Ayet:
15- HİCR SÛRESİ
15- HİCR SÛRESİ
(Mekke’de inmiştir, 99 âyettir)
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adı ile.
Ayet: 1 - 5 #
{الر تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ وَقُرْآنٍ مُبِينٍ (1) رُبَمَا يَوَدُّ الَّذِينَ كَفَرُوا لَوْ كَانُوا مُسْلِمِينَ (2) ذَرْهُمْ يَأْكُلُوا وَيَتَمَتَّعُوا وَيُلْهِهِمُ الْأَمَلُ فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ (3) وَمَا أَهْلَكْنَا مِنْ قَرْيَةٍ إِلَّا وَلَهَا كِتَابٌ مَعْلُومٌ (4) مَا تَسْبِقُ مِنْ أُمَّةٍ أَجَلَهَا وَمَا يَسْتَأْخِرُونَ (5)}.
1- Elif, Lâm, Râ. İşte bunlar, Kitab’ın ve apaçık Kur’an’ın âyetleridir. 2- Bir zaman gelir kafirler, keşke müslüman olsaymışlar diye temenni ederler. 3- Bırak onları, yesinler, faydalansınlar ve (dünyevi) emeller onları oyalayadursun. Zira yakında bilecekler. 4- Biz, hiçbir kasabayı belli bir yazısı/vadesi olmaksızın helâk etmedik. 5- Hiçbir ümmet ne ecelinin önüne geçebilir, ne de onu geciktirebilir.
#
{1} يقول تعالى معظِّماً لكتابه مادحاً له: {تلك آياتُ الكتابِ}؛ أي: الآيات الدالَّة على أحسن المعاني وأفضل المطالب، {وقرآنٍ مُبينٍ}: للحقائق بأحسن لفظ وأوضحه وأدلِّه على المقصود.
1. Yüce Allah Kitâb-ı Kerîm’ini tazim ederek ve överek şöyle buyurmaktadır: “İşte bunlar, Kitab’ın ve apaçık Kur’an’ın âyetleridir.” Bunlar, gerçekleri en güzel ve açık ifadelerle, maksada en açık delil teşkil eden buyruklarla, en güzel anlamlara ve en üstün gayelere delalet eden apaçık Kur’an’ın âyetleridir.
#
{2} وهذا مما يوجب على الخلق الانقياد إليه والتسليم لحكمه وتلقِّيه بالقَبول والفرح والسرور، فأما من قابل هذه النعمة العظيمة بردِّها والكفر بها؛ فإنَّه من المكذِّبين الضالِّين، الذين سيأتي عليهم وقتٌ يتمنَّوْن أنهم مسلمون؛ أي: منقادون لأحكامه، وذلك حين ينكشف الغطاء وتظهرُ أوائل الآخرة ومقدِّمات الموت؛ فإنهم في أحوال الآخرة كلِّها يتمنَّون أنهم مسلمون، وقد فات وقتُ الإمكان، ولكنَّهم في هذه الدُّنيا مغترُّون.
2. Bu da insanların bu Kitab-ı Kerîm’e itaatle bağlanmalarını, onun hükmüne teslimiyet gösterip onu sevinç ve neşe ile kabul etmelerini gerektirir. Bu büyük nimete inkar ve küfür ile karşılık verenlere gelince onlar yalanlayıcı ve sapık kimselerdir. Bu yalanlayıcı ve sapık kimselerin “keşke müslüman olsaymışlar”, yani onun hükmüne uysaymışlar diye temenni edecekleri bir zaman gelecektir. Bu, perdenin açılacağı ve âhiretin ilk aşamalarının görülüp ölümün belirtilerinin ortaya çıkacağı vakit olacaktır. Yine onlar, bütün âhiret hallerinde keşke müslüman olsaymışlar, diye temenni edeceklerdir. Fakat böyle bir temenninin gerçekleşmesi artık imkansızdır. Yine de onlar bu dünya hayatında bir aldanış içerisindedirler.
#
{3} فَـ {ذَرْهم يأكلوا ويتمتَّعوا}: بلذاتهم، {ويلههم الأمل}؛ أي: يؤمِّلون البقاء في الدنيا فيلهيهم عن الآخرة، {فسوف يعلمونَ}: أنَّ ما هم عليه باطلٌ، وأنَّ أعمالهم ذهبت خسراناً عليهم، ولا يغترُّوا بإمهال الله تعالى؛ فإنَّ هذه سنته في الأمم.
3. O nedenle “Bırak onları, yesinler” zevk aldıkları şeylerle “faydalansınlar ve (dünyevi) emeller onları oyalayadursun.” Onlar dünya hayatında ebedi kalacaklarının hayalini kuruyorlar ve bu da onları âhiretle ilgilenmekten alıkoyup oyalıyor. “Zira yakında” izledikleri yolun bâtıl olduğunu ve amellerinin aleyhlerinde hüsrana dönüştüğünü “bilecekler.” Allah’ın onlara mühlet verişine de aldanmasınlar. Çünkü bu, O’nun geçmiş ümmetlere uygulayageldiği sünneti/kanunudur.
#
{4} {وما أهلكْنا من قريةٍ}: كانت مستحقةً للعذاب، {إلاَّ ولها كتابٌ معلوم}: مقدَّر لإهلاكها.
4. “Biz” azabı hak etmiş “hiçbir kasabayı” helâk edilmesi için takdir olunmuş “belli bir yazısı/vadesi olmaksızın helâk etmedik.”
#
{5} {ما تسبِقُ من أمَّةٍ أجَلَها وما يستأخِرون}: وإلاَّ؛ فالذنوب لا بدَّ من وقوع أثرها وإن تأخَّر.
5. “Hiçbir ümmet, ne ecelinin önüne geçebilir, ne de geciktirebilir.” Yani geç kalmış gibi görünse dahi günahların sonuçları mutlaka ortaya çıkar.
Ayet: 6 - 9 #
{وَقَالُوا يَاأَيُّهَا الَّذِي نُزِّلَ عَلَيْهِ الذِّكْرُ إِنَّكَ لَمَجْنُونٌ (6) لَوْمَا تَأْتِينَا بِالْمَلَائِكَةِ إِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِقِينَ (7) مَا نُنَزِّلُ الْمَلَائِكَةَ إِلَّا بِالْحَقِّ وَمَا كَانُوا إِذًا مُنْظَرِينَ (8) إِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ (9)}.
6- Dediler ki: “Ey kendisine Zikir indirilen kişi, sen kesinlikle delisin.” 7- “Eğer doğru söylüyorsan bize melekleri getirsene!” 8- Biz, melekleri ancak hak (bir amaç) ile indiririz. O zaman da kendilerine mühlet verilmez. 9- Şüphe yok ki o Zikir’i biz indirdik, onu koruyacak olan da elbette biziz.
#
{6} أي: وقال المكذبون لمحمِّد - صلى الله عليه وسلم - استهزاءً وسخريةً: {يا أيها الذي نُزِّلَ عليه الذِّكر}: على زعمك، {إنَّك لمجنون}: إذ تظنُّ أنا سنتَّبعك ونترك ما وجدنا عليه آباءنا لمجرَّد قولك.
6. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i yalanlayan kimseler, alay ederek “dediler ki: Ey kendisine” kendi iddiasınca “Zikir indirilen kişi, sen kesinlikle delisin.” Sen söyledin diye bizim sana uyacağımızı ve atalarımızın yolunu bırakacağımızı zannediyorsun.
#
{7 ـ 8} {لو ما تأتينا بالملائكةِ}: يشهدون لك بصحَّة ما جئت به، {إن كنتَ من الصادقين}: فلما لم تأت بالملائكةِ؛ فلستَ بصادق. وهذا من أعظم الظُّلم والجهل: أما الظُّلم؛ فظاهر؛ فإنَّ هذا تجرؤ على الله وتعنُّت بتعيين الآيات التي لم يخترْها، وحَصَلَ المقصودُ والبرهان بدونها من الآيات الكثيرة الدالَّة على صحَّة ما جاء به. وأما الجهلُ؛ فإنَّهم جهلوا مصلحتهم من مضرَّتهم؛ فليس في إنزال الملائكة خيرٌ لهم، بل لا ينزل الله الملائكة إلاَّ بالحقِّ الذي لا إمهال على مَنْ لم يتَّبعه وينقد له. {وما كانوا إذاً}؛ أي: حين تنزل الملائكة إن لم يؤمنوا ولن يؤمنوا، {مُنْظَرين}؛ أي: بمُمْهَلينَ، فصار طلبهم لإنزال الملائكة تعجيلاً لأنفسهم بالهلاك والدمار؛ فإن الإيمان ليس في أيديهم، وإنما هو بيد الله، {ولو أنَّنا نزَّلنا إليهم الملائكة وكلَّمهم الموتى وحَشَرْنا عليهم كلَّ شيء قُبُلاً ما كانوا لِيؤمنوا إلاَّ أن يشاء الله، ولكنَّ أكثرَهم يجهلونَ}.
