الله تعالى على لسان جبريل: {وما نَتَنَزَّلُ إلاَّ بأمرِ ربِّكَ}؛ أي: ليس لنا من الأمر شيءٌ، إن أمَرَنا؛ ابتدرْنا أمره ولم نعصِ له أمراً؛ كما قال عنهم: {لا يعصونَ الله ما أمَرَهم ويفعلونَ ما يُؤْمَرون}؛ فنحن عبيدٌ مأمورون. {له ما بين أيدينا وما خلفَنا وما بينَ ذلك}؛ أي: له الأمور الماضية والمستقبلة والحاضرة في الزمان والمكان؛ فإذا تبيَّن أنَّ الأمر كلَّه لله، وأننا عبيدٌ مدبَّرون، فيبقى الأمر دائراً بين هل تقتضيه الحكمةُ الإلهيَّةُ فَيُنْفِذهُ أم لا تقتضيه فيؤخِّره؟ ولهذا قال: {وما كان ربُّك نسيًّا}؛ أي: لم يكن الله لينساك ويهمِلَك؛ كما قال تعالى: {ما ودَّعَكَ ربُّك وما قَلى}: بل لم يَزَلْ معتنياً بأمورِك مجرِياً لك على أحسن عوائِدِه الجميلة وتدابيره الجميلة؛ أي: فإذا تأخَّر نزولنا عن الوقت المعتاد؛ فلا يَحْزُنْكَ ذلك ولا يَهُمُّك، واعلم أن الله هو الذي أراد ذلك؛ لما له من الحكمة فيه.
64. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bir seferinde Cebrail aleyhisselam’ın inişinin geciktiğini gördü ve: “Keşke bize daha çok gelsen” diye ona olan şevkini, ondan ayrılmanın verdiği yalnızlık duygusunu dile getirdi ve onun daha çok gelmesi suretiyle kalbinin daha bir yatışmasını istedi. Bunun üzerine Yüce Allah, Cebrail’in dilinden şu buyrukları indirdi: (Biz melekler) Rabbinin emri olmadıkça inmeyiz.” Yani bizim bu hususta hiçbir yetkimiz yoktur. Allah bize bir emir verrse hemen onu yerine getiririz ve O’nun hiçbir emrine karşı gelmeyiz. Nitekim Yüce Allah, melekler hakkında şöyle buyurmaktadır: “Onlar kendilerine verdiği emirlerde Allah’a isyan etmezler. Ne emrolunurlarsa onu yaparlar.” (et-Tahrîm, 66/6) O nedenle biz, emir alan kullarız. “Önümüzdeki, arkamızdaki ve bu ikisinin arasındaki her şey yalnız O’nundur.” Geçmiş, gelecek ve hal-i hazırdaki her şey, bütün zaman ve mekânlarda yalnız O’nundur. Bütün emir, yalnız Allah’ın olduğu için ve bizim de işleri idare olunan kullar olduğumuz açıkça ortaya çıktığına göre geriye sadece ilâhi hikmetin o işi gerektirip gerektirmediği kalmaktadır. Eğer hikmeti onu gerektirirse onu yerine getirir, gerektirmezse erteleyip yerine getirmez. Bundan dolayı devamla: “Rabbin unutkan değildir” buyrulmaktadır. Yani bu (bizim inişimizin gecikmesi) Rabbinin seni unuttuğundan veya ihmal ettiğinden dolayı değildir. Nitekim Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Rabbin seni terk de etmedi, sana darılmadı da.” (ed-Duha, 93/3) Aksine Yüce Allah, seninle ilgili hususlara itina göstermekte, sana en güzel bağışlarını ve oldukça üstün ve değerli ilâhi tedbirlerini ihsan edip buyurmaktadır. Yani bizim inişimiz, mutad vaktinden sonraya kalıp gecikecek olursa bu, seni üzmesin, tasalandırmasın. Çünkü bu husustaki bir hikmeti dolayısıyla bunu dileyen Allah’tır. O’nun için böyle olur.
#
{65} ثم علَّل إحاطة علمه وعدم نسيانه بأنه {رب السمواتِ والأرض}: فربوبيَّتُهُ للسماواتِ والأرض، وكونهما على أحسن نظام وأكمله، ليس فيه غفلةٌ ولا إهمالٌ ولا سدىً ولا باطلٌ: برهانٌ قاطعٌ على علمه الشامل؛ فلا تَشْغَلْ نفسَك بذلك، بل اشغَلْها بما ينفعُك ويعود عليك طائلُه، وهو عبادته وحدَه لا شريك له، {واصطَبِرْ لعبادتِهِ}؛ أي: اصبر نفسَك عليها، وجاهِدْها، وقُم عليها أتمَّ القيام وأكمله بحسب قدرتك، وفي الاشتغال بعبادة الله تسليةٌ للعابد عن جميع التعلُّقات والمشتهيات؛ كما قال تعالى: {ولا تَمُدَّنَّ عينيكَ إلى ما متَّعْنا به أزواجاً منهم زهرةَ الحياة الدُّنيا لنفتِنَهم فيه ... } إلى أن قال: {وأمُرْ أهلكَ بالصَّلاةِ واصطبِرْ عليها ... } الآية. {هل تعلم له سَمِيًّا}؛ أي: هل تعلم لله مسامياً ومشابهاً ومماثلاً من المخلوقين؟ وهذا استفهامٌ بمعنى النفي المعلوم بالعقل؛ أي: لا تعلم له مسامياً ولا مشابهاً؛ لأنَّه الربُّ وغيره مربوبٌ، الخالق وغيره مخلوقٌ، الغنيُّ من جميع الوجوه، وغيره فقيرٌ بالذات من كلِّ وجه، الكامل الذي له الكمال المطلق من جميع الوجوه، وغيره ناقصٌ ليس فيه من الكمال إلاَّ ما أعطاه الله تعالى؛ فهذا برهانٌ قاطعٌ على أنَّ الّلهَ هو المستحقُّ لإفرادِهِ بالعبوديَّة، وأنَّ عبادته حقٌّ، وعبادةُ ما سواه باطلٌ؛ فلهذا أمر بعبادِتِه وحدَه والاصطبارِ لها، وعلَّل [ذلك] بكماله وانفرادِهِ بالعظمة والأسماء الحسنى.
65. Daha sonra Yüce Allah ilminin kuşatıcılığını ve hiçbir şeyi unutmayışını şu buyruklarıyla gerekçelendirmektedir. “O; göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbidir.” O’nun rubûbiyeti gökleri ve yeri kuşatır. Onların en güzel düzen ve en mükemmel sisteme sahip olmaları, onlarda herhangi bir gaflet, ihmal, başıboşluk ve yanlışın bulunmayışı, Allah’ın her şeyi kuşatıcı ilminin kat’i delilidir. Onun için bunu düşünme, kafana takma, aksine sen sana fayda sağlayacak ve sana yarayacak şeylerle meşgul ol. Bu ise Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmaksızın yalnızca O’na ibadet etmektir. “O halde O’na ibadet et ve O’na ibadette sabır göster.” Yani nefsinin ibadete sabır/sebat etmesini sağla, nefsine karşı bu hususta mücadele ver. İbadeti, gücün oranında en mükemmel ve en eksiksiz şekilde yerine getir. Allah’a ibadet ile meşgul olmak, kula arzu ve meyil duyulan şeylere karşı teselli verir. Nitekim Allah, şöyle buyurmaktadır: “Onlardan bir kısmına bunlarla kendilerini imtihan edelim diye dünya hayatının süsü olarak verip faydalandırdığımız şeylere gözlerini dikme... Sen aile halkına namazı emret, kendin de sabırla ona devam et.” (Tâ-Hâ, 20/131-132) “Hiç O’nun bir adaşını/benzerini biliyor musun?” Sen yaratıklar arasında O’na adaş, O’na denk ve O’na benzeyen bir kimse olduğunu biliyor musun? Bu, aklen bilinen bir gerçeğe dair olumsuz anlamlı bir sorudur. Yani sen O’na denk, O’na adaş bir kimse bilmiyorsun. Çünkü sadece O Rabdır ve O’nun dışındaki her şey, o Rabbin yarattığı brer varlıktır. Yaratan O’dur, başkası yaratılmıştır. Bütün yönleriyle hiçbir şeye muhtaç olmayan O’dur. O’nun dışındakiler ise her yönüyle ve bizzat muhtaçtırlar. O, bütün yönleriyle mutlak kemal sahibidir, kâmildir. O’nun dışındaki her bir varlık ise eksiktir, kemal sahibi değildir. Yüce Allah’ın kendisine ihsan ettiklerinden başka bir şeye sahip değildir. İşte bu, Allah’ın tek başına ibadet olunmaya layık olduğuna, O’na ibadetin hak olduğuna, O’ndan başkasına ibadetin ise batıl olduğuna dair açık ve kesin bir delildir. Bundan dolayı yalnızca kendisine ibadeti ve bu ibadeti sabırla sürdürmeyi emretmiş, buna gerekçe olarak da tek başına kemale, azamete ve en güzel isimlere sahip oluşunu göstermiştir.
Ayet: 66 - 67 #
{وَيَقُولُ الْإِنْسَانُ أَإِذَا مَا مِتُّ لَسَوْفَ أُخْرَجُ حَيًّا (66) أَوَلَا يَذْكُرُ الْإِنْسَانُ أَنَّا خَلَقْنَاهُ مِنْ قَبْلُ وَلَمْ يَكُ شَيْئًا (67)}.
