Ayet:
16- NAHL SÛRESİ
16- NAHL SÛRESİ
(Mekke’de inmiştir, 128 âyettir)
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adı ile.
Ayet: 1 - 2 #
{أَتَى أَمْرُ اللَّهِ فَلَا تَسْتَعْجِلُوهُ سُبْحَانَهُ وَتَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ (1) يُنَزِّلُ الْمَلَائِكَةَ بِالرُّوحِ مِنْ أَمْرِهِ عَلَى مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ أَنْ أَنْذِرُوا أَنَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا أَنَا فَاتَّقُونِ (2)}
1- Allah’ın emri geldi (gelecek). Artık onu istemekte acele etmeyin. O, onların ortak koştukları şeylerden yüce ve münezzehtir. 2- O, kendi emri ile kullarından dilediği kimseler üzerine melekleri rûh/vahiy ile: (İnsanları) uyarın: Benden başka hiçbir (hak) ilâh yok! Öyleyse benden korkup sakının.” diye indirir.
#
{1} يقول تعالى مقرِّباً لما وعد به محققاً لوقوعه: {أتى أمرُ الله فلا تستعجلوه}: فإنه آتٍ، وما هو آتٍ فإنَّه قريبٌ. {سبحانه وتعالى عما يشركون}: من نسبة الشريك والولد والصاحبة والكفؤ وغير ذلك مما نسبه إليه المشركون مما لا يليق بجلاله أو ينافي كماله.
1. Yüce Allah, vaadinin yakınlaştığını ve gerçekleşeceğinin muhakkak olduğunu belirtmek üzere şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın emri geldi (gelecek). Artık onu istemekte acele etmeyin.” Çünkü o, kesinlikle gelecektir, gelecek olan şey ise pek yakın demektir. “O, onların ortak koştukları” Allah’a ortak koştukları, evlat, eş, denk ve bunun dışında müşriklerin, O’nun celaline yakışmayan yahut kemâline aykırı olarak nispet ettikleri bütün “şeylerden yüce ve münezzehtir.”
#
{2} ولما نزَّه نفسَه عما وَصَفَهُ به أعداؤه؛ ذَكَرَ الوحي الذي ينزِّله على أنبيائه مما يجب اتباعه في ذكر ما يُنسب لله من صفات الكمال، فقال: {ينزِّلُ الملائكة بالرُّوح من أمره}؛ أي: بالوحي الذي به حياة الأرواح، {على مَن يشاءُ من عبادِهِ}: ممَّن يعلمه صالحاً لتحمُّل رسالته. وزبدة دعوة الرسل كلِّهم ومدارها على قوله: {أنْ أنذروا أنَّه لا إله إلاَّ أنا} ؛ أي: على معرفة الله تعالى، وتوحُّده في صفات العظمة، التي هي صفات الألوهيَّة، وعبادته وحده لا شريك له؛ فهي التي أنزل بها كتبه، وأرسل رسله، وجعل الشرائع كلها تدعو إليها، وتحثُّ، وتجاهد مَنْ حاربها، وقام بضدِّها.
2. Allah Teala, kendi zatını düşmanlarının kendisini nitelediği sıfatlardan tenzih ettikten sonra Allah’a nispet edilen kemâl sıfatları hususunda uyulması gereken hususlara dair peygamberlerine indirdiği vahyi söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “O, kendi emri ile kullarından dilediği” risâlet görevini yüklenmeye uygun olduğunu bildiği “kimseler üzerine melekleri rûh/vahiy” yani ruhların hayat kaynağı olan vahiy “ile” bütün peygamberlerin çağrısının özü ve ekseni olan: “(İnsanları) uyarın: Benden başka hiçbir (hak) ilah yok! Öyleyse benden korkup sakının.” daveti ile gönderdi. Yani ulûhiyet sıfatları olan azamet sıfatlarında Yüce Allah’ı bilip tanımak ve tevhid etmek, O’na hiçbir şeyi ortak koşmaksızın yalnızca O’na ibadet etme daveti ile ki Yüce Allah’ın kitaplarında indirdiği, peygamberleri ile gönderdiği, bütün şeriatlerin kendisine çağırdığı ayrıca, buna karşı savaş açan ve aksini yerine getirenlere karşı da cihada teşvik ettiği davet de budur.
Daha sonra Allah teâlâ buna dair delil ve belgeleri söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 3 - 9 #
{خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ بِالْحَقِّ تَعَالَى عَمَّا يُشْرِكُونَ (3) خَلَقَ الْإِنْسَانَ مِنْ نُطْفَةٍ فَإِذَا هُوَ خَصِيمٌ مُبِينٌ (4) وَالْأَنْعَامَ خَلَقَهَا لَكُمْ فِيهَا دِفْءٌ وَمَنَافِعُ وَمِنْهَا تَأْكُلُونَ (5) وَلَكُمْ فِيهَا جَمَالٌ حِينَ تُرِيحُونَ وَحِينَ تَسْرَحُونَ (6) وَتَحْمِلُ أَثْقَالَكُمْ إِلَى بَلَدٍ لَمْ تَكُونُوا بَالِغِيهِ إِلَّا بِشِقِّ الْأَنْفُسِ إِنَّ رَبَّكُمْ لَرَءُوفٌ رَحِيمٌ (7) وَالْخَيْلَ وَالْبِغَالَ وَالْحَمِيرَ لِتَرْكَبُوهَا وَزِينَةً وَيَخْلُقُ مَا لَا تَعْلَمُونَ (8) وَعَلَى اللَّهِ قَصْدُ السَّبِيلِ وَمِنْهَا جَائِرٌ وَلَوْ شَاءَ لَهَدَاكُمْ أَجْمَعِينَ (9)}.
3- O, gökleri ve yeri hak (bir amaç) ile yarattı. O, onların ortak koşmalarından yüce ve münezzehtir. 4- O, insanı bir damla sudan yarattı. Ama bir de bakarsın ki o, (Rabbine karşı) apaçık bir hasım kesiliverir. 5- Hayvanları da O yarattı. Onlarda sizi ısıtacak şeyler ve birçok menfaatler vardır. Onlardan yersiniz de. 6- Akşamleyin (ağıllara) getirirken de sabahleyin salıverirken de onlarda sizin için bir güzellik vardır. 7- Onlar, ağırlıklarınızı taşıyıp sizin kendi kendinize yarı canınız tükenmeden varamayacağınız beldelere götürürler. Şüphesiz Rabbiniz pek şefkatlidir, çok merhametlidir. 8- Atları, katırları ve merkepleri de hem binmeniz için hem de süs olmak üzere yaratmıştır. Bilemeyeceğiniz (daha nice) şeyler de yaratır. 9- Doğru yolu göstermek Allah’a aittir. Yolların içinde (haktan) sapanları da vardır. Eğer O, dilese idi elbette sizin hepinizi hidâyete erdirirdi.
Bu sûre aynı zamanda “Nimetler Sûresi” diye de adlandırılır. Çünkü Allah, bu sûrenin baş taraflarında nimetlerin temellerini ve belli başlıcalarını söz konusu etmekte, sonlarında da bunların tamamlayıcı olanlarını zikretmektedir.
#
{3} فأخبر أنه {خلق السموات والأرض بالحقِّ}؛ ليستدلَّ بهما العبادُ على عظمة خالقهما وما له من نعوت الكمال، ويعلموا أنه خلقهما مسكناً لعباده الذين يعبدونه بما يأمرهم به من الشرائع التي أنزلها على ألسنة رسله، ولهذا نزَّه نفسه عن شرك المشركين به، فقال: {تعالى عما يشركون}، أي: تنزَّه وتعاظم عن شركهم؛ فإنه الإله حقًّا، الذي لا تنبغي العبادة والحبُّ والذُّلُّ إلا له تعالى.
3. Yüce Allah, burada “gökleri ve yeri hak (bir amaç) ile” yarattığını haber vermektedir. Bu da kulların bunları, onları Yaratanın azametine, sahip olduğu kemâl sıfatlara delil görmeleri içindir. Yine Allah’ın bunları, peygamberlerine indirdiği şeriatlerinde verdiği emirler gereğince kendisine ibadet eden kullarına ait bir mesken olmak üzere yarattığını bilmeleri içindir. Bundan dolayı Yüce Allah, kendisine ortak koşanların şirklerinden zatını tenzih ederek şöyle buyurmaktadır: “O, onların ortak koşmalarından yüce ve münezzehtir.” Çünkü O, gerçek ilahtır. Kendisinden başkasına ibadet edilmemeli, muhabbet ve zillet yalnızca O’na gösterilmelidir.
#
{4} ولما ذكر خلق السماوات [والأرض] ؛ ذكر خَلْقَ ما فيهما، وبدأ بأشرف ذلك، وهو الإنسان، فقال: {خلق الإنسان من نُطفةٍ}: لم يزل يدبِّرها ويرقيها وينمِّيها حتى صارت بشراً تامًّا كامل الأعضاء الظاهرة والباطنة، قد غمره بنعمه الغزيرة، حتى إذا استتمَّ فَخَرَ بنفسه وأُعْجِب بها. {فإذا هو خصيمٌ مبينٌ}: يُحتمل أن المراد: فإذا هو خصيمٌ لربِّه؛ يكفر به، ويجادل رسلَه، ويكذِّب بآياته، ونسي خلقَه الأوَّل، وما أنعم الله عليه به من النعم، فاستعان بها على معاصيه. ويُحتمل أنَّ المعنى أنَّ الله أنشأ الآدميَّ من نطفةٍ، ثم لم يزل ينقله من طَوْرٍ إلى طَوْرٍ، حتى صار عاقلاً، متكلِّماً، ذا ذهن ورأي، يخاصم ويجادل؛ فليشكرِ العبدُ ربَّه الذي أوصله إلى هذه الحال، التي ليس في إمكانه القدرة على شيء منها.
4. Yüce Allah, gökleri ve yeri yarattığını söz konusu ettikten sonra onlarda bulunan birtakım varlıkları söz konusu etmiş, sonra da bu yaratılmışların en şereflisi olan insana dair açıklamalarda bulunmuştur: “O, insanı bir damla sudan yarattı.” O, bu nutfeyi iç ve dış bütün azaları tam ve eksiksiz bir insan oluncaya kadar çekip çevirir, besleyip büyütür ve geliştirir. İnsanı oldukça bol olan nimetlerine mazhar kılar. Ne zaman ki o, kendisini tam ve eksiksiz görünce böbürlenir ve kendisini beğenir. “Ama bir de bakarsın ki o, (Rabbine karşı) apaçık bir hasım kesiliverir.” Bundan şu anlam kastedilmiş olabilir: O, Rabbine karşı bir hasım kesiliverir. Rabbini inkar eder, peygamberlerine düşman olur ve O’nun âyetlerini yalanlar. İlk yaratılışını, Allah’ın kendisine ihsan etmiş olduğu nimetleri unutuverir de bu nimetleri Allah’a isyanda kullanır. Bu buyruğun şu anlama gelme ihtimali de vardır: Yüce Allah, insanoğlunu bir damla sudan yarattıktan sonra onu aşama aşama geliştirir. Sonunda o, akıl sahibi, konuşabilen, düşünce ve görüş sahibi, hasım olup davalaşabilen ve tartışabilen bir hale gelir. O halde kulun kendisini bu hale ulaştıran -ki kul kendiliğinden bunların hiçbir aşamasını gerçekleştiremez- Rabbine şükretmelidir.
#
{5} {والأنعامَ خلقها لكم}؛ أي: لأجلكم ولأجل منافعكم ومصالحكم، من جملة منافعها العظيمة، أنَّ {لكم فيها دفءٌ}: مما تتَّخذون من أصوافها وأوبارها وأشعارها وجلودِها من الثياب والفرش والبيوت. {و} لكم فيها {منافعُ}: غيرُ ذلك، {ومنها تأكلون}.
5. “Hayvanları da O” sizin için, faydanız ve maslahatlarınız için “yarattı. Onlarda sizi ısıtacak” onların büyük faydaları arasında yünlerinden, yapağılarından, kıllarından, derilerinden yaptığınız elbise, döşek, çadır vb. “şeyler ve” bunların dışında daha “birçok menfaatler vardır. Onlardan yersiniz de.”
#
{6} {ولكُم فيها جمالٌ حين تُريحونَ وحين تَسْرَحون}؛ أي: في وقت رواحها وراحتها وسكونها ووقت حركتها وسرحها، وذلك أنَّ جمالها لا يعود إليها منه شيءٌ؛ فإنَّكم أنتم الذين تتجمَّلون بها كما تتجملون بثيابكم وأولادكم وأموالكم وتُعْجَبون بذلك.
6. “Akşamleyin (ağıllara) getirirken de sabahleyin salıverirken de onlarda sizin için bir güzellik vardır.” Yani bu davarların ağıllar gelip durdukları ve dinlendikleri esnada da hareket edip salıverildikleri sırada da sizin için onlarda bir güzellik vardır. Çünkü davarların güzelliklerinin kendilerine hiçbir faydası yoktur. Elbiselerinizle, çoluk çocuğunuzla, mallarınızla onların güzelliklerinden yararlananlar ve onlardan hoşlananlar bizzat sizlersiniz.
#
{7} {وتحملُ أثقالَكم}: من الأحمال الثقيلة، بل وتحملكم أنتم، {إلى بلدٍ لم تكونوا بالغيه إلاَّ بِشِقِّ الأنفس}: ولكن الله ذلَّلها لكم؛ فمنها ما تركبونه، ومنها ما تحملون عليه ما تشاؤون من الأثقال إلى البلدان البعيدة والأقطار الشاسعة. {إنَّ ربَّكم لرءوفٌ رحيمٌ}: إذ سخَّر لكم ما تضطرُّون إليه وتحتاجونه؛ فله الحمدُ كما ينبغي لجلال وجهه وعظيم سلطانه وسعة جوده وبرِّهِ.
7. “Onlar ağırlıklarınızı” ağır yüklerinizi, hatta bizzat sizleri “taşıyıp kendi kendinize yarı canınız tükenmeden varamayacağınız beldelere götürürler.” Allah, onları sizin emrinize vermiştir. Bunlardan kimisine binersiniz, kimisine de dilediğiniz ağırlıkları yükler pek uzak şehirlere, uçsuz bucaksız ülkelere götürürsünüz. “Şüphesiz Rabbiniz pek şefkatli, çok merhametlidir.” Zira O, sizin için ihtiyaç ve zaruri olan şeyleri emrinize vermiştir. Öyleyse yüzünün celâline, egemenliğinin azametine, cömertlik ve ihsanının genişliğine yaraşır bir şekilde övgüye layık olan ancak O’dur.
#
{8} {والخيلَ والبغالَ والحميرَ}: سخَّرناها لكم؛ {لتَرْكَبوها وزينةً}؛ أي: تارة تستعملونها للضرورة في الركوب، وتارة لأجل الجمال والزينة، ولم يذكر الأكل؛ لأنَّ البغال والحمير محرَّم أكلها، والخيل لا تستعمل في الغالب للأكل، بل يُنهى عن ذبحها لأجل الأكل خوفاً من انقطاعها، وإلاَّ؛ فقد ثبت في «الصحيحين» أنَّ النبيَّ - صلى الله عليه وسلم - أذن في لحوم الخيل. {ويخلق ما لا تعلمونَ}: مما يكون بعد نزول القرآن من الأشياء التي يركبها الخلقُ في البَرِّ والبحرِ والجوِّ ويستعملونها في منافعهم ومصالحهم؛ فإنَّه لم يذكُرْها بأعيانها؛ لأنَّ الله تعالى لم يذكر في كتابه إلا ما يعرفُهُ العباد أو يعرفون نظيرَه، وأمَّا ما ليس له نظيرٌ؛ فإنَّه لو ذُكِرَ؛ لم يعرِفوه ولم يفهموا المراد منه، فيَذْكُرُ أصلاً جامعاً يدخُلُ فيه ما يعلمون وما لا يعلمون؛ كما ذكر نعيم الجنة، وسمَّى منه ما نعلم ونشاهد نظيره؛ كالنخل والأعناب، والرمَّان وأجمل ما لا نعرف له نظيراً في قوله: {فيهما من كلِّ فاكهةٍ زوجانِ}؛ فكذلك هنا ذكر ما نعرفه من المراكب؛ كالخيل والبغال والحمير والإبل والسفن، وأجمل الباقي في قوله: {ويَخْلُقُ ما لا تعلمون}.
8. “Atları, katırları ve merkepleri de hem binmeniz için hem de süs olmak üzere yaratmıştır.” Onları da sizin emrinize verdik. Kimi zaman bunları binmek gibi zorunlu bir ihtiyacınız için kullanırsınız, kimi zaman da süs ve güzellik amaçlı kullanırsınız. Burada yemekten söz edilmemiştir. Çünkü katır ve eşeklerin yenmesi haramdır. Atlar ise çoğunlukla yemek kastı ile kullanılmazlar. Aksine nesilleri kesilme tehlikesinden dolayı yenmek için kesilmelerine engel olunur. Yoksa Buhari ile Müslim’de sabit olduğu üzere Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem at etinin yenilmesine izin vermiştir. “Bilemeyeceğiniz (daha nice) şeyler de yaratır.” Kur’an-ı Kerim’in inişinden sonra insanların karada, denizde ve havada bindikleri, menfaat ve maslahatları için kullandıkları her şey de bu kapsama girer. Yüce Allah bunları isim vererek zikretmemiştir. Çünkü Allah, Kitab-ı Kerîm’inde ancak kullarının ya bizzat ya da benzerini bildiği şeyleri söz konusu eder. Eğer Kur’an’ın indiği dönemde benzeri bulunmayan şeyler söz konusu edilmiş olsa idi, o insanlar bundan neyin kastedildiğini anlamayacaklardı. Bu yüzden Allah, onların bildikleri şeylerin de bilmedikleri şeylerin de kapsamına gireceği bir temel söz konusu eder. Nitekim cennet nimetlerini söz konusu ederken de hurma, üzüm ve nar gibi benzerini görüp bildiğimiz şeyleri ismen söz konusu etmekte, benzerini bilmediğimiz şeyleri de: “İkisinde de her meyveden çifter çifter vardır” (er-Rahman, 55/52) buyruğunda olduğu gibi toplu olarak söz konusu etmektedir. İşte burada da aynı şekilde bildiğimiz at, katır, eşek, deve, gemi gibi çeşitli binek araçlarını söz konusu ettikten sonra geri kalanları da “Bilemeyeceğiniz (daha nice) şeyler de yaratır” buyruğu ile topluca zikretmektedir.
#
{9} ولما ذكر تعالى الطريق الحسيَّ، وأنَّ الله قد جعل للعباد ما يقطعونه به من الإبل وغيرها؛ ذكر الطريق المعنويَّ الموصل إليه، فقال: {وعلى الله قَصْدُ السبيل}؛ أي: الصراط المستقيم، الذي هو أقرب الطرق وأخصرها، موصل إلى الله وإلى كرامته، وأما الطريقُ الجائر في عقائده وأعماله، وهو كلُّ ما خالف الصراط المستقيم؛ فهو قاطعٌ عن الله، موصلٌ إلى دار الشقاء، فسلك المهتدون الصراط المستقيم بإذن ربِّهم، وضلَّ الغاوون عنه، وسلكوا الطرق الجائرة. {ولو شاء لهداكم أجمعين}: ولكنه هدى بعضاً كرماً وفضلاً، ولم يهدِ آخرين حكمةً منه وعدلاً.
9. Allah, maddi yolu söz konusu edip deve ve benzeri varlıklar sırtında bu yolu kat ettiklerini belirttikten sonra kendisine ulaştıran manevi yolu da zikrederek şöyle buyurmaktadır: “Doğru yolu” Allah’a, O’nun lütuf ve ihsan yurduna ulaştıran, en kısa ve kestirme yol olan sırat-ı müstakimi “göstermek Allah’a aittir.” İnanç ve amel yönünden haktan sapmış olan yollar ise -ki bunlar sırat-ı mustakime muhalif olan her yoldur- Allah’a gitmekten alıkoyar, aksine bedbahtlık yurduna ulaştırır. Sırat-ı mustakîme hidâyet bulanlar, Rabblerinin izni ile bulmuştur, azgınlar ise o yoldan saparak sapıtmışlardır. “Eğer O, dilese idi elbette sizin hepinizi hidâyete erdirirdi.” Ama O, kimilerine lütuf ve keremi ile hidâyet vermiştir, kimilerine de hikmet ve adaletinin gereği olarak hidâyet vermemiştir.
Ayet: 10 - 11 #
{هُوَ الَّذِي أَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً لَكُمْ مِنْهُ شَرَابٌ وَمِنْهُ شَجَرٌ فِيهِ تُسِيمُونَ (10) يُنْبِتُ لَكُمْ بِهِ الزَّرْعَ وَالزَّيْتُونَ وَالنَّخِيلَ وَالْأَعْنَابَ وَمِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَةً لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ (11)}.
10- O, sizin için gökten su indirmiştir ki içecek suyunuz ondan olduğu gibi hayvanlarınızı yaymakta olduğunuz bitkiler de ondandır. 11- O suyla sizin için ekinler, zeytinlikler, hurmalıklar, üzümler ve meyvelerin her türlüsünden bitirir. Şüphesiz bunlarda düşünen bir topluluk için ibret vardır.
#
{10 ـ 11} بذلك على كمال قدرة الله الذي أنزل هذا الماء من السحابِ الرقيق اللطيف ورحمته، حيث جعل فيه ماء غزيراً منه يشربون، وتشربُ مواشيهم، ويسقون منه حروثَهم، فتخرج لهم الثمرات الكثيرة والنعم الغزيرة.
10-11. Bu, Allah’ın kudretinin kemalini göstermektedir. Zira O, şu ince ve lâtif buluttan suyu indirmiş, rahmeti gereği onda bol miktarda su var etmiştir. İnsanlar, bu sudan hem kendileri içerler, hem hayvanlarını suvarırlar, hem de ekinlerini sularlar. Bunun sonucunda da pek çok mahsüller ve pek bol nimetler yetişir.
Ayet: 12 #
{وَسَخَّرَ لَكُمُ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ وَالنُّجُومُ مُسَخَّرَاتٌ بِأَمْرِهِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ (12)}.
12- O, geceyi ve gündüzü, güneşi ve ayı istifadenize sunmuştur. Yıldızlar da O’nun emri ile (faydanıza) boyun eğmişlerdir. Şüphesiz bunlarda aklını kullanan bir topluluk için deliller vardır.
#
{12} أي: سخَّر لكم هذه الأشياء لمنافعكم وأنواع مصالحكم؛ بحيث لا تستغنون عنها أبداً؛ فبالليل تسكنون وتنامون وتستريحون، وبالنهار تنتشرون في معايِشِكم ومنافع دينكم ودنياكم، وبالشمس والقمر من الضياء والنور والإشراق وإصلاح الأشجار والثمار والنبات وتجفيف الرطوبات وإزالة البرودة الضارَّة للأرض وللأبدان وغير ذلك من الضروريَّات والحاجيات التابعة لوجود الشمس والقمر، وفيهما وفي النُّجوم من الزينة للسماء والهداية في ظلمات البرِّ والبحر ومعرفة الأوقات وحساب الأزمنة ما تتنوَّع دلالاتها وتتصرَّف آياتها، ولهذا جمعها في قوله: {إنَّ في ذلك لآياتٍ لقوم يعقلونَ}؛ أي: لمن لهم عقولٌ يستعملونها في التدبُّر والتفكُّر فيما هي مهيئة له مستعدَّة، تعقِل ما تراه وتسمعُه، لا كنظر الغافلين الذين حظُّهم من النظر حظُّ البهائم التي لا عقل لها.
12. Yani menfaatleriniz ve çeşitli maslahatlarınız için bunca şeyleri faydanıza sunan, O’dur ki onlarsız hayatınızı devam ettirmenize imkân yoktur. Geceleyin sükûn bulur, uyur ve dinlenirsiniz, gündüzün ise geçiminizi sağlamak, din ve dünyanızda menfaatinize olan şeyleri gerçekleştirmek için dört bir yana yayılırsınız. Güneş ve ayla ışık, parlaklık, ağaç, mahsül ve bitkilerin gelişmesi, nemli şeyleri kurutma, yere ve bedenlere zararlı olan soğuğu izale etme vb. gibi varlıkları güneş ve ayın varlığına bağlı olan zorunlu ve temel ihtiyaçlar karşılanır. Ayrıca her ikisi ve yıldızlar göğü süsler, kara ve denizin karanlıklarında yol gösterir, vakitleri öğrenip hesap edebilme imkanı sağlar. Bunlar gibi daha pek çok işaretler ve türlü türlü deliller vardır. İşte bundan dolayı Yüce Allah bu türlü “deliller”e işaret ederek şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz bunlarda aklını kullanan bir topluluk için deliller vardır.” Yani yaratılış amacına uygun konularda tedebbür ve tefekkür için kullandıkları, görüp işittiklerini kavrayan akılları bulunan kimseler için deliller vardır ki bunların görmeleri, görmekten payı akılsız hayvanların payı gibi sadece bakmaktan ibaret olan gafillerin görmesi gibi değildir.
Ayet: 13 #
{وَمَا ذَرَأَ لَكُمْ فِي الْأَرْضِ مُخْتَلِفًا أَلْوَانُهُ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَةً لِقَوْمٍ يَذَّكَّرُونَ (13)}.
13- Sizin için yeryüzünde çeşitli renklerde yaratıp yaydığı şeyleri de (istifadenize sunmuştur)! Şüphesiz bunlarda düşünüp öğüt alan bir topluluk için bir delil vardır.
#
{13} أي: فيما ذرأ الله ونشر للعباد من كلِّ ما على وجه الأرض من حيوان وأشجار ونبات وغير ذلك مما تختلفُ ألوانه وتختلف منافعه آيةٌ على كمال قدرة الله وعميم إحسانِهِ وسَعَةِ برِّه وأنَّه الذي لا تنبغي العبادة إلاَّ له وحدَه لا شريك له. {لقوم يذكرونَ}؛ أي: يستحضرون في ذاكرتهم ما ينفعُهم من العلم النافع ويتأمَّلون ما دعاهم الله إلى التأمُّل فيه حتى يتذكَّروا بذلك ما هو دليل عليه.
13. Yani Allah’ın yeryüzünde kulları için yaratıp yaymış olduğu hayvan, ağaç, bitki vb. gibi renkleri de türleri de çeşitli, değişik faydaları olan bütün bu varlıklarda, Allah’ın kudretinin kemâline, ihsanının kapsamlılığına, lütfunun genişliğine apaçık bir delil vardır. Yalnızca O’na -hiçbir şeyi ortak koşmaksızın- ibadet etmek gerektiğine açık bir işaret vardır. Bunlar, “düşünüp öğüt alan bir topluluk için” delildir. Yani faydalı bilgiyi hafızlarında canlı tutan, Allah’ın üzerinde düşünmeye kendilerini davet ettiği şeyler üzerinde dikkatle düşünen böylece Allah’ın azametine ve kudretine delil olacak şeyleri anlayan kimseler içindir.
Ayet: 14 #
{وَهُوَ الَّذِي سَخَّرَ الْبَحْرَ لِتَأْكُلُوا مِنْهُ لَحْمًا طَرِيًّا وَتَسْتَخْرِجُوا مِنْهُ حِلْيَةً تَلْبَسُونَهَا وَتَرَى الْفُلْكَ مَوَاخِرَ فِيهِ وَلِتَبْتَغُوا مِنْ فَضْلِهِ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ (14)}.
14- Denizi, ondan taze et yemeniz ve takınacağınız zineti çıkarmanız için istifadenize sunan da O’dur. Gemilerin orada suyu yara yara gittiklerini görürsün. Bunlar, hem lütfundan arayasınız hem de şükredesiniz diyedir.
#
{14} أي: [و] هو وحده لا شريك له {الذي سخَّر البحر}: وهيَّأه لمنافعكم المتنوِّعة؛ {لتأكلوا منه لحماً طريًّا}: وهو السمك والحوتُ الذي يصطادونه منه، {وتستخرِجوا منه حِلْيَةً تلبسَونها}: فتزيدُكم جمالاً وحُسناً إلى حسنكم. {وترى الفُلْكَ}؛ أي: السفن والمراكب {مواخِرَ فيه}؛ أي: تَمْخَرُ البحر العجاجَ الهائلَ بمقَدَّمها حتى تسلك فيه من قطرٍ إلى آخر تحمل المسافرين وأرزاقهم وأمتعتهم وتجاراتهم التي يطلبون بها الأرزاق وفضل الله عليهم. {ولعلَّكم تشكُرون}: الذي يسَّر لكم هذه الأشياء وهيَّأها وتُثنون على الله الذي مَنَّ بها؛ فلله تعالى الحمدُ والشكر والثناء؛ حيث أعطى العباد من مصالحهم ومنافعهم فوق ما يطلبون وأعلى مما يتمنَّوْن وآتاهم من كلِّ ما سألوه لا نحصي ثناء عليه، بل هو كما أثنى على نفسه.
14. “Denizi, ondan taze et” yani avladığınız balıkları “yemeniz ve takınacağınız zineti” ki bu süsler güzelliğinize güzellik katar “çıkarmanız için istifadenize sunan” emrinize veren ve türlü menfaatlerinize hazırlayan yalnızca “O’dur.” bunda O’nun hiçbir ortağı yoktur. “Gemilerin” küçük büyük deniz araçlarını “orada suyu yara yara” yani ön tarafıyla o muazzam deniz sularını yarıp ilerleyerek bir bölgeden bir başka bölgeye “gittiklerini görürsün.” yolcuları, onların erzaklarını, mallarını, rızık elde etmek ve Allah’ın lütfunu ve rızıklarını aramak için çıkan ticaret erbabını ve ticaret mallarını taşırlar. “Bunlar, hem lütfundan arayasınız hem de” bütün bunları sizin için kolaylaştırıp hazırlayan o yüce Zât’a “şükredesiniz” ve bunları lütfeden Allah’ı övesiniz “diyedir.” Kullara isteklerinin üstünde, temenni ettiklerinin ötesinde menfaat ve maslahatlarına olan şeyleri verip diledikleri her şeyden ihsanda bulunan Yüce Allah’a sonsuz hamd, şükür ve senâlar olsun. Bizler O’na gerektiği gibi hamd-u senâda bulunamayız. O, kendi zâtını övdüğü gibidir.
Ayet: 15 - 16 #
{وَأَلْقَى فِي الْأَرْضِ رَوَاسِيَ أَنْ تَمِيدَ بِكُمْ وَأَنْهَارًا وَسُبُلًا لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ (15) وَعَلَامَاتٍ وَبِالنَّجْمِ هُمْ يَهْتَدُونَ (16)}.
15- Yeryüzünde sizi sarsmasın diye sabit dağlar, ırmaklar ve maksatlarınıza ulaşasınız diye yollar var etti. 16- Bir de (gündüz yol gösteren) alâmetler... Onlar, (gece de) yıldızlarla yollarını bulurlar.
#
{15 ـ 16} أي: {وألقى}: الله تعالى لأجل عباده {في الأرض رواسيَ}: وهي الجبال العظام؛ لئلاَّ تميدَ بهم وتضطربَ بالخلق، فيتمكَّنون من حرث الأرض والبناء والسير عليها، ومن رحمته تعالى أنْ جعل فيها أنهاراً يسوقها من أرض بعيدةٍ إلى أرض مضطرَّة إليها؛ لسقيهم وسقي مواشيهم وحروثهم؛ أنهاراً على وجه الأرض وأنهاراً في بطنها يستخرجونها بحفرها حتى يصلوا إليها فيستخرجونها بما سخَّر الله لهم من الدوالي والآلات ونحوها، ومن رحمته أنْ جعلَ في الأرض سُبُلاً؛ أي: طرقاً توصِلُ إلى الديار المتنائية. {لعلَّكم تهتدونَ}: السبيل إليها، حتى إنك تجدُ أرضاً مشتبكةً بالجبال مسلسلةً فيها، وقد جعل الله فيما بينها منافذ ومسالك للسالكين.
15-16. “Yeryüzünde sizi sarsmasın diye” yani Yüce Allah, kullarının faydası için “sabit dağlar” yani büyük dağlar yerleştirdi ki yeryüzü, üzerindekileri çalkalamasın ve insanlar onda rahatlıkla ekin ekip bina yapabilsinler, üzerinde yolculuk etme imkânı bulsunlar. Yeryüzünde uzak yerlerden çıkarıp gerek insanların kendilerinin gerekse de davarlarının ve ekinlerinin su ihtiyacını karşılamak için ihtiyaç olan yerlere ulaştırdığı, kimisi yeryüzü üzerinde kimisi de yerin altında ırmaklar ve tatlı su kaynakları yaratmış olması da Allah’ın rahmetinin bir parçasıdır. Nitekim insanlar, gerekli kazıları yaparak yeryüzünün altındaki su kaynaklarına ulaşır ve Allah’ın kendilerinin emrine vermiş olduğu hayvanlar, çeşitli aletler ve benzeri vasıtalarla bu suları çıkartırlar. Yeryüzünde uzak yerlere ulaştıracak şekilde yollar yaratmış olması da Allah’ın rahmetindendir. Bu yollar ile maksat olarak gözetilen yerlere ulaşılır. Öyle ki dağları iç içe girmiş ve ardı sıra devam edip giden bir yerde bile Yüce Allah’ın, bu dağlar arasından birtakım geçitler, gidip gelecekler için yollar yaratmış olduğunu görüyoruz.
Ayet: 17 - 23 #
{أَفَمَنْ يَخْلُقُ كَمَنْ لَا يَخْلُقُ أَفَلَا تَذَكَّرُونَ (17) وَإِنْ تَعُدُّوا نِعْمَةَ اللَّهِ لَا تُحْصُوهَا إِنَّ اللَّهَ لَغَفُورٌ رَحِيمٌ (18) وَاللَّهُ يَعْلَمُ مَا تُسِرُّونَ وَمَا تُعْلِنُونَ (19) وَالَّذِينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ لَا يَخْلُقُونَ شَيْئًا وَهُمْ يُخْلَقُونَ (20) أَمْوَاتٌ غَيْرُ أَحْيَاءٍ وَمَا يَشْعُرُونَ أَيَّانَ يُبْعَثُونَ (21) إِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ فَالَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْآخِرَةِ قُلُوبُهُمْ مُنْكِرَةٌ وَهُمْ مُسْتَكْبِرُونَ (22) لَا جَرَمَ أَنَّ اللَّهَ يَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَ إِنَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُسْتَكْبِرِينَ (23)}.
17- Hiç yaratanla yaratamayan bir olur mu? Hala düşünmeyecek misiniz? 18- Allah’ın nimetlerini saymaya kalkışsanız sayamazsınız. Şüphesiz Allah Ğafûrdur, Rahîmdir. 19- Allah gizlediklerinizi de açığa vurduklarınızı da bilir. 20- Allah’tan başka yalvardıkları, hiçbir şey yaratamazlar. Aksine kendileri yaratılmışlardır. 21- Hem diri değil, ölüdürler. Ne zaman diriltileceklerini de bilmezler. 22- Sizin ilâhınız, tek bir ilâhtır. Öyle iken ahirete inanmayanların kalpleri inkarcıdır ve onlar büyüklenmektedirler. 23- Hiç kuşkusuz Allah, onların gizlediklerini de açığa vurduklarını da bilir. Şüphesiz O, kibirlenenleri sevmez.
#
{17} لما ذكر تعالى ما خَلَقَهُ من المخلوقات العظيمة وما أنعم به من النعم العميمة؛ ذكر أنه لا يشبهه أحدٌ، ولا كفء له ولا ندَّ له، فقال: {أفمن يَخْلُقُ}: جميع المخلوقات، وهو الفعَّال لما يريد، {كمن لا يَخْلُقُ}: شيئاً لا قليلاً ولا كثيراً. {أفلا تَذَكَّرونَ}: فتعرفون أن المنفرد بالخلق أحقُّ بالعبادة كلِّها؛ فكما أنه واحدٌ في خلقه وتدبيره؛ فإنَّه واحدٌ في إلهيَّتِه وتوحيده وعبادته، وكما أنَّه ليس له مشاركٌ إذ أنشأكم وأنشأ غيركم؛ فلا تجعلوا له أنداداً في عبادته، بل أخلصوا له الدين.
17. Yüce Allah, çok muazzam varlıkları yaratmış olduğunu ve ihsan etmiş olduğu genel kapsamlı nimetlerini söz konusu ettikten sonra, hiç kimsenin kendisine benzemediğini, kendisinin eşi ve dengi olmadığını söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Hiç” bütün yaratılmışları var eden ve dilediğini mutlaka yapan “yaratanla” az olsun, çok olsun hiçbir şey “yaratamayana bir olur mu? Hala düşünmeyecek misiniz?” ki ibadeti tümü ile hak edenin yalnızca yaratmada tek olan zat olduğunu anlayasınız. Yaratmasında, yaratıkların işlerini idare etmesinde, bir ve tek olduğu gibi O, ulûhiyetinde, tevhidinde ve ibadette de bir ve tektir. Nasıl ki O, sizi de başkalarını da yaratmakta ortaksız ise siz de ibadetinizde O’na ortak koşmayın, aksine dininizi yalnız ve yalnız O’na halis kılın.
