(Mekke’de inmiştir. 52 âyettir)
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adı ile.
{الر كِتَابٌ أَنْزَلْنَاهُ إِلَيْكَ لِتُخْرِجَ النَّاسَ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ بِإِذْنِ رَبِّهِمْ إِلَى صِرَاطِ الْعَزِيزِ الْحَمِيدِ (1) اللَّهِ الَّذِي لَهُ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَوَيْلٌ لِلْكَافِرِينَ مِنْ عَذَابٍ شَدِيدٍ (2) الَّذِينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا عَلَى الْآخِرَةِ وَيَصُدُّونَ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ وَيَبْغُونَهَا عِوَجًا أُولَئِكَ فِي ضَلَالٍ بَعِيدٍ (3)}
1- Elif, Lâm, Râ. Bu; sana, insanları Rablerinin izni ile karanlıklardan nura, Azîz ve Hamîd olan Allah'ın yoluna çıkarman için indirdiğimiz bir Kitaptır.
2- O Allah ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. Şiddetli azaptan dolayı vay o kâfirlerin haline!
3- Onlar ki dünya hayatını âhirete tercih ederler, Allah yolundan alıkoyarlar ve onu eğri göstermek isterler. İşte onlar, uzak bir sapıklık içerisindedirler.
#
{1 ـ 2} يخبر تعالى أنه أنزل كتابه على رسوله محمد - صلى الله عليه وسلم -؛ لنفع الخلق؛ ليخرج الناس من ظلمات الجهل والكفر والأخلاق السيِّئة وأنواع المعاصي إلى نور العلم والإيمان والأخلاق الحسنة. وقوله: {بإذن ربِّهم}؛ أي: لا يحصل منهم المراد المحبوب لله إلا بإرادةٍ من الله ومعونة؛ ففيه حثٌّ للعباد على الاستعانة بربهم. ثم فسَّر النور الذي يهديهم إليه هذا الكتاب، فقال: {إلى صراط العزيز الحميد}؛ أي: الموصل إليه وإلى دار كرامته، المشتمل على العلم بالحقِّ والعمل به. وفي ذكر العزيز الحميد بعد ذكر الصراط الموصل إليه إشارة إلى أنَّ مَنْ سَلَكه؛ فهو عزيزٌ بعزِّ الله، قويٌّ ولو لم يكن له أنصار إلاَّ الله، محمودٌ في أموره، حسن العاقبة، وليدلَّ ذلك على أنَّ صراطَ الله من أكبر الأدلَّة على ما لله من صفات الكمال ونعوت الجلال، وأنَّ الذي نصبه لعباده عزيزُ السلطان حميدٌ في أقواله وأفعاله وأحكامه، وأنه مألوهٌ معبودٌ بالعبادات التي هي منازل الصراط المستقيم، وأنه كما أن له ملك السماوات والأرض خلقاً ورزقاً وتدبيراً؛ فله الحكم على عباده بأحكامه الدينيَّة؛ لأنَّهم ملكه، ولا يَليق به أن يترُكَهم سدىً. فلما بيَّن الدليل والبرهان؛ توعَّد مَن لم يَنْقَدْ لذلك، فقال: {وويلٌ للكافرين من عذابٍ شديدٍ}: لا يقدَّر قَدْره، ولا يوصَفُ أمره.
1-2. Yüce Allah, kitabını Rasûlü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e insanların faydası için, onları bilgisizliğin, küfrün, kötü ahlâkın ve çeşitli masiyetlerin karanlıklarından ilim, iman ve güzel ahlâkın nuruna çıkartmak üzere indirdiğini haber vermektedir.
“Rablerinin izni ile” buyruğu şu demektir: Allah tarafından sevilen ve gerçekleştirilmek istenen böyle bir husus, ancak Allah’ın iradesi ve yardımı ile gerçekleşebilir. Bu buyruk, kulları Rablerinin yardımını dilemeye teşviki ihtiva etmektedir.
Daha sonra Yüce Allah bu Kitab ile insanları iletmiş olduğu nurun mahiyetini açıklamak üzere şöyle buyurmaktadır: “Azîz ve Hamîd olan Allah'ın yoluna” yani Allah’a, lütuf ve ihsan yurdu olan cennete ulaştıran yola. Bunun da kapsamına hak bilgi ve gereğince amel girer. Burada Allah’a ulaştıran yoldan söz edilirken
“Azîz (izzet ve kudret sahibi) ve Hamîd (övgüye layık)” isimlerinin zikri,
şuna işaret içindir: Böyle bir yolu izleyen kimse, Allah’ın izzeti ile aziz ve güçlü olur. Onun, Allah’tan başka yardımcıları olmasa dahi o, güçlüdür. İşleri de övülmeye değerdir ve yaptıklarının akıbeti güzel olacaktır.
Yine bu şuna da işaret etmektedir: Allah’ın yolu, Allah’ın kemal sıfatlarınına, celal ve azamet niteliklerine delalet eden en büyük delillerindendir. Bu yolu kullarının önünde açan zat, egemenliği ile aziz ve güçlü, sözleri, fiilleri ve hükümleri dolayısı ile de övgüye layıktır. Dosdoğru yolun çeşitli merhalelerini temsil eden ibadetler ile kendisine ibadet olunan mutlak ilah O’dur. Yaratması, rızık vermesi, işleri idare edip çekip çevirmesi itibari ile
(yani bütün yönleri ile) göklerin ve yerin hükümranlığı yalnız O’nun olduğu gibi, dini hükümleri ile kullarına hükmetme hakkı da O’na aittir. Çünkü kulları da O’nun mülkü kapsamındadır. Onları başıboş bırakması O’na yakışmaz.
Yüce Allah, kendi yoluna, Sırat-
ı Müstakime dair delil ve belgeleri beyan ettikten sonra bunun gereklerine riâyet etmeyenleri tehdit ederek: “Şiddetli azaptan dolayı vay o kâfirlerin haline!” buyurmaktadır. Böyle bir azabın ne miktarı tespit edilebilir, ne de nitelikleri anlatmakla bitirilebilir. Daha sonra Yüce Allah,
bu kâfirleri şu buyrukları ile şöylece nitelemektedir:
#
{3} ثم وصفهم بأنهم الذين استحبوا {الحياة الدُّنيا على الآخرة}: فرضوا بها واطمأنوا وغفلوا عن الدار الآخرة. {ويصدُّون} الناس {عن سبيل الله}: التي نَصَبها لعباده وبيَّنها في كتبه وعلى ألسنة رسله؛ فهؤلاء قد نابَذوا مولاهم بالمعاداة والمحاربة. {ويَبْغونها}؛ أي: سبيل الله {عوجاً}؛ أي: يحرصون على تهجينها وتقبيحها للتنفير عنها، ولكن يأبى الله إلا أن يُتِمَّ نوره ولو كره الكافرون. {أولئك}: الذين ذُكِر وصفهم {في ضلال بعيد}: لأنهم ضلُّوا وأضلُّوا وشاقُّوا اللهَ ورسولَهُ وحاربوهما؛ فأيُّ ضلال أبعدُ من هذا؟! وأما أهل الإيمان؛ فبعكس هؤلاء؛ يؤمنون بالله وآياته، ويستحبُّون الآخرة على الدنيا، ويدعون إلى سبيل الله، ويحسِّنونها مهما أمكنهم، ويبينون استقامتها.
3.
“Onlar ki dünya hayatını âhirete tercih ederler” Âhireti bırakıp dünya hayatına kanarak onunla razı ve tatmin olurlar, âhiret yurdundan gaflettedirler ve insanları
“Allah yolundan” kulları için açmış olduğu, Kitabında ve peygamberin sünnetinde açıklamış olduğu yoldan
“alıkoyarlar.” İşte bunlar, yüce Mevlalarına karşı düşmanlık etmiş, O’na karşı savaş açmış kimselerdir. Üstelik bunlar
“onu” yani Allah’ın yolunu “eğri göstermek isterler.” Yani bu yolu çirkin ve kötü göstermek için bütün gayretlerini ortaya koyarlar. Maksatları da ondan uzaklaştırmaktır. Fakat Allah, kâfirler hoş görmese de mutlaka nurunu tamamlayacaktır.
“İşte onlar” yani nitelikleri zikredilen bu kimseler
“uzak bir sapıklık içindedirler.” Çünkü hem kendileri sapmışlar, hem de başkalarını saptırmışlardır. Allah’a ve Rasûlüne karşı gelmiş, onlara karşı savaş açmışlardır. Bundan daha ileri derecede sapıklık olabilir mi? İman ehli olanlar ise bunların aksinedir. Onlar, Allah’a ve âhirete iman ederler. Âhireti dünyaya tercih ederler, Allah’ın yoluna çağırırlar, bütün imkânları ile bu yolun güzelliklerini anlatırlar ve onun dosdoğru oluşunu anlatırlar.
{وَمَا أَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ إِلَّا بِلِسَانِ قَوْمِهِ لِيُبَيِّنَ لَهُمْ فَيُضِلُّ اللَّهُ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدِي مَنْ يَشَاءُ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ (4)}.
4- Biz gönderdiğimiz her bir peygamberi mutlaka kendi kavminin dili ile gönderdik ki onlara
(vahyi) apaçık anlatsın. Artık
(bu açıklamadan sonra) Allah dilediği kimseleri saptırır, dilediği kimseleri de doğru yola iletir. O Azîzdir, Hakîmdir.
#
{4} وهذا من لطفه بعباده أنَّه ما أرسل رسولاً إلا بلسان قومه؛ ليبيِّن لهم ما يحتاجون إليه، ويتمكَّنون من تعلُّم ما أتى به، بخلاف ما لو أتى على غير لسانهم؛ فإنهم يحتاجون إلى تعلُّم تلك اللغة التي يتكلَّم بها، ثم يفهمون عنه. فإذا بيَّن [لهم] الرسول ما أمروا به ونُهوا عنه وقامت عليهم حجَّة الله؛ {فيضلُّ الله مَن يشاء}: ممَّن لم ينقدْ للهدى، {ويَهْدي من يشاء}: ممَّن اختصَّه برحمته. {وهو العزيز الحكيم}: الذي من عزته أنه انفرد بالهداية والإضلال وتقليب القلوب إلى ما شاء، ومن حكمته أنه لا يضع هدايته ولا إضلاله إلا بالمحل اللائق به.
ويستدل بهذه الآية الكريمة على أن علوم العربية الموصلة إلى تبيُّن كلامه وكلام رسوله أمورٌ مطلوبةٌ محبوبةٌ لله؛ لأنَّه لا يتمُّ معرفة ما أنزل على رسوله إلا بها، إلا إذا كان الناس في حالة لا يحتاجون إليها، وذلك إذا تمرَّنوا على العربية، ونشأ عليها صغيرهم، وصار طبيعةً لهم؛ فحينئذٍ قد اكتفوا المؤنة، وصلحوا على أن يَتَلَقَّوْا عن الله وعن رسوله ابتداءً، كما تلقَّى عنهم الصحابة رضي الله عنهم.
4. Bu, Allah’ın kullarına olan lütfundandır. O, ne kadar peygamber gönderdiyse hep kavminin dili ile göndermiştir ki ihtiyaç duydukları şeyleri onlara açıklasın, onlar da peygamberin getirdiklerini iyice öğrenme imkânı bulabilsinler. Peygamber başka bir dil ile onlara gelecek olsa idi, insanlar ancak peygamberin konuştuğu o dili öğrendikten sonra söylediği şeyleri anlayabilirlerdi. Peygamber onlara emrolundukları şeyleri açıklayıp nelerin yasak kılındığını söyleyince ve onlara karşı Allah’ın delili ortaya konulduktan sonra Allah, hidâyete boyun eğmeyenlerden
“dilediği kimseleri saptırır, dilediği” rahmetini ihsan ettiği
“kimseleri de doğru yola iletir. O Azîzdir, Hakîmdir.” Hidâyete iletenin ve saptıranın yalnız O olması ve kalpleri dilediği şekilde evirip çevirmesi, O’nun Aziz oluşunun bir tecellisidir. O’nun ancak layık olan kimseleri hidâyete iletmesi ve saptırması da hikmetinin bir tecellisidir.
Bu âyet-i kerime, Yüce Allah’ın ve Rasûlünün buyruklarını açıklamaya imkan veren Arap dili ilimlerinin öğreniminin, Allah tarafından sevilen ve istenen şeylerden olduğuna delildir. Çünkü bunları öğrenmeden Allah’ın peygamberine indirdiklerini tam anlamı ile bilmeye imkân yoktur. İnsanlar bu öğrenime ihtiyaç duymayacak bir hale gelinceye kadar da bu öğrenim devam etmelidir. Bu ise onların Arapça’yı iyice öğrenmeleri, küçük çocukları da bu dili öğrenerek yetiştirmeleri, ayrıca Arapça’nın inceliklerini bilmenin, onların adeta karakteristik bir özellikleri haline gelmesi halinde söz konusu olur. O zaman bu konuda ayrıca bir çaba harcamalarına gerek kalmaz ve Allah ile Rasûlünün buyruklarını, ashab-ı kiramın algılayıp öğrendikleri gibi doğrudan öğrenme imkânını elde ederler.
{وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا مُوسَى بِآيَاتِنَا أَنْ أَخْرِجْ قَوْمَكَ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ وَذَكِّرْهُمْ بِأَيَّامِ اللَّهِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِكُلِّ صَبَّارٍ شَكُورٍ (5) وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِقَوْمِهِ اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللَّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ أَنْجَاكُمْ مِنْ آلِ فِرْعَوْنَ يَسُومُونَكُمْ سُوءَ الْعَذَابِ وَيُذَبِّحُونَ أَبْنَاءَكُمْ وَيَسْتَحْيُونَ نِسَاءَكُمْ وَفِي ذَلِكُمْ بَلَاءٌ مِنْ رَبِّكُمْ عَظِيمٌ (6) وَإِذْ تَأَذَّنَ رَبُّكُمْ لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَأَزِيدَنَّكُمْ وَلَئِنْ كَفَرْتُمْ إِنَّ عَذَابِي لَشَدِيدٌ (7) وَقَالَ مُوسَى إِنْ تَكْفُرُوا أَنْتُمْ وَمَنْ فِي الْأَرْضِ جَمِيعًا فَإِنَّ اللَّهَ لَغَنِيٌّ حَمِيدٌ (8)}.
5-
Andolsun ki biz Mûsâ’yı mucizelerimizle birlikte: “Kavmini karanlıklardan nura çıkar ve onlara Allah’ın günlerini hatırlatarak öğüt ver” diye
(kavmine) gönderdik. Şüphesiz bunda çok sabreden ve çok şükreden herkes için ibretler vardır.
6-
O vakit Mûsâ kavmine şöyle demişti: “Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani O, sizi azabın en şiddetlisine uğratan, oğullarınızı boğazlayıp kadınlarınızı diri bırakan Firavun hanedanından kurtarmıştı. Kuşkusuz bunda Rabbiniz tarafından büyük bir imtihan/nimet vardı.
7- “Hani Rabbiniz şunu bildirmişti: Andolsun ki eğer şükrederseniz elbette size (olan nimetimi) artırırım; şayet küfür/nankörlük ederseniz hiç şüphesiz benim azabım çok şiddetlidir.”
8-
Mûsâ demişti ki: “Siz ve bütün yeryüzündekiler küfür/nankörlük etseniz bile hiç şüphe yok ki Allah Ğanîdir, Hamîddir.”
#
{5} يخبر تعالى أنه أرسل موسى بآياته العظيمة الدالَّة على صدق ما جاء به وصحَّته، وأمره بما أمر الله به رسوله محمداً - صلى الله عليه وسلم -، بل وبما أمر به جميع الرسل قومهم: {أن أخْرِجْ قومك من الظُّلمات إلى النور}؛ أي: ظلمات الجهل والكفر وفروعه إلى نور العلم والإيمان وتوابعه. {وذكِّرْهم بأيام الله}؛ أي: بنعمه عليهم وإحسانه إليهم، وبأيَّامه في الأمم المكذِّبين ووقائعه بالكافرين؛ ليشكروا نعمه وليحذروا عقابه. {إنَّ في ذلك}؛ أي: في أيام الله على العباد، {لآياتٍ لكلِّ صبَّارٍ شكور}؛ أي: صبار في الضرَّاء والعسر والضيق، شكور على السراء والنعمة؛ فإنَّه يستدلُّ بأيامه على كمال قدرته وعميم إحسانه وتمام عدله وحكمته.
5. Yüce Allah,
Mûsâ aleyhisselam’ı getirdiklerinin doğruluğuna ve gerçekliğine delalet eden büyük mucizelerle gönderdiğini ve ona da Rasûlü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e hatta bütün peygamberlere kavimlerine bildirmelerini emretmiş olduğu hususları emrettiğini haber vermektedir: “Kavmini karanlıklardan” yani bilgisizliğin, küfrün ve onun şubelerinin karanlığından
“nura” yani ilmin, imanın ve ona tabi olan diğer hususların aydınlığına “çıkar ve onlara Allah’ın günlerini.” Yani Allah’ın hem onlar üzerindeki nimetlerini, onlara olan ihsan ve lütuflarını, hem de peygamberlerini yalanlayan ümmetlere gönderdiği azabını, kâfirlerin başına getirdiği musibetleri
“hatırlatarak öğüt ver” ki Allah’ın nimetlerine şükretsinler ve onun cezasından da sakınsınlar.
“Şüphesiz bunda” yani Allah’ın kullarına nimet ya da azap gönderdiği günleri hatırlamakta zorlu, sıkıntılı hallerde ve darlıkta
“çok sabreden ve” bolluk, nimet ve rahatlığa da
“çok şükreden herkes için ibretler vardır.” Zira
“Allah’ın günleri” O’nun kudretinin, lütuf ve ihsanının her şeyi kapsadığının, adalet ve hikmetinin de tam ve mükemmel olduğunun bir delilidir.