7-8. “Eğer doğru söylüyorsan bize” getirdiğinin doğruluğuna tanıklık etsinler diye “melekleri getirsene!” Melekleri getiremediğine göre sen doğru söylemiyorsun. İşte bu, zulüm ve cahilliğin en büyüğüdür. Zulüm olduğu açıktır. Çünkü kendilerinin tespit ettikleri mucizeleri talep etmekte, böylece Allah’a karşı küstahlık edip inatlaşmaktaydılar. Halbuki Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, zaten getirdiğinin doğruluğuna delil olan pek çok delil getirmiş, maksat hasıl olmuş ve delillendirme tamamlanmıştı. Onlar istemeden önce zaten bu vuku bulmuştu. İşte bu zulümleridir. Bu tekliflerinin cahilce olduğuna gelince, onlar neyin faydalarına neyin de zararlarına olduğunu bilmemektedirler. Zira meleklerin indirilmesi onların hayrına değildir. Aksine Yüce Allah, “melekleri ancak hak (bir amaç) ile” yani azap için indirir ve o zaman da hakka uyup boyun eğmeyen kimselere mühlet verilmez. Melekler indirildikleri vakit de iman etmeyecek olurlarsa -ki iman etmeyeceklerdir- “kendilerine mühlet verilmez.” Onlara süre tanınmaz. O halde onların, meleklerin indirilmesini istemeleri, kendilerinin daha çabuk helâk edilmelerini istemeleri demektir. Diğer taraftan iman etmek, onların ellerinde olan bir şey değildir. O, ancak Allah’ın elindedir: “Eğer biz onlara gerçekten melekleri indirdeysik, ölüler de kendileri ile konuşsaydı ve her şeyi karşılarına toplasaydık onlar yine de -Allah dilemedikçe- iman etmezlerdi. Fakat onların çoğu bilmezler.” (el-En’âm, 6/111) Yani onlar, samimi ve doğru iseler gelen âyet ve belgeler onlara yeterlidir. O ayet ve belgeler de Kur’an-ı Azîm’dedir. O nedenle Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{9} ويكفيهم من الآيات إنْ كانوا صادقين هذا القرآن العظيم، ولهذا قال هنا: {إنَّا نحنُ نزَّلْنا الذِّكْرَ}؛ أي: القرآن الذي فيه ذكرى لكلِّ شيء من المسائل والدلائل الواضحة، وفيه يتذكَّر مَنْ أراد التذكُّر. {وإنَّا له لحافظونَ}؛ أي: في حال إنزاله وبعد إنزاله؛ ففي حال إنزاله حافظون له من استراق كلِّ شيطان رجيم، وبعد إنزاله أودعه الله في قلب رسولِهِ واستَوْدَعَهُ في قلوب أمَّته وحفظَ الله ألفاظَه من التغيير فيها والزيادة والنقص ومعانيه من التبديل؛ فلا يحرِّف محرِّفٌ معنى من معانيه إلاَّ وقيَّض الله له من يبيِّن الحقَّ المبين، وهذا من أعظم آيات الله ونعمه على عباده المؤمنين، ومن حفظه أنَّ الله يحفظُ أهله من أعدائهم، ولا يسلِّط عليهم عدوًّا يجتاحُهم.
9. “Şüphe yok ki o Zikir’i” yani Kur’an’ı ki onda herbir şeye dair öğütler ve apaçık deliller vardır. Onda öğüt almak isteyenin öğüt alacağı her şey bulunur. “Biz indirdik” Gerek onu indirdiğimiz esnada gerekse de indirdikten sonra “onu koruyacak olan da elbette biziz.” İndirme esnasında kovulmuş şeytanlardan, ondan çalmalarına karşı korumuştur. İndirdikten sonra da Yüce Allah, onu Rasûlünün kalbine yerleştirmiş, ümmetinin kalplerine koymuş ve böylelikle bu Kur’an’ı, lafızlarını değiştirmeye, ilaveye ve eksiltilmeye karşı ve anlamlarının tahrifine karşı muhafaza etmiştir. Herhangi bir kimse onun tek bir anlamını bile tahrife kalkıştı mı, bu hususta apaçık hakkı beyan edecek kimseleri Allah mutlaka ortaya çıkarır. Bu, Allah’ın mü’min kulları üzerindeki en büyük nimetlerinden ve âyetlerindendir. Yüce Allah’ın Kur’an ehlini düşmanlarına karşı koruması ve onlara kendilerini imha edecek kimseleri musallat kılmaması da bu Zikir’in korunması cümlesindedir.
Ayet: 10 - 13 #
{وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ فِي شِيَعِ الْأَوَّلِينَ (10) وَمَا يَأْتِيهِمْ مِنْ رَسُولٍ إِلَّا كَانُوا بِهِ يَسْتَهْزِئُونَ (11) كَذَلِكَ نَسْلُكُهُ فِي قُلُوبِ الْمُجْرِمِينَ (12) لَا يُؤْمِنُونَ بِهِ وَقَدْ خَلَتْ سُنَّةُ الْأَوَّلِينَ (13)}.
10- Andolsun ki senden önce de geçmiş topluluklara peygamberler gönderdik. 11- Onlara gelen her bir peygamberle mutlaka alay ederlerdi. 12- İşte biz, onu günahkarların kalplerine böylece sokarız. 13- Onlar ona iman etmezler. Halbuki öncekiler hakkında (Allah'ın) kanunu ortadadır.
#
{10} يقول تعالى لنبيِّه إذ كذبه المشركون: لم يزلْ هذا دأب الأمم الخالية والقرون الماضية، فقد أرْسَلْنا {قبلك في شيع الأولين}؛ أي: فرقهم وجماعتهم رسلاً.
10. Allah azze ve celle Peygamberine, müşrikler kendisini yalanladığı için şöyle hitap etmektedir: Bu yalanlama önceki ümmetlerin ve geçmiş nesillerin âdeti idi. “Andolsun ki senden önce de geçmiş topluluklara peygamberler gönderdik.” Yani çeşitli kesimlerine ve fırkalarına rasuller gönderdik.
#
{11} {وما يأتيهم من رسول}: يدعوهم إلى الحقِّ والهدى، {إلاَّ كانوا به يستهزئون}.
11. “Onlara gelen” ve onları hakka ve hidâyete davet eden “her bir peygamberle mutlaka alay ederlerdi.”
#
{12 ـ 13} {كذلك نَسْلُكُه}؛ أي: ندخل التكذيب {في قلوب المجرمين}؛ أي: الذين وصفهم الظلم والبَهْت، عاقبناهم لما تشابهت قلوبُهم بالكفر والتكذيب تشابهت معاملتهم لأنبيائهم ورسلهم بالاستهزاء والسخرية وعدم الإيمان، ولهذا قال: {لا يؤمنون بِهِ وقد خَلَتْ سنَّةُ الأولين}؛ أي: عادة الله فيهم بإهلاك مَنْ لم يؤمنْ بآيات الله.
12. “İşte biz onu” yalanlamayı “günahkarların” yani zulüm ve iftira ayrılmaz nitelikleri olmuş kimselerin “kalplerine böylece sokarız.” Kalpleri küfür ve yalanlama konusunda birbirine benzediği için, peygamberlerine muameleleri de alay etme ve iman etmeme şeklinde birbirine benzemiştir. Bu nedenle biz de onları aynı şekilde cezalandırdık. Bundan dolayı Allah şöyle buyurmaktadır: 13. “Onlar ona iman etmezler. Halbuki öncekiler hakkında (Allah'ın) kanunu” yani Allah’ın, âyetlerine iman etmeyenleri helâk etme şeklindeki değişmez kanunu “ortadadır.”
Ayet: 14 - 15 #
{وَلَوْ فَتَحْنَا عَلَيْهِمْ بَابًا مِنَ السَّمَاءِ فَظَلُّوا فِيهِ يَعْرُجُونَ (14) لَقَالُوا إِنَّمَا سُكِّرَتْ أَبْصَارُنَا بَلْ نَحْنُ قَوْمٌ مَسْحُورُونَ (15)}.
14- Onlara gökten bir kapı açsak da oradan yukarı çıksalar… 15- …kesinlikle şöyle diyeceklerdir: “Kesin gözlerimiz perdelendi, daha doğrusu bize büyü yapılmış!”