#
{18} {وإن تَعُدُّوا نعمة الله}: عدداً مجرداً عن الشكر، {لا تُحصوها}: فضلاً عن كونكم تشكُرونها؛ فإنَّ نعمه الظاهرة والباطنة على العباد بعدد الأنفاس واللحظات، من جميع أصناف النعم، مما يعرف العباد ومما لا يعرفون، وما يدفع عنهم من النقم؛ فأكثر من أن تحصى. {إنَّ الله لغفورٌ رحيمٌ}: يرضى منكم باليسير من الشكر مع إنعامه الكثير.
18. “Allah’ın nimetlerini” şükür için değil sadece adet olarak “saymaya kalkışsanız” şükretmek şöyle dursun, mümkün değil “onları sayamazsınız.” Çünkü Yüce Allah’ın kulları üzerindeki açık ve gizli nimetleri nefesler ve anlar sayısıncadır. Kulların bildiği ve bilmediği nimetlerle musibetleri onlardan defetmesi şeklindeki her türlü nimet sayılamayacak kadar çoktur. “Şüphesiz Allah Ğafûrdur, Rahîmdir.” Nimetleri pek çok olmakla birlikte sizin azıcık şükrünüze dahi rıza ile karşılık verir.
#
{19 ـ 20} وكما أن رحمته واسعةٌ وجوده عميمٌ ومغفرته شاملةٌ للعباد؛ فعلمه محيطٌ بهم، يعلم ما يسرُّون وما يعلنون بخلاف مَنْ عُبِد من دونه فإنهم {لا يَخْلُقون شيئاً}: قليلاً ولا كثيراً. {وهم يُخْلَقون}؛ فكيف يَخْلُقون شيئاً مع افتقارهم في إيجادهم إلى الله تعالى؟!
19. O’nun rahmeti geniş, ihsanı kapsamlı, mağfireti bütün kulları kuşatıcı olmasının yanı sıra O, ilmi ile de onları kuşatmıştır: “Allah” O’ndan başka kendilerine ibadet edilenlerden farklı olarak “gizlediklerinizi de açığa vurduklarınızı da bilir.” 20. “Allah’tan başka yalvardıklarınız ise” az olsun, çok olsun “hiçbir şey yaratamazlar. Aksine kendileri yaratılmışlardır.” Var olabilmek için Allah’a muhtaç oldukları halde nasıl bir şey yaratabilirler ki!?
#
{21 ـ 22} ومع هذا؛ ليس فيهم من أوصاف الكمال شيء لا علمٌ ولا غيره. {أمواتٌ غير أحياء}: فلا تسمع ولا تُبْصِر ولا تَعْقِلُ شيئاً، أفتُتَّخَذُ هذه آلهة من دون ربِّ العالمين؟! فتبًّا لعقول المشركين ما أضلَّها وأفسدَها؛ حيث ضلَّت في أظهر الأشياء فساداً، وسوَّوا بين الناقص من جميع الوجوه؛ فلا أوصاف كمال، ولا شيء من الأفعال! وبين الكامل من جميع الوجوه الذي له كلُّ صفة كمال وله من تلك الصفة أكملها وأعظمها؛ فله العلم المحيطُ بكلِّ الأشياء والقدرةُ العامَّة والرحمة الواسعة التي ملأت جميع العوالم والحمدُ والمجدُ والكبرياء والعظمة التي لا يقدر أحدٌ من الخلق أن يحيطَ ببعض أوصافه، ولهذا قال: {إلهكم إلهٌ واحدٌ}: وهو الله الأحد الفرد الصمد، الذي لم يلدْ، ولم يولدْ، ولم يكنْ له كفواً أحدٌ؛ فأهل الإيمان والعقول أجلَّتْه قلوبُهم، وعظَّمته، وأحبَّته حبًّا عظيماً، وصرفوا له كلَّ ما استطاعوا من القربات البدنيَّة والماليَّة وأعمال القلوب وأعمال الجوارح، وأثنَوْا عليه بأسمائِهِ الحسنى وصفاتِهِ وأفعاله المقدسة. و {الذين لا يؤمنونَ بالآخرة قلوبُهُم مُنْكِرَةٌ}: لهذا الأمر العظيم، الذي لا ينكِرُه إلاَّ أعظم الخَلْق جهلاً وعناداً، وهو توحيد الله. {وهم مستكبرونَ}: عن عبادته.
21. Diğer taraftan bunlarda ne ilim, ne onun dışındaki kemâl sıfatlarından hiçbirisi yoktur. “Hem diri değil, ölüdürler.” Ne işitirler, ne görürler, ne de bir şeye akıl erdirebilirler. Nasıl olur da siz bunları âlemlerin Rabbinin yanısıra ilâh edinebilirsiniz? Müşriklerin akılları ne kadar da kıttır! Ne kadar sapık, ne kadar bozuktur! Çünkü yanlış olduğu her şeyden daha açık bir gerçek olarak ortada bulunan bir hususu bile görememişlerdir. Onlar bütün yönleri ile eksik, kemal sıfatlarının ve fiillerinin hiçbirisine sahip olamayan varlıklarla, bütün yönleri ile kemâl sıfatlarına sahip ve bu kemâl sıfatlarının da en mükemmel ve en azametli olanına sahip mutlak kemâl sahibi Yüce Allah’ı eşit tutmuşlardır. Halbuki Yüce Allah, her şeyi kuşatan bir bilgiye, her şeyi kapsayan kudrete, bütün kainatı dolduran geniş bir rahmete sahiptir. Hiçbir yaratılmışın, sıfatlarının bir kısmını dahi kuşatma gücüne sahip olamayacağı şekilde hamd, üstünlük, büyüklük ve azamet yalnız O’nundur. Bu nedenle de şöyle buyurmaktadır: 22. “Sizin ilâhınız tek bir ilâhtır.” O da bir ve tek, eşsiz, doğmamış, çocuk edinmemiş ve hiçbir dengi bulunmayan, Samed olan Allah’tır. İman ve ilim sahibi kimselerin akıl ve kalpleri, O’nun celal ve azametini idrak etmiş, büyük bir sevgi ile O’na bağlanmış, bedenî ve malî olarak yakınlaştırıcı bütün amelleri yalnızca O’na halis kılmış, kalbi amellerini de azalarının amellerini de yalnızca O’na yöneltmiş, güzel isimleri, sıfatları ve mukaddes filleri ile O’na hamd-u senada bulunmuşlardır. “Öyle iken ahirete inanmayanların kalpleri” bu büyük gerçeğe karşı “inkarcıdır” Halbuki cehalet ve inat itibari ile yaratılmışların en aşırıları dışında hiç kimsenin inkâra yeltenmediği şeyi yani Allah’ın tevhidini inkâr ederler. “ve onlar” Allah’a ibadete karşı “büyüklenmektedirler.”
#
{23} {لا جَرَمَ}؛ أي: حقًّا لا بدَّ {أنَّ الله يعلم ما يُسِرُّون وما يُعْلِنون}: من الأعمال القبيحة. {إنَّه لا يحبُّ المستكبرين}: بل يبغضهم أشدَّ البغض، وسيجازيهم من جنس عملهم. {إنَّ الذين يستكبِرون عن عبادتي سيدخلون جهنَّم داخرين}.
23. “Hiç kuşkusuz” bir gerçek ki “Allah, onların” çirkin amellerinden “gizlediklerini de açığa vurduklarını da bilir. Şüphesiz O, kibirlenenleri sevmez.” Aksine onlara en ileri derecede buğzeder ve amellerine uygun şekilde onları cezalandıracaktır: “Şüphesiz kibirlenip de bana ibadetten yüz çevirenler, yakında hor ve hakir olarak cehenneme gireceklerdir.” (el-Mümin, 40/60)
Ayet: 24 - 29 #
{وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ مَاذَا أَنْزَلَ رَبُّكُمْ قَالُوا أَسَاطِيرُ الْأَوَّلِينَ (24) لِيَحْمِلُوا أَوْزَارَهُمْ كَامِلَةً يَوْمَ الْقِيَامَةِ وَمِنْ أَوْزَارِ الَّذِينَ يُضِلُّونَهُمْ بِغَيْرِ عِلْمٍ أَلَا سَاءَ مَا يَزِرُونَ (25) قَدْ مَكَرَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ فَأَتَى اللَّهُ بُنْيَانَهُمْ مِنَ الْقَوَاعِدِ فَخَرَّ عَلَيْهِمُ السَّقْفُ مِنْ فَوْقِهِمْ وَأَتَاهُمُ الْعَذَابُ مِنْ حَيْثُ لَا يَشْعُرُونَ (26) ثُمَّ يَوْمَ الْقِيَامَةِ يُخْزِيهِمْ وَيَقُولُ أَيْنَ شُرَكَائِيَ الَّذِينَ كُنْتُمْ تُشَاقُّونَ فِيهِمْ قَالَ الَّذِينَ أُوتُوا الْعِلْمَ إِنَّ الْخِزْيَ الْيَوْمَ وَالسُّوءَ عَلَى الْكَافِرِينَ (27) الَّذِينَ تَتَوَفَّاهُمُ الْمَلَائِكَةُ ظَالِمِي أَنْفُسِهِمْ فَأَلْقَوُا السَّلَمَ مَا كُنَّا نَعْمَلُ مِنْ سُوءٍ بَلَى إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ (28) فَادْخُلُوا أَبْوَابَ جَهَنَّمَ خَالِدِينَ فِيهَا فَلَبِئْسَ مَثْوَى الْمُتَكَبِّرِينَ (29)}.
24- Onlara: “Rabbiniz ne indirdi?” denildiği zaman: “Eskilerin efsaneleri” derler. 25- (Bu nedenle) kıyamet gününde kendi (günah) yüklerini eksiksiz yüklendikleri gibi bilgisizce saptırdıkları kimselerin yüklerinden bir kısmını da yükleneceklerdir. Haberiniz olsun, yüklendikleri, ne kötüdür! 26- Kendilerinden öncekiler de (peygamberlere) tuzak kurmuşlardı. Nihayet Allah, binalarına temellerinden geldi de üstlerindeki tavan başlarına çöktü ve azap onlara hiç farkında olmadıkları yerden geldi. 27- Sonra kıyamet gününde Allah, onları rüsvay edecek ve: “Hani nerede uğruna çekiştiğiniz ortaklarım?!” diyecek. Kendilerine ilim verilenler de diyecekler ki: “Hiç şüphesiz bugün zillet ve azap, kâfirlerin üzerinedir.” 28- O (kafirler) ki nefislerine zulmeder bir halde iken melekler, onların ruhlarını aldığı sırada: “Biz hiçbir kötülük işlemezdik” diyerek teslim olurlar. “Elbette (işliyordunuz), Allah yaptıklarınızı çok iyi bilir.” 29- “O nedenle içinde ebediyen kalmak üzere girin cehennemin kapılarından! Büyüklenenlerin yeri ne kötüdür!”
#
{24} يقول تعالى مخبراً عن شدَّة تكذيب المشركين بآيات الله: {وإذا قيلَ لهم ماذا أنْزَلَ ربُّكم}؛ أي: إذا سئلوا عن القرآنِ والوحي الذي هو أكبر نعمةٍ أنعم الله بها على العباد؛ فماذا قولكم به؟ وهل تشكرون هذه النعمة وتعترفون بها أم تكفرون وتعاندون؟ فيكون جوابهم أقبحَ جواب وأسمجه، فيقولون عنه: إنَّه {أساطيرُ الأولين}؛ أي: كذبٌ اختلقه محمدٌ على الله، وما هو إلاَّ قَصَصُ الأوَّلين التي يتناقلها الناس جيلاً بعد جيل، منها الصدق ومنها الكذب.
24. Allah müşriklerin Allah’ın âyetlerini aşırı derecedeki yalanlayışlarını da haber vererek şöyle buyurmaktadır: “Onlara: Rabbiniz ne indirdi? denildiği zaman” yani onlara Allah’ın kullara ihsan etmiş olduğu en büyük nimet olan Kur’an ve vahye dair soru sorulduğunda ve bu konuda kanaatiniz nedir, sizler acaba bu nimete şükredip itiraf mı ediyorsunuz, yoksa bunu inkâr edip ona karşı inatla direniyor musunuz, denildiğinde onların verdikleri cevap, cevapların en çirkini ve en aşağısı olur: “Eskilerin efsaneleri” yani Muhammed’in sallalahu aleyhi ve sellem uydurup Allah’a isnat ettiği bir yalandır. O, ancak insanların nesilden nesile, birbirinden nakledegeldikleri, kimisi doğru, kimisi yalan olan geçmişlere ait hikayelerden ibarettir “derler.”
#
{25} فقالوا هذه المقالة، ودعوا أتباعهم إليها، وحَمَلوا وِزْرهم ووِزْرَ من انقاد لهم إلى يوم القيامة، وقوله: {ومِنْ أوزار الذين يُضِلُّونهم بغير علم}؛ أي: من أوزار المقلِّدين الذين لا علم عندَهم إلاَّ ما دَعَوْهم إليه، فيحملون إثم ما دَعَوْهم إليه وأما الذين يعلمون؛ فكلٌّ مستقلٌّ بِجُرمه؛ لأنَّه عرف ما عرفوا. {ألا ساء ما يَزِرونَ}؛ أي: بئس ما حملوا من الوزر المثقِلِ لظهورهم من وِزْرهم ووِزْر من أضلُّوه.
25. Bu iddiada bulunmakla kalmayıp kendilerine tâbi olanları da buna çağırırlar. O nedenle onların günahlarını da kıyamet gününe kadar onlara uyacakların günahlarının bir kısmını da yüklenirler: “Bilgisizce saptırdıkları kimselerin yüklerinden bir kısmını da yükleneceklerdir” yani onların, kendilerine yaptığı davet dışında hiçbir bilgisi bulunmayan ve sadece onları taklit eden kimselerin günahlarının da bir kısmını, yani onları davet etmelerinin günahını yüklenirler. Ne yaptıklarını bilenlere gelince herkes, bağımsız olarak kendi suç ve günahından sorumlu olacaktır. Çünkü o da kendisini çağıranların bildiği şeyleri bilmektedir. “Haberiniz olsun, yüklendikleri, ne kötüdür!” Yani hem kendilerinin hem de saptırdıkları kimselerin günahlarından oluşan ve sırtlarına oldukça ağır gelen o günah yükü, pek kötü bir yük olacaktır.
#
{26 ـ 27} {قد مَكَرَ الذين من قبلهم}: برسلهم، واحتالوا بأنواع الحيل على ردِّ ما جاؤوهم به، وبنوا من مكرهم قصوراً هائلةً، {فأتى الله بنيانَهم من القواعِدِ}؛ أي: جاءها الأمر من أساسها وقاعدتها، {فخرَّ عليهم السقفُ من فوقِهِم}: فصار ما بَنَوْه عذاباً عُذِّبوا به. {وأتاهُمُ العذابُ من حيثُ لا يشعرونَ}: وذلك أنَّهم ظنُّوا أن هذا البنيان سينفعهم ويقيهم العذاب، فصار عذابُهم فيما بَنَوْه وأصَّلوه. وهذا من أحسن الأمثال في إبطال الله مَكْرَ أعدائه؛ فإنَّهم فكَّروا وقدَّروا فيما جاءت به الرسل لما كذَّبوه وجعلوا لهم أصولاً وقواعدَ من الباطل يرجعون إليها ويردُّون بها ما جاءت به الرسل، واحتالوا أيضاً على إيقاع المكروه والضرر بالرسل ومَنْ تَبِعَهم، فصار مكرُهم وبالاً عليهم، فصار تدبيرهم فيه تدميرهم، ذلك لأنَّ مكرهم سيِّئٌ، ولا يَحيق المكر السيِّئ إلاَّ بأهله. هذا في الدُّنيا، ولعذاب الآخرة أخزى، ولهذا قال: {ثم يوم القيامةِ يُخزيهم}؛ أي: يفضحُهم على رؤوس الخلائق ويبيِّن لهم كَذِبَهم وافتراءهم على الله. {ويقول أين شركائيَ الذين كنتُم تُشاقُّون فيهم}؛ أي: تحاربون وتعادون الله وحِزْبه لأجلهم تزعمون أنَّهم شركاء لله؛ فإذا سألهم هذا السؤال؛ لم يكن لهم جواب إلاَّ الإقرار بضلالهم والاعتراف بعنادهم، فيقولون: {ضَلُّوا عنَّا وَشَهِدوا على أنفِسِهم أنَّهم كانوا كافرينَ}: {قال الذين أوتوا العلم}؛ أي: العلماء الربانيُّون: {إنَّ الخِزْيَ اليومَ}؛ أي: يوم القيامة، [{والسوء}؛ أي]: العذاب {على الكافرين}. وفي هذا فضيلة أهل العلم، وأنَّهم الناطقون بالحقِّ في هذه الدُّنيا ويوم يقوم الأشهاد، وأنَّ لقولهم اعتباراً عند الله وعند خلقه.
26. “Kendilerinden öncekiler de” peygamberlerine “tuzak kurmuşlardı.” Onların getirdikleri gerçeği reddetmek için çeşitli hileli yollara baş vurmuşlardı. Bu tuzaklarının bir parçası olarak da dehşet verici saraylar bina etmişlerdi de “Nihâyet Allah, binalarına temellerinden geldi de” Yani Yüce Allah’ın emri bunlara temellerinden ve esaslarından geldi ve “üstlerindeki tavan başlarına çöktü.” Böylelikle kurdukları binalar, kendisi ile cezalandırıldıkları bir azap oldu. “Azap onlara hiç farkında olmadıkları yerden geldi.” Çünkü onlar, inşa ettikleri binaların kendilerine fayda vereceğini, azaba karşı kendilerini koruyacağını sanıyorlardı. Ama azap, bizzat yaptıkları binaların ve temellerini sağlamlaştırdıkları yapıların içinde başlarına geldi. u, Yüce Allah’ın, düşmanlarının hile ve tuzaklarını boşa çıkarmasına dair en güzel örneklerden birisidir. Şöyle ki onlar, peygamberleri yalanlamaya koyulunca düşündüler, ölçüp biçtiler. Kendileri için batıldan hareketle başvuracakları ve kendisi vasıtası ile peygamberlerin getirdiklerini reddedecekleri birtakım esaslar ve ilkeler ortaya attılar. Aynı şekilde peygamberlere ve onlara tabi olanlara kötülük yapmak ve onlara zarar vermek için de çeşitli hilelere başvurdular. Sonunda onların hile ve tuzakları aleyhlerine bir vebal oldu. Onların aldıkları tedbirler yıkımlarına sebep oldu. Çünkü onların giriştikleri hile ve tuzaklar, kötü amaçlı idi. “Kötü düzen ise ancak sahiplerini kuşatır.” (Fatır, 35/43) Bu, onların dünyadaki azabıdır. Âhiret azabı ise elbetteki daha rezil edicidir. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Sonra kıyamet gününde de onları rüsvay edecek” yani bütün insanların gözü önünde onları rezil edecek, Allah’a karşı iftiralarını ve yalanlarını herkesin önünde açıklayacak “ve: Hani nerede uğruna çekiştiğiniz ortaklarım? diyecek.” Yani kendileri için Allah’a ve O’nun tarafında olanlara karşı savaş açıp düşmanlık ettiğiniz ve “Allah’ın ortakları” olduğunu iddia ettiğiniz ortaklar? Onlara bu soru sorulacağı vakit kendi sapıklıklarını itiraf etmekten ve bilerek inat ettiklerini kabul etmekten başka verecek bir cevapları olmayacak, o nedenle de: “Onlar bizi terk edip kayboldular, diyecekler ve kendi aleyhlerine kâfir olduklarına dair şahitlik edeceklerdir.” (el-Araf, 7/37) “Kendilerine ilim verilenler” yani Rabbanî âlimler de “diyecekler ki: Hiç şüphesiz bugün” yani kıyamet günü “zillet ve azap kâfirlerin üzerinedir.” Bu buyruk, ilim ehlinin üstünlüğüne, onların bu dünyada da şahitlerin ayağa kalkacağı günde de hak ile konuşup doğruyu söyleyeceklerine, söyleyecekleri sözlerin gerek Allah nezdinde, gerek insanlar nezdinde muteber olduğuna bir delildir.
#
{28} ثم ذكر ما يفعل بهم عند الوفاةِ وفي القيامة، فقال: {الذين تتوفَّاهم الملائكةُ ظالمي أنفُسِهِم}؛ أي: تتوفَّاهم في هذه الحال التي كَثُر فيها ظلمُهم وغيُّهم، وقد علم ما يلقى الظلمة في ذلك المقام من أنواع العذاب والخزي والإهانة. {فألقَوُا السَّلَم}؛ أي: استسلموا وأنكروا ما كانوا يعبُدونهم من دون الله، وقالوا: {ما كُنَّا نعملُ مِنْ سوءٍ}: فيُقال لهم: {بلى}: كنتُم تعملون السوءَ. فَـ {إنَّ الله عليم بما كنتُم تعملون}: فلا يُفيدكم الجحود شيئاً. وهذا في بعض مواقف القيامة؛ ينكرون ما كانوا عليه في الدُّنيا؛ ظنًّا أنه ينفعهم؛ فإذا شهدت عليهم جوارِحُهم، وتبيَّن ما كانوا عليه؛ أقرُّوا واعترفوا، ولهذا لا يدخلون النار حتى يعترِفوا بذُنوبهم.
28. Daha sonra Yüce Allah, ölümleri esnasında ve kıyamet gününde bu gibi zalimlere neler yapacağını söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “O (kafirler) ki nefislerine zulmeder bir halde iken” yani zulüm ve azgınlıklarının ileri dereceye varmış olduğu ve artık zalimlerin karşı karşıya kalacakları çeşitli azapların, rezilliklerin ve zilletin anlaşıldığı o halde “melekler, onların ruhlarını aldığı sırada: “Biz hiçbir kötülük işlemezdik” diyerek teslim olurlar.” ve Allah’tan başka ibadet ettikleri varlıkları inkâr ederek bu sözleri söylerler. Bunun üzerine onlara: “Elbette (işliyordunuz) sizler kötü işler yapıyordunuz, “Allah yaptıklarınızı çok iyi bilir.” Dolayısı ile yaptıklarınızı inkârın size hiçbir faydası olmayacaktır, denilecektir. Bu, kıyametin bir aşamasında olacaktır. Orada kendilerine fayda vereceği zannı ile dünyadaki hallerini inkâr edeceklerdir. Ancak azaları, aleyhlerine şahitlik edip izledikleri yol açıkça ortaya çıktığında itirafta bulunacaklardır. O nednele günahlarını itiraf etmedikçe cehennem ateşine girmeyeceklerdir.
#
{29} فإذا دخلوا أبواب جهنَّم، كلُّ أهل عمل يدخُلون من الباب اللائق بحالهم؛ فبئسَ {مثوى المتكبِّرين}: نار جهنم؛ فإنَّها مثوى الحسرة والندم، ومنزل الشقاء والألم، ومحلُّ الهموم والغموم، وموضعُ السَّخَط من الحيِّ القيُّوم، لا يُفَتَّر عنهم من عذابها، ولا يُرْفَع عنهم يوماً من أليم عقابها، قد أعرض عنهم الربُّ الرحيم، وأذاقهم العذاب العظيم.
29. “O nedenle içinde ebediyen kalmak üzere girin cehennemin kapılarından!” Cehennemin kapılarından girdiklerinde de belli amelleri işleyen herkes, kendi durumuna uygun olan kapıdan girecektir. “Büyüklenenlerin yeri” olan cehennem ateşi “ne kötüdür!” Çünkü orası pişmanlık duyulacak bir yerdir. Bedbahtlığın ve acının mekanıdır. Üzüntü ve kederlerin yurdudur. Hayy ve Kayyum olan Allah’ın gazab mahallidir. Üzerlerindeki azap hafifletilmeyecek, bir gün olsun o can yakıcı cezaları kaldırılmayacaktır. Çünkü artık Rahîm olan Rab onlardan yüz çevirmiş ve o büyük azabı onlara tattırmıştır.
Ayet: 30 - 32 #
{وَقِيلَ لِلَّذِينَ اتَّقَوْا مَاذَا أَنْزَلَ رَبُّكُمْ قَالُوا خَيْرًا لِلَّذِينَ أَحْسَنُوا فِي هَذِهِ الدُّنْيَا حَسَنَةٌ وَلَدَارُ الْآخِرَةِ خَيْرٌ وَلَنِعْمَ دَارُ الْمُتَّقِينَ (30) جَنَّاتُ عَدْنٍ يَدْخُلُونَهَا تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ لَهُمْ فِيهَا مَا يَشَاءُونَ كَذَلِكَ يَجْزِي اللَّهُ الْمُتَّقِينَ (31) الَّذِينَ تَتَوَفَّاهُمُ الْمَلَائِكَةُ طَيِّبِينَ يَقُولُونَ سَلَامٌ عَلَيْكُمُ ادْخُلُوا الْجَنَّةَ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ (32)}.
30- Takva sahiplerine ise: “Rabbiniz ne indirdi?” dendiğinde: “Hayır (indirdi) dediler. Bu dünyada iyi hareket edenlere güzellik vardır. Âhiret yurdu ise elbette daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu ne güzeldir! 31- (O yurt) Adn cennetleridir ki onlar, oraya gireceklerdir. Altlarından ırmaklar akacaktır. Orada onlar için diledikleri her şey vardır. İşte Allah, muttakileri böyle mükâfatlandırır. 32- O (muttakiler) ki tertemiz bir halde iken melekler, onların ruhlarını aldığı sırada: “Selâm size, yapmakta olduklarınız sebebiyle girin cennete!” derler.
#
{30} لما ذَكَرَ الله قيل المكذبين بما أنزل الله؛ ذَكَرَ ما قاله المتَّقون، وأنَّهم اعترفوا وأقرُّوا بأنَّ ما أنزل الله نعمةٌ عظيمةٌ وخيرٌ عظيمٌ امتنَّ الله به على العباد، فقبلوا تلك النعمة، وتلقَّوْها بالقَبول والانقياد، وشكروا الله عليها، فعَلِموها وعملوا بها. {للذين أحسنوا}: في عبادة الله تعالى وأحسنوا إلى عباد الله؛ فلهم {في هذه الدُّنيا حسنةٌ}: رزقٌ واسعٌ وعيشةٌ هنيَّةٌ وطمأنينةُ قلبٍ وأمنٌ وسرورٌ. {ولدار الآخرة خيرٌ}: من هذه الدار وما فيها من أنواع اللذَّات والمشتهيات؛ فإنَّ هذه نعيمها قليلٌ محشوٌّ بالآفات منقطع؛ بخلاف نعيم الآخرة، ولهذا قال: {ولنعم دارُ المتَّقين}.
30. Yüce Allah, indirdiklerini yalanlayanların sözlerini zikrettikten sonra takvâ sahiplerinin neler söylediklerinden söz etmektedir. Onlar, Allah’ın indirdiklerinin, pek büyük bir nimet olduğunu anlamış, kullarına lütfedip ihsan ettiği pek büyük bir hayır olduğunu itiraf etmiş, bu nimeti güzel bir şekilde benimsemiş, kabul ve itaat ile karşılamış, ondan dolayı Allah’a şükretmiş ve onu öğrenip gereğince amel etmişlerdir. “Bu dünyada” gerek Allah’a ibadetlerinde ihsan üzere olanlara, gerekse kullara ihsanda bulunarak “iyi hareket edenlere güzellik” geniş bir rızık, mutlu bir yaşam, kalp huzuru, güvenlik ve sevinç “vardır. Âhiret yurdu ise” bu dünya yurdundan, bu dünya yurdundaki çeşitli zevk ve arzulardan “elbette daha hayırlıdır.” Çünkü bu dünyanın nimetleri azdır, sonu gelir ve kesintiye uğrar. Çeşitli afetlerle doludur. Âhiret nimetleri ise böyle değildir. Bundan dolayı Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: “Takva sahiplerinin yurdu ne güzeldir!”
#
{31 ـ 32} {جناتُ عَدْنٍ يدخلونها تجري من تحتها الأنهار لهم فيها ما يشاؤون}؛ أي: مهما تمنَّته أنفسهم وتعلَّقت به إراداتهم؛ حصل لهم على أكمل الوجوه وأتمِّها؛ فلا يمكنُ أن يطلُبوا نوعاً من أنواع النعيم الذي فيه لَذَّةُ القلوب وسرور الأرواح؛ إلاَّ وهو حاضرٌ لديهم، ولهذا يُعطي الله أهل الجنة كلَّ ما تمنَّوْه عليه، حتى إنَّه يذكِّرهم أشياء من النعيم لم تخطر على قلوبهم؛ فتبارك الذي لا نهاية لكرمِهِ ولا حدَّ لجوده، الذي ليس كمثله شيءٌ في صفات ذاته وصفات أفعاله وآثار تلك النعوت وعظمةِ الملك والملكوت. {كذلك يَجْزي الله المتَّقين}: لِسَخَطِ الله وعذابِهِ؛ بأداء ما أوجبه عليهم من الفروض والواجبات المتعلقة بالقلب والبدن واللسان من حقِّه وحقِّ عباده، وترك ما نهاهم الله عنه. {الذين تتوفَّاهم الملائكةُ}: مستمرِّين على تقواهم، {طيبين}؛ أي: طاهرين مطهَّرين من كل نقص ودنَس يتطرَّق إليهم ويُخِلُّ في إيمانهم، فطابت قلوبهم بمعرفة الله ومحبَّته، وألسنتهم بذكرِهِ والثناء عليه، وجوارِحُهم بطاعته والإقبال عليه. {يقولون سلامٌ عليكم}؛ أي: التحية الكاملة حاصلةٌ لكم، والسلامة من كلِّ آفة، وقد سلمتُم من كلِّ ما تكرهون. {ادخُلوا الجنَّة بما كنتُم تعملونَ}: من الإيمان بالله والانقياد لأمرِهِ؛ فإنَّ العمل هو السبب والمادة والأصلُ في دخول الجنة والنجاة من النار، وذلك العمل حصل لهم برحمة الله ومنَّته، لا بحولهم وقوَّتهم.
31. (O yurt) Adn cennetleridir ki onlar, oraya gireceklerdir. Altlarından ırmaklar akacaktır. Orada onlar için diledikleri her şey vardır.” Canları ne isterse, neyi dileyecek olurlarsa onu en mükemmel ve en güzel şekilde elde ederler. Kalplere lezzet, ruhlara sevinç verecek nitelikte olup da isteyecekleri herhangi bir nimetin önlerinde hazır olmaması mümkün değildir. Bundan dolayı Yüce Allah, cennet ehline temenni edecekleri her şeyi verecektir. Hatta onlara hatırlarına gelmeyecek birtakım nimetleri dahi hatırlatacaktır. Lütuf, kerem ve cömertliğinin sınırı bulunmayan, zatî sıfatlarında, fiilî sıfatlarında, bu sıfatların tecellilerinde, egemenliğinin ve melekutunun azametinde hiçbir benzeri bulunmayan Allah’ın şanı ne yücedir! “İşte Allah” gazabından ve azabından sakınan “muttakileri” yani kendilerine farz kıldığı; kalple, beden ve dille yapılan gerek kendi hakkı, gerek kullarının hakkı ile ilgili olan farzları ve vecibeleri eda eden, Allah’ın kendilerine yasakladığı şeyleri de terk eden kimseleri “böyle mükâfaatlandırır.” 32. “O (muttakiler) ki” takva hallerini sürdürerek “tertemiz bir halde iken” kendilerine bulaşabilecek, imanlarına halel getirebilecek her türlü eksiklik ve kirden arınmış ve arındırılmış olarak; böylelikle de Allah’ı bilmek ve sevmek sonucu kalpleri tertemiz olmuş; O’nu anmak, O’nu övmekle dilleri, O’na itaat etmek, O’na yönelmekle de organları arınmış olarak “melekler, onların ruhlarını aldığı sırada” her türlü afetten uzak ve yalnız size has olmak üzere eksiksiz bir esenlik dileği olarak “Selam size” siz artık hoşunuza gitmeyecek her bir şeyden yana esenliktesiniz, “yapmakta olduklarınız” Allah’a iman, O’nun emirlerine bağlanmak gibi yaptıklarınız “sebebiyle girin cennete” derler. Cennete girip cehennem ateşinden kurtuluşun temel sebebi, salih ameldir. Bu ameli de onlar, Allah’ın rahmet ve lütfu ile yaparlar, kendi güç ve imkânları ile değil.
Ayet: 33 - 34 #
{هَلْ يَنْظُرُونَ إِلَّا أَنْ تَأْتِيَهُمُ الْمَلَائِكَةُ أَوْ يَأْتِيَ أَمْرُ رَبِّكَ كَذَلِكَ فَعَلَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ وَمَا ظَلَمَهُمُ اللَّهُ وَلَكِنْ كَانُوا أَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ (33) فَأَصَابَهُمْ سَيِّئَاتُ مَا عَمِلُوا وَحَاقَ بِهِمْ مَا كَانُوا بِهِ يَسْتَهْزِئُونَ (34)}.
33- Onlar ille de meleklerin gelmesini yahut Rabbinin emrinin gelip çatmasını mı bekliyorlar?! Onlardan öncekiler de böyle yapmışlardı. Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı. 34- Bunun için de işlediklerinin kötülüğü başlarına geldi ve alay edip durdukları şey, kendilerini çepeçevre kuşatıverdi.
#
{33} يقول تعالى: هل ينظُرُ هؤلاء الذين جاءتهم الآيات فلم يؤمنوا وذُكِّروا فلم يتذكَّروا، {إلاَّ أن تأتِيَهُمُ الملائكةُ}: لقبض أرواحهم، {أو يأتي أمرُ ربِّك}: بالعذاب الذي سيحِلُّ بهم؛ فإنَّهم قد استحقُّوا لوقوعه فيهم. {كذلك فَعَلَ الذين من قبلهم}: كذَّبوا وكفروا، ثم لم يؤمنوا، حتى نزل بهم العذاب. {وما ظلمهم الله}؛ إذ عذَّبهم، {ولكن كانوا أنفسَهم يظلِمونَ}؛ فإنَّها مخلوقةٌ لعبادة الله؛ ليكونَ مآلُها إلى كرامة الله، فظلموها وتركوا ما خُلِقَتْ له وعرَّضوها للإهانة الدائمة والشقاء الملازم.
33. Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: Kendilerine âyetler geldiği halde iman etmeyen, öğüt verildiği halde öğüt almayan bu kimseler neyi gözlüyor, neyi bekliyorlar? Ruhlarını kabzetmek üzere “meleklerin gelmesini yahut Rabbinin” başlarına gelecek azap “emrinin gelip çatmasını mı bekliyorlar?!” Çünkü onlar, gerçekten bu azabın başlarına gelmesini hak etmişlerdir. “Onlardan öncekiler de böyle yapmışlardı.” Yalanlamış, küfre sapmış ve iman etmemişlerdi de nihayet azap tepelerine inmişti. “Allah” azap etmekle “onlara zulmetmedi, fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.” Çünkü nefisler, Allah’a ibadet etmek ve sonunda Allah’ın lütuf ve ihsanın yurduna ulaşmak üzere yaratılmışlardır. Onlarsa bu nefislerine zulmettiler ve yaratılış sebeplerini terk ederek nefislerini sürekli hakirliğe ve kurtuluşu imkânsız bir bedbahtlığa maruz bıraktılar.
#
{34} {فأصابهم سيِّئاتُ ما عملوا}؛ أي: عقوبات أعمالهم وآثارها، {وحاق بهم}؛ أي: نزل {ما كانوا به يستهزئون}: فإنهم كانوا إذا أخبرتهم رسلُهم بالعذاب؛ استهزؤوا به، وسخروا ممَّن أخبر به، فحلَّ بهم ذلك الأمر الذي سخروا منه.
34. İşte “bunun için de işlediklerinin kötülüğü” amellerinin cezası ve bunun etkileri “başlarına geldi ve alay edip durdukları şey, kendilerini çepeçevre kuşatıverdi.” Zira onlar, peygamberleri azap ile kendilerini korkutup uyardığında o azap ile alay ediyorlar, bu azabı haber verenlerle de dalga geçiyorlardı. İşte kendisi ile alay ettikleri o azap başlarına geldi.
Ayet: 35 #
{وَقَالَ الَّذِينَ أَشْرَكُوا لَوْ شَاءَ اللَّهُ مَا عَبَدْنَا مِنْ دُونِهِ مِنْ شَيْءٍ نَحْنُ وَلَا آبَاؤُنَا وَلَا حَرَّمْنَا مِنْ دُونِهِ مِنْ شَيْءٍ كَذَلِكَ فَعَلَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ فَهَلْ عَلَى الرُّسُلِ إِلَّا الْبَلَاغُ الْمُبِينُ (35)}.
35- Şirk koşanlar dediler ki: “Eğer Allah dileseydi biz de babalarımız da O’ndan başka hiçbir şeye ibadet etmez ve O’nun (emri) dışında hiçbir şeyi de haram kılmazdık.” Kendilerinden öncekiler de böyle yapmışlardı. Peygamberlere apaçık bir tebliğden başkası düşer mi hiç?!