#
{6} ولهذا امتثل موسى عليه السلام أمر ربِّه، فذكَّرهم نعم الله، فقال: {اذكروا نعمة الله عليكم}؛ أي: بقلوبكم وألسنتكم، {إذ أنجاكم من آل فرعونَ يسومونكم}؛ أي: يُولُونكم، {سوء العذاب}؛ أي: أشده. وفسَّر ذلك بقوله: {ويذبِّحون أبناءكم ويَسْتَحْيون نساءكم}؛ أي: يبقونهنَّ فلا يقتلونهنَّ. {وفي ذلكم}: الانجاء {بلاءٌ من ربِّكم عظيمٌ}؛ أي: نعمة عظيمة، أو وفي ذلكم العذاب الذي ابتُليتم به من فرعون وملئه ابتلاءٌ من الله عظيمٌ لكم لينظر هل تصبرون أم لا.
6.
Mûsâ aleyhisselam da Rabbinin emrine uyarak kavmine Allah’ın nimetlerini hatırlatıp şunları söylemiştir: “Allah’ın üzerinizdeki nimetini” kalplerinizle ve dillerinizle anıp
“hatırlayın. Hani O sizi azabın en şiddetlisine uğratan” en ağır olan çeşidini tattıran, yani
“oğullarınızı boğazlayıp kadınlarınızı” öldürmeyerek
“diri bırakan” -bu buyruk kötü azabın mahiyetini açıklamaktadır.-
“Firavun hanedanından kurtarmıştı. Kuşkusuz bunda” yani sizi bu kurtarışında
“Rabbiniz tarafından büyük bir imtihan/nimet vardı.” yani büyük bir nimet vardır yahut da Firavun ve etrafındaki ileri gelenler tarafından müptelâ kılındığınız bu azap, Allah tarafından büyük bir imtihan idi ki sabredecek misiniz etmeyecek misiniz? diye.
#
{7} وقال لهم حاثًّا على شكر نعم الله: {وإذْ تأذَّن ربُّكم}؛ أي: أعلم ووعد، {لئن شكرتُم لأزيدنَّكم}: من نعمي، {ولئن كفرتُم إن عذابي لشديدٌ}: ومن ذلك أنْ يزيل عنهم النعمة التي أنعم بها عليهم. والشكرُ: هو اعتراف القلب بنعم الله، والثناء على الله بها، وصرفها في مرضاة الله تعالى. وكفر النعمة ضدُّ ذلك.
7.
Allah’ın nimetlerine şükretmeye teşvik etmek üzere de onlara şöyle demişti: “Hani Rabbiniz şunu bildirmişti” şunu ilan etmiş ve şu vaadde bulunmuştu:
“Andolsun ki eğer” nimetlerime
“şükrederseniz elbette size (olan nimetimi) artırırım; şayet küfür/nankörlük ederseniz hiç şüphesiz benim azabım çok şiddetlidir.” Üzerlerinde bulunan nimeti çekip alması da bu çetin azabın bir parçasıdır. Şükür, kalb ile Allah’ın nimetlerini itiraf etmek, dille Allah’a övgüde bulunmak ve onları Allah’ın rızası uğrunda harcamaktır. Küfür/nankörlük ise bunun aksini yapmaktır.
#
{8} {وقال موسى إن تكفُروا أنتم ومن في الأرض جميعاً}: فلن تضرُّوا الله شيئاً، فإنَّ الله غنيٌ حميدٌ، فالطاعات لا تزيد في ملكه، والمعاصي لا تنقصه، وهو كامل الغنى، حميدٌ في ذاته وأسمائه وصفاته وأفعاله، ليس له من الصفات إلا كل صفة حمدٍ وكمال، ولا من الأسماء إلا كل اسم حسن، ولا من الأفعال إلاَّ كل فعل جميل.
8.
“Mûsâ demişti ki: Siz ve bütün yeryüzündekiler küfür/nankörlük etseniz de” asla Allah’a hiçbir zarar veremezsiniz.
“Şüphe yok ki Allah Ğanîdir, Hamîddir.” İtaatler egemenliğine bir şey katmaz, masiyetler de bir şey eksiltmez. O, kâmil manada Ğanî, yani hiçbir muhtaç olmayan zengindir. Hamîddir; zatı, isimleri, sıfatları ve fiilleri ile her türlü övgüye layık olandır. O’nun bütün sıfatları övülmeye değerdir ve kemal derecesindedir. Hiçbir ismi yok ki güzel olmasın. Hiçbir fiili yok ki kamil olmasın.
{أَلَمْ يَأْتِكُمْ نَبَأُ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ قَوْمِ نُوحٍ وَعَادٍ وَثَمُودَ وَالَّذِينَ مِنْ بَعْدِهِمْ لَا يَعْلَمُهُمْ إِلَّا اللَّهُ جَاءَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ فَرَدُّوا أَيْدِيَهُمْ فِي أَفْوَاهِهِمْ وَقَالُوا إِنَّا كَفَرْنَا بِمَا أُرْسِلْتُمْ بِهِ وَإِنَّا لَفِي شَكٍّ مِمَّا تَدْعُونَنَا إِلَيْهِ مُرِيبٍ (9) قَالَتْ رُسُلُهُمْ أَفِي اللَّهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ يَدْعُوكُمْ لِيَغْفِرَ لَكُمْ مِنْ ذُنُوبِكُمْ وَيُؤَخِّرَكُمْ إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّى قَالُوا إِنْ أَنْتُمْ إِلَّا بَشَرٌ مِثْلُنَا تُرِيدُونَ أَنْ تَصُدُّونَا عَمَّا كَانَ يَعْبُدُ آبَاؤُنَا فَأْتُونَا بِسُلْطَانٍ مُبِينٍ (10) قَالَتْ لَهُمْ رُسُلُهُمْ إِنْ نَحْنُ إِلَّا بَشَرٌ مِثْلُكُمْ وَلَكِنَّ اللَّهَ يَمُنُّ عَلَى مَنْ يَشَاءُ مِنْ عِبَادِهِ وَمَا كَانَ لَنَا أَنْ نَأْتِيَكُمْ بِسُلْطَانٍ إِلَّا بِإِذْنِ اللَّهِ وَعَلَى اللَّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ (11) وَمَا لَنَا أَلَّا نَتَوَكَّلَ عَلَى اللَّهِ وَقَدْ هَدَانَا سُبُلَنَا وَلَنَصْبِرَنَّ عَلَى مَا آذَيْتُمُونَا وَعَلَى اللَّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُتَوَكِّلُونَ (12)}.
9- Sizden önce gelip geçen
(ümmet)lerin; Nûh, Âd ve Semûd kavminin ve onlardan sonrakilerin -ki Allah’tan başkası onları bilmez-
haberleri size gelmedi mi? Peygamberleri onlara apaçık delillerle geldi de ellerini ağızlarına götürüp şöyle dediler: “Biz, sizinle gönderilenleri inkar ediyoruz ve gerçekten biz, bizi çağırdığınız şey hakkında büyük bir şüphe içindeyiz.”
10-
Peygamberleri de şöyle dedi: “Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında mı şüphe (ediyorsunuz)?! O, sizi günahlarınızı bağışlamaya ve belirli bir süreye kadar sizi ertelemeye davet ediyor.” Onlar:
“Siz ancak bizim gibi birer insansınız. Atalarımızın taptıklarından bizi alıkoymak istiyorsunuz. O halde bize apaçık bir delil getirin!” dediler.
11-
Peygamberleri de onlara şöyle dedi: “(Evet,) biz ancak sizin gibi birer insanız. Fakat Allah, kulları arasından dilediği kimselere lütufta bulunur. Allah’ın izni olmadıkça bizim size apaçık bir delil getirmemize imkân yoktur. O halde mü’minler yalnız Allah’a tevekkül etsinler.”
12-
“Hem bizi yollarımıza hidayet etmişken ne diye Allah’a tevekkül etmeyelim ki? Bize yaptığınız eziyetlere de elbette sabredeceğiz. Artık tevekkül edecekler yalnız Allah’a tevekkül etsinler.”
#
{9} يقول تعالى مخوِّفاً عباده ما أحلَّه بالأمم المكذِّبة حين جاءتهم الرسل فكذَّبوهم، فعاقبهم بالعقاب العاجل الذي رآه الناس وسمعوه، فقال: {ألم يأتِكُم نبأ الذين من قبلكم قومُ نوح وعادٍ وثمودَ}: وقد ذكر الله قصصهم في كتابه وبسطها. {والذين من بعدِهم لا يعلمُهم إلاَّ الله}: من كثرتهم وكون أخبارهم اندرست؛ فهؤلاء كلُّهم {جاءتهم رسلُهم بالبيناتِ}؛ أي: بالأدلة الدالَّة على صدق ما جاؤوا به، فلم يرسل الله رسولاً إلا آتاه من الآيات ما يؤمِنُ على مثلِهِ البشرُ؛ فحين أتتهم رسلُهم بالبينات؛ لم ينقادوا لها، بل استكبروا عنها، {فردُّوا أيدِيَهم في أفواههم}؛ أي: لم يؤمنوا بما جاؤوا به، ولم يتفوَّهوا بشيء مما يدلُّ على الإيمان؛ كقوله: {جعلوا أصابِعَهم في آذانهم من الصواعِقِ حَذَرَ الموت}. {وقالوا} صريحاً لرسلهم: {إنَّا كَفَرْنا بما أرسِلْتم به وإنا لفي شكٍّ مما تدعوننا إليه مريبٍ}؛ أي: موقع في الريبة.
9. Yüce Allah, peygamberlerini yalanlayan ümmetlere,
insanların görüp duydukları dünya azabı ile azap etmesini hatırlatıp benzeri akibetlerden kullarını sakındırmak üzere şöyle buyurmaktadır: “Sizden önce gelip geçen (ümmet)lerin; Nûh, Âd ve Semûd kavminin ve onlardan sonrakilerin -ki” çokluklarından dolayı ve haberleri unutulup gittiği için
“Allah’tan başkası onları bilmez- haberleri size gelmedi mi?” Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’inde onların kıssalarını genişçe açıklamıştır. İşte bütün bunlara
“Peygamberleri apaçık delillerle”, getirdiklerinin doğruluğuna delil olan kat’i kanıtlarla
“gelmişti” Çünkü Allah, ne kadar peygamber gönderdi ise mutlaka onlara, benzerini gören insanların iman etmelerini gerektirecek deliller vermiştir. İşte apaçık delillerle peygamberleri kendilerine geldiğinde bu kavimler onlara boyun eğmediler. Aksine bu delilleri kabul etmeyerek büyüklük tasladılar ve “ellerini ağızlarına götürüp” yani ne getirdiklerine iman ettiler ne de imana delalet eden tek bir söz söylediler. Tıpkı
“Ölüm korkusu ile yıldırımlardan parmaklarını kulaklarına tıkarlar” (el-Bakara, 2/19) buyruğunda ifade edildiği gibi bir tavır takındılar ve peygamberlerine açıkça şöyle dediler:
“Biz, sizinle gönderilenleri inkar ediyoruz ve gerçekten biz, bizi çağırdığınız şey hakkında büyük bir şüphe içindeyiz.”
#
{10} وقد كذبوا في ذلك وظلموا، ولهذا {قالتْ} لهم {رسُلُهم أفي الله شكٌّ}؛ أي: فإنه أظهر الأشياء وأجلاها؛ فمن شَكَّ في الله {فاطرِ السمواتِ والأرضِ}: الذي وجود الأشياء مستندٌ إلى وجوده؛ لم يكن عنده ثقةٌ بشيء من المعلومات، حتى الأمور المحسوسة. ولهذا خاطبتهم الرسل خطابَ من لا يشكُّ فيه، ولا يصلح الريب فيه. {يدعوكم}: إلى منافعكم ومصالحكم، {ليغفرَ لكم من ذنوبكم ويؤخِّرَكم إلى أجل مسمًّى}؛ أي: ليثيبكم على الاستجابة لدعوته بالثواب العاجل والآجل، فلم يدعُكم لينتفع بعبادتكم، بل النفع عائد إليكم. فردُّوا على رسلهم ردَّ السفهاء الجاهلين، {وقالوا} لهم: {إنْ أنتم إلاَّ بشرٌ مثلُنا}؛ أي: فكيف تَفْضُلوننا بالنبوة والرسالة؟ {تريدون أن تصدُّونا عما كان يعبد آباؤنا}: فكيف نترُكُ رأي الآباء وسيرتهم لرأيكم؟! وكيف نطيعكم وأنتم بشرٌ مثلنا؟! {فأتونا بسلطانٍ مبينٍ}؛ أي: بحجَّة وبيِّنة ظاهرة، ومرادهم بيِّنة يقترحونها هم، وإلاَّ؛ فقد تقدَّم أنَّ رسلهم جاءتهم بالبينات.
10. Ancak onlar, yalan söylediler ve zalimlik ettiler. Bu nedenle de onlara
“Peygamberleri de şöyle dedi: Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında mı şüphe (ediyorsunuz)?!” Yani var olan şeyler içerisinde en açık ve aşikar olan O olduğu halde O’nda nasıl şüphe olur?! Bütün her şeyin var olmasına sebep, kendisinin varlığı olan zat hakkında şüphe eden kimse, artık maddi hususlar da dahil olmak üzere hiçbir bir şeye kesin gözüyle bakamaz. Bundan dolayı peygamberler,
kavimlerine şüphe etmeyen ve hakkında tereddüde düşmesi uygun olmayan kimselerin üslubuyla şöyle hitap etmişlerdir: “O, sizi günahlarınızı bağışlamaya ve belirli bir süreye kadar sizi ertelemeye davet ediyor.” Yani sizin menfaatinize ve faydanıza olan şeylere çağırıyor. Sizleri çağrısını kabul etmeye karşılık dünyevi ve uhrevi mükâfatlarla mükâfatlandırmaya davet ediyor. Sizleri ibadetinizden bir fayda elde etmek için çağırmamaktadır. Aksine ibadetinizin faydası sizedir.
Kavimleri ise peygamberlerine cahil ve akılsız kimseler gibi şöylece karşılık verdiler: “Siz de ancak bizim gibi birer insansınız” Nasıl olur da peygamberlik ve risalet ile bizden daha üstün olabilirsiniz?
“Atalarımızın taptıklarından bizi alıkoymak istiyorsunuz.” Biz nasıl olur da sizin görüşlerinize uyup atalarımızın görüşünü ve izledikleri yolu terk edebiliriz? Siz de bizler gibi insanken nasıl olur da size itaat edebiliriz?
“O halde bize apaçık bir delil getirin.” Son derece açık bir belge gösterin. Bundan maksatları bizzat kendilerinin teklif ettikleri bir delildir. Yoksa az önce peygamberlerinin onlara apaçık deliller getirdiği ifade edilmişti.
#
{11} {قالت لهم رسلهم} مجيبين لاقتراحهم واعتراضهم: {إن نحن إلاَّ بشرٌ مثلُكم}؛ أي: صحيح وحقيقة أنَّا بشرٌ مثلكم. {ولكن} ليس في ذلك ما يدفعُ ما جئنا به من الحقِّ؛ فإنَّ {الله يَمُنُّ على مَن يشاء من عبادِهِ}؛ فإذا منَّ الله علينا بوحيه ورسالته؛ فذلك فضله وإحسانه، وليس لأحدٍ أن يَحْجُرَ على الله فضله ويمنعه من تفضله؛ فانظروا ما جئناكم به؛ فإنْ كان حقًّا؛ فاقبلوه، وإن كان غير ذلك؛ فردُّوه، ولا تجعلوا حالنا حجَّة لكم على ردِّ ما جئناكم به، وقولكم: {فائتونا بسلطانٍ مبين}، فإنَّ هذا ليس بأيدينا وليس لنا من الأمر شيء. {وما كان لنا أن نأتِيَكم بسلطانٍ إلاَّ بإذن الله}: فهو الذي إن شاء جاءكم به وإن شاء لم يأتِكُم به، وهو لا يفعل إلاَّ ما هو مقتضى حكمته ورحمته. {وعلى الله}: لا على غيره، {فليتوكَّل المؤمنون}: فيعتمدون عليه في جلب مصالحهم ودفع مضارِّهم؛ لعلمهم بتمام كفايته وكمال قدرتِهِ وعميم إحسانه، ويثقون به في تيسير ذلك، وبحسب ما معهم من الإيمان يكونُ توكُّلهم. فعُلم بهذا وجوب التوكُّل وأنَّه من لوازم الإيمان ومن العبادات الكبار التي يحبُّها الله ويرضاها لتوقُّف سائر العبادات عليه.
11.
Kavimlerinin bu teklif ve itirazlarına cevap olmak üzere: “Peygamberleri onlara şöyle dedi: (Evet,) biz ancak sizin gibi bir insanız.” Bizim de sizler gibi bir insan olduğumuz doğrudur, gerçektir.
“Fakat” bu, size getirdiklerimizin hak olmamasını gerektirmez. Çünkü “Allah kulları arasından dilediği kimselere lütufta bulunur.” Allah, bize vahiy ve risalet vermeyi lütfetmiş ise bu, O’nun lütuf ve ihsanından dolayıdır. Hiç kimse Allah’ın lütfuna sınır koyamaz, O’nun ihsanını engelleyemez. Siz, size getirdiklerimize bakın. Hak ise kabul edin, değilse kabul etmeyin. Bizim durumumuzu ileri sürüp de onu getirdiklerimizi reddetmeye bahane yapmayın. Sizin
“o halde bize apaçık bir delil getirin” şeklindeki sözlerinize gelince bu, bizim elimizde olan bir şey değildir. Bizim böyle bir yetkimiz yok.
“Allah’ın izni olmadıkça bizim size apaçık bir delil getirmemize imkân yoktur.” Bu apaçık delili dilediği takdirde size gönderecek olan O’dur. Dilerse getirir, dilerse getirmez. Çünkü O, ancak hikmet ve rahmetinin gereği ne ise onu yapar. Ondan başkasını yapmaz.
