(Mekke’de mi Medine’de mi indiği hususunda görüş ayrılığı vardır, 43 âyettir)
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adı ile.
{المر تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ وَالَّذِي أُنْزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ الْحَقُّ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يُؤْمِنُونَ (1)}.
1- Elif, Lâm, Mîm, Râ. Bunlar, Kitabın âyetleridir. Rabbinden sana indirilen, haktır. Fakat insanların çoğu iman etmezler.
#
{1} يخبر تعالى أنَّ هذا القرآن هو آيات الكتاب الدالَّة على كلِّ ما يحتاج إليه العباد من أصول الدين وفروعه، وأن الذي أُنزلَ إلى الرسول من ربِّه هو الحقُّ المُبين؛ لأنَّ أخباره صدق وأوامره ونواهيه عدلٌ مؤيَّدة بالأدلَّة والبراهين القاطعة؛ فمن أقبل عليه وعلى علمه؛ كان من أهل العلم بالحقِّ الذي يوجب لهم علمهم العمل بما أحب الله. {ولكنَّ أكثر الناس [لا يؤمنون]}: بهذا القرآن: إمّا جهلاً وإعراضاً عنه وعدم اهتمام به، وإما عناداً وظلماً؛ فلذلك أكثر الناس غير منتفعين به؛ لعدم السبب الموجب للانتفاع.
1. Yüce Allah bu buyrukların, kulların gerek duyacakları dinin aslî hükümlerini oluşturan inanç ile fer’i hükümlerine delâlet eden Kur’ân âyetleri olduğunu ve Allah Rasûlüne Rabbinden indirilenin, apaçık hakkın ta kendisi olduğunu haber vermektedir. Çünkü onun verdiği haberler doğru, emir ve yasaklar da adaletlidir. Kesin delil ve belgelerle desteklenmiştir. Bu Kitaba ve bu Kitabın ilmine yönelen kimse gerçek ilim ehlinden olur. Bunu bilmeleri ise Allah’ın farz kıldığı şeyleri yerine getirmelerini sağlar.
“Fakat insanların çoğu” bu Kur’an-ı Kerim’e ya cahilliklerinden, ondan yüz çevirip ona gereken ihtimamı göstermediklerinden, ya da inat ederek ve zulme saparak
“iman etmezler.” Bundan dolayı insanların pek çoğu ondan yararlanmayı gerektiren sebepten
(yani imandan) mahrum olduklarından dolayı ondan yararlanamamaktadırlar.
{اللَّهُ الَّذِي رَفَعَ السَّمَاوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ كُلٌّ يَجْرِي لِأَجَلٍ مُسَمًّى يُدَبِّرُ الْأَمْرَ يُفَصِّلُ الْآيَاتِ لَعَلَّكُمْ بِلِقَاءِ رَبِّكُمْ تُوقِنُونَ (2) وَهُوَ الَّذِي مَدَّ الْأَرْضَ وَجَعَلَ فِيهَا رَوَاسِيَ وَأَنْهَارًا وَمِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ جَعَلَ فِيهَا زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ يُغْشِي اللَّيْلَ النَّهَارَ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ (3) وَفِي الْأَرْضِ قِطَعٌ مُتَجَاوِرَاتٌ وَجَنَّاتٌ مِنْ أَعْنَابٍ وَزَرْعٌ وَنَخِيلٌ صِنْوَانٌ وَغَيْرُ صِنْوَانٍ يُسْقَى بِمَاءٍ وَاحِدٍ وَنُفَضِّلُ بَعْضَهَا عَلَى بَعْضٍ فِي الْأُكُلِ إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ (4)}
2- Allah, gökleri gördüğünüz şekilde direksiz yükselten, sonra Arş üzerine istivâ eden ve güneşle ayı
(sizin hizmetinize) boyun eğdirendir ki her biri
(kendi yörüngesinde) belirli bir süreye kadar akıp gider. O, bütün işleri idare eder. Âyetleri de genişçe açıklar ki Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanasınız.
3- Yeri uzatıp yayan, orada sabit dağlar ve ırmaklar var eden, meyvelerin hepsinden de çiftler halinde yaratan O’dur. O, geceyi gündüze bürür. Şüphesiz bunlarda iyi düşünen kimseler için deliller vardır.
4- Yeryüzünde birbirine bitişik
(farklı özellikte) toprak parçaları, üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurma ağaçları vardır ki hepsi de aynı su ile sulanırlar. Ama biz onlardan bir kısmını yemiş yönünden bir kısmından üstün kılarız. Şüphesiz bunlarda aklını kullananlar için deliller vardır.
#
{2} يخبر تعالى عن انفراده بالخلق والتدبير والعظمة والسلطان الدالِّ على أنه وحده المعبود الذي لا تنبغي العبادة إلاَّ له، فقال: {الله الذي رفعَ السموتِ}: على عظمها واتِّساعها بقدرته العظيمة، {بغير عَمَدٍ تَرَوْنها}؛ أي: ليس لها عَمَدٌ من تحتها؛ فإنَّه لو كان لها عَمَدٌ؛ لرأيتُموها، {ثم}: بعدما خلق السماواتِ والأرض، {استوى على العرش}: العظيم، الذي هو أعلى المخلوقات، استواءً يَليق بجلاله ويناسب كماله. {وسخَّر الشمس والقمر}: لمصالح العباد ومصالح مواشيهم وثمارهم. {كلٌّ}: من الشمس والقمر، {يَجْري}: بتدبير العزيز العليم {إلى أجل مسمّى}: بسير منتظم لا يفتُران ولا يَنِيان حتى يجيء الأجل المسمَّى، وهو طيُّ الله هذا العالم ونقلهم إلى الدار الآخرة التي هي دار القرار؛ فعند ذلك يطوي الله السماواتِ ويبدِّلها ويُغَيِّر الأرض ويبدِّلها، فتكوَّر الشمس والقمر و [يُجمع] بينهما فيلقيانِ في النار؛ ليرى من عبدهما أنَّهما غير أهل للعبادة، فيتحسَّر بذلك أشدَّ الحسرة، وليعلم الذين كفروا أنَّهم كانوا كاذبين. وقوله: {يدبِّر الأمر يفصِّلُ الآياتِ}: هذا جمعٌ بين الخلق والأمر؛ أي: قد استوى الله العظيم على سرير الملك؛ يدبِّر الأمور في العالم العلويِّ والسفليِّ، فيخلق ويرزق، ويغني ويُفْقِر، ويرفع أقواماً ويضع آخرين، ويعزُّ ويذلُّ، ويَخْفِضُ ويرفعُ، ويَقيلُ العثراتِ، ويفرِّجُ الكربات، وينفذُ الأقدار في أوقاتها التي سبق بها علمهُ وجرى بها قلمه، ويرسل ملائكته الكرام لتدبير ما جعلهم على تدبيرِهِ، وينزِّل الكتب الإلهية على رسله، ويبين ما يحتاجُ إليه العباد من الشرائع والأوامر والنواهي، ويفصِّلها غايةَ التفصيل ببيانها وإيضاحها وتمييزها. {لعلَّكم}: بسبب ما أخرج لكم من الآيات الأفقيَّة والآيات القرآنيَّة، {بلقاء ربِّكم توقنون}: فإنَّ كثرة الأدلَّة وبيانها ووضوحها من أسباب حصول اليقين في جميع الأمور الإلهيَّة، خصوصاً في العقائد الكبار؛ كالبعث والنشور والإخراج من القبور.
وأيضاً؛ فقد عُلم أنَّ الله تعالى حكيمٌ؛ لا يخلُق الخلق سدىً، ولا يتركهم عبثاً؛ فكما أنَّه أرسل رسله وأنزل كتبه لأمر العباد ونهيهم؛ فلا بدَّ أن ينقلَهم إلى دار يحلُّ فيهم جزاؤه؛ فيجازي المحسنين بأحسن الجزاء، ويجازي المسيئين بإساءتهم.
2. Yüce Allah yaratanın, idare edenin,
azamet ve egemenlik sahibi olanın sadece kendisi olduğunu ve bunun da yegane mabud oluşuna ve O’ndan başka hiçbir kimseye ibadet etmemek gerektiğine delâlet ettiğini haber vermektedir: “Allah, gökleri” büyüklüklerine ve genişliklerine rağmen o muazzam kudreti ile
“gördüğünüz şekilde direksiz yükselten” Yani bu göklerin altında herhangi bir direk bulunmamaktadır. Çünkü göklerin direkleri bulunsaydı sizin onları görmeniz gerekirdi. Gökleri ve yeri böylece yarattıktan
“sonra” tüm yaratılmışların üstünde, en yukarda bulunan o muazzam “Arş üzerine” celâline yakışan ve kemaline layık bir surette
“istivâ eden ve güneşle ayı” kulların menfaati, hem onların hem hayvanlarının hem de mahsullerinin faydası için
“(sizin hizmetinize) boyun eğdirendir ki her biri” yani güneş ve ayın her biri her şeye muktedir ve her şeyi bilen Allah'ın idaresi ile
“(kendi yörüngesinde) belirli bir süreye kadar” oldukça düzenli bir şekilde
“akıp gider.” Onlar, bu akıp gidişlerine ara vermezler. Araya fasıla girmez ve bu,
“belirli bir süreye kadar” böyle devam edecektir. Bu süre ise Yüce Allah’ın bu kâinatı katlayıp dürmesi ve mahlukatı ebedi kalış yurdu olan âhiret yurduna taşıması, yani kıyamettir. Bu süre geldi mi Yüce Allah, gökleri ve yeri katlayıp dürecek ve yeri başka bir yerle değiştirecektir. Güneş ve ay dürülecek ve bir araya getirilecekler. Sonra da onlara ibadet edenler, bunların ibadet edilmeye layık olmadıklarını görsünler diye ateşe atılacaklardır. İşte o vakit onlara ibadet edenler, son derece pişmanlık duyacaklar ve o kâfirler bu iddialarında yalancı olduklarını anlayacaklardır.
“O, bütün işleri idare eder. Âyetleri de genişçe açıklar” Burada hem yaratma hem de emir ve idare bir arada ifade edilmiştir. Yani azamet sahibi Allah, Arş’a yani hükümdarlık tahtına istivâ etmiştir. Gerek ulvi gerek süfli alemdeki bütün işleri idare eder. Yaratır, rızık verir, zengin kılar, fakir bırakır, kimi kavimleri yükseltirken başkalarını alçaltır, aziz eder, zelil kılar, küçük düşürür, yükseltir, yüceltir, yanılmaları telafi etme fırsatını verir, sıkıntıları açar… kısaca ezelden beri bilip de kaleminin kaydettiği takdirleri vakti gelince gerçekleştirir. Şerefli meleklerini, idare etmekle görevlendirdiği işlerini uygulamak üzere gönderir. İlahi kitapları peygamberlerine indirir, kulların gerek duyacakları şer’î hükümleri, emir ve yasakları beyan eder. Bunları en ileri derecede açıklar ve vuzuha kavuşturur
“ki” size göstermiş olduğu hem afakî delillerle hem de üzerinize indirmiş olduğu bu Kur’an âyetleri ile “Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanasınız.” Çünkü delillerin çokluğu, bunların açık ve seçik olması, özellikle öldükten sonra diriliş, amel defterlerinin verilmesi, kabirlerden çıkartılış gibi büyük itikadi konularda olmak üzere bütün ilâhi buyruklar hakkında kesin bir bilginin, yakînin hasıl olmasının sebebleri arasında yer alır. Aynı şekilde Yüce Allah’ın hikmeti sonsuz olduğu, yaratıkları asla boşuna yaratmadığı ve onları başıboş bırakmayacağı da bilinen bir husustur. O, kullarına emir vermek ve birtakım yasaklar koymak üzere peygamberlerini gönderip kitaplarını indirdiğine göre insanları, amellerin karşılığını vereceği, iyilik yapanlara en güzel şekilde mükâfat verip kötülük yapanları da kötülüklerinin karşılığı ile cezalandıracağı bir yurda götürmesi de kaçınılmaz bir şeydir.
#
{3} {وهو الذي مدَّ الأرض}؛ أي: خلقها للعباد ووسَّعها وبارك فيها ومهَّدَها للعباد وأودعَ فيها من مصالحهم ما أودع، {وجعل فيها رواسيَ}؛ أي: جبالاً عظاماً؛ لئلاَّ تميدَ بالخلق؛ فإنَّه لولا الجبال؛ لمادت بأهلها؛ لأنها على تيار ماء لا ثبوت لها ولا استقرار إلا بالجبال الرَّواسي التي جعلها الله أوتاداً لها. {و} جعل فيها {أنهاراً} تسقي الآدميين وبهائمهم وحروثهم؛ فأخرج بها من الأشجار والزروع والثمار خيراً كثيراً، ولهذا قال: {ومن كلِّ الثمرات جعل فيها زوجين اثنينِ}؛ أي: صنفين مما يحتاج إليه العباد. {يُغشي الليل النهار}: فتظلم الآفاق، فيسكن كلُّ حيوان إلى مأواه، ويستريحون من التعب والنصب في النهار، ثم إذا قَضَوْا مآربهم من النوم؛ غشي النهارُ الليلَ؛ فإذا هم مصبحون [منتشرون] في مصالحهم وأعمالهم في النهار، {ومن رحمتِهِ جعل لكم الليلَ والنَّهار لتسكُنوا فيه ولِتَبْتَغوا من فضلِهِ ولعلَّكم تشكُرون}. {إنَّ في ذلك لآياتٍ}: على المطالب الإلهيَّة {لقوم يتفكَّرون}: فيها وينظرون فيها نظر اعتبارٍ دالَّة على أن الذي خلقها ودبَّرها وصرَّفها هو الله الذي لا إله إلاَّ هو، ولا معبود سواه، وأنَّه عالم الغيب والشهادة الرحمن الرحيم، وأنَّه القادر على كل شيء، الحكيم في كلِّ شيء، المحمود على ما خَلَقَه وأمر به، تبارك وتعالى.
3.
“Yeri uzatıp yayan” kullar için orayı yaratıp genişleten, orada bereketler var eden, orayı yayan ve orada kulların menfaatine olacak pek çok şey var eden,
“orada sabit dağlar” yeryüzü, insanları çalkalamasın diye O, büyük dağlar yaratmıştır. Dağlar olmasaydı yeryüzü üzerindekilerle birlikte çalkalanıp dururdu. Çünkü yeryüzü adeta bir su akıntısı üzerinde gibidir. Onun sabit kalması ve karar kılması, ancak Allah’ın yer için sağlam birer kazık kıldığı büyük dağlar ile mümkündür.
Orada hem insanların hem de hayvanlarının ve ekinlerinin su ihtiyacını karşılayan
“ırmaklar var eden” bunlar ile de ağaçlardan, ekinlerden ve mahsüllerden pek büyük nimetler çıkartan
“ve meyvelerin hepsinden de çiftler halinde yaratan O’dur.” Kulların ihtiyaç duyduğu şeylerden iki ayrı sınıf halinde yaratandır.
“O, geceyi gündüze bürür.” Böylelikle her taraf karanlık olur, bütün canlılar barınaklarına çekilir, gündüzün yorgunluk ve bitkinliğinden yana dinlenmeye koyulurlar. Daha sonra uyku ihtiyaçlarını karşıladıklarında da bu sefer gündüzü geceye bürür.
Böylelikle sabah olunca gündüz vakti işlerini ve faydalarına olan hususları yapmak üzere etrafa yayılırlar: “Geceyi ve gündüzü sizin için (birinde) sükûn bulasınız ve (diğerinde de) lütfundan arayasınız diye yaratmış olması, O’nun rahmetindendir. Olur ki şükredersiniz.” (el-Kasas, 28/73)
“Şüphesiz bunda” bu ilâhi takdirlerde
“iyi düşünenler için deliller vardır.” Bunlar üzerinde iyice düşünüp ibret nazarı ile bakanlar için bunların yaratıcısına, onları idare edene dair deliller vardır. Bu deliller, onları yaratanın kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, kendisinin dışında hiçbir mabûd olmayan Allah olduğuna, O’nun gizli ve açık herşeyi bildiğine, Rahman ve Rahim olduğuna, her şeye kadir olduğuna, her hususta hikmeti sonsuz olduğuna, yaratıp emrettiği şeyler dolayısı ile hamde layık olduğuna açık birer işarettir. O, ne yücedir, ne mübarektir!
#
{4} {و} من الآيات على كمال قدرتِهِ وبديع صنعته أن جعل {في الأرض قِطَعٌ متجاوراتٌ وجناتٌ}: فيها أنواع الأشجار: من الأعنابٍ والنخل والزَرْع، وغير ذلك، والنخيل التي بعضها {صنوان}؛ أي: عدة أشجار في أصل واحدٍ. {وغيرُ صِنْوانٍ}: بأن كان كل شجرة على حدتها، والجميع {يُسْقى بماء واحدٍ}: وأرضُه واحدةٌ. {ونُفضِّل بعضَها على بعضٍ في الأُكُل}: لوناً وطعماً ونفعاً ولذَّةً؛ فهذه أرض طيِّبة تنبت الكلأ والعشب الكثير والأشجار والزروع، وهذه أرضٌ تلاصِقُها لا تنبتُ كلأً ولا تمسك ماءً، وهذه تمسك الماء ولا تنبت الكلأ، وهذه تنبِتُ [الزروع] والأشجار ولا تنبِتُ الكلأ، وهذه الثمرةُ حلوةٌ وهذه مرَّةٌ وهذه بين ذلك؛ فهل هذا التنوُّع في ذاتها وطبيعتها أم ذلك تقدير العزيز الرحيم؟ {إنَّ في ذلك لآياتٍ لقوم يعقلونَ}؛ أي: لقوم لهم عقولٌ تهديهم إلى ما ينفعُهم وتقودهم إلى ما يرشدون ويعقلون عن الله وصاياه وأوامره ونواهيه، وأما أهلُ الإعراض وأهل البلادة؛ فهم في ظُلُماتهم يعمَهون وفي غيِّهم يتردَّدون، لا يهتدون إلى ربِّهم سبيلاً ولا يعون له قيلاً.
4. Yüce Allah’ın kudretinin kemaline ve O’nun harikulâde sanatına delil olan hususlardan bazıları da şunlardır
“Yeryüzünde birbirine bitişik” arazi
“parçaları” ve üzerinde de türlü ağaçlardan meydana gelen “üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurma ağaçları vardır” Yani kimi hurma ağaçları, aynı gövde üzerinde yükselen birkaç ağaç halindedir, kimisi de tek başına ayrı bir ağaç halindedir.
“Ki hepsi de aynı su ile sulanırlar” Bunların arazileri de suyu da birdir,
“ama biz onların bir kısmını yemiş yönünden bir kısmına üstün kılarız.” Rengi, tadı, faydası ve lezzetleri itibari ile biri diğerinden üstündür. İşte şu güzel arazide ot ve pek çok yeşillikler bitmekte, ağaçlar ve ekinler yetişmektedir. Ona bitişik şu arazide ise ne ot bitmekte ne de o, suyu tutmaktadır. Şu arazi ise suyu tutmakla birlikte ot bitirmemektedir. Diğeri ise ekin ve ağaç bitirmekle birlikte ot bitirmemektedir. Şu meyve tatlı, öbürü acı, diğeri ise bu ikisinin arasındadır. Acaba bu çeşitlilik, o toprağın kendinden ve tabiatından dolayı mıdır yoksa bu, Aziz ve Rahim olan Allah’ın takdiri midir?