#
{35} أي: احتجَّ المشركون على شركهم بمشيئة الله، وأنَّ الله لو شاء ما أشركوا ولا حرَّموا شيئاً من الأنعام التي أحلَّها؛ كالبحيرة والوصيلة والحام ونحوها من دونه، وهذه حجَّةٌ باطلةٌ؛ فإنَّها لو كانت حقًّا؛ ما عاقب الله الذين من قبلهم حيث أشركوا به، فعاقبهم أشدَّ العقاب؛ فلو كان يحبُّ ذلك منهم؛ لما عذَّبهم. وليس قصدهم بذلك إلاَّ ردَّ الحقِّ الذي جاءت به الرسل، وإلاَّ؛ فعندهم علمٌ أنه لا حجَّة لهم على الله؛ فإنَّ الله أمرهم ونهاهم، ومكَّنهم من القيام بما كلَّفهم، وجعل لهم قوَّة ومشيئة تصدُر عنها أفعالهم؛ فاحتجاجُهم بالقضاء والقَدَر من أبطل الباطل، هذا وكل أحدٍ يعلم بالحسِّ قدرة الإنسان على كُلِّ فعلٍ يريده من غير أن ينازِعَه منازِعٌ؛ فجمعوا بين تكذيب الله وتكذيب رسُلِهِ وتكذيب الأمور العقليَّة والحسيَّة. {فهل على الرُّسل إلاَّ البلاغُ المبين}؛ أي: البيِّن الظاهر الذي يَصِلُ إلى القلوب ولا يبقى لأحدٍ على الله حجَّة؛ فإذا بَلَّغَتْهُمُ الرسل أمرَ ربِّهم ونهيَه ـ واحتجُّوا عليهم بالقَدَر ـ؛ فليس للرسل من الأمر شيء، وإنما حسابُهم على الله عزَّ وجلَّ.
35. Yani müşrikler, şirk koşmalarına Allah’ın meşîetini/dilemesini delil gösterirler. Yüce Allah dileseydi, kendilerinin şirk koşmayacaklarını ve bahîre, vasîle, hâm vb. hayvanlardan herhangi birini ya da başka şeyleri haram kılmayacaklarını iddia ettiler. Bu, batıl bir delildir. Çünkü hak olsaydı Yüce Allah, kendisine şirk koştukları için onlardan öncekileri cezalandırmazdı. Oysa onlardan öncekileri Allah, en çetin azaplar ile cezalandırmıştır. Eğer Allah, onların bu yaptıklarını beğense idi elbetteki onlara azap etmezdi. Ancak onların bu sözlerinden maksatları, sadece peygamberlerin getirdikleri hakkı reddetmektir. Yoksa onlar, bu hususta Allah’a karşı herhangi bir delile sahip olmadıklarını kendileri de biliyorlardı. Zira Allah, onlara emir ve yasaklar göndermiş ve kendilerini mükellef tuttuğu görevleri yerine getirme imkânını vermiş, fiillerini ortaya koyabilecek şekilde kendilerine güç ve irade vermiştir. Onların kaza ve kaderi delil göstermeleri batılın en batılıdır. Diğer taraftan herkes, maddi deliller ile ve müşahade ile açıkça bilmektedir ki insan, herhangi bir tartışma söz konusu olmaksızın irade ettiği işleri yapabilecek bir güce sahiptir. Böylece onlar, bu sözleri ile hem Allah’ı ve Peygamber’i yalanlamakta, hem de aklî gerçekleri ve tecrübeyle sabit somut hakikatleri yalanlamakta idiler. “Peygamberlere” kalplere ulaşan ve herhangi bir kimsenin Allah’a karşı ileri sürebileceği bir delil bırakmayan “apaçık bir tebliğden başkası düşer mi hiç?!” Peygamberler, onlara Rablerinin emir ve yasaklarını tebliğ ettikten sonra kavimleri, onlara karşı kaderi delil olarak gösterecek olurlarsa artık peygamberlerin yapabilecekleri bir şey yoktur. Onların hesabını görmek Allah’a aittir.
Ayet: 36 - 37 #
{وَلَقَدْ بَعَثْنَا فِي كُلِّ أُمَّةٍ رَسُولًا أَنِ اعْبُدُوا اللَّهَ وَاجْتَنِبُوا الطَّاغُوتَ فَمِنْهُمْ مَنْ هَدَى اللَّهُ وَمِنْهُمْ مَنْ حَقَّتْ عَلَيْهِ الضَّلَالَةُ فَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَانْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الْمُكَذِّبِينَ (36) إِنْ تَحْرِصْ عَلَى هُدَاهُمْ فَإِنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي مَنْ يُضِلُّ وَمَا لَهُمْ مِنْ نَاصِرِينَ (37)}.
36- Andolsun ki biz her ümmete: “Allah’a ibadet edin ve tâğûttan kaçının” diye bir peygamber göndermişizdir. Allah içlerinden kimine hidâyet vermiş, kiminin üzerine de sapıklık hak olmuştur. Yeryüzünde gezin de yalanlayanların sonu nasıl olmuş, bir bakın! 37- Onların hidâyete ermelerini (ne kadar) arzu etsen de (şunu bil ki) Allah, saptırdığı kimseye hidâyet vermez. Onların hiçbir yardımcıları da yoktur.
#
{36} يخبر تعالى أن حجَّته قامت على جميع الأمم، وأنَّه ما من أمَّة متقدِّمة أو متأخِّرة إلاَّ وبعث الله فيها رسولاً، وكلُّهم متَّفقون على دعوةٍ واحدةٍ ودينٍ واحدٍ، وهو عبادةُ الله وحدَه لا شريك له. {أنِ اعبُدوا الله واجتَنِبوا الطاغوت}: فانقسمت الأمم بحسب استجابتها لدعوة الرسل وعدمها قسمين: {فمنهم مَنْ هَدى الله}: فاتَّبعوا المرسَلين علماً وعملاً، {ومنهم مَنْ حَقَّتْ عليه الضَّلالة}: فاتَّبع سبيل الغيِّ. {فسيروا في الأرض}: بأبدانِكم وقلوبِكم، {فانظُروا كيف كانَ عاقبةُ المكذِّبين}: فإنَّكم سترون من ذلك العجائب؛ فلا تجدُ مكذِّباً إلاَّ كان عاقبته الهلاك.
36. Allah Teâlâ, bütün ümmetlere karşı delilini ortaya koymuş olduğunu, ister önceden geçmiş, ister sonra gelmiş olsun her bir ümmet arasında mutlaka bir rasul göndermiş olduğunu, hepsinin de ittifakla aynı çağrıyı yapıp aynı dini tebliğ ettiklerini haber vermektedir. Bu da O’na hiçbir şeyi ortak koşmaksızın yalnızca Allah’a ibadet etmektir: “Allah’a ibadet edin ve tâğûttan kaçının.” Ümmetler ise peygamberlerin çağrısını kabul edip etmeme bakımından iki kısma ayrılmışlardır: “Allah içlerinden kimine hidâyet vermiş” onlar da ilmen ve amelen peygamberlere tâbi olmuşlardır; “kiminin üzerine de sapıklık hak olmuştur.” Onlar da sapıklık yoluna uymuşlardır. “Yeryüzünde” bedenlerinizle ve kalplerinizle “gezin de yalanlayanların sonu nasıl olmuş, bir bakın!” Sizler bu konuda hayret verecek şeyler göreceksiniz. Ne kadar yalanlayıcı geçmiş ise mutlaka âkıbetinin helâka uğramak olduğunu göreceksiniz
#
{37} {إن تحرِصْ على هداهم}: وتبذل جهدك في ذلك، {فإنَّ الله لا يَهْدي من يُضِلُّ}: ولو فعل كلَّ سببٍ؛ لم يهده إلاَّ الله. {وما لهم من ناصرينَ}: ينصُرونهم من عذاب الله، ويَقونَهم بأسَه.
37. “Onların hidâyete ermelerini (ne kadar) arzu etsen” ve bu uğurda bütün gayretini ortaya koysan da (şunu bil ki) Allah saptırdığı kimseye hidâyet vermez.” O, hidâyet için bütün sebepleri yerine getirecek olsa dahi yine Allah’tan başka kimse ona hidâyet veremez. “Onların” Allah’ın azabına karşı onlara yardım edecek ve O’nun intikamına karşı onları koruyacak “hiçbir yardımcıları da yoktur.”
Ayet: 38 - 40 #
{وَأَقْسَمُوا بِاللَّهِ جَهْدَ أَيْمَانِهِمْ لَا يَبْعَثُ اللَّهُ مَنْ يَمُوتُ بَلَى وَعْدًا عَلَيْهِ حَقًّا وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ (38) لِيُبَيِّنَ لَهُمُ الَّذِي يَخْتَلِفُونَ فِيهِ وَلِيَعْلَمَ الَّذِينَ كَفَرُوا أَنَّهُمْ كَانُوا كَاذِبِينَ (39) إِنَّمَا قَوْلُنَا لِشَيْءٍ إِذَا أَرَدْنَاهُ أَنْ نَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ (40)}.
38- “Allah ölen kimseyi diriltmez” diye olanca güçleri ile Allah’a yemin ettiler. Hayır (diriltecektir). Bu, O’nun gerçekleştirmeyi üzerine aldığı hak bir vaattir. Fakat insanların çoğu bilmezler. 39- (Böylece) hakkında ayrılığa düştükleri şeyleri onlara açıklayacak ve kafirler de kendilerinin gerçekten yalancı kimseler olduklarını bileceklerdir. 40- Bir şeyi dilediğimiz zaman (yapacağımız iş) sadece ona “Ol!” dememizden ibarettir. Derhal oluverir.
#
{38} يخبر تعالى عن المشركين المكذِّبين لرسوله أنَّهم {أقسموا بالله جَهْدَ أيمْانِهِم}؛ أي: حلفوا أيماناً مؤكَّدة مغلَّظة على تكذيب الله وأن الله لا يَبْعَثُ الأموات ولا يقدِرُ على إحيائهم بعد أن كانوا تراباً. قال تعالى مكذِّباً لهم: {بلى} سيبعثُهم ويجمعُهم ليوم لا ريبَ فيه. {وعداً عليه حقًّا}: لا يُخْلِفُه ولا يغيِّره. {ولكنَّ أكثر الناس لا يعلمونَ}: ومن جهلهم العظيم إنكارُهم البعث والجزاء.
38. Yüce Allah, peygamberini yalanlayan müşriklerin durumunu haber vermektedir. Onlar, Allah’ı yalanlamak maksadı ile O’nun ölüleri diriltmeyeceğine, toprak haline dönüştükten sonra onları diriltmeye gücünün yetmeyeceğine dair oldukça ağır ve pekiştirilmiş yeminlerle and içtiler. Allah ise onları yalanlayarak: “Hayır” kendisinde hiçbir şüphe bulunmayan bir günde onları diriltecek ve bir araya getirecektir. Zira “bu, O’nun gerçekleştirmeyi üzerine aldığı” asla değiştirmeyeceği ve caymayacağı “hak bir vaattir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” Ve onlar büyük cahillikleri dolayısı ile öldükten sonra dirilişi, amellerin karşılığının görüleceğini inkâr ederler.
#
{39 ـ 40} ثم ذكر الحكمة في الجزاء والبعث، فقال: {ليبيِّنَ لهم الذي يختلفونَ فيه}: من المسائل الكبار والصغار، فيبيِّن حقائقها ويوضِّحها، {ولِيَعْلَمَ الذين كفروا أنَّهم كانوا كاذبين}: [حين] يَرَوْن أعمالهم حَسَراتٍ عليهم، وما نفعتهم آلهتُهم التي يَدْعون مع الله من شيء لمَّا جاء أمرُ ربِّك، وحين يَرَوْنَ ما يعبُدون حطباً لجهنَّم، وتكوَّر الشمس والقمر، وتتناثر النُّجوم، ويتَّضح لمن يعبُدُها أنها عبيدٌ مسخَّرات، وأنهنَّ مفتقراتٌ إلى الله في جميع الحالات، وليس ذلك على الله بصعبٍ ولا شديدٍ؛ فإنَّه إذا أراد شيئاً قال له كن فيكون من غير منازعةٍ ولا امتناع، بل يكون على طِبْقِ ما أراده وشاءه.
39. Daha sonra Allah, amellerin karşılığının verilişinin ve öldükten sonra dirilişin hikmetini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: (Böylece) hakkında ayrılığa düştükleri şeyleri” büyük küçük tüm meseleleri “onlara açıklayacak” bunların gerçek mahiyetlerini onlara beyan edecek “ve kafirler de kendilerinin gerçekten yalancı kimseler olduklarını bileceklerdir” Amellerini görünce pişmanlıklara boğulacaklardır. O vakit Allah ile birlikte tapındıkları tanrılarının kendilerine hiçbir faydaları olmayacaktır. Rabbinin emri gelince tapındıkları varlıkların cehennem odunu olduklarını göreceklerdir. Güneş ve ay tortop edilip ışıkları söndürülecek, yıldızlar etrafa savrulacak, bunlara tapınan kimseler de onların, Allah’ın emrine amade kullar olduklarını, bütün hallerinde Allah’a muhtaç olduklarını anlayacaklardır. 40. Bütün bu işlerin hiçbirisi, Allah için zor ve güç değildir, O’na ağır gelmez. Çünkü O, bir şeyi diledi mi ona: “Ol” der, o da herhangi bir karşı koyma ve herhangi bir direniş söz konusu olmaksızın derhal ve O’nun dilediği şekilde ve murad ettiği gibi oluverir.
Ayet: 41 - 42 #
{وَالَّذِينَ هَاجَرُوا فِي اللَّهِ مِنْ بَعْدِ مَا ظُلِمُوا لَنُبَوِّئَنَّهُمْ فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَلَأَجْرُ الْآخِرَةِ أَكْبَرُ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ (41) الَّذِينَ صَبَرُوا وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ (42)}
41- Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenleri dünyada mutlaka güzel bir yerde barındıracağız. Âhiret mükâfatı ise elbette daha büyüktür. Keşke bilselerdi! 42- Onlar, sabredenler ve yalnızca Rablerine tevekkül edenlerdir.
#
{41} يخبر تعالى بفضل المؤمنين الممتحنين، {الذين هاجروا في الله}؛ أي: في سبيله وابتغاء مرضاته، {من بعدِ ما ظُلِموا}: بالأذيَّة والمحنة من قومهم، الذين يفتِنونَهم ليردُّوهم إلى الكفر والشرك، فتركوا الأوطان والخُلاَّن، وانتقلوا عنها لأجل طاعة الرحمن، فذكر لهم ثوابين: ثواباً عاجلاً في الدُّنيا من الرزق الواسع والعيش الهنيء الذي رأوه عياناً بعدما هاجروا وانتصروا على أعدائهم وافتتحوا البلدان وغَنِموا منها الغنائم العظيمة فتموَّلوا وآتاهم الله في الدُّنيا حسنةً. {ولأجْرُ الآخرة}: الذي وَعَدَهم على لسان رسوله خيرٌ و {أكبرُ} من أجر الدنيا؛ كما قال تعالى: {الذين آمنوا وهاجَروا وجاهدوا في سبيل الله أعظمُ درجةً عند الله وأولئك هم الفائزونَ. يبشِّرُهم ربُّهم برحمةٍ منه ورضوانٍ وجناتٍ لهم فيها نعيم مقيمٌ. خالدينَ فيها أبداً إنَّ الله عندَه أجرٌ عظيمٌ}. وقوله: {لو كانوا يعلمون}؛ أي: لو كان لهم علمٌ ويقينٌ بما عند الله من الأجِر والثواب لِمَنْ آمنَ به وهاجرَ في سبيله؛ لم يتخلَّفْ عن ذلك أحدٌ.
41. Daha sonra Allah, türlü sıkıntılarla sınanan mü’minlerin üstünlüğünü haber vermek üzere şöyle buyurmaktadır: “Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda” yani O’nun yolunda ve rızası uğrunda kendilerini küfür ve şirke geri döndürmek maksadı ile kavimleri tarafından çeşitli işkence, sıkıntı ve eziyetlerle zulme uğradıktan sonra vatanlarını ve arkadaşlarını terk ederek “hicret edenleri” yani Rahman’a itaat için göç edenleri “dünyada mutlaka güzel bir yerde barındıracağız.” Allah onlara iki mükafat vaat etmiştir: Dünyadaki peşin mükâfat şudur: Geniş bir rızık ve hicret ettikten sonra gözle görülen rahat yaşam, düşmanlarına karşı zafer, ülkeleri fethetmek ve oralardan büyük ganimetler elde etmek, böylelikle büyük servetlere sahip olmak. Bundan ayrı olarak Allah’ın peygamberi vasıtası ile kendilerine vaat etmiş olduğu “âhiret mükâfatı ise” bundan daha hayırlı ve dünya mükâfatından “daha büyüktür.” Nitekim Yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “İman edip de hicret edenlerin, Allah yolunda malları ve canları ile cihad edenlerin, Allah katında dereceleri pek büyüktür. İşte umduklarını elde edenler onlardır. Rableri onları katından bir rahmet, hoşnutluk, içlerinde tükenmez ve kalıcı nimetler bulunan kendilerine ait cennetler ile müjdeler. Onlar orada ebediyen kalacaklardır. Gerçekten Allah katında büyük bir mükâfat vardır.” (et-Tevbe, 9/20-22) “Keşke bilselerdi!” Yani eğer onlar, Allah’ın iman edip de kendi yolunda hicret edenlere hazırlamış olduğu ecir ve mükâfatı kesin olarak bilselerdi hiç kimse ondan geri kalmazdı.
#
{42} ثم ذَكَرَ وصف أوليائه، فقال: {الذين صَبَروا}: على أوامر الله، وعن نواهيه، وعلى أقدار الله المؤلمة، وعلى الأذيَّة فيه والمحن. {وعلى ربِّهم يتوكَّلون}؛ أي: يعتمدون عليه في تنفيذ محابِّه لا على أنفسهم، وبذلك تنجحُ أمورُهم وتستقيم أحوالُهم؛ فإنَّ الصبر والتوكُّل ملاكُ الأمور كلِّها؛ فما فات أحداً شيءٌ من الخير إلا لعدم صبرِهِ وبَذْلِ جهدِهِ فيما أريد منه أو لعدم توكُّله واعتماده على الله.
42. Sonra Allah Teala gerçek velilerinin/dostlarının niteliklerini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Onlar” Allah’ın emirlerini yerine getirmede, yasaklarından kaçınmada, acı ve ızdırap verici takdirlerine, Allah uğrunda işkence ve mihnetlere dayanıp “sabredenler ve yalnızca Rablerine tevekkül edenlerdir.” O’nun sevdiği şeyleri yerine getirmek hususunda kendilerine değil, yalnızca O’na güvenenlerdir. İşte bu vesile ile işleri başarıya ulaşır, durumları istikamet üzere olur. Şüphesiz ki sabır ve tevekkül, bütün işlerin esasını teşkil eder. Bir kimse eğer hayır namına herhangi bir şeyi elinden kaçırmışsa hiç şüphesiz bu, sabırsızlığı, kendisinden istenen şeyleri yerine getirme uğrunda gayretini harcamadığı yahut da Allah’a tevekkülsüzlüğü ve O’na güvenip dayanmaması dolayısı iledir.
Ayet: 43 - 44 #
{وَمَا أَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ إِلَّا رِجَالًا نُوحِي إِلَيْهِمْ فَاسْأَلُوا أَهْلَ الذِّكْرِ إِنْ كُنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ (43) بِالْبَيِّنَاتِ وَالزُّبُرِ وَأَنْزَلْنَا إِلَيْكَ الذِّكْرَ لِتُبَيِّنَ لِلنَّاسِ مَا نُزِّلَ إِلَيْهِمْ وَلَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ (44)}
43- Senden önce (peygamber olarak) gönderdiklerimiz, kendilerine vahyettiğimiz birtakım erkeklerden başkası değildi. Eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun. 44- (Onları) apaçık belgelerle ve kitaplarla (gönderdik). Sana da bu Zikir’i insanlara kendilerine ne indirildiğini açıklayasın ve onlar da iyice düşünsünler diye indirdik.
#
{43} يقول تعالى لنبيِّه محمد - صلى الله عليه وسلم -: {وما أرسْلنا من قبلِكَ إلاَّ رجالاً}؛ أي: لستَ ببدع من الرسل، فلم نرسِلْ قبلَكَ ملائكةً، بل رجالاً كاملين لا نساءً. {نوحي إليهم}: من الشرائع والأحكام ما هو من فضلِهِ وإحسانِهِ على العبيد، من غير أن يأتوا بشيءٍ من قِبَل أنفسهم. {فاسألوا أهل الذِّكْر}؛ أي: الكتب السابقة {إنْ كنتُم لا تعلمونَ}: نبأ الأوَّلين، وشكَكْتم، هل بَعَثَ الله رجالاً؟ فاسألوا أهل العلم بذلك، الذين نزلتْ عليهم الزُّبر والبيِّنات، فعلموها وفهموها؛ فإنَّهم كلهم قد تقرَّر عندهم أنَّ الله ما بعث إلاَّ رجالاً يوحي إليهم من أهل القرى. وعموم هذه الآية فيها مدحُ أهل العلم، وأنَّ أعلى أنواعه العلم بكتاب الله المنزل؛ فإنَّ الله أمر مَنْ لا يعلم بالرجوع إليهم في جميع الحوادث، وفي ضمنه تعديلٌ لأهل العلم وتزكيةٌ لهم؛ حيث أمر بسؤالهم، وأنّ بذلك يخرج الجاهل من التَّبِعة، فدلَّ على أنَّ الله ائتمنهم على وحيه وتنزيله، وأنهم مأمورون بتزكية أنفسهم والاتصاف بصفات الكمال.
43. Daha sonra Yüce Allah, Peygamberi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e hitaben şöyle buyurmaktadır: “Senden önce (peygamber olarak) gönderdiklerimiz, kendilerine” Allah’ın kullarına bir lütuf ve ihsanı olmak üzere şeriat ve hükümler “vahyettiğimiz” -yoksa onlar kendiliklerinden bir şey getirmemişlerdir- “birtakım erkeklerden başkası değildi.” Yani sen daha önce benzeri görülmemiş bir peygamber değilsin. Biz senden önce melekleri değil, aksine kâmil erkekleri peygamber olarak gönderdik. Bunlar kadın da değillerdi. “Eğer” öncekilerin haberlerini “bilmiyorsanız” ve acaba Allah erkekleri mi peygamber olarak göndermiş? diye şüphe ediyorsanız “zikir ehline” sizden önce kendilerine kitap verilmiş olanlara “sorun.” Üzerlerine Kitaplar ve apaçık belgeler inmiş olan, bunları öğrenmiş ve kavramış bulunan, bu hususları bilen ilim ehline sorun. Bunların hepsi kesinlikle bilir ki Allah, daha önce de mutlaka şehir ahalisinden olan ve kendilerine vahyettiği erkekleri peygamber olarak göndermiştir. Bu âyet-i kerimenin umumi ifadesi, ilim ehlini övmekte ve ilmin en üstün çeşidinin Allah’ın indirmiş olduğu Kitab’ı bilmek olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü Yüce Allah, bilmeyen kimselere bütün hususlarda ilim ehline başvurmayı emretmektedir. Bunun kapsamında ilim ehlinin adaletli olduğu anlatılmakta ve onlar tezkiye edilmektedir. Çünkü Allah, onlara soru sorulmasını emretmekte ve bu yolla da cahilin sorumluluktan kurtulabileceğini belirtmektedir. İşte bu, Yüce Allah’ın ilim ehli olanları vahyine ve indirdiği buyruklara ehil kimseler olarak tayin ettiğini, onların da kendilerini tezkiye etmek ve kemal sıfatlara sahip kılmakla emrolunduklarını göstermektedir. Zikir ehlinin en faziletlileri ise bu Kur’an-ı Azim’in ehlidir. Onlar, gerçek anlamı ile zikir ehlidirler ve bu isme başkalarından daha layıktırlar. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{44} وأفضل أهل الذكر أهل هذا القرآن العظيم؛ فإنهم أهل الذكر على الحقيقة، وأولى من غيرهم بهذا الاسم، ولهذا قال تعالى: {وأنْزَلْنا إليك الذِّكر}؛ أي: القرآن الذي فيه ذِكْر ما يحتاج إليه العباد من أمور دينهم ودنياهم الظاهرة والباطنة، {لِتُبَيِّنَ للناس ما نُزِّلَ إليهم}: وهذا شاملٌ لتبيين ألفاظه وتبيين معانيه. {ولعلَّهم يتفكَّرون}: فيه، فيستخرجون من كنوزه وعلومه بحسب استعدادهم وإقبالهم عليه.
44. “Sana da bu Zikir’i” yani kulların gerek duyacakları dini ve dünyevi, zahiri ve batıni bütün hususların anıldığı bu Kur’an-ı Kerim’i “indirdik ki insanlara kendilerine ne indirildiğini açıklayasın” bu da bu Kitab’ın lafızlarını ve anlamlarını açıklamayı kapsamaktadır “ve onlar da iyice” o Kitab üzerinde “düşünsünler” ve böylelikle kendi istidatlarına ve ona yönelişlerine göre onun hazine ve ilimlerinden yararlanacakları şeyleri çıkarsınlar.
Ayet: 45 - 47 #
{أَفَأَمِنَ الَّذِينَ مَكَرُوا السَّيِّئَاتِ أَنْ يَخْسِفَ اللَّهُ بِهِمُ الْأَرْضَ أَوْ يَأْتِيَهُمُ الْعَذَابُ مِنْ حَيْثُ لَا يَشْعُرُونَ (45) أَوْ يَأْخُذَهُمْ فِي تَقَلُّبِهِمْ فَمَا هُمْ بِمُعْجِزِينَ (46) أَوْ يَأْخُذَهُمْ عَلَى تَخَوُّفٍ فَإِنَّ رَبَّكُمْ لَرَءُوفٌ رَحِيمٌ (47)}.
45- Kötülükleri planlayanlar, Allah’ın kendilerini yere batırmayacağından yahut da farkedemeyecekleri bir yerden azabın kendilerine ansızın gelip çatmayacağından yana emin mi oldular? 46- Ya da Allah'ın, gezip dolaşırlarken kendilerini yakalamayacağından (emin mi oldular)? Zira onlar, (Allah’ı) âciz bırakamazlar. 47- Yahut kendilerini (azaptan yana) korku içerisinde iken yakalamasından? Rabbiniz gerçekten çok şefkatli, pek merhametlidir.
#
{45 ـ 47} هذا تخويفٌ من الله تعالى لأهل الكفر والتكذيب وأنواع المعاصي من أن يأخذَهم بالعذاب على غِرَّة وهم لا يشعرون: إمَّا أن يأخُذَهم العذاب من فوقهم، أو من أسفل منهم بالخَسْفِ وغيره، وإما في حال تقلُّبهم وشغلهم وعدم خطور العذاب ببالهم، وإما في حال تخوُّفهم من العذاب؛ فليسوا بمعجزِين الله في حالة من هذه الأحوال، بل هم تحت قبضته، ونواصيهم بيده، ولكنه رءوف رحيم، لا يعاجل العاصين بالعقوبة، بل يمهلهم ويعافيهم ويرزقهم، وهم يؤذونه ويؤذون أولياءه، ومع هذا يَفْتَحُ لهم أبواب التوبة، ويدعوهم إلى الإقلاع عن السيئات التي تضرُّهم، ويَعِدُهم بذلك أفضلَ الكرامات ومغفرةَ ما صدر منهم من الذنوب؛ فليستحِ المجرمُ من ربِّه أن تكون نعمُ اللهِ عليه نازلةً في جميع [اللحظات] ومعاصيه صاعدة إلى ربِّه في كلِّ الأوقات، وليعلم أنَّ الله يمهلُ ولا يهملُ، وأنه إذا أخذ العاصي؛ أخذه أَخْذَ عزيزٍ مقتدرٍ؛ فليتبْ إليه، وليرجعْ في جميع أموره إليه؛ فإنَّه رءوف رحيم؛ فالبدارَ البدارَ إلى رحمته الواسعة، وبرِّه العميم، وسلوك الطرق الموصلة إلى فضل الربِّ الرحيم، ألا وهي تقواه، والعمل بما يحبُّه ويرضاه.
45. Bu buyrukla Yüce Allah; kâfirleri, yalanlayanları ve çeşitli masiyetler işleyenleri farkında olmaksızın azabın ansızın onları yakalayabileceği gerçeği ile uyarmaktadır. Bu azap, onların ya üstlerinden tepelerine inecek yahut da altlarından, yerin dibine geçirilmek sureti ile veya başka bir şekille onlara gelecektir. Ya da onlar gezip dolaşırken, işleri ile meşgul olurken ve azaba uğramak hatırlarına bile gelmediği bir zamanda yahut da azaptan korktukları bir sırada azaba duçar olacaklardır. Onlar, hiçbir halde Allah’ı âciz bırakamazlar, aksine Allah’ın kabzasındadırlar, idareleri de O’nun elindedir. Ne var ki O, “çok şefkatli, pek merhametlidir.” İsyankârları cezalandırmakta acele etmez. Aksine onlara mühlet verir, afiyet verir, kendisine ve gerçek dostlarına eziyet vermelerine rağmen onlara rızık verir. Hatta tevbe kapılarını önlerinde açık tutar ve onları kendilerine zararlı olan kötülüklerden vazgeçmeye çağırır. Bunları yaptıkları takdirde de hem en büyük lütuf ve ihsanları hem de işledikleri günahların affedilip bağışlanacağını vaat eder. O halde günahkâr kimseler, bütün hallerinde Allah’ın nimetleri üzerlerine inerken, isyanlarının her an Rablerinin huzuruna yükselmesinden utanmalıdırlar ve bilmelidirler ki Yüce Allah, mühlet verse de ihmal etmez. O, isyankârları yakaladı mı aziz ve kudretli olanın yakalayışı gibi yakalar. Öyleyse isyankâr kimseler, O’na tevbe etmeli, bütün hallerinde O’na dönmelidirler. Çünkü O, “çok şefkatli, pek merhametlidir.” O halde O’nun geniş rahmetine, her şeyi kapsayan lütuf ve ihsanına koşmakta, Rahim olan Rabbin lütfuna ulaştıran yolları izlemekte eli çabuk tutmak gerekir. Bu ise O’nun takvası gereğince ve O’nun sevdiği, razı olacağı şeyler çerçevesinde amelde bulunmakla olur.
Ayet: 48 - 50 #
{أَوَلَمْ يَرَوْا إِلَى مَا خَلَقَ اللَّهُ مِنْ شَيْءٍ يَتَفَيَّأُ ظِلَالُهُ عَنِ الْيَمِينِ وَالشَّمَائِلِ سُجَّدًا لِلَّهِ وَهُمْ دَاخِرُونَ (48) وَلِلَّهِ يَسْجُدُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ مِنْ دَابَّةٍ وَالْمَلَائِكَةُ وَهُمْ لَا يَسْتَكْبِرُونَ (49) يَخَافُونَ رَبَّهُمْ مِنْ فَوْقِهِمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ (50)}.
48- Allah’ın yarattığı şeylerin gölgelerinin, boyun eğip Allah’a secde eder bir halde sağa ve sola yatarak döndüklerini görmediler mi? 49- Göklerde ve yerde ne kadar canlı varsa hepsi Allah’a secde eder. Melekler de (secde ederler) ve hiç kibirlenmezler. 50- Onlar, üstlerindeki Rablerinden korkarlar ve emrolunduklarını yaparlar.
#
{48} يقول تعالى: {أولم يروا}؛ أي: الشاكُّون في توحيد ربِّهم وعظمته وكماله، {إلى ما خَلَقَ الله من شيء}؛ أي: إلى جميع مخلوقاته، وكيف تتفيَّأ أظلتها {عن اليمين والشمائل سُجَّداً لله}؛ أي: كلها ساجدةٌ لرِّبها خاضعة لعظمته وجلاله، {وهم داخِرونَ}؛ أي: ذليلون تحت التسخير والتدبير والقهر، ما منهم أحدٌ إلاَّ وناصيته بيد الله وتدبيره عنده.
48. Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: Rablerinin tevhidi, azamet ve kemali hususunda şüphe içerisinde bulunanlar, “Allah’ın yarattığı şeylerin” bütün yarattıklarının “gölgelerinin” nasıl değişip durduğunu “boyun eğip Allah’a secde eder bir halde sağa ve sola yatarak döndüklerini” yani Rablerine azamet ve celali önünde zilletle ve itaat ile boyun eğerek secde ettiklerini “görmediler mi?” Hepsi bu emir, tedbir ve hakimiyet altında zillet ile eğilmişlerdir. Allah’ın hükmü altında ve O’nun idaresi, emir ve buyrukları çerçevesinde bulunmayan hiçbir varlık yoktur.
#
{49} {ولله يسجد ما في السمواتِ وما في الأرضِ من دابَّة}: من الحيوانات الناطقة والصامتة، {والملائكةُ}: الكرام، خصَّهم بعد العموم لفضلهم وشرفهم وكثرة عبادتهم، ولهذا قال: {وهم لا يستكْبِرونَ}؛ أي: عن عبادته؛ على كثرتهم وعظمة أخلاقهم وقوَّتهم؛ كما قال تعالى: {لن يستنكفَ المسيحُ أن يكون عبداً لله ولا الملائكة المقربون}.
49. “Göklerde ve yerde ne kadar canlı varsa” konuşan ve konuşmayan bütün “hepsi Allah’a secde eder.” Şerefli “melekler de (secde ederler).” Bütün varlıkların Allah’a secde ettiklerinin belirtilmesinden sonra bilhassa melâike-i kirâmın söz konusu edilmesi faziletleri, şerefleri ve ibadetlerinin çokluğundan dolayıdır. Bundan dolayı Yüce Allah: “ve hiç kibirlenmezler” buyurmaktadır. Yani onlar çokluklarına, ahlâk ve güçlerinin büyüklüklerine rağmen Allah’a karşı büyüklenmezler. Nitekim Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Mesih de mukarreb melekler de Allah’a kul olmaktan asla çekinmezler.” (en-Nisâ, 4/172)
#
{50} {يخافون ربَّهم من فوقهم}: لمَّا مدحَهم بكَثْرَةِ الطاعة والخضوع لله؛ مدحَهم بالخوفِ من الله الذي هو فوقهم بالذات والقهر وكمال الأوصاف؛ فهم أذلاَّء تحت قهره. {ويفعلون ما يؤمرون}؛ أي: مهما أمرهم الله تعالى؛ امتثلوا لأمره طوعاً واختياراً. وسجود المخلوقات لله تعالى قسمان: سجودُ اضطرار ودلالةٍ على ما له من صفات الكمال، وهذا عامٌّ لكل مخلوق من مؤمنٍ وكافرٍ وبَرٍّ وفاجرٍ وحيوانٍ ناطقٍ وغيرِه. وسجودُ اختيارٍ يختصُّ بأوليائه وعباده المؤمنين من الملائكة وغيرهم من المخلوقات.
50. Yüce Allah melekleri çokça itaat ve kendisine boyun eğmek ile övdükten sonra hem zatı ile, hem kahr-u galebesi ile hem de vasıflarının kemali ile üstlerinde olan Allah’tan korktuklarını belirterek de onları övmektedir. Onlar, Allah’ın kahr-u galebesi altında zillet ile itaat ederler “ve emrolunduklarını yaparlar.” Allah kendilerine ne emrederse O’nun emrini itaatle ve isteyerek yerine getirirler. Yaratılmışların Yüce Allah’a secde etmeleri iki türlüdür: Birincisi zorunlu olan ve kemal sıfatlarına sahip olana zata delalet eden secdedir. Bunda mü’min, kâfir, iyi, kötü, konuşan ve konuşmayan bütün canlılar ortaktır. Diğeri ise Yüce Allah’ın dostlarına, mü’min kullarına, meleklere vb. mahluklara has olan ihtiyarî ve gönülden yapılan secdedir.
Ayet: 51 - 55 #
{وَقَالَ اللَّهُ لَا تَتَّخِذُوا إِلَهَيْنِ اثْنَيْنِ إِنَّمَا هُوَ إِلَهٌ وَاحِدٌ فَإِيَّايَ فَارْهَبُونِ (51) وَلَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَلَهُ الدِّينُ وَاصِبًا أَفَغَيْرَ اللَّهِ تَتَّقُونَ (52) وَمَا بِكُمْ مِنْ نِعْمَةٍ فَمِنَ اللَّهِ ثُمَّ إِذَا مَسَّكُمُ الضُّرُّ فَإِلَيْهِ تَجْأَرُونَ (53) ثُمَّ إِذَا كَشَفَ الضُّرَّ عَنْكُمْ إِذَا فَرِيقٌ مِنْكُمْ بِرَبِّهِمْ يُشْرِكُونَ (54) لِيَكْفُرُوا بِمَا آتَيْنَاهُمْ فَتَمَتَّعُوا فَسَوْفَ تَعْلَمُونَ (55)}.
51- Allah buyurdu ki: “İki ilâh edinmeyin. O, ancak tek bir ilâhtır. Onun için yalnız benden korkun.” 52- Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Din de daima ve yalnızca O’nundur. Buna rağmen hâlâ Allah’tan başkasından mı korkuyorsunuz? 53- Sahip olduğunuz her nimet, Allah’tandır. Sonra size herhangi bir sıkıntı dokunduğunda da yalnızca O’na yalvarıp yakarırsınız. 54- Sonra O, sizden sıkıntıyı giderdiğinde içinizden bir grup hemen Rablerine şirk koşuverir. 55- Böylece kendilerine verdiğimize nankörlük ederler. Öyle ise faydalanın bakalım, yakında bileceksiniz.