66- İnsan: “Ben öldükten sonra mı diri olarak kabirden çıkarılacak mışım?” der. 67- İnsan, daha önce hiçbir şey değilken bizim kendisini (yoktan) yarattığımızı hatırlamaz mı?
#
{66} المراد بالإنسان هاهنا كلُّ منكرٍ للبعث مستبعدٍ لوقوعه؛ فيقولُ مستفهماً على وجه النفي والعناد والكفر: {أإذا ما مِتُّ لسوفَ أُخْرَجُ حيًّا}؛ أي: كيف يعيدني الّله حيًّا بعد الموت وبعد ما كنتُ رميماً؟! هذا لا يكون ولا يُتَصَوَّر! وهذا بحسب عقله الفاسد ومقصده السيئ وعنادِهِ لرسل الله وكتبِهِ؛ فلو نَظَرَ أدنى نَظَرٍ وتأمَّل أدنى تأمُّل؛ لرأى استبعاده للبعث في غاية السخافة.
66. Burada “insan” ile kastedilen, öldükten sonra dirilişi inkâr eden, bu dirilişin gerçekleşme ihtimalini uzak gören herkestir. İşte böyle bir kimse, bu dirilişin imkânını kabul etmeyerek, inat ve küfrünü ortaya koymak maksadıyla: “Ben, öldükten sonra mı diri olarak kabirden çıkarılacak mışım?” der. Yani ölümden sonra ve çürüyüp toz toprak haline geldikten sonra Allah beni nasıl olur da diriltebilir? Böyle bir şey olamaz, düşünülemez. Bu, onun yanlış çalışan aklı, kötü maksadı, Allah’ın peygamberlerine ve kitaplarına karşı olan dikkafalılığı doğrultusunda sorduğu bir sorudur. Asgari bir şekilde ibret nazarıyla baksa, asgari seviyede düşünse hiç şüphesiz öldükten sonra dirilişi uzak görmesinin son derece gülünç olduğunu görecektir. Bundan dolayı Yüce Allah, öldükten sonra dirilişin mümkün olduğuna dair herkesin bildiği kat’i ve açık bir delili söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{67} ولهذا ذكر تعالى برهاناً قاطعاً ودليلاً واضحاً يعرفه كلُّ أحدٍ على إمكان البعث، فقال: {أوَلا يذكُرُ الإنسانُ أنَّا خَلَقْناهُ من قبلُ ولم يكُ شيئاً}؛ أي: أولا يلتفتُ نظره ويستذكِرُ حالته الأولى، وأنَّ الله خلقه أولَ مرَةٍ ولم يكُ شيئاً؟! فمن قَدَرَ على خلقه من العدم، ولم يكُ شيئاً مذكوراً؛ أليس بقادرٍ على إنشائِهِ بعدما تمزَّقَ، وجَمْعِهِ بعدما تفرَّق؟! وهذا كقوله: {وهو الذي يُبدئ الخلقَ ثم يعيدُهُ وهو أهونُ عليه}. وفي قوله: {أولا يذكُرُ الإنسان}: دعوةٌ للنظر بالدليل العقليِّ بألطف خطاب، وأنَّ إنكار من أنكَرَ ذلك مبنيٌّ على غفلةٍ منه عن حالِهِ الأولى، وإلاَّ؛ فلو تَذَكَّرها وأحضَرَها في ذهنِهِ؛ لم ينكرْ ذلك.
67. “İnsan daha önce hiçbir şey değilken bizim kendisini (yoktan) yarattığımızı hatırlamaz mı?” Yani hiç dikkat nazarlarını toplayarak ilk halini hatırlamaz ve Allah’ın, hiçbir şey değilken onu yoktan var etmiş olduğunu aklına getirmez mi? Söz edilmeye değer bir varlık değilken yokluktan onu yaratmaya kadir olan, darmadağın olduktan sonra onu bir araya getirmeye, dağılıp un ufak olduktan sonra onu yeniden yaratmaya kadir değil midir? Bu da Allah’ın şu buyruğunu andırmaktadır: “Yaratılmışları ilkin yoktan var eden ve sonra da bunu tekrarlayacak (diriltecek) olan, O’dur ve bu, O’na göre daha kolaydır.” (er-Rum, 30/27) Yüce Allah’ın: “İnsan... hatırlamaz mı?” buyruğunda insan, nazik ve münasip bir hitap ile bu akli delili düşünmeye çağırılmaktadır. Aynı şekilde inkâr edenlerin bu inkârlarının, dünyaya geldikleri ilk hallerinden gafil olmalarına dayalı olduğunu da ortaya koymaktadır. Yoksa insan, bu ilk yaratılışını hatırlayıp bunu aklından çıkarmayacak olursa elbette ki öldükten sonra dirilişi inkâr etmeyecektir.
Ayet: 68 - 70 #
{فَوَرَبِّكَ لَنَحْشُرَنَّهُمْ وَالشَّيَاطِينَ ثُمَّ لَنُحْضِرَنَّهُمْ حَوْلَ جَهَنَّمَ جِثِيًّا (68) أَيُّهُمْ أَشَدُّ عَلَى الرَّحْمَنِ عِتِيًّا (69) ثُمَّ لَنَحْنُ أَعْلَمُ بِالَّذِينَ هُمْ أَوْلَى بِهَا صِلِيًّا (70)}.
68- Rabbine yemin olsun ki onları da şeytanları da mutlaka (diriltip) mahşerde toplayacağız. Sonra elbette onları getirip cehennemin etrafında diz üstü hazır edeceğiz. 69- Sonra her bir kesimden Rahmân’a karşı azgınlıkta en ileri olanları çekip ayıracağız. 70- Hem sonra oraya atılmaya kimlerin daha layık olduğunu da en iyi biz biliriz.
#
{68} أقسم الله تعالى وهو أصدق القائلين بربوبيَّتِهِ لَيَحْشُرَ [نَّ] هؤلاء المنكرين للبعث هم وشياطينهم، فيجمعهم لميقاتِ يوم معلوم، {ثم لَنُحْضِرَنَّهم حول جهنم جِثِيًّا}؛ أي: جاثين على ركبهم من شدَّة الأهوال وكثرة الزلزال وفظاعة الأحوال، منتظرين لحكم الكبير المتعال.
68. Söz söyleyenlerin en doğrusu olan Yüce Allah rubûbiyetine yemin ederek öldükten sonra dirilişi inkâr eden bu kimseleri şeytanlarla birlikte mutlaka haşredeceğine ve süresi tayin edilmiş belli bir günde onları mutlaka bir araya toplayacağına yemin etmektedir. “Sonra elbette onları getirip cehennemin etrafında diz üstü hazır edeceğiz.” Dehşetli hallerin şiddetinden, sarsıntıların çokluğundan ve karşı karşıya kalacakları durumların fecaatinden dolayı dizleri üzerine çökmüş olarak, o yüce ve büyük zatın haklarında vereceği hükmü bekleyeceklerdir. Bundan dolayı Yüce Allah, onlar hakkındaki hükmünü söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{69} ولهذا ذكر حكمه فيهم، فقال: {ثم لَنَنزِعَنَّ مِن كلِّ شيعةٍ أيُّهم أشدُّ على الرحمن عِتِيًّا}؛ أي: ثم لننزعنَّ من كلِّ طائفةٍ وفرقةٍ من الظالمين المشتركين في الظُّلم والكفر والعتوِّ أشدَّهم عتوًّا وأعظمهم ظلماً وأكبرهم كفراً، فيقدِّمهم إلى العذاب، ثم هكذا يقدِّم إلى العذاب الأغلظ إثماً فالأغلظ، وهم في تلك الحال متلاعِنون؛ يلعنُ بعضُهم بعضاً، ويقولُ أخراهم لأولاهم: {ربَّنا هؤلاء أضَلُّونا فآتِهِم عذاباً ضِعْفاً من النار [قال لكل ضعف ولكن لا تعلمون] وقالتْ أولاهم لأُخْراهم فما كان لَكُمْ علينا من فضلٍ ... }.
69. “Sonra her bir kesimden Rahmân’a karşı azgınlıkta en ileri olanları çekip ayıracağız.” Yani zulüm, küfür ve azgınlıkta ortak olan zalimlerin her bir kesiminden azgınlıkları daha ileri, zulümleri daha büyük, küfürleri daha fazla olan kimseleri ayıracağız ve onları azaba önden göndereceğiz. Sonra bu şekilde günahlarının ağırlıklarına göre sırayla azaba doğru sürüleceklerdir. Bu hallerinde iken de birbirlerine lanet edeceklerdir. Aralarından daha sonra azaba gönderilecekler, önden gönderilmiş olanlar hakkında: “Rabbimiz, işte bizi bunlar saptırdılar. Onun için bunlara ateş azabını iki kat ver diyecekler... Öncekileri de sonrakilere: Sizin bize hiçbir üstünlüğünüz yoktu, diyecek.” (el-A’raf, 7/38-39) Bütün bunlar, Yüce Allah’ın adaletine, hikmetine ve geniş ilmine bağlı olarak gerçekleşecektir. İşte bundan dolayı Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{70} وكل هذا تابعٌ لعدله وحكمته وعلمه الواسع، ولهذا قال: {ثم لنحنُ أعلم بالذين هم أولى بها صِلِيًّا}؛ أي: علمنا محيطٌ بمن هو أولى صِلِيًّا بالنار، وقد علمناهم، وعلمنا أعمالهم واستحقاقها وقسطها من العذاب.