“O halde mü’minler” başkasına değil
“yalnız Allah’a tevekkül etsinler.” Menfaatlerini gerçekleştirmek, kendilerine zararlı olacak şeyleri bertaraf etmek noktasında O’ndan başka hiçbir kimseye güvenip dayanmasınlar. Çünkü mü’minler, bilirler ki Allah tek başına onlara yeter, kudreti kemal derecesindedir, lütuf ve ihsanı son derece kapsamlıdır. Bunları kendileri için kolaylaştıracağına da sonsuz güvenleri vardır. Kullar, sahip oldukları iman oranında Allah’a tevekkül ederler. Böylelikle Allah’a tevekkülün farz ve imanın bir gereği olduğu, Allah’ın sevip razı olduğu büyük ibadetlerden olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü diğer bütün ibadetler ona bağlıdır.
#
{12} {وما لنا أن لا نتوكَّل على الله وقد هدانا سُبُلَنا}؛ أي: أيُّ شيء يمنعنا من التوكُّل على الله والحال أننا على الحقِّ والهدى، ومن كان على الحقِّ والهدى؛ فإنَّ هداه يوجب له تمام التوكُّل، وكذلك ما يُعْلَمُ من أنَّ الله متكفِّل بمعونة المهتدي وكفايته، يدعو إلى ذلك؛ بخلاف من لم يكن على الحقِّ والهدى؛ فإنَّه ليس ضامناً على الله؛ فإنَّ حاله مناقضةٌ لحال المتوكِّل؟! وفي هذا كالإشارة من الرسل عليهم الصلاة والسلام لقومهم بآيةٍ عظيمةٍ، وهو أنَّ قومهم في الغالب أنَّ لهم القهر والغلبة عليهم، فتحدَّتهم رسلُهم بأنَّهم متوكِّلون على الله في دفع كيدهم ومكرهم، وجازمون بكفايته إيَّاهم، وقد كفاهم الله شرَّهم مع حرصهم على إتلافهم وإطفاء ما معهم من الحقِّ، فيكون هذا كقول نوح لقومِهِ: {يا قوم إن كان كَبُرَ عليكم مقامي وتذكيري بآيات الله فعلى الله توكَّلْتُ فأجمِعوا أمرَكم وشُركاءَكم ثمَّ لا يكنْ أمرُكم عليكم غُمَّة ثم اقضوا إليَّ ولا تُنظِرونِ ... } الآيات، وقول هود عليه السلام: {قالَ إنِّي أُشْهِدُ الله واشْهَدوا أني بريءٌ مما تشرِكونَ من دونِهِ فكيدوني جميعاً ثم لا تُنظِرونِ}. {ولَنَصْبِرَنَّ على ما آذَيْتُمونا}: ولنستمرنَّ على دعوتِكم ووعظِكم وتذكيركم، ولا نبالي بما يأتينا منكم من الأذى؛ فإنَّا سنوطِّن أنفسنا على ما ينالنا منكم من الأذى؛ احتساباً للأجر ونصحاً لكم، لعلَّ الله أن يهدِيَكم مع كثرة التذكير. {وعلى الله}: وحدَه لا على غيره، {فليتوكَّل المتوكِّلون}: فإنَّ التوكُّل عليه مفتاح لكل خير.
واعلم أن الرسل عليهم الصلاة والسلام توكُّلهم في أعلى المطالب وأشرف المراتب، وهي التوكُّل على الله في إقامة دينه ونصره وهداية عبيده وإزالة الضَّلال عنهم. وهذا أكمل ما يكون من التوكُّل.
12.
“Hem bizi yollarımıza hidayet etmişken ne diye Allah’a tevekkül etmeyelim ki?” Biz hak ve hidâyet üzere bulunuyor iken Allah’a tevekkül etmemizi engelleyen nedir? Hak ve hidâyet üzere olan kimsenin bulduğu hidâyet, onun büsbütün Allah’a tevekkül etmesini gerektirir. Aynı şekilde Allah’ın, hidâyet bulan kimseye yardımcı olmayı, ona yeterli geleceğini taahhüt ettiğini bilmesi de onun tam anlamı ile Allah’a tevekkül etmesini gerektirmektedir. Hak ve hidâyet üzere olmayan ise böyle değildir. Yüce Allah’ın ona herhangi bir taahhüdü yoktur. Böyle bir kimsenin hali de Allah’a tevekkül edenin halinin tam aksinedir.
Bu sözle peygamberleri kavimlerine karşı çok büyük bir delile işaret etmektedirler. Şöyle ki kavimleri, peygamberleri -çoğunlukla- yenik düşürmekte ve onlara baskı kurabilmekteydi. Buna rağmen peygamberler onlara Allah’a tevekkül edip meydan okuyorlardı. Hile ve tuzaklarını bertaraf etme hususunda yardımcı olarak Allah’ın kendilerine yettiğine kesin kanaat getiriyorlardı. Nitekim Allah, onların peygamberleri ortadan kaldırma ve beraberlerinde getirdikleri hakkı söndürme arzularına rağmen peygamberlerine yardımcı olmuş ve yeterli desteği vermiştir. Bu buyruk,
Nuh’un kavmine söylediği şu sözlerine benzemektedir: “Ey kavmim, eğer aranızda kalmam ve Allah’ın âyetleri ile öğüt verişim size ağır geliyorsa -ki ben ancak Allah’a dayanıp güvenirim- haydi işinizi sağlam tutun. Ortaklarınızı da çağırın, sonra işiniz size hiçbir tasa vermesin, sonra da mühlet vermeksizin bana hükmünüzü uygulayın...” (Yûnus, 10/71) Hûd’un şu sözleri de bu türdendir:
“Gerçekten ben Allah’ı şahid gösteriyorum, siz de şahid olun ki ben tuttuğunuz şeylerden uzağım. Artık hepiniz bana tuzak kurun, bundan sonra bana bir mühlet vermeyin.” (Hûd, 11/54-55)
“Bize yaptığınız eziyetlere de elbette sabredeceğiz.” Bizler sizi davet etmeye, size öğüt verip gerçeği hatırlatmaya devam edeceğiz. Sizin bize yapacağınız eziyetlere de aldırmayacağız. Bizler, Allah’tan mükâfat dileyerek ve sizin iyiliğinizi isteyerek bize yapacağınız eziyetlere kendimizi alıştıracağız. Olur ki çokça hatırlatma sonucunda Allah size de hidâyet verir.
“Artık tevekkül edecekler yalnız Allah’a tevekkül etsinler.” Ondan başkasına dayanıp güvenmesinler. Çünkü Allah’a tevekkül, her türlü hayrın anahtarıdır.
Şu bilinmelidir ki peygamberlerin tevekkülleri, en üstün derecede ve en şerefli mertebededir. Zira o, Allah’ın dinini hakim kılmak, bu dinin zaferi için çalışmak, kullarının hidâyete ulaşmalarını sağlamak ve onların sapıklıklarını ortadan kaldırmak amacı ile yapılan bir tevekküldür. Bu da tevekkülün en mükemmel şeklidir.
{وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لِرُسُلِهِمْ لَنُخْرِجَنَّكُمْ مِنْ أَرْضِنَا أَوْ لَتَعُودُنَّ فِي مِلَّتِنَا فَأَوْحَى إِلَيْهِمْ رَبُّهُمْ لَنُهْلِكَنَّ الظَّالِمِينَ (13) وَلَنُسْكِنَنَّكُمُ الْأَرْضَ مِنْ بَعْدِهِمْ ذَلِكَ لِمَنْ خَافَ مَقَامِي وَخَافَ وَعِيدِ (14) وَاسْتَفْتَحُوا وَخَابَ كُلُّ جَبَّارٍ عَنِيدٍ (15) مِنْ وَرَائِهِ جَهَنَّمُ وَيُسْقَى مِنْ مَاءٍ صَدِيدٍ (16) يَتَجَرَّعُهُ وَلَا يَكَادُ يُسِيغُهُ وَيَأْتِيهِ الْمَوْتُ مِنْ كُلِّ مَكَانٍ وَمَا هُوَ بِمَيِّتٍ وَمِنْ وَرَائِهِ عَذَابٌ غَلِيظٌ (17)}.
13-
O kafirler de peygamberlerine dediler ki: “Andolsun ki ya sizi yurdumuzdan çıkaracağız ya da dinimize döneceksiniz.” Bunun üzerine Rableri onlara şunu vahyetti:
“Biz o zalimleri muhakkak helâk edeceğiz.”
14-
“Ve onların ardından da o ülkeye sizi yerleştireceğiz. İşte bu, benim makamımdan korkan ve benim tehdidimden çekinen kimselere mahsustur.”
15- Hüküm istediler ve her inatçı zorba zarara uğradı.
16- Arkasından
(bir de) cehennem var. Ona
(orada) irinli sudan içirilecek.
17- Yutmaya çalışacak ama boğazından geçiremeyecek. Her taraftan ona ölüm gelecek fakat o bir türlü ölmeyecek. Bunun ardından oldukça ağır bir azap daha var.
#
{13} لما ذكر دعوة الرسل لقومهم ودوامهم على ذلك وعدم مللهم؛ ذكر منتهى ما وصلت بهم الحال مع قومهم، فقال: {وقال الذين كفروا لرسلهم}: متوعِّدين لهم: {لَنُخْرِجَنَّكم من أرضِنا أو لَتعودُنَّ في مِلَّتنا}: وهذا أبلغ ما يكون من الردِّ، وليس بعد هذا فيهم مطمع؛ لأنَّه ما كفاهم أن أعرضوا عن الهدى، بل توعَّدوهم بالإخراج من ديارهم، ونسبوها إلى أنفسهم، وزعموا أنَّ الرسل لا حقَّ لهم فيها، وهذا من أعظم الظُّلم؛ فإنَّ الله أخرج عباده إلى الأرض، وأمرهم بعبادته، وسخَّر لهم الأرض وما عليها يستعينون بها على عبادته؛ فمن استعان بذلك على عبادة الله؛ حلَّ له ذلك وخرج من التَّبِعة، ومن استعان بذلك على الكفر وأنواع المعاصي؛ لم يكن ذلك خالصاً له ولم يحلَّ له، فعلم أن أعداء الرسل في الحقيقة ليس لهم شيء من الأرض التي تَوَعَّدوا الرسل بإخراجهم منها. وإن رجَعْنا إلى مجرَّد العادة؛ فإنَّ الرسل من جملة أهل بلادهم وأفراد منهم؛ فلأيِّ شيء يمنعونهم حقًّا لهم صريحاً واضحاً؟! هل هذا إلا من عدم الدين والمروءة بالكلية؟! ولهذا لما انتهى مكرهم بالرسل إلى هذه الحال؛ ما بقي حينئذٍ إلاَّ أن يُمضي الله أمره وينصر أولياءه. {فأوحى إليهم ربُّهم لَنُهْلِكَنَّ الظالمين}: بأنواع العقوبات.
13. Yüce Allah, peygamberlerin kavimlerini davetlerini,
onların bu işi usanmaksızın sürdürdüklerini söz konusu ettikten sonra sonunda kavimlerinden nasıl karşılık gördüklerini zikrederek şöyle buyurmaktadır: “O kafirler de peygamberlerine” tehditte bulunarak
“dediler ki: Andolsun ki ya sizi yurdumuzdan çıkaracağız ya da dinimize döneceksiniz.” Bu, peygamberlerin çağrısını reddetmenin en ileri derecesidir. Bundan sonra artık peygamberlerin onlardan herhangi bir hayır ummalarına imkân yoktur. Çünkü hidâyetten yüz çevirmekle yetinmediler, peygamberleri yurtlarından çıkarmakla tehdit ettiler ve bu işi de kendilerinin yapacaklarını söylediler. O yurtları kendilerine nispet ettiler, peygamberlerin bu yurtlarda herhangi bir hak sahibi olmadıklarını söylediler. Bu ise zulmün en büyüğüdür. Şüphesiz Allah, kullarını yeryüzünde yaratmış ve onlara kendisine ibadet etmelerini emretmiş, yeryüzünü ve orada bulunan şeyleri onlara amade kılmıştır ki ibadet hususunda bunlardan yararlanabilsinler. Bunları Allah’a ibadet etmek için yardımcı olarak değerlendiren kimsenin bu nimetlerden yararlanması helâl olur ve sorumluluktan kurtulur. Bunları küfre ve türlü masiyetlere karşı yardımcı bir unsur olarak kullanan kimselerin ise bunu yapma hakları yoktur ve bunlardan bu yolda yararlanmak onlara helâl değildir. O halde peygamberlere düşman olanların, peygamberleri kendisinden çıkartmak ile tehditte bulundukları o yurtlarda hiçbir hakka sahip olmadıkları ortaya çıkmaktadır. Bunu bir kenara bırakıp sadece geleneklere bakacak olursak görürüz ki peygamberler de onların yurtlarında yaşayan halk arasındadır ve onların birer ferdidir. Peki, açık ve seçik bir şekilde onlara ait olan bir haktan onları neye dayanarak mahrum etmek istemektedirler? Bunun dinsizlikten ve büsbütün insafsızlıktan, insaniyetsizlikten başka bir sebebi olabilir mi? O nedenledir ki onların peygamberlere karşı giriştikleri hile ve tuzaklar,
bu noktaya ulaşınca geriye Allah’ın emrini uygulayıp dostlarını yardımı ile zafere ulaştırmasından başka bir seçenek kalmamaktadır: “Bunun üzerine Rableri onlara şunu vahyetti: Biz o zalimleri muhakkak” çeşitli cezalarla
“helâk edeceğiz.”
#
{14} {ولَنُسْكِنَنَّكُمُ الأرض من بعدهم ذلك}؛ أي: العاقبة الحسنة التي جعلها الله للرسل ومَنْ تَبِعَهم جزاء، {لِمَنْ خاف مقامي}: عليه في الدنيا، وراقب الله مراقبة من يعلم أنه يراه، {وخاف وعيدِ}؛ أي: ما توعَّدت به مَنْ عصاني؛ فأوجب له ذلك الانكفاف عمَّا يكرهُهُ الله والمبادرة إلى ما يحبُّه الله.
14.
“ve onlardan sonra o ülkeye sizi yerleştireceğiz. İşte bu” yani Yüce Allah’ın peygamberlere ve onlara uyanlara ihsan ettiği güzel akıbet;
“benim makamımdan” yani dünyada Allah’ın huzuruna çıkmaktan korkarak, Allah’ın kendisini gördüğünü bilerek Rabbinin gözetiminden
“korkan ve benim tehdidimden” yani bana isyan edenlere yaptığım tehditlerden
“çekinen” ve bu hali Allah’ın hoşnut olmadığı şeylerden uzak kalmasına ve Allah’ın sevdiği şeyleri işlemeye yönelmesine vesile olan “kimselere mahsustur.”
#
{15} {واستفتحوا}؛ أي: الكفار؛ أي: هم الذين طلبوا واستعجلوا فَتْحَ الله وفرقانَهُ بين أوليائه وأعدائه، فجاءهم ما استفتحوا به، وإلاَّ؛ فالله حليمٌ، لا يعاجِل من عصاه بالعقوبة. {وخاب كلُّ جبارٍ عنيدٍ}؛ أي: خسر في الدنيا والآخرة من تجبَّر على الله وعلى الحقِّ وعلى عباد الله، [واستكبر] في الأرض، وعاند الرسل، وشاقَّهم.
15. Kâfirler
“hüküm istediler” yani Allah’ın ayırıcı hükmünü, dostları ile düşmanları arasında hüküm verip haklıyı haksızdan ayırt etmesini istediler ve istedikleri bu hüküm de onlara geldi. Yoksa Allah, Halîmdir, kendisine isyan edenleri cezalandırmakta acele etmez.
“ve her inatçı zorba zarara uğradı.” Allah’a, hakka, Allah’ın kullarına karşı zorba tavır takınan, yeryüzünde büyüklük taslayan ve peygamberlere karşı inatlaşarak onlardan uzak kalan kimseler, dünyada da âhirette de hüsrana uğramışlardır.
#
{16} {من ورائه جهنَّمُ}؛ أي: جهنَّم لهذا الجبار العنيد بالمرصاد؛ فلا بدَّ له من ورودها، فيذاق حينئذٍ العذاب الشديد. {ويُسْقى من ماءٍ صديدٍ}: في لونه وطعمه ورائحته الخبيثة، وهو في غاية الحرارة.
16.
“Arkasında” yani bu zorba ve inatçı kimselerin arkasında “(bir de) cehennem var.” Onu beklemekte, gözetlemektedir. Böyle bir kimsenin cehenneme varması kaçınılmazdır. İşte o vakit oldukça çetin bir azabı tadacaktır.
“Ona” rengi, tadı ve kötü kokusu ile iğrenç olan “irinli bir sudan içirilecek.” Bu, son derece sıcak olacaktır.
#
{17} {يَتَجَرَّعُه}: من العطش الشديد، {ولا يكادُ يُسيغُهُ}: فإنه إذا قرب إلى وجهه؛ شواه، وإذا وصل إلى بطنه؛ قطع ما أتى عليه من الأمعاء، {ويأتيه الموتُ من كلِّ مكان وما هو بميِّتٍ}؛ أي: يأتيه العذاب الشديد من كلِّ نوع من أنواع العذاب، وكلُّ نوع منه من شدَّته يبلغ إلى الموت، ولكنَّ الله قضى أن لا يموتوا؛ كما قال تعالى: {لا يُقْضى عليهم فيموتوا ولا يُخَفَّفُ عنهم من عذابها كذلك نَجْزي كلَّ كفورٍ}. وهم يصطرخون فيها، {ومن ورائِه}؛ أي: الجبار العنيد {عذابٌ غليظٌ}؛ أي: قويٌّ شديدٌ لا يعلم بوصفه وشدَّته إلا الله تعالى.