#
{51} يأمر تعالى بعبادته وحده لا شريك له، ويستدلُّ على ذلك بانفراده بالنعم [والوحدانية]، فقال: و {لا تتَّخذوا إلهين اثنين}؛ أي: تجعلون له شريكاً في إلهيَّته، وهو {إنَّما هو إلهٌ واحدٌ}: متوحِّد في الأوصاف العظيمة، متفرِّد بالأفعال كلِّها؛ فكما أنَّه الواحد في ذاته وأسمائِهِ ونعوته وأفعاله؛ فَلْتُوحِّدوه في عبادته، ولهذا قال: {فإيَّايَ فارْهَبونِ}؛ أي: خافوني، وامتثلوا أمري، واجتنبوا نهيي من غير أن تشركوا شيئاً من المخلوقات؛ فإنَّها كلها لله تعالى مملوكة.
51. Yüce Allah, ortak koşulmaksızın yalnızca kendisine ibadet edilmesini emretmekte, buna da nimetleri ihsan edenin yalnızca kendisi olduğunu ve vahdaniyetini delil gösterip şöyle buyurmaktadır: “İki ilâh edinmeyin.” Ulûhiyetinde O’na hiç kimseyi ortak koşmayın. Çünkü “O, ancak tek bir ilahtır.” Azametli sıfatlarında bir ve tektir, bütün fiillerinde eşsiz ve ortaksızdır. O; zatında, isimlerinde, sıfatlarında ve fiillerinde nasıl tekse siz de ibadetinde O’nu tevhid etmelisiniz. Bundan dolayı Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: “Onun için yalnız benden korkun.” Yalnız benden korkun, benim emirlerimi yerine getirin, yasaklarımdan sakının, yarattıklarımdan hiçbir kimseyi bana ortak koşmayın. Çünkü onların hepsi, Allah’ın egemenliği altındadır.
#
{52} فـ {لَه ما في السموات والأرضِ وله الدِّينُ واصِباً}؛ أي: الدين والعبادة والذُّلُّ في جميع الأوقاتِ لله وحدَه على الخلق أن يُخْلِصوه لله ويَنْصَبِغوا بعبوديَّته. {أفغير الله تتَّقونَ}: من أهل الأرض أو أهل السماوات؛ فإنَّهم لا يملِكون لكم ضرًّا ولا نفعاً، والله المنفرد بالعطاء والإحسان.
52. “Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Din” itaat, ibadet, her zaman için huzurunda zilletle eğilmek “de daima ve yalnızca O’nundur.” Bütün yaratılmışların yalnızca Yüce Allah’a ihlasla ibadet etmeleri ve O’nun kulluğu ile donanmaları gerekir. “Buna rağmen hâlâ” ister göklerdekilerden olsun ister yerdekilerden olsun “Allah’tan başkasından mı korkuyorsunuz?” Bunların hiçbirisinin size ne bir faydası ne bir zararı olmaz. Bağış yapan, ihsan eden yalnız Allah’tır.
#
{53} {وما بكم من نعمةٍ}: ظاهرةٍ وباطنةٍ {فمِنَ الله}: لا أحد يَشْرَكُه فيها، {ثم إذا مسَّكُم الضُّرُّ}: من فقر ومرض وشدَّة {فإليه تجأرونَ}؛ أي: تضجُّون بالدُّعاء والتضرُّع لعلمكم أنَّه لا يدفعُ الضرَّ والشدَّة إلاَّ هو؛ فالذي انفرد بإعطائكم ما تحبُّون، وصرف ما تكرهون، هو الذي لا تنبغي العبادة إلا له وحده.
53. “Sahip olduğunuz” açık ve gizli “her nimet Allah’tandır.” Bu hususta O’nun hiçbir ortağı yoktur. “Sonra size” fakirlik, hastalık, darlık gibi “herhangi bir sıkıntı dokunduğunda da yalnızca O’na yalvarıp yakarırsınız.” Bu darlık ve sıkıntıyı O’ndan başka hiçbir kimsenin kaldırıp gideremeyeceğini bildiğinizden dolayı yalnızca O’na dua ve niyaz edersiniz. İstediklerinizi tek başına veren, hoşunuza gitmeyen şeyleri de tek başına bertaraf eden kim ise işte hiçbir kimseyi ortak koşmaksızın ibadet etmeniz gereken de yalnız O’dur. Yalnız O’na ibadet etmelisiniz.
#
{54 ـ 55} ولكنَّ كثيراً من الناس يظلمون أنفسهم ويجحدون نعمةَ الله عليهم إذا نجَّاهم من الشدَّة ـ فصاروا في حال الرخاء ـ؛ أشركوا به بعض مخلوقاته الفقيرة، ولهذا قال: {ليكفروا بما آتيناهم}؛ أي: أعطيناهم؛ حيث نَجَّيْنَاهم من الشدة، وخلَّصناهم من المشقَّة. {فتمتَّعوا}: في دُنياكم قليلاً {فسوف تعلمونَ}: عاقبة كفرِكُم.
54-55. Ama insanların pek çoğu kendilerine zulmeder. Darlık ve sıkıntıdan kurtardığı zaman Yüce Allah’ın, üzerlerindeki nimetini inkar ederler. Bolluk ve rahatlığa kavuştukları vakit fakir ve ihtiyaç sahibi yaratılmışları O’na ortak koşarlar. Bundan dolayı Yüce Allah: “Böylece kendilerine verdiğimize nankörlük ederler” buyurmaktadır. Yani onları darlıktan kurtarıp zorluktan esenliğe kavuşturmak şeklinde kendilerine verdiklerimize karşı nankörlük ederler. “Öyle ise” dünyanızda azıcık “faydalanın bakalım. Yakında” küfür ve inkârınızın âkıbetini “bileceksiniz.”
Ayet: 56 - 60 #
{وَيَجْعَلُونَ لِمَا لَا يَعْلَمُونَ نَصِيبًا مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ تَاللَّهِ لَتُسْأَلُنَّ عَمَّا كُنْتُمْ تَفْتَرُونَ (56) وَيَجْعَلُونَ لِلَّهِ الْبَنَاتِ سُبْحَانَهُ وَلَهُمْ مَا يَشْتَهُونَ (57) وَإِذَا بُشِّرَ أَحَدُهُمْ بِالْأُنْثَى ظَلَّ وَجْهُهُ مُسْوَدًّا وَهُوَ كَظِيمٌ (58) يَتَوَارَى مِنَ الْقَوْمِ مِنْ سُوءِ مَا بُشِّرَ بِهِ أَيُمْسِكُهُ عَلَى هُونٍ أَمْ يَدُسُّهُ فِي التُّرَابِ أَلَا سَاءَ مَا يَحْكُمُونَ (59) لِلَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْآخِرَةِ مَثَلُ السَّوْءِ وَلِلَّهِ الْمَثَلُ الْأَعْلَى وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ (60)}.
56- Bir de bizim kendilerine verdiğimiz rızıklardan tutuyorlar o bilmezlere bir pay ayırıyorlar. Allah’a yemin olsun ki uydurup iftira ettiklerinizden elbette sorguya çekileceksiniz. 57- Allah’a (kendilerinin hoşlanmadığı) kızları isnad ediyorlar. O, (çocuk edinmekten) münezzehtir. Arzuladıkları (erkekleri ise) kendilerine ayırıyorlar. 58- Halbuki onlardan birine kız çocuğu müjdesi verilince öfke ve üzüntüsünden yüzü simsiyah kesilir. 59- Verilen kötü müjdeden ötürü kavminden gizlenir. (Ne yapacağını şaşırır:) Aşağılanmayı göze alarak onu yanında mı tutsun yoksa diri diri toprağa mı gömsün? Bak, ne kötü hüküm veriyorlar! 60- Kötü örnek yalnızca ahirete iman etmeyenlerindir. En yüce örnek ise ancak Allah’ındır. O, Azîzdir, Hakîmdir.
#
{56} يخبر تعالى عن جهل المشركين وظلمهم وافترائهم على الله الكذب، وأنَّهم يجعلون لأصنامهم التي لا تعلمُ ولا تنفعُ ولا تضرُّ نصيباً مما رزقهم الله وأنعم به عليهم، فاستعانوا برزقِهِ على الشرك به، وتقرَّبوا به إلى أصنام منحوتةٍ؛ كما قال تعالى: {وجعلوا لله مما ذَرَأ من الحَرْث والأنعام نصيباً فقالوا هذا لله بزعمِهِم وهذا لشركائِنا فما كانَ لشرَكائِهِم فلا يَصِلُ إلى الله ... } الآية. {تالله لَتُسْألُنَّ عما كنتُم تفترون}: ويُقال: {آللهُ أمركم بهذا أم على الله تفترون}؟ وما ظنُّ الذين يفترون على الله الكذب يوم القيامة؟! فيعاقبهم على ذلك أشدَّ العقوبة.
56. Yüce Allah, müşriklerin bilgisizliklerini, zulümlerini, Allah’a karşı yalan uydurduklarını, hiçbir şey bilmeyen, hiçbir fayda ve zararı bulunmayan putlarına Allah’ın kendilerine rızık ve nimet olarak ihsan ettiklerinden bir pay ayırdıklarını haber vermektedir. Böylelikle müşrikler, Allah’ın kendilerine verdiği rızkı O’na şirk koşmak uğrunda kullandılar. Bu rızık ile yonttukları putlara yakınlaşmaya kalkıştılar. Nitekim Allah şöyle buyurmaktadır: “Onlar, Allah’a yarattığı ekin ve davarlardan bir pay ayırdılar da zanlarınca: Bu Allah’ın, bu da ortaklarımızındır, dediler. Ortaklarına ait olan Allah’a ulaşmaz, ama Allah’a ait olanlar ortaklarına ulaşır...” (el-En’âm, 6/136) “Allah’a andolsun ki uydurup iftira ettiklerinizden elbette sorguya çekileceksiniz.” Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: “Allah mı size izin verdi yoksa Allah’a iftira mı ediyorsunuz? Allah hakkında yalan uyduranlar, kıyamet gününü ne zannederler?” (Yunus, 10/59-60) Yüce Allah onları bu yaptıkları sebebi ile en ağır bir şekilde cezalandıracaktır.
#
{57 ـ 59} {ويجعلون لله البناتِ}: حيث قالوا عن الملائكةِ العبادِ المقرَّبين: إنَّهم بناتُ الله، {ولهم ما يشتهونَ}؛ أي: لأنفسهم الذُّكور، حتى إنهم يكرهون البنات كراهةً شديدةً؛ فكان أحدهم {إذا بُشِّرَ بالأنثى ظلَّ وجهُهُ مسودًّا}: من الغمِّ الذي أصابه، {وهو كظيمٌ}؛ أي: كاظم على الحزن والأسف إذ بُشِّرَ بأنثى، وحتى إنه يُفْتَضَح عند أبناء جنسه، ويتوارى منهم من سوء ما بُشِّرَ به، ثم يُعْمِلُ فكرَه ورأيَه الفاسد فيما يصنع بتلك البنت التي بُشِّرَ بها: {أيُمْسِكُه على هُوْنٍ}؛ أي: يتركها من غير قتل على إهانةٍ وذلٍّ، {أم يدسُّه في التُّراب}؛ أي: يدفنها وهي حيَّة، وهو الوأدُ الذي ذمَّ الله به المشركين. {ألا ساء ما يحكُمون}: إذ وصفوا الله بما لا يَليق بجلاله من نسبة الولد إليه، ثم لم يكفِهِم هذا حتى نسبوا له أردأ القسمين، وهو الإناث اللاتي يأنفون بأنفسهم عنها ويكرهونها؛ فكيف ينسبونها لله تعالى؟! فبئس الحكم حكمهم.
57-59. “Allah’a (kendilerinin hoşlanmadığı) kızları isnad ediyorlar.” Çünkü onlar, Allah’ın yakınlaştırılmış kulları olan melekler hakkında: Onlar, Allah’ın kızlarıdır, demişlerdi. “Arzuladıkları (erkekleri ise) kendilerine ayırıyorlar.” Yani onlar, kız çocuklarından hiç hoşlanmazlardı, kendileri için erkek çocukları arzu ederlerdi. Bu nedenle de onlardan herhangi birisine “kız çocuğu müjdesi verilince öfke ve” karşı karşıya kaldığı aşırı “üzüntüsünden yüzü simsiyah kesilir.” Ona kız çocuğu müjdesi verildi mi gam, keder ve üzüntüsünü gizlemeye kalkışır, hatta o kavmi arasında mahcup olur ve kendisine verilen bu kötü müjdeden dolayı gizlenip saklanmaya kalkışır. Daha sonra da kendisine müjdesi verilen bu kız çocuğuna ne yapacağı konusunda düşünmeye ve bozuk görüşü ile birtakım kararlara varmaya çalışır: “Aşağılanmayı göze alarak” hakir ve zelil olarak, öldürmeksizin onu “yanında mı tutsun yoksa diri diri toprağa mı gömsün?” ki Yüce Allah’ın kendisi sebebi ile müşrikleri yerdiği ve’d (kız çocukların diri diri gömülmesi) budur. “Bak, ne kötü hüküm veriyorlar!” Yani Allah’a çocuk nispet ederek, O’nun celal ve azametine yakışmayan bir isnadda bulunuyorlar. Bununla da yetinmeyip kendi kanaatlerince en kötü olan, kendilerine yakıştıramadıkları ve hiç hoşlanmadıkları kız çocuklarını O’na nispet ediyorlar. Kendi hoşlanmadıkları varlıkları nasıl olur da Allah’a nispet ederler? Onların verdikleri bu hüküm, ne kadar da kötüdür!
#
{60} ولما كان هذا من أمثال السَّوْء التي نسبها إليه أعداؤه المشركون؛ قال تعالى: {للذين لا يؤمنون بالآخرة مَثَلُ السَّوْء}؛ أي: المثل الناقص والعيب التامُّ. {ولله المَثَل الأعلى}: وهو كلُّ صفة كمال، وكلُّ كمال في الوجود فالله أحقُّ به من غير أن يستلزم ذلك نقصاً بوجه، وله المثل الأعلى في قلوب أوليائه، وهو التعظيم والإجلال والمحبَّة والإنابة والمعرفة. {وهو العزيزُ}: الذي قَهَرَ جميع الأشياء، وانقادت له المخلوقاتُ بأسرها. {الحكيمُ}: الذي يَضَعُ الأشياء مواضِعَها فلا يأمر ولا يفعل إلا ما يُحمد عليه، ويُثنى على كماله فيه.
60. Allah’ın düşmanı olan müşriklerin Allah’a nispet ettikleri bu husus, kötü örnekler türünden olduğundan dolayı Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: “Kötü örnek” yani en ileri derecede kusur ve ayıp “yalnızca ahirete iman etmeyenlerindir. En yüce örnek” bütün kemal sıfatları “ise ancak Allah’ındır.” Varlıktaki her türlü kemal, hiçbir şekilde eksiklik söz konusu olmaksızın yalnızca Allah’a yakışır. Gerçek dostlarının kalbinde de en üstün örnek, yalnız O’nundur. Bu da O’nun tazim edilmesi, celal ve azametinin bilinmesi, O’na muhabbet duyulması, O’na dönülmesi ve O’nun tanınmasıdır. “O” her şeyi egemenliği ve hükmü altına almış, bütün mahlukatın kendisine itaat ettiği olan “Azîzdir,” Her şeyi yerli yerince koyan, ne emreder ve ne yaparsa bundan dolayı övülmeye layık olan ve bu husustaki kemali dolasıyı ile övülen “Hakîmdir.”
Ayet: 61 #
{وَلَوْ يُؤَاخِذُ اللَّهُ النَّاسَ بِظُلْمِهِمْ مَا تَرَكَ عَلَيْهَا مِنْ دَابَّةٍ وَلَكِنْ يُؤَخِّرُهُمْ إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّى فَإِذَا جَاءَ أَجَلُهُمْ لَا يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً وَلَا يَسْتَقْدِمُونَ (61)}.
61- Eğer Allah insanları zulümlerinden ötürü (dünyada) sorgulayacak olsaydı (yeryüzü) üzerinde hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat O, insanları belirli bir vadeye kadar erteler. Artık vadeleri geldiği zaman ne bir an geciktirilirler, ne de öne geçebilirler.
#
{61} لما ذكر تعالى ما افتراه الظالمون عليه؛ ذَكَرَ كمال حلمِهِ وصبرِهِ، فقال: {ولو يؤاخِذُ الله الناس بظلمِهِم}: من غير زيادة ولا نقص، {ما تَرَكَ} على ظهرها {من دابَّة}؛ أي: لأهلك المباشرين للمعصية وغيرهم من أنواع الدوابِّ والحيوانات؛ فإنَّ شؤم المعاصي يَهْلِكُ به الحرث والنسل. {ولكن يؤخِّرُهم}: عن تعجيل العقوبة عليهم، {إلى أجل مسمًّى}: وهو يوم القيامة. {فإذا جاء أجلُهم لا يستأخِرونَ ساعةً ولا يستقدِمونَ}: فليَحْذَروا ما داموا في وقتِ الإمهال قبل أن يجيء الوقتُ الذي لا إمهالَ فيه.
61. Yüce Allah, zalimlerin kendi zatı hakkında uydurdukları iftiraları söz konusu ettikten sonra kemal derecesindeki hilmini ve sabrını söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Eğer Allah, insanları zulümlerinden ötürü” herhangi bir fazlalık ve eksiklik olmaksızın adaletli bir şekilde “sorgulayacak olsaydı (yeryüzü) üzerinde hiçbir canlı bırakmazdı.” Yani bizzat günah işleyenleri de onların dışında kalan türlü hayvan ve canlıları da yok ederdi. Çünkü günahların tesiri ile ekinler ve nesiller de telef olur. “Fakat O, insanları” onlara hemen ceza vermeyerek “belirli bir vadeye kadar” ki o da kıyamet günüdür “erteler. Artık vadeleri geldiği zaman ne bir an geciktirilirler, ne de öne geçebilirler.” O halde kendisinde süre tanınmayacak vakit gelip çatmadan önce verilen mühlet içerisinde sakınsınlar, çekinsinler. üce Allah, müşriklere dair şöylece haber vermektedir:
Ayet: 62 - 63 #
{وَيَجْعَلُونَ لِلَّهِ مَا يَكْرَهُونَ وَتَصِفُ أَلْسِنَتُهُمُ الْكَذِبَ أَنَّ لَهُمُ الْحُسْنَى لَا جَرَمَ أَنَّ لَهُمُ النَّارَ وَأَنَّهُمْ مُفْرَطُونَ (62) تَاللَّهِ لَقَدْ أَرْسَلْنَا إِلَى أُمَمٍ مِنْ قَبْلِكَ فَزَيَّنَ لَهُمُ الشَّيْطَانُ أَعْمَالَهُمْ فَهُوَ وَلِيُّهُمُ الْيَوْمَ وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ (63)}.
62- Allah’a kendilerinin hoşlanmadıkları şeyleri isnad ediyorlar. Dilleri de yalan yere en güzel âkıbetin kendilerinin olduğunu söylüyor. Hiç şüphesiz onlar için ateş vardır ve onlar (oraya) en önde gideceklerdir. 63- Allah’a andolsun ki biz, senden önceki ümmetlere de peygamberler gönderdik. Şeytan onların yaptıklarını kendilerine süsleyip hoş gösterdi. Bu nedenle o, bugün (dünyada) onların dostudur. (Ahirette ise) onlara çok elemli bir azap vardır.
#
{62} يخبر تعالى أنَّ المشركين {يجعلون لله ما يكرهون}: من البنات ومن الأوصاف القبيحة، وهو الشرك؛ بصرف شيء من العبادات إلى بعض المخلوقات التي هي عبيدٌ لله؛ فكما أنهم يكرهون ولا يرضَوْن أن يكونَ عبيدُهم ـ وهم مخلوقون من جنسِهم ـ شركاءَ لهم فيما رزقهم الله؛ فكيف يَجْعَلون له شركاءَ من عبيده؟ {و}: هم مع هذه الإساءة العظيمةِ، {تَصِفُ ألسنتُهم الكَذِبَ أنَّ لهم الحسنى}؛ أي: أن لهم الحالة الحسنة في الدنيا والآخرة؛ ردَّ عليهم بقوله: {لا جَرَمَ أنَّ لهم النارَ وأنَّهم مُفْرَطونَ}: مقدمون إليها، ماكثون فيها، غير خارجين منها أبداً.
62. “Allah’a kendilerinin hoşlanmadıkları şeyleri” kız çocukları ve çirkin sıfatları “isnad ediyorlar.” Bu çirkin sıfatlar da şirktir ki bu da ibadetlerin az bir bölümünü dahi olsa Allah’ın kulları olan yaratılmışlara yöneltmekle olur. Yine onlar, yaratılmış ve kendi türlerinden olan kölelerinin, kendilerine Allah’ın kendilerine ihsan ettiği rızıklarda ortak olmalarından hoşlanmadıklarına ve buna razı olmadıklarına göre nasıl olur da Yüce Allah’a, yarattığı kulları arasından ortaklar koşarlar? Bu kadar büyük kötülük ve saygısızlıklarına rağmen bir de “dilleri yalan yere en güzel akıbetin kendilerinin olduğunu söylüyor.” Yani dünyada da âhirette de durumlarının iyi ve güzel olacağını iddia ediyorlar. Yüce Allah da onların bu iddialarını şöylece reddetmektedir: “Hiç şüphesiz onlar için ateş vardır ve onlar” o ateşe “en önde gideceklerdir.” ve ebediyen çıkmamak üzere sürekli orada kalacaklardır.
#
{63} بين تعالى لرسوله - صلى الله عليه وسلم - أنه ليس هو أول رسول كُذِّب، فقال تعالى: {تاللهِ لقد أرسَلْنا إلى أمم من قبلِكَ}: رسلاً يدعونَهم إلى التوحيد، {فزيَّنَ لهم الشيطانُ أعمالَهم}: فكذَّبوا الرسل، وزعموا أنَّ ما هم عليه هو الحقُّ المنجِّي من كلِّ مكروه، وأنَّ ما دعت إليه الرسل؛ فهو بخلاف ذلك، فلما زيَّن لهم الشيطان أعمالَهم؛ صار {وليُّهم}: في الدنيا، فأطاعوه واتَّبعوه وتولَّوْه، {أفتتَّخِذونَهُ وذُرِّيَّتَهُ أولياء من دوني وهم لكم عدوٌّ بئسَ للظالمينَ بدلاً}. {ولهم عذابٌ أليمٌ}: في الآخرة؛ حيث تولَّوا عن ولاية الرحمن ورَضُوا بولاية الشيطان، فاستحقُّوا لذلك عذاب الهوان.
63. Daha sonra Yüce Allah, Rasûlüne kavmine gönderilip de yalanlanan ilk peygamberin kendisi olmadığını beyan ederek şöyle buyurmaktadır: “Allah’a andolsun ki biz, senden önceki ümmetlere de” kendilerini tevhide davet eden “peygamberler gönderdik. Şeytan onların yaptıklarını kendilerine süsleyip hoş gösterdi.” Onlar da peygamberleri yalanlayarak izlemekte oldukları yolun her türlü kötülükten kurtaracak hak yol olduğunu, buna karşılık peygamberlerin kendisine davet ettikleri yolun aksine olduğunu iddia ettiler. Şeytan, bu ümmetlere amellerini süslü gösterdiğinden dolayı “o, bugün” yani dünyada “onların dostudur.” Onlar, ona itaat eder, ona uyar ve onu dost edinirler: “O halde onlar sizin düşmanınızken siz beni bırakıp da onu ve onun yolunu dostlar mı ediniyorsunuz? Zalimler için ne kötü değiş-tokuştur bu!” (el-Kehf, 18/50) “Onlara” Rahman olan Allah’ın dostluğundan yüz çevirip şeytanın dostluğuna razı oldukları için âhirette “çok elemli bir azap vardır.” Böyle yaptıkları için de horluk ve hakirlik azabını hak etmişlerdir.
Ayet: 64 - 65 #
{[وَمَا أَنْزَلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ إِلَّا لِتُبَيِّنَ لَهُمُ الَّذِي اخْتَلَفُوا فِيهِ وَهُدًى وَرَحْمَةً لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ (64)]}. {وَاللَّهُ أَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَأَحْيَا بِهِ الْأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَةً لِقَوْمٍ يَسْمَعُونَ (65)}.
64- Biz sana bu Kitâb’ı ancak hakkında anlaşmazlığa düştükleri şeyleri kendilerine açıkça anlatman için ve iman eden bir topluma da hidâyet ve rahmet olmak üzere indirdik. 65- Allah gökten bir su indirir de onunla yeryüzüne ölümünden sonra hayat verir. Şüphesiz bunda dinleyen bir topluluk için bir ibret vardır.
#
{65} عن الله مواعظه وتذكيره، فيستدلُّون بذلك على أنَّه وحده المعبود، الذي لا تنبغي العبادة إلاَّ له وحده؛ لأنَّه المنعم بإنزال المطر وإنبات جميع أصناف النبات، وعلى أنه على كلِّ شيءٍ قديرٌ، وأنَّ الذي أحيا الأرض بعد موتها قادرٌ على إحياء الأموات، وأن الذي نشر هذا الإحسان لذو رحمةٍ واسعةٍ وجودٍ عظيمٍ.
[64. Ey Peygamber! Biz, sana bu Kur’an’ ancak insanların ihtilafa düştükleri din ve ahkam konularını açıklaman için indirdik. Senin batıla çaık kapı bırakmayan bu açıklaman sayesinde onlar hakkında delil ortaya konmuş olur. Yine bu Kur'ân, şaşkınlığa yer bırakmayan bir hidayet, müminler için de hidayete uymaları ve dalaletten sakınmaları suretiyle rahmet olsun.] 65. Yani bu ibret, Yüce Allah'ın verdiği öğütlere ve hatırlatmalara kulak verenler ve bunları, ibadetin kendisinden başkasına hiçbir şekilde yakışmadığına, yegane mabudun kendisi olduğuna delil görenler içindir. Zira yağmur yağdırmak ve bütün bitkileri bitirmek suretiyle nimet ihsan eden, her şeye gücü yeten ve ölümünden sonra yeri dirilten O olduğu için O’na ortak koşulmamalıdır. Bunları yapan O olduğu gibi, ölüleri diriltmeye de kâdirdir. Şüphesiz bunca bağışları ihsan eden, elbette ki engin bir rahmetin sahibidir ve oldukça cömerttir.
Ayet: 66 - 67 #
{وَإِنَّ لَكُمْ فِي الْأَنْعَامِ لَعِبْرَةً نُسْقِيكُمْ مِمَّا فِي بُطُونِهِ مِنْ بَيْنِ فَرْثٍ وَدَمٍ لَبَنًا خَالِصًا سَائِغًا لِلشَّارِبِينَ (66) وَمِنْ ثَمَرَاتِ النَّخِيلِ وَالْأَعْنَابِ تَتَّخِذُونَ مِنْهُ سَكَرًا وَرِزْقًا حَسَنًا إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَةً لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ (67)}
66- Sağmal hayvanlarda da sizin için elbette bir ibret vardır. Zira size onların karınlarındaki işkembe kalıntılarıyla kan arasından, içenlerin boğazından kolaylıkla geçen halis bir süt içiriyoruz. 67- Hurma ve üzüm ağaçlarının meyvelerinden de sarhoşluk veren içecekler ve güzel bir rızık elde edersiniz. Hiç şüphesiz bunda aklını kullanan bir topluluk için bir ibret vardır.
#
{66} أي: {إنَّ لكُم في الأنعام}: التي سخَّرها الله لمنافعكم، {لعبرةً}: تستدلُّون بها على كمال قدرة الله وسعة إحسانه؛ حيث أسقاكم من بطونها المشتملة على الفَرْث والدَّم، فأخرج من بين ذلك لبناً خالصاً من الكدر سائغاً للشاربين للذَّته ولأنه يُسقي ويغذي؛ فهل هذه إلاَّ قدرة إلهيَّة لا أمور طبيعيَّة؟! فأي شيء في الطبيعة يقلب العلف الذي تأكُلُه البهيمة والشراب الذي تشربه من الماء العذب والملح لبناً خالصاً سائغاً للشاربين؟!
66. Yüce Allah’ın sizin menfaatinize amade kılmış olduğu “sağmal hayvanlarda da sizin için elbette” Yüce Allah’ın kudretinin kemaline ve ihsanının genişliğine delil olarak göreceğiniz “bir ibret vardır.” Çünkü Yüce Allah, kan ve işkembe artıkları barındıran karınlarından, bu ikisi arasından, içenler için lezzet veren, içimi kolay, her türlü bulanıklıktan ve pislikten arınmış bir süt içirmektedir. Ayrıca bu süt, hem susuzluk giderir, hem de besleyicidir. Elbette ki bu, ancak ilâhi bir kudretin eseridir. Bunlar tabiatın işleri olamaz. Zira tabiatta davarların yediği yemleri, içtiği tatlı ve tuzlu suları, kolaylıkla içilebilen ve arı-duru bir süte dönüştürebilecek ne vardır?
#
{67} وجعل تعالى لعباده من ثمرات النخيل والأعناب منافع للعباد ومصالح من أنواع الرزق الحسن الذي يأكُلُه العباد طريًّا ونضيجاً وحاضراً ومدَّخراً وطعاماً وشراباً يُتَّخَذُ من عصيرها ونبيذها ومن السَّكَر الذي كان حلالاً قبل ذلك، ثمَّ إن الله نَسَخَ حِلَّ المسكرات وأعاض عنها بالطيِّبات من الأنبذة وأنواع الأشربة اللذيذة المباحة، ولهذا قال من قال: إنَّ المراد بالسَّكَر هنا الطعام والشراب اللذيذ، وهو أولى من القول الأول. {إنَّ في ذلك لآية لقوم يعقلونَ}: عن الله كمال اقتداره؛ حيث أخرجها من أشجارٍ شبيهةٍ بالحطب، فصارت ثمرةً لذيذةً وفاكهةً طيبةً، وعلى شمول رحمته؛ حيث عمَّ بها عباده، ويسَّرها لهم، وأنَّه الإله المعبود وحَده؛ حيثُ إنه المنفردُ بذلك.
67. Ayrıca Yüce Allah, hurma ağaçları ve üzüm bağlarının meyvelerinden elde edilen, kulları için pek çok faydalar ve menfaatlar de ihsan etmiştir. Kulların taze, olgunlaşmış, ağaçtan ve ilerde yenmek üzere saklanmış olarak yedikleri çeşitli güzel rızıklar, bunların sıkılmasından elde edilen sular ve daha önce helâl olan sarhoşluk verici içecekler bunlar arasındadır. Önceleri helâl olan sarhoşluk verici şeylerin içilmesi, daha sonra neshedilmiş ve bunların yerine hoş ve temiz olan meyve suları ile mubah olan lezzet verici diğer içecekler helâl kılınmıştır. İşte bu sebeple kimileri: “Bu ayetteki “sarhoşluk veren içecek”ten kasıt, lezzet verici yiyecek ve içeceklerdir” demişlerdir. Bu açıklama ise (nesh olduğunu söyleyen) birinci görüşten daha uygundur. “Hiç şüphesiz bunda aklını kullanan” ve böylelikle Yüce Allah’ın kudretinin kemalini kavrayan “bir topluluk için bir ibret vardır.” Çünkü Yüce Allah, bu meyveleri odunu andıran ağaçlardan çıkarmıştır. Böylece bunlar, lezzetli ve hoş meyveler haline gelmişlerdir. İşte bunlarda Allah’ın rahmetinin enginliğine açık bir delil vardır. Zira Yüce Allah, bunu bütün kullarına ihsan etmiş ve bunları elde etmeyi onlara kolaylaştırmıştır. Bütün bunları tek başına yapan O olduğundan dolayı elbette ki bu, O’nun yegane mabud ve hak ilâh olduğuna delildir.
Ayet: 68 - 69 #
{وَأَوْحَى رَبُّكَ إِلَى النَّحْلِ أَنِ اتَّخِذِي مِنَ الْجِبَالِ بُيُوتًا وَمِنَ الشَّجَرِ وَمِمَّا يَعْرِشُونَ (68) ثُمَّ كُلِي مِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ فَاسْلُكِي سُبُلَ رَبِّكِ ذُلُلًا يَخْرُجُ مِنْ بُطُونِهَا شَرَابٌ مُخْتَلِفٌ أَلْوَانُهُ فِيهِ شِفَاءٌ لِلنَّاسِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَةً لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ (69)}.
68- Rabbin bal arısına şöyle vahiy/ilham etti: “Dağlarda, ağaçlarda ve insanların yapacakları çardaklarda evler edin.” 69- “Sonra her meyveden ye de Rabbinin (sana) kolaylaştırdığı yollara gir!” Onların karınlarından çeşitli renklerde bir içecek çıkar ki onda insanlar için şifa vardır. Hiç şüphesiz bunda düşünen bir topluluk için elbette bir ibret vardır.
#
{68 ـ 69} في خلق هذه النَّحلة الصغيرة، التي هداها الله هذه الهداية العجيبة، ويَسَّر لها المراعي، ثم الرجوع إلى بيوتها التي أصلحتها بتعليم الله لها وهدايته لها، ثم يخرج من بطونها هذا العسل اللذيذ مختلف الألوان بحسب اختلاف أرضها ومراعيها؛ فيه شفاء للناس من أمراض عديدة؛ فهذا دليلٌ على كمال عناية الله تعالى وتمام لطفه بعباده، وأنَّه الذي لا ينبغي أن يُحَبَّ غيره، ويُدْعى سواه.
68-69. Yüce Allah’ın akıllara hayret verecek şekilde yol gösterdiği, önce çeşitli meralardan yararlanmayı, daha sonra da kendisine ihsan etmiş olduğu bilgi ve hidâyet ile yaptıkları yuvalarına geri dönmeyi kolaylaştırdığı; karınlarından da bulunduğu arazi ve beslendiği yerlerin farklılığına göre çeşitli renklerde, lezzetli ve insanlardaki pek çok hastalığa şifa olan balın çıktığı bu küçücük arının yaratılışında hem Yüce Allah’ın inâyetinin kemaline, kullarına lütuf ve ihsanının eksiksizliğine hem de yalnız O’nu sevmek, O’na dua ve ibadet etmek gerektiğine açık bir delil vardır.
Ayet: 70 #
{وَاللَّهُ خَلَقَكُمْ ثُمَّ يَتَوَفَّاكُمْ وَمِنْكُمْ مَنْ يُرَدُّ إِلَى أَرْذَلِ الْعُمُرِ لِكَيْ لَا يَعْلَمَ بَعْدَ عِلْمٍ شَيْئًا إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ قَدِيرٌ (70)}.
70- Sizi Allah yarattı. Sonra da sizi O vefat ettirir. İçinizden kimi de ömrün en kötü zamanına kadar götürülür, tâ ki (sahip olduğu) az bir bilgiden sonra hiçbir şey bilmez bir hale gelsin. Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, her şeye gücü yetendir.
#
{70} يخبر تعالى أنه الذي خَلَقَ العباد ونقلهم في الخليقة طوراً بعد طور، ثم بعد أن يستكملوا آجالهم يتوفَّاهم، ومنهم من يُعَمِّرُهُ حتى يُرَدَّ {إلى أرذل العُمُر}؛ أي: أخسّه، الذي يبلغ به الإنسان إلى ضَعْف القوى الظاهرة والباطنة، حتى العقل الذي هو جوهر الإنسان يزيد ضَعْفُهُ، حتى إنَّه ينسى ما كان يعلمه، ويصير عقلُهُ كعقل الطفل، ولهذا قال: {لِكَيْ لا يعلم بعدَ علم شيئاً إنَّ الله عليمٌ قديرٌ}؛ أي: قد أحاط علمه وقدرته بجميع الأشياء، ومن ذلك ما يُنَقِّلُ به الآدميَّ من أطوار الخلقة خلقاً بعد خلقٍ؛ كما قال تعالى: {الله الذي خَلَقَكُم من ضَعْفٍ ثم جعل من بعدِ ضَعْفٍ قُوَّةً ثم جعل من بعد قُوَّةٍ ضعفاً وشيبةً يَخْلُقُ ما يشاء وهو العليم القديرُ}.
70. Yüce Allah, insanları yaratanın kendisi olduğunu ve onları yaratılışta bir aşamadan, bir başka aşamaya geçirdiğini, ecellerini tamamladıktan sonra da canlarını alıp öldürdüğünü haber vermektedir. Yüce Allah kimilerine de “ömrün en kötü zamanına” ulaştırılacak kadar uzun ömür verir. Yani insan, zahiri ve batıni güçleri ile en zayıf dereceye ulaşır. Hatta insanın özünü teşkil eden aklı dahi oldukça zayıflar. Daha önce bildiği şeyleri unutur ve aklı adeta küçük bir çocuk aklını andıracak hale gelir. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “tâ ki (sahip olduğu) az bir bilgiden sonra hiçbir şey bilmez bir hale gelsin. Şüphesiz Allah her şeyi bilendir, her şeye gücü yetendir.” Yani O’nun ilim ve kudreti her şeyi kuşatmıştır. Âdemoğlunu ardı ardına yaratışlarla bir aşamadan diğerine taşıması da bunlardandır. Nitekim Allah Teâlâ bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “Allah sizi zayıf bir halde yaratan, sonra zayıflığın ardından kuvvet, sonra kuvvetin ardından zayıflık ve ihtiyarlık verendir. O, dilediğini yaratır. O, çok iyi bilendir, gücü her şeye yetendir.” (er-Rûm, 30/54)
Ayet: 71 #
{وَاللَّهُ فَضَّلَ بَعْضَكُمْ عَلَى بَعْضٍ فِي الرِّزْقِ فَمَا الَّذِينَ فُضِّلُوا بِرَادِّي رِزْقِهِمْ عَلَى مَا مَلَكَتْ أَيْمَانُهُمْ فَهُمْ فِيهِ سَوَاءٌ أَفَبِنِعْمَةِ اللَّهِ يَجْحَدُونَ (71)}.