#
{14 ـ 15} أي: ولو جاءتهم كلُّ آية عظيمة؛ لم يؤمنوا وكابروها، فَـ {لَو فَتَحْنا عليهم باباً من السماء}: فصاروا يعرجون فيه ويشاهدونه عياناً بأنفسهم؛ لقالوا من ظلمهم وعنادهم منكِرين لهذه الآية: {إنَّما سُكِّرَتْ أبصارُنا}؛ أي: أصابها سكر وغشاوة حتى رأينا ما لم نَرَ. {بل نحنُ قومٌ مسحورون}؛ أي: ليس هذا بحقيقة، بل هذا سحرٌ. وقوم وصلت بهم الحال إلى هذا الإنكار؛ فإنَّهم لا مطمع فيهم ولا رجاء.
14-15. Yani onlara ne kadar büyük mucizeler gelirse gelsin yine de iman etmez, inkarda diretirler. Hatta “onlara gökten bir kapı açsak da” bu kapıdan yukarı doğru çıksalar ve buna kendi gözleri ile tanık olsalar, aşırı zulümlerinden ve inatlarından ötürü böyle bir mucizeyi inkâr ederek: “şöyle diyeceklerdir: Kesin gözlerimiz perdelendi” de olmadık şeyleri görecek hale geldik “daha doğrusu bize büyü yapılmış!” Bu, bir hakikat olamaz; aksine bu bir büyüdür. İnkârları bu dereceye ulaşmış bir topluluğun iman edeceğine umutlanmaya imkan yoktur.
Daha sonra Allah, peygamberlerin getirdiği hakka delil olan ayetleri söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 16 - 20 #
{وَلَقَدْ جَعَلْنَا فِي السَّمَاءِ بُرُوجًا وَزَيَّنَّاهَا لِلنَّاظِرِينَ (16) وَحَفِظْنَاهَا مِنْ كُلِّ شَيْطَانٍ رَجِيمٍ (17) إِلَّا مَنِ اسْتَرَقَ السَّمْعَ فَأَتْبَعَهُ شِهَابٌ مُبِينٌ (18) وَالْأَرْضَ مَدَدْنَاهَا وَأَلْقَيْنَا فِيهَا رَوَاسِيَ وَأَنْبَتْنَا فِيهَا مِنْ كُلِّ شَيْءٍ مَوْزُونٍ (19) وَجَعَلْنَا لَكُمْ فِيهَا مَعَايِشَ وَمَنْ لَسْتُمْ لَهُ بِرَازِقِينَ (20)}
16- Andolsun ki biz, gökte burçlar yarattık ve onu seyredenler için süsledik. 17- Onu her taşlanmış şeytandan da koruduk. 18- Kulak hırsızlığı yapan hariç ki onun da ardına parlak bir ateş parçası düşer. 19- Yeryüzünü de döşeyip yaydık, oraya sabit dağlar yerleştirdik ve orada ölçüsü belirli her şeyden bitirdik. 20- Orada sizin için hem birçok geçim kaynakları hem de rızıklarını sizin vermediğiniz kimseler yarattık.
#
{16} يقول تعالى مبيناً كمال اقتداره ورحمته بخلقه: {ولقد جَعَلْنا في السماء بروجاً}؛ أي: نجوماً كالأبراج والأعلام العظام يُهتدى بها في ظُلمات البرِّ والبحر، {وزيَّنَّاها للناظرين}: فإنَّه لولا النجوم؛ لما كان للسماء هذا المنظر البهي والهيئة العجيبة، وهذا مما يدعو الناظرين إلى التأمُّل فيها والنظر في معانيها والاستدلال بها على باريها.
16. Yüce Allah, kudretinin kemalini ve yarattıklarına olan merhametini beyan ederek şöyle buyurmaktadır: “Andolsun ki Biz, gökte burçlar” yani tıpkı burçlara benzeyen, karanın ve denizin karanlıklarında kendileri ile yol bulunabilen büyük alametler olan yıldızları “yarattık ve onu” yani göğü “seyredenler için süsledik.” Yıldızlar olmasaydı göğün bu güzel manzarası ve bu hayret verici şekli olmazdı. Bu ise ona bakanların gökler hakkında dikkatle düşünmelerini, bunun üzerinde kafa yormalarını ve onları yoktan Yaratana dair bir delil görmelerini gerektirir.
#
{17} {وحَفِظناها من كلِّ شيطان رجيم}: إذا استرق السمع؛ اتَّبعته الشهبُ الثواقب، فبقيت السماء ظاهرها مجمّلٌ بالنجوم النيرات، وباطنها محروسٌ ممنوعٌ من الآفات.
17. “Onu her taşlanmış şeytandan koruduk.” Şeytan, kulak hırsızlığı yaparak işitmek istedi mi, gelip geçen alevli ateşler hemen onun peşine takılır, böylelikle gök, zahiri itibari ile parıldayan yıldızlarla güzel görünümlü, batıni itibariyle de afetlerden korunup muhafaza edilmiş olmaktadır.
#
{18} {إلا من استرق السمع}؛ أي: [إلاّ] في بعض الأوقات قد يسترق بعضُ الشياطين السمع بخفية واختلاس. {فأتْبَعَهُ شهابٌ مبينٌ}؛ أي: بيِّن منير يقتله أو يخبله؛ فربما أدركه الشهاب قبل أن يوصِلَها الشيطان إلى وليِّه فينقطع خبر السماء عن الأرض، وربَّما ألقاها إلى وليِّه قبل أن يدرِكَه الشهاب، فيضمُّها، ويكذبُ معها مائة كذبة، ويستدلُّ بتلك الكلمة التي سُمعت من السماء.
18. “Kulak hırsızlığı yapan hariç” Yani bazı vakitlerde kimi şeytanlar gizlice bir şeyler işitmeye çalışır. Ancak “onun da ardına parlak bir ateş parçası düşer.” Yani onu öldüren yahut da alıklaştıran aşikar ve aydınlık bir ateş parçası, onun arkasına takılır. Bazen bu ateş parçası, o şeytan, kulak hırsızlığı yaparak öğrendiği o sözleri dostuna ulaştıramadan ona yetişir ve böylelikle göğün haberi yere ulaşmadan kesilir. Bazen de bu alevli ateş ona yetişmeden o, çaldığı bu sözü dostuna telkin eder. O dostu da buna yüz yalan daha katar sonra da gökten işitilmiş olan bu sözü kendi doğruluğuna delil diye gösterir.
#
{19} {والأرض مددناها}؛ أي: وسعناها سعة يتمكَّن الآدميون والحيوانات كلُّها من الامتداد بأرجائها والتناول من أرزاقها والسكونِ في نواحيها. {وألقَيْنا فيها رواسيَ}؛ أي: جبالاً عظاماً تحفظ الأرض بإذن الله أن تميدَ وتثبِّتها أن تزول. {وأنبَتْنا فيها من كلِّ شيءٍ موزونٍ}؛ أي: نافع متقوَّم يضطرُّ إليه العباد والبلاد ما بين نخيل وأعناب وأصناف الأشجار وأنواع النبات والمعادن.
19. “Yeryüzünü de döşeyip yaydık.” Yani bütün insanların ve canlıların dört bir yanına yayılmalarını, rızıklarını elde edip çeşitli yerlerinde yerleşmelerini mümkün kılacak şekilde orayı genişlettik. “Oraya sabit dağlar” yani Allah’ın izni ile yeryüzünü çalkalanmaktan ve yok olmaktan koruyarak ona sağlamlık veren büyük dağlar “yerleştirdik ve orada ölçüsü belirli her şeyden bitirdik.” Fayda veren, değer taşıyan, insanların ve beldelerin zorunlu olarak ihtiyaç duydukları hurma ağaçları, üzüm bağları, çeşitli ağaçlar ve türlü bitkiler var ettik.
#
{20} {وجعلنا لكم فيها معايش}: من الحرث ومن الماشية ومن أنواع المَكاسب والحِرَف، {ومَنْ لستم له برازقين}؛ أي: أنعمنا عليكم بعبيدٍ وإماءٍ وأنعامٍ لنفعكم ومصالحكم، وليس عليكم رزقُها، بل خوَّلكم الله إيَّاها، وتكفَّل بأرزاقها.
20. “Orada sizin için hem birçok geçim kaynakları” ekinler, davarlar, türlü kazanç şekilleri ve meslekler “hem de rızıklarını sizin vermediğiniz kimseler yarattık.” Faydanıza ve maslahatınıza olmak üzere sizlere köleler, cariyeler ve davarlar ihsan ettik. Bütün bunların rızkını karşılamak sizin vazifeniz değildir. Aksine Yüce Allah, sizlere bunları ihsan etmiş ve aynı zamanda onların rızkını vermeyi de kendisi üstlenmiştir.