“Şüphesiz bunlarda aklını kullananlar için deliller vardır.” Kendilerini faydalarına olacak şeylere ileten ve kendisi vasıtası ile doğruyu bulacakları, Allah’tan gelen tavsiye, emir ve yasakları kavrayabilecekleri akıllara sahip bulunan kimseler için deliller ve ibretler vardır. Yüz çeviren ve akıllarını kullanmayanlara gelince; bunlar kendi karanlıkları içinde şaşkın şaşkın dolaşırlar, sapıklıkları içerisinde tereddüt içinde kalakalırlar. Rablerine giden yolu bulamazlar, onun herhangi bir sözünü kavrayamazlar.
{وَإِنْ تَعْجَبْ فَعَجَبٌ قَوْلُهُمْ أَإِذَا كُنَّا تُرَابًا أَإِنَّا لَفِي خَلْقٍ جَدِيدٍ أُولَئِكَ الَّذِينَ كَفَرُوا بِرَبِّهِمْ وَأُولَئِكَ الْأَغْلَالُ فِي أَعْنَاقِهِمْ وَأُولَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ (5)}.
5- Eğer şaşıyorsan
(şunu bil ki) asıl şaşılacak olan onların:
“Şimdi biz, toprak olduktan sonra yeniden mi yaratılacağız?!” demeleridir. İşte Rablerini inkar edip kafir olanlar bunlardır. Onlar, boyunlarında demir halkalar olanlardır. İşte bunlar, cehennemliktir. Onlar orada ebediyen kalacaklardır.
#
{5} يحتمل أنَّ معنى قوله: {وإن تَعْجَبْ}: من عظمة الله تعالى وكثرة أدلَّة التوحيد؛ فإنَّ العجب مع هذا إنكار المكذِّبين وتكذيبهم بالبعث وقولهم: {أإذا كُنَّا تراباً أإنّا لفي خلقٍ جديدٍ}؛ أي: هذا بعيدٌ في غاية الامتناع بزعمهم أنَّهم بعدما كانوا تراباً أن الله يُعيدهم؛ فإنَّهم من جهلهم قاسوا قدرة الخالق بقدرة المخلوق، فلما رأوا هذا ممتنعاً في قدرة المخلوق، ظنُّوا أنه ممتنعٌ على قدرة الخالق، ونسوا أنَّ الله خلقهم أول مرَّة ولم يكونوا شيئاً. ويُحتمل أنَّ معناه: وإنْ تعجَبْ من قولهم وتكذيبهم للبعث؛ فإنَّ ذلك من العجائب؛ فإنَّ الذي تُوَضَّح له الآيات ويرى منها الأدلة القاطعة على البعث ما لا يقبل الشكَّ والريبَ ثم ينكِرُ ذلك؛ فإنَّ قوله من العجائب، ولكن ذلك لا يُستغرب على {الذين كفروا بربهم}: وجَحَدوا وحدانيَّته، وهي أظهرُ الأشياء وأجلاها. {وأولئك الأغلالُ}: المانعة لهم من الهدى {في أعناقِهِم}: حيث دُعُوا إلى الإيمان فلم يؤمنوا، وعُرِضَ عليهم الهدى فلم يهتدوا، فقلِبَت قلوبهم وأفئدتهم عقوبةً على أنهم لم يؤمنوا به أول مرة. {وأولئك أصحابُ النار هم فيها خالدون}: لا يخرجون منها أبداً.
5.
Yüce Allah’ın: “Eğer şaşıyorsan” buyruğunun şu anlamda olma ihtimali vardır: Eğer sen, Allah’ın azametine ve tevhidi hakkındaki delillerin çokluğuna şaşıyor isen hiç şüphesiz asıl şaşılacak olan, buna rağmen yalanlayanların inkâr etmeleri,
öldükten sonra dirilişi yalanlamaları ve: “Şimdi biz toprak olduktan sonra yeniden mi yaratılacağız?!” demeleridir. Yani öldükten sonra yeniden yaratılmayı, toprak olduktan sonra Allah’ın kendilerini tekrar yaratmasını, oldukça imkânsız ve uzak bir ihtimal olarak görmeleridir. Onlar cehaletlerinden dolayı yaratıcının kudretini yaratılmışların kudretine kıyas ettiler. Böyle bir şeyin yaratılmışların kudreti açısından imkânsız olduğunu görünce yaratıcının kudreti açısından da bunun imkânsız olduğunu sandılar. Halbuki ilkinde kendilerini yoktan yaratmış olduğunu unuttular.
Buyruğun şu anlama gelme ihtimali de vardır: Şâyet sen, onların söylediklerinden, öldükten sonra dirilişi yalanlayışlarından dolayı şaşıyor, hayret ediyor isen, evet gerçekten bu, hayret edilecek bir şeydir. Çünkü âyetleri kendisine açıklandıktan ve öldükten sonra dirilişe dair en ufak bir şüphe ve tereddüde kabil olmayan kesin delilleri gördükten sonra yine de böyle bir şey söyleyenin sözü, gerçekten de hayret edilecek bir şeydir. Ancak böyle bir iddianın,
“Rablerini inkar edip kafir olanlar” ve en açık, en belirgin bir gerçek olmakla birlikte Allah’ın birliğini inkâr edenlerden sadır olması garip karşılanmaz.
“Onlar boyunlarında” hidâyet bulmalarını engelleyen
“demir halkalar olanlardır.” Çünkü bunlar imana davet edildiler, ama iman etmediler. Onlara hidâyet teklif edildiği halde hidâyet bulmadılar. Kalpleri ve gönülleri de bu hidâyet kendilerine ilk geldiğinde iman etmedikleri için onlara bir ceza olmak üzere tersyüz edilip çevrildi.
“İşte bunlar, cehennemliktir. Onlar orada ebediyen kalacaklardır” ve bir daha oradan asla çıkamayacaklardır.
{وَيَسْتَعْجِلُونَكَ بِالسَّيِّئَةِ قَبْلَ الْحَسَنَةِ وَقَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهِمُ الْمَثُلَاتُ وَإِنَّ رَبَّكَ لَذُو مَغْفِرَةٍ لِلنَّاسِ عَلَى ظُلْمِهِمْ وَإِنَّ رَبَّكَ لَشَدِيدُ الْعِقَابِ (6)}.
6- Senden iyilikten önce çarçabuk kötülük getirmeni isterler. Halbuki onlardan önce
(azap) örnekleri gelip geçmiştir. Doğrusu Rabbin, zulümlerine rağmen insanlara karşı yine de mağfiret sahibidir. Şu da bir gerçek ki Rabbinin cezası çok şiddetlidir.
#
{6} يخبر تعالى عن جهل المكذِّبين لرسوله، المشركين به، الذين وُعظوا فلم يتَّعظوا، وأُقيمت عليهم الأدلَّة فلم ينقادوا لها، بل جاهروا بالإنكار، واستدلُّوا بحِلْم الله الواحد القهار عنهم وعدم معاجلتهم بذنوبهم أنهم على حقٍّ، وجعلوا يستعجلون الرسول بالعذاب، ويقول قائلهم: {اللهمَّ إن كان هذا هو الحقَّ من عندِكَ فأمطِرْ علينا حجارةً من السماء أو ائتِنا بعذابٍ أليم}! {و} الحال أنَّه {قد خَلَتْ من قبلهم المَثُلاتُ}؛ أي: وقائع الله وأيامه في الأمم المكذبين، أفلا يتفكَّرون في حالهم ويتركون جهلهم؟! {وإنَّ ربَّك لذو مغفرةٍ للناس على ظلمِهِم}؛ أي: لا يزال خيره إليهم وإحسانُه وبرُّه وعفوه نازلاً إلى العباد، وهم لا يزال شِرْكهم وعصيانهم إليه صاعداً؛ يعصونه فيدعوهم إلى بابه، ويجرِمون فلا يحرِمُهم خيره وإحسانه؛ فإنْ تابوا إليه؛ فهو حبيبُهم؛ لأنَّه يحبُّ التوَّابين ويحبُّ المتطهِّرين، وإن لم يتوبوا؛ فهو طبيبُهم؛ يبتليهم بالمصائب ليطهِّرهم من المعايب: {قل يا عبادي الذين أسرفوا على أنفسهم لا تقنَطوا من رحمةِ الله إنَّ الله يغفرُ الذُّنوب جميعاً إنَّه هو الغفور الرحيم}. {وإنَّ ربَّك لشديدُ العقابِ}: على من لم يزلْ مصرًّا على الذُّنوب، قد أبى التوبة والاستغفار والالتجاء إلى العزيز الغفار؛ فليحذرِ العبادُ عقوباتِهِ بأهل الجرائم؛ فإنَّ أخذَه أليم شديدٌ.
6. Yüce Allah, peygamberini yalanlayan ve kendisine ortak koşan müşriklerin cehaletlerini haber vermektedir. Bunlar, öğüt verildiği halde öğüt tutmayan, önlerine deliller konulduğu halde delillere boyun eğmeyen hatta daha da ileri giderek açıkça inkâra sapan, Kahhâr ve bir olan Allah’ın kendilerini günahları sebebi ile hemen cezalandırmayışını, hak üzere olduklarına delil sayan ve bundan dolayı da Allah Rasûlünden azabın çabucak gelmesini istemeye koyulan kimselerdir.
Nitekim onlardan biri şöyle demişti: “Ey Allahım! Eğer bu (Kur'ân), gerçekten senin katından (indirilmiş) hak (bir kitap) ise artık bizim üzerimize gökten taş yağdır yahut bize can yakıcı bir azap gönder.” (el-Enfâl, 8/32) “Halbuki onlardan önce (azap) örnekleri gelip geçmiştir.” Yani yalanlayan ümmetler hakkında Allah’ın indirdiği azaplar ve o dehşet günleri gelip geçmiştir. Onların durumu hakkında düşünüp de bu cahilliklerini terk etmeyecekler mi?
“Doğrusu Rabbin, zulümlerine rağmen insanlara karşı yine de mağfiret sahibidir.” Yani Allah’ın insanlara hayrı, ihsanı, iyiliği ve affı kullara inmeye devam edip durur. Onlar ise şirklerini sürdürürler ve O’na ancak isyan ederler. Oysa onlar isyan ederken O onları kendi kapısına çağırır. Onlar suç işlerlerken O, onları hayır ve ihsanından mahrum bırakmaz. Şâyet O’na tevbe edecek olurlarsa şüphesiz onları sever. Çünkü O, tevbe edenleri de temizlenenleri de sever. Tevbe etmeyecek olurlarsa onları iyileştirecek olan da yine O’dur. Şöyle ki O,
onları kusurlardan arındırıp temizlemek için musibetlerle onları imtihan eder: “De ki: Ey nefisleri aleyhine ileri giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları mağfiret eder. Şüphesiz O, çok bağışlayıcı ve pek merhametlidir.” (ez-Zümer, 39/52) “Şu da bir gerçek ki Rabbinin cezası” günahlar üzerinde ısrar edip duran, tevbe edip mağfiret dilemeyi, Azîz ve Gaffar olana sığınmayı kabul etmeyen kimseler için
“çok şiddetlidir.” Öyleyse kullar, O’nun günahkârlara vereceği cezalardan sakınsınlar. Çünkü O’nun yakalaması çok can yakıcı ve çok çetindir.
{وَيَقُولُ الَّذِينَ كَفَرُوا لَوْلَا أُنْزِلَ عَلَيْهِ آيَةٌ مِنْ رَبِّهِ إِنَّمَا أَنْتَ مُنْذِرٌ وَلِكُلِّ قَوْمٍ هَادٍ (7)}.
7-
Küfre sapanlar: “Ona Rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi?” derler. Sen ancak bir uyarıcısın. Her kavim için
(mutlaka) bir yol gösterici vardır.
#
{7} أي: ويقترح الكفارُ عليك من الآيات التي يُعَيِّنُونَها ويقولون: {لولا أنزِلَ عليه آيةٌ من ربِّه}، ويجعلون هذا القول منهم عُذراً لهم في عدم الإجابة إلى الرسول، والحال أنَّه منذرٌ، ليس له من الأمر شيءٌ، والله هو الذي ينزِّل الآيات، وقد أيَّده بالأدلَّة البيِّنات التي لا تخفى على أولي الألباب، وبها يهتدي من قصدُهُ الحقُّ، وأما الكافر الذي مِنْ ظلمه وجهله يقترح على الله الآيات؛ فهذا اقتراحٌ منه باطلٌ وكذبٌ وافتراءٌ ؛ فإنَّه لو جاءته أيُّ آية كانت؛ لم يؤمن ولم ينقد؛ لأنَّه لم يمتنع من الإيمان لعدم ما يدلُّه على صحته، وإنَّما ذلك لهوى نفسه واتِّباع شهوته. {ولكلِّ قوم هادٍ}؛ أي: داعٍ يدعوهم إلى الهدى من الرسل وأتباعهم، ومعهم من الأدلَّة والبراهين ما يدلُّ على صحَّة ما معهم من الهدى.
7.
Yani kâfirler bizzat kendilerinin tayin ettikleri birtakım mucizelerin sana indirilmesini teklif eder ve derler ki: “Ona Rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi?” Onlar bu sözlerini Peygamber’in çağrısını kabul etmemeye mazeret gösteriyorlardı. Halbuki Peygamber onlar için bir uyarıcıdır. Onun bu gibi işlerde herhangi bir yetkisi yoktur. Mucizeleri indiren ancak Allah’tır. Bununla birlikte Allah onu, akıl sahipleri için aşikar olan ve gerçekten maksadı hakkı bulmak olan kimselerin kendileri ile hidâyet bulabileceği apaçık delillerle desteklemiştir. Zulüm ve cehalet içerisinde Allah’tan birtakım mucizeler göstermesini isteyen kâfirler bu tür istekleri, tamamen batıl ve yalandır. Çünkü bu gibi kâfirlere hangi mucize gelirse gelsin onlar iman ve itaat etmezler. Çünkü onlar, imanın doğruluğuna dair delil bulunmadığı için iman etmekten yüz çevirmiş değildirler. Aksine onların imandan yüz çevirmeleri, nefislerinin hevası ve arzularının peşinden gitmeleri yüzündendir.
“Her kavim için (mutlaka) bir yol gösterici vardır.” Onları hidâyete davet eden ya bir peygamber ya da onlar uyan kimselerden bir yol gösterici mutlaka bulunur. Bunlar ile birlikte sahip oldukları hidâyetin doğruluğuna delil olacak türden deliller ve belgeler de vardır.
{اللَّهُ يَعْلَمُ مَا تَحْمِلُ كُلُّ أُنْثَى وَمَا تَغِيضُ الْأَرْحَامُ وَمَا تَزْدَادُ وَكُلُّ شَيْءٍ عِنْدَهُ بِمِقْدَارٍ (8) عَالِمُ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ الْكَبِيرُ الْمُتَعَالِ (9) سَوَاءٌ مِنْكُمْ مَنْ أَسَرَّ الْقَوْلَ وَمَنْ جَهَرَ بِهِ وَمَنْ هُوَ مُسْتَخْفٍ بِاللَّيْلِ وَسَارِبٌ بِالنَّهَارِ (10) لَهُ مُعَقِّبَاتٌ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِهِ يَحْفَظُونَهُ مِنْ أَمْرِ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ لَا يُغَيِّرُ مَا بِقَوْمٍ حَتَّى يُغَيِّرُوا مَا بِأَنْفُسِهِمْ وَإِذَا أَرَادَ اللَّهُ بِقَوْمٍ سُوءًا فَلَا مَرَدَّ لَهُ وَمَا لَهُمْ مِنْ دُونِهِ مِنْ وَالٍ (11)}.
8- Allah, her dişinin
(karnında) ne taşıdığını ve rahimlerin neyi eksiltip neyi artırdığını bilir. Her şey O’nun katında bir ölçü iledir.
9- O, görünmeyeni de görüneni de bilendir, çok büyüktür, yüceler yücesidir.
10- İçinizden sözü gizleyenle açıktan söyleyen, geceleyin gizlenenle gündüzün yolda yürüyen
(O’nun için) birdir.
11- O
(insanın) önünde ve arkasında onu Allah’ın emri ile nöbetleşe koruyan takipçi
(melekler) vardır. Gerçek şu ki bir toplum, kendinde olanı değiştirmedikçe Allah onların halini değiştirmez. Allah, bir topluma kötülük diledi mi artık onun geri çevrilmesine imkân yoktur.
(O zaman) onlar için O’ndan başka bir yardımcı da olmaz.
#
{8 ـ 9} يخبر تعالى بعموم علمه وسعة اطَّلاعه وإحاطته بكلِّ شيء، فقال: {الله يعلمُ ما تحمِلُ كلُّ أنثى}: من بني آدم وغيرهم، {وما تَغيضُ الأرحامُ}؛ أي: تَنْقُصُ مما فيها، إما أن يَهْلِكَ الحمل أو يتضاءل أو يضمحلَّ، {وما تزدادُ}: الأرحام وتكبر الأجنَّة التي فيها. {وكلُّ شيءٍ عنده بمقدارٍ}: لا يتقدَّم عليه ولا يتأخَّر ولا يزيد ولا يَنْقُص إلاَّ بما تقتضيه حكمته وعلمه؛ فإنَّه {عالمُ الغيب والشهادةِ الكبيرُ}: في ذاته وأسمائه وصفاته، {المتعالِ}: على جميع خلقه بذاتِهِ وقدرته وقهره.
8. Yüce Allah, ilminin kapsamını,
her şeyden haberdar oluşunu ve her şeyi bilgisiyle kuşattığını haber vererek şöyle buyurmaktadır: “Allah” Âdemoğullarından olsun diğer varlıklardan olsun “her dişinin (karnında) ne taşıdığını ve rahimlerin neyi eksiltip” yani ya gebe kalınan yavrunun ölmesi ile yahut zayıf düşmesi ile veya telef olması ile meydana gelecek eksikliği
“neyi artırdığını” rahimlerde yer alan ceninlerin büyümesini
“bilir. Her şey O’nun katında bir ölçü iledir.” Hepsi de bu ölçünün ne önüne geçer, ne gerisinde kalır. Ne artar, ne eksilir. Ne olursa ancak O’nun hikmet ve ilminin gereği ile olur.
9. Çünkü
“O, görünmeyeni de görüneni de bilendir”; Zatı, isimleri ve sıfatları ile
“çok büyüktür,” yine zatı, kudreti ve kahr-u galebesi ile bütün mahlukatın üstündedir
“yüceler yücesidir.”
#
{10} {سواءٌ منكم}: في علمه وسمعه وبصره، {مَنْ أسرَّ القول ومن جَهَرَ به ومن هو مستخفٍ بالليل}؛ أي: مستقرٌّ بمكان خفي فيه، {وساربٌ بالنهار}؛ أي: داخل سربه في النهار، والسربُ هو ما يستخفي فيه الإنسان: إما جوف بيته، أو غار، أو مغارة، أو نحو ذلك.