70. “Hem sonra oraya atılmaya kimlerin daha layık olduğunu da en iyi biz biliriz.” Yani bizim ilmimiz cehenneme atılmaya kimin daha layık olduğunu kapsamlı olarak kuşatmıştır. Biz, onları bildiğimiz gibi, onların amellerini, amelleri dolayısıyla neyi hak ettiklerini ve bundan dolayı azaptan paylarına düşeni de çok iyi biliriz.
Ayet: 71 - 72 #
{وَإِنْ مِنْكُمْ إِلَّا وَارِدُهَا كَانَ عَلَى رَبِّكَ حَتْمًا مَقْضِيًّا (71) ثُمَّ نُنَجِّي الَّذِينَ اتَّقَوْا وَنَذَرُ الظَّالِمِينَ فِيهَا جِثِيًّا (72)}.
71- (Ey insanlar!) Şüphe yok ki aranızda cehenneme uğramayacak hiç kimse yoktur. Bu, Rabbinin gerçekleştirmeyi üzerine aldığı kesin bir hükümdür. 72- Sonra korkup sakınanları kurtarırız. Zalimleri ise diz üstü çökmüş halde orada bırakırız.
#
{71} وهذا خطابٌ لسائر الخلائق؛ بَرِّهم وفاجِرِهم، مؤمنهم وكافرهم؛ أنَّه ما منهم من أحدٍ إلاَّ سيرِدُ النار، حكماً حتَّمه الله على نفسِهِ، وأوعد به عباده؛ فلا بدَّ من نفوذِهِ، ولا محيدَ عن وقوعه. واختُلِفَ في معنى الورود: فقيل: ورودُها حضورُها للخلائق كلِّهم حتى يحصُل الانزعاج من كلِّ أحدٍ، ثم بعدُ يُنَجِّي الله المتَّقين. وقيل: ورودُها دخولُها، فتكون على المؤمنين برداً وسلاماً. وقيل: الورودُ هو المرور على الصراط الذي هو على متنِ جهنَّم، فيمرُّ الناس على قدرِ أعمالهم؛ فمنهم من يمرُّ كلمح البصر، وكالريح، وكأجاويد الخيل، وكأجاويد الركاب، ومنهم من يسعى، ومنهم يمشي مشياً، ومنهم من يزحفُ زحفاً، ومنهم من يُخْطَف فيلقى في النار؛ كلٌّ بحسب تقواه.
71. Bu hitap, iyileriyle, kötüleriyle, mü’minleriyle, kâfirleriyle bütün insanlara yöneliktir. Onlardan cehenneme uğramayacak hiçbir kimse yoktur. Bu, Yüce Allah’ın gerçekleştirmeyi kesinlikle üzerine aldığı ve bu yolla kullarını korkutup uyardığı bir hükümdür. Bu hükmün yerine gelmesi kaçınılmazdır, bunun meydana gelmesinden başka yol yoktur. Buradaki uğramanın (الورود) manası hakkında farklı görüşler vardır. Bir görüşe göre bu, bütün insanların dehşete düşmelerine yol açacak şekilde cehennemin yakınına kadar gelmeleridir. Bundan sonra ise Yüce Allah takvâ sahiplerini kurtaracaktır. Bir diğer görüşe göre uğramaktan kasıt, oraya girmek ve orada hazır bulunmaktır. Bu takdirde orası mü’minler için serin ve esenlik olacaktır. Diğer bir görüşe göre ise uğramak cehennem üzerinde bulunan Sırattan geçmektir. İnsanlar, amellerine göre oradan geçecekler, kimisi göz açıp kaparcasına, kimisi rüzgar gibi, kimisi asil atlar gibi, kimisi hızlı koşan develer gibi süratle geçecektir. Kimisi hızlıca koşarak, kimisi yürüyerek, kimisi sürünerek geçecektir, kimisi de yakalanıp ateşe atılacaktır. Kısacası herkes takvâsı oranında oradan geçecektir. Bundan dolayı Yüce Allah, bir sonraki âyet-i kerimede şöyle buyurmaktadır:
#
{72} ولهذا قال: {ثم ننجِّي الذين اتَّقَوْا}: الّله تعالى بفعل المأمور واجتناب المحظور. {ونَذَرُ الظالمين}: أنفسهم بالكفر والمعاصي {فيها جِثِيًّا}: وهذا بسبب ظلمهم وكفرهم، وجب لهم الخلودُ وحقَّ عليهم العذاب، وتقطَّعت بهم الأسباب.
72. “Sonra” emrolundukları işleri yapmak ve yasak kılınanlardan uzak durmak suretiyle Allah’tan “korkup sakınanları kurtarırız.” Küfür ve masiyetler işlemek suretiyle kendisine zulmeden “zalimleri ise diz üstü çökmüş halde orada bırakırız.” Bu, onların zulüm ve küfürlerinden ötürüdür. Onların ebediyen cehennemde kalmaları ve azaba uğramaları hak olmuştur. Artık kurtuluşun bütün çareleri onlar için tükenmiş olacaktır.
Ayet: 73 - 74 #
{وَإِذَا تُتْلَى عَلَيْهِمْ آيَاتُنَا بَيِّنَاتٍ قَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لِلَّذِينَ آمَنُوا أَيُّ الْفَرِيقَيْنِ خَيْرٌ مَقَامًا وَأَحْسَنُ نَدِيًّا (73) وَكَمْ أَهْلَكْنَا قَبْلَهُمْ مِنْ قَرْنٍ هُمْ أَحْسَنُ أَثَاثًا وَرِئْيًا (74)}.
73- Âyetlerimiz onlara açık açık okunduğunda kâfirler, mü’minlere: “Şu iki topluluktan hangisinin durumu daha iyi ve meclisi daha güzel (biz mi siz mi)?” dediler 74- Halbuki biz, onlardan önce hem mal hem de görünüş itibariyle onlardan daha iyi olan nice nesilleri helâk ettik.
#
{73} أي: وإذا تُتلى على هؤلاء الكفار آياتُنا بيناتٍ؛ أي: واضحات الدِّلالة على وحدانية الله وصدق رسله، توجِبُ لمن سَمِعَها صدقَ الإيمان وشدَّة الإيقان؛ قابلوها بضدِّ ما يجب لها، واستهزؤوا بها وبمن آمن بها، واستدلُّوا بحسن حالهم في الدُّنيا على أنَّهم خيرٌ من المؤمنين، فقالوا معارضين للحقِّ: {أيُّ الفريقين}؛ أي: نحن والمؤمنون {خيرٌ مقاماً}؛ أي: في الدُّنيا من كثرة الأموال والأولاد وتفوُّق الشهوات. {وأحسن نَدِيًّا}؛ أي: مجلساً؛ أي: فاستَنْتَجوا من هذه المقدِّمة الفاسدة بسبب أنَّهم أكثر مالاً وأولاداً، وقد حصلت [لهم] أكثرُ مطالبهم من الدُّنيا، ومجالسهم وأنديتهم مزخرفةٌ مزوَّقةٌ، والمؤمنون بخلاف هذه الحال؛ فهم خيرٌ من المؤمنين!!
73. Yani bu kâfirlere Allah’ın vahdâniyetine ve peygamberlerinin doğruluğuna apaçık delil teşkil eden ayetlerimiz okunduğunda -bunlar dinleyenlerin imanı kabul etmelerini ve sağlam bir şekilde inanmalarını gerektirdiği halde- onlar gerekenin tam aksi şekilde âyetlere karşılık verdiler; hem âyetlerle hem de onlara iman edenlerle alay ettiler. Dünyadaki güzel durumlarını, mü’minlerden daha iyi oluşlarına delil göstererek hakka karşı çıkan bir tavır ile: “Şu iki topluluktan” biz ve mü’minlerden “hangisinin durumu” dünyadaki makamı, mal ve evlât çokluğu, arzularının daha çok gerçekleşmesi açısından “daha iyi ve meclisi daha güzel? dediler.” Onlar doğru olmayan böyle bir önermeden, böyle bir sonuca ulaştılar. Müminlerden daha hayırlı oluşa gösterdikleri sebep, mallarının ve evlâtlarının daha çok olması, dünyadaki isteklerine daha çok nail olmaları, kendi meclislerinin, oturup kalktıkları toplantı yerlerinin allı pullu ve süslü olması idi. Mü’minler ise bunlara sahip değildir, o halde kendileri mü’minlerden daha hayırlıdırlar. Bu, son derece yanlış ve tutarsız bir delildir. Böyle bir delil gerçekleri tersyüz etme kabilindendir. Yoksa mal ve evladın çokluğu, görünüşün güzelliği çoğu kere bunlara sahip olan kimsenin helak ve bedbaht olmasına, kötülüklerle karşı karşıya kalmasına sebep olmaktadır. Bu nedenledir ki Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{74} وهذا دليلٌ في غاية الفساد، وهو من باب قلب الحقائق، وإلاَّ؛ فكثرة الأموال والأولاد وحسنُ المنظر كثيراً ما يكون سبباً لهلاك صاحبِهِ وشقائِهِ وشرِّه، ولهذا قال تعالى: {وكم أهْلَكْنا قبلَهم من قرنٍ هم أحسنُ أثاثاً}؛ أي: متاعاً من أوانٍ وفرش وبيوت وزخارف، {ورِئْياً} ؛ أي: أحسن مرأى ومنظراً من غضارة العيش وسرور اللَّذَّات وحسن الصور؛ فإذا كان هؤلاء المهلَكون أحسنَ منهم أثاثاً ورئياً، ولم يمنعْهم ذلك من حلول العقاب بهم؛ فكيف يكونُ هؤلاء وهم أقلُّ منهم وأذلُّ معتصمين من العذاب، {أكفَّارُكم خيرٌ من أولئِكُم أم لكم براءةٌ في الزُّبُرِ}؟! وعُلِمَ مِن هذا أن الاستدلال على خير الآخرة بخير الدُّنيا من أفسدِ الأدلَّة وأنَّه من طرق الكفار.