71- Allah, rızık hususunda kiminizi kiminizden üstün kılmıştır. Üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altındaki (köle)lere verip de hep beraber onda eşit olmayı kabul etmezler. O halde onlar Allah’ın nimetini bile bile inkâr mı ediyorlar?
#
{71} وهذا من أدلة توحيده وقبح الشرك به؛ يقول تعالى: كما أنكم مشتركون بأنَّكم مخلوقون مرزوقون؛ إلاَّ أنَّه تعالى {فضَّلَ بعضَكم على بعض في الرزق}: فجعل منكم أحراراً لهم مالٌ وثروةٌ، ومنكم أرقَّاء لهم لا يملكونَ شيئاً من الدنيا؛ فكما أن سادتهم الذين فضَّلهم الله عليهم بالرزق ليسوا {برادِّي رزقِهِم على ما مَلَكَتْ أيمانُهم فهم فيه سواءٌ}: ويرون هذا من الأمور الممتنعة؛ فكذلك مَنْ أشركتُم بها مع الله؛ فإنَّها عبيدٌ ليس لها من الملك مثقال ذَرَّةٍ؛ فكيف تجعلونها شركاء لله تعالى؟! هل هذا إلاَّ مِنْ أعظم الظُّلم والجحود لنعم الله، ولهذا قال: {أفبنعمةِ الله يَجْحَدُونَ}؛ فلو أقرُّوا بالنعمة ونسبوها إلى مَنْ أولاها؛ لما أشركوا به أحداً.
71. Bu, Allah’ın birliğinin ve O’na ortak koşmanın çirkinliğinin delillerindendir. Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: Allah’ın yarattığı ve O’nun tarafından rızıklanan kimseler olmak, sizin ortak özelliğinizdir. Ancak Allah “rızık hususunda kiminizi kiminizden üstün kılmıştır.” Kiminiz mal ve servet sahibi hür kimselerdir, kiminiz de dünyalık namına hiçbir şeye sahip olmayan kölelerdir. Allah’ın rızık ihsan etmek suretiyle üstün kılmış olduğu efendiler, “rızıklarını ellerinin altındaki (köle)lere verip de hep beraber onda eşit olmayı kabul etmezler.” Nasıl ki bunu imkânsız işlerden biri olarak görüyorlarsa işte Allah’a ortak koştuklarınızın durumu da böyledir. Onlar da birer kuldur. Zerre ağırlığı kadar bile bir şeye sahip değillerdir. O halde siz, bu uydurma ilâhları nasıl Allah’a ortak koşarsınız? Acaba bu, zulmün ve Allah’ın nimetlerini bile bile inkâr etmenin en ileri bir derecesi değil midir? Bundan dolayı Allah: “O halde Allah’ın nimetini bile bile inkâr mı ediyorlar?” buyurmaktadır. Çünkü onlar, eğer üzerlerindeki nimetleri itiraf edip bu nimetleri kimin ihsan ettiğini kabul ve ikrar edecek olsalardı, hiçbir kimseyi ibadette Allah’a ortak koşmazlardı.
Ayet: 72 #
{وَاللَّهُ جَعَلَ لَكُمْ مِنْ أَنْفُسِكُمْ أَزْوَاجًا وَجَعَلَ لَكُمْ مِنْ أَزْوَاجِكُمْ بَنِينَ وَحَفَدَةً وَرَزَقَكُمْ مِنَ الطَّيِّبَاتِ أَفَبِالْبَاطِلِ يُؤْمِنُونَ وَبِنِعْمَتِ اللَّهِ هُمْ يَكْفُرُونَ (72)}.
72- Allah, sizin için kendi cinsinizden eşler yarattı. Eşlerinizden de sizin için oğullar ve torunlar yarattı. Sizi hoş ve temiz şeylerden rızıklandırdı. Şimdi onlar batıla inanıyor da Allah’ın nimetine küfür/nankörlük mü ediyorlar?
#
{72} يخبر تعالى عن منَّته العظيمة على عباده؛ حيث جعل لهم أزواجاً ليسكنُوا إليها، وجعل لهم من أزواجهم أولاداً تَقَرُّ بهم أعينُهم ويخدِمونهم ويقضونَ حوائِجَهم وينتفعونَ بهم من وجوهٍ كثيرةٍ، ورزَقَهم من الطيبات من المآكل والمشارب والنِّعم الظاهرة التي لا يقدِرُ العبادُ أن يُحْصوها. {أفبالباطلِ يؤمنونَ وبنعمةِ الله هم يكفُرون}؛ أي: أيؤمنون بالباطل الذي لم يكن شيئاً مذكوراً، ثم أوجَدَه الله، وليس له من وجوده سوى العدم؟ فلا تَخْلُقُ ولا تَرْزُقُ ولا تدبِّرُ من الأمور شيئاً، وهذا عامٌّ لكلِّ ما عُبِدَ من دون الله؛ فإنَّها باطلةٌ؛ فكيف يتَّخذها المشركون من دون الله. {وبنعمة الله هم يكفرون}: يجحَدونها، يستعينون بها على معاصي الله والكفر به، هل هذا إلاَّ من أظلم الظُّلم وأفجر الفجور وأسفه السَّفَه؟!
72. Yüce Allah, kullarına olan büyük lütuf ve ihsanını bildirmektedir. Çünkü onlara kendileriyle sükûn bulsunlar diye eşler yarattığı gibi, eşlerinden de gözlerinin aydınlığı olan, kendilerine hizmet eden, ihtiyaçlarını karşılayan ve pek çok şekilde kendilerinden yararlandıkları çocuklar ihsan etmiştir. Onlara kulların saymaya güç yetiremeyecekleri kadar çok nimetler, yiyecekler ve içeceklerden oluşan hoş ve temiz rızıklar bağışlamıştır. Durum böyle iken “şimdi onlar bâtıla inanıyor da…” Yani bunlar, bir zamanlar kendisinden söz edilmeye değer bir varlık olmayan, daha sonra Allah tarafından var edilen, varlığından da yokluktan başka hiçbir şey ortaya çıkmayan; yani yaratamayan, rızık veremeyen, hiçbir işi çekip çeviremeyen o bâtıl ilahlara mı inanıyorlar? Bu, Allah’tan başka kendisine tapınılan herkes ve her şey hakkında umumidir. Hepsi batıldır. O halde müşrikler nasıl olur da Allah’tan başkalarını ilâh edinirler? “Allah’ın nimetine küfür/nankörlük mü ediyorlar?” Bile bile bu nimetleri ret mi ediyorlar? Onlardan aldıkları güç ile Allah’a isyana ve O’nu inkara nasıl kalkışırlar? Bu, zulmün en ileri şekli, hayasızlığın en ileri derecesi ve akılsızlığın en uç noktası değil midir?!
Ayet: 73 - 76 #
{وَيَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ مَا لَا يَمْلِكُ لَهُمْ رِزْقًا مِنَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ شَيْئًا وَلَا يَسْتَطِيعُونَ (73) فَلَا تَضْرِبُوا لِلَّهِ الْأَمْثَالَ إِنَّ اللَّهَ يَعْلَمُ وَأَنْتُمْ لَا تَعْلَمُونَ (74) ضَرَبَ اللَّهُ مَثَلًا عَبْدًا مَمْلُوكًا لَا يَقْدِرُ عَلَى شَيْءٍ وَمَنْ رَزَقْنَاهُ مِنَّا رِزْقًا حَسَنًا فَهُوَ يُنْفِقُ مِنْهُ سِرًّا وَجَهْرًا هَلْ يَسْتَوُونَ الْحَمْدُ لِلَّهِ بَلْ أَكْثَرُهُمْ لَا يَعْلَمُونَ (75) وَضَرَبَ اللَّهُ مَثَلًا رَجُلَيْنِ أَحَدُهُمَا أَبْكَمُ لَا يَقْدِرُ عَلَى شَيْءٍ وَهُوَ كَلٌّ عَلَى مَوْلَاهُ أَيْنَمَا يُوَجِّهْهُ لَا يَأْتِ بِخَيْرٍ هَلْ يَسْتَوِي هُوَ وَمَنْ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَهُوَ عَلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ (76)}.
73- Allah’ın yanı sıra kendilerine göklerden ve yerden hiçbir rızık sağlama imkanı olmayan ve buna güç de yetiremeyen şeylere tapıyorlar. 74- Artık Allah hakkında misaller getirmeye kalkışmayın. Zira Allah bilir, siz bilmezsiniz. 75- (İşte) Allah şöyle bir misal getirdi: Bir tarafta başkasının malı olan ve hiçbir şeye gücü yetmeyen bir köle, diğer tarafta kendisine tarafımızdan güzel bir rızık verdiğimiz, böylece o da ondan gizli-açık infak eden (hür) bir kimse… Hiç bunlar eşit olurlar mı? Hamd, bütünüyle Allah’a mahsustur. Ama onların çoğu bilmez. 76- Allah, bir misal daha getirdi: İki adam; bunlardan biri dilsizdir, hiçbir şeye güç yetiremez. Üstelik de efendisine bir yüktür; onu nereye gönderse hiçbir hayır getirmez. Hiç bu, adaleti emreden ve dosdoğru bir yolda giden kimseyle eşit olur mu?
#
{73 ـ 74} يخبر تعالى عن جهل المشركين وظلمهم، أنَّهم يعبدون من دونه آلهة اتَّخذوها شركاءَ لله، والحال أنَّهم لا يملكون لهم رزقاً من السماوات والأرض؛ فلا يُنْزِلون مطراً ولا رزقاً، ولا يُنْبِتون من نبات الأرض شيئاً، ولا يملِكون مثقال ذرَّةٍ في السماواتِ والأرض، ولا يستطيعون لو أرادوا؛ فإنَّ غير المالك للشيء ربَّما كان له قوَّة واقتدارٌ على ما ينفع من يتَّصل به، وهؤلاء لا يملكون ولا يقدرون؛ فهذه صفة آلهتهم؛ كيف جعلوها مع الله وشبَّهوها بمالك الأرض والسماوات الذي له الملك كلُّه والحمد كلُّه والقوة كلُّها، ولهذا قال: {فلا تضرِبوا لله الأمثالَ}: المتضمِّنة للتسوية بينه وبين خلقه. {إنَّ الله يعلمُ وأنتمُ لا تعلمونَ}: فعلينا أن لا نقولَ عليه بلا علم، وأن نسمعَ ما ضَرَبُه العليم من الأمثال؛ فلهذا ضَرَبَ تعالى مَثَلَيْنِ له ولمن يُعْبَدُ من دونِهِ:
73. Yüce Allah müşriklerin cahilliklerinden ve zulümlerinden dolayı Allah’a ortak koştuklarını ve Allah’ın dışındaki uydurma ilâhlara ibadet ettiklerini haber vermektedir. Oysa bu uydurma ilâhların onlara göklerden de yerden de en asgari miktarda bir rızık sağlama imkânları yoktur. Ne yağmur yağdırabilir, ne bir rızık indirebilir, ne de yerden herhangi bir bitkiyi bitirebilirler. Göklerde de yerde de zerre ağırlığı kadar bile bir şeye sahip değildirler. Bunları yapmak isteseler de yapamazlar. Halbuki bir şeye sahip olmayan kimse, bazen başkalarına fayda sağlayacak bir şeyler yapma güç ve imkanına sahip olabilir. Ancak bunlar, ne herhangi bir şeye sahiptirler, ne de herhangi bir şey yapma güç ve imkanına! İşte onların uydurma ilâhlarının nitelikleri budur. O halde nasıl olur da onları ibadette Allah ile bir tutarlar? Nasıl olur da onları göklerin ve yerin sahibi, bütün her şeyin mülk ve egemenliği kendisinin olan, hamd/övgü ve güç tümüyle yalnız kendisine has olan yüce zâta benzetirler? İşte bundan dolayı Allah, bir sonraki âyet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: 74. “Artık Allah hakkında” Allah ile O’nun mahlûkatının aynı seviyede olduğunu ihtiva eden “misaller getirmeye kalkışmayın. Zira Allah bilir, siz bilmezsiniz.” O nedenle bize düşen, O’nun hakkında bilmediğimiz bir şey söylememek ve O’nun vermiş olduğu misallere kulak vermektir. İşte bundan dolayı Yüce Allah, kendisine ve kendisi dışında ibadet edilen varlıklara dair iki misal vermektedir:
#
{75} أحدهما: عبدٌ مملوكٌ؛ أي: رقيق لا يملك نفسَه ولا يملكُ من المال والدُّنيا شيئاً، والثاني: حرٌّ غنيٌّ قد رزقه الله منه رزقاً حسناً من جميع أصناف المال، وهو كريمٌ محبٌّ للإحسان؛ فهو ينفِقُ منه سرًّا وجهراً؛ هل يستوي هذا وذاك؟! لا يستويانِ؛ مع أنَّهما مخلوقان، غير محال استواؤُهما؛ فإذا كانا لا يستويان؛ فكيف يستوي المخلوقُ العبدُ الذي ليس له ملكٌ ولا قدرةٌ ولا استطاعةٌ، بل هو فقير من جميع الوجوه، بالربِّ الخالق المالك لجميع الممالك، القادر على كلِّ شيءٍ؟! ولهذا حمد نفسه واختصَّ بالحمدِ بأنواعه، فقال: {الحمدُ لله}: فكأنَّه قيلَ: إذا كان الأمرُ كذلك؛ فلم سوَّى المشركون آلهتهم بالله؟! قال: {بل أكثرُهم لا يعلمونَ}: فلو علموا حقيقة العلم؛ لم يتجرَّؤوا على الشرك العظيم.
75. Birinci misal: Başkasının mülkiyetinde olan bir köle... Kendi kendisinin sahibi değil. Mal ve dünyalık namına bir şeye de sahip değil. Diğeri ise hür ve zengin bir kimse... Allah, ona kendi katından çeşitli mallardan güzel rızıklar ihsan etmiş. Üstelik iyilik yapmayı seven, cömert bir kimse... Gizli ve açık bu maldan infak ediyor. Hiç bu ikisi eşit olurlar mı? Bunların ikisi de yaratılmış olmakla birlikte asla eşit değildirler. Eşit olmaları da imkânsız bir şeydir. Bunlar eşit olmadıklarına göre hiçbir mülkü, kudreti ve gücü bulunmayan, aksine bütün yönleriyle muhtaç ve aciz olan bir kul, her şeyin mutlak maliki ve her şeye güç yetiren Yüce Rabbe nasıl eşit olur?! İşte bundan dolayı Allah, kendisine övgüde bulunmakta ve bütün türleriyle hamdi/övgüyü yalnız kendisine özgü kılmaktadır: “Hamd, bütünüyle Allah’a mahsustur.” Daha sonra Yüce Allah, sanki: Peki, durum böyle olduğuna göre müşrikler ne diye uydurma ilâhlarını Allah’a eşit tutarlar? diye sorulmuşçasına: “Ama onların çoğu bilmez.” buyurmaktadır. Çünkü gerçekten bilselerdi böyle büyük bir şirke cesaret edemezlerdi.
#
{76} والمثل الثاني: مَثَلُ {رجلين أحدُهما أبكمُ}: لا يسمعُ ولا ينطِقُ، و {لا يقدِرُ على شيءٍ}: لا قليل ولا كثير، {وهو كَلٌّ على مولاه}؛ أي: يخدمه مولاه ولا يستطيع هو أن يخدِمَ نفسه؛ فهو ناقصٌ من كلِّ وجه، فهل يَسْتَوي هذا ومَنْ كان {يأمُرُ بالعدل وهو على صراطٍ مستقيم}: فأقوالُهُ عدلٌ وأفعاله مستقيمةٌ؛ فكما أنهما لا يستويان؛ فلا يستوي مَنْ عُبِدَ من دون الله وهو لا يقدِرُ على شيء من مصالحه؛ فلولا قيامُ الله بها؛ لم يستطعْ شيئاً منها، لا يكون كفواً ولا ندًّا لمن لا يقولُ إلاَّ الحقَّ، ولا يفعلُ إلاَّ ما يُحْمَدُ عليه.
76. İkinci misal: İki adam var, “bunlardan biri dilsizdir” ne işitir, ne de konuşur ve az ya da çok “hiçbir şeye güç yetiremez. Üstelik de efendisine bir yüktür.” Efendisi ona hizmet eder, kendi kendisinin işini bile göremez. Her bakımdan eksik ve acizdir. Hiç böyle bir kimse “adaleti emreden ve dosdoğru bir yolda giden” yani hem sözleri adalet hem de davranışları dosdoğru olan kimseyle eşit olabilir mi? Bu iki kişi eşit olamayacaklarına göre Allah’ın yanı sıra kendisine ibadet edilen ve kendi işini göremeyen, Allah ona faydalı olacak şeyleri sağlamayacak olsa bunların hiçbirisini yerine getiremeyen uydurma ilâhlar nasıl olur da haktan başka birşey söylemeyen, bütün yaptıkları övgüye değer olan Allah'a denk ve eş olabilir!?
Ayet: 77 #
{وَلِلَّهِ غَيْبُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا أَمْرُ السَّاعَةِ إِلَّا كَلَمْحِ الْبَصَرِ أَوْ هُوَ أَقْرَبُ إِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (77)}.
77- Göklerin ve yerin gayb bilgisi yalnız Allah’a aittir. Kıyametin kopması da ancak bir göz kırpma gibi hatta daha da az bir sürede gerçekleşecektir. Şüphesiz Allah her şeye gücü yetendir.
#
{77} أي: هو تعالى المنفرد بغيبِ السماوات والأرض؛ فلا يعلم الخفايا والبواطنَ والأسرارَ إلاَّ هو، ومن ذلك علمُ الساعة؛ فلا يدري أحدٌ متى تأتي إلا اللهُ؛ فإذا جاءت وتجلَّت؛ لم تكنْ {إلاَّ كلمح البصرِ أو هو أقربُ}: من ذلك، فيقومُ الناس من قبورِهم إلى يوم بعثِهِم ونُشورِهم، وتفوتُ الفرصُ لمَنْ يريد الإمهال. {إنَّ الله على كلِّ شيءٍ قديرٌ}: فلا يُستغرب على قدرته الشاملة إحياؤه للموتى.
77. Yani göklerin ve yerin gaybını tek başına bilen O’dur. Gizlilikleri, sırları, saklı şeyleri O’ndan başka bilen olmaz. Kıyamet’in ne zaman kopacağına dair bilgi de bunlardandır. Allah’tan başka onun ne zaman gerçekleşeceğini kimse bilemez. Vakti gelip de Kıyamet koptuğunda bu, ancak “bir göz kırpma gibi hatta daha da az bir sürede gerçekleşecektir.” İnsanlar da diriltilerek kabirlerinden kalkacak ve mahşere geleceklerdir. Mühlet isteyecekler için de tüm fırsatlar kaçmış olacaktır. “Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir.” O’nun her şeyi kapsayan kudretine kıyasla ölüleri diriltmesi hiç de garip karşılanamaz.
Ayet: 78 #
{وَاللَّهُ أَخْرَجَكُمْ مِنْ بُطُونِ أُمَّهَاتِكُمْ لَا تَعْلَمُونَ شَيْئًا وَجَعَلَ لَكُمُ السَّمْعَ وَالْأَبْصَارَ وَالْأَفْئِدَةَ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ (78)}.
78- Allah, sizi analarınızın karınlarından öyle bir halde çıkardı ki hiçbir şey bilmiyordunuz. O, şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve gönüller verdi.
#
{78} أي: هو المنفرد بهذه النِّعم؛ حيث {أخرجكم من بطون أمَّهاتِكم لا تعلمونَ شيئاً}: ولا تقدِرون على شيءٍ. ثم إنَّه {جَعَلَ لكم السمعَ والأبصارَ والأفئدةَ}: خصَّ هذه الأعضاء الثلاثة لشرفِها وفضلِها ولأنَّها مفتاحٌ لكلِّ علم؛ فلا وَصَلَ للعبد علمٌ إلاَّ مِنْ أحدِ هذه الأبواب الثلاثة، وإلاَّ؛ فسائر الأعضاء والقوى الظاهرة والباطنة هو الذي أعطاهم إيَّاها وجعل يُنَمِّيها فيهم شيئاً فشيئاً إلى أن يصل كلُّ أحدٍ إلى الحالة اللائقة به، وذلك لأجل أن يشكروا الله باستعمال ما أعطاهم من هذه الجوارح في طاعة الله؛ فمن استعملها في غير ذلك؛ كانتْ حجَّةً عليه، وقابل النعمة بأقبح المعاملة.
78. Yani bunca nimetleri tek başına ihsan eden O’dur. O, “sizi analarınızın karınlarından öyle bir halde çıkardı ki hiçbir şey bilmiyordunuz” ve hiçbir şeye güç yetiremiyordunuz. Sonra O, “şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve gönüller verdi.” Allah bu üç organı şerefleri ve üstünlükleri dolayısıyla özellikle zikretmiştir. Çünkü bunlar, bütün bilgilerin kapısıdır. Kula bilgi namına ulaşan her şey, ancak bu üç kapıdan birisi yoluyla ulaşır. Yoksa diğer organları da açık ve gizli bütün güçleri de insanlara ihsan eden, insanın bünyesinde bunları herkeste kendisi için takdir edilen duruma ulaşıncaya kadar peyderpey geliştiren O’dur. Yüce Allah, insanlara bu organları kendisine itaat uğrunda kullanmak suretiyle şükretsinler diye ihsan etmiştir. Bunlar, onları itaat dışında kullanan kimsenin aleyhine delil olurlar ve böyle bir kimse, nimete en çirkin şekliyle karşılık vermiş olur.
Ayet: 79 #
{أَلَمْ يَرَوْا إِلَى الطَّيْرِ مُسَخَّرَاتٍ فِي جَوِّ السَّمَاءِ مَا يُمْسِكُهُنَّ إِلَّا اللَّهُ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ (79)}.
79- Gök boşluğunda emre amade kılınmış kuşları görmüyorlar mı? Onları (havada) Allah’tan başkası tutmuyor. Şüphe yok ki bunda iman eden bir topluluk için deliller vardır.
#
{79} أي: لأنهم المنتفعون بآيات الله، المتفكِّرون فيما جُعِلَتْ آيةٌ عليه، وأما غيرهم؛ فإنَّ نظرهم نظرُ لهوٍ وغفلةٍ. ووجه الآية فيها أنَّ الله تعالى خَلَقَها بخلقةٍ تَصْلُحُ للطيران، ثم سخَّر لها هذا الهواء اللطيف، ثم أودعَ فيها من قوَّة الحركة ما قدرت به على ذلك، وذلك دليلٌ على حكمتِهِ وعلمِهِ الواسع وعنايتِهِ الربانيَّة بجميع مخلوقاتِهِ وكمال اقتدارِهِ؛ تبارك ربُّ العالمين.
79. Bu deliller iman edenler içindir; çünkü Allah’ın âyetlerinden ve delillerinden yararlananlar ve âyet (alâmet ve belge) kılındıkları hususlar üzerinde tefekkür edenler onlardır. Onların dışındakilerin bakışları ise boş ve gafilce bir bakıştır. Kuşların iman edenler için bir delil ve ibret oluş yönlerine gelince Yüce Allah, kuşları uçmaya elverişli bir halde yaratmış, daha sonra bu hafif havayı kuşların uçmasına elverişli kılmıştır. Diğer taraftan kuşlarda hareket gücü ve uçmaya kendisi vasıtasıyla güç yetirebilecekleri imkânlar var etmiştir. Bunlar da Yüce Allah’ın hikmetine, geniş ilmine, bütün mahlûkatına olan Rabbanî inâyetine ve mükemmel kudretine delildir. Âlemlerin Rabbı olan Allah ne yücedir!
Ayet: 80 - 83 #
{وَاللَّهُ جَعَلَ لَكُمْ مِنْ بُيُوتِكُمْ سَكَنًا وَجَعَلَ لَكُمْ مِنْ جُلُودِ الْأَنْعَامِ بُيُوتًا تَسْتَخِفُّونَهَا يَوْمَ ظَعْنِكُمْ وَيَوْمَ إِقَامَتِكُمْ وَمِنْ أَصْوَافِهَا وَأَوْبَارِهَا وَأَشْعَارِهَا أَثَاثًا وَمَتَاعًا إِلَى حِينٍ (80) وَاللَّهُ جَعَلَ لَكُمْ مِمَّا خَلَقَ ظِلَالًا وَجَعَلَ لَكُمْ مِنَ الْجِبَالِ أَكْنَانًا وَجَعَلَ لَكُمْ سَرَابِيلَ تَقِيكُمُ الْحَرَّ وَسَرَابِيلَ تَقِيكُمْ بَأْسَكُمْ كَذَلِكَ يُتِمُّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكُمْ لَعَلَّكُمْ تُسْلِمُونَ (81) فَإِنْ تَوَلَّوْا فَإِنَّمَا عَلَيْكَ الْبَلَاغُ الْمُبِينُ (82) يَعْرِفُونَ نِعْمَتَ اللَّهِ ثُمَّ يُنْكِرُونَهَا وَأَكْثَرُهُمُ الْكَافِرُونَ (83)}.
80- Allah size evlerinizi bir mesken kılmıştır. Ehlî hayvan derilerinden de sizin için gerek göçtüğünüz günde gerek konakladığınız günde hafifçe taşıyacağınız evler, yine yünlerinden, tüylerinden ve kıllarından bir süreye kadar faydalanacağınız giyim, döşeme ve kullanım amaçlı eşyalar var etmiştir. 81- Allah yarattığı şeylerden sizin için gölgeler var etmiş ve dağlarda sığınıp saklanacağınız yerler yaratmıştır. Sizi sıcaktan koruyacak elbiseler ve savaştığınızda (darbelerden) koruyacak elbiseler/zırhlar var etmiştir. İşte O, teslim/müslüman olasınız diye üzerinizdeki nimetini böyle tamamlar. 82- Eğer yüz çevirirlerse sana düşen, ancak açıkça bir tebliğden ibarettir. 83- Onlar, Allah’ın nimetini tanıyıp bilir, sonra da onu inkâr ederler. Zaten bir çoğu kâfirdir.
#
{80} يذكِّر تعالى عبادَه نعمه، ويستدعي منهم شكرها والاعتراف بها، فقال: {والله جعل لكم من بيوتِكُم سَكَناً}: في الدُّور والقصور ونحوها، تُكِنُّكم من الحرِّ والبرد، وتستُركم أنتم وأولادكم وأمتعتكم، وتتَّخذون فيها البيوت والغرف، والبيوت التي هي لأنواع منافعكم ومصالحكم، وفيها حفظٌ لأموالكم وحُرَمِكم وغيرِ ذلك من الفوائد المشاهدة. {وجعلَ لكُم من جلودِ الأنعام}: إما من الجلدِ نفسِهِ، أو مما نَبَتَ عليه من صوفٍ وشعرٍ ووبرٍ، {بيوتاً تَسْتَخِفُّونها}؛ أي: خفيفة الحمل تكون لكم في السفر، والمنازل التي لا قَصْدَ لكم في استيطانها، فتقيكم من الحرِّ والبرد والمطرِ، وتقي متاعكم من المطر. {و} جعل لكم {من أصوافِها}؛ أي: الأنعام، {وأوبارِها وأشعارِها أثاثاً}: وهذا شاملٌ لكلِّ ما يُتَّخذ منها من الآنية والأوعية والفُرُش والألبسة والأجِلَّة وغير ذلك. {ومتاعاً إلى حينٍ}؛ أي: تتمتَّعون بذلك في هذه الدُّنيا وتنتفعون بها؛ فهذا مما سخَّر الله العباد لصنعته وعمله.
80. Yüce Allah, kullarına olan nimetlerini hatırlatarak onları bu nimetlere şükredip onları itiraf etmeye çağırarak şöyle buyurmaktadır: “Allah size” çeşitli türlerdeki “evlerinizi bir mesken kılmıştır.” Evler, köşkler vb. meskenler sıcak ve soğuğa karşı sizi himaye eder, sizleri, çocuklarınızı ve eşyalarınızı koruyup saklar. Sizler, o meskenlerinizde çeşitli menfaat ve faydalarınız için odalar ve bölmeler yaparsınız. Orada mallarınız ve korunması gereken şeyleriniz muhafaza edilir. Buna benzer daha bilinen pek çok faydalar elde edersiniz. “Ehlî hayvan derilerinden de” ya bizzat derilerin kendinden yahut da derilerin üzerinde bulunan yün, kıl ve tüyden “gerek göçtüğünüz günde ve gerek konakladığınız günde” yani ister yolculuğunuz halinde, isterse de yurt edinmek maksadı gütmeksizin konaklayacağınız yerlerde “hafifçe taşıyacağınız” taşınması size hafif gelecek “evler” var etmiştir. Bu evler sizleri sıcağa, soğuğa ve yağmura karşı koruduğu gibi, eşyanızı da yağmura karşı muhafaza eder. Yine Yüce Allah, sizlere bu hayvanların kimisinin “yünlerinden, tüylerinden ve kıllarından bir süreye kadar” bu dünya hayatında faydalanacağınız ve yararlanacağınız “giyim, döşeme ve kullanım amaçlı eşyalar var etmiştir.” Buna bu sayılanlardan yapılan her türlü kap kacak, yatak, döşek, elbise vb. şeyler dahildir. İşte bütün bunlar, Yüce Allah’ın insanlara işlemeleri ve imal etmeleri için kolaylaştırılmış nimetlerdendir.
#
{81} {واللهُ جَعَلَ لكم مما خَلَقَ}؛ أي: من مخلوقاته التي لا صنعةَ لكم فيها، {ظلالاً}: وذلك كأظِلَّة الأشجار والجبال والآكام ونحوِهِا. {وجعل لكُم من الجبال أكناناً}؛ أي: مغارات تُكِنُّكم من الحرِّ والبرد والأمطار والأعداء. {وجَعَلَ لكم سرابيلَ}؛ أي: ألبسة وثياباً، {تقيكُمُ الحرَّ}: ولم يذكُرِ الله البردَ؛ لأنَّه قد تقدَّم أنَّ هذه السورة أولها في أصول النعم وآخرها في مكمِّلاتها ومتمِّماتها، ووقاية البرد من أصول النِّعم؛ فإنَّه من الضرورة وقد ذكره في أولها في قوله: {لكُم فيها دِفْءٌ ومنافعُ}. و {تقيكُم بأسَكُم}؛ أي: وثياباً تَقيكم وقت البأس والحرب من السلاح، وذلك كالدُّروع والزُّرود ونحوها. {كذلك يُتِمُّ نعمتَه عليكم}: حيث أسبغَ عليكم من نعمِهِ ما لا يدخُلُ تحت الحصر. {لعلَّكم}: إذا ذكرتُم نعمة الله ورأيتموها غامرةً لكم من كلِّ وجه؛ {تُسْلِمونَ}: لعظمتِهِ وتنقادون لأمرِهِ وتصرفونها في طاعة مُوليها ومُسْديها؛ فكثرةُ النعم من الأسباب الجالبة من العباد مزيدَ الشُّكر والثناء بها على الله تعالى.
81. “Allah” sizin sanatınızın eseri olmayan “yarattığı şeylerden sizin için gölgeler var etmiş” Ağaçların, dağların, tepelerin vb. gölgeleri gibi. “ve dağlarda sığınıp saklanacağınız yerler” sıcağa, soğuğa, yağmurlara ve düşmanlara karşı barınacağınız mağaralar “yaratmıştır. Sizi sıcaktan koruyacak elbiseler” Yüce Allah burada soğuktan korunmayı söz konusu etmemiştir. Çünkü daha önce açıkladığımız gibi bu sûrenin ilk bölümleri temel nimetler hakkında, son bölümleri ise onları tamamlayıcı nitelikteki nimetler hakkındadır. Soğuktan korunma da temel nimetlerdendir. Çünkü bu, zaruri ihtiyaçlar arasındadır. O nedenle Yüce Allah, ondan surenin baş tarafında: “...Onlarda sizi ısıtacak şeyler ve bir çok menfaatler vardır.” (5. ayet) buyurarak söz etmişti. “ve savaştığınızda (darbelerden) koruyacak elbiseler/zırhlar” yani savaş esnasında sizleri silâha karşı koruyacak elbiseler “var etmiştir” ki uzun zırhlar, bele kadar varan zırhlar vb. bunlar arasındadır. “İşte O, teslim/müslüman olasınız diye üzerinizdeki nimetini böyle tamamlar.” O, size sayılamayacak kadar çok nimetler ihsan etmiştir. Siz, Allah’ın bu nimetlerini hatırlayıp her yönüyle sizleri baştan başa kuşattığını gördüğünüze göre O’nun azametine teslim olmalı, O’nun emrine bağlanmalı, bu nimetleri size ihsan edip bağışlayana itaat uğrunda kullanmalısınız. Nimetlerin çokluğu, kulların Allah’a daha çok şükretmelerini O’na daha çok hamd-u senâda bulunmalarını gerektirir. Ancak zalimler, Allah’a karşı inat etmekten ve O’nun buyruklarına karşı direnmekten başkasını kabul etmediklerinden Yüce Allah, onlar hakkında şöyle buyurmaktadır:
#
{82} ولكنْ أبى الظالمونَ إلاَّ تمرُّداً وعناداً، ولهذا قال الله عنهم: {فإنْ تَوَلَّوا}: عن الله وعن طاعته بعدما ذُكِّروا بنعمه وآياته، {فإنَّما عليك البلاغُ المبين}: ليس عليك من هدايتهم وتوفيقهم شيءٌ، بل أنت مطالَبٌ بالوعظ والتَّذْكير والإنذار والتحذير.
82-83. “Eğer” kendilerine Allah’ın nimetleri ve âyetleri hatırlatıldıktan sonra Allah’tan ve O’na itaatten “yüz çevirirlerse sana düşen, ancak açıkça bir tebliğden ibarettir.” Onların hidâyet bulmaları yahut hidâyete muvaffak kılınmaları konusunda senin hiçbir sorumluluğun yoktur. Senden istenen, öğüt vermek, hatırlatmak, uyarmak ve sakındırmaktır. Sen görevini yerine getirdiğin takdirde onların hesabını görmek Allah’a aittir. Çünkü onlar, Allah’ın lütuf ve ihsanlarını görmekte, Allah’ın nimetlerini bilmektedirler. Fakat buna rağmen bunları bile bile inkâr ediyorlar. “Zaten bir çoğu kâfirdir.” Onlarda bir hayır yoktur. Kavrayışlarının bozukluğu, maksatlarının kötülüğü dolayısıyla ardı arkasına gelen âyetlerin ve delillerin onlara bir faydası olmaz. Onlar Allah’ın nimetlerine nankörlük eden, Allah’a ve peygamberlerine karşı başkaldıran, inatçı her bir zorbayı Allah’ın nasıl cezalandırdığını ilerde görecekler.
Ayet: 84 - 87 #
{وَيَوْمَ نَبْعَثُ مِنْ كُلِّ أُمَّةٍ شَهِيدًا ثُمَّ لَا يُؤْذَنُ لِلَّذِينَ كَفَرُوا وَلَا هُمْ يُسْتَعْتَبُونَ (84) وَإِذَا رَأَى الَّذِينَ ظَلَمُوا الْعَذَابَ فَلَا يُخَفَّفُ عَنْهُمْ وَلَا هُمْ يُنْظَرُونَ (85) وَإِذَا رَأَى الَّذِينَ أَشْرَكُوا شُرَكَاءَهُمْ قَالُوا رَبَّنَا هَؤُلَاءِ شُرَكَاؤُنَا الَّذِينَ كُنَّا نَدْعُو مِنْ دُونِكَ فَأَلْقَوْا إِلَيْهِمُ الْقَوْلَ إِنَّكُمْ لَكَاذِبُونَ (86) وَأَلْقَوْا إِلَى اللَّهِ يَوْمَئِذٍ السَّلَمَ وَضَلَّ عَنْهُمْ مَا كَانُوا يَفْتَرُونَ (87)}.
84- O (kıyamet) günü geldiğinde her ümmetten bir şahit çıkaracağız. Sonra o kafirlere ne (mazeret sunmak için) izin verilecek, ne de onlardan (Rablerini) razı etmeleri istenecek. 85- Zalimler azabı görünce artık o onlardan ne hafifletilecek, ne de onlara mühlet verilecek. 86- Şirk koşanlar (Allah'a koştukları) ortaklarını görünce: “Rabbimiz, işte şunlar senin yanı sıra yalvardığımız ortaklarımız!” diyecekler. Onlar da: “Şüphe yok ki siz yalancısınız” diyerek onlara karşılık vereceklerdir. 87- O gün Allah’a teslim olmuşlardır ve uydurdukları da onları bırakıp gitmiştir.