Ayet: 21 #
{وَإِنْ مِنْ شَيْءٍ إِلَّا عِنْدَنَا خَزَائِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُ إِلَّا بِقَدَرٍ مَعْلُومٍ (21)}
21- Hazineleri bizim yanımızda olmayan hiç bir şey yoktur. Biz onu ancak belli bir miktar ile indiririz.
#
{21} أي: جميع الأرزاق وأصناف الأقدار لا يملِكُها أحدٌ إلاَّ الله؛ فخزائِنُها بيده، يعطي مَن يشاء ويمنع مَن يشاء بحسب حكمته ورحمته الواسعة. {وما ننزِّلُه}؛ أي: المقدَّر من كلِّ شيء من مطر وغيره، {إلاَّ بقدرٍ معلوم}: فلا يزيدُ على ما قدَّره الله، ولا ينقص منه.
21. Yani bütün rızıklara ve her türlü takdire Allah’tan başka sahip ve malik olan yoktur. Bütün bunların hazineleri O’nun elindedir, dilediğine verir, dilediğinden alıkoyar. Bunu da hikmetine ve engin rahmetine göre yapar. “Biz onu” yani yağmur ve ona benzer miktarı tespit edilmiş olan her bir şeyi “ancak belli bir miktar ile indiririz.” Allah’ın tespit ettiğinden fazla da olmaz, eksik de olmaz.
Ayet: 22 #
{وَأَرْسَلْنَا الرِّيَاحَ لَوَاقِحَ فَأَنْزَلْنَا مِنَ السَّمَاءِ مَاءً فَأَسْقَيْنَاكُمُوهُ وَمَا أَنْتُمْ لَهُ بِخَازِنِينَ (22)}
22- Biz aşılayıcı rüzgarlar gönderdik ve gökten su indirip onunla sizleri suladık. (Yoksa) o suyu toplayıp biriktiren siz değilsiniz.
#
{22} أي: وسخَّرنا الرياح رياح الرحمة تُلْقِحُ السحاب كما يُلْقِحُ الذكر الأنثى، فينشأ عن ذلك الماء بإذن الله، فيسقيه الله العبادَ ومواشيَهم وأرضَهم، ويُبقي في الأرض مدَّخراً لحاجاتهم وضروراتهم ما هو مقتضى قدرته ورحمته. {وما أنتم له بخازِنينَ}؛ أي: لا قدرة لكم على خزنِهِ وادِّخاره، ولكن الله يخزِنُه لكم ويَسْلُكُه ينابيع في الأرض رحمةً بكم وإحساناً إليكم.
22. Yani bizler rüzgarları -tıpkı erkeğin dişiyi aşılaması gibi- bulutları aşılayan rahmet rüzgarları olarak boyun eğdirdik ki bunun sonucunda Allah’ın izni ile su oluşur. Allah, bu suyla kulları, davarları, onların arazilerini sular. Ayrıca bu suyu yeryüzünde onların ihtiyaçlarını karşılamak için depolayıp saklar. Bu da O’nun kudret ve rahmetinin bir sonucudur. (Yoksa) o suyu toplayıp biriktiren siz değilsiniz.” Yani sizler bu suyu saklayıp biriktirmeye güç yetiremezsiniz; fakat Yüce Allah, onu sizin için saklayıp biriktirmekte, size olan rahmet ve ihsanının bir tecellisi olarak yeryüzündeki su kaynaklarını onunla beslemektedir.
Ayet: 23 - 25 #
{وَإِنَّا لَنَحْنُ نُحْيِي وَنُمِيتُ وَنَحْنُ الْوَارِثُونَ (23) وَلَقَدْ عَلِمْنَا الْمُسْتَقْدِمِينَ مِنْكُمْ وَلَقَدْ عَلِمْنَا الْمُسْتَأْخِرِينَ (24) وَإِنَّ رَبَّكَ هُوَ يَحْشُرُهُمْ إِنَّهُ حَكِيمٌ عَلِيمٌ (25)}
23- Kuşkusuz biz, evet biz hem hayat veririz, hem öldürürüz. (Yeryüzüne) vâris olacaklar da biziz. 24- Andolsun ki sizden önce gelip geçenleri de biliriz, sonra gelenleri de biliriz. 25- Şüphe yok ki Rabbin, onları(n hepsini mahşerde) toplayacaktır. Gerçekten O, hikmet sahibidir, her şeyi bilendir.
#
{23 ـ 25} أي: هو وحده لا شريك له الذي يحيي الخلق من العدم بعد أن لم يكونوا شيئاً مذكوراً، ويميتهم لآجالهم التي قدرها، {ونحن الوارثون}؛ كقوله: {إنا نحنُ نَرِثُ الأرضَ ومَنْ عليها وإلينا يُرْجَعون}: وليس ذلك بعزيز ولا ممتنع على الله؛ فإنه تعالى يعلم المستقدِمين من الخلق والمستأخِرين منهم، ويعلم ما تَنْقُصُ الأرض منهم وما تفرِّقُ من أجزائهم، وهو الذي قدرتُهُ لا يعجِزُها معجِزٌ، فيعيد عباده خلقاً جديداً، ويحشُرُهم إليه. {إنَّه حكيمٌ}: يضع الأشياء مواضعها، وينزِلُها منازِلَها، ويجازي كلَّ عامل بعمله: إن خيراً؛ فخير، وإن شرًّا؛ فشر.
23. Yani kendilerinden söz edilmeye değer bir varlık değilken yokluktan sonra canlıları yaratan ve tespit ettiği ecelleri gelince de canlarını alan, yalnızca O’dur ve bunda hiçbir ortağı yoktur. “Yeryüzüne) vâris olacaklar da biziz.” Buyruğu, Allah’ın: “Yeryüzüne ve üzerindekilere elbet biz mirasçı oluruz ve onlar yalnız bize döndürülürler.” (Meryem, 19/40) buyruğunu andırmaktadır. Bu, Allah için zor ve imkânsız bir şey değildir. Çünkü Allah, yaratılmışların önce geçmiş olanlarını da sonra gelenlerini de bilir, yerin onlardan ne eksilttiğini, onlara ait parçaları nasıl dağıttığını da bilir. O, hiçbir gücün aciz bırakamayacağı kudret sahibidir. O, kullarını yeni bir yaratılışla tekrar var edecek ve huzurunda toplayacaktır. “Gerçekten O, hikmet sahibidir, her şeyi bilendir.” Eşyayı yerli yerince koyar, olmaları gereken yere getirir. Amelde bulunan herkese de ameline uygun karşılık verir, hayırsa hayır şer ise şer...