17. Aşırı bir susuzluk ile
“yutmaya çalışacak ama boğazından geçiremeyecek.” Suyu yüzüne yaklaştırdığında yüzünü kavurur, karnına ulaştı mı bağırsaklarını parçalar.
“Her taraftan ona ölüm gelecek fakat o bir türlü ölmeyecek.” Her türlüsü ile çetin azap ona gelecek. Bu azabın şiddeti, ölüm derecesine kadar ulaşacak; fakat Allah cehennemliklerin ölmeyeceğine hüküm verdiği için ölemeyecekler.
Nitekim Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: “...Onlar aleyhinde hüküm verilmez ki ölsünler. Üzerinleriden (cehennem) azabından bir şey de hafifletilmez. İşte biz, küfürde ısrar eden herkesi böyle cezalandırırız. Onlar orada feryad ederler...” (Fâtır, 35/36-37) O inatçı zorba için
“Bunun ardından oldukça ağır bir azap daha var.” Niteliklerini, şiddet ve çetinliğini Allah’tan başka hiç kimsenin bilemediği son derece çetin ve büyük bir azap gelecektir.
{مَثَلُ الَّذِينَ كَفَرُوا بِرَبِّهِمْ أَعْمَالُهُمْ كَرَمَادٍ اشْتَدَّتْ بِهِ الرِّيحُ فِي يَوْمٍ عَاصِفٍ لَا يَقْدِرُونَ مِمَّا كَسَبُوا عَلَى شَيْءٍ ذَلِكَ هُوَ الضَّلَالُ الْبَعِيدُ (18)}
18-
Rablerini inkar edenlerin durumu şudur: Amelleri, fırtınalı bir günde rüzgarın şiddetle savurduğu kül gibidir. Kazandıkları
(iyi amellerden) hiçbir şey elde edemezler. İşte bu, uzak bir sapıklığın ta kendisidir!
#
{18} يخبِّر تعالى عن أعمال الكفار التي عملوها: إما أن المراد بها الأعمال التي عملوها لله بأنَّها في ذَهابها وبطلانها واضمحلالها كاضمحلال الرماد الذي هو أدقُّ الأشياء وأخفها إذا اشتدَّت به الريح في يوم عاصف شديد الهبوب؛ فإنَّه لا يُبقي منه شيئاً ولا يُقْدَرُ منه على شيء يذهب ويضمحلُّ؛ فكذلك أعمال الكفار، {لا يقدِرونَ ممَّا كسبوا على شيء}، ولا على مثقال ذرَّة منه؛ لأنَّه مبنيٌّ على الكفر والتكذيب. {ذلك هو الضلال البعيد}: حيث بَطَلَ سعيُهم واضمحلَّ عملُهم. وإمَّا أنَّ المراد بذلك أعمال الكفار التي عملوها لِيَكيدوا بها الحقَّ؛ فإنَّهم يسعون ويكدحون في ذلك، ومكرهم عائدٌ عليهم، ولن يضرُّوا الله ورسله وجنده وما معهم من الحقِّ شيئاً.
18. Yüce Allah, kâfirlerin işledikleri amellerin durumunu bize bildirmektedir. Bu amellerinden kasıt, kendilerinin Allah için işlediklerini kabul ettikleri amelleri olabilir. Bu gibi amellerin yok oluşu, karşılıksız bırakılması, darmadağın olup gitmesi yani boşa çıkması, çok ince ve çok hafif olan külün, son derece fırtınalı bir günde şiddetle esen rüzgarla savrulmasına benzer. Bu durumda o külden geriye hiçbir şey kalmaz ve hiçbir şey elde tutulamaksızın kaybolup gider. İşte kâfirlerin amelleri de böyle olacaktır. Onlar
“kazandıkları (iyi amellerden) hiçbir şey elde edemezler.” Zerre ağırlığı kadar dahi olsa o amellerinden ellerine hiçbir şey geçmeyecektir. Çünkü onların amellerinin temeli, küfür ve yalanlamadır.
“İşte bu, uzak bir sapıklığın ta kendisidir!” Çünkü onların yaptıkları boşa çıkmış, amelleri de yok olup gitmiştir. Bu ameller ile kâfirlerin, hakka karşı kurdukları hileleri, tuzakları ve bu maksatla yaptıkları işleri kastedilmiş olabilir. Onlar, bunun için çalışıp çabalarlar. Ama giriştikleri hile ve tuzakları sonunda kendi başlarına geçer. Allah’a, peygamberlerine, Allah’ın askerlerine ve onların beraberinde olan hakka en ufak bir zararları olmaz.
{أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللَّهَ خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ بِالْحَقِّ إِنْ يَشَأْ يُذْهِبْكُمْ وَيَأْتِ بِخَلْقٍ جَدِيدٍ (19) وَمَا ذَلِكَ عَلَى اللَّهِ بِعَزِيزٍ (20) وَبَرَزُوا لِلَّهِ جَمِيعًا فَقَالَ الضُّعَفَاءُ لِلَّذِينَ اسْتَكْبَرُوا إِنَّا كُنَّا لَكُمْ تَبَعًا فَهَلْ أَنْتُمْ مُغْنُونَ عَنَّا مِنْ عَذَابِ اللَّهِ مِنْ شَيْءٍ قَالُوا لَوْ هَدَانَا اللَّهُ لَهَدَيْنَاكُمْ سَوَاءٌ عَلَيْنَا أَجَزِعْنَا أَمْ صَبَرْنَا مَا لَنَا مِنْ مَحِيصٍ (21)}
19- Görmedin mi ki Allah, gökleri ve yeri hak
(bir amaç) ile yaratmıştır. Dilerse sizi yok eder ve
(yerinize) yeni bir halk getirir.
20- Bu, Allah’a zor değildir.
21-
(Kıyamet günü) hepsi toplanıp Allah’ın huzuruna çıkarlar da zayıflar,
müstekbirlere şöyle der: “Biz, size tabi idik. Şimdi siz, Allah’ın azabından azıcık bir şey dahi olsa bizden uzaklaştırabilecek misiniz?” Onlar da şöyle derler:
“Allah bize hidâyet vermiş olsaydı, elbette biz de sizi hidâyete ulaştırırdık. Artık sızlansak da sabretsek de bizim için birdir, (azaptan kaçıp) sığınacak hiçbir yerimiz yok.”
#
{19} ينبِّه تعالى عباده بأنّه {خَلَقَ السمواتِ والأرض بالحقِّ}؛ أي: ليعبده الخلق ويعرفوه ويأمرهم وينهاهم، وليستدلوا بهما وما فيهما على ما له من صفات الكمال، وليعلموا أنَّ الذي خَلَقَ السماوات والأرض ـ على عظمهما وسعتهما ـ قادرٌ على أن يعيدَهم خلقاً جديداً؛ ليجازِيَهم بإحسانهم وإساءتهم، وأنَّ قدرته ومشيئته لا تَقْصُرُ عن ذلك.
ولهذا قال: {إنْ يَشَأ يُذْهِبْكم ويأتِ بخَلْقٍ جديدٍ}: يُحتمل أنَّ المعنى: إنْ يشأ يُذهبكم ويأت بقوم غيركم يكونون أطوعَ لله منكم. ويُحتمل أنَّ المراد: إنْ يشأ يُفْنيكم ثم يعيدهم بالبعث خلقاً جديداً. ويدلُّ على هذا الاحتمال ما ذكره بعده من أحوال القيامة.
19.
Yüce Allah kullarını uyararak şöyle buyurmaktadır: “Görmedin mi ki Allah, gökleri ve yeri hak (bir amaç) ile yaratmıştır.” Yani O, gökleri ve yeri bütün insanlar O’na ibadet etsinler, O’nu bilip tanısınlar, O da onlara emirler versin, yasaklar buyursun diye yaratmıştır. Yine insanlar, göklerin ve yerin yaratılışını, onlarda bulunan şeyleri Yüce Allah’ın sahip olduğu kemal sıfatlarına delil olarak görsünler, gökleri ve yeri -bunca azamet ve genişliklerine rağmen- yaratanın, iyiliklerinin ve kötülüklerinin karşılığını vermek üzere aynı şekilde onları tekrar yaratmaya kadir olduğunu, O’nun kudret ve meşîetinin bundan âciz olmadığını bilsinler.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Dilerse sizi yok eder ve (yerinize) yeni bir halk getirir/yeni bir yaratılış (ile) getirir.” Bu buyruğun, eğer o dilerse sizi yok eder ve yerinize başkalarını, sizden Allah’a daha çok itaat eden bir kavmi getirir anlamına gelme ihtimali vardır. Yine eğer dilerse sizi yok eder, sonra da sizleri öldükten sonra yeniden diriltmek sureti ile tekrar yaratır, anlamına gelme ihtimali de vardır. Yüce Allah’ın ileride kıyametten bahsetmesi ikinci ihtimale delildir.
#
{20} {وما ذلك على الله بعزيزٍ}؛ أي: بممتنع، بل هو سهلٌ عليه جدًّا، {ما خَلْقُكُم ولا بَعْثُكم إلا كنفس واحدةٍ وهو الذي يبدأ الخَلْق ثم يعيدُه وهو أهونُ عليه}.
20.
“Bu Allah’a zor değildir.” O’nun hakkında böyle bir şeyin imkânsızlığından söz edilemez. Aksine böyle bir şey, O’na son derece kolaydır.
“Sizin yaratılmanız ve öldükten sonra diriltilmeniz ancak bir can gibidir.” (Lukman, 31/28);
“Yaratıkları ilkin yoktan var eden O’dur; sonra da bunu tekrar edecek (hepsini diriltecektir) ve bu, O’na daha kolaydır.” (er-Rum, 30/27)
#
{21} {وبرزوا}؛ أي: الخلائق {لله جميعاً}: حين يُنفخُ في الصور فيخرجون من الأجداث إلى ربِّهم، فيقفون في أرض مستوية، قاعٍ صفصفٍ، لا ترى فيها عوجاً ولا أمتاً، ويبرُزون له لايخفى عليه منهم خافيةٌ؛ فإذا برزوا؛ صاروا يتحاجُّون، وكلٌّ يدفع عن نفسه ويدافع ما يقدر عليه، ولكن أنَّى لهم ذلك؟! فيقول {الضعفاء}؛ أي: التابعون والمقلِّدون، {للذين استكبروا}: وهم المتبوعون الذين هم قادة في الضَّلال: {إنَّا كنَّا لكم تَبَعاً}؛ أي: في الدنيا أمرتمونا بالضلال وزيَّنتموه لنا فأغويتمونا. {فهل أنتم} اليوم {مُغنون عنَّا من عذاب الله من شيء}؛ أي: ولو مثقال ذرَّة {قالوا}؛ أي: المتبوعون والرؤساء: أغويناكم كما غوينا، فَـ {لو هدانا الله لهديناكم}؛ فلا يُغني أحدٌ أحداً. {سواءٌ علينا أجَزِعْنا}: من العذاب، {أم صَبَرْنا}: عليه. {ما لنا من مَحيصٍ}؛ أي: [من] ملجأ نلجأ إليه، ولا مَهْرَبَ لنا من عذاب الله.
21.
“(Kıyamet günü)” Sûr’a üfürüleceği vakit
“hepsi” bütün yaratıklar “toplanıp Allah’ın huzuruna çıkarlar.” Kabirlerinden çıkarak Rablerinin huzuruna gelir, hiçbir tümseği ve çukuru bulunmayan dümdüz bir alanda durur ve O’nun huzuruna çıkarlar. Onlardan tek bir kimse dahi gizli kalmaz. Huzuruna çıkacakları vakit birbirleri ile tartışmaya başlarlar; herkes kendisini savunmaya ve gücü yettiğince kendisini korumaya çalışır. Ancak ne mümkün?
“Zayıflar” yani başkalarına uyan ve başkalarını taklit eden kimseler “müstekbirlere” sapıklığın önderleri olan ve kendilerine uyulan kimselere
“şöyle der: Biz size tabi idik” dünyada siz, bize sapıklığı emrettiniz, onu bize süslediniz ve bizi azdırarak doğru yoldan çıkardınız.
“Şimdi siz, Allah’ın azabından azıcık” zerre ağırlığınca
“bir şey dahi olsa bizden uzaklaştırabilecek misiniz? Onlar” yani kendilerine uyulan,
önder kabul edilen kimseler ise şöyle der: Biz azmış olduğumuz gibi sizi de azdırdık
“Allah bize hidâyet vermiş olsaydı, elbette biz de sizi hidâyete ulaştırırdık.” Artık kimsenin kimseye hiçbir faydası yoktur.
“Artık biz” azaptan dolayı “sızlansak da” ona karşı
“sabretsek de bizim için birdir. (Azaptan kaçıp) sığınacak” barınacak ve Allah’ın azabından kurtulmak için kaçıp korunacak
“hiçbir yerimiz yok.”
{وَقَالَ الشَّيْطَانُ لَمَّا قُضِيَ الْأَمْرُ إِنَّ اللَّهَ وَعَدَكُمْ وَعْدَ الْحَقِّ وَوَعَدْتُكُمْ فَأَخْلَفْتُكُمْ وَمَا كَانَ لِيَ عَلَيْكُمْ مِنْ سُلْطَانٍ إِلَّا أَنْ دَعَوْتُكُمْ فَاسْتَجَبْتُمْ لِي فَلَا تَلُومُونِي وَلُومُوا أَنْفُسَكُمْ مَا أَنَا بِمُصْرِخِكُمْ وَمَا أَنْتُمْ بِمُصْرِخِيَّ إِنِّي كَفَرْتُ بِمَا أَشْرَكْتُمُونِ مِنْ قَبْلُ إِنَّ الظَّالِمِينَ لَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ (22) وَأُدْخِلَ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا بِإِذْنِ رَبِّهِمْ تَحِيَّتُهُمْ فِيهَا سَلَامٌ (23)}.
22-
İş olup bitince şeytan der ki: “Doğrusu Allah size hak bir vaatte bulundu. Ben de size vaatte bulundum ama size verdiğim sözde durmadım. Zaten benim sizin üzerinizde hiçbir sultanım yoktu. Sadece ben, sizi çağırdım, siz de hemen çağrımı kabul ettiniz. O halde beni kınamayın, bilakis kendinizi kınayın. Artık ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz. Ben daha önce (dünyada iken) beni (Allah’a) ortak koşmanızı da reddediyorum.” Doğrusu zalimler için can yakıcı bir azap vardır.
23- İman edip salih ameller işleyenler, altlarından ırmaklar akan cennetlere konacaklardır. Orada Rablerinin izni ile ebediyen kalacaklardır. Oradaki selamlaşma sözleri ise “Selâm”dır.
#
{22} أي: {وقال الشيطان}: الذي هو سببٌ لكلِّ شرٍّ يقع ووقع في العالم مخاطباً لأهل النار ومتبرئاً منهم، {لمَّا قُضِيَ الأمر}: ودخل أهلُ الجنةِ الجنةَ وأهلُ النارِ النارَ: {إنَّ الله وَعَدَكم وعدَ الحقِّ}: على ألسنة رسله فلم تطيعوه؛ فلو أطعتموه؛ لأدركتم الفوز العظيم. {ووعدتُكم}: الخير، {فأخلفتُكم}؛ أي: لم يحصُلْ ولن يحصُلَ لكم ما منَّيتكم به من الأماني الباطلة. {وما كان لي عليكُم من سلطانٍ}؛ أي: من حجة على تأييد قولي، {إلاَّ أن دعوتُكم فاستجبتُم لي}؛ أي: هذه نهاية ما عندي أني دعوتُكم إلى مُرادي وزيَّنته لكم فاستجبتُم لي اتِّباعاً لأهوائكم وشهواتكم؛ فإذا كانت الحال بهذه الصورة؛ {فلا تلوموني ولوموا أنفسكم}: فأنتم السبب وعليكم المدار في موجب العقاب. {ما أنا بمصرِخِكُم}؛ أي: بمغيثكم من الشدَّة التي أنتم بها، {وما أنتم بمصرخيَّ}: كلٌّ له قسطٌ من العذاب. {إنِّي كفرتُ بما أشركتمونِ من قبلُ}؛ أي: تبرأت من جعلكم لي شريكاً مع الله، فلست شريكاً لله، ولا تجب طاعتي. {إنَّ الظالمين}: لأنفسهم بطاعة الشيطان {لهم عذابٌ أليمٌ}: خالدين فيه أبداً. وهذا من لطف الله بعباده أن حذَّرهم من طاعة الشيطان، وأخبر بمداخلِهِ التي يدخل منها على الإنسان ومقاصدِهِ فيه، وأنه يقصدُ أن يدخله النيران.
وهنا بيَّن لنا أنَّه إذا دخل النار وجندُه ؛ أنَّه يتبرَّأ منهم هذه البراءة، ويكفُر بشركِهِم، ولا ينبِّئك مثل خبيرٍ. واعلم أن الله ذكر في هذه الآية أنه ليس له سلطانٌ، وقال في آية أخرى: {إنَّما سُلْطانُهُ على الذين يَتَوَلَّوْنَهُ والذين هم به مشركونَ}؛ فالسلطان الذي نفاه عنه هو سلطان الحجَّة والدليل، فليس له حجَّة أصلاً على ما يدعو إليه، وإنما نهاية ذلك أن يُقيم لهم من الشُبَه والتزيينات ما به يتجرؤون على المعاصي، وأما السلطان الذي أثبته؛ فهو التسلُّط بالإغراء على المعاصي لأوليائه يؤزُّهم إلى المعاصي أزًّا، وهم الذين سلَّطوه على أنفسهم بموالاته والالتحاق بحزبه، ولهذا ليس له سلطان على الذين آمنوا وعلى ربِّهم يتوكَّلون.
22.
“İş olup bitince” yani cennetlikler cennete, cehennemlikler de cehenneme girince; yeryüzünde meydana gelen bütün kötülüklerin sebebi olan
“şeytan” cehennemliklere hitaben, onlarla hiçbir ilişkisinin olmadığını bildirerek “der ki: Doğrusu Allah” peygamberleri aracılığı ile
“size hak bir vaatte bulundu.” Siz ise O’na itaat etmediniz; itaat etmiş olsaydınız hiç şüphesiz pek büyük bir kazanç elde ederdiniz.