74. “Halbuki biz onlardan önce hem mal” kullandıkları kaplar, kacaklar, yataklar, döşekler, evler, süsler vs. “hem de görünüş” geçimlerinin rahatlığından, aldıkları zevklerin verdiği sevinçten ve suretlerinin güzelliğinden dolayı görünümlerinin daha iyi olması “itibariyle onlardan daha iyi olan nice nesilleri helâk ettik.” Daha önceden helâk edilmiş olan bu kimseler gerek malları, gerekse görünüşleri itibariyle bunlardan daha iyi idiler. Ama böyle olmaları ilâhi azabın tepelerine inmesine engel olmadı. Peki, bunlar onlardan sayıca daha az ve daha güçsüz olduklarına göre ilâhi azaptan kendilerini nasıl koruyacaklar? “Sizin kâfirleriniz bunlardan hayırlı mı yoksa kitaplarda sizin için bir beraat (azaptan kurtuluş belgesi) mi var?” (el-Kamer, 54/43) Böylelikle dünyada sahip olunan iyi halin âhiretteki iyi hale delil gösterilmesinin en tutarsız delillerden ve kâfirlerin tutturdukları yollardan birisi olduğu ortaya çıkmaktadır.
Ayet: 75 #
{قُلْ مَنْ كَانَ فِي الضَّلَالَةِ فَلْيَمْدُدْ لَهُ الرَّحْمَنُ مَدًّا حَتَّى إِذَا رَأَوْا مَا يُوعَدُونَ إِمَّا الْعَذَابَ وَإِمَّا السَّاعَةَ فَسَيَعْلَمُونَ مَنْ هُوَ شَرٌّ مَكَانًا وَأَضْعَفُ جُنْدًا (75)}.
75- De ki: “Kim sapıklık içinde olursa Rahmân, ona (dünyada) elbet mühlet verecektir. Nihâyet onlar kendilerine vaat edileni; ya azabı ya da kıyameti gördükleri vakit, makamı daha kötü ve ordusu daha zayıf olan kimmiş bilecekler!”
#
{75} لما ذكر دليلهم الباطل الدالَّ على شدَّة عنادهم وقوَّة ضلالهم؛ أخبر هنا أنَّ مَن كان في الضلالة؛ بأن رَضِيَها لنفسه، وسعى فيها؛ فإنَّ الله يمدُّه منها ويزيدُه فيها حبًّا؛ عقوبةً له على اختيارها على الهدى؛ قال تعالى: {فلمَّا زاغوا أزاغَ الله قلوبَهم}، {ونقلِّبُ أفئِدَتَهم وأبصارَهم كما لم يُؤْمِنوا به أوَّلَ مرَّةٍ ونذَرُهم في طغيانِهِم يعمهونَ}. {حتَّى إذا رأوا}؛ أي: القائلون: {أيُّ الفريقين خيرٌ مقاماً وأحسنُ نَدِيًّا}، {ما يوعدون إمَّا العذابَ}: بقتل أو غيره، {وإمَّا الساعة}: التي هي بابُ الجزاء على الأعمال. {فسيعلمونَ من هو شَرٌّ مكاناً وأضعفُ جُنداً}؛ أي: فحينئذٍ يتبيَّن لهم بطلانُ دعواهم، وأنَّها دعوى مضمحلَّة، ويتيقَّنون أنَّهم أهل الشرِّ وأضعفُ جنداً، ولكنْ لا يُفيدُهم هذا العلم شيئاً؛ لأنَّه لا يمكنهم الرجوع إلى الدُّنيا فيعملون غير عملهم الأول.
75. Yüce Allah, inatlarının aşırılığına, sapıklıklarının ileri derece olduğuna delalet eden son derece batıl ve tutarsız delillerini söz konusu ettikten sonra burada da kendisi için sapıklığı tercih etmek ve bu yolda çalışmak suretiyle sapıklık içinde olan kimsenin bu sapıklığını sürdüreceğini ve sapıklığını ona daha çok sevdireceğini haber vermektedir. Bu, onun sapıklığı hidâyete tercih etmesinin bir cezasıdır. Nitekim Allah, şöyle buyurmaktadır: “Onlar sapınca Allah da kalplerini saptırdı” (es-Saf, 61/5); “İlk defa ona iman etmedikleri gibi, biz de onların kalplerini ve gözlerini çeviririz ve azgınlıkları içerisinde onları kör ve şaşkın bırakırız.” (el-En’am, 6/110) “Nihâyet onlar” yani “Şu iki topluluktan hangisinin durumu daha iyi ve meclisi daha güzel (biz mi siz mi)?”, diyenler “kendilerine vaat edileni; ya” öldürülmek yahut başka suretle dünyadaki “azabı ya da” amellere verilecek karşılıkların kapısı olan “kıyameti gördükleri vakit, makamı daha kötü ve ordusu daha zayıf olan kimmiş bilecekler!” Yani o vakit bu iddialarının ne kadar batıl, ne kadar çürük olduğunu açıkça görecekler ve kendilerinin şer ehli ve taraftarca zayıf kimseler olduklarını kesin olarak anlayacaklardır. Ancak bunun kendilerine bir faydası olmayacaktır. Zira dünyaya geri dönüp de ilk amellerinden farklı ameller işleme imkânları olmayacaktır.
Ayet: 76 #
{وَيَزِيدُ اللَّهُ الَّذِينَ اهْتَدَوْا هُدًى وَالْبَاقِيَاتُ الصَّالِحَاتُ خَيْرٌ عِنْدَ رَبِّكَ ثَوَابًا وَخَيْرٌ مَرَدًّا (76)}.
76- Allah, hidâyete erenlerin hidâyetini artırır. Kalıcı olan salih ameller, Rabbinin nezdinde hem mükafat bakımından daha hayırlıdır, hem de âkıbetçe daha hayırlıdır.
#
{76} لما ذكر أنه يُمِدُّ للظالمين في ضلالهم؛ ذَكَرَ أنَّه يزيد المهتدين هدايةً من فضلِهِ عليهم ورحمتِهِ، والهدى يشمَلُ العلم النافع والعمل الصالح؛ فكلُّ مَنْ سَلَكَ طريقاً في العلم والإيمان والعمل الصالح؛ زاده الله منه، وسهَّله عليه، ويسَّره له، ووهب له أموراً أخر لا تدخُلُ تحت كسبِهِ، وفي هذا دليلٌ على زيادة الإيمان ونقصه؛ كما قاله السلف الصالح. ويدلُّ عليه قوله تعالى: {ليزدادَ الذين آمنوا إيماناً}، {وإذا تُلِيَتْ عليهم آياتُهُ زادتْهم إيماناً}. ويدلُّ عليه أيضاً الواقع؛ فإنَّ الإيمان قولُ القلب واللسان وعملُ القلب واللسان والجوارح، والمؤمنون متفاوتون في هذه الأمور أعظم تفاوتٍ. ثم قال: {والباقياتُ الصالحاتُ}؛ أي: الأعمال الباقية التي لا تنقطع إذا انقطع غيرها، ولا تضمحلُّ هي الصالحاتُ منها؛ من صلاة وزكاة وصوم وحجٍّ وعمرة وقراءة وتسبيح وتكبير وتحميد وتهليل وإحسانٍ إلى المخلوقين وأعمال قلبيَّة وبدنيَّة؛ فهذه الأعمال {خيرٌ عند ربِّك ثواباً وخيرٌ مَرَدًّا}؛ أي: خيرٌ عند الله ثوابها وأجرها، وكثيرٌ للعاملين نفعها وردُّها، وهذا من باب استعمال أفعل التفضيل في غير بابه؛ فإنَّه ما ثَمَّ غيرُ الباقيات الصالحات عملٌ ينفع ولا يبقى لصاحبِهِ ثوابُهُ ولا ينجَعُ، ومناسبتُهُ ذكر الباقيات الصالحات. والله أعلم: أنَّه لما ذَكَرَ أنَّ الظالمين جعلوا أحوال الدُّنيا من المال والولد وحسن المقام ونحو ذلك علامةً لحسن حال صاحبها؛ أخبر هنا أنَّ الأمر ليس كما زعموا، بل العمل الذي هو عنوانُ السعادةِ ومنشورُ الفلاح، هو العملُ بما يحبُّه الله ويرضاه.