10.
“İçinizden sözü gizleyenle açıktan söyleyen, geceleyin gizlenenle” yani gece bir yerde saklanan kimse
“gündüzün yolda yürüyen (O’nun için) birdir.” Yani gündüzün gizlenip saklanabileceği serabına giren aynıdır. Serab
(سرب) ise insanın, ya evinin içi ya da mağara gibi içinde gizlendiği yer demektir.
[35]
#
{11} {له}؛ أي: للإنسان {معقباتٌ}: من الملائكة يتعاقبون في الليل والنهار، {من بين يديهِ ومن خلفِهِ يحفظونَه من أمر الله}؛ أي: يحفظون بدنه وروحه من كلِّ مَن يريده بسوء، ويحفظون عليه أعماله، وهم ملازمون له دائماً؛ فكما أنَّ علم الله محيطٌ به؛ فالله قد أرسل هؤلاء الحفظة على العباد بحيث لا تَخْفى أحوالهم ولا أعمالهم ولا يُنسَى منها شيء. {إنَّ الله لا يغيِّر ما بقوم}: من النعمة والإحسان ورَغَدِ العيش، {حتَّى يغيِّروا ما بأنفسِهم}: بأن ينتقلوا من الإيمان إلى الكفر، ومن الطاعة إلى المعصية، أو من شكر نعم الله إلى البطر بها، فيسلُبُهم الله عند ذلك إياها، وكذلك إذا غير العباد ما بأنفسهم من المعصية، فانتقلوا إلى طاعة الله؛ غيَّر الله عليهم ما كانوا فيه من الشقاء إلى الخير والسرور والغبطة والرحمة. {وإذا أراد الله بقوم سوءاً}؛ أي: عذاباً وشدَّة وأمراً يكرهونه؛ فإنَّ إرادته لا بدَّ أن تنفذ فيهم، فإنه {لا مردَّ له}، ولا أحد يمنعهم منه، {وما لهم من دونِهِ من والٍ}: يتولَّى أمورهم، فيجلب لهم المحبوبَ، ويدفع عنهم المكروهَ. فَلْيَحْذروا من الإقامة على ما يكره الله؛ خشية أن يحلَّ بهم من العقاب ما لا يُرَدُّ عن القوم المجرمين.
11.
“O” insanın “önünde ve arkasında” gece ve gündüz
“nöbetleşe koruyan takipçi (melekler) vardır.” Bunlar, onun bedenini ve ruhunu, ona kötülük yapmak isteyen herkese karşı korudukları gibi, onun amellerini de kayıt altına alırlar. Bu melekler, devamlı onunla birlikte bulunurlar. Böylece Yüce Allah’ın ilmi onu kuşattığı gibi ayrıca O, kullar üzerine işte bu koruyucu melekleri de göndermiştir. Artık o insanların halleri ve amelleri asla gizli-saklı kalmaz ve onlardan hiçbir şey de unutulmaz.
“Gerçek şu ki, bir toplum kendinde olanı değiştirmedikçe” imandan küfüre, itaatten masiyete geçmedikçe yahut Allah’ın nimetlerine şükretmeyi bırakıp o nimetlerle azmadıkça
“Allah onların halini” için bulundukları nimet, ihsan, rahat ve bol geçimi
“değiştirmez.” Onlar hallerini değiştirecek olursa Allah da onları bu iyi hallerinden mahrum bırakır. Aynı şekilde kullar, içlerindeki masiyeti değiştirerek Allah’a itaate dönecek olurlarsa, Allah da onların içinde bulundukları sıkıntıları değiştirip hayır, sevinç, nimet ve rahmete çevirir.
“Allah bir topluma kötülük” azap, sıkıntı ve hoşlanmayacakları bir iş
“diledi mi” şüphesiz O’nun, o toplum hakkındaki iradesi gerçekleşir ve “artık onun geri çevrilmesine imkân yoktur.” Hiçbir kimse, onları buna karşı savunamaz.
“(O zaman) onlar için O’ndan başka bir yardımcı” işlerini üstlenecek ve böylelikle sevdikleri şeyleri kendilerine sağlayacak, hoşlanmadıkları şeyleri de kendilerinden uzaklaştıracak kimseleri “olmaz.” Öyleyse günahkârlar topluluğu, asla geri çevrilmesi mümkün olmayan bir cezanın gelip kendilerini bulması korkusu ile Allah’ın hoşlanmadığı şeyleri sürdürmekten sakınmalıdırlar.
{هُوَ الَّذِي يُرِيكُمُ الْبَرْقَ خَوْفًا وَطَمَعًا وَيُنْشِئُ السَّحَابَ الثِّقَالَ (12) وَيُسَبِّحُ الرَّعْدُ بِحَمْدِهِ وَالْمَلَائِكَةُ مِنْ خِيفَتِهِ وَيُرْسِلُ الصَّوَاعِقَ فَيُصِيبُ بِهَا مَنْ يَشَاءُ وَهُمْ يُجَادِلُونَ فِي اللَّهِ وَهُوَ شَدِيدُ الْمِحَالِ (13)}
12- Korku ve ümit sebebi olan şimşeği size gösteren ve
(yağmur yüklü) ağır bulutları meydana getiren O’dur.
13- Gök gürültüsü O’nu hamd ile tesbih eder, melekler de O’nun heybetinden
(tesbih ederler). O, yıldırımları gönderir de onlarla dilediğini çarpar. Onlarsa Allah hakkında
(batıl yolla) mücadele edip duruyorlar. Halbuki O, kudreti ve azabı çetin olandır.
#
{12} يقول تعالى: {هو الذي يُريكم البرقَ خوفاً وطمعاً}؛ أي: يُخاف منه الصواعق والهدم وأنواع الضَّرر على بعض الثمار ونحوها، ويُطمع في خيره ونفعه، {ويُنشِئ السَّحاب الثِّقال}: بالمطر الغزير الذي به نفعُ العباد والبلاد.
12.
“Korku ve ümit sebebi olan” yani yıldırım, yıkım, bazı meyvelere gelebilecek çeşitli zararlardan yana korkulmakla birlikte
(getireceği yağmur sayesinde) hayır ve faydası umulan
“şimşeği size gösteren”; kullara da topraklara da faydalı bol yağmurla yüklü
“ağır bulutları meydana getiren O’dur.”
#
{13} {ويسبِّح الرعدُ بحمده}: وهو الصوت الذي يُسمع من السحاب المزعج للعباد؛ فهو خاضعٌ لربِّه، مسبِّح بحمده، {و} تسبِّح {الملائكةُ من خِيفتِهِ}؛ أي: خُشَّعاً لربهم خائفين من سطوتِهِ، {ويرسل الصواعقَ}: وهي هذه النار التي تخرج من السحاب. {فيصيبُ بها مَن يشاءُ}: من عباده بحسب ما شاءه وأراده. {وهو شديدُ المحال}؛ أي: شديد الحَوْل والقوَّة؛ فلا يريد شيئاً إلاَّ فعله، ولا يتعاصى عليه شيءٌ، ولا يفوتُه هاربٌ. فإذا كان هو وحده الذي يسوق للعباد الأمطار والسحب التي فيها مادة أرزاقهم، وهو الذي يدبِّر الأمور وتخضع له المخلوقاتُ العظام التي يُخاف منها وتزعِجُ العباد، وهو شديد القوة؛ فهو الذي يستحقُّ أن يُعْبَدَ وحده لا شريك له، ولهذا قال:
13. Kulları tedirgin eden ve bulutlardan işitilen o
“gök gürültüsü O’na hamd ile” Rabbine boyun eğip O’na hamd ederek
“tesbih eder, melekler de O’nun heybetinden” yani Rablerinin gazabından korkarak ve O’na itaatle boyun eğerek tesbih ederler. Bulutlardan çıkan bir çeşit ateş olan
“yıldırımları gönderir de onlarla” kullarından meşîet ve iradesine göre
“dilediğini çarpar. Onlarsa Allah hakkında (batıl yolla) mücadele edip duruyorlar. Halbuki O, kudreti ve azabı çetin olandır.” Ne dilerse mutlaka onu yapar. Hiçbir şey O’nun için imkânsız değildir, kimse O’na karşı koyamaz.
Kullara rızıklarının temel maddesini barındıran bulutları ve yağmuru süren, her şeyi idare eden yalnızca O olduğuna, kendilerinden korkulan ve kulları rahatsız eden büyük mahlukat dahi kendisine itaat ettiğine, çok çetin güç ve kudret sahibi olduğuna göre o zaman hiçbir ortak koşulmaksızın tek başına ibadete layık olan da O’dur.
Bu yüzden Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
{لَهُ دَعْوَةُ الْحَقِّ وَالَّذِينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِهِ لَا يَسْتَجِيبُونَ لَهُمْ بِشَيْءٍ إِلَّا كَبَاسِطِ كَفَّيْهِ إِلَى الْمَاءِ لِيَبْلُغَ فَاهُ وَمَا هُوَ بِبَالِغِهِ وَمَا دُعَاءُ الْكَافِرِينَ إِلَّا فِي ضَلَالٍ (14)}
14- Hak davet/dua yalnız O’na mahsustur. O’nun dışında yalvardıkları ise kendilerine hiçbir şekilde karşılık veremezler.
(Onların durumu) ancak ağzına ulaşsın diye suya doğru iki avucunu
(uzaktan) açan kimseye benzer ki su, ona asla ulaşacak değildir. Kâfirlerin duası da ancak
(böyle) tamamen boşunadır.
#
{14} أي: لله وحده {دعوةُ الحقِّ}: وهي عبادته وحده لا شريك له، وإخلاص دعاء العبادة ودعاء المسألة له تعالى؛ أي: هو الذي ينبغي أن يُصرف له الدعاء والخوف والرجاء والحبُّ والرغبة والرهبة والإنابة؛ لأنَّ ألوهيَّته هي الحقُّ، وألوهيَّة غيره باطلة. فَـ {الذينَ يدعونَ من دونه}: من الأوثان والأنداد التي جعلوها شركاء لله، {لا يستجيبون لهم}؛ أي: لمن يَدْعوها ويعبُدها بشيء قليل ولا كثير، لا من أمور الدُّنيا ولا من أمور الآخرة. {إلاَّ كباسط كفَّيه إلى الماء}: الذي لا تناله كفَّاه لبعدِهِ؛ {ليبلغَ}: ببسط كفَّيه إلى الماء {فاه}؛ فإنَّه عطشان، ومن شدَّة عطشه يتناول بيده ويبسطها إلى الماء الممتنع وصولها إليه؛ فلا يصلُ إليه؛ كذلك الكفار الذين يدعون معه آلهةً لا يستجيبون لهم بشيء ولا ينفعونهم في أشدِّ الأوقات إليهم حاجةً؛ لأنَّهم فقراء؛ كما أنَّ من دعوهم فقراء {لا يملكون مثقال ذرَّة في السموات ولا في الأرض وما لهم فيهما من شِرْك وما له منهم من ظهير}، {وما دعاءُ الكافرين إلاَّ في ضلال}: لبطلان ما يَدْعون من دون الله، فبطلت عبادتُهم ودعاؤُهم؛ لأنَّ الوسيلة تَبْطُلُ ببطلان غايتها، ولما كان اللهُ تعالى هو الملك الحق المبين؛ كانت عبادتُه حقًّا متَّصلة النفع بصاحبها في الدنيا والآخرة.
وتشبيه دعاء الكافرين لغير الله بالذي يبسط كفَّيه إلى الماء ليبلغ فاه من أحسن الأمثلة؛ فإنَّ ذلك تشبيهٌ بأمرٍ مُحال؛ فكما أن هذا محالٌ؛ فالمشبَّه به محالٌ، والتعليق على المحال من أبلغ ما يكون في نفي الشيء؛ كما قال تعالى: {إنَّ الذين كفروا وكذَّبوا بآياتنا لا تُفَتَّحُ لهم أبوابُ السماء ولا يدخلونَ الجنَّةَ حتى يَلِجَ الجَمَلُ في سَمِّ الخِياط}.
14.
“Hak davet/dua” hiçbir şeyi ortak koşmaksızın yalnızca O’na ibadet etmek, gerek ibadet kastı ile gerekse dilekte bulunmak kastı ile yapılan dualar
“yalnız O’na” bir ve tek olan
“Allah’a mahsustur.” Yani duanın, korkunun, umudun, sevginin, isteklerin, çekincelerin ve yönelişin yalnızca O’na yapılması gerekir. Çünkü yalnızca O’nun ulûhiyeti hak ve gerçektir. O’ndan başkalarının ulûhiyeti ise bâtıldır.
“O’nun dışında yalvardıkları” Allah’a ortak kabul ettikleri putlar, O’na eş koştukları ortaklar, ibadet ve dua ettikleri varlıklar
“ise kendilerine” dünya ve de âhiret ile ilgili taleplerinde az ya da çok
“hiçbir şekilde karşılık veremezler. (Onların durumu) ancak ağzına ulaşsın diye suya doğru iki avucunu (uzaktan) açan kimseye benzer” Suya doğru avuçlarını açmakla birlikte su, kendisinden uzak olduğu için bir türlü avuçları suya yetişmeyen kimsenin haline benzer. Böyle bir kimse susuzdur, aşırı derecede susuz olduğu için de ellerini ulaşması imkânsız olan suya doğru uzatır, fakat bir türlü o suya ulaşamaz. İşte Allah ile birlikte başka ilahlara ibadet edip dua eden kâfirlerin durumu da böyledir. Bu uydurma ilahlar, onların hiçbir dualarını kabul edemez. En ileri derecede onlara ihtiyaç duydukları vakitlerde de onlara hiçbir fayda sağlayamazlar. Çünkü onlara dua ve ibadet edenler muhtaç ve aciz varlık oldukları gibi bu uydurma ilahlar da muhtaç ve acizdir.
“Onlar ne göklerde ne de yerde zerre ağırlığınca bir şeye sahiptirler. Onların buralarda hiçbir ortaklığı yoktur, Allah'ın onlardan bir yardımcısı da yoktur.” (Sebe, 34/22)
“Kâfirlerin duası da ancak (böyle) tamamen boşunadır.” Çünkü Allah’tan başka dua ve ibadet ettikleri varlıklar da boştur, batıldır. Bu sebepten onların ibadetleri ve duaları da boşunadır. Çünkü gayenin batıl olması, vasıtanın da batıl olmasını gerektirir. Allah ise mutlak egemen ve apaçık hakkın ta kendisi olduğu için O’na ibadet de haktır ve bu ibadetin, yapana dünyada da âhirette de faydası olacaktır. Kâfirlerin Allah’tan başkasına dua ve ibadet etmelerinin, avuçlarını ağzına ulaşsın diye uzaktaki suya doğru uzatan kimseye benzetilmesi, en güzel misallerden birisidir. Bu, imkânsız bir duruma dair bir benzetmedir. Böyle bir şey imkânsız olduğuna göre ona benzetilen şey de imkânsızdır. İmkânsız olan bir şeye bağlı olarak söz konusu edilmesi de bir şeyin reddedilmesi için kullanılan en beliğ, en etkili ifadedir.
Nitekim Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: “Âyetlerimizi yalanlayıp da onlara karşı büyüklenenlere -hiç şüphesiz- gök kapıları açılmayacaktır ve onlar deve, iğne deliğinden geçmedikçe cennete giremezler. Biz, günahkârları işte böyle cezalandırırız.” (el-A’râf, 7/40)
{وَلِلَّهِ يَسْجُدُ مَنْ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ طَوْعًا وَكَرْهًا وَظِلَالُهُمْ بِالْغُدُوِّ وَالْآصَالِ (15)}.
15- Göklerde ve yerde bulunanların kendileri de gölgeleri de ister istemez sabah akşam Allah’a secde ederler.
#
{15} أي: جميع ما احتوت عليه السماوات والأرض كلُّها خاضعةٌ لربِّها، تسجد له {طوعاً وكرهاً}: فالطَّوْع لمن يأتي بالسجود والخضوع اختياراً كالمؤمنين، والكَرْهُ لمن يستكبر عن عبادة ربِّه، وحالُه وفطرتُه تكذِّبه في ذلك. {وظلالُهم بالغُدُوِّ والآصال}؛ أي: ويسجد له ظلال المخلوقات أوَّلَ النهار وآخره، وسجودُ كلِّ شيء بحسب حاله؛ كما قال تعالى: {وإن مِن شيءٍ إلاَّ يسبِّحُ بحمدِهِ ولكن لا تفقهونَ تسبيحَهم}؛ فإذا كانت المخلوقات كلُّها تسجد لربِّها طوعاً وكرهاً؛ كان هو الإله حقًّا، المعبود المحمود حقًّا، وإلهيَّة غيره باطلة، ولهذا ذكر بطلانها وبرهن عليه بقوله:
15. Yani göklerde ve yerde her ne varsa hepsi, Rabbine itaatle boyun eğmekte ve O’na
“ister istemez” secde etmektedirler. İsteyerek secde etmek, mü’minler gibi kendi istek ve tercihleri ile Allah’ın önünde secdeye kapanan, tevazu ve itaatini arzeden kimseler için söz konusudur. İstemeyerek secde eden ise Rabbine ibadete karşı büyüklenen, fakat hali ve fıtratı bu konuda kendisini yalanlayan kimsedir.
“Kendileri de gölgeleri de ister istemez sabah akşam Allah’a secde ederler.” Yani yaratılmışların gölgeleri de gündüzün başında ve sonunda O’na secde ederler. Her varlığın secdesi, kendi durumuna göredir. Nitekim Allah,
şöyle buyurmaktadır: “O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız.” (el-İsrâ, 17/44) Bütün yaratılmışlar, ister istemez Rablerine secde ettiklerine göre gerçek ilah, hakkıyla hamdolunan mabud da yalnızca O’dur. O’ndan başkalarının ulûhiyetleri ise bâtıldır.
Bundan dolayı Allah başkalarının ulûhiyetinin bâtıl olduğunu söz konusu ederek bunu şöylece delillendirmektedir:
{قُلْ مَنْ رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ قُلِ اللَّهُ قُلْ أَفَاتَّخَذْتُمْ مِنْ دُونِهِ أَوْلِيَاءَ لَا يَمْلِكُونَ لِأَنْفُسِهِمْ نَفْعًا وَلَا ضَرًّا قُلْ هَلْ يَسْتَوِي الْأَعْمَى وَالْبَصِيرُ أَمْ هَلْ تَسْتَوِي الظُّلُمَاتُ وَالنُّورُ أَمْ جَعَلُوا لِلَّهِ شُرَكَاءَ خَلَقُوا كَخَلْقِهِ فَتَشَابَهَ الْخَلْقُ عَلَيْهِمْ قُلِ اللَّهُ خَالِقُ كُلِّ شَيْءٍ وَهُوَ الْوَاحِدُ الْقَهَّارُ (16)}.
16-
De ki: “Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?” De ki:
“Allah’tır.” Yine de ki:
“Öyle iken siz O’nu bırakıp da bizzat kendilerine bile ne fayda ne de zarar vermeye güçleri olmayan birtakım dostlar mı edindiniz?” De ki:
“Körle gören bir olur mu? Ya karanlıklarla nur bir olur mu? Yoksa Allah’ı yanı sıra O’nun yarattığı gibi yaratan birtakım ortaklar buldular da bu yaratma işi kafalarını mı karıştırdı?” De ki:
“Her şeyi yaratan Allah’tır. O, birdir, Kahhârdır.”