“Ben de size” iyi şeyler
“vaatte bulundum, ama size verdiğim sözde durmadım.” Benim size vaat ettiğim o batıl şeyler, ummanızı sağladığım o aslı olmayan umutlar asla gerçekleşmedi, gerçekleşmeyecek de.
“Zaten benim sizin üzerinizde hiçbir sultanım” yani söylediklerimi destekleyecek hiçbir delilim
“yoktu. Sadece ben, sizi çağırdım, siz de hemen çağrımı kabul ettiniz.” Benim her şeyim bundan ibarettir. Ben sizi kendi isteklerim doğrultusunda çağırdım ve bunları sizlere süslü gösterdim, sizler de nefsi arzularınıza uyarak benim çağrımı kabul ettiniz. Durum bu olduğuna göre
“o halde beni kınamayın, bilakis kendinizi kınayın.” Çünkü sebep sizsiniz, cezaya uğramanıza neden olan sizin kendi yaptıklarınızdır.
“Artık ne ben sizi” içinde bulunduğunuz bu zorlu azaptan
“kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz.” Herkesin azaptan kendisine göre belli bir payı vardır.
“Ben daha önce (dünyada iken) beni (Allah’a) ortak koşmanızı da reddediyorum.” Sizin beni Allah’a ortak koşmanızı kabul etmiyorum, ben Allah’a ortak değilim, bana itaat etmeniz zorunlu değildi.
“Doğrusu” şeytana itaat etmek sureti ile kendilerine zulmeden “zalimler için can yakıcı bir azap vardır.” Ve onlar bu azapta ebediyen kalacaklardır. Yüce Allah’ın şeytana itaat etmekten kullarını sakındırması ve şeytanın insanı etkilediği yolları haber verip şeytanın maksadının onların ateşe girmelerini sağlamak olduğunu bildirmesi kullarına olan bir lütfudur. İşte burada Yüce Allah, bizlere şeytanın ve taraftarlarının cehenneme girecekleri vakit, şeytanın onlardan uzaklaşacağını ve kendisini Allah’a ortak koşmalarını reddedeceğini bildirmektedir.
“Her şeyden haberdar olan (Allah) gibi kimse sana haber veremez.” (Fâtır, 35/14)
Şu bilinmelidir ki Allah, bu âyet-i kerimede şeytanın her hangi bir
“sultan”ı bulunmadığını haber vermektedir. Bir başka âyeti kerimede ise şöyle buyurmaktadır: “Onun sultanı ancak kendisini dost edinip de onu Allah’a ortak koşanlaradır.” (en-Nahl, 16/100) Yüce Allah’ın olmadığını belirttiği sultan; delil ve belge getirme anlamındadır. Gerçekten de şeytanın çağrısına dair asla bir delili yoktur. En nihai derecesi masiyetlere karşı cüretkârlık kazanmalarını sağlayacak türden birtakım şüpheleri telkin etmesinden ve bunları süslü göstermesinden ibarettir. Şeytanın dostları hakkında sahip olduğu bildirilen “sultan”a gelince bu, onları masiyetlere kışkırtmak ve teşvik etmek sureti ile onlara musallat olmasıdır. Böylelikle o, bu dostlarını masiyetlere alabildiğine iter. Şeytanı kendilerine musallat edenler ise onu dost edinmek ve onun taraftarları arasına katılmak sureti ile bizzat kendileridir. Bu sebepten dolayı şeytanın iman eden ve Rablerine tevekkül eden kimseler üzerinde herhangi bir sultanı yoktur.
#
{23} ولما ذكر عقاب الظالمين؛ ذكر ثواب الطائعين، فقال: {وأُدْخِلَ الذين آمنوا وعملوا الصالحات}؛ أي: قاموا بالدين قولاً وعملاً واعتقاداً، {جناتٍ تجري من تحتها الأنهارُ}: فيها من اللَّذَّات والشَّهَوات ما لا عينٌ رأتْ ولا أذنٌ سمعتْ ولا خطر على قلب بشرٍ. {خالدين فيها بإذنِ ربِّهم}؛ أي: لا بحولهم وقوَّتهم، بل بحول الله وقوته. {تحيَّتُهم فيها سلامٌ}؛ أي: يحيّي بعضُهم بعضاً بالسلام والتحية والكلام الطيب.
23. Yüce Allah,
zalimlerin cezasını söz konusu ettikten sonra itaatkârların mükâfatını söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “İman edip salih ameller işleyenler” itikatları ile, söz ve davranışları ile dinlerini dosdoğru tutanlar
“altlarından ırmaklar akan cennetlere konacaklardır.” Orada hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir kimsenin hatırından geçirmediği zevkler ve nimetler vardır.
“Orada Rablerinin izni ile ebediyen kalacaklardır.” Bu, onların kendi güç ve imkânları ile değil, Allah’ın güç ve izni ile gerçekleşecektir.
“Oradaki selamlaşma sözleri ise “Selâm”dır.” Onlar birbirlerini selâm vererek ve güzel sözler söyleyerek selamlarlar.
{أَلَمْ تَرَ كَيْفَ ضَرَبَ اللَّهُ مَثَلًا كَلِمَةً طَيِّبَةً كَشَجَرَةٍ طَيِّبَةٍ أَصْلُهَا ثَابِتٌ وَفَرْعُهَا فِي السَّمَاءِ (24) تُؤْتِي أُكُلَهَا كُلَّ حِينٍ بِإِذْنِ رَبِّهَا وَيَضْرِبُ اللَّهُ الْأَمْثَالَ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ (25) وَمَثَلُ كَلِمَةٍ خَبِيثَةٍ كَشَجَرَةٍ خَبِيثَةٍ اجْتُثَّتْ مِنْ فَوْقِ الْأَرْضِ مَا لَهَا مِنْ قَرَارٍ (26)}
24- Allah’ın güzel söze nasıl misal verdiğini görmez misin?
(O,) kökü sabit, dalları da gökte olan güzel bir ağaç gibidir.
25- Meyvelerini Rabbinin izni ile her zaman verir. Allah insanlara misaller verir ki düşünüp öğüt alsınlar.
26- Kötü kelime ise toprağın üstünde
(bulunan cılız) kökünden koparılmış, sabit bir yeri olmayan kötü bir ağaç gibidir.
#
{24} يقول تعالى: {ألم تَرَ كيف ضَرَبَ الله مثلاً كلمةً طيبةً}: وهي شهادة أن لا إله إلا الله وفروعها {كشجرةٍ طيبةٍ}: وهي النخلة {أصلُها ثابتٌ}: في الأرض. {وفرعُها}: منتشرٌ {في السماء}: وهي كثيرة النفع دائماً.
24.
Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Allah’ın güzel söze” bu, Lâ ilâhe illallah sözü ve onun alt dallarıdır
“nasıl misal verdiğini görmez misin? (O,) kökü” yerde
“sabit, dalları da gökte” yayılmış
“olan” her zaman için pek faydalı bulunan “güzel bir ağaç gibidir.” Yani hurma ağacı.
#
{25} {تؤتي أكُلَها}؛ أي: ثمرتها، {كلَّ حين بإذن ربِّها}: فكذلك شجرة الإيمان أصلُها ثابتٌ في قلب المؤمن علماً واعتقاداً، وفرعُها من الكلم الطيِّب والعمل الصالح والأخلاق المرضيَّة والآداب الحسنة في السماء دائماً، يصعَدُ إلى الله منه من الأعمال والأقوال التي تخرِجُها شجرة الإيمان، ما ينتفعُ به المؤمن وينتفع غيره، {ويضرِبُ الله الأمثالَ للناس لعلَّهم يتذكَّرون}: ما أمرهم به ونهاهم عنه؛ فإنَّ في ضرب الأمثال تقريباً للمعاني المعقولة من الأمثال المحسوسة، ويتبيَّن المعنى الذي أراده الله غاية البيان ويتَّضح غاية الوضوح، وهذا من رحمته وحسن تعليمه؛ فللَّه أتمُّ الحمد وأكمله وأعمُّه. فهذه صفة كلمة التوحيد، وثباتُها في قلب المؤمن.
25.
“Meyvelerini Rabbinin izni ile her zaman verir.” İşte iman ağacı da böyledir. Onun kökü, mü’minin kalbinde ilim ve itikad olarak sapasağlam yer eder. Dalları olan güzel söz, salih amel, güzel ahlâk ve edebler her zaman için semâya doğru uzanır. İman ağacının meyve olarak verdiği ve hem mü’min kula hem de başkalarına faydalı olan güzel ameller ve sözler, Yüce Allah’a doğru yükselir.
“Allah insanlara misaller verir ki” kendilerine vermiş olduğu emirleri ve yasaklarını
“düşünüp öğüt alsınlar.” Çünkü misaller verilerek soyut birtakım manalar, maddi örnekler ile anlaşılır bir hâl alır; böylece Allah’ın anlatmayı murad ettiği anlam son derece açık ve net bir hale gelir. Bu da Yüce Allah’ın rahmetinin ve bizlere güzel bir şekilde öğretmesinin bir tecellisidir. En kâmil hamdler, en kapsamlı senâlar Allah’a olsun. İşte bu, kelime-i tevhidin ve onun mü’minin kalbindeki sapasağlam yer edişinin misalidir.
#
{26} ثم ذكر ضدَّها، وهي كلمة الكفر وفروعها، فقال: {ومَثَلُ كلمةٍ خبيثة كشجرةٍ خبيثةٍ}: المأكل والمطعم، وهي شجرة الحنظل ونحوها. {اجتُثَّت}: هذه الشجرة {من فوق الأرض ما لها من قرارٍ}؛ أي: [من] ثبوت؛ فلا عروق تمسكها، ولا ثمرة صالحة تنتِجُها، بل إنْ وُجِدَ فيها ثمرةٌ؛ فهي ثمرةٌ خبيثة، كذلك كلمة الكفر والمعاصي، ليس لها ثبوتٌ نافعٌ في القلب، ولا تثمِرُ إلا كلَّ قولٍ خبيثٍ وعملٍ خبيثٍ يستضر به صاحبه، ولا ينتفعُ، ولا يصعدُ إلى الله منه عملٌ صالح، ولا ينفع نفسه، ولا ينتفع به غيره.
26.
Daha sonra ise Yüce Allah bunun zıddı olan küfür sözünün ve onun alt dallarının örneğini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Kötü kelime ise toprağın üstünde (bulunan cılız) kökünden koparılmış, sabit bir yeri olmayan kötü” yani yenilmesi de tadı da hoş olmayan; Ebu Cehil karpuzu ve benzeri
“bir ağaç gibidir.” Tutunacak kökleri olmadığı gibi güzel meyvesi de yoktur. Böyle bir ağacın meyvesi bulunsa dahi bu, kötü bir meyvedir. İşte küfür sözü ile günahlar da böyledir. Bunların kalpte faydalı bir şekilde yerleşmeleri mümkün değildir. Sahibine zarar verecek kötü sözlerden ve kötü davranışlardan başka bir meyvesi yoktur. Sahibi ondan fayda görmez ve onun hiçbir salih ameli Allah’a yükselmez. Ne kendisine faydası olur ne de başkası ondan faydalanır.
{يُثَبِّتُ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا بِالْقَوْلِ الثَّابِتِ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَفِي الْآخِرَةِ وَيُضِلُّ اللَّهُ الظَّالِمِينَ وَيَفْعَلُ اللَّهُ مَا يَشَاءُ (27)}
27- Allah iman edenlere dünya hayatında da âhirette de sağlam sözle sebat verir. Allah zulmedenleri de saptırır. Allah ne dilerse yapar.
#
{27} يخبر تعالى أنَّه يثبِّت عباده المؤمنين؛ أي: الذين قاموا بما عليهم من الإيمان القلبيِّ التامِّ، الذي يستلزم أعمال الجوارح ويثمِّرها، فيثبتهم الله: في الحياة الدنيا عند ورود الشبهات بالهداية إلى اليقين، وعند عروض الشهوات بالإرادة الجازمة على تقديم ما يحبُّه الله على هوى النفس ومرادها، وفي الآخرة عند الموت بالثبات على الدين الإسلاميِّ والخاتمة الحسنة، وفي القبر عند سؤال الملكين للجواب الصحيح إذا قيل للميت: من ربُّك؟ وما دينُك؟ ومن نبيُّك؟ هداهم للجواب الصحيح بأن يقولَ المؤمن: اللهُ ربِّي، والإسلامُ ديني، ومحمدٌ نبيِّي. {ويضِلُّ الله الظالمين}: عن الصواب في الدنيا والآخرة، وما ظلمهم الله ولكنَّهم ظلموا أنفسهم.
وفي هذه الآية دلالة على فتنة القبر وعذابه ونعيمه؛ كما تواترت بذلك النصوص عن النبيِّ - صلى الله عليه وسلم - في الفتنة وصفتها ونعيم القبر وعذابه.
27. Yüce Allah mü’minleri, yani azaların amellerini gerektiren ve onları meyve olarak veren tam bir kalbî imanı gerçekleştiren kullarına sebat vereceğini bildirmektedir. Bu da onları
“dünya hayatında” şüphelerin yoğunlaştığı zamanlarda yakîne iletmesi, şehevi arzuların ortaya çıkması halinde de Allah’ın sevdiği şeyleri, nefsin arzu ve isteklerine öncelemeye dair kesin ve kararlı bir irade vermesi suretiyle olur.
“Âhirette de” ölüm esnasında İslâm dini üzere, güzel bir akıbet ile can vermelerini, kabirde de meleklerin soru sorması sırasında doğru cevap vermelerini sağlamak suertiyle sebat verir. Böylece melekler,
ölüye: Rabbin kim?, Dinin ne?, Peygamberin kim? diye sorduklarında
[37] mü’min:
“Rabbim Allah, dinim İslâm, peygamberim de Muhammeddir” der.
“Allah zulmedenleri” dünyada da âhirette de doğruya isabet ettirmemek sureti ile
“saptırır. Allah ne dilerse yapar.” Allah onlara zulmetmez; fakat onlar kendilerine zulmetmişlerdir.
Bu âyet-i kerimede kabir sualine, azap ve nimetine dair delil vardır. Nitekim kabir azabı, bu azabın nitelikleri, kabrin nimeti ve sualine dair Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den de tevâtür derecesine ulaşan naslar gelmiştir.
{أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ بَدَّلُوا نِعْمَتَ اللَّهِ كُفْرًا وَأَحَلُّوا قَوْمَهُمْ دَارَ الْبَوَارِ (28) جَهَنَّمَ يَصْلَوْنَهَا وَبِئْسَ الْقَرَارُ (29) وَجَعَلُوا لِلَّهِ أَنْدَادًا لِيُضِلُّوا عَنْ سَبِيلِهِ قُلْ تَمَتَّعُوا فَإِنَّ مَصِيرَكُمْ إِلَى النَّارِ (30)}
28- Allah’ın nimetine küfür/nankörlük ile karşılık veren ve kendi kavimlerini helâk yurduna sokanları görmez misin?
29-
(O yurt) cehennemdir; onlar oraya gireceklerdir. Orası kalacak ne kötü bir yerdir!
30- Allah’ın yolundan saptırmak için O’na ortaklar koştular.
De ki: “Faydalanın bakalım. Zira varacağınız yer şüphesiz ateştir!”
#
{28} يقول تعالى مبينِّاً حال المكذِّبين لرسوله من كفار قريش وما آلَ إليه أمرُهم: {ألم تَرَ إلى الذين بدَّلوا نعمة الله كفراً}: ونعمة الله هي إرسال محمد - صلى الله عليه وسلم - إليهم يدعوهم إلى إدراك الخيرات في الدُّنيا والآخرة وإلى النجاة من شرور الدُّنيا والآخرة، فبدَّلوا هذه النعمة بردِّها والكفر بها والصدِّ عنها بأنفسهم وصدِّهم غيرهم حتى {أحلُّوا قومَهم دار البوارِ}: وهي النار؛ حيث تسبَّبوا لإضلالهم، فصاروا وبالاً على قومهم من حيث يُظَنُّ نفعهم، ومن ذلك أنهم زيَّنوا لهم الخروج يوم بدر ليحاربوا الله ورسوله، فجرى عليهم ما جرى، وقُتِلَ كثيرٌ من كبرائهم وصناديدهم في تلك الوقعة.
28. Yüce Allah, Kureyş kâfirleri arasından Peygamberini yalanlayanların halini,
onların vardıkları noktayı beyan etmek üzere şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın nimetine” yani kendilerini dünya ve âhirette hayırları elde etmeye, dünya ve âhiretin kötülüklerinden de kurtulmaya çağıran Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in gönderilişine
“küfür/nankörlük ile” bu nimete karşı çıkmakla, nankörlükle, başkalarını da kendilerini de bu nimetin izinden gitmekten alıkoyarak
“karşılık veren ve” bunun sonucunda da
“kendi kavimlerini helâk yurduna” yani ateşe
“sokanları görmez misin?” Çünkü onlar, başkalarının sapmasına sebep oldular. Böylelikle faydalı olacakları sanılırken kavimlerine bir günah yükü oldular. Bedir günü Allah’a ve Rasûlüne karşı savaşa çıkmayı onlara süslü göstermiş olmaları da bu kabildendir o gün başlarına gelenler geldi, liderlerinden ve büyüklerinden pek çok kimse o savaşta öldürüldü.
#
{29} {جهنم يَصْلَوْنها}؛ أي: يحيط بهم حرُّها من جميع جوانبهم. {وبئس القرارُ}.
29.
“(O yurt) cehennemdir; onlar oraya gireceklerdir.” yani her taraftan cehennemin sıcaklığı onları çepeçevre kuşatacaktır.
“Orası kalacak ne kötü bir yerdir!”