76. Yüce Allah, zalimlere sapıklıklarında uzunca mühlet vereceğini söz konusu ettikten sonra hidâyet bulan kimselerin de -onlara olan lütuf ve rahmeti dolayısıyla- hidâyetlerini artıracağını belirtmektedir. Hidâyet, hem faydalı bilgiyi hem de salih ameli kapsar. İlim, iman ile salih amel yolunda doğruyu izleyen herkesin bu hidâyetini Allah daha da arttırır, bu yolu ona kolaylaştırır. Kendisinin elde edebileceği sınırlar içerisinde olmayan daha başka hususları ona bağışlar. İşte bu buyruk, selef-i salihin de dediği gibi imanın artıp eksilişine delildir. Buna ayrıca Yüce Allah’ın şu buyrukları da delildir: “İman edenlerin de imanı artsın diye…” (el-Müddessir, 74/31); “Onlara ayetleri okunduğu zaman (bu ayetler) onların imanını arttırır.” (el-Enfal, 8/2) Yine vakıa da buna delildir. Çünkü iman, kalbin ve dilin söylediği söz ile kalbin, dilin ve azaların amelidir. Mü’minler ise bu gibi hususlarda birbirinden alabildiğine farklı seviyelerdedirler. aha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Kalıcı olan salih ameller” yani başkaları kesintiye uğradığı halde kendileri kesilmeyen, yok olmayan, kalıcı ameller ancak salih olanlarıdır. Namaz, zekât, oruç, hac, umre, kıraat, tesbih, tekbir, tahmid, yaratılmışlara iyilik, kalbi ve bedeni ameller vb. gibi. İşte bu ameller “Rabbinin nezdinde hem mükafat bakımından daha hayırlıdır, hem de âkıbetçe daha hayırlıdır.” Bu amellerin sahiplerine sağlayacağı faydaları ve getirileri pek çoktur, Allah nezdindeki mükâfaatları da daha hayırlıdır. Buradaki “daha hayırlı” ifadesi, kıyas içeren normal anlamında kullanılmamıştır. Çünkü kalıcı salih ameller dışında kişiye fayda sağlayacak ve o ameli işleyene mükâfaatı baki kalacak başka hiçbir amel yoktur. Burada kalıcı salih amellerin söz konusu edilmesinin münasebeti de -doğrusunu en iyi Allah bilir ama- şudur: Yüce Allah, zalimlerin dünyadaki mal, evlât, güzel makam vb. dünyevi halleri, bu hallere sahip olanın âhirette de iyi halde olacağına delil kabul etmeleri dolayısıyla burada durumun hiç de zannettikleri gibi olmadığını haber vermektedir. Aksine mutluluğun adresi ve kurtuluşun belgesi, ancak Allah’ın sevip razı olduğu amelleri yapmaktır.
Ayet: 77 - 80 #
{أَفَرَأَيْتَ الَّذِي كَفَرَ بِآيَاتِنَا وَقَالَ لَأُوتَيَنَّ مَالًا وَوَلَدًا (77) أَطَّلَعَ الْغَيْبَ أَمِ اتَّخَذَ عِنْدَ الرَّحْمَنِ عَهْدًا (78) كَلَّا سَنَكْتُبُ مَا يَقُولُ وَنَمُدُّ لَهُ مِنَ الْعَذَابِ مَدًّا (79) وَنَرِثُهُ مَا يَقُولُ وَيَأْتِينَا فَرْدًا (80)}.
77- Ayetlerimizi inkar edip de: “Bana (ahirette) kesinlikle mal ve evlât verilecek” diyen kimseyi gördün mü?! 78- Acaba o, gayba mı muttali olmuş yoksa Rahmân’dan bir söz mü almış? 79- Asla! Onun dediğini yazacağız ve azabını da uzattıkça uzatacağız. 80- O söylediklerini de ondan miras alacağız ve o, bize tek başına gelecek.
#
{77} أي: أفلا تعجبُ من حالة هذا الكافر الذي جمع بين كفره بآيات الّله ودعواه الكبيرة أنه سيُؤتى في الآخرة مالاً وولداً؛ أي: يكون من أهل الجنة، هذا من أعجب الأمور؛ فلو كان مؤمناً بالّله وادَّعى هذه الدَّعوى؛ لسهل الأمر. وهذه الآية وإنْ كانت نازلةً في كافرٍ معيَّن ؛ فإنَّها تشمل كلَّ كافرٍ زعم أنَّه على الحقِّ، وأنَّه من أهل الجنة.
77. Yani sen, şu Allah’ın âyetlerini inkar eden, sonra da ahirette kendisine mutlaka mal ve evlât verilecektir, yani cennet ehlinden olacaktır diye büyük bir iddiada bulunan kâfirin durumuna hayret etmez misin? Gerçekten bu en hayret edilecek işlerdendir. Eğer o Allah’a iman eden bir kimse olup da böyle bir iddiada bulunmuş olsaydı, iş kolaydı. Bu âyet-i kerime her ne kadar belirli bir kâfir hakkında inmiş ise de aslında hak üzere olduğunu ve cennet ehlinden olacağını ileri süren bütün kâfirleri kapsamına alır. Allah, böyle bir kimseyi azarlamak ve yalanlamak üzere şöyle buyurmaktadır:
#
{78} قال الله توبيخاً له وتكذيباً: {أطَّلَعَ الغيبَ}؛ أي: أحاط علمُه بالغيب حتى عَلِمَ ما يكون، وأنَّ من جملة ما يكونُ أنَّه يُؤتى يوم القيامة مالاً وولداً. {أم اتَّخَذَ عند الرحمن عهداً}: أنَّه نائلٌ ما قاله؛ أي: لم يكنْ شيءٌ من ذلك، فعُلِمَ أنَّه متقوِّلٌ قائل ما لا علم له به. وهذا التقسيم والترديدُ في غاية ما يكون من الإلْزام وإقامة الحجَّة؛ فإنَّ الذي يزعم أنه حاصلٌ له خيرٌ عند الّله في الآخرة لا يخلو: إما أنْ يكونَ قولُهُ صادراً عن علم بالغيوب المستقبلة، وقد عُلِمَ أنَّ هذا لله وحده؛ فلا أحد يعلم شيئاً من المستقبلات الغيبيَّة إلاَّ ما أطلعه الله عليه من رسله. وإمَّا أن يكون متَّخِذاً عهداً عند الله بالإيمان به واتِّباع رسله الذين عَهِدَ الّله لأهلِهِ، وأوزَعَ أنَّهم أهل الآخرة، والناجون الفائزون؛ فإذا انتفى هذان الأمران؛ عُلِمَ بذلك بطلان الدعوى.
78. “Acaba o, gayba mı muttali olmuş?” Yani onun bilgisi gaybı kuşatmış da ileride ne olacağını ve kıyamet gününde kendisine mal ve evlât verileceğini bilecek hale mi gelmiş? “Yoksa” bu söylediklerine nail olacağına dair “Rahmân’dan bir söz mü almış?” ki öyle bir şey yoktur. Böylelikle onun, bu iddiayı kendiliğinden uydurduğu ve bilgi sahibi olmadığı bir şeyi söylediği anlaşılmaktadır. Bu şekilde kısım kısım konunun ele alınması ve tekrar tekrar söz konusu edilmesi, gerçekten en ileri derecede susturucu delilleri ihtiva etmekte ve onlara karşı hakkın delilini ortaya koymaktadır. Şöyle ki ahiret gününde Allah nezdinde bir hayır elde edeceğini iddia eden kimse ya bu sözlerini gelecekteki gaybe dair bilgisine istinaden söylemektedir. Oysa gaybe dair bilginin yalnızca Allah’a ait olduğu bilinen bir husustur. Hiç kimse gelecekteki gaybi hususlara dair bir şey bilemez. Bundan Yüce Allah’ın peygamberlerini muttali kıldığı bazı şeyler müstesnadır. Böyle bir iddiada bulunan kişi, ikinci ihtimal olarak da Allah'tan bu konuda bir söz almış olabilir. Bu da ancak Allah’a imanla ve peygamberlerine tâbi olmakla olabilir. Çünkü Allah, böyle yapan söz sahiplerine ahirette kurtulacaklarını ve umduklarını elde edeceklerini bildirmiş ve taahhüd etmiştir. Bu iki husus da söz konusu olmadığına göre böyle bir iddianın batıl olduğu ortaya çıkmaktadır. Bundan dolayı da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{79} ولهذا قال تعالى: {كلاَّ}؛ أي: ليس الأمر كما زعم؛ فليس للقائل اطِّلاعٌ على الغيب، لأنَّه كافرٌ ليس عنده من علم الرسائل شيءٌ، ولا اتَّخذ عند الرحمن عهداً؛ لكفرِهِ وعدم إيمانه ولكنَّه يستحقُّ ضدَّ ما تقوَّلَه، وإنَّ قوله مكتوبٌ محفوظٌ ليُجازى عليه ويعاقب، ولهذا قال: {سنكتُبُ ما يقولُ ونَمُدُّ له من العذاب مَدًّا}؛ أي: نزيده من أنواع العقوبات كما ازداد من الغي والضَّلال.
79. “Asla!” Durum, onun iddia ettiği gibi değildir. Bu iddiada bulunan kimsenin gaybı bilmiş olması söz konusu değildir. Çünkü o, kâfirdir ve peygamberlerin getirdikleri risalet bilgisine kısmen de olsa sahip değildir. Küfrü ve imansızlığı sebebiyle Rahmân olan Allah nezdinden bir söz alma imkanı da yoktur. Aksine o, iddiasının tam zıddını hak etmiştir. Onun bu söylediği sözler de cezalarını görmesi, bunun karşılığını alması için yazılmaktadır. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Onun dediğini yazacağız ve azabını da uzattıkça uzatacağız.” Yani sapıklığı ve azgınlığı arttığı gibi çeşitli azaplarını da arttırağız.