Ayet: 26 - 44 #
{وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنْسَانَ مِنْ صَلْصَالٍ مِنْ حَمَإٍ مَسْنُونٍ (26) وَالْجَانَّ خَلَقْنَاهُ مِنْ قَبْلُ مِنْ نَارِ السَّمُومِ (27) وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلَائِكَةِ إِنِّي خَالِقٌ بَشَرًا مِنْ صَلْصَالٍ مِنْ حَمَإٍ مَسْنُونٍ (28) فَإِذَا سَوَّيْتُهُ وَنَفَخْتُ فِيهِ مِنْ رُوحِي فَقَعُوا لَهُ سَاجِدِينَ (29) فَسَجَدَ الْمَلَائِكَةُ كُلُّهُمْ أَجْمَعُونَ (30) إِلَّا إِبْلِيسَ أَبَى أَنْ يَكُونَ مَعَ السَّاجِدِينَ (31) قَالَ يَاإِبْلِيسُ مَا لَكَ أَلَّا تَكُونَ مَعَ السَّاجِدِينَ (32) قَالَ لَمْ أَكُنْ لِأَسْجُدَ لِبَشَرٍ خَلَقْتَهُ مِنْ صَلْصَالٍ مِنْ حَمَإٍ مَسْنُونٍ (33) قَالَ فَاخْرُجْ مِنْهَا فَإِنَّكَ رَجِيمٌ (34) وَإِنَّ عَلَيْكَ اللَّعْنَةَ إِلَى يَوْمِ الدِّينِ (35) قَالَ رَبِّ فَأَنْظِرْنِي إِلَى يَوْمِ يُبْعَثُونَ (36) قَالَ فَإِنَّكَ مِنَ الْمُنْظَرِينَ (37) إِلَى يَوْمِ الْوَقْتِ الْمَعْلُومِ (38) قَالَ رَبِّ بِمَا أَغْوَيْتَنِي لَأُزَيِّنَنَّ لَهُمْ فِي الْأَرْضِ وَلَأُغْوِيَنَّهُمْ أَجْمَعِينَ (39) إِلَّا عِبَادَكَ مِنْهُمُ الْمُخْلَصِينَ (40) قَالَ هَذَا صِرَاطٌ عَلَيَّ مُسْتَقِيمٌ (41) إِنَّ عِبَادِي لَيْسَ لَكَ عَلَيْهِمْ سُلْطَانٌ إِلَّا مَنِ اتَّبَعَكَ مِنَ الْغَاوِينَ (42) وَإِنَّ جَهَنَّمَ لَمَوْعِدُهُمْ أَجْمَعِينَ (43) لَهَا سَبْعَةُ أَبْوَابٍ لِكُلِّ بَابٍ مِنْهُمْ جُزْءٌ مَقْسُومٌ (44)}
26- Andolsun ki biz, insanı balçık halindeyken kurumuş bir çamurdan yarattık. 27- Cinleri de (bundan) daha önce dumansız ateşten yarattık. 28- Bir vakit Rabbin meleklere şöyle demişti: “Ben balçık halindeyken kurumuş bir çamurdan bir beşer yaratacağım.” 29- “Ona tam bir şekil verip de içine ruhumdan üflediğim vakit derhal onun için secdeye kapanın.” 30- Bunun üzerine meleklerin hepsi toptan secde ettiler. 31- Ancak İblis hariç; o, secde edenlerle beraber olmaktan kaçındı. 32- Allah buyurdu ki: “Ey İblis, sen ne diye secde edenlerle beraber olmadın?” 33- Dedi ki: “Benim, balçık halindeyken kurumuş bir çamurdan yarattığın bir beşere secde etmem olacak şey değildir.” 34- Buyurdu ki: “O halde çık oradan. Çünkü sen (artık) kovulmuş birisin.” 35- “Ve lanet hesap gününe kadar da senin üzerinde olacaktır.” 36- Dedi ki: “Rabbim, öyle ise bana onların tekrar diriltilecekleri güne kadar mühlet ver.” 37- Buyurdu ki: “Sen mühlet verilenlerdensin;” 38- “Bilinen vaktin (geleceği) güne kadar.” 39- Dedi ki: “Rabbim, beni saptırmana karşılık yemin ederim ki ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve hepsini kesinlikle saptıracağım.” 40- “Ancak onlardan ihlâsa erdirilmiş kulların müstesnâ.” 41- Buyurdu ki: “İşte bana ulaştıran dosdoğru yol (apaçık ortada)!” 42- “Muhakkak ki benim kullarım üzerinde senin hiçbir otoriten yoktur, ancak azgınlardan sana uyanlar müstesnâ.” 43- “Şüphesiz onların hepsine vaad olunan yer de cehennemdir,” 44- “Onun yedi kapısı vardır ki her kapıya onlardan ayrılmış belli bir pay vardır.”
Yüce Allah, atamız Âdem aleyhisselam’a olan nimet ve ihsanını, düşmanı olan İblis ile aralarında cereyan edenleri, bu arada onun şerrinden ve fitnesinden sakındırmayı ihtiva eden bir çerçeve içerisinde söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{26} {ولقد خلقنا الإنسان}؛ أي: آدم عليه السلام {من صَلْصال من حَمَإٍ مسنونٍ}؛ أي: من طين قد يبس بعدما خُمِّرَ حتى صار له صَلْصَلَةٌ وصوتٌ كصوت الفخار. والحمأ المسنون: الطينُ المتغيِّر لونه وريحه من طول مكثه.
26. “Andolsun ki biz insanı” yani Âdem aleyhisselam’ı “balçık halindeyken kurumuş bir çamurdan yarattık.” Yani kurumuş ve tıpkı çömlek gibi ses çıkaracak hale gelmiş bir çamurdan yarattık. “Balçık” ise uzun süre kaldığından dolayı rengi ve kokusu değişmiş çamur demektir.
#
{27} {والجانَّ}: وهو أبو الجنِّ؛ أي: إبليس، {خَلَقْناه من قبل}: خَلْقِ آدم، {من نار السَّموم}؛ أي: من النار الشديدة الحرارة.
27. “Cinleri de” yani cinlerin atası olan İblis’i de (bundan) daha önce” yani Âdem’in yaratılışından önce “dumansız ateşten” yani son derece sıcak ateşten “yarattık.”
#
{28 ـ 29} فلما أراد الله خَلْقَ آدم؛ قال للملائكة: {إنِّي خالقٌ بشراً من صَلْصال من حمإٍ مَسْنونٍ. فإذا سوَّيْتُه}: جسداً تامًّا، {ونفختُ فيه من روحي فَقَعُوا له ساجدينَ}.
28-29. Allah Adem’i yaratmayı dileyince meleklere şöyle dedi: “Ben balçık halindeyken kurumuş bir çamurdan bir beşer yaratacağım. Ona tam bir şekil verip” yani tam bir beden haline getirip “de içine ruhumdan üflediğim vakit derhal” Rabbinizin emrine uyarak “onun için secdeye kapanın.”
#
{30 ـ 31} فامتثلوا أمرَ ربِّهم، {فسجد الملائكةُ كلُّهم أجمعون}: تأكيدٌ بعد تأكيدٍ؛ ليدلَّ على أنه لم يتخلَّف منهم أحدٌ، وذلك تعظيماً لأمر الله وإكراماً لآدم حيث عَلِمَ ما لم يعلموا. {إلاَّ إبليسَ أبى أن يكونَ مع الساجدين}: وهذه أول عداوته لآدم وذرِّيَّته.
30. “Bunun üzerine meleklerin hepsi toptan secde ettiler.” Burada (hepsi ve toptan kelimeleri ile) te’kid üstüne te’kid/pekiştirme yapılmıştır ki meleklerden hiçbirinin secde etmekten geri kalmadığı anlaşılmış olsun. Bu secde, Allah’ın emrini ta’zim, Âdem aleyhisselam için de bir saygı idi. Zira Âdem, onların bilmedikleri şeyleri bilmişti. 31. “Ancak İblis hariç; o, secde edenlerle beraber olmaktan kaçındı.” Bu, onun Âdem’e ve onun soyundan gelecek olanlara yönelik ilk düşmanlığı idi.
#
{32 ـ 33} {قال}: الله: {يا إبليسُ ما لك ألا تكون مع الساجدين. قال لم أكنْ لأسجدَ لبشرٍ خلقتَه من صلصال من حمإٍ مسنونٍ}: فاستكبر على أمر الله، وأبدى العداوة لآدم وذرِّيَّته، وأعجِبَ بعنصره، وقال: أنا خيرٌ من آدم.
32-33. Yüce Allah “buyurdu ki: “Ey İblis, sen ne diye secde edenlerle beraber olmadın?” Ded, ki: “Benim, balçık halindeyken kurumuş bir çamurdan yarattığın bir beşer için secde etmem olacak şey değildir!” Böylelikle Allah’ın emrine karşı büyüklendi, Âdem’e ve onun soyundan gelecek olanlara düşmanlığını açığa vurdu, kendi yaratılış mayasını üstün görerek “Ben, Âdem’den hayırlıyım” dedi.
#
{34 ـ 35} {قال} الله معاقباً له على كفره واستكباره: {فاخْرُجْ منها فإنَّك رجيمٌ}؛ أي: مطرود ومبعدٌ من كل خير، {وإنَّ عليك اللعنةَ}؛ أي: الذمَّ والعيب والبعد عن رحمة الله {إلى يوم الدين}. ففيها وما أشبهها دليلٌ على أنَّه سيستمرُّ على كفره وبعده من الخير.
34-35. Yüce Allah da küfrüne ve büyüklenmesine karşılık bir ceza olmak üzere: “Buyurdu ki: “O halde çık oradan. Çünkü sen (artık) kovulmuş” yani her türlü hayırdan uzaklaştırılmış “birisin. Ve lanet” yani yergi, ayıplama ve Allah’ın rahmetinden uzak kalış “hesap gününe kadar da senin üzerinde olacaktır.” Bu ve benzeri ayetlerde onun, küfrü üzere devam edip gideceğine, hayırdan uzak kalışının sürekli olacağına delil vardır.
#
{36 ـ 38} {قال ربِّ فأنْظِرْني}؛ أي: أمهِلْني {إلى يوم يُبْعَثونَ. قال فإنَّك من المُنْظَرينَ. إلى يوم الوقتِ المعلوم}: وليس إجابةُ الله لدعائِهِ كرامةً في حقِّه، وإنما ذلك امتحانٌ وابتلاءٌ من الله له وللعباد؛ ليتبيَّن الصادق الذي يطيع مولاه دون عدوه ممن ليس كذلك، ولذلك حذَّرنا منه غاية التحذير، وشرح لنا ما يريده منَّا.