#
{16} أي: قل لهؤلاء المشركين به أوثاناً وأنداداً؛ يحبُّونها كما يحبُّون الله، ويبذُلون لها أنواع التقرُّبات والعبادات: أفتاهتْ عقولكم حتى اتَّخذتم من دونه أولياء تتولَّوْنهم بالعبادة وليسوا بأهل لذلك؛ فإنَّهم {لا يملِكون لأنفسهم نفعاً ولا ضَرًّا}، وتتركون ولاية من هو كامل الأسماء والصفات، المالك للأحياء والأموات، الذي بيده الخَلْق والتدبير والنفع والضُّرُّ؛ فما تستوي عبادة الله وحده وعبادة المشركين به، كما لا يستوي الأعمى والبصير، وكما لا {تستوي الظلماتُ والنور}: فإنْ كان عندهم شكٌّ واشتباهٌ وجعلوا له شركاء، زعموا أنَّهم خلقوا كخَلْقه، وفعلوا كفعله؛ فأزِلْ عنهم هذا الاشتباه واللَّبس بالبرهان الدالِّ على تَوَحُّدِ الإله بالوحدانيَّة، فقل لهم: اللهُ خالقُ كلِّ شيء؛ فإنه من المحال أن يَخْلُقَ شيءٌ من الأشياء نفسَه، ومن المحال أيضاً أن يوجدَ مِن دون خالقٍ، فتعيَّن أنَّ لها إلهاً خالقاً لا شريك له في خلقه؛ لأنَّه الواحدُ القهَّارُ؛ فإنَّه لا توجد الوحدة والقهر إلاَّ لله وحده؛ فالمخلوقات كلُّ مخلوق فوقه مخلوقٌ يقهره، ثم فوق ذلك القاهر قاهرٌ أعلى منه، حتى ينتهي القهر للواحد القهار؛ فالقهر والتوحيد متلازمان متعيِّنان لله وحده، فتبيَّن بالدليل العقليِّ القاهر أنَّ ما يُدعى من دون الله ليس له شيء من خَلْق المخلوقات، وبذلك كانت عبادته باطلة.
16. Yani Yüce Allah’a putları ve diğer varlıkları ortak koşan ve bunları Allah’ı seviyormuşçasına seven,
onlar için yakınlaştırıcı türlü ibadetleri yapan o müşriklere de ki: Sizin başınızda akıl yok mu ki O’ndan başka dostlar ediniyor da ibadetle onlara yöneliyorsunuz? Oysa onlar buna layık değildirler. Çünkü
“bizzat kendilerine bile ne fayda ne de zarar vermeye güçleri” yetmez. Sizler isimleri ve sıfatları kemal derecesinde olan, yaratmanın da idarenin de mutlak olarak elinde bulunduğu, hayatta olanların da ölülerin de mutlak maliki olan, fayda ve zarar yalnız kendisinin elinde bulunan Allah’ı dost edinmeyi nasıl terk ediyorsunuz? Yalnızca tek olan Allah’a ibadet ile O’na ortak koşanların ibadeti asla bir olmaz. Tıpkı
“Körle gören” kişinin ve
“karanlıklarla nur” yani aydınlığın bir olmadığı gibi.
Eğer onların herhangi bir şüphe ve tereddütleri var da bundan dolayı Allah’a ortaklar koşmuşlarsa ve onların, Allah’ın yarattığı gibi yarattıklarını, O’nun yaptığını yaptıklarını ileri sürüyor iseler onlardaki bu şüpheyi ve karışıklığı,
mutlak ilâhın vahdâniyetini kesin olarak ortaya koyan şu delil ile ortadan kaldırıp onlara de ki: “her şeyi yaratan Allah’tır.” Çünkü herhangi bir varlığın, bizatihi kendisini yaratması imkânsız bir şeydir. Yine yaratıcı olmadan var olması da imkânsız bir şeydir. O halde her bir şeyin tek bir yaratıcısının ve ilahının olduğu ve onun, yaratmada hiçbir ortağının bulunmadığı yegane gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. İşte
“O, birdir, Kahhârdır.” Bir olan da her şeyi hakimiyeti altında bulunduran
(Kahhâr) da Allah’tan başkası değildir. Her bir yaratığın üstünde onu kahrı altına alan
(ona istediğini yaptıran) birisi vardır. Bunun da üstünde ondan daha üstün bir başka kahır sahibi vardır. Fakat mutlak manada kahır sahibi olan, bir olan Kahhâr’dır. O halde Kahhâr olmak ile vahdaniyet birbirinden ayrılmamak üzere yalnızca Yüce Allah için söz konusudur.
Böylelikle kesin aklî delil ile açıkça şu gerçek ortaya çıkmaktadır: Allah’ın dışında kendisine ibadet ve dua edilen varlıkların yaratıklardan herhangi bir şeyi yaratmaya güçleri yoktur. Bundan dolayı da onlara ibadet etmek batıldır.
{أَنْزَلَ مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَسَالَتْ أَوْدِيَةٌ بِقَدَرِهَا فَاحْتَمَلَ السَّيْلُ زَبَدًا رَابِيًا وَمِمَّا يُوقِدُونَ عَلَيْهِ فِي النَّارِ ابْتِغَاءَ حِلْيَةٍ أَوْ مَتَاعٍ زَبَدٌ مِثْلُهُ كَذَلِكَ يَضْرِبُ اللَّهُ الْحَقَّ وَالْبَاطِلَ فَأَمَّا الزَّبَدُ فَيَذْهَبُ جُفَاءً وَأَمَّا مَا يَنْفَعُ النَّاسَ فَيَمْكُثُ فِي الْأَرْضِ كَذَلِكَ يَضْرِبُ اللَّهُ الْأَمْثَالَ (17)}.
17- O, gökten bir su indirir de vadiler kendi miktarlarınca dolup akar. Akıntı da yüzeye çıkan bir köpük yüklenip götürür. Zinet veya faydalı şeyler elde etmek için
(insanların) ateşte erittikleri
(madenlerden) de bunun benzeri bir köpük çıkar. İşte Allah, hak ile batıla böyle misal verir. Köpüğe gelince o, atılır ve yok olup gider. İnsanlara faydalı olan şeye gelince işte o, yerde kalır. İşte Allah örnekleri böyle verir.
#
{17} شبَّه تعالى الهدى الذي أنزل على رسوله لحياة القلوب والأرواح بالماء الذي أنزله لحياة الأشباح. وشبَّه ما في الهدى من النفع العام الكثير الذي يضطرُّ إليه العباد بما في المطر من النفع العامِّ الضروريِّ. وشبَّه القلوب الحاملة للهدى وتفاوتها بالأودية التي تسيل فيها السيول؛ فَوَادٍ كبيرٌ يَسَعُ ماءً كثيراً كقلبٍ كبيرٍ يسعُ علماً كثيراً، ووادٍ صغيرٌ يأخذ ماءً قليلاً كقلبٍ صغيرٍ يسعُ علماً قليلاً ... وهكذا. وشبَّه ما يكون في القلوب من الشهوات والشُّبهات عند وصول الحقِّ إليها بالزَّبد الذي يعلو الماءَ ويعلو ما يوقَدُ عليه النار من الحلية التي يُراد تخليصُها وسبكها، وأنها لا تزال فوق الماء طافيةً مكدِّرةً له حتى تذهب وتضمحلَّ، ويبقى ما ينفع الناس من الماء الصافي والحلية الخالصة، كذلك الشبهاتُ والشَّهوات لا يزال القلب يكرهها ويجاهدها بالبراهين الصادقة والإرادات الجازمة حتى تذهب وتضمحلَّ ويبقى القلبُ خالصاً صافياً ليس فيه إلاَّ ما ينفعُ الناس من العلم بالحقِّ وإيثاره والرغبة فيه؛ فالباطل يذهبُ ويَمْحَقُهُ الحقُّ؛ {إنَّ الباطل كان زهوقاً}، وقال هنا: {كذلك يضرِبُ الله الأمثال}: ليتَّضح الحقُّ من الباطل والهدى من الضلال.
17. Yüce Allah, peygamberine indirdiği ve kalplerle ruhlara hayat veren hidâyeti, bedenlerin hayat bulması için indirmiş olduğu suya, kulların bu hidâyette ihtiyaç duyduğu pek çok ve zaruri faydayı da yağmurdaki genel ve zaruri faydaya benzetmektedir. Bu hidâyeti taşıyan ve aralarında bu açıdan fark bulunan kalpleri de sularla dolup taşan vadilere benzetmektedir. Kimi vadi büyüktür, pek çok su alır, tıpkı pek çok ilmin içinde barınabildiği büyük bir kalp gibi. Kimi vadi de küçüktür, az miktarda su alır. Tıpkı az miktardaki ilmi kapsayabilen küçük bir kalp gibi. Hakkın ulaştığı kalplerde bulunan arzu ve şüpheleri de Allah, hem suyun üstüne çıkan hem de arındırılıp kalıba sokulmak için ateşe sokulan zinet eşyalarından çıkan köpüğe benzetmektedir. Bu köpük, su üzerinde bir süre kalır ve suyu bulandırmakla birlikte sonunda yok olup gider. Geriye insanlara faydalı olan temiz su ile katıksız zinet eşyası kalır. Şüphe ve arzular da işte böyledir. Kalp, bunlardan hoşlanmaz, onlara karşı doğru delillerle ve kararlı iradelerle mücadele eder. Sonunda bunlar da yok olur gider. Böylece kalp, halis ve safi olarak kalır. Onda insanlara faydalı olacak hak bilgisi, hakkın üstün tutulması ve hakka duyulan arzu dışında bir şey kalmaz. Batıl yok olur gider ve hak da onu mahveder. Çünkü
“muhakkak batıl yok olmaya mahkumdur.” (el-İsrâ, 17/81) Burada da Yüce Allah:
“İşte Allah örnekleri böyle verir” buyurmaktadır. Yani hak batıldan, hidâyet de sapıklıktan ayırt edilsin diye bu gibi örneklerle açıklamada bulunur.
{لِلَّذِينَ اسْتَجَابُوا لِرَبِّهِمُ الْحُسْنَى وَالَّذِينَ لَمْ يَسْتَجِيبُوا لَهُ لَوْ أَنَّ لَهُمْ مَا فِي الْأَرْضِ جَمِيعًا وَمِثْلَهُ مَعَهُ لَافْتَدَوْا بِهِ أُولَئِكَ لَهُمْ سُوءُ الْحِسَابِ وَمَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ وَبِئْسَ الْمِهَادُ (18)}.
18- Rablerinin çağrısını kabul edenler için en güzeli vardır. O’nun çağrısını kabul etmeyenlere gelince yeryüzündeki her şey ve onunla beraber bir o kadarı daha kendilerinin olsa şüphesiz onları
(azaptan kurtulmak için) fidye olarak verirlerdi. İşte hesabın kötüsü onlar içindir. Barınakları da cehennemdir. O, ne kötü döşektir!
#
{18} لما بيَّن تعالى الحقَّ من الباطل؛ ذَكَرَ أنَّ الناس على قسمين: مستجيب لربِّه فذكر ثوابه، وغير مستجيب فذكر عقابه، فقال: {للذين استجابوا لربِّهم}؛ أي: انقادت قلوبُهم للعلم والإيمان، وجوارحُهم للأمر والنهي، وصاروا موافقين لربِّهم فيما يريده منهم؛ فلهم {الحسنى}؛ أي: الحالة الحسنة والثواب الحسن؛ فلهم من الصفات أجلُّها، ومن المناقب أفضلُها، ومن الثواب العاجل والآجل ما لا عينٌ رأت ولا أذنٌ سمعت ولا خطر على قلب بشر. {والذين لم يستجيبوا له}: بعدما ضَرَبَ لهم الأمثال وبيَّن لهم الحقَّ لهم الحالةُ غير الحسنة. فَـ {لو أنَّ لهم ما في الأرض جميعاً}: من ذهب وفضةٍ وغيرهما، {ومثلَه معه لافتَدَوْا به}: من عذاب يوم القيامة؛ ما تُقُبِّلَ منهم. وأنَّى لهم ذلك؟! {أولئك لهم سوء الحساب}: وهو الحساب الذي يأتي على كلِّ ما أسلفوه من عمل سيئ وما ضيعوه من حقوق الله وحقوق عباده، قد كُتِبَ ذلك وسُطِرَ عليهم: {وقالوا يا وَيْلَتَنا مالِ هذا الكتابِ لا يغادِرُ صغيرةً ولا كبيرةً إلا أحصاها ووَجَدوا ما عملوا حاضراً ولا يظلمُ ربُّك أحداً}. {و} بعد هذا الحساب السيئ، {مأواهم جهنَّم}: الجامعة لكلِّ عذابٍ من الجوع الشديد والعطش الوجيع والنار الحامية والزقُّوم والزمهرير والضَّريع، وجميع ما ذكره الله من أصناف العذاب. {وبئس المهادُ}؛ أي: المَقَرُّ والمسكن مسكنهم.
18.
Yüce Allah hakk ile bâtılın farkını ortaya koyduktan sonra insaların iki kısım olduğunu zikretmektdir: Kimisi Rabbinin çağrısını kabul eder ki Yüce Allah, bunların mükafatını söz konusu etmektedir. Kimisi de O’nun çağrısını kabul etmez ki bunların da cezasını söz konusu etmiştir.
Şöyle buyurmaktadır: “Rablerinin çağrısını kabul edenler için” yani kalpleri ilim ve imana itaatle boyun eğen, azaları da emir ve yasaklara itaat edip Rablerinin kendilerinden istediklerine uygun hareket edenlere
“en güzeli vardır.” Yani onların halleri de mükâfatları da güzel olacaktır. Onlar için en güzel vasıflar ve en üstün haller söz konusudur. Dünyevi ve uhrevi mükâfaatları pek çoktur. Âhirette onlara hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın hatırından geçirmediği mükâfatlar verilecektir.
Bunca misallerin verilmesinden ve hakkın açıklanmasından sonra
“O’nun çağrısını kabul etmeyenlere gelince” onlar hakkında güzel olmayan bir durum söz konusudur:
“yeryüzündeki her şey” altın, gümüş ve değerli başka her ne varsa
“onunla beraber bir o kadarı daha kendilerinin olsa şüphesiz onları” Kıyamet gününün azabından kurtulmak için
“fidye olarak verirlerdi.” Ki verseler bile bu, onlardan kabul olunmayacaktır. Kaldı ki nerden bulup verecekler! Aksine
“hesabın kötüsü onlar içindir.” Çünkü bu hesaba çekilecekleri vakit yaptıkları bütün kötülüklerin, çiğnedikleri bütün kul haklarının ve ilahi hakların yazılı olduğunu,
aleyhlerine kaydedimiş olduğunu görecekler ve: “Vay başımıza gelen! Bu nasıl kitapmış! Küçük büyük hiçbir şey bırakmadan sayıp dökmüş, diyecekler.” (el-Kehf, 18/49) Bu kötü hesaptan sonra gidecekleri
“barınakları da cehennemdir.” Aşırı açlık, rahatsız edecek derecedeki susuzluk, kızgın ateş, zakkum, zemherir, cehennemliklerin irini ve Yüce Allah’ın sözünü ettiği her türlü azabın bulunduğu cehennem ateşidir.
“O ne kötü döşektir” karar kılınacak, kalınacak ne fena yerdir!
{أَفَمَنْ يَعْلَمُ أَنَّمَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ الْحَقُّ كَمَنْ هُوَ أَعْمَى إِنَّمَا يَتَذَكَّرُ أُولُو الْأَلْبَابِ (19) الَّذِينَ يُوفُونَ بِعَهْدِ اللَّهِ وَلَا يَنْقُضُونَ الْمِيثَاقَ (20) وَالَّذِينَ يَصِلُونَ مَا أَمَرَ اللَّهُ بِهِ أَنْ يُوصَلَ وَيَخْشَوْنَ رَبَّهُمْ وَيَخَافُونَ سُوءَ الْحِسَابِ (21) وَالَّذِينَ صَبَرُوا ابْتِغَاءَ وَجْهِ رَبِّهِمْ وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَأَنْفَقُوا مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ سِرًّا وَعَلَانِيَةً وَيَدْرَءُونَ بِالْحَسَنَةِ السَّيِّئَةَ أُولَئِكَ لَهُمْ عُقْبَى الدَّارِ (22) جَنَّاتُ عَدْنٍ يَدْخُلُونَهَا وَمَنْ صَلَحَ مِنْ آبَائِهِمْ وَأَزْوَاجِهِمْ وَذُرِّيَّاتِهِمْ وَالْمَلَائِكَةُ يَدْخُلُونَ عَلَيْهِمْ مِنْ كُلِّ بَابٍ (23) سَلَامٌ عَلَيْكُمْ بِمَا صَبَرْتُمْ فَنِعْمَ عُقْبَى الدَّارِ (24)}.
19- Rabbinden sana indirilenin hak olduğunu bilen kimse, hiç kör gibi olur mu? Ancak olgun akıl sahipleri düşünüp öğüt alır.
20- Onlar ki Allah’a verdikleri sözü yerine getirirler ve antlaşmayı bozmazlar.
21- Onlar, Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeyleri birleştirirler, Rablerinden korkarlar ve kötü hesaptan endişe ederler.
22- Onlar, Rablerinin rızasını isteyerek sabrederler, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık infâk ederler. Kötülüğü iyilikle savarlar. İşte ahiret yurdunun güzel sonu bunlarındır.
23-
(Bu güzel son) Adn cennetleridir ki onlar, oraya ana-babalarından, eşlerinden ve zürriyetlerinden salih olanlarla birlikte gireceklerdir.
Melekler de her kapıdan yanlarına girip:
24-
“Sabretmenize karşılık selâm olsun sizlere! Dünya yurdunun ne güzel sonudur (bu cennet)!” (derler).
#
{19 ـ 20} يقول تعالى: مفرقاً بين أهل العلم والعمل وبين ضدِّهم: {أفَمَن يعلمُ أنَّما أنزِلَ إليك من ربِّك الحقُّ}: ففهم ذلك وعمل به. {كَمَنْ هو أعمى}: لا يعلم الحقَّ ولا يعمل به؛ فبينهما من الفرق كما بين السماء والأرض؛ فحقيقٌ بالعبد أن يتذكَّر ويتفكَّر، أيُّ الفريقين أحسن حالاً وخير مآلاً، فيؤثر طريقها، ويسلك خلف فريقها، ولكن ما كلُّ أحدٍ يتذكَّر ما ينفعه ويضره. {إنَّما يتذكَّر أولو الألباب}؛ أي: أولو العقول الرزينة والآراء الكاملة، الذين هم لبُّ العالم وصفوةُ بني آدم. فإن سألتَ عن وصفِهم؛ فلا تجدُ أحسن من وصف الله لهم بقوله: {الذين يُوفونَ بعهدِ اللهِ}: الذي عَهِدَهُ إليهم والذي عاهدهم عليه من القيام بحقوقه كاملة موفرة؛ فالوفاء بها توفيتها حقَّها من التتميم لها والنصح فيها، ومن تمام الوفاء بها أنَّهم {لا ينقُضون الميثاقَ}؛ أي: العهد الذي عاهدوا الله عليه، فدخل في ذلك جميع المواثيق والعهود والأيمان والنُّذور التي يعقِدُها العباد، فلا يكون العبد من أولي الألباب الذين لهم الثواب العظيم إلا بأدائها كاملةً وعدم نقضها وبخسها.