#
{80} {ونَرِثُهُ ما يقولُ}؛ أي: نرثه ماله وولده، فينتقلُ من الدُّنيا فرداً بلا مال ولا أهل ولا أنصارٍ ولا أعوان، {ويأتينا فرداً}: فيرى من وخيم العقابِ ما هو جزاءُ أمثالِهِ من الظالمين.
80. “O söylediklerini de ondan miras alacağız.” Malını da evlâtlarını da miras alacağız, dünyadan ahirete tek başına malsız, evlâtsız, yardımcısız ve ona destek verecek kimsesi olmaksızın intikal edecektir. “Ve o, bize tek başına gelecek.” Ve oldukça vahim bir azap görecektir ki bu, onun gibi zalimlerin cezasıdır.
Ayet: 81 - 84 #
{[وَاتَّخَذُوا مِنْ دُونِ اللَّهِ آلِهَةً لِيَكُونُوا لَهُمْ عِزًّا (81) كَلَّا سَيَكْفُرُونَ بِعِبَادَتِهِمْ وَيَكُونُونَ عَلَيْهِمْ ضِدًّا (82)] أَلَمْ تَرَ أَنَّا أَرْسَلْنَا الشَّيَاطِينَ عَلَى الْكَافِرِينَ تَؤُزُّهُمْ أَزًّا (83) فَلَا تَعْجَلْ عَلَيْهِمْ إِنَّمَا نَعُدُّ لَهُمْ عَدًّا (84)}.
81- Kendilerine izzet ve kuvvet sağlasınlar diye Allah’tan başka birtakım ilâhlar edindiler. 82- Asla! O ilahları (kıyamette) onların ibadetlerini inkar edecek ve onlara karşı olacaklardır. 83- Bilmez misin ki biz, şeytanları kâfirlerin üzerine salarız da onları (isyana) alabildiğine teşvik ederler. 84- Sen onların aleyhlerinde acele etme. Zira biz, onlar için gün sayıyoruz.
#
{83} وهذا من عقوبة الكافرين: أنَّهم لمَّا لم يعتصِموا بالله ولم يتمسَّكوا بحبل الّله، بل أشركوا به ووالوا أعداءه من الشياطين؛ سلَّطهم عليهم وقيَّضهم، فجعلت الشياطينُ تؤزُّهم إلى المعاصي أزًّا، وتزعِجُهم إلى الكفر إزعاجاً، فيوسوسون لهم، ويوحون إليهم، ويزيِّنون لهم الباطل، ويقبِّحون لهم الحقَّ، فيدخل حبُّ الباطل في قلوبهم ويتشرَّبها، فيسعى فيه سعي المحقِّ في حقِّه، فينصره بجهده، ويحارب عنه، ويجاهد أهل الحق في سبيل الباطل، وهذا كلُّه جزاءً له على تولِّيه من وليِّه وتولِّيه لعدوِّه؛ جَعَلَ له عليه سلطاناً، وإلاَّ؛ فلو آمن بالله وتوكَّل عليه؛ لم يكنْ له عليه سلطانٌ؛ كما قال تعالى: {إنَّه ليس له سلطانٌ على الذين آمنوا وعلى ربِّهم يتوكَّلون. إنَّما سلطانُهُ على الذين يَتَوَلَّوْنَه والذين هم به مشركونَ}.
[81-82. Müşrikler, Allah'ın dışında birtakım ilahlar edinip onlara ibadet ediyorlar ve bunu da o ilahlar kendilerine yardım etsin diye ve onlar sayesinde izzete kavuşmak için yapıyorlar. Ama durum iddia ettikleri gibi değildir. O ilahlar onlar için güç ve izzet sebebi olmayacaktır. Aksine bu ilahlar ahirette onların ibadetlerini inkar edeceklerdir ve düşündüklerinin aksine onlara düşmanlık edip onları yalanlayan hasımlar olacaklardır.] 83. “Bilmez misin ki biz, şeytanları kâfirlerin üzerine salarız da onları (isyana) alabildiğine teşvik ederler.” Bu, Yüce Allah’ın kâfirlere olan bir cezasıdır. Çünkü onlar Allah’ın yoluna bağlanmadılar, Allah’ın ipine tutunmadılar; aksine O’na ortak koştular ve O’nun düşmanları olan şeytanları dost edindiler. Allah da bu şeytanları onlara musallat kıldı ve onların arkadaşları yaptı. Şeytanlar onları isyana doğru sürükler, küfre doğru hızlıca götürürler. Onlara vesveseler verip telkinlerde bulunur, batılı süslü, hakkı da çirkin gösterirler. Böylelikle kalplerine batıl sevgisi yerleşir ve bu sevgi kalplerine işler. Böylece bu kimseler, tıpkı hak sahibinin hakkı uğrunda çalışıp da bütün gayretiyle onu zafere ulaştırması gibi batılları uğrunda çalışırlar ve batıl yolunda hak ehline karşı mücadele verirler. Bütün bunlar ise onların gerçek dosttan yüz çevirmelerinin ve kendisine düşman olanı dost edinmelerinin bir cezasıdır. Bu nedenle de Allah, o düşmanı onun üzerinde musallat ve otorite sahibi kılmıştır. Yoksa bir kimse Allah’a iman edip O’na tevekkül edecek olursa hiçbir zaman şeytanın onun üzerinde bir tasallutu ve otoritesi olamaz. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Doğrusu iman edip de yalnız Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun hiçbir hakimiyeti yoktur. Onun hakimiyeti ancak kendisini dost edinip de onu Allah’a ortak koşanlar üzerindedir.” (el-Nahl, 16/99-100)
#
{84} {فلا تَعْجَلْ عليهم}؛ أي: على هؤلاء الكفار المستعجلين بالعذاب، {إنَّما نَعُدُّ لهم عدًّا}؛ أي: إنَّ لهم أياماً معدودةً؛ لا يتقدَّمون عنها ولا يتأخَّرون، نُمْهِلُهم ونحلم عنهم مدَّة ليراجِعوا أمر الله؛ فإذا لم ينجَعْ فيهم ذلك؛ أخذْناهم أخذ عزيز مقتدر.
84. Yani şu azabı çabucak isteyen kâfirler için acele etme! “Zira biz, onlar için gün sayıyoruz.” Yani onların sayılı günleri vardır. Ne bu günlerden öne geçebilirler, ne de sonraya kalabilirler. Onlara mühlet veririz. Allah’ın emrine dönsünler diye bir süre onlara ceza göndermeyiz. Ancak bu verilen süre onlara fayda sağlamayacak olursa onları aziz ve muktedir olanın yakalayışı ile yakalarız.
Ayet: 85 - 87 #
{يَوْمَ نَحْشُرُ الْمُتَّقِينَ إِلَى الرَّحْمَنِ وَفْدًا (85) وَنَسُوقُ الْمُجْرِمِينَ إِلَى جَهَنَّمَ وِرْدًا (86) لَا يَمْلِكُونَ الشَّفَاعَةَ إِلَّا مَنِ اتَّخَذَ عِنْدَ الرَّحْمَنِ عَهْدًا (87)}.
85- O gün takva sahiplerini (konuk) heyet halinde Rahman’ın huzuruna toplarız. 86- Günahkarları da susuz olarak cehenneme süreriz. 87- Rahmân’ın katında söz almış olandan başkası (o gün) şefaat hakkına sahip olamaz.
#
{85} يخبر تعالى عن تفاوت الفريقين: المتَّقين والمجرمين، وأنَّ المتَّقين له باتِّقاء الشرك والبدع والمعاصي، يحشُرُهم إلى موقف القيامة مكرمين مبجَّلين معظَّمين، وأنَّ مآلهم الرحمن، وقصدَهم المنان وفداً إليه، والوافد لا بدَّ أن يكونَ في قلبِهِ من الرجاء وحسن الظنِّ بالوافدِ إليه ما هو معلومٌ، فالمتَّقون يفدون إلى الرحمن راجين منه رحمته وعميم إحسانِهِ والفوز بعطاياه في دار رضوانه، وذلك بسبب ما قدَّموه من العمل بتقواه واتِّباع مراضيه، وأنَّ الله عَهِدَ إليهم بذلك الثواب على ألسنة رسله، فتوجَّهوا إلى ربِّهم مطمئنِّين به، واثقين بفضله.
85. Şanı Yüce Allah, muttakiler ile günahkârlardan oluşan iki kesim arasındaki farkı bildirmektedir: Allah, kendi uğruna şirkten, bidatlerden ve masiyetlerden sakınanlar kıyamette şerefli kılınmış ve tazime mazhar olmuş olarak mahşere getirecektir. Onların sonunda huzuruna varacakları ve varmayı istedikleri zat, lütufkâr ve Rahmân olan Allah’tır. O’nun huzuruna heyetler halinde varacaklardır. Birisinin yanına heyet halinde giden kimsenin kalbinde ise mutlaka belli bir umut, yanına gittiği kimse hakkında bilinen şekilde bir hüsn-ü zan bulunur. İşte takvâ sahipleri de Rahmân olan Allah’ın huzuruna rahmetini, herkesi kuşatan ihsanını ve rıza yurdu olan cennette O’nun bağışlarına nail olmayı umarak gideceklerdir. Buna sebep ise O’na olan takvaları ve dünyada iken işledikleri O’nu razı edecek amellerdir. Zira Yüce Allah, bu amellere karşılık peygamberleri aracılığıyla onları mükâfatlandıracağına söz vermişti. Onlar da bu sözün verdiği kalp huzuru ile ve O’nun lütfuna güvenerek Rablerine yönelirler.