36. Bunun üzerine İblis “dedi ki: Rabbim, öyle ise bana onların tekrar diriltilecekleri güne kadar mühlet ver.” yani süre tanı. 37-38. “Buyurdu ki: Sen mühlet verilenlerdensin, bilinen vaktin (geleceği) güne kadar.” Allah’ın, İblis’in duasını kabul etmesi, ona olan bir lütufdan dolayı değildir. Bu, Allah tarafından hem onun, hem de kulların imtihan edilmesi için kabul edilmiştir. Böylelikle yüce Mevlasına itaat edenle düşmanına itaat eden, doğru ve samimi kimselerle böyle olmayanlar birbirlerinden ayırt edilsin. Yüce Allah, bu yüzden bizi ondan son derece sakındırmış ve onun bizden neler istediğini açıklamıştır.
#
{39} {قال ربِّ بما أغويتني لأزيِّنَنَّ لهم في الأرض}؛ أي: أزيِّن لهم الدنيا، وأدعوهم إلى إيثارها على الأخرى، حتى يكونوا منقادين لكلِّ معصيةٍ، {ولأغوِيَنَّهم أجمعين}؛ أي: أصدُّهم كلَّهم عن الصراط المستقيم، {إلاَّ عبادَك منهم المخلَصين}؛ أي: الذين أخلصتهم، واجتبيتهم لإخلاصهم وإيمانهم وتوكلهم.
39. “Dedi ki: Rabbim, beni saptırmana karşılık yemin ederim ki ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim” Onlara dünyayı süslü gösterip onu âhirete tercih etmeye çağıracağım ki her türlü günahın arkasından gitsinler. “ve hepsini kesinlikle saptıracağım.” Dosdoğru yoldan alıkoyup uzaklaştıracağım.
#
{40} قال الله: {هذا صراطٌ عليَّ مستقيمٌ}؛ أي: معتدلٌ موصلٌ إليَّ وإلى دار كرامتي.
40. “Ancak onlardan ihlâsa erdirilmiş” ihlâsları imanları ve tevekkülleri dolayısı ile kendilerini ihlâsa erdirip seçtiğin “kulların müstesnâ.”
#
{41} {إنَّ عبادي ليس لك عليهم سلطانٌ}: تميلهم به إلى ما تشاء من أنواع الضَّلالات بسبب عبوديَّتهم لربِّهم وانقيادهم لأوامره، أعانهم الله وعصمهم من الشيطان.
41. Bunun üzerine Allah “buyurdu ki: “İşte bana ulaştıran dosdoğru yol” Bana ulaştıran, benim lütuf ve ihsan yurduma götüren mutedil yol (apaçık ortada)!”
#
{42} {إلاَّ من اتَّبعك}: فرضي بولايتك وطاعتك بدلاً من طاعة الرحمن، {من الغاوينَ}: والغاوي ضدُّ الراشد؛ فهو الذي عرف الحقَّ وتركه، والضالُّ الذي تركه من غير علم منه به.
42. “Muhakkak ki benim kullarım üzerinde senin hiçbir otoriten yoktur.” Yani kendisi ile onları dilediğin sapıklıklara meylettireceğin gücün yoktur. Buna sebep de onların, Rablerine kullukları ve emirlerine bağlılıklarıdır. Allah, bu halleri sebebi ile onları şeytandan korumuş ve onlara yardımcı olmuştur. “Ancak azgınlardan sana uyanlar müstesnâ.” Rahman’a itaat edecek yerde seni dost bilip sana itaate razı olanlar müstesnâ. el-Ğâvî (mealde “azgın” diye karşılanmıştır) “râşid” (doğru yolda olan)’ın zıddı olup hakkı bilmekle birlikte terk eden kimse demektir. ed-Dâll (sapık) ise bilmeksizin hakkı terk eden kimse demektir.
#
{43} {وإنَّ جهنَّم لَمَوْعِدُهم أجمعين}؛ أي: إبليس وجنوده.
43. “Şüphesiz onların hepsine” İblis’e ve askerlerine “vaadolunan yer de cehennemdir.
#
{44} {لها سبعةُ أبوابٍ}: كل باب أسفل من الآخر. {لكلِّ باب منهم}؛ أي: من أتباع إبليس {جزءٌ مقسومٌ}: بحسب أعمالهم؛ قال تعالى: {فَكُبْكِبوا فيها هم والغاوونَ وجنودُ إبليسَ أجمعونَ}.
44. “Onun yedi kapısı vardır” ve her bir kapı ötekinden daha aşağıdadır “ki her kapıya onlardan” İblis’e tâbi olanlardan amellerine göre “ayrılmış belli bir pay vardır.” Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: “Onlar ve azgınlar, İblis’in orduları ile hep birlikte yüz üstü oraya atılırlar.” (eş-Şuarâ, 26/94-95)
Allah azze ve celle kendi düşmanı ve kullarının düşmanı olan İblis’e uyanlara hazırlamış olduğu ibretli ve çetin azabı söz konusu ettikten sonra, gerçek dostlarına hazırlamış olduğu büyük lütfu ve ebedi nimetleri söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 45 - 50 #
{إِنَّ الْمُتَّقِينَ فِي جَنَّاتٍ وَعُيُونٍ (45) ادْخُلُوهَا بِسَلَامٍ آمِنِينَ (46) وَنَزَعْنَا مَا فِي صُدُورِهِمْ مِنْ غِلٍّ إِخْوَانًا عَلَى سُرُرٍ مُتَقَابِلِينَ (47) لَا يَمَسُّهُمْ فِيهَا نَصَبٌ وَمَا هُمْ مِنْهَا بِمُخْرَجِينَ (48) نَبِّئْ عِبَادِي أَنِّي أَنَا الْغَفُورُ الرَّحِيمُ (49) وَأَنَّ عَذَابِي هُوَ الْعَذَابُ الْأَلِيمُ (50)}.
45- Şüphesiz takva sahipleri, cennetlerde ve pınar başlarındadır. 46- “Girin oraya selametle, güven içinde…” 47- Biz onların göğüslerindeki kini söküp attık. Kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşılıklı otururlar. 48- Orada onlara hiçbir yorgunluk dokunmaz, onlar oradan çıkarılmayacaklardır da. 49- Kullarıma haber ver ki: Ben, gerçekten Ğafûr ve Rahîm’im.” 50- “Ama azabım da hiç şüphesiz can yakıcı bir azaptır.”
#
{45} يقول تعالى: {إنَّ المتَّقين}: الذين اتَّقوا طاعة الشيطان وما يدعوهم إليه من جميع الذنوب والعصيان، {في جنَّاتٍ وعيون}: قد احتوت على جميع الأشجار، وأينعت فيها جميعُ الثمار اللذيذة في جميع الأوقات.
45. “Şüphesiz” şeytana itaatten ve onun davet ettiği bütün günah ve masiyetlerden sakınan “takva sahipleri elbette cennetlerde ve pınar başlarındadır.” Oralarda her çeşitten ağaç bulunur ve hepsi de her vakit meyvelerini verirler.
#
{46} ويقال لهم حال دخولها: {ادخُلوها بسلام آمنينَ}: من الموت والنوم والنَّصَب واللُّغوب وانقطاع شيء من النعيم الذي هم فيه أو نقصانه ومن المرض والحزن والهمِّ وسائر المكدرات.
46. Cennete girecekleri vakit onlara: “Girin oraya” denilecektir, “selametle, güven içinde” yani ölümden, uykudan, yorgunluktan, boş şeylerden, içinde bulundukları nimetlerden herhangi birisinin sonunun gelmesinden yahut eksilmesinden, hastalıktan, üzüntüden, kederden ve rahatsızlık verici sair şeylerden yana selamette ve güvende olarak.
#
{47} {ونزعنا ما في صدورهم من غِلٍّ}: فتبقى قلوبُهم سالمةً من كلِّ غلٍّ وحسدٍ متصافية متحابَّة، {إخواناً على سُرُر متقابلين}: دلَّ ذلك على تزاورهم واجتماعهم وحسن أدبهم فيما بينهم في كون كلٍّ منهم مقابلاً للآخر لا مستدبراً له، متكئين على تلك السُّرر المزيَّنة بالفرش واللؤلؤ وأنواع الجواهر.
47. “Biz onların göğüslerindeki kini söküp attık.” Böylece kalpleri her türlü kinden ve kıskançlıktan arınıp tertemiz olmuş, karşılıklı sevgi ile dolmuştur. “Kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşılıklı otururlar.” Bu, onların ziyaretleşeceklerine ve bir araya gelip toplanacaklarına delildir. Yine aralarında güzel bir şekilde adaba riâyet edeceklerine de delildir. Zira her birisinin yüzü diğerine dönük olcak, birbirlerine arka dönmeyeceklerdir. Sergiler, inciler ve çeşitli mücevharat ile süslenmiş tahtlara yaslanacaklardır.