19. Allah,
ilim ve amel sahibi kimseler ile onların zıddı olan kimseler arasındaki farkı belirterek şöyle buyurmaktadır: “Rabbinden sana indirilenin hak olduğunu bilen” bunu kavrayarak gereğince amel eden
“kimse” hakkı bilmeyen ve gereğince amel etmeyen “hiç kör kimse gibi olur mu?” Bunlar arasında, gök ve yer arası kadar büyük bir fark vardır. O halde kulun, iki kesimden hangisinin daha iyi, âkıbetinin daha hayırlı olduğu üzerinde iyice düşünmesi, ibretle tefekkür etmesi ve daha iyi gördüğü yolu tercih edip o kesimin arkasından gitmesi gerekir. Ancak herkes kendisine neyin faydalı, neyin zararlı olduğunu düşünemez.
“Ancak” âlemin özü, Âdem oğullarının seçkinleri olup sağlam akıl ve sağlıklı görüş sahibi olan “olgun akıl sahipleri düşünüp öğüt alır.” Eğer bu sağlam akıl sahiplerinin niteliklerinin ne olduğu sorulacak olursa bu konuda,
Yüce Allah’ın onları nitelemiş olduğu şu buyruklarından daha güzelini bulmak mümkün değildir:
20.
“Onlar ki Allah’a verdikleri sözü yerine getirirler” Allah’ın kendilerine emrettiği ve gereklerini eksiksiz ve mükemmel bir şekilde yerine getirmeleri hususunda kendileri ile ahitleştiği hususları eksiksiz yerine getirirler. Bunları yerine getirmek ise bu hakları tastamam icra etmek ve bu konuda ihlâs ve samimiyetle hareket etmek suretiyle onları dört dörtlük ifa etmek demektir. Bu ahitleri gereği gibi ifa etmenin tamamlayıcı bir unsuru olmak üzere de onlar
“antlaşmayı bozmazlar.” Yani Allah’a verdikleri söz ve ahitleri yerine getirirler ki bunun kapsamına kulların yaptıkları antlaşmalar, sözleşmeler, yemin ve ahitler de girmektedir. Buna göre kulun, pek büyük mükâfatlara nail olacakları belirtilen olgun akıl sahiplerinden olması, ancak bu sayılanları eksiksiz olarak yerine getirmesi, onları bozmaması, gereklerini yerine getirirken de hiçbir şeyi eksiltmemesi ile mümkündür.
#
{21} {والذين يصِلونَ ما أمرَ اللهُ به أن يوصَلَ}: وهذا عامٌّ في كلِّ ما أمر الله بوصله من الإيمان به وبرسوله ومحبَّته ومحبَّة رسوله والانقياد لعبادته وحده لا شريك له ولطاعة رسوله، ويصلون آباءهم وأمهاتهم ببرِّهم بالقول والفعل وعدم عقوقهم، ويصلون الأقارب والأرحام بالإحسان إليهم قولاً وفعلاً، ويصلون ما بينَهم وبين الأزواج والأصحاب والمماليك بأداء حقِّهم كاملاً موفَّراً من الحقوق الدينيَّة والدنيويَّة. والسبب الذي يجعل العبد واصلاً ما أمر الله به أن يوصَلَ خشيةُ الله وخوفُ يوم الحساب، ولهذا قال: {ويَخْشَوْنَ ربَّهم}؛ أي: يخافونه، فيمنعهم خوفُهم منه ومن القدوم عليه يوم الحساب أن يتجرَّؤوا على معاصي الله أو يقصروا في شيء ممَّا أمر الله به؛ خوفاً من العقاب ورجاءً للثواب.
21.
“Onlar Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeyleri birleştirirler.” Bu,
Yüce Allah’ın birleştirmeyi emrettiği bütün hususlar hakkında umumidir: Allah'a, Rasûlüne iman etmek, O’nu ve Rasûlünü sevmek, O’na hiçbir şeyi ortak koşmaksızın O’na ibadete bağlı kalmak, Rasûlüne itaatten ayrılmamak; babaların ve annelerin haklarını yerine getirip onlara söz ve davranışlarla iyi davranmak, onların haklarını ihlal edecek kötü davranışta bulunmamak; akraba ve yakınlara söz ve davranışlarla iyilikte bulunmak; eşleri, arkadaşları, köleleri/hizmetçileri vb. herkesin dini ve dünyevi haklarını eksiksiz ve tam olarak yerine getirmek suretiyle birleştirilmesi gerekenleri birleştirmiş olurlar. Kulun, Allah’ın emrettiğini birleştirmesini sağlayan sebep ise Allah’tan korkması ve hesap gününden çekinmesidir.
Bu sebeple de Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Rablerinden korkarlar ve kötü hesaptan endişe ederler.” Yani O’ndan korktukları için, hesap gününde de huzuruna varmaktan çekindikleri için Allah’a isyanı gerektirecek şeyleri işlemeye de Allah’ın vermiş olduğu emirlerde kusurlu hareket etmeye de cesaret edemezler. Çünkü Allah’ın cezasından korkar ve mükâfatını umarlar.
#
{22} {والذين صبروا}: على المأمورات بالامتثال، وعن المنهيَّات بالانكفاف عنها والبعد منها، وعلى أقدار الله المؤلمة بعدم تسخُّطها، ولكن بشرط أن يكون ذلك الصبر {ابتغاءَ وجهِ ربِّهم}: لا لغير ذلك من المقاصد والأغراض الفاسدة؛ فإنَّ هذا الصبر النافع، الذي يَحْبِسُ به العبد نفسه طلباً لمرضاة ربِّه ورجاءً للقرب منه والحظوة بثوابه، وهو الصبر الذي من خصائص أهل الإيمان، وأما الصبر المشترك الذي غايتُهُ التجلُّد ومنتهاه الفخر؛ فهذا يصدُرُ من البَرِّ والفاجر والمؤمن والكافر؛ فليس هو الممدوح على الحقيقة. {وأقاموا الصَّلاة}: بأركانها وشروطها ومكمِّلاتها ظاهراً وباطناً. {وأنفقوا مما رزقْناهم سرًّا وعلانية}: دخل في ذلك النفقات الواجبة كالزكوات والكفارات والنفقات المستحبَّة، وأنهم ينفقون حيث دعت الحاجةُ إلى النفقة سرًّا وعلانيةً. {ويدرؤونَ بالحسنةِ السيئةَ}؛ أي: مَن أساء إليهم بقول أو فعل؛ لم يقابلوه بفعله، بل قابلوه بالإحسان إليه، فيعطون من حَرَمَهم، ويعفون عمَّن ظَلَمهم، ويصِلون من قَطَعهم، ويحسِنون إلى مَن أساء إليهم، وإذا كانوا يقابلون المسيء بالإحسان؛ فما ظنُّك بغير المسيء. {أولئك}: الذين وُصِفَتْ صفاتهم الجليلة ومناقبهم الجميلة؛ {لهم عُقبى الدار}.
22.
“Onlar Rablerinin rızasını isteyerek” emrolundukları işleri ifa etmek, kendilerine yasak kılınan hususlardan uzak kalmak, acı ve ızdırap verici ilâhi takdire de rıza göstermek suretiyle
“sabrederler.” Ancak bu sabrın yalnızca Allah’ın rızasının istenerek yapılması şarttır. Bunun dışında herhangi bir maksat veya bozuk bir gaye ile olmamalıdır. Fayda verecek olan sabır işte budur. Kul, bu sabırda yalnızca Rabbinin rızasını ister, O’na yakınlaşmak ve O’nun mükâfatını elde etmek ümidi ile tahammül gösterir. İman ehlinin özellikleri arasında sayılan sabır, işte budur. Maksadı kahramanlık ve metanet göstermek, nihai derecesi de övünmek olan sabra gelince böyle bir sabır, iyi kimsede de günahkâr kimsede de mü’minde de kâfirde de görülebilir ve bu, gerçek anlamda övülecek bir sabır değildir.
“Namazı” rükünleri ile şartları ile zahiren ve batınen tamamlayıcı unsurları ile “dosdoğru kılarlar ve kendilerine verdiğimiz rızıktan gizli ve açık infâk ederler.” Bunun kapsamına da hem zekât, kefâret ve nafaka gibi farz infâklar hem de müstehab infâklar girmektedir. İşte bunlar, infâk ihtiyacı ortaya çıktıkça, gizli ve açık infâklarını yaparlar.
“Kötülüğü iyilikle savarlar.” Yani herhangi bir söz veya davranış ile kötülükte bulunan kimseye, yaptığının benzeri ile karşılık vermezler, aksine ona iyilik yaparak karşılık verirler. Kendilerini mahrum bırakana verirler, zulmedeni affederler. İlişkileri kopartanı gözetirler. Kötülük yapana iyilikte bulunurlar. Onlar kötülük yapana iyilik yaptıklarına göre ya kötülük yapmayana nasıl davranırlar, var sen hesap et!
“İşte ahiret yurdunun güzel sonu bunlarındır” üstün niteliklerini ve güzel hasletlerini belirttiğimiz bu kimselerindir.
Yüce Allah bu güzel sonu da şu buyruğu ile açıklamaktadır:
#
{23 ـ 24} فسَّرها بقوله: {جناتُ عدنٍ}؛ أي: إقامةٍ لا يزولون عنها ولا يبغون عنها حِوَلاً؛ لأنَّهم لا يرون فوقها غايةً؛ لما اشتملت عليه من النعيم والسرور، الذي تنتهي إليه المطالب والغايات، ومن تمام نعيمهم وقرَّة أعينهم أنَّهم {يدخُلونها وَمَن صَلَحَ من آبائهم وأزواجهم وذرِّيَّاتهم}: من الذكور والإناث وأزواجهم؛ أي: الزوج أو الزوجة، وكذلك النظراء والأشباه والأصحاب والأحباب؛ فإنَّهم من أزواجهم وذُرِّيَّاتهم. {والملائكةُ يدخُلون عليهم من كلِّ بابٍ}: يهنونهم بالسلامة وكرامة الله لهم، ويقولون: {سلامٌ عليكم}؛ أي: حلَّت عليكم السلامة والتحيَّة من الله وحَصَلَت لكم، وذلك متضمِّنٌ لزوال كلِّ مكروه ومستلزمٌ لحصول كل محبوب {بما صبرتُم}؛ أي: صبركم هو الذي أوصلكم إلى هذه المنازل العالية والجنان الغالية. {فنعم عُقبى الدار}: فحقيقٌ بمن نصح نفسه، وكان لها عنده قيمة أن يجاهِدَها لعلَّها تأخُذُ من أوصاف أولي الألباب بنصيب، ولعلها تحظى بهذه الدار التي هي مُنْيَةُ النفوسِ وسرورُ الأرواحِ الجامعة لجميع اللَّذَّات والأفراح؛ فلمِثْلها فليعمل العاملون، وفيها فليتنافس المتنافسون.
23.
“(Bu güzel son) Adn” yani devamlı kalacakları, ayrılmayacakları, başka bir yere nakledilmeyi istemeyecekleri
“cennetleridir” Çünkü ondan daha üstün bir mükâfat olmadığını bileceklerdir. Zira bu cennetlerde pek çok nimetler, bütün istek ve arzuların nihai derecesini teşkil edecek her tür sevinç onların olacaktır. Onların nimetlerini ve göz aydınlıklarını tamamlayıcı bir unsur olmak üzere de
“onlar, oraya ana-babalarından, eşlerinden ve zürriyetlerinden” erkek veya kadın fark etmez
“salih olanlarla birlikte gireceklerdir.” Aynı şekilde kendileri ile benzer durumda olan kimseler, arkadaşları ve sevdikleri de onlarla birlikte olacaktır. Çünkü bunlar da onların eşleri ve zürriyetleri kabilindendir.
“Melekler de her kapıdan onların yanına girip…” esenliğe kavuştukları için,
Yüce Allah’ın bu lütuf ve ikramları dolayısı ile onları tebrik ederek şöyle derler:
24.
“Sabretmenize karşılık” sabretmeniz sebebi ile
“selâm olsun sizlere!” Yani size Allah’tan selâm ve esenlik dilekleri vardır ve siz buna kavuşmuş bulunuyorsunuz. Bu ise hoşlanılmayan her bir şeyin ortadan kaldırılmasını ihtiva eden, arzu edilen her bir şeyin de gerçekleştirilmesini gerektiren bir ifadedir. İşte sizleri bu üstün mevkilere ve bu değerli cennetlere ulaştıran bu sabırdır.
“Dünya yurdunun ne güzel sonudur (bu cennet)!” Öyleyse gerçek anlamda kendisinin iyiliğini isteyen, kendisine değer veren kimsenin, bu akıl sahiplerinin niteliklerinden bir pay almak için nefsi ile gereken mücahedeyi yapması gerekmektedir. Olur ki böylelikle nefsi, bütün nefislerin temennisi ve her türlü lezzet ve sevinçleri kapsayan, ruhların sürurunu gerektiren o yurda kavuşabilir. İşte amelde bulunacaklar böylesi için amel etsinler. Hayırlı amellerde birbirleri ile yarışacaklar bunun için yarışmalıdırlar.
{وَالَّذِينَ يَنْقُضُونَ عَهْدَ اللَّهِ مِنْ بَعْدِ مِيثَاقِهِ وَيَقْطَعُونَ مَا أَمَرَ اللَّهُ بِهِ أَنْ يُوصَلَ وَيُفْسِدُونَ فِي الْأَرْضِ أُولَئِكَ لَهُمُ اللَّعْنَةُ وَلَهُمْ سُوءُ الدَّارِ (25)}.
25- Allah’a verdikleri sözü
(yeminleriyle) pekiştirdikten sonra bozanlar, Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeyleri koparanlar ve yeryüzünde fesat çıkaranlara gelince işte onlar için lanet vardır ve yurdun kötüsü de onlarındır.
#
{25} لما ذكر حال أهل الجنة؛ ذكر أنَّ أهل النار بعكس ما وصفهم به، فقال عنهم: {والذين ينقُضون عهد الله من بعد ميثاقِهِ}؛ أي: من بعدما أكَّده عليهم على أيدي رسله وغلَّظ عليهم، فلم يقابلوه بالانقياد والتسليم، بل قابلوه بالإعراض والنقض. {ويقطَعون ما أمر الله به أن يوصَلَ}: فلم يَصِلوا ما بينهم وبين ربِّهم بالإيمان والعمل الصالح، ولا وصلوا الأرحام، ولا أدَّوا الحقوق، بل أفسدوا في الأرض بالكفر والمعاصي والصدِّ عن سبيل الله وابتغائها عوجاً. {أولئك لهم اللعنةُ}؛ أي: البعد والذمُّ من الله وملائكته وعباده المؤمنين. {ولهم سوء الدار}: وهي الجحيم بما فيها من العذاب الأليم.
25. Allah,
cennetliklerin durumunu söz konusu ettikten sonra cehennemliklerin durumunun da onların niteliklerinin aksi olduğunu söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Allah’a verdikleri sözü (yeminleriyle) pekiştirdikten sonra bozanlar” Yani Yüce Allah, onların bu sözlerini peygamberler aracılığı ile pekiştirdikten, yeminlerle sağlamlaştırdıktan sonra bu sözlere bağlı kalmak ve teslimiyet göstermekle karşılık vermeyip aksine yüz çevirmekle ve ahdi bozmakla karşılık verenler;
“Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeyleri koparanlar” böylelikle kendileri ile Rableri arasında iman ve salih amel ile korunması gereken bağı kurmayanlar, akrabalık bağını gözetmeyenler, üzerlerindeki hakları eda etmeyenler aksine küfür ve masiyetler işleyerek, Allah yolundan alıkoyarak, bu yolu eğriltmeye çalışarak
“yeryüzünde fesat çıkaranlara gelince işte onlar için lanet” yani Allah’tan, meleklerinden ve mü’min kullar tarafından ilahi rahmetten uzak kalmalarının dilenmesi ve kınanma
“vardır ve yurdun kötüsü” yani ihtiva ettiği can yakıcı bütün azaplarla birlikte cehennem
“de onlarındır.”
{اللَّهُ يَبْسُطُ الرِّزْقَ لِمَنْ يَشَاءُ وَيَقْدِرُ وَفَرِحُوا بِالْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَمَا الْحَيَاةُ الدُّنْيَا فِي الْآخِرَةِ إِلَّا مَتَاعٌ (26)}.
26- Allah rızkı dilediğine genişletir ve daraltır. Onlar ise dünya hayatı dolayısı ile şımardılar. Halbuki dünya hayatı âhirete nispetle sadece bir geçimliktir.
#
{26} أي: هو وحده يوسِّع الرزق ويبسُطُه على من يشاء ويَقْدِره ويضيِّقه على مَن يشاء. {وفرحوا}؛ أي: الكفار {بالحياة الدنيا}: فرحاً أوجب لهم أن يطمئنُّوا بها ويغفلوا عن الآخرة، وذلك لنقصان عقولهم. {وما الحياة الدُّنيا في الآخرة إلاَّ متاعٌ}؛ أي: شيء حقيرٌ يُتَمَتَّع به قليلاً ويفارق أهله وأصحابه ويُعْقِبُهم وَيلاً طويلاً.
26. Yani dilediği kimseye rızkı genişletip bollaştıran ve dilediği kimsenin de rızkını daraltıp kısan yalnızca O’dur.
“Onlar” kâfirler “ise dünya hayatı dolayısı ile şımardılar.” Onların bu şımarıklıkları da dünya hayatına gönül huzur ile meyledip âhiretten gafil kalmalarına sebep oldu. Bu ise onların akıllarının eksikliğindendir. Çünkü
“dünya hayatı âhirete nispetle sadece bir geçimliktir.” Kısa bir süre kendisinden yararlanılan daha sonra ise sahiplerinden ve arkadaşlarından uzak düşen, arkasından da oldukça uzun sürecek bir bedbahtlık getirecek olan önemsiz ve değersiz bir şeydir.
{وَيَقُولُ الَّذِينَ كَفَرُوا لَوْلَا أُنْزِلَ عَلَيْهِ آيَةٌ مِنْ رَبِّهِ قُلْ إِنَّ اللَّهَ يُضِلُّ مَنْ يَشَاءُ وَيَهْدِي إِلَيْهِ مَنْ أَنَابَ (27) الَّذِينَ آمَنُوا وَتَطْمَئِنُّ قُلُوبُهُمْ بِذِكْرِ اللَّهِ أَلَا بِذِكْرِ اللَّهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ (28) الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ طُوبَى لَهُمْ وَحُسْنُ مَآبٍ (29)}.
27-
Kâfir olanlar: “Ona Rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi?” derler.
De ki: “Şüphesiz Allah dilediğini saptırır ve kendisine yönelenleri de doğru yola iletir.”