#
{30} {وجعلوا لله أنداداً}؛ أي: نظراء وشركاء، {ليُضِلُّوا عن سبيله}؛ أي: ليضلُّوا العباد عن سبيل الله بسبب ما جعلوا لله من الأنداد ودَعَوْهم إلى عبادتها. {قل} لهم متوعِّداً: {تمتَّعوا} بكفركم وضلالكم قليلاً؛ فليس ذلك بنافعكم، {فإنَّ مصيركم إلى النار}؛ أي: مآلكم ومأواكم فيها وبئس المصير.
30.
“Allah’ın yolundan” Allah’ın kullarını, Allah’ın yolundan alıkoyup
“saptırmak için O’na ortaklar” benzerler ve denkler uydurup şirk
“koştular.” Başkalarını O’na denk gösterdiler ve kavimlerini de bu denk tuttukları ortaklara ibadete çağırdılar. Sen onları tehdit ederek “de ki:” Şimdilik az bir süre küfür ve sapıklığınız ile dünyadan
“faydalanın bakalım.” Bunun size hiçbir faydası olmayacaktır.
“Zira varacağınız yer şüphesiz ateştir!” Sonunda varacağınız yer orasıdır, orada barınacaksınız. O ne kötü bir dönüş yeridir!
{قُلْ لِعِبَادِيَ الَّذِينَ آمَنُوا يُقِيمُوا الصَّلَاةَ وَيُنْفِقُوا مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ سِرًّا وَعَلَانِيَةً مِنْ قَبْلِ أَنْ يَأْتِيَ يَوْمٌ لَا بَيْعٌ فِيهِ وَلَا خِلَالٌ (31)}.
31- İman eden kullarıma söyle de namazı dosdoğru kılsınlar ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık infak etsinler. Ne alışverişin ne de dostluğun olmadığı bir gün gelmeden önce…”
#
{31} أي: قل لعبادي المؤمنين آمراً لهم بما فيه غايةُ صلاحهم وأن ينتهزوا الفرصةَ قبل أن لا يمكنهم ذلك، {يُقيموا الصلاة}: ظاهراً وباطناً، {وينفِقوا مما رَزَقْناهم}؛ أي: من النعم التي أنعمنا بها عليهم قليلاً أو كثيراً، {سرًّا وعلانيةً}: وهذا يشمل النفقة الواجبة كالزكاة ونفقة من تجب عليه نفقته، والمستحبَّة كالصدقات ونحوها. {مِنْ قبل أن يأتي يومٌ لا بيعٌ فيه ولا خِلالٌ}؛ أي: لا ينفع فيه شيء، ولا سبيل إلى استدراك ما فات؛ لا بمعاوضة بيع وشراءٍ، ولا بهبة خليل وصديق؛ فكل امرئٍ له شأنٌ يغنيه؛ فليقدِّم العبد لنفسه، ولينظرْ ما قدَّمه لغدٍ، وليتفقدْ أعماله، ويحاسب نفسه قبل الحساب الأكبر.
31.
“İman eden kullarıma” menfaatlerine en çok yarayan şeyleri yapmalarını ve imkân varken fırsatı değerlendirmelerini emrederek
“söyle de namazı” zahiren ve batınen
“dosdoğru kılsınlar ve verdiğimiz rızıklardan” kendilerine ihsan etmiş olduğumuz nimetlerden az ya da çok
“gizli ve açık infâk etsinler.” Bu, hem zekât ve nafakalarını sağlamaları gerekenlerin ihtiyaçlarını karşılamak gibi farz infâkı, hem de sadaka ve benzeri müstehap infâkları kapsar.
“Ne alışverişin ne de dostluğun olmadığı” Alışverişin ve dostluğun yani hiçbir şeyin fayda sağlamayacağı, elden kaçanların herhangi bir alışveriş, bağış, dostluk ve arkadaşlıkla telafi edilemeyeceği böyle
“bir gün gelmeden önce” bunları yapsınlar. O gün herkesin kendisine yetecek ve başka şeyle ilgilenmesine fırsat vermeyecek kadar büyük meşguliyeti olacaktır. Kul, kendisine faydalı olacak şeyleri önden göndermeye dikkat etmeli ve yarına neler hazırladığına bakmalıdır. Amellerini gözden geçirmeli ve o büyük hesaptan önce kendi kendisini hesaba çekmelidir.
{اللَّهُ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَأَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَأَخْرَجَ بِهِ مِنَ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَكُمْ وَسَخَّرَ لَكُمُ الْفُلْكَ لِتَجْرِيَ فِي الْبَحْرِ بِأَمْرِهِ وَسَخَّرَ لَكُمُ الْأَنْهَارَ (32) وَسَخَّرَ لَكُمُ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ دَائِبَيْنِ وَسَخَّرَ لَكُمُ اللَّيْلَ وَالنَّهَارَ (33) وَآتَاكُمْ مِنْ كُلِّ مَا سَأَلْتُمُوهُ وَإِنْ تَعُدُّوا نِعْمَتَ اللَّهِ لَا تُحْصُوهَا إِنَّ الْإِنْسَانَ لَظَلُومٌ كَفَّارٌ (34)}.
32- Gökleri ve yeri yaratan, gökten su indirip de onunla size rızık olarak türlü türlü ürünler bitiren, emri ile denizde akıp gitsin diye gemileri emrinize amade kılan ve nehirleri emrinize veren, Allah’tır.
33-
(Yörüngelerinde) aralıksız hareket eden güneşi ve ayı istifadenize veren, geceyi ve gündüzü faydanıza sunan da O’dur.
34- O, size kendisinden istediğiniz şeylerin hepsinden verdi. Eğer Allah’ın nimetini saymaya kalkışsanız sayamazsınız. Gerçekten insan, çok zalim ve çok nankördür.
#
{32} يخبر تعالى أنَّه وحده {الذي خلق السمواتِ والأرضَ}: على اتِّساعهما وعظمهما، {وأنزل من السماء ماءً}: وهو المطر الذي ينزله الله من السحاب، فأخرج بذلك الماء {من الثمراتِ}: المختلفة الأنواع، {رزقاً لكم}: ورزقاً لأنعامكم. {وسخَّر لكم الفُلْكَ}؛ أي: السفن والمراكب، {لتجرِيَ في البحر بأمرِهِ}: فهو الذي يسَّر لكم صنعتها وأقْدَرَكم عليها وحَفِظَها على تيار الماء لتحمِلَكم وتحمل تجاراتكم وأمتعتكم إلى بلدٍ تقصدونه. {وسخَّرَ لكم الأنهارَ}: لتسقي حروثكم وأشجاركم، وتشربوا منها.
32.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Gökleri ve yeri” genişliklerine ve azametlerine rağmen tek başına
“yaratan, gökten su indirip de onunla” Allah’ın bulutlardan indirdiği yağmur ile
“size” ve hayvanlarınıza “rızık olarak türlü türlü ürünler” mahsüller
“bitiren, emri ile denizde akıp gitsin diye gemileri” ve diğer deniz araçlarını
“emrinize amade kılan” size bu gemileri yapma imkânını kolaylaştıran ve bu gücü veren, suyun akıntısı üzerinde sizi ve sizin ticaret mallarınızı, eşyalarınızı gitmek istediğiniz yere taşımanızı sağlayan,
“ve nehirleri” ekinlerinizi ve ağaçlarınızı sulaması ve onlardan içesiniz diye
“emrinize veren Allah’tır.”
#
{33} {وسخَّر لكم الشمسَ والقمر دائِبَيْنِ}: لا يفتران ولا يَنيان، يسعَيان لمصالحكم من حساب أزمنتكم ومصالح أبدانكم وحيواناتكم وزروعكم وثماركم. {وسخَّر لكم الليل}: لتسكُنوا فيه، {والنهار} مبصراً لتبتغوا من فضله.
33.
“(Yörüngelerinde) aralıksız” kesintisiz olarak, durup dinlenmeden
“hareket eden güneşi ve ayı” zamanı hesaplamak, bedenlerinizin, hayvanlarınızın, ekin ve mahsullerinizin çeşitli menfaatlerini karşılamak üzere
“istifadenize veren, geceyi” onda dinlenmeniz için
“ve gündüzü” Allah’ın lütfundan arayasınız diye eşyayı görebileceğiniz şekilde aydınlık kışarak
“faydanıza sunan da O’dur.”
#
{34} {وآتاكم من كلِّ ما سألتُموه}؛ أي: أعطاكم من كلِّ ما تعلَّقت به أمانيكم وحاجتكم مما تسألونه إيَّاه بلسان الحال أو بلسان المقال من أنعام وآلاتٍ وصناعاتٍ وغير ذلك. {وإن تَعُدُّوا نعمة الله لا تُحْصوها}: فضلاً عن قيامكم بشكرها. {إنَّ الإنسان لظلومٌ كفَّارٌ}؛ أي: هذه طبيعة الإنسان من حيثُ هو ظالمٌ متجرِّئٌ على المعاصي مقصِّرٌ في حقوق ربِّه، كفَّار لنعم الله لا يشكرها ولا يعترفُ بها؛ إلاَّ مَن هداه الله فشَكَرَ نِعَمَهُ، وعَرَفَ حقَّ ربِّه وقام به.
ففي هذه الآيات من أصناف نعم الله على العباد شيءٌ عظيمٌ مجملٌ ومفصَّلٌ يدعو الله به العباد إلى القيام بشكره وذكره، ويحثُّهم على ذلك، ويرغِّبهم في سؤاله ودعائه آناء الليل والنهار؛ كما أنَّ نعمته تتكرَّر عليهم في جميع الأوقات.
34.
“O, size kendisinden istediğiniz şeylerin hepsinden verdi.” İster hal dilinizle, ister sözlerinizle ondan dilediğiniz, temenni ettiğiniz ve ihtiyaç duyduğunuz her şeyden; davarlardan, araçlardan, sanayi ve daha başka şeylerden vermiştir.
“Eğer Allah’ın nimetini saymaya kalkışsanız” şükürlerini eda etmek şöyle dursun adet olarak bile
“sayamazsınız.”
“Gerçekten insan çok zalim ve çok nankördür.” İnsan günahlara karşı cüretkâr, Rabbinin haklarını yerine getirme konusunda kusurlu olduğundan dolayı tabiatı itibari ile zalimdir. Allah’ın nimetlerine karşı da nankördür. Onlara gereği gibi şükretmez. Onları itiraf etmekten dahi çekinir. Ancak bundan Allah, kendisine hidâyet verdiği için nimetlerine şükredip Rabbinin hakkını tanıyan ve gereğini yerine getiren kimseler müstesnadır.
Bu âyet-i kerimelerde Allah’ın kulları üzerindeki çok çeşitli ve hem genel hem özel çok ve pek önemli nimetlerde söz edilmektedir. Allah, bunları hatırlatmakla kullarını, onların gereğini yerine getirmeye, kendisine şükretmeye ve kendisini anmaya çağrıda bulunmakta, onları buna teşvik etmektedir. Her vakit nimetleri üzerinlerinde sürekli devam ettiği gibi onların da gece-gündüz kendisinden dilekte bulunmaları ve sürekli O’na dua etmeleri için onlara teşvikte bulunmaktadır.
{وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ رَبِّ اجْعَلْ هَذَا الْبَلَدَ آمِنًا [وَاجْنُبْنِي وَبَنِيَّ أَنْ نَعْبُدَ الْأَصْنَامَ (35) رَبِّ إِنَّهُنَّ أَضْلَلْنَ كَثِيرًا مِنَ النَّاسِ فَمَنْ تَبِعَنِي فَإِنَّهُ مِنِّي وَمَنْ عَصَانِي فَإِنَّكَ غَفُورٌ رَحِيمٌ (36) رَبَّنَا إِنِّي أَسْكَنْتُ مِنْ ذُرِّيَّتِي بِوَادٍ غَيْرِ ذِي زَرْعٍ عِنْدَ بَيْتِكَ الْمُحَرَّمِ رَبَّنَا لِيُقِيمُوا الصَّلَاةَ فَاجْعَلْ أَفْئِدَةً مِنَ النَّاسِ تَهْوِي إِلَيْهِمْ وَارْزُقْهُمْ مِنَ الثَّمَرَاتِ لَعَلَّهُمْ يَشْكُرُونَ (37) رَبَّنَا إِنَّكَ تَعْلَمُ مَا نُخْفِي وَمَا نُعْلِنُ وَمَا يَخْفَى عَلَى اللَّهِ مِنْ شَيْءٍ فِي الْأَرْضِ وَلَا فِي السَّمَاءِ (38) الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي وَهَبَ لِي عَلَى الْكِبَرِ إِسْمَاعِيلَ وَإِسْحَاقَ إِنَّ رَبِّي لَسَمِيعُ الدُّعَاءِ (39) رَبِّ اجْعَلْنِي مُقِيمَ الصَّلَاةِ وَمِنْ ذُرِّيَّتِي رَبَّنَا وَتَقَبَّلْ دُعَاءِ (40) رَبَّنَا اغْفِرْ لِي وَلِوَالِدَيَّ وَلِلْمُؤْمِنِينَ يَوْمَ يَقُومُ الْحِسَابُ] (41)}.
35-
Bir vakit İbrahim şöyle demişti: “Rabbim! Şu beldeyi emniyetli kıl! Beni de oğullarımı da putlara tapmaktan uzak tut.”
36-
“Çünkü, Rabbim, onlar insanlardan birçoğunu saptırdılar. Artık kim bana uyarsa işte o bendendir, kim de bana isyan ederse gerçek şu ki sen Ğafûrsun, Rahîmsin.”
37-
“Rabbimiz! Ben zürriyetimden bir kısmını senin mukaddes evinin yanında ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim. Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılsınlar diye. Artık sen insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir ve kendilerini birtakım meyvelerle rızıklandır. Olur ki şükrederler.”
38-
“Rabbimiz! Doğrusu sen, gizlediklerimizi de açığa vurduklarımızı da bilirsin. Zaten yerde ve gökte hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz.”
39-
“Bana ihtiyarlığıma rağmen İsmail’i ve İshak’ı bağışlayan Allah’a hamdolsun. Şüphesiz Rabbim duaları işitendir.”
40-
“Rabbim, beni de zürriyetimden gelenleri de namazı dosdoğru kılanlardan eyle! Rabbimiz duamı kabul buyur!
41- “Rabbimiz! Hesabın görüleceği gün beni, ana-babamı ve bütün iman edenleri bağışla!”
#
{35} أي: {و} اذكُرْ إبراهيم عليه الصلاة والسلام في هذه الحالة الجميلة. {إذ قال إبراهيم ربِّ اجعل هذا البلد}؛ أي: الحرم {آمناً}: فاستجاب الله دعاءه شرعاً وقدراً، فحرمه الله في الشرع، ويسَّر من أسباب حرمته قَدَراً ما هو معلوم، حتى إنه لم يردْه ظالمٌ بسوءٍ إلاَّ قصمه الله؛ كما فعل بأصحاب الفيل وغيرهم. ولما دعا له بالأمن؛ دعا له ولبنيه بالأمن، فقال: {واجْنُبْني وبَنِيَّ أن نعبُدَ الأصنام}؛ أي: اجعلني وإيَّاهم جانباً بعيداً عن عبادتها والإلمام بها.
35. Yani İbrahim aleyhisselam’ın şu güzel halini an! Hani
“bir vakit İbrahim şöyle demişti: Rabbim! Şu” haram
“beldeyi emniyetli kıl.” Allah da onun duasını hem şer’i yönden hem de ilâhi takdiri yönünden kabul etmiş ve şeriatte o beldeyi harem bölgesi kılmış, ilahi takdiri gereği de emniyetinin ve saygınlığının sebeplerini kolaylaştırmıştır. Öyle ki zalim bir kimse, bu beldeye bir kötülük yapmak isteyecek olursa mutlaka Yüce Allah, Fil ashabına ve başkalarına yaptığı gibi onu perişan eder.
İbrahim aleyhisselam şehrin emniyetli olması için dua ettikten sonra hem kendisi hem de çocukları için de emniyet dileğinde bulunarak şöyle demiştir: “Beni de oğullarımı da putlara tapmaktan uzak tut.” Yani hem beni hem çocuklarımı putlara ibadet etmekten, onlara meyletmekten uzak tut.
#
{36} ثم ذكر الموجب لخوفه عليه وعلى بنيه بكثرة مَن افتتن وابتُلِيَ بعبادتها. فقال: {ربِّ إنهنَّ أضْلَلْنَ كثيراً من الناس}؛ أي: ضلوا بسببها، {فمن تَبِعَنِي}: على ما جئتُ به من التوحيد والإخلاص لله ربِّ العالمين {فإنَّه منِّي}: لتمام الموافقة، ومن أحبَّ قوماً وتبعهم؛ التحق بهم. {ومَنْ عصاني فإنَّك غفورٌ رحيم}: وهذا من شفقة الخليل عليه الصلاة والسلام؛ حيث دعا للعاصين بالمغفرة والرحمة من الله، والله تبارك وتعالى أرحمُ منه بعباده، لا يعذِّب إلاَّ من تمرَّد عليه.
36. Daha sonra İbrahim,
kendisi ve oğulları için korku duymasının sebebinin putlara tapmak sureti ile fitneye düşmüş ve bunlara müptelâ olmuş kimseler olduğunu söz konusu ederek şöyle demiştir: “Çünkü, Rabbim, onlar insanlardan birçoğunu saptırdılar.” Yani pek çok insan o putlar yüzünden saptılar.
“Artık kim” benim getirmiş olduğum tevhidde ve salih amellerin yanlızca âlemlerin Rabbi olan Allah’a ihlasla yapılması hususunda “bana uyarsa” tam bir uyum göstermesi dolayısı ile ve bir kavmi sevip onlara uyan bir kimse onlara katılmış olacağından
“işte o, bendendir, kim de bana isyan ederse gerçek şu ki sen Ğafûrsun, Rahimsin.” Bu ifadeler, İbrahim aleyhisselam’ın ne derece şefkatli olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü o, isyankârlar için Allah’tan bağışlanma ve rahmet dileğinde bulunmuştur. Allah ise kullarına İbrahim’den daha merhametlidir. O, ancak kendisine baş kaldırıp inatla isyan edenlere azap eder.