#
{84 ـ 85} يخبر تعالى عن حال هؤلاء الذين كفروا في يوم القيامة، وأنَّه لا يُقبل لهم عذرٌ ولا يُرْفَعُ عنهم العقاب، وأنَّ شركاءهم تتبرَّأ منهم، ويقرُّون على أنفسهم بالكفر والافتراء على الله، فقال: {ويومَ نبعثُ من كلِّ أمةٍ شهيداً}: يشهدُ عليها بأعمالهم وماذا أجابوا به الدَّاعي إلى الهدى، وذلك الشهيد الذي يبعثُهُ الله أزكى الشهداء وأعدلهم، وهم الرسل الذين إذا شهدوا؛ تمَّ عليهم الحكم. {ثم لا يؤذَنُ للذين كفروا}: في الاعتذار؛ لأنَّ اعتذارهم بعدما علموا يقيناً بطلانَ ما هم عليه اعتذارٌ كاذبٌ لا يفيدُهم شيئاً، وإنْ طَلَبوا أيضاً الرجوع إلى الدُّنيا ليستدركوا؛ لم يُجابوا ولم يُعْتَبوا، بل يبادِرُهم العذاب الشديد الذي لا يخفَّف عنهم من غير إنظارٍ ولا إمهالٍ من حين يرونه؛ لأنَّهم لا حسنات لهم، وإنَّما تعدُّ أعمالهم وتُحصى ويوقَفون عليها، ويُقَرَّرُون بها، ويُفْتَضَحون.
84. Yüce Allah, kâfirlerin kıyamet günündeki hallerini haber vermekte, onların mazeretlerini kabul etmeyeceğini, cezalarını kaldırmayacağını, Allah’a koştukları ortakların onlardan uzak olduklarını belirteceklerini haber vermektedir. O gün onlar, kendilerinin kâfir olduklarını ve Yüce Allah’a iftirada bulunduklarını da itiraf edeceklerdir. “O (kıyamet) günü geldiğinde her ümmetten” amellerine ve hidâyete çağıran davetçiye nasıl karşılık verdiklerine dair şahitlik edecek “bir şahit çıkaracağız.” Yüce Allah’ın çıkaracağı bu şahitler, şahitlerin en temizi ve en adilleri olacaktır. Bunlar peygamberlerdir ve peygamberler onların aleyhlerine şahitlik etti mi artık onlar hakkındak hüküm tamamdır. “Sonra o kafirlere ne” özür beyan etmek için “izin verilecek” Çünkü izledikleri yolun kesin olarak batıl olduğunu bilmelerinden sonra ileri sürecekleri mazeret, yalan bir mazeret olacaktır ve bu, kendilerine hiçbir fayda sağlamayacaktır. Aynı şekilde kusurlarını telafi etmek için dünyaya döndürülmeyi isteyecekleri vakit bu istekleri de kabul edilmeyecek, Rablerini razı etme istekleri de reddedilecektir. 85. Aksine o azabı görecekleri andan itibaren kendilerine herhangi bir mühlet verilmeyecek ve ertelenmeyecekler; derhal hiçbir şekilde hafifletilmeyecek olan çetin azaba uğrayacaklardır. Çünkü onların hiçbir iyilikleri yoktur. Amelleri sayılıp tespit edilmiş olacak, onlar bu amellerden haberdar edilecek, bu amellerini kendileri de ikrar edip kabul edecek ve rezil rüsvay olacaklardır.
#
{86} {وإذا رأى الذين أشركوا شركاءهم}: يوم القيامة، وعلموا بطلانها، ولم يمكِنْهم الإنكار، {قالوا ربَّنا هؤلاء شركاؤنا الذين كُنَّا ندعو من دونِكَ}: ليس عندها نفعٌ ولا شفعٌ، فنوَّهوا بأنفسهم ببطلانها، وكفروا بها، وبدت البغضاءُ والعداوةُ بينَهم وبينَها، {فألقَوْا إليهم القول}؛ أي: ردَّتْ عليهم شركاؤهم عليهم قولهم، فقالت لهم: {إنَّكم لكاذبون}: حيثُ جعلتُمونا شركاء لله وعبدتُمونا معه، فلم نأمُرْكم بذلك، ولا زَعَمْنا أنَّ فينا استحقاقاً للألوهيَّة؛ فاللوم عليكم.
86. “Şirk koşanlar” kıyamet gününde (Allah'a koştukları) ortaklarını görünce” ve bu ortakların batıl olduğunu anlayıp da onları inkâr etmelerine imkân kalmadığını idarak edince “Rabbimiz, işte şunlar senin yanı sıra yalvardığımız ortaklarımız, diyecekler.” Artık bunların herhangi bir faydaları da yok, şefaatçilik yapmaları da mümkün değil. Böylelikle bizzat kendileri bu ortakların batıl olduklarını söyleyecek ve onları inkâr edeceklerdir. Kendileri ile ortakları arasında düşmanlık ve kin ortaya çıkacaktır. “Onlar da” ortakları, onların sözlerine karşı cevap vererek: “Şüphe yok ki siz yalancısınız” diyecekler. Çünkü siz, bizi Allah’a ortak koştunuz ve O’nunla beraber bize ibadet ettiniz. Biz size böyle bir şeyi emretmemiştik. Ayrıca bizim ulûhiyette herhangi bir hakkımız bulunduğunu da iddia etmemiştik. Kınanması gerekenler sizlersiniz.
#
{87} فحينئذٍ استسلموا لله، وخضعوا لحكمه، وعلموا أنهم مستحقون للعذاب، {وضلَّ عنهم ما كانوا يفترون}: فدخلوا النارَ وقد امتلأت قلوبُهم من مَقْتِ أنفسهم ومن حَمْدِ ربِّهم، وأنَّه لم يعاقِبْهم إلاَّ بما كسبوا.
87. İşte o vakit Yüce Allah’a teslimiyetlerini arz edecek, O’nun hükmüne boyun eğecek ve azabı hak ettiklerini bileceklerdir. “Uydurdukları da onları bırakıp gitmiştir.” Kalpleri, kendileri hakkında kızgınlık ve öfke ile, Rablerine karşı da kazandıklarından başkası ile kendilerini cezalandırmadığı için övgü duyguları ile dolu bir halde cehennem ateşine girerler.
Ayet: 88 #
{الَّذِينَ كَفَرُوا وَصَدُّوا عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ زِدْنَاهُمْ عَذَابًا فَوْقَ الْعَذَابِ بِمَا كَانُوا يُفْسِدُونَ (88)}.
88- Küfre sapanlar ve Allah yolundan alıkoyanlar var ya, (yeryüzünde) fesada yol açtıkları için onların azaplarına azap katacağız.
#
{88} حيث كفروا بأنفسهم، وكذَّبوا بآيات الله، وحاربوا رُسُلَه، وصدُّوا الناس عن سبيل الله، وصاروا دعاةً إلى الضلال، فاستحقُّوا مضاعفة العذاب كما تضاعَفَ جرمُهم، وكما أفسدوا في أرض الله.
88. Yüce Allah, bu âyet-i kerimede günahkârların âkıbetini söz konusu etmektedir. Onlar, kendileri küfre sapmış, Allah’ın âyetlerini yalanlamış ve O’nun peygamberlerine karşı savaş açmışlar, bir de insanları Allah’ın yolundan alıkoymuş, bunun sonucunda da sapıklığa davet eden kimseler olmuşlardır. Onlar, günahları ve suçları kat kat olduğu ve yeryüzünde fesat çıkardıkları için kat kat azabı hak edeceklerdir.
Ayet: 89 #
{وَيَوْمَ نَبْعَثُ فِي كُلِّ أُمَّةٍ شَهِيدًا عَلَيْهِمْ مِنْ أَنْفُسِهِمْ وَجِئْنَا بِكَ شَهِيدًا عَلَى هَؤُلَاءِ وَنَزَّلْنَا عَلَيْكَ الْكِتَابَ تِبْيَانًا لِكُلِّ شَيْءٍ وَهُدًى وَرَحْمَةً وَبُشْرَى لِلْمُسْلِمِينَ (89)}.
89- O gün her ümmetin içinden kendilerine karşı birer şahit çıkaracağız, seni de bunlar üzerine şahit getireceğiz! Biz, sana bu Kitab’ı her şey için bir açıklayıcı, hidâyet ve rahmet kaynağı ve müslümanlar için de bir müjde olmak üzere indirdik.
#
{89} لما ذَكَرَ فيما تقدَّم أنه يبعث في كلِّ أمةٍ شهيداً؛ ذكر ذلك أيضاً هنا، وخصَّ منهم هذا الرسول الكريم، فقال: {وجئنا بك شهيداً على هؤلاء}؛ أي: على أمَّتك تشهد عليهم بالخير والشرِّ، وهذا من كمال عدل الله تعالى؛ أنَّ كلَّ رسول يشهدُ على أمَّته؛ لأنَّه أعظمُ اطِّلاعاً من غيره على أعمال أمته، وأعدل وأشفقُ من أن يشهدَ عليهم إلاَّ بما يستحقُّون، وهذا كقوله تعالى: {وكذلك جَعَلْناكم أمَّةً وسطاً لتكونوا شهداء على الناس ويكون الرسول عليكم شهيداً}، وقال تعالى: {فكيف إذا جِئْنا من كلِّ أمَّةٍ بشهيدٍ وجئنا بك على هؤلاء شهيداً. يومئذٍ يَوَدُّ الذين كفروا وعَصَوُا الرسولَ لو تُسَوَّى بهم الأرضُ}. وقوله: {ونزَّلْنا عليك الكتابَ تبياناً لكلِّ شيءٍ}: في أصول الدين وفروعه، وفي أحكام الدارين، وكل ما يحتاج إليه العبادُ؛ فهو مبيَّن فيه أتمُّ تبيين، بألفاظ واضحةٍ ومعانٍ جليَّةٍ، حتى إنَّه تعالى يُثَنِّي فيه الأمور الكبار التي يحتاجُ القلب لمرورها عليه كلَّ وقتٍ وإعادتها في كلِّ ساعةٍ ويعيدُها ويُبديها بألفاظٍ مختلفةٍ وأدلَّةٍ متنوعةٍ لتستقرَّ في القلوب فتثمرَ من الخير والبرِّ بحسب ثبوتها في القلب، وحتى إنه تعالى يجمع في اللفظ القليل الواضح معاني كثيرةً يكون اللفظُ لها كالقاعدة والأساس. واعتبر هذا بالآية التي بعد هذه الآية، وما فيها من أنواع الأوامر والنواهي التي لا تُحصر. فلما كان هذا القرآن تبياناً لكلِّ شيءٍ؛ صار حجَّة الله على العباد كلِّهم، فانقطعت به حجَّةُ الظالمين، وانتفع به المسلمونَ، فصار هدىً لهم يهتدون به إلى أمر دينهم ودُنياهم ورحمةً ينالون به كلَّ خير في الدُّنيا والآخرة؛ فالهدى ما نالوا به من علم نافع وعمل صالح، والرحمة ما ترتَّب على ذلك من ثواب الدُّنيا والآخرة؛ كصلاح القلب وبرِّه وطمأنينتِهِ، وتمام العقل الذي لا يتمُّ إلاَّ بتربيتِهِ على معانيه التي هي أجلُّ المعاني وأعلاها، والأعمال الكريمة والأخلاق الفاضلة والرزق الواسع والنصر على الأعداء بالقَوْل والفعل ونَيْل رضا الله تعالى وكرامتِهِ العظيمة التي لا يعلم ما فيها من النعيم المقيم إلاَّ الربُّ الرحيم.
89. Yüce Allah bundan önce “her ümmetten bir şahit” çıkaracağından söz etmişti. Burada da aynısını söz konusu etmekte ve bu şahitler arasından şerefli ve yüce son rasûlü özellikle zikrederek: “Seni de bunlar üzerine şahit getireceğiz” buyurmaktadır. Yani sen ümmetine karşı hayır ve şer hususunda şahitlik edeceksin. Her bir peygamberin kendi ümmetine karşı şahitlik etmesi, Yüce Allah’ın adaletinin kemalindendir. Çünkü her bir peygamber, diğerlerine göre ümmetinin amellerini daha iyi bilir, onlara karşı daha adaletlidir ve onlara karşı layık olmadıkları şekilde şahitlik etmeyecek kadar şefkatlidir. Bu buyruk, Yüce Allah’ın şu buyruklarına benzemektedir: “Böylece sizi vasat bir ümmet kıldık, bütün insanlar üzerine şahitler olasınız, bu Peygamber de sizin üzerinize şahit olsun diye.” (el-Bakara, 2/143) “Her ümmetten birer şahit getirip bunlara karşı da seni şahit getireceğimiz zaman halleri nice olur! Küfre sapanlar ve peygambere isyan edenler o gün yerle bir olma temennisinde bulunacaklardır.” (en-Nisa, 4/41-42) “Biz, sana bu Kitab’ı her şey için bir açıklayıcı… olmak üzere indirdik.” Bu Kitap dinin asli/itikadi ve fer’î/fıkhi hükümlerini, iki cihana ait hükümleri, kulların gerek duydukları her bir hususu açık ifadelerle, net ve anlaşılır anlamlar ile açıklamış bulunmaktadır. O kadar ki Yüce Allah kalplerin, her zaman duymaya ve her an tekrarlamaya ihtiyaç duyduğu önemli meseleleri tekrar tekrar sunmakta, bunları çeşitli lafızlarla ve değişik delillerle açıklığa kavuşturmaktadır. Ta ki bunlar kalpte iyice yer etsin ve kalpte yer edişlerine göre hayır ve iyiliği sonuç olarak ortaya çıkarsınlar. Ayrıca Yüce Allah, açık seçik ve az bir lafızda pek çok anlamları bir arada sunmaktadır. Böylelikle bu lafız, o anlamlar için adeta bir kaide ve temel teşkil etmektedir. Mesela bu âyet-i kerimeden sonra gelen âyet-i kerimede bu hususu görmekteyiz. Zira o âyet-i kerimede sayılamayacak kadar çok türde emir ve yasaklar yer almaktadır. u Kur’an-ı Kerim, her şeyin mükemmel bir açıklaması olduğundan dolayı o, ayrıca Yüce Allah’ın bütün kullara karşı bir hücceti ve delilidir. Böylelikle zalimlerin kendi lehlerine sürebilecekleri herhangi bir delilleri ve mazeretleri kalmamış, müslümanlar da bu Kitaptan gereği gibi yararlanmışlardır. Bu itibarla bu Kitap, onlar için din ve dünya işlerinde kendisiyle hidâyet buldukları bir hidâyet rehberi ve kendisi ile dünya ve âhiretin her türlü hayrına nail olabildikleri bir rahmet olmuştur. Bu Kitab’ın hidâyeti, onun vasıtasıyla sahip oldukları faydalı ilim ve salih amel ile ortaya çıkar. Bu Kitap vasıtasıyla nail oldukları rahmet ise bunlara bağlı olarak elde ettikleri dünya ve âhiret sevabı ile müşahhaslaşır. Kalbin salâh bulması, iyiliğe yönelmesi, huzur ve sükûn bulması, buna bir örnektir. Diğer taraftan aklın da tamam olma noktasına ulaşması da bunun bir örneğidir ki esasen akıl, ancak en üstün ve en yüce anlamları ihtiva eden Kur'ân’ın manaları üzere eğitilmedikçe tamam olmaz. Yine bu Kitap sayesinde faziletli amellere, üstün ahlâka, geniş rızka, söz ve fiillerle düşmanlara karşı zafere de ulaşılır. Yüce Allah’ın rızasına ve ihtiva ettiği ebedi nimetleri rahmeti sonsuz yüce Rabbin dışında hiç kimsenin bilmediği pek büyük lütuflara nail olunur.
Ayet: 90 #
{إِنَّ اللَّهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ وَالْإِحْسَانِ وَإِيتَاءِ ذِي الْقُرْبَى وَيَنْهَى عَنِ الْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ وَالْبَغْيِ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ (90)}
90- Şüphesiz ki Allah, size adaleti, ihsanı ve yakınlara vermeyi emrediyor. Fahşâyı, münkeri ve bağyi de yasaklıyor. Düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.
#
{90} فالعدل الذي أمر الله به يشملُ العدلَ في حقِّه وفي حقِّ عباده؛ فالعدلُ في ذلك أداءُ الحقوق كاملةً موفورةً؛ بأن يؤدِّيَ العبد ما أوجب الله عليه من الحقوق الماليَّة والبدنيَّة والمركَّبة منهما في حقِّه وحقِّ عباده، ويعامل الخلق بالعدل التامِّ، فيؤدِّي كلُّ والٍ ما عليه تحت ولايتِهِ، سواء في ذلك ولاية الإمامة الكبرى وولاية القضاء ونواب الخليفة ونواب القاضي. والعدل: هو ما فَرَضَه الله عليهم في كتابه وعلى لسان رسوله وأمرهم بسلوكه، ومن العدل في المعاملات أن تعامِلَهم في عقود البيع والشراء وسائر المعاوضات بإيفاء جميع ما عليك؛ فلا تبخسُ لهم حقًّا، ولا تغشُّهم ولا تخدعُهم وتظلِمُهم؛ فالعدل واجبٌ، والإحسان فضيلةٌ مستحبٌّ، وذلك كنفع الناس بالمال والبدن والعلم وغير ذلك من أنواع النفع، حتى يدخلَ فيه الإحسان إلى الحيوان البهيم المأكول وغيره، وخصَّ الله إيتاء ذي القُربى وإن كان داخلاً في العموم؛ لتأكُّد حقِّهم وتعيُّن صلتهم وبرِّهم والحرص على ذلك، ويدخل في ذلك جميع الأقارب؛ قريبهم وبعيدهم، لكن كلُّ مَن كان أقربَ كان أحقَّ بالبرِّ. وقوله: {وينهى عن الفحشاءِ}: وهو كلُّ ذنبٍ عظيم استفحشته الشرائعُ والفِطَر؛ كالشركِ بالله والقتل بغير حقٍّ والزِّنا والسرقة والعُجب والكِبْر واحتقار الخلق وغير ذلك من الفواحش، ويدخل في المنكر كلُّ ذنبٍ ومعصيةٍ متعلِّق بحقِّ الله تعالى، وبالبغي كلُّ عدوان على الخلق في الدِّماء والأموال والأعراض. فصارت هذه الآية جامعةً لجميع المأمورات والمنهيَّات، لم يبقَ شيءٌ إلاَّ دخل فيها. فهذه قاعدةٌ ترجع إليها سائر الجزئيَّات؛ فكلُّ مسألة مشتملة على عدل أو إحسان أو إيتاء ذي القربى؛ فهي مما أمر الله به، وكلُّ مسألةٍ مشتملة على فحشاء أو منكَر أو بغي؛ فهي مما نهى الله عنه، وبها يُعْلَمُ حُسنُ ما أمر الله به وقُبح ما نهى عنه، وبها يُعتبر ما عند الناس من الأقوال، وتردُّ إليها سائر الأحوال؛ فتبارَكَ مَن جعل في كلامِهِ الهدى والشفاء والنور والفرقان بين جميع الأشياء، ولهذا قال: {يعظِكُم}؛ به، أي: بما بيَّنه لكم في كتابه بأمركم بما فيه غاية صلاحكم ونهيكم عما فيه مضرَّتكم. {لعلَّكم تذكَّرون}: ما يعظِكُم به فتفهمونه وتعقِلونه؛ فإنَّكم إذا تذكَّرتموه وعقلتموه؛ عملتم بمقتضاه، فسعدتُم سعادةً لا شقاوة معها.
90. Yüce Allah’ın emrettiği “adalet” hem Allah’ın hakları, hem de kulların hakları konusunda adaletli davranmayı kapsar. Bunlarda ise adalet ancak kulun Yüce Allah’ın kendisine farz kılmış olduğu malî ve bedenî bütün hakları tam ve eksiksiz olarak yerine getirmesi ile gerçekleşir. Bu mali ve bedeni hakların bir bölümü Yüce Allah’ın haklarıdır; bir bölümü de O’nun kullarının haklarıdır. Böylece kul, insanlara karşı tam bir adaletle davranır, yönetim ve idaresi altında birtakım kimselerin bulunduğu herkes, yönettiği kimselere karşı bütün görev ve sorumluluklarını eksiksiz eda eder. Bu da halife, hâkim, halife ve hakimlerin vekilleri vb. yetkililerin hepsi için geçerlidir. Adalet, Allah’ın onlara Kitâb-ı Kerîm’inde ve Rasûlü vasıtasıyla farz kılıp yerine getirmelerini emrettiği hususlardır. Alış-veriş ve diğer karşılıklı ilişkilerde kişinin, kullara karşı yerine getirmekle yükümlü olduğu bütün hakları tam verip onların haklarını eksiltmemek, onları aldatıp kandırmamak, onlara zulmetmemek de adaletin bir gereğidir. O halde adalet farzdır. “İhsan” ise müstehab bir fazilettir. İnsanın başkalarına malıyla, bedeniyle, ilmiyle ve diğer çeşitli yollarla faydalı olması buna örnektir. Hatta eti yenen hayvanlara ve diğerlerine karşı iyi davranmak dahi ihsanın kapsamına girer. Yüce Allah’ın -genel olan “ihsan” emri kapsamına girmekle birlikte- özellikle “yakınlara verme”yi söz konusu etmesinin sebebi, onların haklarının daha kuvvetli olması, özellikle onlara haklarını gözetip iyilikte bulunmanın ve buna bilhassa dikkat göstermenin gerekli oluşundan dolayıdır. Yakınıyla uzağıyla bütün akrabalar bunun kapsamına girer. Fakat kim daha yakın ise kendisine iyilik yapılması hakkı daha ileri derecededir. üce Allah’ın: “Fahşâyı... yasaklar” buyruğunda sözü edilen “fahşa”, şeriatlerin ve fıtratların çirkin gördüğü her bir büyük günahtır. Yüce Allah’a şirk koşmak, haksız yere birini öldürmek, zina, hırsızlık, kendini ve amelini beğenmek, kibir, insanları hakir görmek vb. türlü günahlar bunun kapsamına girer. “Münker”in kapsamına da Yüce Allah’ın hakkını ilgilendiren her türlü günah ve isyan girer. Kan, mal, namus, şeref ve haysiyet ile ilgili hususlarda insanlara karşı yapılan her tür haksızlık da “bağy”in kapsamına girmektedir. Böylelikle bu âyet-i kerime bütün emir ve yasakları ihtivâ etmektedir. Onun kapsamına girmeyen herhangi bir şey kalmamaktadır. İşte bu, diğer bütün cüz’î emirlerin kapsamına girdiği temel bir kaidedir. Adalet yahut ihsan özelliğini taşıyan ya da yakın akrabaya vermeyi ihtiva eden her bir mes’ele, Yüce Allah’ın emrettiği hususlara dahildir. Fahşâ, münker veya bağyi ihtiva eden her bir husus da Yüce Allah’ın yasakladığı şeyler arasındadır. Böylece Yüce Allah’ın verdiği emirlerin ne kadar güzel olduğu, O’nun yasakladığı şeylerin de ne kadar çirkin olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu ölçü nazar-ı itibara alınarak insanların sahip oldukları görüşler değerlendirilir, diğer bütün haller de bununla ölçülüp biçilir. Yüce kelâmını bir hidâyet, bir şifa, bir nur ve her bir şeyin durumunu ortaya koyan bir Furkan kılan Allah'ın şanı ne yücedir! İşte bundan dolayı Allah: “Düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor” buyurmaktadır. O, Kitabında size yaptığı açıklamalar ile sizin faydanızı en ileri derecede gerçekleştirecek şeyleri emrediyor ve size zararlı olacak şeyleri de yasaklıyor. Böylelikle O’nun size verdiği öğütleri belki iyice anlar ve bunların mükemmelliklerine akıl erdirirsiniz. Çünkü sizler, O’nun bu buyruklarını iyice anlayıp akledecek olursanız, bunların gereğince amel eder ve en ufak bir bedbahtlığın söz konusu olmadığı bir saadete erersiniz.
anı Yüce Allah, şeriatın aslı itibariyle farz olan şeyleri emrettikten sonra kulun, kendi kendisine uymayı taahhüt ettiği hususları yerine getirmesini emrederek şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 91 - 92 #
{وَأَوْفُوا بِعَهْدِ اللَّهِ إِذَا عَاهَدْتُمْ وَلَا تَنْقُضُوا الْأَيْمَانَ بَعْدَ تَوْكِيدِهَا وَقَدْ جَعَلْتُمُ اللَّهَ عَلَيْكُمْ كَفِيلًا إِنَّ اللَّهَ يَعْلَمُ مَا تَفْعَلُونَ (91) وَلَا تَكُونُوا كَالَّتِي نَقَضَتْ غَزْلَهَا مِنْ بَعْدِ قُوَّةٍ أَنْكَاثًا تَتَّخِذُونَ أَيْمَانَكُمْ دَخَلًا بَيْنَكُمْ أَنْ تَكُونَ أُمَّةٌ هِيَ أَرْبَى مِنْ أُمَّةٍ إِنَّمَا يَبْلُوكُمُ اللَّهُ بِهِ وَلَيُبَيِّنَنَّ لَكُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ مَا كُنْتُمْ فِيهِ تَخْتَلِفُونَ (92)}.
91- Ahitleştiğiniz zaman Allah’ın ahdini eksiksiz yerine getirin. Pekiştirdikten ve Allah’ı üzerinize kefil kıldıktan sonra yeminleri bozmayın! Şüphe yok ki Allah yaptıklarınızı bilir. 92- Bir grup diğer bir gruptan daha çoktur diye yeminlerinizi aranızda bir hile ve fesat aracı edinip de ipliğini sağlamca eğirdikten sonra bozup dağıtan kadın gibi olmayın! Allah, bu şekilde sizi ancak imtihan eder. Hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri O, kıyamet gününde elbette size açıklayacaktır.
#
{91} وهذا يشمَلُ جميع ما عاهد العبدُ عليه ربَّه من العبادات والنذور والأيمان التي عقدها إذا كان الوفاء بها برًّا، ويشمل أيضاً ما تعاقد عليه هو وغيره؛ كالعهود بين المتعاقدين، وكالوعد الذي يعده العبدُ لغيره ويؤكِّده على نفسه؛ فعليه في جميع ذلك الوفاء وتتميمها مع القدرة، ولهذا نهى الله عن نقضِها، فقال: {ولا تنقُضوا الأيمان بعد توكيدها}: بعقدها على اسم الله تعالى. {وقد جعلتُمُ الله عليكم}: أيها المتعاقدون، {كفيلاً}: فلا يَحِلُّ لكم أن لا تُحْكِموا ما جعلتم الله عليكم كفيلاً، فيكون ذلك تركُ تعظيم الله واستهانةٌ به، وقد رضي الآخر منك باليمين والتوكيد الذي جعلتَ الله فيه كفيلاً؛ فكما ائتمنك وأحسن ظنَّه فيك؛ فَلْتَفِ له بما قلت وأكَّدته. {إنَّ الله يعلم ما تفعلونَ}: فيجازي كلَّ عامل بعمله على حسب نيَّته ومقصدِهِ.
91. “Ahitleştiğiniz zaman Allah’ın ahdini eksiksiz yerine getirin.” Bu buyruklar, kulun Rabbi ile ahdi olan ibadetleri, adakları ve eğer iyilik ihtiva ediyor ise yaptığı yeminleri tümüyle kapsar. Aynı şekilde kulun başkası ile akdetmiş olduğu taraflar arasındaki ahitleri, başkasına verdiği ve kendisine yükümlülük olmak üzere üstlenip pekiştirdiği sözleri de kapsar. İşte kulun, güç yetirebildiği takdirde bütün bunlara eksiksiz bağlı kalması ve bunları tamamlaması görevidir. Bundan dolayı Yüce Allah, bu gibi ahidleri bozmayı yasaklayarak: Yüce Allah’ın adı ile akdetmek suretiyle “Pekiştirdikten ve Allah’ı üzerinize kefil kıldıktan sonra” ey akidlerde bulunanlar! “yeminleri bozmayın!” Yüce Allah’ı üzerinize kefil kıldığınız ahitlerinizi sağlamca yerine getirmemek, size helâl değildir. Çünkü bunları yerine getirmeyecek olursanız Yüce Allah’ı ta’zim etmeyi terketmiş ve O’na karşı saygısızca davranmış olursunuz. Diğer taraftan karşıdaki şahıs, sizin yemin vermenize ve bu hususta Allah’ı kefil kılarak yemininizi pekiştirmenize razı olmuştur. O bakımdan karşı taraf size güvenip hakkınızda hüsn-ü zan beslediğine göre sizin de söylediğinizi ve yemin ile pekiştirdiğiniz yükümlülüğünüzü eksiksiz yerine getirmeniz gerekir. “Şüphe yok ki Allah yaptıklarınızı bilir.” Herkese, niyet ve maksadına uygun olarak ortaya koymuş olduğu ameline göre karşılık verir.
#
{92} {ولا تكونوا}: في نقضِكُم للعهودِ بأسوأ الأمثال وأقبحها وأدلِّها على سفه متعاطيها، وذلك {كالتي} تَغْزِلُ غزلاً قويًّا؛ فإذا استحكم وتمَّ ما أريد منه؛ نَقَضَتْه فجعلتْه {أنْكاثاً}: فتعبت على الغزل، ثم على النقض، ولم تستفدْ سوى الخيبة والعناء وسفاهة العقل ونقص الرأي؛ فكذلك مَنْ نَقَضَ ما عاهد عليه؛ فهو ظالمٌ جاهلٌ سفيهٌ ناقص الدين والمروءة. وقوله: {تتَّخذون أيمانكم دَخَلاً بينَكم أن تكونَ أمَّةٌ هي أربى من أمَّةٍ}؛ أي: لا تنبغي هذه الحالة منكم؛ تعقدون الأيمان المؤكَّدة، وتنتظِرون فيها الفرصَ: فإذا كان العاقدُ لها ضعيفاً غير قادرٍ على الآخر؛ أتمَّها لا لتعظيم العقد واليمين، بل لعجزِهِ. وإن كان قويًّا يرى مصلحتَهَ الدنيويَّة في نقضِها؛ نَقَضَها غيرَ مبالٍ بعهدِ الله ويمينِه، كلُّ ذلك دَوَراناً مع أهوية النفوس وتقديماً لها على مراد الله منكم وعلى المروءة الإنسانيَّة والأخلاق المرضيَّة؛ لأجل أن تكون أمة أكثر عدداً وقوَّة من الأخرى. وهذا ابتلاء من الله وامتحان يبتليكم [الله] به؛ حيث قيَّضَ من أسباب المِحَنِ الذي يُمْتَحَنُ به الصادق الوفيُّ من الفاجر الشقيِّ. {وليبيِّننَّ لكم يومَ القيامةِ ما كنتُم فيه تختلفونَ}: فيجازي كلًّا بعمله ، ويخزي الغادرَ.
92. Ahidlerinizi bozma hususunda “ipliğini sağlamca eğirdikten sonra” eğirdiği bu iplik muhkem bir şekilde örüldükten ve istenen noktaya getldikten sonra onu “bozup dağıtan kadın gibi olmayın.” Böylelikle ahitleri bozmanız, verdiğiniz söz ve vaatlerde durmamanızla, çok kötü ve çirkin olan böyle bir örneğe benzemeyin. Çünkü bu örnekteki kadın, ipliğini sağlamca eğirip bu uğurda yorulduktan sonra yaptığını çözüp bozar ve bu işinden zarar, yorgunluk, akılsızlık ve kıt görüşlülükten başka hiçbir şey ele geçiremez. İşte verdiği sözleri yerine getirmeyip, ahidlerinde durmayan kimseler de dini ve mertliği eksik, zalim, cahil ve akılsız bir kimse demektir. “Bir grup diğer bir gruptan daha çoktur diye yeminlerinizi aranızda bir hile ve fesat aracı edinip…” Yani sizin böyle bir tutum takınmamanız gerekir. Önce sağlamlaştırılmış ahitlerde bulunup sonra da onları bozmak için fırsat beklemeyin. Şöyle ki eğer ahitte bulunan kişi zayıf ve karşı tarafa güç yetiremeyen bir kimse ise ahdini eksiksiz yerine getirir. Ama bunu akit ve yemini ta’zim ettiği için değil de acizliğinden dolayı yapar. Şâyet güçlü olup da dünyevi menfaatinin o ahdini bozmasını gerektirdiğini görürse, Allah adına verdiği ahit ve yemine aldırmadan onu bozar. Bu şekildeki davranışlar, nefislerin hevaları doğrultusunda hareket etmek ve bu hevaları Allah’ın yapmanızı istediklerinin, mertliğin ve güzel ahlâkın önüne geçirmekt demektir. Böyle bir şey genelde bir topluluğun sayıca diğerinden daha çok ve daha güçlü olması dolayısıyla yapılır. “Allah, bu şekilde sizi ancak imtihan eder.” Yüce Allah kimin doğru ve ahdine bağlı olduğunu, kimin de sözünde durmayan ve bedbaht bir kimse olduğunu ortaya çıkartmak için kulları kendileri ile sınadığı çeşitli imtihan sebeplerini ortaya koyar. “Hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri O, kıyamet gününde elbette size açıklayacaktır.” Ve herkese amelinin karşılığını vereceği gibi ahdinde durmayanı da cezalandıracaktır.
Ayet: 93 #
{وَلَوْ شَاءَ اللَّهُ لَجَعَلَكُمْ أُمَّةً وَاحِدَةً وَلَكِنْ يُضِلُّ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدِي مَنْ يَشَاءُ وَلَتُسْأَلُنَّ عَمَّا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ (93)}.
93- Eğer Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı. Fakat O dilediğini saptırır, dilediğini de hidâyete erdirir. Yaptıklarınızdan muhakkak sorguya çekileceksiniz.
#
{93} أي: {لو شاء الله} لجَمَعَ الناس على الهدى، وجعلهم {أمَّةً واحدةً}: ولكنَّه تعالى المنفرد بالهداية والإضلال، وهدايتُهُ وإضلالُهُ من أفعاله التابعة لعلمِهِ وحكمتِهِ، يعطي الهداية من يستحقُّها فضلاً، ويمنعُها مَنْ لا يستحقُّها عدلاً {ولَتُسْألُنَّ عما كُنتم تعملونَ}: من خيرٍ وشرٍّ، فيجازيكم عليها أتمَّ الجزاء وأعدله.
93. Yani “eğer Allah dileseydi” bütün insanları hidâyet üzerinde toplar da “sizi tek bir ümmet yapardı.” Fakat tek başına hidâyet ve dalâlet veren ve hidâyete iletmesi de saptırması da ilim ve hikmetine bağlı fiillerinden olan Yüce Allah, hidâyeti lütfu ile hak edene verir ve onu hak etmeyeni de adaletinin gereği olarak mahrum bırakır. Hayır ve şer bütün “yaptıklarınızdan muhakkak sorguya çekileceksiniz.” O da amellerinizin karşılığını en mükemmel ve en âdil şekilde verecektir.
Ayet: 94 #
{وَلَا تَتَّخِذُوا أَيْمَانَكُمْ دَخَلًا بَيْنَكُمْ فَتَزِلَّ قَدَمٌ بَعْدَ ثُبُوتِهَا وَتَذُوقُوا السُّوءَ بِمَا صَدَدْتُمْ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ وَلَكُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ (94)}.
94- Yeminlerinizi aranızda hile ve fesat aracı edinmeyin, yoksa ayağınız sapasağlam yerleştikten sonra kayıverir ve Allah yolundan sapıp alıkoyduğunuz için kötülüğü(n cezasını) tadarsınız. (Ahirette de) büyük bir azabı hak edersiniz.
#
{94} أي: {ولا تتَّخذوا أيمانكم}: وعهودكم ومواثيقكم تَبَعاً لأهوائِكم، متى شئتُم وفَّيْتُم بها، ومتى شئتُم نَقَضْتُموها؛ فإنَّكم إذا فعلتُم ذلك؛ تَزِلُّ أقدامُكم بعد ثبوتها على الصِّراط المستقيم. {وتذوقوا السُّوء}؛ أي: العذاب الذي يسوؤكم ويَحْزُنكم. {بما صدَدتُم عن سبيل الله}: حيث ضللتُم وأضللتُم غيركم. {ولكم عذابٌ عظيمٌ}: مضاعف.
94. “Yeminlerinizi” ve ahitlerinizle pekiştirdiğiniz sözlerinizi hevânıza uyarak “aranızda” istediğiniz zaman bağlı kaldığınız, istediğiniz zaman bozacağınız bir “hile ve fesat aracı edinmeyin.” Çünkü böyle yapacak olursanız, ayaklarınız dosdoğru yol üzere sebat bulduktan sonra hak yoldan kayıverir. “Allah yolundan sapıp alıkoyduğunuz” hem siz saptığınız hem de başkalarını saptırdığınız “için kötülüğü(n cezasını) yani sizi üzecek olan azabı “tadarsınız. (Ahirette de) kat kat arttırılmış “büyük bir azabı hak edersiniz.”