28-
(Kendisine yönelen) bu kimseler, iman eden ve gönülleri Allah’ın zikri ile huzura kavuşanlardır. Haberiniz olsun ki kalpler, ancak Allah’ın zikriyle huzur bulur.
29- İman edip salih amel işleyenlere ne mutlu! Güzel bir dönüş yeri de onlarındır.
#
{27} يخبر تعالى أنَّ الذين كفروا بآيات الله يتعنَّتون على رسول الله ويقترحون ويقولون: {لولا أنزِلَ عليه آيةٌ من ربِّه}: وبزعمهم أنها لو جاءت لآمنوا، فأجابهم الله بقوله: {قل إنَّ الله يُضِلُّ مَن يشاء ويهدي إليه من أنابَ}؛ أي: طلب رضوانه، فليست الهداية والضلال بأيديهم حتى يجعلوا ذلك متوقِّفاً على الآيات، ومع ذلك؛ فهم كاذبون فـ {لو أننا نزَّلنا إليهم الملائكة وكلَّمهم الموتى وحَشَرْنا عليهم كلَّ شيءٍ قُبُلاً ما كانوا لِيُؤمنوا إلاَّ أنْ يشاء الله ولكنَّ أكثرهم يجهلونَ}.
ولا يلزمُ أن يأتي الرسولُ بالآية التي يعيِّنونها ويقترحونها، بل إذا جاءهم بآيةٍ تبيِّنُ ما جاء به من الحقِّ؛ كفى ذلك وحصل المقصودُ وكان أنفع لهم من طلبهم الآيات التي يعيِّنونها؛ فإنَّها لو جاءتهم طِبْقَ ما اقترحوا، فلم يؤمنوا بها؛ لعاجلهم العذاب.
27. Yüce Allah, Allah’ın âyetlerini inkâr edenlerin,
Allah Rasûlüne karşı inatlaşarak birtakım mucize taleplerinde bulunup şöyle dediklerini haber vermektedir: “Ona Rabbinden bir mucize indirilmeli değil miydi?” Onlar böyle bir mucize görecek olursa iman edeceklerini iddia ediyorlardı.
Yüce Allah da onlara şöylece cevap vermektedir: “De ki: Şüphesiz Allah dilediğini saptırır ve kendisine yönelenleri” O’nun rızasını isteyenleri
“de doğru yola iletir.” Hidâyet bulmak ve sapıklık, kulların ellerinde değildir, o halde nasıl onlar bunu, gösterilmesini istedikleri mucizelere bağlı kabul ediyorlar? Bununla birlikte onlar, bu iddialarında da yalancıdırlar. Zira
“Eğer biz (istedikleri gibi) onlara melekleri indirseydik, ölüler de onlarla konuşsaydı ve her şeyi karşılarına toplasaydık onlar yine de -Allah dilemedikçe- iman etmezlerdi. Fakat onların çoğu bilmezler.” (el-Enâm, 6/111)
Diğer taraftan Allah Rasûlünün de onların teklif ettikleri mucizeleri getirme yükümlülüğü yoktur. Aksine onlara herhangi bir mucize getirip de getirdiği dinin hak olduğu açıkça ortaya çıkacak olursa bu kadarı yeterlidir ve bununla maksat hasıl olur. Üstelik bu, onların tayin ederek mucize istemelerinden onlar için daha faydalıdır. Çünkü teklif ettikleri şekilde mucize gelecek olur da ona inanmazlarsa bu sefer azap derhal gelip onları bulur.
#
{28} ثم ذكر تعالى علامة المؤمنين، فقال: {الذين آمنوا وتطمئنُّ قلوبُهم بذكر الله}؛ أي: يزول قلقها واضطرابها، وتحضُرُها أفراحها ولذَّاتها. {ألا بذكرِ الله تطمئنُّ القلوب}؛ أي: حقيق بها وحريٌّ أن لا تطمئنَّ لشيءٍ سوى ذكره؛ فإنَّه لا شيء ألذُّ للقلوب ولا أشهى ولا أحلى من محبة خالقها والأنس به ومعرفته، وعلى قَدْرِ معرفتها بالله ومحبَّتها له يكون ذِكْرُها له، هذا على القول بأنَّ ذكرَ الله ذِكْرُ العبد لربِّه من تسبيح وتهليل وتكبير وغير ذلك، وقيل: إن المراد بذِكْر الله كتابُه الذي أنزله ذكرى للمؤمنين؛ فعلى هذا معنى طمأنينة القلب بذكر الله أنها حين تَعْرِفُ معاني القرآن وأحكامه تطمئنُّ لها؛ فإنَّها تدل على الحقِّ المبين المؤيَّد بالأدلة والبراهين، وبذلك تطمئنُّ القلوب؛ فإنَّها لا تطمئنُّ إلا باليقين والعلم، وذلك في كتاب الله مضمونٌ على أتمِّ الوجوه وأكملها، وأما ما سواه من الكتب التي لا ترجِعُ إليه؛ فلا تطمئنُّ بها، بل لا تزال قلقةً من تعارض الأدلَّة وتضادِّ الأحكام، {ولو كان من عندِ غيرِ الله لَوَجَدوا فيه اختلافاً كثيراً}، وهذا إنما يعرفه من خَبَرَ كتابَ الله، وتدبَّره، وتدبَّر غيره من أنواع العلوم؛ فإنَّه يجد بينها وبينه فرقاً عظيماً.
28. Daha sonra Yüce Allah,
iman edenlerin alametini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “(Kendisine yönelen) bu kimseler, iman eden ve gönülleri Allah’ın zikri ile huzura kavuşanlardır.” Kalplerinden huzursuzluğun, rahatsızlığın ve ızdırabın kaybolduğu, onların yerini sevinç ve neşenin aldığı kimselerdir.
“Haberiniz olsun ki kalpler, ancak Allah’ın zikri ile huzur bulur.” Allah’ı anmanın dışında herhangi bir şey ile huzur bulmaması da hakkıdır, öyle olmalıdır. Çünkü kalpler için yaratıcılarını sevmekten, O’nunla huzur bulmaktan, O’nu bilmekten daha daha tatlı bir şey yoktur. Kalpler, Allah’ı tanımaları ve O’nu sevmeleri oranında Allah’ı anarlar. Bu açıklama,
“Allah’ın zikri”nin, kulun Rabbini tesbih, tehlil, tekbir ve buna benzer şekillerde anmak olduğu görüşüne göredir.
“Allah’ın zikri”, O’nun mü’minlere bir hatırlatma ve öğüt olmak üzere indirmiş olduğu Kitabıdır, diye de açıklanmıştır.
Buna göre ise kalplerin Allah’ın zikri ile huzura kavuşması şu anlama gelir: Kalpler, Kur’an-ı Kerim’in anlamlarını ve hükümlerini bildiği zaman bunlarda huzur bulur. Çünkü bu hüküm ve anlamlar, delil ve belgelerle desteklenmiş apaçık hakkı gösterir. Böylelikle kalpler de huzur bulur. Çünkü kalpler, ancak yakîn ve ilim ile huzur bulur. Bu ise Allah’ın Kitabında en mükemmel şekli ile ve en üstün hali ile bulunmaktadır. Bu kitabı esas almayan diğer kitaplara gelince kalpler, onlarla huzur bulmaz.
Aksine delillerin çatışması ve hükümlerin çelişmesinden ötürü sürekli huzursuzluk içerisinde bulunurlar: “Eğer o, Allah’tan başkasından gelseydi elbette içinde birbirini tutmayan birçok şeyler bulurlardı.” (en-Nisâ, 4/82) Bu gerçeği hem Allah’ın Kitabını inceleyip onun üzerinde düşünen, hem de onun dışındaki diğer çeşitli ilimler üzerinde düşünen kimseler anlar. İşte kul bu şekilde düşündü mü Allah’ın Kitabı ve bu kitabı esas alanlar ile diğer kitaplar arasında çok büyük bir fark görecektir.
#
{29} ثم قال تعالى: {الذين آمنوا وعملوا الصالحات}؛ أي: آمنوا بقلوبهم بالله وملائكته وكتبه ورسله واليوم الآخر، وصدَّقوا هذا الإيمان بالأعمال الصالحة؛ أعمال القلوب كمحبة الله وخشيته ورجائه، وأعمال الجوارح كالصلاة ونحوها. {طوبى لهم وحسنُ مآب}؛ أي: لهم حالةٌ طيبةٌ ومرجع حسنٌ، وذلك بما ينالون من رضوان الله وكرامته في الدنيا والآخرة، وإنَّ لهم كمال الراحة وتمام الطمأنينة، ومن جملة ذلك شجرةُ طوبى التي في الجنة، التي يسير الراكب في ظلِّها مائة عام ما يقطعُها؛ كما وردت بها الأحاديث الصحيحة.
29.
Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “İman edip salih amel işleyenlere” Yani kalpleri ile Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe iman edip bu imanı salih amellerle; yani hem de Allah’ı sevmek, Allah’tan korkmak, O’nun mükâfatını ve O’na kavuşmayı ummak gibi kalbi amellerle hem de namaz gibi azaların amelleri ile tasdik edenlere
“ne mutlu! Güzel bir dönüş yeri de onlarındır.” Onlar için hem güzel bir hal, hem de güzel bir dönüş söz konusudur. Bu ise onların, dünya ve âhirette Allah’ın rızasına ve lütuflarına nail olmaları, mükemmel derecedeki rahat ve huzura kavuşmaları ile olur. Cennette bulunan ve -sahih hadislerde varid olduğu üzere- binekli kimsenin gölgesinde yüz yıl yürüdüğü halde katedemeyeceği Tûbâ ağacı
[36] da bu nimetler arasındadır.
{كَذَلِكَ أَرْسَلْنَاكَ فِي أُمَّةٍ قَدْ خَلَتْ مِنْ قَبْلِهَا أُمَمٌ لِتَتْلُوَ عَلَيْهِمُ الَّذِي أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ وَهُمْ يَكْفُرُونَ بِالرَّحْمَنِ قُلْ هُوَ رَبِّي لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَإِلَيْهِ مَتَابِ (30)}.
30- İşte seni de kendilerinden önce nice ümmetler gelip geçmiş olan bir ümmete, sana vahyettiğimizi kendilerine okuman için gönderdik. Ne var ki onlar Rahmân’ı inkar etmektedirler.
De ki: “O (Rahman), benim Rabbimdir. O’ndan başka hiçbir (hak) ilah yoktur. Ben, yalnız O’na güvenip dayandım, dönüşüm de yalnız O’nadır.”
#
{30} يقول تعالى لنبيِّه محمد - صلى الله عليه وسلم -: {كذلك أرسلناك}: إلى قومك تدعوهم إلى الهدى، {قد خَلَتْ من قبلها أممٌ}: أرسلنا فيهم رسلنا، فلستَ ببدع من الرسل حتى يستنكروا رسالتك، ولستَ تقول من تلقاءِ نفسك، بل تتلو عليهم آياتِ الله، التي أوْحاها الله إليك، التي تطهِّر القلوب وتزكِّي النفوس، والحال أنَّ قومك يكفرون بالرحمن، فلم يقابلوا رحمته وإحسانه ـ التي أعظمها أنْ أرسلناك إليهم رسولاً وأنزلنا عليك كتاباً ـ بالقبول والشكر، بل قابلوها بالإنكار والردِّ؛ أفلا يعتبرون بمَنْ خلا من قبلهم من القرون المكذِّبة كيف أخذهم الله بذنوبهم؟ {قل هو ربِّي لا إله إلاَّ هو}: وهذا متضمِّن [للتوحيدين]: توحيد الألوهيَّة وتوحيد الربوبيَّة؛ فهو ربي الذي رَبَّاني بنعمِهِ منذ أوجدني، وهو إلهي الذي {عليه توكلتُ} في جميع أموري وإليه أنيب ؛ أي: أرجع في جميع عباداتي وفي حاجاتي.
30.
Allah Peygamberi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e hitaben şöyle buyurmaktadır: “İşte seni de” kavmini hidâyete davet etmek üzere
“kendilerinden önce” peyamberlerimizi onlara göndermiş olduğumuz
“nice ümmetler gelip geçmiş olan bir ümmete, sana vahyettiğimizi kendilerine okuman için gönderdik.” Bu yüzden sen, daha önce benzeri görülmedik bir peygamber değilsin ki kavmin peygamberliğini red ve inkâr etsinler. Hem sen, kendiliğinden de bir şey söylemiyorsun. Aksine Allah’ın sana vahyetmiş olduğu, kalpleri temizleyen ve nefisleri arındıran Allah’ın âyetlerini okumaktasın. Senin kavmin ise
“Rahmân’ı inkar etmektedirler.” Onun rahmet ve ihsanına -ki bunun en büyüğü bizim seni onlara peygamber olarak gönderip sana kitap indirişimizdir- kabul ve şükür ile karşılayacakları yerde ona nankörlük ile karşılık verdiler. Kendilerinden önce geçip de peygamberlerini yalanlamış olan kavimleri, günahları sebebi ile Allah’ın nasıl yakalamış olduğundan da mı ibret almıyorlar?
“De ki: O (Rahman), benim Rabbimdir. O’ndan başka hiçbir (hak) ilah yoktur.” Bu buyruk,
hem ulûhiyetin tevhidini hem de rububiyetin tevhidini içermektedir: O, beni var ettiği günden beri nimetleri ile beni terbiye edip yetiştiren Rabbim’dir. Hem de bütün işlerimde
“yalnız O’na güvenip” dayandığım ilahımdır ve
“dönüşüm de yalnız O’nadır.” Bütün ibadetlerimi O’na yaparım, bütün ihtiyaçlarımı O’na arzederim.
{وَلَوْ أَنَّ قُرْآنًا سُيِّرَتْ بِهِ الْجِبَالُ أَوْ قُطِّعَتْ بِهِ الْأَرْضُ أَوْ كُلِّمَ بِهِ الْمَوْتَى بَلْ لِلَّهِ الْأَمْرُ جَمِيعًا أَفَلَمْ يَيْأَسِ الَّذِينَ آمَنُوا أَنْ لَوْ يَشَاءُ اللَّهُ لَهَدَى النَّاسَ جَمِيعًا وَلَا يَزَالُ الَّذِينَ كَفَرُوا تُصِيبُهُمْ بِمَا صَنَعُوا قَارِعَةٌ أَوْ تَحُلُّ قَرِيبًا مِنْ دَارِهِمْ حَتَّى يَأْتِيَ وَعْدُ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ لَا يُخْلِفُ الْمِيعَادَ (31)}.
31- Eğer kendisi ile dağların yürütüldüğü veya yerin parça parça edildiği yahut ölülerin konuşturulduğu bir Kur’an olsaydı
(o, bu olurdu). Fakat bütün emir
(ve idare) yalnız Allah’ındır. İman edenler hâlâ şu gerçeği anlamadılar mı ki Allah dileseydi elbette insanların tümünü hidâyete erdirirdi! Allah’ın vaadi gelinceye kadar kâfirlerin başına işledikleri yüzünden sürekli ani bir musibet gelip çatacak yahut da yurtlarının yakınına çökecektir. Şüphesiz Allah vaadinden dönmez.
#
{31} يقول تعالى مبيِّناً فضل القرآن الكريم على سائر الكتب المنزَّلة: {ولو أنَّ قرآناً}: من الكتب الإلهيَّة، {سُيِّرتْ به الجبال}: عن أماكنها، و {قُطِّعت به الأرضُ}: جناناً وأنهاراً، و {كُلِّم به الموتى}: لكان هذا القرآن. {بل لله الأمرُ جميعاً}: فيأتي بالآيات التي تقتضيها حكمته؛ فما بال المكذبين يقترحون من الآيات ما يقترحون؟! فهل لهم ولغيرهم من الأمر شيء؟! {أفلم ييأسِ الذين آمنوا أن لو يشاءُ الله لهدى الناسَ جميعاً}: فليعلموا أنَّه قادرٌ على هدايتهم جميعاً، ولكنه لا يشاء ذلك، بل يهدي مَنْ يشاء ويُضِلُّ من يشاء. {ولا يزالُ الذين كفروا}: على كفرهم لا يعتبرون ولا يتَّعظون، والله تعالى يوالي عليهم القوارعَ التي تصيبُهم في ديارهم أو تَحُلُّ قريباً منها وهم مصرُّون على كفرهم. {حتى يأتي وعدُ الله}: الذي وَعَدَهم به لنزول العذاب المتَّصل الذي لا يمكن رفعُه. {إنَّ الله لا يخلِفُ الميعاد}: وهذا تهديدٌ لهم وتخويفٌ من نزول ما وعدهم الله به على كفرهم وعنادهم وظلمهم.
31. Yüce Allah, Kur’an-
ı Kerim’in indirilmiş diğer kitaplara üstünlüğünü beyan etmek üzere şöyle buyurmaktadır: “Eğer kendisi ile dağların” yerlerinden kopartılıp
“yürütüldüğü veya yerin” bahçelerle ve ırmaklarla
“parça parça edildiği yahut ölülerin konuşturulduğu” ilâhi kitaplar arasından
“bir Kur’an olsaydı” elbetteki o, bu Kur’an olurdu.
“Fakat bütün emir (ve idare) yalnız Allah’ındır.” O nedenle hikmetinin gerektirdiği mucizeleri O gönderir. O halde yalanlayıcılara ne oluyor ki onlar bu gibi mucizelerin indirilmesini kendileri talep ediyorlar? Onların da başkalarının da emir ve idareden herhangi bir payları var mıdır?
“İman edenler hâlâ şu gerçeği anlamadılar mı ki Allah dileseydi elbette insanların tümünü hidâyete erdirirdi!” Bilsinler ki O, onların tümünü hidâyete erdirmeye kadirdir. Ancak böyle bir şeyi dilememektedir. Aksine O, dilediğini hidâyete erdirir, dilediğini de sapıklıkta bırakır.
“Allah’ın” kendilerine kaldırılmasına imkân bulunmayan kesintisiz azabın ineceğine dair “vaadi gelinceye kadar kâfirlerin başına işledikleri yüzünden sürekli ani bir musibet gelip çatacak yahut da yurtlarının yakınına çökecektir.” Buna kadar da kâfirler böylece küfürleri üzerine kalacaklar, bir türlü ibret ve öğüt almayacaklardır. Allah, onlara ardı arkasına yurtlarında olsun, yurtlarına yakın bir yerde olsun türlü musibetleri başlarına getirmekle birlikte yine de Allah’ın azabı kendilerine gelinceye kadar küfürleri üzerinde ısrar edeceklerdir.
“Şüphesiz Allah vaadinden dönmez.” Bu, Allah’ın küfür, inat ve zulümlerine karşılık onları tehdit etmiş olduğu azabın ineceğine dair bir korkutma ve tehdit mahiyetindedir.
{وَلَقَدِ اسْتُهْزِئَ بِرُسُلٍ مِنْ قَبْلِكَ فَأَمْلَيْتُ لِلَّذِينَ كَفَرُوا ثُمَّ أَخَذْتُهُمْ فَكَيْفَ كَانَ عِقَابِ (32)}.
32- Andolsun senden önceki peygamberlerle de alay edilmişti. Ben de o kâfirlere mühlet verdim, sonra da onları yakalayıverdim. Benim cezalandırmam nasılmış?