#
{48} {لا يَمَسُّهم فيها نصبٌ}: لا ظاهرٌ ولا باطنٌ، وذلك لأنَّ الله يُنشئهم نشأةً وحياةً كاملةً لا تقبل شيئاً من الآفات. {وما هم منها بمُخْرَجين}: على سائر الأوقات.
48. “Orada, onlara” ne maddi ne manevi “hiçbir yorgunluk dokunmaz.” Çünkü Allah, onları herhangi bir kusuru olmayan tam ve eksiksiz bir hayat ile yeniden yaratacaktır. “Onlar oradan” hiçbir zaman “çıkarılmayacaklardır da.”
#
{49} ولما ذكر ما يوجب الرغبة والرهبة من مفعولات الله من الجنة والنار؛ ذكر ما يوجب ذلك من أوصافه تعالى، فقال: {نبِّئ عبادي}؛ أي: أخبرهم خبراً جازماً مؤيداً بالأدلَّة، {أني أنا الغفورُ الرحيم}: فإنَّهم إذا عرفوا كمال رحمته ومغفرته؛ سعوا بالأسباب الموصلة لهم إلى رحمته، وأقلعوا عن الذُّنوب وتابوا منها؛ لينالوا مغفرتَهُ.
49. Allah, yaratmış olduğu cennet ve cehennemin etkisi ile korkmayı ve umutlanmayı gerektiren şeyleri söz konusu ettikten sonra kendi sıfatlarından da bunları gerektiren şeyleri söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Kullarıma haber ver ki” delillerle pekiştirilmiş olarak ve kesin bir şekilde onlara bildir ki: “Ben, gerçekten Ğafûr ve Rahîm’im.” Allah’ın rahmet ve mağfiretinin kemalini bilirlerse rahmetin kendilerine ulaşmasını sağlayacak yolları izlemeye gayret ederler. Günahlardan da uzak kalırlar ve yaptıklarından da tevbe ederler ki mağfiretine nail olsunlar.
#
{50} ومع هذا؛ فلا ينبغي أن يتمادى بهم الرجاءُ إلى حال الأمن والإدلال؛ فنبئهم {أنَّ عذابي هو العذابُ الأليمُ}؛ أي: لا عذاب في الحقيقة إلاَّ عذابُ الله الذي لا يقادَرُ قَدْره ولا يُبْلَغ كُنْهه، نعوذ به من عذابه؛ فإنهم إذا عرفوا أن لا يعذِّبَ عذابَه أحدٌ ولا يوثِقُ وَثاقَهُ أحدٌ؛ حذروا وأبعدوا عن كلِّ سبب يوجب لهم العقاب. فالعبد ينبغي أن يكون قلبه دائماً بين الخوف والرجاء والرغبة والرهبة؛ فإذا نظر إلى رحمة ربِّه ومغفرته وجوده وإحسانه؛ أحدث له ذلك الرجاءَ والرغبةَ، وإذا نظر إلى ذنوبه وتقصيره في حقوق ربِّه؛ أحدث له الخوفَ والرهبة والإقلاع عنها.
50. Bununla birlikte Allah’ın rahmetini ummaları, onların azabından emin olmalarına ve ağırdan almalarına sebeb teşkil etmemelidir. Bu yüzden onlara haber ver ki: “azabım da hiç şüphesiz can yakıcı bir azaptır.” Hakikatte Allah’ın azabından başka azap yoktur ve o, öyle bir azaptır ki miktarı tespit edilemez ve özü asla idrak edilemez. O’nun azabından yine O’na sığınırız. İşte Allah’ın kulları, “O’nun azabı gibi kimse azab edemez, O’nun bağladığı gibi kimse bağlayamaz.” (el-Fecr, 89/25-26) gerçeğini bilecek olurlarsa, cezalandırılmalarını gerektirecek her bir sebepten sakınır ve uzak kalırlar. Kulun kalbi, her zaman için korku ile ümit ve arzu ile çekince arasında bulunmalıdır. Rabbinin rahmet ve mağfiretine, cömertlik ve ihsanına bakınca bu, onun umut ve arzusunu harekete geçirmelidir. Kendi günahlarına, Rabbinin haklarını yerine getirmekteki kusurlarına bakınca da bu, onda korku ve çekince halini harekete geöirmeli ve o günahlardan vazgeçmesini sağlamalıdır.
Ayet: 51 - 56 #
{وَنَبِّئْهُمْ عَنْ ضَيْفِ إِبْرَاهِيمَ (51) إِذْ دَخَلُوا عَلَيْهِ فَقَالُوا سَلَامًا قَالَ إِنَّا مِنْكُمْ وَجِلُونَ (52) قَالُوا لَا تَوْجَلْ إِنَّا نُبَشِّرُكَ بِغُلَامٍ عَلِيمٍ (53) قَالَ أَبَشَّرْتُمُونِي عَلَى أَنْ مَسَّنِيَ الْكِبَرُ فَبِمَ تُبَشِّرُونَ (54) قَالُوا بَشَّرْنَاكَ بِالْحَقِّ فَلَا تَكُنْ مِنَ الْقَانِطِينَ (55) قَالَ وَمَنْ يَقْنَطُ مِنْ رَحْمَةِ رَبِّهِ إِلَّا الضَّالُّونَ (56)}.
51- Onlara İbrahim’in konuklarından haber ver. 52- Hani konuklar onun yanına girip: “Selâm (ederiz) demişlerdi. O da: “Doğrusu biz sizden korkuyoruz”, demişti. 53- Onlar da dediler ki: “Korkma! Biz, sana bilge bir oğul müjdeliyoruz.” 54- Dedi ki: Bana ihtiyarlık gelip çatmışken beni mi (oğulla) müjdeliyorsunuz? Bu, neyin müjdesidir? 55- Dediler ki: “Biz, seni hak ile müjdeliyoruz. Onun için sakın ümit kesenlerden olma!” 56- Dedi ki: “Rabbinin rahmetinden, sapıklardan başka kim ümit keser ki?”
#
{51} يقول تعالى لنبيِّه محمد - صلى الله عليه وسلم -: {ونبِّئْهم عن ضيفِ إبراهيم}؛ أي: عن تلك القصَّة العجيبة؛ فإنَّ في قصِّك عليهم أنباء الرسل وما جرى لهم ما يوجب لهم العبرةَ والاقتداء بهم، خصوصاً إبراهيم الخليل، الذي أمرنا اللهُ أن نتَّبِعَ ملَّته، وضيفه هم الملائكة الكرام، أكْرَمَهُ الله بأنْ جَعَلَهم أضيافه.
51. Daha sonra Yüce Allah peygamberi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e hitaben şöyle buyurmaktadır: “Onlara İbrahim’in konuklarından haber ver.” Yani o hayret verici kıssayı anlat. Çünkü senin onlara peygamberlerin kıssalarını ve başlarından geçenleri anlatışın ibret almalarını ve onlara uymalarını sağlayabilir. Özellikle de Yüce Allah’ın dinine tâbi olmamızı emrettiği İbrahim el-Halîl’in kıssaları böyledir. Ona gelen misâfirler melâike-i kirâm idi. Allah bu melekleri konuk göndermekle ona lütufta bulunmuştu.
#
{52} {إذ دخلوا عليه فقالوا سلاماً}؛ أي: سلَّموا عليه فردَّ عليهم، {قال إنَّا منكم وَجِلونَ}؛ أي: خائفون؛ لأنَّه لما دخلوا عليه، وحسبهم ضيوفاً؛ ذهب مسرعاً إلى بيته، فأحضر لهم ضيافتهم عجلاً حنيذاً، فقدَّمه إليهم، فلما رأى أيدِيَهم لا تصِلُ إليه؛ خاف منهم أن يكونوا لصوصاً أو نحوهم فقالوا له:
52. “Hani konuklar onun yanına girip: “Selâm (ederiz) demişlerdi.” Bu sözleri ile ona selam vermişlerdi. O da onların selamlarını aldı. “Doğrusu biz sizden korkuyoruz, demişti.” Melekler onun yanına girip o da onları misâfir zannedince çabucak evine gitmiş ve ziyafet olarak kızartılmış bir danayı önlerine getirivermişti. Meleklerin ellerinin ona uzanmadığını görünce gelenlerin hırsız yahut benzeri kötü kimseler olacağından korkmuştu.