#
{86} وأما المجرمون؛ فإنَّهم يُساقون {إلى جهنَّم وِرْداً}؛ أي: عطاشاً، وهذا أبشعُ ما يكون من الحالات سوقهم على وجهِ الذُّلِّ والصغار إلى أعظم سجن وأفظع عقوبةٍ، وهو جهنَّم، في حال ظمئهم ونصبهم؛ يستغيثون فلا يُغاثون، ويَدْعونَ فلا يُستجاب لهم، ويستشفعونَ فلا يُشفع لهم.
86. Günahkârlar ise cehenneme susuz olarak sürüleceklerdir. Bu ise en büyük zindan, en ağır ve dehşetli ceza olan cehenneme, en zelil ve en hakir halde sürüleceklerini, en korkunç şekilde oraya götürüleceklerini ifade eder. Susamış, yorgun ve bitkin olacaklardır. İmdat ve yardım isteyecekler, yardımlarına cevap verilmeyecektir. Dua edecekler, duaları kabul olunmayacaktır. Kendilerine şefaat edilmesini isteyecekler, onlara şefaat olunmayacaktır. Bundan dolayı da Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{87} ولهذا قال: {لا يملكون الشفاعةَ}؛ أي: ليست الشفاعة ملكهم ولا لهم منها شيء، وإنَّما هي لله تعالى، {قل لله الشفاعةُ جميعاً}، وقد أخبر أنَّه لا تنفعُهم شفاعةُ الشافعين؛ لأنَّهم لم يتَّخذوا عنده عهداً بالإيمان به وبرسله، وإلاَّ؛ فمن اتَّخذ عنده عهداً، فآمن به وبرسله، واتَّبعهم؛ فإنَّه ممَّن ارتضاه الله وتحصُلُ له الشفاعة؛ كما قال تعالى: {ولا يشفعونَ إلاَّ لِمن ارْتَضى}. وسمى الله الإيمانَ به واتِّباع رسله عهداً؛ لأنَّه عهد في كتبه وعلى ألسنة رسله بالجزاء الجميل لمن اتَّبعهم.
87. “Rahmân’ın katında söz almış olandan başkası (o gün) şefaat hakkına sahip olamaz.” Yani şefaat veya onun bir bölümü onlardan hiçbirisinin elinde ve imkânında değildir. Şefaat yalnızca Yüce Allah’ın elindedir: “De ki: Bütün şefaat Allah’ındır.” (ez-Zümer, 39/44) Allah, onlara şefaat edeceklerin şefaatinin fayda vermeyeceğini haber vermektedir. Çünkü onlar Allah nezdinde O’na ve peygamberlerine iman etmek suretiyle herhangi bir söz almış değillerdir. Aksi takdirde Allah nezdinde bir söz alıp da O’na ve peygamberlerine iman eden ve peygamberlerine tâbi olan kimseler, Allah’ın kendilerinden razı olacağı ve şu ayette olduğu gibi şefaate nail olacak kimselerden olabileceklerdir: “O’nun razı olduğu kimselerden başkasına şefaat etmezler.” (el-Enbiya 21/28) Yüce Allah kendisine iman edip de peygamberlerine uymayı “söz” diye adlandırmıştır. Çünkü O, kitaplarında ve peygamberleri vasıtasıyla peygamberlerine uyan kimselere güzel mükâfatlar vereceğine dair söz vermiştir.
Ayet: 88 - 95 #
{وَقَالُوا اتَّخَذَ الرَّحْمَنُ وَلَدًا (88) لَقَدْ جِئْتُمْ شَيْئًا إِدًّا (89) تَكَادُ السَّمَاوَاتُ يَتَفَطَّرْنَ مِنْهُ وَتَنْشَقُّ الْأَرْضُ وَتَخِرُّ الْجِبَالُ هَدًّا (90) أَنْ دَعَوْا لِلرَّحْمَنِ وَلَدًا (91) وَمَا يَنْبَغِي لِلرَّحْمَنِ أَنْ يَتَّخِذَ وَلَدًا (92) إِنْ كُلُّ مَنْ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ إِلَّا آتِي الرَّحْمَنِ عَبْدًا (93) لَقَدْ أَحْصَاهُمْ وَعَدَّهُمْ عَدًّا (94) وَكُلُّهُمْ آتِيهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فَرْدًا (95)}.
88- “Rahmân, çocuk edindi” dediler. 89- Andolsun ki siz, çok çirkin bir iddia ortaya attınız. 90- Öyle ki ondan dolayı neredeyse gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar parçalanıp yıkılacak. 91- (Evet,) Rahmân’a çocuk isnat etmeleri yüzünden… 92- Halbuki çocuk edinmek Rahmân’a yaraşmaz. 93- Göklerde ve yerde olanların hepsi, mutlaka Rahmân’ın huzuruna kul olarak gelecektir. 94- Andolsun ki O, hepsini kuşatmış ve onları tek tek saymıştır. 95- Hepsi de kıyamet gününde O’nun huzuruna yalnız başına gelecektir.
#
{88} وهذا تقبيحٌ وتشنيعٌ لقول المعاندين الجاحدين، الذين زعموا أن الرحمن اتَّخذَ ولداً؛ كقول النصارى: المسيح ابن الله، واليهود: عزيز ابن الله، والمشركين: الملائكة بنات الله؛ تعالى الّله عن قولِهِم علوًّا كبيراً.
88. Bu buyruklarla Rahmân olan Allah’ın evlât edindiğini iddia eden o inatçı ve hakkı bile bile inkâr eden kimselerin söyledikleri sözlerin ne kadar çirkin olduğu belirtilmektedir. Hristiyanların: Mesih Allah’ın oğludur, yahudilerin: Üzeyir Allah’ın oğludur, müşriklerin: Melekler Allah’ın kızlarıdır, şeklindeki sözleri bu kabildendir. Yüce Allah, onların bu iddialarından alabildiğine yücedir, münezzehtir.
#
{89 ـ 91} {لقد جئتُم شيئاً إدًّا}؛ أي: عظيماً وخيماً من عظيم أمره أنَّه: {تكاد السمواتُ}: على عظمتها وصلابتها؛ {يَتَفَطَّرْنَ منه}؛ أي: من هذا القول، {وتنشقُّ الأرض}: منه؛ أي: تتصدَّع وتنفطر، {وتخرُّ الجبال هَدًّا}؛ أي: تندكُّ الجبال {أنْ دَعَوا للرحمن ولداً}؛ أي: من أجل هذه الدعوى القبيحة تكاد هذه المخلوقات أن يكون منها ما ذُكِرَ.
89-90. “Andolsun ki siz çok çirkin” son derece büyük ve vahim “bir iddia ortaya attınız” ve bu sözün, bu iddianın büyüklüğü dolayısıyla “neredeyse gökler” bu sözden dolayı büyüklüklerine ve sağlamlıklarına rağmen “çatlayacak” yer de bu iddiadan dolayı “yarılacak” parça parça olacak “ve dağlar parçalanıp yıkılacak.” Yani ufalanıp yok olacak. 91. (Evet,) Rahmân’a çocuk isnat etmeleri yüzünden…” Bütün bunlar, bu çirkin iddialarından ötürü olacak. Evet, bütün bu yaratılmışlar neredeyse bu hallere düşeceklerdir.
#
{92} والحال أنه {ما يَنبغي}؛ أي: لا يليق ولا يكون {للرحمن أنْ يتَّخِذَ ولداً}: وذلك لأنَّ اتِّخاذه الولد يدلُّ على نقصه واحتياجه، وهو الغنيُّ الحميدُ، والولد أيضاً من جنس والدِهِ، والله تعالى لا شبيه له ولا مثل ولا سميَّ.
92. “Halbuki çocuk edinmek, Rahmân’a yaraşmaz.” Öyle bir şey olmaz da yakışmaz da. Çünkü çocuk edinmek O’nun eksikliğine ve muhtaçlığına delildir. O ise hiçbir şeye muhtaç olmayan Ğanidir, her türlü övgüye layık olan Hamîd’dir. Diğer taraftan çocuk da babasının cinsinden olur. Yüce Allah’ın ise ne eşi, ne benzeri, ne de dengi olamaz.
#
{93} {إنْ كلُّ مَن في السمواتِ والأرْضِ إلاَّ آتي الرحمن عبداً}؛ أي: ذليلاً منقاداً غير متعاصٍ ولا ممتنع، الملائكة والإنس والجنُّ وغيرهم، الجميع مماليك متصرَّف فيهم، ليس لهم من الملك شيءٌ، ولا من التدبير شيءٌ؛ فكيف يكون له ولدٌ وهذا شأنه وعظمة ملكه؟!