#
{32} يقول تعالى لرسوله مثبِّتاً له ومسلياً: {ولقد استُهْزِئ برسل من قبلِكَ}: فلستَ أوَّلَ رسول كُذِّب وأوذِيَ. {فأمليتُ للذين كفروا}: برسلهم؛ أي: أمهلتهم مدة حتى ظنُّوا أنَّهم غيرُ معذَّبين، {ثم أخذتُهم}: بأنواع العذاب. {فكيف كان عقابِ}: كان عقاباً شديداً وعذاباً أليماً؛ فلا يغترَّ هؤلاء الذين كذَّبوك واستهزؤوا بك بإمهالنا؛ فلهم أسوةٌ فيمن قبلهم من الأمم، فليحذَروا أن يُفْعَلَ بهم كما فُعِلَ بأولئك.
32. Allah,
Rasûlüne sebat vermek ve onu teselli etmek amacıyla şöyle buyurmaktadır: “Andolsun senden önceki peygamberlerle de alay edilmişti.” Yalanlanan ve kendisine eziyet edilen ilk peygamber sen değilsin.
“Ben de o kâfirlere” peygamberlerini inkâr edenlere
“mühlet verdim.” Onlara bir süre tanıdım. Öyle ki azaba uğratılmayacaklarını sandılar.
“Sonra da onları” çeşitli azaplar ile
“yakalayıverdim. Benim cezalandırmam nasılmış?” Elbette ki oldukça şiddetli bir ceza ve can yakıcı bir azap idi. Bu yüzden seni yalanlayan ve seninle alay eden bu kimseler, bizim kendilerine mühlet verişimize sakın aldanmasınlar. Çünkü önceki ümmetler arasında da benzeri durumda olanlar vardı. O halde bunlar da kendilerine geçmişlerine yapıldığı gibi yapılmasından sakınmalıdırlar.
{أَفَمَنْ هُوَ قَائِمٌ عَلَى كُلِّ نَفْسٍ بِمَا كَسَبَتْ وَجَعَلُوا لِلَّهِ شُرَكَاءَ قُلْ سَمُّوهُمْ أَمْ تُنَبِّئُونَهُ بِمَا لَا يَعْلَمُ فِي الْأَرْضِ أَمْ بِظَاهِرٍ مِنَ الْقَوْلِ بَلْ زُيِّنَ لِلَّذِينَ كَفَرُوا مَكْرُهُمْ وَصُدُّوا عَنِ السَّبِيلِ وَمَنْ يُضْلِلِ اللَّهُ فَمَا لَهُ مِنْ هَادٍ (33) لَهُمْ عَذَابٌ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَلَعَذَابُ الْآخِرَةِ أَشَقُّ وَمَا لَهُمْ مِنَ اللَّهِ مِنْ وَاقٍ (34)}.
33- Her bir nefsin işlediklerini görüp gözetleyen
(Allah, hiç böyle olmayanla bir) midir?! Buna rağmen onlar, Allah’a ortaklar koştular.
De ki: “Onların adlarını söyleyin bakalım (kimmiş onlar?) Siz O’na yeryüzünde bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz yoksa üstünkörü bir söz mü söylüyorsunuz?” Hayır, bilakis o kâfirlere kendi tuzakları süslü gösterildi ve onlar doğru yoldan alıkondular. Allah kimi saptırırsa artık ona hidâyet verecek hiç kimse yoktur.
34- Onlar için dünya hayatında bir azap vardır. Âhiret azabı ise elbette daha zorludur. Onları Allah’a karşı koruyacak kimseleri de yoktur.
#
{33} يقول تعالى: {أفمن هو قائمٌ على كلِّ نفس بما كسبتْ}: بالجزاء العاجل والآجل، بالعدل والقسط، وهو الله تبارك وتعالى؛ كمن ليس كذلك. ولهذا قال: {وجعلوا للهِ شركاءَ}: وهو اللهُ الأحدُ الفردُ الصمدُ الذي لا شريك له ولا ندَّ ولا نظير. {قل}: لهم إن كانوا صادقين: {سموهم}: لِتَعْلَمَ حالَهم. {أم تنبِّئونَه بما لا يعلم في الأرض}: فإنَّه إذا كان عالم الغيب والشهادة، وهو لا يعلم له شريكاً؛ عُلِمَ بذلك بطلان دعوى الشريك له، وأنَّكم بمنزلة الذي يُعْلِمُ الله أنَّ له شريكاً وهو لا يعلمه، وهذا أبطل ما يكون! ولهذا قال: {أم بظاهرٍ من القول}؛ أي: غاية ما يمكن من دعوى الشريك له تعالى أنه بظاهر أقوالكم، وأما في الحقيقة؛ فلا إله إلا الله، وليس أحدٌ من الخلق يستحقُّ شيئاً من العبادة. ولكن {زُيِّنَ للذين كفروا مكرُهم}: الذي مكروه، وهو كفرهم وشركهم وتكذيبهم لآيات الله. {وصدُّوا عن السبيل}؛ أي: عن الطريق المستقيمة الموصلة إلى الله وإلى دار كرامته. {ومن يُضْلِل الله فما له من هادٍ}: لأنه ليس لأحدٍ من الأمر شيءٌ.
33.
“Her bir nefsin işlediklerini görüp gözetleyen” ve böylelikle gerek dünyada hemen, gerekse âhirette karşılığını tam bir adaletle verecek olan şanı Yüce Allah, hiç böyle olmayan gibi midir?
“Buna rağmen onlar Allah’a ortaklar koştular.” Halbuki Allah tektir, hiçbir ortağı, dengi ve benzeri bulunmayan Sameddir. Sen onlara eğer iddialarında doğru iseler
“de ki: Onların adlarını söyleyin” de onların durumlarının ne olduğunu bilelim.
“Siz O’na yeryüzünde bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz” O, gizli ve açık her şeyi bildiğine bununla beraber ortağının bulunmadığını söylediğine göre O’nun ortağı olduğu iddiasının batıl olduğu ve sizin de Allah’a ortağı olmadığı halde olduğunu haber vermeye kalkışan küstah kimseler durumunda olduğunuz ortaya çıkmaktadır. Bu ise ileri sürülebilecek en çürük iddiadır.
Bu yüzden: “Yoksa üstünkörü bir söz mü söylüyorsunuz?” Yani Yüce Allah’ın bir ortağı bulunduğu şeklindeki iddianızın varabileceği en nihai nokta, bunun üstünkörü söylenmiş, aslı astarı olmayan bir söz olmasıdır. Gerçekte ise Allah’tan başka hiçbir hak ilah yoktur. Yaratılmışlar arasında ibadetin en ufak bir bölümünü dahi hak eden hiçbir varlık yoktur.
“Hayır, bilakis o kâfirlere” uydurup düzdükleri
“kendi tuzakları süslü gösterildi” Bu ise onların küfürleri, şirkleri ve Allah’ın âyetlerini yalanlamalarıdır.
“Ve onlar doğru yoldan” Yüce Allah’a, O’nun lütuf ve ihsan yurduna ulaştıran dosdoğru yoldan
“alıkondular. Allah kimi saptırırsa artık ona hidâyet verecek hiç kimse yoktur.” Çünkü O’nun dışında hiçbir kimsenin bu konuda en ufak bir hakkı ve yetkisi yoktur.
#
{34} {لهم عذابٌ في الحياة الدنيا ولعذابُ الآخرة أشقُّ}: من عذاب الدُّنيا؛ لشدَّته ودوامه. {وما لهم من الله من واقٍ}: يقيهم من عذابِ [اللهِ]؛ فعذابُهُ إذا وجَّهه إليهم لا مانع منه.
34.
“Onlar için dünya hayatında bir azap vardır. Âhiret azabı ise” ağırlığı ve sürekliliği dolayısı ile dünya azabından
“elbette daha zorludur. Onları Allah’a karşı koruyacak” Allah’ın azabına karşı himaye edecek
“kimseleri de yoktur.” Çünkü O’nun azabı gönderilecek olursa, O’na karşı hiçbir kimse ve hiçbir güç koruyamaz.
{مَثَلُ الْجَنَّةِ الَّتِي وُعِدَ الْمُتَّقُونَ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ أُكُلُهَا دَائِمٌ وَظِلُّهَا تِلْكَ عُقْبَى الَّذِينَ اتَّقَوْا وَعُقْبَى الْكَافِرِينَ النَّارُ (35)}
35-
Takva sahiplerine vaat edilen cennetin durumu şöyledir: Altlarından ırmaklar akar, yiyecekleri de gölgeleri de devamlıdır. Takvâ sahiplerinin âkıbeti işte budur. Kâfirlerin âkıbeti ise ateştir.
#
{35} يقول تعالى: {مَثَلُ الجنة التي وُعِدَ المتَّقون}: الذين تركوا ما نهاهم الله عنه، ولم يقصِّروا فيما أمرهم به؛ أي: صفتها وحقيقتها، {تجري من تحتها الأنهار}: أنهار العسل وأنهار الخمر وأنهار اللبن وأنهار الماء التي تجري في غير أخدودٍ، فتسقي تلك البساتين والأشجار، فتحمل جميع أنواع الثمار. {أكُلُها دائمٌ وظلُّها}: دائمٌ أيضاً. {تلك عُقبى الذين اتَّقوا}؛ أي: عاقبتهم ومآلهم التي إليها يصيرون. {وعُقبى الكافرين النار}: فكم بين الفريقين من الفرق المبين؟
35. Allah’ın kendilerine yasakladığı şeyleri terk eden ve verdiği emirlerde de herhangi bir kusur etmeyen
“takvâ sahiplerine vaat edilen cennetin durumu” nitelikleri ve gerçek mahiyeti
“şöyledir: Altlarından” belli yatakları olmaksızın akan, baldan, şaraptan, sütten ve sudan
“ırmaklar akar” ve bu ırmaklar o bahçeleri, ağaçları sulayıp durur ve bunlar da çeşitli meyveler verirler.
“yiyecekleri de gölgeleri de devamlıdır. Takvâ sahiplerinin âkıbeti” yani sonunda varacakları yerleri
“işte budur. Kâfirlerin âkıbeti ise ateştir.” Her iki kesim arasındaki apaçık fark ne kadar da büyüktür!
{وَالَّذِينَ آتَيْنَاهُمُ الْكِتَابَ يَفْرَحُونَ بِمَا أُنْزِلَ إِلَيْكَ وَمِنَ الْأَحْزَابِ مَنْ يُنْكِرُ بَعْضَهُ قُلْ إِنَّمَا أُمِرْتُ أَنْ أَعْبُدَ اللَّهَ وَلَا أُشْرِكَ بِهِ إِلَيْهِ أَدْعُو وَإِلَيْهِ مَآبِ (36)}.
36- Kendilerine Kitap verdiğimiz kimseler sana indirilenle sevinirler. Fakat
(kafir) gruplar arasında onun bir kısmını inkâr eden kimseler de vardır.
De ki: “Bana, ancak Allah’a ibadet etmem ve O’na ortak koşmamam emrediledi. Ben, yalnızca O’na davet ederim ve dönüşüm de yalnız O’nadır.”
#
{36} يقول تعالى: {والذين آتَيْناهم الكتابَ}؛ أي: مننَّا عليهم به وبمعرفته، {يفرحون بما أنزل إليك}: فيؤمنون به ويصدِّقونه ويفرحون بموافقة الكتب بعضها لبعض وتصديق بعضها بعضاً، وهذه حال مَنْ آمن مِنْ أهل الكتابين. {ومن الأحزاب مَن ينكِرُ بعضه}؛ أي: ومن طوائف الكفار المتحزبين على الحقِّ من ينكر بعض هذا القرآن ولا يصدقه؛ فمن اهتدى فلنفسه، ومن ضلَّ؛ فإنما يضلُّ عليها، إنما أنت يا محمد منذرٌ تدعو إلى الله. {قل إنَّما أمِرْتُ أن أعبدَ الله ولا أشرك به}؛ أي: بإخلاص الدين لله وحده. {إليه أدعو وإليه مآبِ}؛ أي: مرجعي الذي أرجع به إليه، فيجازيني بما قمتُ به من الدعوة إلى دينه والقيام بما أمرت به.
36.
“Kendilerine Kitap verdiğimiz kimseler” o Kitabı indirmekle ve onu öğretmekle lutüfta bulunduklarımız
“sana indirilenle sevinirler.” O bakımdan ona iman eder, onu tasdik eder, ilâhi kitapların birbirlerine uygun düşüp birbirlerini tasdik etmelerinden de memnun kalırlar. Kitap ehlinden iman edenlerin hali işte budur.
“Fakat (kafir) gruplar arasında” yani hakka savaş açan çeşitli kâfir grupların arasında
“onun bir kısmını inkâr eden kimseler” Bu Kur’an-ı Kerim’in bir kısmını inkâr edip onu tasdik etmeyenler
“de vardır.” “Kim doğru yolu bulursa ancak kendi lehine doğru yolu bulmuş olur, kim de sapıklığa düşerse o da ancak kendi aleyhine sapmış olur.” (el-İsrâ, 17/15) O bakımdan ey Muhammed, sen ancak Yüce Allah’ın yoluna davet eden bir uyarıcısın.
“De ki: Bana, ancak Allah’a ibadet etmem ve O’na ortak koşmamam” dinimi yalnızca Allah’a halis kılmam
“emrediledi. Ben yalnızca O’na davet ederim ve dönüşüm de yalnız O’nadır.” Ben O’na döneceğim, O da benim, dinine yaptığım davet ve O’nun emirlerini yerine getirmem dolayısıyla beni mükâfatlandıracaktır.
{وَكَذَلِكَ أَنْزَلْنَاهُ حُكْمًا عَرَبِيًّا وَلَئِنِ اتَّبَعْتَ أَهْوَاءَهُمْ بَعْدَ مَا جَاءَكَ مِنَ الْعِلْمِ مَا لَكَ مِنَ اللَّهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا وَاقٍ (37)}
37- İşte biz onu böylece Arapça bir hüküm olarak indirdik. Eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların hevâ ve heveslerine uyarsan, senin Allah tarafından ne bir yardımcın ne de bir koruyucun olur.
#
{37} أي: ولقد أنزلنا هذا القرآن والكتاب {حُكْماً عربيًّا}؛ أي: محكماً متقناً بأوضح الألسنة وأفصح اللغات؛ لئلاَّ يقع فيه شكٌّ واشتباهٌ، وليوجب أن يُتَّبع وحدَه ولا يُداهن فيه ولا يتَّبع ما يضادُّه ويناقضه من أهواء الذين لا يعلمون، ولهذا توعَّد رسوله ـ مع أنه معصومٌ ـ ليمتنَّ عليه بعصمته، ولتكون أمَّتُه أسوتَه في الأحكام، فقال: {ولئن اتَّبعتَ أهواءهم بعدما جاءك من العلم}: البيِّن، الذي ينهاك عن اتِّباع أهوائهم. {ما لك من الله من وليٍّ}: يتولاَّك فيحصل لك الأمر المحبوب. {ولا واقٍ}: يقيك من الأمر المكروه.
37. Yani andolsun Biz sana bu Kur’an-ı Kerim’i, bu şerefli kitabı
“Arapça bir hüküm” yani dillerin en açığı ve en fasihi olan Arapça ile oldukça sağlam ve muhkem bir kitap olarak indirdik. Tâ ki onun hakkında herhangi bir şüphe ve tereddüt meydana gelmesin. Yalnızca ona uyulsun ve bu konuda sağa sola kayılmasın. Cahillerin ona zıt ve onunla çelişen hevalarına tâbi olunmasın. Bundan dolayı Yüce Allah, Rasûlüne onun Allah tarafından korunmuş olduğu lütfunu hatırlatmak ve ahkâm hususunda ümmetine uyulacak bir örnek teşkil etmesi için -masum olmasına rağmen tehditvari bir üslupla-
şöyle buyurmaktadır: “Eğer sana gelen” ve onların hevalârına uymanı yasaklayan bunca apaçık
“ilimden sonra onların hevâ ve heveslerine uyarsan, senin Allah tarafından ne” senin işlerini üstlenecek ve böylelikle sevdiğin şeyleri gerçekleştirecek
“bir yardımcın ne de” hoşuna gitmeyecek şeylere karşı seni koruyacak
“bir koruyucun olur.”
{وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا رُسُلًا مِنْ قَبْلِكَ وَجَعَلْنَا لَهُمْ أَزْوَاجًا وَذُرِّيَّةً وَمَا كَانَ لِرَسُولٍ أَنْ يَأْتِيَ بِآيَةٍ إِلَّا بِإِذْنِ اللَّهِ لِكُلِّ أَجَلٍ كِتَابٌ (38) يَمْحُو اللَّهُ مَا يَشَاءُ وَيُثْبِتُ وَعِنْدَهُ أُمُّ الْكِتَابِ (39)}.
38- Andolsun ki biz senden önce de peygamberler göndermiş ve onlara eşler ve evlâtlar vermişizdir. Allah’ın izni olmaksızın bir peygamberin herhangi bir mucize getirmesi mümkün değildir. Her vadenin
(yazılmış olduğu) bir kitap vardır.
39- Allah dilediğini siler ve
(dilediğini) sabit bırakır. Ana Kitap ise onun katındadır.
#
{38} أي: لست أول رسول أرسل إلى الناس حتى يستغربوا رسالتك. فقد {أرسَلْنا رسلاً من قبلِكَ وجَعَلْنا لهم أزواجاً وذُرِّيَّةً}: فلا يعيبك أعداؤك بأن يكون لك أزواجٌ وذُرِّيَّة كما كان لإخوانك المرسلين؛ فلأيِّ شيء يقدحون فيك بذلك وهم يعلمون أن الرسل قبلك كذلك إلاَّ لأجل أغراضهم الفاسدة وأهوائهم، وإن طلبوا منك آيةً اقترحوها؛ فليس لك من الأمر شيء. فما {كان لرسول أن يأتي بآيةٍ إلاَّ بإذنِ الله}: والله لا يأذن فيها إلاَّ في وقتها الذي قدَّره وقضاه. {لكلِّ أجل كتابٌ}: لا يتقدم عليه ولا يتأخَّر عنه، فليس استعجالهم بالآيات أو بالعذاب موجباً لأنْ يقدِّم الله ما كتب أنه يؤخَّر، مع أنَّه تعالى فعَّالٌ لما يريد.
38.
“Andolsun ki biz senden önce de peygamberler göndermiş” yani insanlara ilk gönderilen peygamber sen değilsin ki senin peygamberliğini garip karşılasınlar
“ve onlara eşler ve evlâtlar vermişizdir.” O bakımdan düşmanların -senden önceki diğer peygamber kardeşlerinin eşleri ve zürriyetleri olduğu gibi- senin de olduğu için seni ayıplamasınlar. Onlar senden önceki peygamberlerin de bu durumda olduklarını bildikleri halde seni bundan dolayı ne diye ayıplıyorlar? Bunun tek sebebi, hevâlarına ve kötü maksatlarına uymalarıdır.