#
{37} {ربَّنا إني أسكنتُ من ذُرِّيَّتي بوادٍ غير ذي زرع عند بيتِكَ المحرَّم}: وذلك أنَّه أتى بهاجر أم إسماعيل وبابنها إسماعيل عليه الصلاة والسلام وهو في الرَّضاع من الشام حتى وضعهما في مكة، وهي إذ ذاك ليس فيها سكنٌ ولا داعٍ ولا مجيب، فلما وضعهما؛ دعا ربَّه بهذا الدعاء، فقال متضرِّعاً متوكِّلاً على ربِّه: رب {إني أسكنتُ من ذُرِّيَّتي}؛ أي: لا كل ذُرِّيَّتي؛ لأنَّ إسحاق في الشام وباقي بنيه كذلك، وإنما أسكن في مكة إسماعيل وذريته. وقوله: {بواد غير ذي زَرْع}؛ أي: لأن أرض مكة لا تصلح للزراعة. {ربَّنا لِيقيموا الصلاةَ}؛ أي: اجعلهم موحِّدين مقيمين الصلاة؛ لأنَّ إقامة الصلاة من أخصِّ وأفضل العبادات الدينيَّة؛ فمنْ أقامها كان مقيماً لدينه. {فاجْعَلْ أفئدةً من الناس تَهْوي إليهم}؛ أي: تحبُّهم وتحبُّ الموضع الذي هم ساكنون فيه. فأجاب الله دعاءه، فأخرج من ذريَّة إسماعيل محمداً - صلى الله عليه وسلم -، حتى دعا ذرِّيَّته إلى الدين الإسلاميِّ وإلى ملَّة أبيهم إبراهيم، فاستجابوا له وصاروا مقيمي الصلاة. وافترض الله حجَّ هذا البيت الذي أسكن به ذريَّته إبراهيم، وجعل فيه سرًّا عجيباً جاذباً للقلوب؛ فهي تحجُّه ولا تقضي منه وطراً على الدوام، بل كلَّما أكثر العبدُ التردُّد إليه؛ ازداد شوقُه وعظُم وَلَعُه وتَوْقُه، وهذا سرُّ إضافته تعالى إلى نفسه المقدسة. {وارزُقْهم من الثمرات لعلَّهم يشكرون}: فأجاب الله دعاءه، فصار يُجبى إليه ثمرات كل شيء؛ فإنك ترى مكة المشرفة كلَّ وقت، والثمارُ فيها متوفِّرة، والأرزاق تتوالى إليها من كل جانب.
37. İbrahim, Hacer’i ve oğlu İsmail’i daha süt emmekte olan bir çocuk iken Şam topraklarından getirmiş, Mekke’de bırakmıştı. O sırada Mekke’de oturan hiçbir kimse yoktu. Ne ses verecek, ne de sese karşılık verecek kimse bulunmuyordu. İbrahim ikisini oraya yerleştirince Rabbine dua etti ve yalvarıp yakararak,
O’na tevekkül ederek şunları söyledi: “Rabbim! Ben zürriyetimden bir kısmını” hepsini değil, çünkü İshak da diğer çocukları da Şam’da bulunuyordu. Mekke’de yalnızca İsmail’i ve onun soyundan gelecekleri yerleştirmişti.
“senin mukaddes evinin yanında ekin bitmez bir vadiye yerleştirdim.” Mekke toprakları ziraate elverişli olmadığından böyle söylemiştir.
“Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılsınlar diye.” Yani sen, onları namazı dosdoğru kılan muvahhidler eyle. Çünkü namaz, dini ibadetlerin en özel ve en faziletlilerindendir. Onun dosdoğru kılan dinini de dosdoğru yaşar.
“Artık sen, insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir.” Hem onları hem de onların yerleştikleri bu yeri sevsinler.
Yüce Allah, onun duasını kabul buyurdu. İsmail’in soyundan Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i çıkardı. O da onun soyundan gelenleri İslâm dinine, ataları İbrahim’in dinine davet etti. Onlar da onun çağrısını kabul edip namazı dosdoğru kılmaya başladılar. İbrahim’in, yakınında zürriyetini yerleştirmiş olduğu mukaddes evi haccetmelerini onlara farz kıldı. Bu Ev’e kalpleri kendisine doğru çeken, şaşırtıcı bir sır verdi. Öyle ki onun ümmeti bu Ev’i sürekli haccettikleri halde bir türlü ona doyamamaktadır. Hatta kul, oraya ne kadar çok giderse ona karşı duyduğu şevk o kadar artar, ona duyduğu özlemi ve onsuz edememe duygusu daha bir büyür. Bu da Yüce Allah’ın bu Ev’i kendi münezzeh zatına izafe etmesinden dolayıdır.
“ve kendilerini birtakım meyvelerle rızıklandır, olur ki şükrederler.” Yüce Allah, onun bu duasını da kabul buyurdu. Her türlü mahsüllerden oraya getirilir oldu. Mekke-i Mükerreme’de her zaman için çeşitli meyve ve mahsüllerin bol bol bulunduğunu, çeşitli rızıkların oraya dört bir yandan ardı arkasına geldiğini görüyoruz.
#
{38} {ربَّنا إنك تعلم ما نُخفي وما نُعْلِنُ}؛ أي: أنت أعلم بنا منا، فنسألك من تدبيرك وتربيتك لنا أن تيسِّر لنا من الأمور التي نعلمها والتي لا نعلمها ما هو مُقتضى علمك ورحمتك. {وما يخفى على اللهِ من شيءٍ في الأرض ولا في السماء}: ومن ذلك هذا الدعاء الذي لم يَقْصِدْ به الخليل إلا الخير وكثرة الشكر لله ربِّ العالمين.
38.
“Rabbimiz! Doğrusu sen, gizlediklerimizi de açığa vurduklarımızı da” hepsini, hem de bizden çok daha iyi
“bilirsin.” Senden bildiğimiz ve bilmediğimiz hususlarda bilginin ve rahmetinin gereği olan şeyleri bizlere kolaylaştırmanı niyaz ederiz. “Zaten yerde ve gökte hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz.” Bunlardan biri de bu duadır ki bu duada İbrahim aleyhisselam’ın maksadı, alemlerin Rabbi olan Yüce Allah’a çokça şükretmektir.
#
{39} {الحمد لله الذي وَهَبَ لي على الكِبَرِ إسماعيل وإسحاقَ}: فَهِبَتُهم من أكبر النعم، وكونهم على الكبر في حال الإياس من الأولاد نعمةٌ أخرى، وكونهم أنبياء صالحين أجلُّ وأفضل. {إنَّ ربِّي لسميع الدعاء}؛ أي: لقريب الإجابة ممن دعاه، وقد دعوتُه فلم يخيِّبْ رجائي.
39.
“Bana ihtiyarlığıma rağmen İsmail’i ve İshak’ı bağışlayan Allah’a hamdolsun.” Çünkü bu, nimetlerin en büyüklerindendir. Özellikle çocuk sahibi olmaktan ümit kesme hali olan yaşlılıkta bu çocukların ihsan edilmesi, ayrı bir nimettir. Bunların salih birer peygamber olması ise daha büyük ve daha üstün bir fazilettir.
“Şüphesiz Rabbim duaları işitendir.” Kendisine dua edenin duasını çabucak kabul eder. Ben de O’na dua ettim ve benim umudumu boşa çıkarmadı.
#
{40 ـ 41} ثم دعا لنفسه ولذرِّيَّته، فقال: {ربِّ اجعلني مقيم الصَّلاة ومن ذُرِّيَّتي ربَّنا وتقبَّل دُعاء. ربَّنا اغفِرْ لي ولوالديَّ وللمؤمنين يومَ يقومُ الحساب}: فاستجاب الله له في ذلك كلِّه؛ إلاَّ أنَّ دعاءه لأبيه إنما كان عن موعدةٍ وعدها إيَّاه، فلما تبيَّن له أنه عدوٌّ لله؛ تبرَّأ منه.
40-41.
Daha sonra İbrahim kendisine ve soyundan gelecek olanlara dua etti: “Rabbim, beni de zürriyetimden gelenleri de namazı dosdoğru kılanlardan eyle! Rabbimiz duamı kabul buyur! Rabbimiz! Hesabın görüleceği gün beni, ana-babamı ve bütün iman edenleri bağışla!” Yüce Allah, onun bütün bu dualarını -babasına yaptığı dua müstesna- kabul etti. Babasına yapmış olduğu bu dua, ona vermiş olduğu bir sözden dolayı idi. Ancak babasının Allah düşmanı olduğunu anlayınca artık ondan uzaklaştı.
Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
{وَلَا تَحْسَبَنَّ اللَّهَ غَافِلًا عَمَّا يَعْمَلُ الظَّالِمُونَ إِنَّمَا يُؤَخِّرُهُمْ لِيَوْمٍ تَشْخَصُ فِيهِ الْأَبْصَارُ (42) مُهْطِعِينَ مُقْنِعِي رُءُوسِهِمْ لَا يَرْتَدُّ إِلَيْهِمْ طَرْفُهُمْ وَأَفْئِدَتُهُمْ هَوَاءٌ (43)}.
42- Sakın Allah’ı zalimlerin işlediklerinden habersiz sanma! O, onları ancak gözlerin
(dehşetten) yerinden fırlayacağı bir güne erteliyor.
43-
(O gün) başlarını dikerek koşarlar, gözleri
(donup kaldığından) bir şey görmez ve kalpleri de bomboştur.
#
{42} هذا وعيدٌ شديد للظالمين وتسلية للمظلومين؛ يقول تعالى: {ولا تحسبنَّ الله غافلاً عما يعملُ الظالمون}: حيث أمهلهم وأدرَّ عليهم الأرزاق وتَرَكَهم يتقلَّبون في البلاد آمنين مطمئنِّين؛ فليس في هذا ما يدلُّ على حسن حالهم؛ فإنَّ الله يُملي للظالم ويُمْهِلُه ليزداد إثماً، حتى إذا أخذه؛ لم يُفْلِتْه، {وكذلك أخْذُ ربِّك إذا أخَذَ القُرى وهي ظالمةٌ إنَّ أخذَهُ أليمٌ شديدٌ}. والظلم ها هنا يشمل الظلم فيما بين العبد وربِّه وظلمه لعباد الله. {إنما يؤخِّرُهم ليوم تَشْخَصُ فيه الأبصارُ}؛ أي: لا تطرف من شدَّة ما ترى من الأهوال وما أزعجها من القلاقل.
42. Bu, zalimlere ağır bir tehdit, mazlumlara da bir tesellidir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Sakın Allah’ı zalimlerin işlediklerinden habersiz sanma!” Onlara bol bol rızıklar ihsan edip güven ve huzur içerisinde ülkelerde istedikleri gibi dolaşmalarına fırsat tanıması dolayısı ile böyle bir zanna kapılma! Çünkü bu, onların durumlarının iyi olduğunun delili değildir. Zira Yüce Allah, zalime günahı artsın diye mühlet tanır. Ama onu yakaladı mı da bir daha bırakmaz.
“Rabbin zulüm yapan ülkeleri yakaladığında işte böyle yakalar. Şüphesiz O’nun yakalayışı pek elemli, pek şiddetlidir.” (Hud, 11/102) Buradaki zulüm, hem kulun, Rabbi ile kendisi arasındaki zulümlerini, hem de Allah’ın kullarına yaptığı zulümleri kapsar.
“O, onları ancak gözlerin (dehşetten) yerinden fırlayacağı bir güne erteliyor.” Yani gördükleri son derece dehşet verici ve huzursuz kılan olaylardan dolayı gözlerini bile kırpmayacaklardır.
#
{43} {مُهْطِعينَ}؛ أي: مسرعين إلى إجابة الداعي حين يدعوهم إلى الحضور بين يدي الله للحساب، لا امتناعَ لهم ولا محيص ولا ملجأ، {مُقنعي رؤوسهم}؛ أي: رافعيها، قد غُلَّتْ أيديهم إلى الأذقان، فارتفعت لذلك رؤوسهم، {لا يرتدُّ إليهم طرفُهم وأفئِدَتُهم هواء}؛ أي: أفئدتهم فارغةٌ من قلوبهم، قد صعدت إلى الحناجر، لكنَّها مملوءةٌ من كل همٍّ وغمٍّ وحزن وقلق.
43.
“(O gün) başlarını dikerek koşarlar” elleri çenelerinin altında zincire vurulmuş, bundan dolayı da başları yukarı kalkmış olarak, hesap vermek için Allah’ın huzuruna -davetçinin çağırdığı vakit onun çağrısını kabul ederek- hızlıca koşacaklardır. Onların hiçbirisi bundan imtina edemeyecek. Kaçacak ve sığınacak bir yer de bulamayacak.
“gözleri (donup kaldığından) bir şey görmez ve kalpleri de bomboştur.” Yürekleri dehşetten yerinden oynar, korkudan ağızlarına gelir. Her türlü gam, keder, üzüntü, huzursuzluk ve tedirginlikle dolup taşar.
{وَأَنْذِرِ النَّاسَ يَوْمَ يَأْتِيهِمُ الْعَذَابُ فَيَقُولُ الَّذِينَ ظَلَمُوا رَبَّنَا أَخِّرْنَا إِلَى أَجَلٍ قَرِيبٍ نُجِبْ دَعْوَتَكَ وَنَتَّبِعِ الرُّسُلَ أَوَلَمْ تَكُونُوا أَقْسَمْتُمْ مِنْ قَبْلُ مَا لَكُمْ مِنْ زَوَالٍ (44) وَسَكَنْتُمْ فِي مَسَاكِنِ الَّذِينَ ظَلَمُوا أَنْفُسَهُمْ وَتَبَيَّنَ لَكُمْ كَيْفَ فَعَلْنَا بِهِمْ وَضَرَبْنَا لَكُمُ الْأَمْثَالَ (45) وَقَدْ مَكَرُوا مَكْرَهُمْ وَعِنْدَ اللَّهِ مَكْرُهُمْ وَإِنْ كَانَ مَكْرُهُمْ لِتَزُولَ مِنْهُ الْجِبَالُ (46)}.
44- İnsanları, azabın geleceği gün ile uyar ki
(o gün) zalimler şöyle diyeceklerdir:
“Rabbimiz, bizi yakın bir müddete kadar ertele de senin çağrını kabul edelim ve peygamberlere uyalım.” (Onlara şöyle denir:) Daha önce
(dünyada) size zeval olmadığına dair yemin etmemiş miydiniz?
45- Üstelik siz, kendilerine zulmedenlerin yurtlarında oturdunuz ve onlara ne yaptığımız da sizin için açıkça belli oldu. Size birçok misaller de verdik.
46- Onlar kuracakları tuzakları kurdular. Halbuki tuzakları Allah indinde
(malum) idi. İsterse tuzakları, dağları yerinden oynatacak olsun!
#
{44} يقول تعالى لنبيِّه محمد - صلى الله عليه وسلم -: {وأنذِرِ الناس يوم يأتيهم العذابُ}؛ أي: صف لهم صفة تلك الحال، وحذِّرهم من الأعمال الموجبة للعذاب، الذي حين يأتي في شدائده وقلاقله، فيقول الذين ظلموا بالكفر والتكذيب وأنواع المعاصي، نادمين على ما فعلوا، سائلين للرجعة في غير وقتها: {ربَّنا أخِّرْنا إلى أجل قريبٍ}؛ أي: رُدَّنا إلى الدُّنيا؛ فإنَّا قد أبصرنا؛ {نُجِبْ دعوتَكَ}: والله يدعو إلى دار السلام، {ونتَّبع الرُّسل}: وهذا كلُّه لأجل التخلُّص من العذاب الأليم، وإلاَّ؛ فهم كَذَبَةٌ في هذا الوعد؛ فلو رُدُّوا لعادوا لما نهوا عنه، ولهذا يوبَّخون ويُقال لهم: {أولم تكونوا أقسمتُمْ من قبلُ ما لكم من زوالٍ}: عن الدُّنيا وانتقال إلى الآخرة؛ فها قد تبيَّن لكم حنثكم في إقسامكم وكذبكم فيما تدَّعون.
44. Yüce Allah,
peygamberi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e hitaben şöyle buyurmaktadır: “İnsanları azabın geleceği gün ile uyar” Yani şiddetli halleri, tedirgin edici musibetleri ile gelecek olan azabı ve o azabı gerektirici amelleri anlatarak onları sakındır. Böyle bir azap geldiğinde küfür, peygamberleri yalanlamak ve çeşitli masiyetler işlemek sureti ile kendilerine zulmeden
“zalimler”, yaptıklarına pişman olup iş işten geçtikten sonra geri döndürülmeyi isteyerek “şöyle diyeceklerdir: Rabbimiz, bizi yakın bir müddete kadar ertele!” Bizi dünyaya geri döndür, çünkü bizim basiretimiz açılmış bulunuyor
“senin çağrını kabul edelim” Allah, onları Darusselama
(esenlik yurdu olan cennete) çağırıyordu.
“ve peygamberlere uyalım.” Onlar, bütün bu sözlerini elemli azaptan kurtulmak için söyleyeceklerdir. Yoksa bu sözlerinde yalancıdırlar. Çünkü
“Eğer geri döndürülürlerse yine kendilerine yasaklanan işlere geri dönerler.” (el-En’âm, 6/28) İşte bundan dolayı azarlanacaklar ve onlara şöyle denilecek:
“Daha önce (dünyada) size zeval olmadığına dair yemin etmemiş miydiniz?” Asla dünyadan ayrılmayacağınıza ve âhirete göçmeyeceğinize yemin etmemiş miydiniz? İşte sizin yaptığınız yeminlerin doğru olmadığı ve iddianızda yalan söylediğiniz apaçık bir şekilde ortaya çıkmış bulunuyor.