93. “Göklerde ve yerde olanların hepsi, mutlaka Rahmân’ın huzuruna kul olarak gelecektir.” Karşı gelmek, baş kaldırmak söz konusu olmaksızın emrine itaat ederek ve zilletle boyun eğerek gelecektir. Melekler, insanlar, cinler ve diğerleri... Hepsi Allah’ın hükümranlığı altındadırlar. Onlar üzerinde O, tasarruf sahibidir. Yönetim namına onların bir şeye sahip olmaları yahut herhangi bir şeyin idaresini gerçekleştirmeleri mümkün değildir. Şanı ve hükümranlığının azameti bu olduğuna göre O’nun nasıl çocuğu olabilir?
#
{94} {لقد أحصاهم وعدَّهم عدًّا}؛ أي: لقد أحاط علمُهُ بالخلائق كلِّهم، أهل السماواتِ والأرض، وأحصاهم، وأحصى أعمالهم؛ فلا يضلُّ ولا ينسى ولا تخفى عليه خافيةٌ.
94. “Andolsun ki O, hepsini kuşatmış ve onları tek tek saymıştır.” Yani Yüce Allah’ın ilmi, göklerde olsunlar, yerde olsunlar bütün yaratılmışları kuşatmıştır. Onları da amellerini de tek tek bilir ve hepsini tespit etmiştir. O, unutmaz ve şaşırmaz. Hiçbir şey de O’na gizli kalmaz.
#
{95} {وكلُّهم آتيه يوم القيامةِ فَرْداً}؛ أي: لا أولاد ولا مال ولا أنصار، ليس معه إلاَّ عمله، فيجازيه الله ويوفِّيه حسابه، إن خيراً؛ فخير، وإن شرًّا فشرٌّ؛ كما قال تعالى: {ولقد جِئْتُمونا فُرادى كما خَلَقْناكم أوَّلَ مَرَّةٍ}.
95. “Hepsi de kıyamet gününde O’nun huzuruna” evlâtları, malları ve yardımcıları olmaksızın “yalnız başına gelecektir.” Kimse ile birlikte amelinden başka bir şey bulunmayacaktır. Allah ona amelinin karşılığını verecek, hesabını eksiksiz görecektir: hayırsa hayır, şerse şer. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Andolsun sizi ilk defa yarattığımız gibi, yapayalnız, teker teker huzurumuza geldiniz.” (el-En’âm, 6/94)
Ayet: 96 #
{إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ سَيَجْعَلُ لَهُمُ الرَّحْمَنُ وُدًّا (96)}.
96- İman edip salih amel işleyenlere gelince Rahmân onlar için bir sevgi var edecektir.
#
{96} هذا من نعمه على عباده الذين جمعوا بين الإيمان والعمل الصالح: أنْ وَعَدَهُم أنْ يَجْعَلَ لهم ودًّا؛ أي: محبة ووداداً في قلوب أوليائِهِ وأهل السماء والأرض، وإذا كان لهم في القلوب ودٌّ؛ تيسَّر لهم كثيرٌ من أمورهم، وحصل لهم من الخيرات والدَّعوات والإرشاد والقبول والإمامة ما حَصَلَ، ولهذا ورد في الحديث الصحيح: «إنَّ الله إذا أحبَّ عبداً؛ نادى جبريلَ: إنِّي أحبُّ فلاناً؛ فأحبَّه. فيحبُّه جبريل، ثم ينادي في أهل السماء: إنَّ الله يحبُّ فلاناً؛ فأحبُّوه، فيحبُّه أهل السماء، ثم يوضَع له القَبول في الأرض» وإنَّما جَعَلَ الله لهم وُدًّا لأنه ودُّوه، وأحبُّوه، فودَّدهم إلى أوليائِهِ وأحبابِهِ.
96. Bu, Yüce Allah’ın imanı ve salih ameli birlikte gerçekleştiren kullarına gerçekleştirmeyi vaat ettiği bir nimetidir. Şöyle ki Allah onlara bir sevgi var edecektir. Dostlarının kalplerinde, sema ve arz ehlinin içinde onlara karşı bir sevgi, bir muhabbet uyandıracaktır. Kalplerde onlara karşı bir sevgi oldu mu da pek çok işleri onlar için kolaylaşacaktır. Çeşitli hayırlara, dualara, irşadlara, kabullere, önderliklere ve bu kabilden husule gelen nimetlere nail olacaklardır. Bundan dolayıdır ki sahih bir hadiste Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğu varid olmuştur: “Şüphesiz Allah, bir kulu sevdi mi Cebrail’e: Ben filanı seviyorum, sen de onu sev, diye nidâ eder. Cebrail de onu sever. Daha sonra Cebrail semâ ehli arasında: Şüphesiz Allah filan kimseyi sever, siz de o kimseyi sevin, diye nidâ eder. Bunun üzerine semâdakiler de onu sever. Sonra o kişi yeryüzünde de kabul görüp takdir edilir.” Yüce Allah’ın bunlara bir sevgi var etmesinin sebebi, onların da Allah’ı sevmeleridir. O da onları kendi dostlarına ve sevdiklerine sevdirmiştir.
Ayet: 97 - 98 #
{فَإِنَّمَا يَسَّرْنَاهُ بِلِسَانِكَ لِتُبَشِّرَ بِهِ الْمُتَّقِينَ وَتُنْذِرَ بِهِ قَوْمًا لُدًّا (97) وَكَمْ أَهْلَكْنَا قَبْلَهُمْ مِنْ قَرْنٍ هَلْ تُحِسُّ مِنْهُمْ مِنْ أَحَدٍ أَوْ تَسْمَعُ لَهُمْ رِكْزًا (98)}.
97- Biz o (Kur'ân’ı), ancak kendisiyle takva sahiplerini müjdeleyesin ve inatçı bir toplumu da uyarasın diye senin dilinle (Arapça indirerek) kolaylaştırdık. 98- Onlardan önce nice nesilleri helâk ettik. Şimdi sen onlardan herhangi birini görebiliyor yahut onlardan cılız da olsa bir ses işitebiliyor musun?
#
{97} يخبر تعالى عن نعمتِهِ، وأنَّه يسَّر هذا القرآن الكريم بلسان الرسول محمدٍ صلّى الله عليه وسلّم؛ يسَّر ألفاظه ومعانيه؛ ليحصل المقصودُ منه والانتفاع به؛ {لِتُبَشِّرَ به المتَّقينَ}: بالترغيب في المبشَّر به من الثواب العاجل والآجل، وذِكْر الأسباب الموجبة للبشارة، {وتُنذِرَ به قوماً لُدًّا}؛ أي: شديدين في باطلهم، أقوياء في كفرهم، فتنذِرَهم، فتقوم عليهم الحجَّة، وتتبيَّن لهم المحجَّة، فيهلِك مَن هَلَك عن بيِّنة، ويحيا مَن حيَّ عن بيِّنة.
97. Yüce Allah, nimetinin bir eseri olarak bu Kur’ân’ı Rasûlü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in diliyle kolaylaştırmış olduğunu haber vermektedir. Bu Yüce Kitab’ın lafızlarını da anlamlarını da kolay kılmıştır. Ondan gözetilen maksat gerçekleşsin ve ondan yararlanmak kolay olsun diye böyle yapmıştır. “Kendisiyle takva sahiplerini” müjdesi verilen dünyevi ve uhrevi mükâfaatları haber vererek ve müjdelenmeyi gerektiren sebeplere teşvik etmek suretiyle “müjdeleyesin ve inatçı bir toplumu da uyarasın diye senin dilinle (Arapça indirerek) kolaylaştırdık.” Batıllarında ısrarlı, küfürlerinde katı kimseleri de uyarıp korkutasın, böylelikle onlara karşı delil ortaya konmuş ve gerekli şekilde açıklanmış olsun diye. Bunun sonucunda da helâk olan apaçık bir delile binaen helâk olur, hayatta kalan da apaçık bir delile binaen hayatta kalır.
#
{98} ثم توعَّدهم بإهلاك المكذِّبين قبلهم، فقال: {وكم أهْلَكْنا قبلَهم من قرنٍ}: من قوم نوح وعاد وثمود وفرعون وغيرهم من المعانِدين المكذِّبين، لما استمرُّوا في طغيانِهِم؛ أهلكهم الله؛ فليس لهم من باقيةٍ. {هل تُحِسُّ منهم من أحدٍ أو تسمعُ لهم رِكْزاً}: والرِّكْزُ: الصوتُ الخفيُّ؛ أي: لم يبقَ منهم عينٌ ولا أثرٌ، بل بقيتْ أخبارُهم عبرةً للمعتبرين، وأسمارُهم عظةً للمتعظين.
98. Yüce Allah, kendilerinden önceki yalanlayan kavimlerin helâk edildiklerini belirterek onları şöylece korkutmaktadır: “Onlardan önce” Nûh’un kavmini, Âd’ı, Semûd’u, Firavun’u ve diğer yalanlayan “nice nesilleri helâk ettik.” Bunlar azgınlıklarını sürdürüp gidince Allah da onları helak etti. Geriye onlardan hiçbir şey kalmadı. “Şimdi sen onlardan herhangi birini görebiliyor yahut onlardan cılız da olsa bir ses işitebiliyor musun?” Yani onlardan geriye ne varlıkları ne de gözle görülür bir izleri kalmamıştır. Sadece ibret alanlar için ibret, öğüt alanlar için de öğüt olmak üzere birtakım bilgiler kalmıştır.
eryem Sûresi’nin tefsiri burada sona ermektedir. Yüce Allah’a hamd ve şükürler olsun.
***