Eğer onlar, kendilerinin teklif ettikleri bir mucize göstermeyi senden isteyecek olurlarsa, şunu bilmeliler ki senin bu konuda hiçbir yetkin yoktur. Zira
“Allah’ın izni olmaksızın bir peygamberin herhangi bir mucize getirmesi mümkün değildir.” Allah da böyle bir şeye ancak kader ve kazası ile tayin ettiği vakti gelince izin verir.
“Her vadenin (yazılmış olduğu) bir kitap vardır.” Ne ondan önceye alınır ne de sonraya kalır. Onların, mucizelerin çabucak gelmesini istemeleri yahut azabın hemen indirilmesini beklemeleri, Yüce Allah'ın sonradan olacağını takdir ettiği bir şeyi öne almasını gerektirmez. Ayrıca O, ne dilerse onu yapar.
#
{39} {يمحو الله ما يشاءُ}: من الأقدار، {ويُثْبِتُ}: ما يشاء منها، وهذا المحو والتغيير في غير ما سبق به علمُه وكَتَبَه قلمُه؛ فإنَّ هذا لا يقع فيه تبديلٌ ولا تغييرٌ؛ لأنَّ ذلك محالٌ على الله أن يقع في علمِهِ نقصٌ أو خللٌ، ولهذا قال: {وعنده أمُّ الكتاب}؛ أي: اللوح المحفوظ الذي ترجِعُ إليه سائر الأشياء؛ فهو أصلها، وهي فروعٌ [له] وشعبٌ؛ فالتغيير والتبديل يقع في الفروع والشعب؛ كأعمال اليوم والليلة التي تكتبها الملائكة ويجعل الله لثبوتها أسباباً ولمحوها أسباباً، لا تتعدَّى تلك الأسباب ما رُسِم في اللوح المحفوظ؛ كما جعل الله البرَّ والصلة والإحسان من أسباب طول العمر وسعة الرزق، وكما جعل المعاصي سبباً لمحق بركة الرزق والعمر، وكما جعل أسباب النجاة من المهالك والمعاطب سبباً للسلامة، وجعل التعرُّض لذلك سبباً للعطب؛ فهو الذي يدبِّر الأمور بحسب قدرته وإرادته، وما يدبِّره منها لا يخالف ما قد علمه وكتبه في اللوح المحفوظ.
39.
“Allah” kaderlerden “dilediğini siler ve” aralarından dilediğini
“sabit bırakır.” Bu silme ve değiştirme, O’nun ezeli ilminde sabit olup da Kaleminin yazdıklarında söz konusu değildir. Çünkü bunlarda herhangi bir değişiklik meydana gelmez. Zira Yüce Allah’ın ilminde herhangi bir eksik veya gediğin olması, Allah hakkında imkânsız bir şeydir. Bundan dolayıdır ki Yüce Allah
“Ana Kitap ise O’nun katındadır” buyurmaktadır. Ana Kitaptan kasıt ise diğerlerinin kendisine tabi olduğu Levh-i Mahfuz’dur. Levh-i Mahfuz onların aslıdır, diğerleri ise dallar ve kollar mesabesindedir. Değişiklik ve değiştirmeler işte bu dallar ve kollarda meydana gelir. Bunlardan kasıt da meleklerin yazdıkları günlük ameller vb.dir. Allah Teala, bunların silinmelerine de sabit bırakılmaları için birtakım sebebler takdir etmiştir. Bu sebepler Levh-i Mahfuz’da tespit edileni aşamaz. Mesela Yüce Allah iyiliği, ihsanı ve akrabalık bağını gözetmeyi, ömrün uzamasının ve rızkın genişlemesinin sebepleri arasında takdir ettiği gibi, günahları da rızkın ve ömrün bereketinin ortadan kaldırılmasına sebep kılmıştır. Yine Yüce Allah, çeşitli tehlike ve kötü hallerden kurtaran sebepleri, esenliğe, sağlık ve afiyete sebep kılmıştır. Onlara maruz kalmayı da o kötü hallere uğramaya sebep olarak takdir etmiştir. İşleri kendi kudret ve iradesine göre idare eden O’dur. O’nun bu türden idare ettikleri ise kendi bildiği ve Levh-i Mahfuz’da yazmış olduğu şeylere aykırı olmaz.
{وَإِنْ مَا نُرِيَنَّكَ بَعْضَ الَّذِي نَعِدُهُمْ أَوْ نَتَوَفَّيَنَّكَ فَإِنَّمَا عَلَيْكَ الْبَلَاغُ وَعَلَيْنَا الْحِسَابُ (40) أَوَلَمْ يَرَوْا أَنَّا نَأْتِي الْأَرْضَ نَنْقُصُهَا مِنْ أَطْرَافِهَا وَاللَّهُ يَحْكُمُ لَا مُعَقِّبَ لِحُكْمِهِ وَهُوَ سَرِيعُ الْحِسَابِ (41)}.
40- Onları tehdit ettiğimiz şeylerin bir kısmını sana göstersek de yahut
(bundan önce) senin ruhunu alsak da sana düşen ancak tebliğdir. Hesap görmek ise yalnız Bize aittir.
41- Görmediler mi ki Biz yeryüzüne geliyoruz da onu etrafından eksiltiyoruz. Allah hükmeder, O’nun hükmünü kovuşturup bozacak hiç kimse yoktur. O, hesabı pek çabuk görendir.
#
{40} يقول تعالى لنبيِّه محمد - صلى الله عليه وسلم -: لا تعجل عليهم بإصابة ما يوعَدون [به] من العذاب؛ فهم إن استمرُّوا على طغيانهم وكفرهم؛ فلا بدَّ أن يصيبَهم ما وُعِدوا به: إما أنْ نرينَّك إيَّاه في الدنيا فَتَقَرَّ بذلك عينك، أو نتوفَّيَنَّكَ قبل إصابتهم؛ فليس ذلك شغلاً لك. {فإنما عليك البلاغ}: والتبيين للخلق، {وعلينا الحسابُ}: فنحاسب الخلق على ما قاموا به مما عليهم وضيَّعوه، ونثيبهم أو نعاقبهم.
40.
Yüce Allah peygamberi Muhammed’e sallallahu aleyhi ve sellem hitaben şöyle buyurmaktadır: Onlara vaad olunan azabın gelip çatması hususunda onlar hakkında acele etme. Çünkü onlar eğer bu azgınlık ve tutumlarını sürdürecek olurlarsa tehdit olundukları azabın onları gelip bulması kaçınılmaz bir şeydir.
“Onları tehdit ettiğimiz şeylerin bir kısmını” dünyada
“sana göstersek de” böylelikle senin gözün de aydın olsa
“yahut (bundan önce) senin ruhunu” onlara bu azap isabet etmeden önce
“alsak da sana düşen ancak tebliğdir.” İnsanlara vahyi açıklamaktır. Azap konusu senin işin değildir.
“Hesap görmek ise yalnız Bize aittir.” İnsanların üzerlerindeki sorumluluklarından neler yaptıkları yahut neyi yapmadıkları konusunda onları hesaba çekip mükâfat vermek yahut cezalandırmak bizim işimizdir.
#
{41} ثم قال متوعِّداً للمكذبين: {أو لم يروا أنا نأتي الأرضَ ننقُصُها من أطرافها}: قيل: بإهلاك المكذبين واستئصال الظالمين، وقيل: بفتح بلدان المشركين ونقصهم في أموالهم وأبدانهم، وقيل غير ذلك من الأقوال. والظاهر ـ والله أعلم ـ أنَّ المراد بذلك أنَّ أراضي هؤلاء المكذِّبين جعل الله يفتحها ويجتاحها ويُحِلُّ القوارع بأطرافها تنبيهاً لهم قبل أن يجتاحهم النقص ويوقع الله بهم من القوارع ما لا يردُّه أحدٌ، ولهذا قال: {والله يحكم لا مُعَقِّبَ لحكمِهِ}: ويدخل في هذا حكمه الشرعيُّ والقدريُّ والجزائيُّ؛ فهذه الأحكام التي يحكم الله فيها توجد في غاية الحكمة والإتقان، لا خلل فيها ولا نقص، بل هي مبنيَّة على القسط والعدل والحمد؛ فلا يتعقَّبها أحدٌ، ولا سبيل إلى القدح فيها؛ بخلاف حكم غيره؛ فإنَّه قد يوافق الصواب وقد لا يوافقه. {وهو سريع الحساب}؛ أي: فلا يستعجلوا بالعذاب؛ فإنَّ كل ما هو آتٍ فهو قريبٌ.
41.
Daha sonra Yüce Allah yalanlayanları tehdit ederek şöyle buyurmaktadır: “Görmediler mi ki Biz arza geliyoruz da onu etrafından eksiltip duruyoruz.” Bir görüşe göre bu, yalanlayanların helak edilmesi ve zalimlerin kökten imha edilmesi ile olmaktadır. Bir görüşe göre de müşriklerin ülkelerinin
(Müslümanlar tarafından) fethedilmesi, mal ve sayılarının azaltılması ile olur. Bunun dışında başka görüşler de ileri sürülmüştür. Allah daha iyi bilir ama kuvvetli olan görüş,
bundan kastın şu olduğudur: Bu yalanlayıcıların ülkelerinin fethedilip ele geçirilmesini Yüce Allah müyesser kılar. Oranın çeşitli yerlerine türlü musibetler yağdırır. Bundaki amaç da bu eksiltme onları tamamı ile ortadan kaldırmadan ve Allah, hiçbir kimsenin geri çeviremeyeceği azabı başlarına getirmeden önce onları uyarmaktır.
Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah hükmeder, O’nun hükmünü kovuşturup bozacak hiç kimse yoktur.” Bunun kapsamına Yüce Allah’ın hem şer’î hükmü, hem kaderî hükmü, hem de cezaî hükmü girer. Yüce Allah’ın vermiş olduğu bütün bu hükümler, son derece hikmetli ve sağlamdır. Bunlarda herhangi bir tutarsızlık, bir eksiklik bulunmaz. Aksine bunlar, adalet esasına dayalıdır ve övgüye layıktır. Hiç kimse bunları bozamaz. Bunların tenkit edilebilecek bir yönü de yoktur. Başkalarının hükmü ise böyle değildir. Çünkü başka hükümler, doğruya isabet ettirebilir de ettiremeyebilir de.
“O, hesabı pek çabuk görendir.” Yani azabı çabuk istemesinler. Çünkü gelecek olan her şey, yakın demektir.
{وَقَدْ مَكَرَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ فَلِلَّهِ الْمَكْرُ جَمِيعًا يَعْلَمُ مَا تَكْسِبُ كُلُّ نَفْسٍ وَسَيَعْلَمُ الْكُفَّارُ لِمَنْ عُقْبَى الدَّارِ (42) وَيَقُولُ الَّذِينَ كَفَرُوا لَسْتَ مُرْسَلًا قُلْ كَفَى بِاللَّهِ شَهِيدًا بَيْنِي وَبَيْنَكُمْ وَمَنْ عِنْدَهُ عِلْمُ الْكِتَابِ (43)}.
42- Onlardan öncekiler de tuzaklar kurmuştu. Ne var ki bütün tuzaklar, Allah’a aittir. O, herkesin ne kazandığını bilir. Kâfirler de pek yakında bu yurdun sonunun kimin olacağını bileceklerdir.
43-
Kâfir olanlar: “Sen (Allah tarafından) gönderilmiş (bir peygamber) değilsin” derler.
De ki: “Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah ve yanında Kitabın bilgisi bulunanlar yeter.”
#
{42} يقول تعالى: {وقد مكر الذين من قبلهم}: برسلهم وبالحقِّ الذي جاءت به الرسل، فلم يُغْنِ عنهم مكرهم، ولم يصنعوا شيئاً؛ فإنَّهم يحاربون الله ويبارزونه. {فلله المكرُ جميعاً}؛ أي: لا يقدر أحدٌ أن يمكر مكراً إلاَّ بإذنه وتحت قضائه وقدره؛ فإذا كانوا يمكرون بدينه؛ فإنَّ مكرهم سيعود عليهم بالخيبة والندم؛ فإنَّ الله {يعلم ما تكسِبُ كلُّ نفسٍ}؛ أي: همومها وإراداتها وأعمالها الظاهرة والباطنة، والمكر لا بدَّ أن يكون من كسبها؛ فلا يخفى على الله مكرهم، فيمتنع أن يمكروا مكراً يضرُّ الحقَّ وأهله ويفيدهم شيئاً. {وسيعلم الكفَّار لمن عُقبى الدار}؛ أي: أَلَهُمْ أَوْ لِرُسُلِه؟ ومن المعلوم أنَّ العاقبةَ للمتَّقِينَ لِلْكُفْرِ، وَأَعْمَالِه.
42.
“Onlardan öncekiler de” kendilerine gönderilen peygamberlere ve bu peygamberlerin getirdikleri hakka karşı
“tuzaklar kurmuştu.” Ancak onların bu tuzak kurmalarının kendilerine hiçbir faydası olmadı. Hiçbir sonuç alamadılar. Zira onlar, esasen Allah’a karşı savaş açmakta ve O’na meydan okumaktadırlar.
“Ne var ki bütün tuzaklar, Allah’a aittir.” Hiç kimse Allah’ın izin vermediği bir tuzağı kurma gücü yoktur. Her şey O’nun kaza ve takdiri çerçevesindedir. Onlar, Allah’ın dinine karşı tuzak kuruyor olsalar dahi, onların bu tuzak kurmaları pek yakında aleyhlerine dönecek, hüsrana uğrayacaklar ve pişman olacaklardır. Çünkü Allah
“herkesin ne kazandığını bilir.” Her nefsin içinden geçirdiklerini, ne yapmak istediğini, zahiri ve batıni bütün amellerini bilir. Tuzak kurmak da nefsin kazandığı bu işlerden biridir. O halde onların tuzakları da Allah’a gizli kalmaz. O nedenle onların, hakka ve hak ehline zarar verecek ve kendilerine fayda sağlayacak herhangi bir tuzak kurmalarına imkân yoktur.
“Kâfirler de pek yakında bu yurdun sonunun kimin olacağını bileceklerdir.” Onların mı yoksa Allah’ın peygamberlerinin mi? Bilindiği gibi güzel âkıbet takvâ sahiplerinindir. Küfrün ve kâfirlerin değildir.
#
{43} {ويقول الذين كفروا لستَ مرسلاً}؛ أي: يكذِّبونك ويكذِّبون ما أرسلت به. {قل} لهم إن طلبوا على ذلك شهيداً: {كفى بالله شهيداً بيني وبينَكم}: وشهادته بقوله وبفعله وإقراره: أما قوله؛ فبما أوحاه الله إلى أصدق خلقه مما يُثْبِتُ به رسالته. وأما فعله؛ فلأنَّ الله تعالى أيَّد رسوله ونصره نصراً خارجاً عن قدرته وقدرة أصحابه وأتباعه، وهذا شهادةٌ منه له بالفعل والتأييد، وأما إقراره؛ فإنَّه أخبر الرسول عنه أنه رسول ، وأنه أمر الناس باتباعه؛ فمن اتَّبعه؛ فله رضوانُ الله وكرامته، ومن لم يتَّبعه؛ فله النار والسخط، وحلَّ له مالُه ودمه، والله يقرُّه على ذلك؛ فلو تقوَّل عليه بعض الأقاويل؛ لعاجله بالعقوبة.
{ومَنْ عندَه علمُ الكتاب}: وهذا شاملٌ لكلِّ علماء أهل الكتابين؛ فإنَّهم يشهدون للرسول، من آمن واتَّبع الحقَّ، صرَّح بتلك الشهادة التي عليه، ومن كتم ذلك؛ فإخبار الله عنه أنَّ عنده شهادةً أبلغ من خبره، ولو لم يكن عنده شهادةٌ؛ لردَّ استشهاده بالبرهان؛ فسكوته يدلُّ على أن عنده شهادةً مكتومةً، وإنَّما أمر الله باستشهاد أهل الكتاب لأنَّهم أهل هذا الشأن، وكلُّ أمر إنما يُستشهد فيه أهله ومن هم أعلم به من غيرهم؛ بخلاف مَنْ هو أجنبيٌّ عنه؛ كالأميِّين من مشركي العرب وغيرهم؛ فلا فائدة في استشهادهم؛ لعدم خبرتهم ومعرفتهم. والله أعلم.
43.
“Kâfir olanlar: Sen (Allah tarafından) gönderilmiş (bir peygamber) değilsin, derler.” Yani seni ve seninle gönderilenleri yalanlıyorlar. Şâyet onlar, bu konuda bir tanık isteyecek olurlarsa onlara
“de ki: Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah... yeter.” O’nun sözü ile fiili ile ve ikrarı ile şahitliği yeter. O’nun sözlü şahitliği, insanların en doğru sözlüsüne risaletini ispatlayıcı olmak üzere indirmiş olduğu vahiyleridir. Fiilî şahitliğine gelince Yüce Allah, Rasûlünü desteklemiş, ona hem kendisinin hem ashabının hem de ona tâbi olanların kudretlerinin çerçevesi dışında kalacak şekilde yardımcı olmuş, zafer vermiştir. Bu da Yüce Allah’ın bu hususta onu fiili olarak desteklemesi suretiyle yaptığı şahitliğidir. İkrarı ile şahitliğine gelince Allah Rasûlü, O’nun peygamberi olduğunu haber vermiş ve insanlara da kendisine uymalarını emretmiştir. Kendisine uyanın Allah’ın rızasına ve lütfuna nail olacağını, kendisine uymayanlar için de cehennem ateşi ve ilâhi gazap olduğunu, böylesinin malının da kanının da helâl olacağını bildirmişti. Yüce Allah da peygamberinin bu söylediklerini takrir etmiştir. Eğer o, Yüce Allah’a karşı yalan birtakım sözler uydurmuş olsaydı O, derhal onu cezalandırırdı.
“Ve yanında Kitabın bilgisi bulunanlar yeter.” Bu, Tevrat ve İncil ehlinin bütün ilim adamlarını kapsar. Onlar arasından iman edip hakka tâbi olanlar, Allah Rasûlünün peygamberliğine şahitlik eder ve yapmakla yükümlü olduğu bu şahitliği açıkça dile getirmiş olur. Bunu gizleyenlere gelince Yüce Allah’ın bunlar hakkında yapmaları gereken bir şahitliklerinin bulunduğunu haber vermesi, bizzat onların haber vermelerinden daha beliğ, daha ileridir. Eğer onların yanında yapmaları gereken bir şahitlik bilgisi bulunmasaydı onlar, delilini ortaya koyarak bu şahitlik talebini reddederlerdi. Onların bu konuda susmaları, yapmaları gereken bir şahitliği gizlediklerinin delilidir. Yüce Allah’ın Kitap ehlinin şahitliğini göstermesini emretmesi, onların bu işe ehil olmalarından dolayıdır. Zira her hususta o işin ehlinin ve başkalarına göre o hususu daha çok bilenlerin tanıklığına başvurulur. Arapların ve diğer kavimlerin müşrikleri arasındaki ümmiler gibi bu hususlara yabancı olanların şahitliğine ise başvurulmaz. Çünkü onların bu konuda bilgi ve malumatları olmadığından dolayı onların şahitliğine başvurmanın bir faydası yoktur.
Ra’d Sûresi’nin tefsiri burada sona ermektedir. Âlemlerin Rabbi olan Yüce Allah’a hamdolsun.