Ayet: 95 - 97 #
{وَلَا تَشْتَرُوا بِعَهْدِ اللَّهِ ثَمَنًا قَلِيلًا إِنَّمَا عِنْدَ اللَّهِ هُوَ خَيْرٌ لَكُمْ إِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ (95) مَا عِنْدَكُمْ يَنْفَدُ وَمَا عِنْدَ اللَّهِ بَاقٍ وَلَنَجْزِيَنَّ الَّذِينَ صَبَرُوا أَجْرَهُمْ بِأَحْسَنِ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ (96) مَنْ عَمِلَ صَالِحًا مِنْ ذَكَرٍ أَوْ أُنْثَى وَهُوَ مُؤْمِنٌ فَلَنُحْيِيَنَّهُ حَيَاةً طَيِّبَةً وَلَنَجْزِيَنَّهُمْ أَجْرَهُمْ بِأَحْسَنِ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ (97)}.
95- Allah’ın ahdini az bir pahaya satmayın. Çünkü Allah katında olan, eğer bilirseniz sizin için daha hayırlıdır. 96- Sizin yanınızdakiler tükenir, Allah’ın katındakiler ise kalıcıdır. Sabredenlerin mükâfatını elbette yapmakta olduklarının en güzeliyle vereceğiz. 97- Erkek olsun, kadın olsun kim mü’min olarak salih amel işlerse biz, kesinlikle ona güzel bir hayat yaşatırız ve böylelerini elbette işlediklerinin en güzeliyle mükâfatlandırırız.
#
{95} يحذِّر تعالى عباده من نقض العهود والأيمان لأجل مَتاع الدُّنيا وحطامها، فقال: {ولا تشتروا بعهِد الله ثَمَناً قليلاً}: تنالونه بالنَّقْض وعدم الوفاء. {إنَّما عند الله}: من الثواب العاجل والآجل لمن آثر رضاه وأوفى بما عاهد عليه الله، {هو خيرٌ لكم}: من حطام الدُّنيا الزائلة {إن كنتم تعلمونَ}.
95. Allah, dünyanın gelip geçici faydaları için antları, ahitleri ve yeminleri bozmaktan kullarını sakındırarak buyuruyor ki: “Allah’ın ahdini” ahdi bozmak ve ahde bağlı kalmamak suretiyle elde edeceğiniz “az bir bedele satmayın. Çünkü Allah katında olan” Allah’ın rızasını tercih ederek Allah’a vermiş olduğu ahde tastamam bağlı kalmayı tercih eden kimselere ihsan edeceği dünyevi ve uhrevi mükâfatlar “eğer bilirseniz sizin için” gelip geçici dünyanın değersiz malından “daha hayırlıdır.” O halde kalıcı olanı fani olana tercih etmelisiniz. Çünkü:
#
{96} فآثِروا ما يبقى على ما يفنى؛ فإنَّ الذي {عندكم}: ولو كَثُر جدًّا لا بدَّ أن ينفدَ ويفنى، {وما عند الله باقٍ}: ببقائِهِ، لا يفنى ولا يزول؛ فليس بعاقل من آثر الفاني الخسيس على الباقي النفيس، وهذا كقولِهِ تعالى: {بل تؤثِرون الحياةَ الدُّنيا والآخرة خيرٌ وأبقى}. {وما عندَ الله خيرٌ للأبرار}. وفي هذا الحث والترغيب على الزُّهد في الدنيا، خصوصاً الزُّهد المتعيِّن، وهو الزُّهد فيما يكون ضرراً على العبد ويوجب له الاشتغال عما أوجب الله عليه وتقديمه على حقِّ الله؛ فإنَّ هذا الزُّهد واجبٌ. ومن الدواعي للزُّهد أن يقابلَ العبد لَذَّاتِ الدُّنيا وشهواتها بخيرات الآخرة؛ فإنَّه يجد من الفرق والتفاوت ما يدعوه إلى إيثار أعلى الأمرين، وليس الزُّهد الممدوح هو الانقطاع للعبادات القاصرة؛ كالصلاة والصيام والذِّكْر ونحوها، بل لا يكون العبدُ زاهداً زهداً صحيحاً حتَّى يقوم بما يقدِرُ عليه من الأوامر الشرعيَّة الظاهرة والباطنة، ومن الدعوة إلى الله وإلى دينه بالقول والفعل؛ فالزهدُ الحقيقيُّ هو الزهد فيما لا ينفعُ في الدين والدُّنيا، والرغبةُ والسعي في كلِّ ما ينفع. {ولنجزينَّ الذين صبروا}: على طاعة الله وعن معصيته، وفَطَموا أنفسَهم عن الشهوات الدنيويَّة المضرَّة بدينهم؛ {أجْرَهم بأحسنِ ما كانوا يعملون}: الحسنةُ بعشر أمثالها إلى سبعمائة ضعف إلى أضعاف كثيرة؛ فإنَّ الله لا يضيع أجر من أحسن عملاً.
96. “Sizin yanınızdakiler” ne kadar çok olursa olsun, mutlaka “tükenir” ve yok olup gider. “Allah’ın katındakiler ise” Yüce Allah bâkî olduğundan dolayı “kalıcıdır” bitmez, yok olmaz. Öyleyse değersiz ve yok olup gideni, fani olanı, kalıcı ve son derece değerli olana tercih eden bir kimse aklı başında bir kişi olamaz. Bu buyruk Yüce Allah’ın şu buyruklarına benzemektedir: “Oysa siz dünya hayatını tercih edersiniz. Halbuki âhiret hem daha hayırlı, hem de daha kalıcıdır.” (el-A’lâ, 87/16-17) “Allah nezdinde olanlar, iyiler için daha hayırlıdır.” (Al-i İmran, 3/198) Bu buyruklar, dünyaya karşı zahid olmaya bir teşviktir. Özellikle uyulması kesinlik kazanan zühd teşvik edilmektedir. Bu zühdden kasıt ise kula zararlı olan, onu Allah’ın kendisine farz kıldığı şeylerle uğraşmaktan alıkoyan ve bunları Yüce Allah’ın hakkından öncelemeye iten şeylere karşı yapılır. Böyle bir durumda zühd, farzdır. Zühde götüren sebeplerden biri, kulun dünya lezzet ve arzularını âhiretin hayırlarıyla karşılaştırmasıdır. Böyle bir karşılaştırma halinde kul, aradaki farkı tespit eder ve bu iki şeyin daha yüce ve üstün olanını tercih eder. Yalnızca namaz, oruç, zikir vb. gibi faydası kişiyi aşmayan ibadetlere kendisini verip her şeyden uzaklaşmak, övülmeye değer zühd değildir. Aksine kul, güç yetirebildiği zahiri ve batıni şer’i bütün emirleri yerine getirmedikçe, Yüce Allah’ın dinine ve Allah yoluna söz ve fiili ile davet etmedikçe gerçek anlamı ile zahid olamaz. O halde gerçek zühd, din ve dünyada fayda sağlamayan şeylerden yüz çevirip faydalı olan her bir şeye rağbet ederek o uğurda çalışmak demektir. Yüce Allah’a itaate devam edip O’na isyana karşı direnerek kendi nefislerini dinlerine zarar verecek türden dünyevi arzularından uzak tutarak “sabredenlerin mükâfatını elbette yapmakta olduklarının en güzeliyle vereceğiz.” Bir iyiliğe karşılık on katından başlayarak yedi yüz katına ve daha pek çok katına kadar fazlasıyla mükâfatlandıracağız. Şüphesiz Allah, güzel amelde bulunanı mükâfatsız bırakmayacaktır. Bundan dolayı Yüce Allah, amellerde bulunan kimselerin dünya ve âhiretteki mükâfatını söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{97} ولهذا ذكر جزاء العاملين في الدُّنيا والآخرة فقال: {مَنْ عمل صالحاً من ذَكَرٍ أو أنثى وهو مؤمنٌ}: فإنَّ الإيمان شرطٌ في صحَّة الأعمال الصالحة وقَبولها، بل لا تسمَّى أعمالاً صالحة إلاَّ بالإيمان، والإيمان مقتضٍ لها؛ فإنَّه التصديق الجازم المثمِرُ لأعمال الجوارح من الواجبات والمستحبَّات؛ فمَنْ جَمَعَ بين الإيمان والعمل الصالح؛ {فَلَنُحْيِيَنَّهُ حياةً طيبةً}: وذلك بطمأنينة قلبه وسكون نفسه وعدم التفاتِهِ لما يُشَوِّش عليه قلبه ويرزُقُه الله رزقاً حلالاً طيّباً من حيث لا يحتسب. {ولنجزِيَنَّهم}: في الآخرة {أجرَهم بأحسنِ ما كانوا يعملونَ}: من أصناف اللذَّات؛ ممَّا لا عينٌ رأتْ، ولا أذنٌ سمعتْ، ولا خطرَ على قلب بشر، فيؤتيه الله في الدُّنيا حسنةً وفى الآخرة حسنةً.
97. “Erkek olsun, kadın olsun kim mü’min olarak salih amel işlerse...” Salih amellerin geçerli olması ve kabul edilmesi için iman şarttır. Hatta iman olmadan ameller “salih olmak”la nitelendirilemez. Onları gerektiren de zaten imandır. Çünkü iman, azaların farz ve müstehap olan amellerini ortaya çıkartan, kesin ve kararlı tasdik demektir. İşte iman ve amel-i salihe bir arada sahip olan kimseye “biz kesinlikle ona güzel bir hayat yaşatırız.” Bu da kalbinin huzur, ruhunun sükûn bulması, kalbini şaşırtıp meşgul edecek şeylere iltifat etmemesi ve Yüce Allah’ın o kimseye ummadığı yerden hoş ve helâl rızık ihsan etmesiyle olur. “Ve böylelerini elbette” âhirette “işlediklerinin en güzeliyle” hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir kimsenin hatırından geçirmediği türlü lezzetlerle “mükâfatlandıracağız.” Yüce Allah böylesine hem dünyada hem de âhirette iyilik verecektir.
Ayet: 98 - 100 #
{فَإِذَا قَرَأْتَ الْقُرْآنَ فَاسْتَعِذْ بِاللَّهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ (98) إِنَّهُ لَيْسَ لَهُ سُلْطَانٌ عَلَى الَّذِينَ آمَنُوا وَعَلَى رَبِّهِمْ يَتَوَكَّلُونَ (99) إِنَّمَا سُلْطَانُهُ عَلَى الَّذِينَ يَتَوَلَّوْنَهُ وَالَّذِينَ هُمْ بِهِ مُشْرِكُونَ (100)}.
98- Kur’an’ı okuyacağın zaman kovulmuş şeytandan Allah’a sığın. 99- Doğrusu onun, iman edip de yalnız Rablerine tevekkül edenler üzerinde hiçbir hakimiyeti yoktur. 100- Onun hakimiyeti ancak kendisini dost edinip de onu Allah’a ortak koşanlar üzerindedir.
#
{98 ـ 100} أي: فإذا أردت القراءة لكتاب الله الذي هو أشرفُ الكُتُب وأجلُّها، وفيه صلاحُ القلوب والعلوم الكثيرة؛ فإنَّ الشيطان أحرصُ ما يكون على العبد عند شروعِهِ في الأمور الفاضلة، فيسعى في صرفِهِ عن مقاصدِها ومعانيها؛ فالطريق إلى السلامة من شرِّه الالتجاءُ إلى الله والاستعاذة به من شرِّه، فيقول القارئ: أعوذُ بالله من الشيطان الرجيم؛ متدبِّراً لمعناها، معتمداً بقلبه على الله في صرفه عنه، مجتهداً في دفع وسواسه وأفكاره الرَّديئة، مجتهداً على السبب الأقوى في دفعه، وهو التحلِّي بحِلْية الإيمان والتوكُّل؛ فإنَّ الشيطان {ليس له سلطانٌ}؛ أي: تسلُّط {على الذين آمنوا وعلى ربِّهم}: وحده لا شريك له، {يتوكَّلونَ}: فيدفع الله عن المؤمنين المتوكِّلين عليه شرَّ الشيطان ولا يبقى له عليهم سبيلٌ. {إنَّما سلطانُه}؛ أي: تسلُّطه {على الذين يَتَوَلَّوْنه}؛ أي: يجعلونه لهم وليًّا، وذلك بتخلِّيهم عن ولاية الله، ودخولهم في طاعة الشيطان، وانضمامهم لحزبه؛ فهم الذين جعلوا له ولايةً على أنفسهم، فأزَّهم إلى المعاصي أزًّا، وقادهم إلى النار قَوْداً.
98. Yani kitapların en şereflisi, en üstün ve değerlisi olan, kalpleri ıslah edip düzelten, pek çok ilimler ihtiva eden, Allah’ın Kitab’ını okumak istediğinde “şeytandan Allah’a sığın.” Çünkü şeytanın kula en çok kötülük vermek istediği zamanlar, faziletli amellere başlayacağı vakitlerdir. Onu bu işlerin gerçek maksatlarından ve gerçek anlamlarından alıkoyup uzaklaştırmak için çalışır. Şeytanın kötülüğünden kurtulmanın yolu ise Yüce Allah’a sığınmak ve şeytanın kötülüğünden Allah’ın korumasına girmektir. Onun için de Kur’an okuyan kimse “ أعوذ بالله من الشيطان الرجيم / Kovulmuş şeytandan Allah’a sığınırım” sözlerinin anlamını düşünerek söyler. Kalbinden şeytanın kötülüğünü kendisinden uzaklaştırmak için Yüce Allah’a güvenip dayanır. Şeytanın aşağılık vesvese ve düşüncelerini bertaraf etmek için bütün gayretini ortaya koyar. Bunu uzaklaştırmak için en güçlü yol olan iman ve tevekkül ile bezenip süslenmeye gayret gösterir. 99. Gerçek şu ki şeytanın “iman edip de yalnız” bir ve tek olan “Rablerine tevekkül edenler üzerinde hiçbir hakimiyeti” tasallutu “yoktur.” Yüce Allah, iman edip kendisine tevekkül edenlerden, şeytanın kötülüklerini bertaraf eder ve şeytanın onların aleyhine bulabileceği bir yol bırakmaz. 100. “Onun hakimiyeti” tasallutu “ancak kendisini dost edinip...” Bu da onların Allah’ın dostluğundan uzaklaşarak şeytanın itaati çerçevesine girip şeytanın taraftarları arasına katılmalarıyla olur. İşte şeytanı kendilerine hakim olma noktasına çıkartanlar onlardır. Şeytan da onları masiyetlere doğru ittikçe iter ve onlara ateşe giden yolda önderlik eder.
Ayet: 101 - 102 #
{وَإِذَا بَدَّلْنَا آيَةً مَكَانَ آيَةٍ وَاللَّهُ أَعْلَمُ بِمَا يُنَزِّلُ قَالُوا إِنَّمَا أَنْتَ مُفْتَرٍ بَلْ أَكْثَرُهُمْ لَا يَعْلَمُونَ (101) قُلْ نَزَّلَهُ رُوحُ الْقُدُسِ مِنْ رَبِّكَ بِالْحَقِّ لِيُثَبِّتَ الَّذِينَ آمَنُوا وَهُدًى وَبُشْرَى لِلْمُسْلِمِينَ (102)}.
101- Biz bir âyeti değiştirip yerine başka bir âyet getirdiğimizde -ki Allah neyi indireceğini en iyi bilendir-: “Sen ancak bir iftiracısın” dediler. Hayır, onların çoğu bilmezler. 102- De ki: “Onu Ruhu’l-Kudüs, iman edenlere sebat vermek, müslümanlara bir hidâyet ve müjde olmak üzere Rabbinden hak olarak indirmiştir.”
#
{101} يذكُر تعالى أنَّ المكذِّبين بهذا القرآن يتتبَّعون ما يَرَوْنَه حجَّة لهم، وهو أنَّ الله تعالى هو الحاكم الحكيم، الذي يَشْرَع الأحكام ويبدِّل حكماً مكان آخر؛ لحكمته ورحمته؛ فإذا رأوه كذلك؛ قدحوا في الرسول وبما جاء به، و {قالوا إنما أنت مُفْتَرٍ}، قال الله تعالى: {بل أكثُرهم لا يعلمونَ}: فهم جهالٌ، لا علم لهم بربِّهم ولا بشرعِهِ، ومن المعلوم أن قدح الجاهل بلا علم لا عبرةَ به؛ فإنَّ القدح في الشيء فرعٌ عن العلم به وما يشتمل عليه مما يوجب المدح والقدح.
101. Yüce Allah, bu Kur’an-ı Kerim’i yalanlayan kimselerin kendi lehlerine delil olacak şeyler aradıklarını söz konusu etmektedir. Şöyle ki Yüce Allah -ki O, hükümleri teşri’ eden, hikmeti sonsuz ve mutlak hüküm koyucudur- hikmet ve rahmeti dolayısıyla bir hükmü değiştirerek onun yerine bir başka hüküm koyabilir. İşte yalanlayıcılar bunu gördükleri zaman, Allah Rasûlünü ve onun getirdiklerini tenkide kalkışıp: “Sen ancak bir iftiracısın” dediler. Yüce Allah ise bunlara: “Hayır, onların çoğu bilmezler” diye cevap vermektedir. Onlar arasında Rablerini de şeriatini de bilmeyen cahiller vardır. Bilindiği gibi cahil kimselerin tenkitlerine itibar edilmez. Çünkü bir şeyi tenkit etmek için ona dair bilgi sahibi olmak, o şeyin ihtiva ettiği övülmeyi ve tenkidi gerektiren şeyleri bilmek gerekir.
#
{102} ولهذا ذكر تعالى حكمته في ذلك، فقال: {قل نَزَّلَه رُوحُ القُدُس}: وهو جبريلُ الرسول المقدَّس المنزَّه عن كلِّ عيب وخيانةٍ وآفةٍ، {بالحقِّ}؛ أي: نزوله بالحقِّ، وهو مشتملٌ على الحقِّ في أخباره وأوامره ونواهيه؛ فلا سبيل لأحدٍ أن يَقْدَحَ فيه قدحاً صحيحاً؛ لأنَّه إذا عُلِمَ أنَّه الحقُّ؛ عُلِمَ أنَّ ما عارَضَه وناقَضَه باطلٌ. {ليثبِّتَ الذين آمنوا}: عند نزول آياتِهِ وتوارُدِها عليهم وقتاً بعد وقتٍ؛ فلا يزال الحقُّ يصلُ إلى قلوبهم شيئاً فشيئاً، حتى يكون إيمانهم أثبتَ من الجبال الرواسي. وأيضاً؛ فإنَّهم يعلمون أنَّه الحقُّ، وإذا شرع حكماً من الأحكام، ثم نَسَخَه؛ علموا أنه أبدله بما هو مثلُه أو خيرٌ منه لهم، وأنَّ نسخَه هو المناسب للحكمة الربانيَّة والمناسبة العقليَّة. {وهدىً وبشرى للمسلمين}؛ أي: يهديهم إلى حقائق الأشياء، ويبيِّن لهم الحقَّ من الباطل والهدى من الضَّلال، ويبشِّرهم أنَّ لهم أجراً حسناً ماكثين فيه أبداً. وأيضاً؛ فإنه كلَّما نزل شيئاً فشيئاً؛ كان أعظم هدايةً وبشارةً لهم مِنْ لو أتاهم جملةً واحدةً وتفرَّق الفكرُ فيه، بل يُنْزِلُ الله حكماً وتارة أكثر؛ فإذا فهِموه وعَقَلوه وعَرَفوا المراد منه وتروَّوْا منه؛ أنزل نظيره ... وهكذا. ولذلك بلغ الصحابة رضي الله عنهم به مبلغاً عظيماً، وتغيَّرت أخلاقهم وطبائعهم، وانتقلوا إلى أخلاق وعوائد وأعمال فاقوا بها الأوَّلين والآخرين، وكان أعلى وأولى لمن بعدَهم أن يتربَّوا بعلومه، ويتخلَّقوا بأخلاقه، ويستضيئوا بنورِهِ في ظُلمات الغيِّ والجهالات، ويجعلوه إمامهم في جميع الحالات. فبذلك تستقيم أمورهم الدينيَّة والدنيويَّة.
102. Bundan dolayı Yüce Allah, bu konudaki hikmetini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “De ki: Onu Ruhu’l-Kudüs” her türlü kusurdan, hainlikten ve kötülüklerden münezzeh, mukaddes bir elçi olan Cebrail, “iman edenlere” âyetlerinin nüzulu ve ara ara âyetlerin onlara ardı sıra ulaşması suretiyle “sebat vermek... üzere Rabbinden hak olarak indirmiştir.” Bu kitap, hak ile indirilmiştir. Verdiği haberleri, emirleri, yasakları ile hakkı ihtiva eder. Herhangi bir kimsenin bu kitaba sağlıklı ve doğru bir eleştiride bulunmasına imkân yoktur. Bu kitabın hak olduğu açıkça ortaya çıktığına göre ona karşı çıkan ve onunla çelişen her şeyin de batıl olduğu aynı şekilde ortaya çıkar. İşte bu kitabın içerdiği hak ve gerçekler, peyderpey mü’minlerin kalplerine ulaşır. Nihayet imanları sarsılmaz dağlardan daha sağlam olur. Onlar, bu kitabın hakkın ta kendisi olduğunu bilirler. Yüce Allah eğer herhangi bir hükmü önce teşrî buyurup sonra da onu neshederse mü’minler bilirler ki Allah, bu hükmü ya benzeriyle ya da ondan daha hayırlısıyla değiştirmiştir ve o hükmü neshetmesi, Rabbani hikmete daha uygun, akla daha münasiptir. Bu kitap, aynı zamanda “müslümanlara bir hidâyet ve müjde olmak üzere” indirilmiştir. Yani Yüce Allah, onlara eşyanın hakikatini gösterir, neyin hak, neyin batıl olduğunu, neyin hidâyet neyin sapıklık olduğunu açıklar. Onlar için, içinde ebediyen kalacakları güzel bir mükâfat olduğu müjdesini de verir. Aynı şekilde bu kitabın kısım kısım inmesi de büyük bir hidâyet ve müjdedir. Zira eğer toptan inseydi ve düşünceler onun farklı yönlerine kaysaydı hidayet ve müjdes bu kadar büyük olmazdı. Bu nedenle O, bazen bir hüküm bazen de birkaç hüküm indirmiştir. Onlar, bunları akledip kavradıktan, onun maksadını bilip ondan kana kana içtikten sonra ona benzer bir başka hükmü indirmiştir. Bu böylece sürüp gitmiştir. Bundan dolayı ashab -Allah cümlesinden razı olsun- Kur'ân sayesinde büyük bir seviyeye ulaşmış, huyları, karakterleri değişmiş, onların ulaştıkları ahlâk, güzellikler ve ameller öncekilerin de sonrakilerin de çok ilerisine ulaşmıştır. Onlardan sonra gelenlere yakışan da bu Kitabın ihtiva ettiği ilimler ile kendilerini eğitmek, onun ahlâkıyla ahlâklanmak, sapıklığın ve bilgisizliğin karanlıklarında onun nuruyla aydınlanmak olmalı ve bütün hallerde bu kitabı kendilerine rehber edinmelidirler. Ancak böylelikle dinî ve dünyevi bütün işleri dosdoğru olur, istikamet bulur.
Ayet: 103 - 105 #
{وَلَقَدْ نَعْلَمُ أَنَّهُمْ يَقُولُونَ إِنَّمَا يُعَلِّمُهُ بَشَرٌ لِسَانُ الَّذِي يُلْحِدُونَ إِلَيْهِ أَعْجَمِيٌّ وَهَذَا لِسَانٌ عَرَبِيٌّ مُبِينٌ (103) إِنَّ الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِآيَاتِ اللَّهِ لَا يَهْدِيهِمُ اللَّهُ وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ (104) إِنَّمَا يَفْتَرِي الْكَذِبَ الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِآيَاتِ اللَّهِ وَأُولَئِكَ هُمُ الْكَاذِبُونَ (105)}.
103- Andolsun ki biz, onların: “Ona (Kur'ân’ı) muhakkak bir insan öğretiyor” dediklerini biliyoruz. Haktan saparak kastettikleri o kimsenin dili yabancıdır. Bu (Kur'ân) ise apaçık bir Arapçadır. 104- Allah’ın âyetlerine iman etmeyenleri elbette Allah, hidâyete erdirmez. Onlara can yakıcı bir azap vardır. 105- Yalan uydurup düzenler, ancak Allah’ın âyetlerine iman etmeyenlerdir. İşte onlar, yalancıların ta kendileridir.
#
{103} يخبر تعالى عن قِيل المشركين المكذِّبين لرسوله: {أنَّهم يقولونَ إنَّما يعلِّمُه}: هذا الكتاب الذي جاء به، {بَشَرٌ}: وذلك البشرُ الذي يشيرون إليه أعجميُّ اللسان. {وهذا}: القرآن {لسانٌ عربيٌّ مبينٌ}: هل هذا القول ممكنٌ أو له حظٌّ من الاحتمال؟! ولكن الكاذب يكذِبُ ولا يفكِّر فيما يؤول إليه كذبه، فيكون في قوله من التناقض والفساد ما يوجب ردَّه بمجرَّد تصوُّره.
103. Allah, Rasûlünü yalanlayan müşriklerin gerçekle ilgisi olmayan sözlerini şöylece haber vermektedir: “Andolsun ki biz, onların: Ona muhakkak” getirmiş olduğu bu kitabı “bir insan öğretiyor, dediklerini biliyoruz.” Onların işaret ettikleri bu insanın dili ise “yabancıdır. Bu” Kur’an-ı Kerim “ise apaçık bir Arapçadır.” Peki, böyle bir iddianın doğru olması mümkün müdür? Az da olsa doğru olma ihtimali var mıdır? Ancak yalan söyleyen kimse, söylediği yalanın nereye varacağını düşünmeden yalan söyler. Böylece o sözün sadece anlaşılması ile reddedilmesini gerektiren çelişki ve tutarsızlıkları hemen ortaya çıkar.
#
{104} {إنَّ الذين لا يؤمنون بآيات الله}: الدالَّة دلالة صريحةً على الحقِّ المبين فيردُّونها ولا يقبلونها، {لا يهديهِمُ الله}: حيث جاءهم الهدى فردُّوه فعوقِبوا بحِرْمانِهِ وخِذْلان الله لهم. {ولهم}: في الآخرة {عذابٌ أليمٌ}.
104. “Allah’ın” apaçık hakka net bir şekilde delalet eden “âyetlerine iman etmeyenleri” ve bu âyetleri reddedip kabul etmeyen kimseleri “elbette Allah hidâyete erdirmez.” Çünkü hidâyet, onlara geldiği halde onu reddetmişlerdir. O yüzden hidâyetten mahrum edilmekle ve Allah’ın onlara tevfikini ihsan etmemesiyle cezalandırılmışlardır. “Onlara” âhirette “can yakıcı bir azap vardır.”
#
{105} {إنما يفتري الكذب}؛ أي: إنما يصدُرُ افتراء الكذب من {الذين لا يؤمنون بآيات الله}: كالمعاندين لرسولِهِ من بعد ما جاءتهم البيناتُ. {وأولئك هم الكاذبونَ}؛ أي: الكذب منحصرٌ فيهم، وعليهم أولى بأن يطلق من غيرهم. وأما محمدٌ - صلى الله عليه وسلم - المؤمن بآيات الله الخاضع لربِّه؛ فمُحالٌ أن يكذِبَ على الله، ويتقوَّل عليه ما لم يَقُلْ، فأعداؤه رَمَوْه بالكذب الذي هو وصفُهم، فأظهر الله خِزْيهم وبيَّن فضائحهم؛ فله تعالى الحمد.
105. “Yalan uydurup düzenler ancak” apaçık delillerin kendilerine gelmesinden sonra Allah’ın Peygamberine karşı inat göstererek “Allah’ın âyetlerine iman etmeyenlerdir.” Ancak böyleleri, Allah’a karşı yalan söylerler. “İşte onlar, yalancıların ta kendileridir.” Yani yalancılık yalnız onlara hastır. Başkalarındansa bunlara yalancı demek daha uygundur. Allah’ın âyetlerine iman edip Rabbine itaatle boyun eğen Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in ise Allah hakkında yalan uydurması imkânsızdır. Allah’ın söylemediği şeyleri Allah’a izafe etmesine imkân yoktur. O’nun düşmanları, onu asıl kendilerinin vasfı olan yalancılıkla itham etmişlerdir. Yüce Allah ise onların rezilliklerini açıkça ortaya koymuş ve onların bu rezil işlerini beyan etmiştir. Allah’a bundan dolayı hamd-u senâlar olsun.
Ayet: 106 - 109 #
{مَنْ كَفَرَ بِاللَّهِ مِنْ بَعْدِ إِيمَانِهِ إِلَّا مَنْ أُكْرِهَ وَقَلْبُهُ مُطْمَئِنٌّ بِالْإِيمَانِ وَلَكِنْ مَنْ شَرَحَ بِالْكُفْرِ صَدْرًا فَعَلَيْهِمْ غَضَبٌ مِنَ اللَّهِ وَلَهُمْ عَذَابٌ عَظِيمٌ (106) ذَلِكَ بِأَنَّهُمُ اسْتَحَبُّوا الْحَيَاةَ الدُّنْيَا عَلَى الْآخِرَةِ وَأَنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ (107) أُولَئِكَ الَّذِينَ طَبَعَ اللَّهُ عَلَى قُلُوبِهِمْ وَسَمْعِهِمْ وَأَبْصَارِهِمْ وَأُولَئِكَ هُمُ الْغَافِلُونَ (108) لَا جَرَمَ أَنَّهُمْ فِي الْآخِرَةِ هُمُ الْخَاسِرُونَ (109)}.
106- Her kim imanından sonra Allah’ı inkar ederse -kalbi imanla dolu olduğu halde (küfre) zorlanan müstesna, ama her kim gönlünü küfre açarsa- işte Allah’ın gazabı onların üzerinedir ve onlar için çok büyük bir azap vardır. 107- Bunun sebebi şudur: Onlar, dünya hayatını âhirete tercih etmişlerdir ve Allah da hiç şüphesiz kâfirler topluluğuna yol göstericilik etmez. 108- İşte onlar, Allah’ın kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir. İşte onlar, gafillerin ta kendisidir. 109- Hiç şüphesiz âhirette hüsrana uğrayacaklar da onlardır.
#
{106 ـ 108} يخبر تعالى عن شناعة حال مَن كَفَرَ به من بعد إيمانه فعمي بعدما أبصر، ورجع إلى الضلال بعدما اهتدى، وشَرَحَ صدرَه بالكفر راضياً به مطمئنًّا: أنَّ لهم الغضبَ الشديدَ من الربِّ الرحيم، الذي إذا غَضِبَ؛ لم يَقُمْ لغضبِهِ شيء وغضب عليهم كلُّ شيء. {ولهم عذابٌ عظيمٌ}؛ أي: في غاية الشدَّة، مع أنَّه دائمٌ أبداً. وذلك أنَّهم {استحبُّوا الحياة الدُّنيا على الآخرة}: حيث ارتدُّوا على أدبارهم؛ طمعاً في شيء من حطام الدُّنيا، ورغبةً فيه، وزهداً في خير الآخرة. فلمَّا اختاروا الكفر على الإيمان؛ منعهم الله الهداية، فلم يهدِهم؛ لأنَّ الكفر وصفُهم، فطبع على قلوبهم؛ فلا يدخُلُها خيرٌ، وعلى سمعهم وعلى أبصارهم؛ فلا ينفذُ منها ما ينفعهم ويصل إلى قلوبهم، فشملتْهم الغفلةُ وأحاط بهم الخِذْلان وحُرِموا رحمة الله التي وسعت كلَّ شيء، وذلك أنَّها أتتهم فردُّوها وعُرِضَتْ عليهم فلم يقبَلوها.
106. Şanı Yüce Allah “imanından sonra Allah’ı inkar” edip kafir olan kimselerin feci hallerini haber vermektedir. Onlar gözleri açılmışken tekrar kör olan, hidâyet bulduktan sonra dalâlete dönen, rahatlıkla ve rıza ile küfre göğüs açan kimselerdir. İşte onlar, son derece merhametli olan Rabbin oldukça ağır gazabına maruz kalacaklardır ki O, gazap etmesi halinde gazabına karşı hiçbir şey mukavemet gösteremez ve onunla birlikte her şey gazaba gelir. “Ve onlar için çok büyük bir azap vardır.” Bu azap ebedî ve sürekli, ayrıca oldukça da şiddetli ve çetindir. 107-108. “Bunun sebebi şudur: Onlar, dünya hayatını âhirete tercih etmişlerdir.” Çünkü onlar, gelip geçici dünyalığın bir bölümüne göz dikip onu istediler. Ahiret hayırlarına iltifat etmediler, ahiretten yana isteksiz davrandılar. Ne zaman ki onlar, küfrü imana tercih ettiler, Allah da onları hidâyetten mahrum bıraktı. Çünkü küfür, değişmez sıfatları olmuştur. Allah da bundan dolayı onların kalplerine mühür vurmuştur. Kalplerine hayır namına bir şey girmez. Onların kulaklarını ve gözlerini de mühürlediğinden dolayı bunlardan içeriye kendilerine faydalı olacak şeyler sızmaz ve kalplerine ulaşmaz. Bu sebepten gaflet, onları kuşatmış ve Allah’ın yardımından uzak kalmak onların çevrelerini sarmıştır. Her şeyi kuşatmış olan Allah’ın rahmetinden mahrum olmuşlardır. Buna sebep ise bu rahmet kendilerine geldiğinde onu reddetmiş olmaları, kendilerine sunulduğunda onu kabul etmemiş olmalarıdır.
#
{109} {لا جرم أنهم في الآخرة هم الخاسرون}: الذين خسروا أنفسهم وأموالهم وأهليهم يوم القيامة، وفاتهم النعيمُ المقيمُ، وحصلوا على العذاب الأليم، وهذا بخلاف من أُكْرِه على الكفر وأُجْبِر عليه، وقلبُهُ مطمئنٌ بالإيمان راغبٌ فيه؛ فإنَّه لا حرج عليه ولا إثم، ويجوزُ له النُّطق بكلمة الكفر عند الإكراه عليها. ودلَّ ذلك على أنَّ كلام المكره على الطلاق أو العتاق أو البيع أو الشراء أو سائر العقود أنَّه لا عبرةَ به ولا يترتَّب عليه حكمٌ شرعيٌّ؛ لأنَّه إذا لم يعاقَبْ على كلمة الكفر إذا أكره عليها؛ فغيرُها من باب أولى وأحرى.
109. “Hiç şüphesiz âhirette” kıyamet gününde “hüsrana uğrayacaklar da onlardır.” kendilerini zarara sokup mallarını ve ailelerini kaybederek ziyana uğrayacak, böylelikle ebedi kalıcı nimetleri elden kaçırıp can yakıcı azaba duçar olacaklardır. Küfür sözünü söylemek için zorlanan, buna mecbur tutulan, bununla birlikte kalbi iman ile dopdolu olup imanı candan benimseyen kimse ise onlar gibi değildir. Böylesi için herhangi bir vebal ve günah yoktur. Onun baskı altında küfür sözünü söylemesi caizdir. Bu, aynı zamanda hanımını boşamaya, kölesini azad etmeye, bir malı satmaya yahut satın almaya veya diğer akitlere mecbur edilen mükreh (zorlanan) kimsenin söyleyeceği sözlerin muteber olmadığına ve bunun şer’i herhangi bir hüküm/sonuç doğurmadığına delildir. Zira böyle bir kimse, zorlanması halinde küfür sözünü söylediği takdirde cezalandırılmayacağına göre bunun dışındaki sözlerden sorumlu olmaması öncelikle söz konusu olur.
Ayet: 110 - 111 #
{ثُمَّ إِنَّ رَبَّكَ لِلَّذِينَ هَاجَرُوا مِنْ بَعْدِ مَا فُتِنُوا ثُمَّ جَاهَدُوا وَصَبَرُوا إِنَّ رَبَّكَ مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَحِيمٌ (110) يَوْمَ تَأْتِي كُلُّ نَفْسٍ تُجَادِلُ عَنْ نَفْسِهَا وَتُوَفَّى كُلُّ نَفْسٍ مَا عَمِلَتْ وَهُمْ لَا يُظْلَمُونَ (111)}.
110- Sonra şüphesiz ki Rabbin, işkenceye uğratıldıktan sonra hicret eden, sonra da cihad edip sabreden kimselere; evet Rabbin bunun arkasından Ğafûrdur, Rahîmdir. 111- O gün herkes gelip kendisi(ni kurtarmak) için çabalayacaktır. Herkese yaptıklarının karşılığı eksiksiz olarak verilecek ve onlara zulmedilmeyecektir.
#
{110} أي: ثم {إنَّ ربَّك}: الذي ربَّى عباده المخلصين بلطفه وإحسانه {لغفور رحيمٌ} لمن هاجر في سبيله، وخلَّى دياره وأمواله طالباً لمرضاةِ الله، وفُتِنَ على دينه ليرجعَ إلى الكفر، فثبت على الإيمان، وتخلَّص ما معه من اليقين، ثم جاهد أعداء الله لِيُدْخِلَهم في دين الله بلسانِهِ ويدِهِ، وصَبَرَ على هذه العبادات الشاقَّة على أكثر الناس؛ فهذه أكبرُ الأسباب التي تُنال بها أعظم العطايا وأفضل المواهب، وهي مغفرة الله للذنوب صغارها وكبارها، المتضمِّن ذلك زوال كلِّ أمرٍ مكروه، ورحمته العظيمة التي بها صلحت أحوالهم واستقامت أمور دينهم ودنياهم؛ فلهم الرحمة من الله في يوم القيامة.