#
{45} {و} ليس عليكم قاصر في الدنيا من أجل الآيات البينات، بل {سكنتُم في مساكن الذين ظلموا أنفُسَهم وتبيَّن لكم كيف فعلنا بهم}: من أنواع العقوبات، وكيف أحلَّ الله بهم العقوبات حين كذَّبوا بالآيات البينات، {وضَرَبْنا لكم الأمثالَ}: الواضحة التي لا تَدَعُ أدنى شكٍّ في القلب إلا أزالته، فلم تنفعْ فيكم تلك الآيات، بل أعرضتُم ودمتُم على باطلكم، حتى صار ما صار، ووصلتُم إلى هذا اليوم الذي لا ينفع فيه اعتذارُ مَنِ اعتذر بباطل.
45.
“Üstelik” sizin dünya hayatında iyi amellerde bulunmayışınızın sebebi apaçık âyetlerin olmamasından ötürü değildi. Aksine “siz kendilerine zulmedenlerin yurtlarında oturdunuz ve onlara ne yaptığımız da” onlara gönderdiğimiz çeşitli azaplar da
“sizin için açıkça belli oldu.” Allah’ın apaçık âyetlerini yalanladıkları vakit Allah’ın onlara ne şekilde türlü cezalar yağdırdığını biliyordunuz. Ayrıca biz, sizlere kalpte en ufak bir şüphe dahi bırakmayan
“birçok misaller de vermiştik.” Fakat bu apaçık âyetlerin size hiçbir faydası olmadı. Aksine sizler onlardan yüz çevirdiniz ve batıllarınız üzere devam edip gittiniz. Sonunda olan oldu ve sizler boş yere mazeret belirtenin mazeretinin faydasının görülmeyeceği şu güne geldiniz.
#
{46} {وقد مكروا}؛ أي: المكذِّبون للرسل {مكرَهم}: الذي وصلت إراداتهم وقدرهم عليه، {وعند الله مكرُهُم}؛ أي: هو محيطٌ به علماً وقدرةً، فإنه عاد مكرُهم عليهم، ولا يَحيق المكر السيئ إلاَّ بأهله. {وإنْ كان مكرُهُم لِتَزولَ منه الجبالُ}؛ أي: ولقد كان مكرُ الكفار المكذِّبين للرسل بالحقِّ وبمن جاء به من عظمه لِتَزولَ الجبالُ الراسيات بسببه عن أماكنها؛ أي: مكروا مكراً كُبَّاراً لا يُقادَرُ قَدْرُه، ولكن الله ردَّ كيدهم في نحورهم. ويدخل في هذا كلُّ مَنْ مكر من المخالفين للرسل لينصر باطلاً أو يبطل حقًّا، والقصد أنَّ مكرهم لم يغنِ عنهم شيئاً ولم يضرَّوا الله شيئاً، وإنَّما ضروا أنفسهم.
46.
“Onlar, kuracakları” Peygamberleri yalanlayanlar iradeleri ile ulaşabildikleri ve güç yetirebildikleri
“tuzakları kurdular. Halbuki tuzakları Allah indinde (malum) idi.” Yani ilim ve kudreti ile onu kuşatmıştır. Onların bu tuzaklarını da kendi başlarına geçirmiştir. Zira
“Kötü düzen ancak sahiplerini kuşatır.” (Fâtır, 35/43) “İsterse tuzakları, dağları yerinden oynatacak olsun.” Yani kâfirlerin hak ile gönderilen peygamberlere ve bu hakkı getirenlere karşı hile ve tuzakları, o kadar büyüktü ki bundan dolayı nerde ise sapasağlam dağlar yerinden oynayacaktı.
“onlar büyük büyük hileler yaptılar, tuzaklar kurdular.” (Nuh, 71/22) Onların bu hile ve tuzaklarının boyutları tahmin edilemez. Ama Allah, onların bütün bu tuzaklarını başlarına geçirdi. Bir batılın zaferi yahut da bir hakkın çürütülmesi için peygamberlere muhalif kimselerin giriştikleri her türlü hile ve tuzak bu buyruğun kapsamına girmektedir. Maksat, onların bu hile ve tuzaklarının hiçbir fayda sağlamadığı, Allah’a hiçbir zarar vermediği, aksine bununla onların kendi kendilerine zarar verdiklerini anlatmaktır.
{فَلَا تَحْسَبَنَّ اللَّهَ مُخْلِفَ وَعْدِهِ رُسُلَهُ إِنَّ اللَّهَ عَزِيزٌ ذُو انْتِقَامٍ (47) يَوْمَ تُبَدَّلُ الْأَرْضُ غَيْرَ الْأَرْضِ وَالسَّمَاوَاتُ وَبَرَزُوا لِلَّهِ الْوَاحِدِ الْقَهَّارِ (48) وَتَرَى الْمُجْرِمِينَ يَوْمَئِذٍ مُقَرَّنِينَ فِي الْأَصْفَادِ (49) سَرَابِيلُهُمْ مِنْ قَطِرَانٍ وَتَغْشَى وُجُوهَهُمُ النَّارُ (50) لِيَجْزِيَ اللَّهُ كُلَّ نَفْسٍ مَا كَسَبَتْ إِنَّ اللَّهَ سَرِيعُ الْحِسَابِ (51) هَذَا بَلَاغٌ لِلنَّاسِ وَلِيُنْذَرُوا بِهِ وَلِيَعْلَمُوا أَنَّمَا هُوَ إِلَهٌ وَاحِدٌ وَلِيَذَّكَّرَ أُولُو الْأَلْبَابِ (52)}
47- Öyleyse sakın Allah’ın peygamberlerine olan vaadinden cayacağını zannetme! Şüphesiz ki Allah Azîzdir, intikam sahibidir.
48- O gün yer başka bir yere dönüştürülür, gökler de
(öyle).
(Herkes) Vahid ve Kahhâr olan Allah'ın huzurunda toplanır.
49- O gün günahkarları zincire vurulmuş bir halde görürsün.
50- Gömlekleri katrandandır, yüzlerini de ateş kaplar.
51-
(Bu,) Allah herkese kazandığının karşılığını versin diyedir. Şüphe yok ki Allah hesabı çabucak görendir.
52- İşte bu
(Kur'ân), insanlara bir bildiridir ki onun uyarısını dikkate alsınlar, O’nun ancak tek bir ilâh olduğunu bilsinler ve olgun akıl sahipleri de öğüt alsınlar.
#
{47} يقول تعالى: {فلا تحسبنَّ الله مُخْلِفَ وعدِهِ رسلَه}: بنجاتهم ونجاة أتباعهم وسعادتهم، وإهلاك أعدائهم وخذلانهم في الدنيا وعقابهم في الآخرة؛ فهذا لا بدَّ من وقوعه؛ لأنَّه وعد به الصادقُ قولاً على ألسنة أصدق خلقه، وهم الرسل، وهذا أعلى ما يكون من الأخبار، خصوصاً وهو مطابقٌ للحكمة الإلهيَّة والسنن الربانيَّة وللعقول الصحيحة، والله تعالى لا يعجزه شيءٌ؛ فإنَّه {عزيزٌ ذو انتقام}؛ أي: إذا أراد أن ينتقم من أحدٍ؛ فإنه لا يفوته ولا يعجزه، وذلك في يوم القيامة.
47.
“Öyleyse sakın Allah’ın peygamberlerine olan” onları ve tabilerini kurtarıp mutluluğa kavuşturacağına, düşmanlarını dünyada helâk edip yardımsız bırakacağına ve âhirette de cezalandıracağına dair
“vaadinden cayacağını zannetme!” O’nun verdiği sözün gerçekleşmesi kaçınılmazdır. Çünkü O’nun sözü, insanların en doğru sözlüleri olanlar vasıtası ile verilmiş en doğru sözdür. Bu en doğru sözlüler de peygamberlerdir. Bu ise verilen haberin ulaşabileceği en üstün derecedir. Özellikle de bu haber, ilâhi hikmete, Rabbani kanunlara ve sağlıklı düşünen akıllara uygundur.
“Şüphesiz ki Allah”, O’nu hiçbir şey âciz bırakamaz. Çünkü O,
“Azîzdir, intikam sahibidir.” Yani herhangi bir kimseden intikam almak isterse o kimse ondan kurtulamaz ve Allah’ı âciz bırakamaz. Bu ise Kıyamet gününde gerçekleşecek bir şeydir.
#
{48} {يوم تُبَدَّلُ الأرضُ غير الأرض والسمواتُ}: تُبَدَّلُ غيرَ السماوات، وهذا التبديل تبديل صفات لا تبديل ذات؛ فإنَّ الأرض يوم القيامة تُسَوَّى وتُمَدُّ كمدِّ الأديم، ويُلقى ما على ظهرها من جبل ومَعْلَم، فتصير قاعاً صفصفاً، لا ترى فيها عوجاً ولا أمتاً، وتكونُ السماء كالمهل من شدَّة أهوال ذلك اليوم، ثم يطويها الله تعالى بيمينه. {وبرزوا}؛ أي: الخلائق من قبورهم إلى يوم بعثهم ونشورهم في محلٍّ لا يخفى منهم على الله شيء، {لله الواحد القهار}؛ أي: المنفرد بعظمته وأسمائه وصفاته وأفعاله العظيمة وقهره لكلِّ العوالم؛ فكلُّها تحت تصرُّفه وتدبيره؛ فلا يتحرَّك منها متحرِّك، ولا يسكنُ ساكنٌ إلاَّ بإذنِهِ.
48.
“O gün yer başka bir yere dönüştürülür, gökler de (öyle)” başka göklerle değiştirilir. Bu değişiklik nitelikleri itibari ile bir değişikliktir, zatta/özde bir değişiklik değildir. Kıyamet gününde bu yeryüzü dümdüz edilecek ve bir postun yayılması gibi uzatılıp yayılacaktır. Üzerinde bulunan her bir dağ ve yükseklik kaldırılacak ve dümdüz bir alan haline getirilecek, böylece orada herhangi bir çukur ya da tümsek olmayacaktır. Gök ise o günün aşırı şiddetinden dolayı erimiş maden tortusu gibi olacaktır. Daha sonra Yüce Allah’ın sağ elinde dürülüp katlanacaktır. Bütün insanlar, kabirlerinden dirilecek ve Allah’tan hiçbir şeylerinin gizli kalmayacağı mahşer meydanına vararak
“Vahid ve Kahhâr olan Allah'ın huzurunda toplanır.” Vâhid ve Kahhâr azameti ile isim ve sıfatları ile yüce fiilleri ile bütün varlıkları egemenliği altına alması ile eşsiz ve tek olan Allah’tır. Hepsi O’nun tasarruf ve idaresi altındadır. O’nun izni olmaksızın hiçbir varlık harekete geçmez, hareket halinde olan da duramaz.
#
{49} {وترى المجرمين}؛ أي: الذين وصفُهم الإجرامُ وكثرة الذنوب في ذلك اليوم، {مقرَّنين في الأصفادِ}؛ أي: يُسَلْسَلُ كلُّ أهل عمل من المجرمين بسلاسل من نارٍ، فيُقادون إلى العذاب في أذلِّ صورة وأشنعها وأبشعها.
49.
“O gün günahkarları” yani günah, ayrılmaz vasıfları olan, çok fazla ve devamlı günah işleyen kimseleri o günde
“zincire vurulmuş bir halde görürsün.” Bu günahkârlardan her biri, ateşten zincirlere vurulacak ve zelil, çirkin ve korkunç bir halde azaba sürüklenecekler.
#
{50} {سرابيلُهم}؛ أي: ثيابهم {من قَطِرانٍ}: وذلك لشدَّة اشتعال النار فيهم وحرارتها ونتن ريحها، {وتَغْشى وجوهَهم}: التي هي أشرف ما في أبدانهم {النارُ}؛ أي: تحيط بها، وتَصلاها من كل جانب، وغير الوجوه من باب أولى وأحرى.
50.
“Gömlekleri” yani elbiseleri
“katrandandır.” Bu ateş, onlar üzerinde aşırı bir şekilde yansın, son derece sıcak olsun ve kokuları pis koksun diyedir. Bedenlerinin en şerefli yeri olan
“yüzlerini de ateş kaplar.” Her yandan ateş onların yüzlerini sarar. Yüzün dışında kalan yerlerin yanması öncelikle söz konusudur. Bu, Allah’ın onlara bir zulmü değildir, ancak onların dünyada iken önlerinden gönderdiklerinin ve işlediklerinin bir karşılığıdır.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{51} وليس هذا ظلماً من الله [لهم]، وإنما هو جزاءٌ لما قدَّموا وكسبوا، ولهذا قال تعالى: {لِيَجْزِيَ الله كلَّ نفس ما كَسَبَتْ}: من خير وشرٍّ بالعدل والقِسْط الذي لا جَوْر فيه بوجه من الوجوه. {إنَّ الله سريعُ الحساب}؛ كقوله تعالى: {اقتربَ للناس حسابُهم وهم في غفلةٍ معرضونَ}، ويُحتمل أن معناه سريع المحاسبة؛ فيحاسِبُ الخلق في ساعة واحدةٍ كما يرزقهم ويدبِّرهم بأنواع التدابير في لحظة واحدةٍ، لا يشغَلُه شأنٌ عن شأنٌ، وليس ذلك بعسير عليه.
51.
“(Bu,) Allah herkese kazandığının karşılığını” hayır ya da şer amelinin karşılığını hiçbir şekilde haksızlık ve zulmün söz konusu olmadığı tam bir adaletle
“versin diye” böyle olacaktır.
“Şüphe yok ki Allah hesabı çabucak görendir.” Bu buyruk Yüce Allah’ın:
“İnsanların hesaba çekilecekleri vakit yaklaştı. Onlar ise gaflet içerisinde yüz çeviricidirler” (el-Enbiya, 21/1) buyruğunu andırmaktadır. Bu buyruğun, insanları çabucak hesaba çekeceği anlamına gelme ihtimali de vardır. Yani bütün insanlar bir anda hesaba çekileceklerdir. Nitekim Yüce Allah, bir anda değişik şekillerle onları rızıklandırmakta ve işlerini çekip çevirmektedir. Herhangi bir durum başka bir durumu gerçekleştirmesine engel değildir. Bu, O’na zor gelmez.
#
{52} فلما بيَّن البيان المبين في هذا القرآن؛ قال في مدحه: {هذا بلاغٌ للناس}؛ أي: يتبلَّغون به ويتزوَّدون إلى الوصول إلى أعلى المقامات وأفضل الكرامات؛ لما اشتمل عليه من الأصول والفروع وجميع العلوم التي يحتاجها العباد، {ولِيُنْذَروا به}: لما فيه من الترهيب من أعمال الشرِّ وما أعدَّ الله لأهلها من العقاب، {ولِيَعْلموا أنَّما هو إلهٌ واحدٌ}: حيث صرف فيه من الأدلَّة والبراهين على ألوهيَّته ووحدانيَّته ما صار ذلك حق اليقين، {ولِيَذَّكَّرَ أولو الألباب}؛ أي: العقول الكاملة ما ينفعهم فيفعلونه وما يضرُّهم فيتركونه، وبذلك صاروا أولي الألباب والبصائر؛ إذ بالقرآن ازدادت معارفهم وآراؤهم، وتنوَّرت أفكارهم لَمَّا أخذوه غضًّا طريًّا؛ فإنَّه لا يدعو إلاَّ إلى أعلى الأخلاق والأعمال وأفضلها، ولا يستدلُّ على ذلك إلا بأقوى الأدلة وأبينها، وهذه القاعدة إذا تدرَّب بها العبد الذكيُّ؛ لم يزل في صعود ورقيٍّ على الدوام في كلِّ خصلة حميدة. والحمد لله رب العالمين.
52. Yüce Allah,
bu Kur’an’da bu kadar apaçık beyanlarda bulunduğundan dolayı Kur’an’ı övme sadedinde şöyle buyurmaktadır: “İşte bu (Kur'ân), insanlara bir bildiridir.” Bununla onlar en üstün makamlara ve en değerli mevkilere ulaşmak için gerekli azıkları edinebilirler ve onlara ulaşabilirler. Çünkü bu Kur’an, bunun için gerekli bütün aslî ve fer’î hükümleri, kulların gerek duyacağı bütün ilimleri kapsamaktadır.
“ki onun uyarısını dikkate alsınlar,” Çünkü bu Kur’an-ı Kerim’de kötü amellerden sakındırılmakta ve Allah, bu kötü amelleri işleyenlere hazırlamış olduğu cezaları bildirmektedir.
“O’nun ancak tek bir ilah olduğunu bilsinler.” Çünkü bu Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın uluhiyet ve tevhidine dair kesin ve tartışılmaz bir gerçek olduğunu ortaya koyan gerekli deliller ve belgeler türlü şekillerde ortaya konulmuştur.
“ve olgun akıl sahipleri de öğüt alsınlar.” Olgun akıl sahipleri kendilerine nelerin fayda vereceğini öğüt alıp hatırlasınlar ve onu işlesinler, zarar verecek şeyleri de terk etsinler diyedir. İşte bununla onlar, olgun akıl ve basiret sahibi olurlar. Çünkü Kur’an sayesinde onların bilgileri artmış, görüşleri isabetli bir hale gelmiş, fikirleri de aydınlanmıştır. Buna sebep de Kur’an-ı Kerim’i taptaze ve ona başka hiçbir şey karışmamış olarak almış olmalarıdır. Kur’an-ı Kerim, ancak en üstün, en faziletli ahlâk ve amellere davet etmektedir. Bütün bunlara dair de en güçlü ve en açık delilleri göstermektedir. İşte anlayışlı bir kul, bu temel kaide ışığında kendisini eğitecek olursa sürekli olarak güzel olan bütün hasletlerde devamlı bir yükseliş kaydeder.
Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun.
İbrahim -el-Halil aleyhisselam- Sûresi’nin tefsiri burada sona ermektedir.
***