110. Rabbin, yani ihlaslı kullarını lütuf ve ihsanı ile terbiye eden, hiç şüphesiz kendi yolunda “hicret eden” yani yurdunu ve mallarını Allah’ın rızasını arayarak terk eden, küfre dönmek için dini dolayısıyla işkencelere maruz kalmasına rağmen iman üzere sebat gösteren ve böylelikle yakini daha da arınıp saflaşan kimseler için mağfireti bol, rahmeti pek çok olandır. Bundan sonra Allah’ın düşmanlarına karşı -onları Allah’ın dinine sokmak amacıyla- diliyle, eliyle cihad eden ve insanların çoğuna ağır gelen bu ibadetler üzere sabır ve sebat gösteren kimselere mağfiret ve rahmetini ihsan eder. Çünkü bunlar kulun kendileri vasıtasıyla en büyük lütuf ve ihsanlara, en faziletli bağışlara nail olduğu sebeplerdir. Bu sebepler, Yüce Allah’ın küçüğüyle büyüğüyle tüm günahları mağfiret etmesidir. Bu da hoşa gitmeyen her bir işin ortadan kalkmasını ihtiva eder. Bu yolla kişi, Yüce Allah’ın büyük rahmetine nail olur. Bu rahmet sayesinde ise onların halleri salah bulur, din ve dünya işleri istikamet üzere yürür. İşte kıyamet gününde böylelerine Yüce Allah’tan rahmet vardır.
#
{111} حين {تأتي كلُّ نفس تجادِلُ عن نفسها}: كلٌّ يقول: نفسي نفسي، لا يهمُه سوى نفسه؛ ففي ذلك اليوم يفتقر العبدُ إلى حصول مثقال ذرَّة من الخير. {وتُوفَّى كلُّ نفس ما عملت}: من خيرٍ وشرٍّ. {وهم لا يُظْلَمونَ}: فلا يزادُ في سيئاتهم، ولا يُنْقَصُ من حسناتهم. {فاليوم لا تُظْلَمُ نفسٌ شيئاً ولا تُجْزَوْن إلاَّ ما كنتُم تعملونَ}.
111. “O gün herkes gelip kendisi(ni kurtarmak) için çabalayacaktır.” herkes “Nefsim! Nefsim!” diyecek, kendisinden başka hiçbir kimseyle ilgilenmeyecektir. İşte böyle bir günde kul, zerre ağırlığı kadar bile olsa hayır sahibi olmaya ihtiyaç duyacaktır. “Herkese” hayır olsun şer olsun “yaptıklarının karşılığı eksiksiz olarak verilecek ve onlara zulmedilmeyecektir.” Kötülüklerine bir ek yapılmayacağı gibi iyiliklerinden de hiçbir şey eksiltilmeyecektir. “O günde hiçbir kimseye en ufak bir zulüm yapılmaz. Siz ancak işlediğinizin karşılığını görürsünüz.” (Yâsîn, 36/54)
Ayet: 112 - 113 #
{وَضَرَبَ اللَّهُ مَثَلًا قَرْيَةً كَانَتْ آمِنَةً مُطْمَئِنَّةً يَأْتِيهَا رِزْقُهَا رَغَدًا مِنْ كُلِّ مَكَانٍ فَكَفَرَتْ بِأَنْعُمِ اللَّهِ فَأَذَاقَهَا اللَّهُ لِبَاسَ الْجُوعِ وَالْخَوْفِ بِمَا كَانُوا يَصْنَعُونَ (112) وَلَقَدْ جَاءَهُمْ رَسُولٌ مِنْهُمْ فَكَذَّبُوهُ فَأَخَذَهُمُ الْعَذَابُ وَهُمْ ظَالِمُونَ (113)}.
112- Allah bir kasabayı misal getirdi ki o, güven ve huzur içindeydi. Rızkı, ona her bir yandan bol bol geliyordu. Derken (ahalisi) Allah’ın nimetlerine nankörlük etti. Allah da onlara işledikleri yüzünden açlık ve korku elbisesini (giydirip bunları iyice) tattırdı. 113- Andolsun ki onlara içlerinden bir peygamber geldi de onu yalanladılar. Bu sebeple de onlar zulüm içersindeyken azap kendilerini yakalayıverdi.
#
{112 ـ 113} وهذه القرية هي مكَّة المشرَّفة التي كانت آمنةً مطمئنةً لا يُهاج فيها أحدٌ، وتحترِمها الجاهليَّةُ الجَهْلاءُ، حتى إنَّ أحدهم يجد قاتلَ أبيه وأخيه فلا يَهيجُهُ مع شدَّة الحميَّة فيهم والنعرة العربيَّة، فحصل لها من الأمن التامِّ ما لم يحصلْ لسواها، وكذلك الرزق الواسع، كانت بلدة ليس فيها زرعٌ ولا شجرٌ، ولكنْ يسَّرَ الله لها الرزقَ يأتيها من كلِّ مكان، فجاءهم رسولٌ منهم يعرِفون أمانته وصدقَه؛ يدعُوهم إلى أكمل الأمور، وينهاهم عن الأمور السيِّئة، فكذَّبوه وكفروا بنعمة الله عليهم، فأذاقهم الله ضدَّ ما كانوا فيه، وألبسهم {لباس الجوع} الذي هو ضدُّ الرَّغَدِ، {والخوفِ} الذي هو ضدُّ الأمن، وذلك بسبب صنيعهم وكفرِهم وعدم شُكْرِهم، وما ظَلَمَهُمُ الله ولكنْ كانوا أنفسَهم يظلمِونَ.
112-113. Burda sözü edilen kasaba rahat, huzur ve güvenlik içerisinde bulunan, hiçbir kimsenin rahatsız ve tedirgin edilmediği, o kapkaranlık cahiliyenin dahi saygı gösterdiği Mekke-i Mükerreme’dir. Öyle ki cahiliye döneminde herhangi bir kimse, orada babasının ve kardeşinin katilini bile görse -aşırı intikam hırsı ve o dönemin Araplarına has kabileciliğe rağmen- onu rahatsız etmiyordu. Mekke’de tam bir güvenlik ortamı vardı. Ordaki güvenlik, başka hiç bir yerde yoktu. Rızık genişliği bakımından da böyleydi. Orası ekin ekilen, ağaç yetişen bir belde olmamakla birlikte Allah, oraya her bir yerden rızık gelmesinin yollarını kolaylaştırmıştı. İşte onlara kendi içlerinden güvenilirliğini ve doğruluğunu bildikleri bir peygamber geldi. Bu peygamber onları en mükemmel şeylere davet ediyor, kötü işleri de onlara yasaklıyordu. Onlarsa bu peygamberi yalanladılar. Allah’ın, üzerlerinde olan nimetlerine karşı nankörlük ettiler. Bunun üzerine Allah, içinde bulundukları halin zıddını kendilerine tattırdı. Onlara rahat ve bolluğun zıddı olan açlık elbisesini giydirdi. Güvenliğin zıddı olan korkuyu tattırdı. Bu ise yaptıklarının, küfür ve nankörlükleri ile şükretmeyişlerinden dolayı idi. “Allah onlara zulmetmedi. Fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.” (en-Nahl, 16/33)
Ayet: 114 - 118 #
{فَكُلُوا مِمَّا رَزَقَكُمُ اللَّهُ حَلَالًا طَيِّبًا وَاشْكُرُوا نِعْمَتَ اللَّهِ إِنْ كُنْتُمْ إِيَّاهُ تَعْبُدُونَ (114) إِنَّمَا حَرَّمَ عَلَيْكُمُ الْمَيْتَةَ وَالدَّمَ وَلَحْمَ الْخِنْزِيرِ وَمَا أُهِلَّ لِغَيْرِ اللَّهِ بِهِ فَمَنِ اضْطُرَّ غَيْرَ بَاغٍ وَلَا عَادٍ فَإِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ (115) وَلَا تَقُولُوا لِمَا تَصِفُ أَلْسِنَتُكُمُ الْكَذِبَ هَذَا حَلَالٌ وَهَذَا حَرَامٌ لِتَفْتَرُوا عَلَى اللَّهِ الْكَذِبَ إِنَّ الَّذِينَ يَفْتَرُونَ عَلَى اللَّهِ الْكَذِبَ لَا يُفْلِحُونَ (116) مَتَاعٌ قَلِيلٌ وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ (117) وَعَلَى الَّذِينَ هَادُوا حَرَّمْنَا مَا قَصَصْنَا عَلَيْكَ مِنْ قَبْلُ وَمَا ظَلَمْنَاهُمْ وَلَكِنْ كَانُوا أَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ (118)}.
114- O halde Allah’ın size verdiği rızıklardan helâl, hoş ve temiz olarak yiyin ve Allah’ın nimetine şükredin, eğer yalnız O’na ibadet ediyorsanız… 115- O, size ancak leşi, kanı, domuz etini ve Allah’tan başkasının adı anılarak boğazlanmış olan (hayvan)ları haram kıldı. Kim mecbur kalır da (harama) saldırmamak ve haddi aşmamak (kaydıyla bunlardan yerse) şüphesiz Allah Ğafûrdur, Rahîmdir. 116- Dillerinizin yalan yere nitelediği şeyler için: “Şu helâldir, şu da haramdır” demeyin. Çünkü Allah hakkında yalan uydurmuş olursunuz. Şüphe yok ki Allah hakkında yalan uyduranlar iflâh olmazlar. 117- (Bu iftira ile) az bir menfaat (elde ederler.) Ama onlar için elemli bir azap vardır. 118- Yahudilere ise daha önce sana anlattığımız şeyleri haram kılmıştık. Biz onlara zulmetmedik. Ama onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.
#
{114} يأمر عباده بأكل ما رزقهم الله من الحيوانات والحبوب والثمار وغيرها. {حلالاً طيِّباً}؛ أي: حالة كونها متَّصفة بهذين الوصفين؛ بحيث لا تكون مما حرَّم الله أو أثراً من غَصْبٍ ونحوه؛ فتمتَّعوا بما خَلَقَ الله لكم من غير إسرافٍ ولا تَعَدٍّ. {واشكُروا نعمةَ الله}: بالاعتراف بها بالقلب، والثناء على الله بها، وصرفها في طاعة الله. {إن كنتُم إيَّاه تعبُدون}؛ أي: إن كنتُم مخلصين له العبادةَ؛ فلا تشكُروا إلاَّ إيَّاه، ولا تنسَوا المنعم.
114. Şanı Yüce Allah, kullarına rızık olarak ihsan etmiş olduğu hayvanların etlerinden, tahıllardan ve diğer mahsüllerden “helâl, hoş ve temiz olarak” yemelerini emretmektedir. Yani onların bu yedikleri, bu iki niteliğe birden sahip olmalıdır. Şöyle ki Allah’ın haram kıldığı şeylerden yahut da gasp ve benzeri yollarla elde edilmiş şeylerden olmamalıdır. O halde Allah’ın sizin için yaratmış olduklarından israfa kaçmadan ve haddi aşmadan faydalanın. “ve Allah’ın nimetine şükredin.” Yani kalbinizle bu nimetlerin ondan geldiğini itiraf edin, bu nimetler dolayısıyla Allah’a hamd-u senâda bulunun ve onları Allah’a itaat uğrunda kullanın. “eğer yalnız O’na ibadet ediyorsanız” ihlâsla yalnız O’na ibadet ediyorsanız O’ndan başkasına şükretmeyin ve bu nimetleri size ihsan edeni unutmayın.
#
{115} {إنَّما حرَّم عليكم}: الأشياء المضرَّة تنزيهاً لكم، وذلك: كالميتة، ويدخُلُ في ذلك كلُّ ما كان موته على غير ذكاةٍ مشروعة، ويُستثنى منه ميتة الجرادِ والسمكِ. {والدَّمَ}: المسفوح، وأما ما يبقى في العروق واللحم؛ فلا يضرُّ. {ولحم الخنزير}: لقذارتِهِ وخبثِهِ، وذلك شامل للحمه وشحمه وجميع أجزائه. {وما أُهِلَّ لغير الله به}: كالذي يذبح للأصنام والقبور ونحوها؛ لأنه مقصودٌ به الشرك. {فمن اضْطُرَّ}: إلى شيء من المحرَّمات؛ بأن حملته الضرورةُ وخاف إن لم يأكُلْ أن يَهْلِكَ؛ فلا جناحَ عليه إذا لم يكن باغياً أو عادياً؛ أي: إذا لم يُرِدْ أكل المحرَّم، وهو غير مضطرٍّ ولا متعدٍّ الحلال إلى الحرام أو متجاوزٍ لما زادَ على قَدْرِ الضرورة؛ فهذا الذي حرَّمه الله من المباحات.
115. “O size ancak” zararlı olan şeyleri, sizi bu zararlardan korumak maksadı ile “haram kıldı.” Ki bunlar şunlardır: “Leş”; bunun kapsamına dine uygun kesim olmaksızın ölmüş bütün hayvanlar girer. Ancak çekirge ve balıkların ölüleri bundan müstesnadır. Akmış “kan” da haramdır. Ancak (kesim sonrası) damarlarda ve etin iç kısımlarında kalan kan müstesnadır. “Domuz eti” pisliği ve temiz olmaması dolayısıyla haramdır. Eti, yağı ve domuzun bütün bölümleri bu kapsama dahildir. Yine putlara, kabirlere/türbelere/yatırlara vb. kesilenler gibi “Allah’tan başkasının adı anılarak boğazlanmış olan (hayvan)lar” da haramdır. Çünkü bunların kesim maksadı şirktir. “Kim” bu haram kılınan şeylerden yemek hususunda “mecbur kalır da” eğer bunlardan yemeyecek olursa ölmekten korkacak derecede zaruret halinde bulunursa (harama) saldırmamak ve haddi aşmamak” şartıyla bunlardan yemesinde bir sakınca yoktur. Yani zaruret halinde değilse bu haram kılınan şeylerden yememelidir ve helâl sınırını aşıp harama saldırmamalıdır yahut da zaruret halinin gerektirdiği noktadan fazlasını yememelidir. İşte Allah’ın bir sürü mubah arasında haram kıldıkları bunlardır.
#
{116} {ولا تقولوا لما تَصِفُ ألسنتُكم الكَذِبَ هذا حلالٌ وهذا حرامٌ}؛ أي: لا تحرِّموا وتحلِّلوا من تلقاء أنفسكم كذباً وافتراءً على الله وتقوُّلاً عليه؛ {لتَفْتَروا على الله الكذِبَ إنَّ الذين يفترونَ على الله الكَذِبَ لا يفلِحونَ}: لا في الدُّنيا ولا في الآخرة، ولا بدَّ أن يُظْهِرَ الله خِزْيَهم.
116. Yani Yüce Allah’a iftirada bulunup O’nun hakkında söylemediği şeyleri söyleyerek, kendiliğinizden yalan yere haram ve helâl koymayın. “Çünkü Allah hakkında yalan uydurmuş olursunuz. Şüphe yok ki Allah hakkında yalan uyduranlar” dünyada da âhirette de “iflâh olmazlar.” Allah’ın onların rezilliklerini açığa çıkarması kaçınılmaz bir şeydir.
#
{117} وإن تمتَّعوا في الدُّنيا؛ فإنَّه {متاعٌ قليلٌ}: ومصيرهم إلى النار، {ولهم عذابٌ أليمٌ}.
117. Dünya hayatında faydalansalar bile bu pek “az bir menfaat”tir. “Ama” varacakları yer, cehennem ateşidir. Hem de “onlar için elemli bir azap vardır.”
#
{118} فالله تعالى ما حرَّم علينا إلاَّ الخبيثات تفضُّلاً منه وصيانةً عن كلِّ مستقذرٍ، وأما الذين هادوا؛ فحرَّم الله عليهم طيباتٍ أُحِلَّت لهم بسبب ظُلْمِهم عقوبةً لهم؛ كما قَصَّه في سورة الأنعام في قوله: {وعلى الذين هادوا حَرَّمْنا كلَّ ذي ظُفُرٍ ومن البقر والغنم حرَّمْنا عليهم شحومَهُما إلاَّ ما حَمَلَتْ ظهورُهما أوِ الحوايا أو ما اختلَطَ بعظمٍ ذلك جزيناهم ببغيهم وإنَّا لصادقونَ}.
118. Allah, bizlere ancak pis ve murdar olan şeyleri kendinden bir lütuf olmak üzere ve bizleri her türlü pis ve tiksinti verici şeylerden korumak için haram kılmıştır. Yahudilere gelince Allah, zulümleri dolayısıyla kendilerine bir ceza olmak üzere önceleri kendilerine helâl olan hoş ve temiz şeyleri onlara haram kılmıştır. Nitekim Yüce Allah, En’âm sûresinde bu hususu şöyle dile getirmektedir: “Yahudilere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Onlara sığır ve koyunun iç yağlarını da haram kıldık. Ancak sırtlarına veya bağırsaklarına yapışan ya da kemiğe karışanlar hariç. Onları zulümleri yüzünden bununla cezalandırdık. Şüphesiz biz doğru söyleyenleriz.” (el-En’âm, 6/146)
Ayet: 119 #
{ثُمَّ إِنَّ رَبَّكَ لِلَّذِينَ عَمِلُوا السُّوءَ بِجَهَالَةٍ ثُمَّ تَابُوا مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ وَأَصْلَحُوا إِنَّ رَبَّكَ مِنْ بَعْدِهَا لَغَفُورٌ رَحِيمٌ (119)}.
119- Sonra şüphesiz ki Rabbin cehaletle bir kötülük işleyen, sonra da arkasından tevbe edip hallerini düzelten kimseler hakkında, evet Rabbin bunun arkasından elbette Ğafûrdur, Rahîmdir.
#
{119} وهذا حضٌّ منه لعبادِهِ على التوبة ودعوةٌ لهم إلى الإنابة، فأخبر أنَّ من عمل سوءاً {بجهالةٍ}: بعاقبةٍ ما تَجْني عليه، ولو كان متعمِّداً للذنب؛ فإنَّه لا بدَّ أن ينقص ما في قلبه من العلم وقتَ مقارفة الذنب؛ فإذا تاب وأصلح بأنْ تَرَكَ الذنب وندم عليه وأصلح أعمالَه؛ فإنَّ الله يغفر له ويرحمُه ويتقبَّل توبتَه ويعيدُه إلى حالته الأولى أو أعلى منها.
119. Bununla Yüce Allah, kullarını tevbe etmeye teşvik etmekte, onları kendisine dönmeye davet etmektedir. Bu buyruğunda Allah, yaptığı kötülüğün akıbetinden yana cehalet içinde olduğu bir halde kötülük işleyen kimsenin -bu günahı kasten işlese dahi- kalbindeki ilimden bir kısmının -günahı işlediği esnada- azalmasının kaçınılmaz olduğunu haber vermektedir. Şâyet o günahı terk etmek, ondan dolayı pişman olmak ve amellerini ıslah etmek suretiyle tevbe edip halini düzeltirse şüphesiz Allah, ona mağfiret buyurur ve merhamet eyler. Tevbesini kabul eder ve onu ya önceki haline veya ondan daha üstün bir hale ulaştırır.
Ayet: 120 - 123 #
{إِنَّ إِبْرَاهِيمَ كَانَ أُمَّةً قَانِتًا لِلَّهِ حَنِيفًا وَلَمْ يَكُ مِنَ الْمُشْرِكِينَ (120) شَاكِرًا لِأَنْعُمِهِ اجْتَبَاهُ وَهَدَاهُ إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ (121) وَآتَيْنَاهُ فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَإِنَّهُ فِي الْآخِرَةِ لَمِنَ الصَّالِحِينَ (122) ثُمَّ أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ أَنِ اتَّبِعْ مِلَّةَ إِبْرَاهِيمَ حَنِيفًا وَمَا كَانَ مِنَ الْمُشْرِكِينَ (123)}.
120- Gerçekten İbrahim bir ümmet/önder, Allah'a karşı itaatkar ve hanif idi. Asla müşriklerden değildi. 121- O’nun nimetlerine şükredendi. O da onu beğenip şeçmiş ve dosdoğru bir yola iletmişti. 122- Biz ona dünyada bir güzellik verdik. Şüphesiz ki o, âhirette de mutlaka salihlerdendir. 123- Sonra biz sana: “Hanif olarak İbrahim’in dinine uy. O, müşriklerden değildi” diye vahyettik.
#
{120} يخبر تعالى عمَّا فَضَّلَ به خليلَه إبراهيم عليه الصلاة والسلام وخصَّه به من الفضائل العالية والمناقب الكاملة، فقال: {إنَّ إبراهيم كان أمَّةً}؛ أي: إماماً جامعاً لخصال الخير هادياً مهتدياً، {قانتاً لله}؛ أي: مديماً لطاعة ربِّه مخلصاً له الدين، {حنيفاً}: مقبلاً على الله بالمحبَّة والإنابة والعبوديَّة، معرضاً عمَّن سواه. {ولم يَكُ من المشركين}: في قولِهِ وعمله وجميع أحواله؛ لأنَّه إمام الموحدين الحنفاء.
120. Yüce Allah, bu buyruklarda, halili İbrahim aleyhisselam’a vermiş olduğu üstünlükleri, özellikle ona tahsis etmiş olduğu faziletleri ve mükemmel özellikleri haber vererek şöyle buyurmaktadır: “Gerçekten İbrahim bir ümmet/önder idi.” Yani her türlü hayır hasletlerini kendisinde toplayan, hidâyete götüren ve hidâyete ermiş bir imam/önder idi. “Allah'a karşı itaatkar” yani devamlı Rabbine itaat eden ve dinini yalnız O’na halis kılan “ve hanif” Yani sevgiyle ve ubûdiyetle Rabbine dönen, O’nun dışındakilerden yüz çevirerek yalnızca Allah’a yönelen bir kimse “idi.” Sözüyle, ameliyle ve bütün halleriyle o, “asla müşriklerden değildi.” Çünkü o, muvahhid ve haniflerin önderidir.
#
{121} {شاكراً لأنعمِهِ}؛ أي: آتاه الله في الدُّنيا حسنةً، وأنعم عليه بنعمٍ ظاهرةٍ وباطنةٍ، فقام بشكرها، فكان نتيجةُ هذه الخصال الفاضلة أنِ {اجتباه} ربُّه واختصَّه بخلَّته وجعله من صفوة خلقِهِ وخيار عباده المقرَّبين. {وهداه إلى صراطٍ مستقيم}: في علمه وعمله، فعلم بالحقِّ وآثره على غيره.
121. “O’nun nimetlerine şükredendi.” Allah, ona dünyada bir iyilik ve güzellik vermiş, ona zahiri ve batıni pek çok nimetler ihsan etmişti. O da bu nimetlerin şükürlerini edâ etmişti. İşte bütün bu üstün hasletlerinin bir sonucu olarak da Rabbi “onu beğenip seçmiş” onu kendisinin özel dostu kılmış, yarattıklarının seçkinleri, kendisine yakınlaştırdığı kullarının hayırlıları arasına katmıştır. İlminde ve amelinde “kendisini dosdoğru bir yola iletmişti.” Böylelikle o, hakkı bilmiş ve onu başka şeylere tercih etmişti.
#
{122} {وآتيناه في الدُّنيا حسنةً}: رزقاً واسعاً، وزوجةً حسناء، وذرِّيَّة صالحين، وأخلاقاً مرضية. {وإِنَّه في الآخرة لمنَ الصَّالحين}: الذين لهم المنازل العاليةُ والقُرْبُ العظيم من الله تعالى.
122. “Biz ona dünyada bir güzellik” geniş bir rızık, güzel bir eş, salih bir zürriyet ve üstün bir ahlâk “verdik. Şüphesiz ki o, âhirette de mutlaka” üstün mevkilere sahip ve Allah’a olabildiğince yakınlaştırılmış “salihlerdendir.”
#
{123} ومن أعظم فضائله أنَّ الله أوحى لسيِّد الخلق وأكملِهِم أن يتَّبع ملَّة إبراهيم ويقتدي به هو وأمَّته.
123. İbrahim aleyhisselam’ın faziletlerinin en büyüklerinden birisi de Allah’ın, insanların efendisi ve en mükemmeli olanına, İbrahim’in dinine tâbi olmasını vahyedip ümmeti ile birlikte ona uymasını emretmiş olmasıdır.
Ayet: 124 #
{إِنَّمَا جُعِلَ السَّبْتُ عَلَى الَّذِينَ اخْتَلَفُوا فِيهِ وَإِنَّ رَبَّكَ لَيَحْكُمُ بَيْنَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فِيمَا كَانُوا فِيهِ يَخْتَلِفُونَ (124)}.
124- Cumartesi (yasağı) ancak onda ihtilafa düşenlere farz kılınmıştı. Şüphesiz ki Rabbin, ihtilâf edegeldikleri şey hakkında Kıyamet günü aralarında hükmedecektir.
#
{124} يقول تعالى: {إنَّما جُعِلَ السَّبْتُ}؛ أي: فرضاً {على الذين اختلفوا فيه}: حين ضلُّوا عن يوم الجمعة، وهم اليهود، فصار اختلافهم سبباً لأن يجب عليهم في السبتِ احترامه وتعظيمه، وإلاَّ؛ فالفضيلةُ الحقيقيَّة ليوم الجمعة، الذي هدى الله هذه الأمة إليه. {وإنَّ ربَّك لَيحكُمُ بينهم يوم القيامة فيما كانوا فيه يختلفون}: فيبيِّن لهم المحقَّ من المبطِل والمستحقَّ للثواب ممن استحقَّ العذاب.
124. “Cumartesi (yasağı) ancak onda ihtilâfa düşenlere” Cuma gününün üstünlüğü hususunda sapmaları üzerine “farz kılınmıştı.” Bunlar, Yahudilerdir. Onların bu konuda ihtilafa düşmeleri, Cumartesi gününe saygı ve ta’zim göstermelerinin farz kılınmasına sebep teşkil etmişti. Yoksa gerçek fazilet, Allah’ın bu ümmeti kendisine hidâyet eylediği Cuma gününe aittir. “Şüphesiz ki Rabbin, ihtilâf edegeldikleri şey hakkında kıyamet günü aralarında hükmedecektir.” Onlara kimin hak üzere, kimin de batıl peşinde olduğunu, kimin sevap ve mükâfatı, kimin de azabı hak ettiğini beyan edecektir.
Ayet: 125 #
{ادْعُ إِلَى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُمْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ إِنَّ رَبَّكَ هُوَ أَعْلَمُ بِمَنْ ضَلَّ عَنْ سَبِيلِهِ وَهُوَ أَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ (125)}.
125- Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et. Onlarla mücadeleni en güzel yolla yap. Şüphesiz ki Rabbin, yolundan sapanları en iyi bilendir. O, hidâyette olanları da çok iyi bilendir.
#
{125} أي: ليكن دعاؤك للخلق مسلمهم وكافرهم إلى سبيل ربِّك المستقيم المشتمل على العلم النافع والعمل الصالح، {بالحكمة}؛ أي: كل أحدٍ على حسب حاله وفَهْمه وقَبوله وانقياده، ومن الحكمة الدعوةُ بالعلم لا بالجهل، والبدأة بالأهمِّ فالأهمِّ، وبالأقربِ إلى الأذهان والفهم، وبما يكون قَبوله أتمَّ، وبالرفق واللين؛ فإنِ انقاد بالحكمة، وإلاَّ؛ فينتقل معه بالدعوة بالموعظة الحسنة، وهو الأمر والنهي المقرون بالترغيب والترهيب: إما بما تشتمل عليه الأوامر من المصالح وتعدادها والنواهي من المضار وتعدادها، وإما بذكر إكرام من قامَ بدين الله وإهانةِ من لم يقُم به، وإما بذكر ما أعدَّ الله للطائعين من الثواب العاجل والآجل وما أعدَّ للعاصين من العقاب العاجل والآجل؛ فإن كان المدعوُّ يرى أن ما [هو] عليه حقٌّ، أو كان داعيةً إلى الباطل؛ فيجادَلُ بالتي هي أحسن، وهي الطُّرق التي تكون أدعى لاستجابته عقلاً ونقلاً، ومن ذلك الاحتجاج عليه بالأدلَّة التي كان يعتقدها؛ فإنَّه أقرب إلى حصول المقصود وأن لا تؤدِّي المجادلة إلى خصام أو مشاتمةٍ تذهب بمقصودها ولا تحصُل الفائدة منها، بل يكون القصدُ منها هداية الخلق إلى الحقِّ لا المغالبة ونحوها. وقوله: {إنَّ ربَّك هو أعلم بمن ضلَّ عن سبيله}؛ علم السبب الذي أدَّاه إلى الضلال، وعلم أعماله المترتِّبة على ضلالته، وسيجازيه عليها. {وهو أعلم بالمهتدين}: علم أنَّهم يَصْلُحون للهداية فهداهم، ثم منَّ عليهم فاجتباهم.
125. Yani müslümanlarıyla, kâfirleriyle insanları Rabbinin, faydalı ilmi ve salih ameli kapsayan dosdoğru yoluna davet et! Bu daveti de “hikmetle” yap. Yani herkese durumuna ve kavrayışına uygun, kabul ve itaatini sağlayacak şekilde davette bulun. Bilgisizce değil de ilimle davet etmek, daha önemli olan şeylere öncelik tanımak, zihinlerin daha kolay anlayıp kavrayabilecekleri, daha kolay kabul edilebilir şeyleri öne almak ve yumuşaklıkla davette bulunmak, hikmetle davetin kapsamı içerisindedir. Eğer muhatap, hikmet ile davete icabet ederse mesele yok, aksi takdirde onun “güzel öğütle” davet edilmesi yoluna gidilmelidir. Bu, yerine göre teşvik ve korkutmaların eşlik ettiği emir ve yasakların anlatılmasıyla yapılır. Bu da ya emirlerin ihtiva ettiği faydaları ve yasakların ihtiva ettiği zararları zikredip saymak suretiyle yapılır yahut da Allah’ın, dininin gereklerini yerine getirenlere yönelik ikram ve ihsanlarını, gereklerini yerine getirmeyen kimseleri de hakir düşürüp değersiz kıldığını hatırlatmakla ya da Yüce Allah’ın kendisine itaat eden kimselere hazırlamış olduğu dünyevi ve uhrevi mükâfatları, buna karşılık isyankârlara hazırlamış olduğu dünyevi ve uhrevi cezaları söz konusu etmekle olur. âyet davet olunan kişi, kendisinin hak üzere olduğu yahut da kendisini davet edenin batıl üzere olduğu görüşünde ise o zaman böyle bir kimseyle en güzel yol hangisi ise o yolla mücadele edilir, tartışılır. Bu da aklen ve naklen daveti kabul etmesini daha çok sağlayabilecek olan yoldur. Onun delil diye kabul ettiği şeyleri ona karşı aleyhte delil olarak ortaya koymak bu kabildendir. Böyle bir şey, maksadın gerçekleşmesi ihtimalini daha da yükseltir. Diğer taraftan bu mücadelenin düşmanlığa veyahut da karşılıklı hakarete varmaması gerekir. İşte bu durumda mücadelenin maksadı ortadan kalkar ve ondan gözetilen fayda gerçekleşmez. Mücadelede amaç, insanları hakka iletmek olmalıdır. Onlarla yarışmak ve onları yenik düşürmek gibi maksatlarla yapılmamalıdır. “Şüphesiz ki Rabbin, yolundan sapanları en iyi bilendir.” Kişiyi sapıklığa götüren sebebi de onun sapması sonucu ortaya çıkan amellerini de en iyi O bilir ve buna karşılık o kimseyi O cezalandıracaktır. “O hidâyette olanları da çok iyi bilendir.” Onların hidâyete elverişli kimseler olduklarını bildiğinden onları hidâyete iletmiştir, daha sonra da onlara lütuf ve ihsanda bulunarak onları hidâyetine seçmiştir.
Ayet: 126 - 128 #
{وَإِنْ عَاقَبْتُمْ فَعَاقِبُوا بِمِثْلِ مَا عُوقِبْتُمْ بِهِ وَلَئِنْ صَبَرْتُمْ لَهُوَ خَيْرٌ لِلصَّابِرِينَ (126) وَاصْبِرْ وَمَا صَبْرُكَ إِلَّا بِاللَّهِ وَلَا تَحْزَنْ عَلَيْهِمْ وَلَا تَكُ فِي ضَيْقٍ مِمَّا يَمْكُرُونَ (127) إِنَّ اللَّهَ مَعَ الَّذِينَ اتَّقَوْا وَالَّذِينَ هُمْ مُحْسِنُونَ (128)}.
126- Eğer bir ceza verecek olursanız size yapılanın aynıyla ceza verin. Eğer sabrederseniz elbette bu, sabredenler için daha hayırlıdır. 127- Sen sabret, ki senin sabrın ancak Allah'ın yardımıyladır, onlar için üzülme ve kurmakta oldukları tuzaklardan dolayı da endişe etme. 128- Çünkü Allah, korkup sakınanlarla ve ihsan sahipleriyle beraberdir.
#
{126} يقول تعالى مبيحاً للعدل ونادباً للفضل والإحسان: {وإنْ عاقَبْتُم}: مَنْ أساء إليكم بالقول والفعل، {فعاقِبوا بمثل ما عُوقِبْتُم به}: من غير زيادةٍ منكم على ما أجراه معكم. {ولَئِن صبرتُم}: عن المعاقبة وعفوتُم عن جرمهم، {لهو خيرٌ للصَّابرينَ}: من الاستيفاء، وما عند الله خيرٌ لكم وأحسن عاقبةً؛ كما قال تعالى: {فمن عفا وأصْلَحَ فأجْرُهُ على الله}.
126. Yüce Allah, adaletle cezalandırmayı mubah kılmak, ama fazilet ve ihsanı da teşvik etmek üzere şöyle buyurmaktadır: “Eğer” söz ve davranışıyla size karşı kötü davranan kimselere “bir ceza verecek olursanız” size yapılanların daha fazlasını yapmaksızın “size yapılanın aynıyla ceza verin. Eğer sabrederseniz” ceza vermeyerek onların suçlarını bağışlayacak olursanız “elbette bu, sabredenler için” haksızlığa karşılık vermekten “daha hayırlıdır.” Allah’ın nezdindeki senin için daha hayırlıdır, âkıbeti de daha güzeldir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Kim affeder ve ıslah edip düzeltirse onun ecrini vermek Allah’a aittir” (eş-Şûrâ, 42/40)
#
{127 ـ 128} ثم أمر رسوله بالصبر على دعوةِ الخلق إلى الله والاستعانة بالله على ذلك وعدم الاتِّكال على النفس، فقال: {واصْبِرْ وما صَبْرُكَ إلاَّ بالله}: هو الذي يُعينك عليه ويُثَبِّتُك. {ولا تَحْزَنْ عليهم}: إذا دعوتَهم فلم تَرَ منهم قَبولاً لدعوتِكَ؛ فإنَّ الحزن لا يُجْدي عليك شيئاً. {ولا تَكُ في ضَيْقٍ}؛ أي: شدَّة وحَرَج {مما يمكُرون}: فإنَّ مكرهم عائدٌ إليهم، وأنت من المتَّقين المحسنين، والله مع المتقين المحسنين بعونه وتوفيقه وتسديده، وهم الذين اتَّقوا الكفر والمعاصي، وأحسنوا في عبادة الله؛ بأن عبدوا الله كأنَّهم يرونَه؛ فإنْ لَم يكُونوا يَرَوْنه فإنَّه يراهم، والإحسان إلى الخلق ببذل النفع لهم من كل وجه. نسأل الله أن يَجْعَلَنا من المتقين المحسنين.
127. Yüce Allah, Peygamberine insanları Allah’ın yoluna davet etmek yolunda sabırlı davranmasını ve bu uğurda Allah’tan yardım dileyerek kendi gücüne güven duymamasını emredip şöyle buyurmaktadır: “Sen sabret, ki senin sabrın ancak Allah'ın yardımıyladır.” Sabır üzere sana yardımcı olan ve sebat veren O’dur. Onları davet edip de davetini kabul etmediklerini görecek olursan da “onlar için üzülme” Çünkü üzülmenin sana bir faydası yoktur. “Kurmakta oldukları tuzaklardan dolayı da endişe etme!” Bundan dolayı darlanma, sıkılma! Çünkü onların bu tuzakları kendi başlarına geçecektir. Ayrıca sen korkup sakınanlardan (muttakilerden) ve ihsan sahibi kimselerdensin. Allah da yardımıyla, tevfikiyle ve doğruya ulaştırmasıyla “korkup sakınanlarla ve ihsan sahipleriyle beraberdir.” Ki onlar, küfür ve günahlardan korunup sakınan, Yüce Allah’a O’nu görüyormuşcasına, O’nu görmüyorsa dahi O’nun kendisini gördüğünün bilinci içinde ihsan üzere ibadet eden, bunun yanı sıra her yönüyle insanlara karşılık gözetmeksizin faydalı olmaya çalışan kimselerdirler. Yüce Allah’tan bizleri muttakî ve ihsan sahibi kullarından eylemesini niyaz ederiz.
ahl Sûresi’nin tefsiri burada sona ermektedir. Hamd, lütuf ve ihsanı dolayısıyla yalnız Allah’adır.
***