#
{53} {لا تَوْجَلْ إنَّا نبشِّرك بغلام عليم}: وهو إسحاق عليه الصلاة والسلام. تضمنت هذه البشارة بأنَّه ذكرٌ لا أنثى. {عليم}؛ أي: كثير العلم. وفي الآية الأخرى: {وبشَّرْناه بإسحاقَ نبيًّا من الصَّالحينَ}.
53. Onlar: “Korkma Biz, sana bilge bir oğul” bu, İshak aleyhisselam idi “müjdeliyoruz.” Bu buyruk müjdelenen çocuğun kız değil erkek olduğunu ve bilge, yani oldukça bilgili olacağını ihtiva etmektedir. Bir diğer âyet-i kerimede ise: “Ve ona salihlerden bir peygamber olmak üzere İshak’ı müjdeledik” (es-Sâffât, 37/112) diye buyurulmaktadır.
#
{54} {قال} لهم متعجِّباً من هذه البشارة: {أبشَّرْتُموني}: بالولد {على أن مَسَّنِيَ الكِبَرُ}: وصار نوع إياس منه. {فبم تبشِّرونِ}؛ أي: على أيِّ وجهٍ تبشِّرون وقد عدمت الأسباب؟!
54. İbrahim bu müjdeden hayrete düşerek onlara: “Bana ihtiyarlık gelip çatmışken beni mi” bir oğlumun olacağı ile “müjdeliyorsunuz.” Bu, böyle bir şeyden bir bakıma ümitsiz olduğunu göstermektedir. “Bu, neyin müjdesidir?” Ben oğul sahibi olmak için gerekli sebeplere sahip değilken bu müjdeniz nasıl açıklanabilir?
#
{55} {قالوا بشَّرْناك بالحقِّ}: الذي لا شكَّ فيه؛ لأنَّ الله على كلِّ شيءٍ قديرٌ، وأنتم بالخصوص يا أهل هذا البيت، رحمة الله وبركاته عليكم؛ فلا يُسْتَغْرَبُ فضل الله وإحسانُه إليكم. {فلا تَكُنْ من القانطينَ}: الذين يستبعدون وجودَ الخير، بل لا تزال راجياً لفضل الله وإحسانِهِ وبرِّه وامتنانه.
55. “Dediler ki: Biz seni” hakkında en ufak bir şüphenin söz konusu olmadığı “hak ile müjdeliyoruz.” Çünkü Yüce Allah, her şeye gücü yetendir. Özellikle sizler de -ey hane halkı- Allah’ın rahmet ve bereketleri sizin üzerinizdedir. O nedenle Allah’ın sizlere lütuf ve ihsanda bulunmasının garipsenecek bir tarafı yoktur. “Onun için sakın ümit kesenlerden” yani hayrın gerçekleşeceğini uzak bir ihtimal olarak görenlerden “olma!” Aksine Allah’ın lütfunu, ihsanını, iyilik ve bağışını ummaya devam edenlerden olmalısın.
#
{56} فأجابهم إبراهيمُ بقوله: {ومَن يَقْنَطُ من رحمةِ ربِّه إلاَّ الضَّالُّون}: الذين لا علم لهم بربِّهم وكمال اقتداره، وأما مَنْ أنعم الله عليه بالهداية والعلم العظيم؛ فلا سبيل إلى القنوط إليه؛ لأنَّه يعرف من كَثْرة الأسباب والوسائل والطرق لرحمة الله شيئاً كثيراً. ثم لما بشَّروه بهذه البشارة؛ عَرَفَ أنَّهم مرسلون لأمرٍ مهمٍّ.
56. İbrahim de onlara cevaben: “Rabbinin rahmetinden” Rablerini tnımayan ve onun kemâl derecesindeki kudretini bilmeyen “sapıklardan başka kim ümit keser ki?” Allah’ın kendilerine hidâyet ve büyük ilim nimetini ihsan ettiği kimselerin ümitsizliğe kapılmaları ise mümkün değildir. Çünkü bu kimseler, Yüce Allah’ın rahmetine ulaştıran pek çok yol ve sebep olduğunu bilirler.
Ayet: 57 - 77 #
{قَالَ فَمَا خَطْبُكُمْ أَيُّهَا الْمُرْسَلُونَ (57) قَالُوا إِنَّا أُرْسِلْنَا إِلَى قَوْمٍ مُجْرِمِينَ (58) إِلَّا آلَ لُوطٍ إِنَّا لَمُنَجُّوهُمْ أَجْمَعِينَ (59) إِلَّا امْرَأَتَهُ قَدَّرْنَا إِنَّهَا لَمِنَ الْغَابِرِينَ (60) فَلَمَّا جَاءَ آلَ لُوطٍ الْمُرْسَلُونَ (61) قَالَ إِنَّكُمْ قَوْمٌ مُنْكَرُونَ (62) قَالُوا بَلْ جِئْنَاكَ بِمَا كَانُوا فِيهِ يَمْتَرُونَ (63) وَأَتَيْنَاكَ بِالْحَقِّ وَإِنَّا لَصَادِقُونَ (64) فَأَسْرِ بِأَهْلِكَ بِقِطْعٍ مِنَ اللَّيْلِ وَاتَّبِعْ أَدْبَارَهُمْ وَلَا يَلْتَفِتْ مِنْكُمْ أَحَدٌ وَامْضُوا حَيْثُ تُؤْمَرُونَ (65) وَقَضَيْنَا إِلَيْهِ ذَلِكَ الْأَمْرَ أَنَّ دَابِرَ هَؤُلَاءِ مَقْطُوعٌ مُصْبِحِينَ (66) وَجَاءَ أَهْلُ الْمَدِينَةِ يَسْتَبْشِرُونَ (67) قَالَ إِنَّ هَؤُلَاءِ ضَيْفِي فَلَا تَفْضَحُونِ (68) وَاتَّقُوا اللَّهَ وَلَا تُخْزُونِ (69) قَالُوا أَوَلَمْ نَنْهَكَ عَنِ الْعَالَمِينَ (70) قَالَ هَؤُلَاءِ بَنَاتِي إِنْ كُنْتُمْ فَاعِلِينَ (71) لَعَمْرُكَ إِنَّهُمْ لَفِي سَكْرَتِهِمْ يَعْمَهُونَ (72) فَأَخَذَتْهُمُ الصَّيْحَةُ مُشْرِقِينَ (73) فَجَعَلْنَا عَالِيَهَا سَافِلَهَا وَأَمْطَرْنَا عَلَيْهِمْ حِجَارَةً مِنْ سِجِّيلٍ (74) إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَاتٍ لِلْمُتَوَسِّمِينَ (75) وَإِنَّهَا لَبِسَبِيلٍ مُقِيمٍ (76) إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَةً لِلْمُؤْمِنِينَ (77)}.
57- Dedi ki: “O halde, ey elçiler, (esas) göreviniz nedir?” 58- Dediler ki: “Gerçek şu ki biz, günahkar bir kavme gönderildik.” 59- “Ancak Lût ailesi müstesnâ. Onların hepsini mutlaka kurtaracağız. 60- “Karısı hariç. Onun geride kalanlardan olmasını takdir ettik.” 61- Nihâyet elçiler Lût ailesine geldikleri vakit… 62- O dedi ki: “Doğrusu siz, tanınmayan kimselersiniz.” 63- Dediler ki: “Bilakis biz, sana onların hakkında şüphe ettikleri şeyi getirdik.” 64- “Biz sana hak ile geldik ve şüphesiz biz doğru söyleyenleriz.” 65- “O nedenle gecenin bir vaktinde aile efradını yola çıkar, sen de arkalarından git ve sizden hiç kimse arkasına dönüp bakmasın. Emrolunduğunuz yere gidin!” 66- Ona şu gerçeği vahyettik: “Sabaha karşı onların ardı arkası mutlaka kesilmiş olacaktır.” 67- Derken şehir halkı (birbirlerine) müjde vererek geldiler. 68- (Lut) dedi ki: “Bunlar, benim misâfirlerimdir, beni rezil etmeyin.” 69- “Allah’tan korkun ve beni mahcup etmeyin!” 70- “Biz seni birilerini misafir etmekten men etmedik mi?” dediler. 71- Dedi ki: “İşte kızlarım (onlarla evlenin, bunu yapın) eğer yapacaksanız!” 72- Hayatın hakkı için (ey Muhammed), onlar gerçekten sarhoşlukları içinde bocalıyorlardı. 73- Nihayet sabah güneş doğarken o çığlık onları yakalayıverdi. 74- Oranın üstünü altına getirdik ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş taşlar yağdırdık. 75- Elbette bunda basiret sahibi olanlar için ibretler vardır. 76- Elbette o (Lut kavminin) şehri, işlek bir yol üzerindedir. 77- Elbette bunda iman edenler için bir ibret vardır.
#
{57} أي: {قال} الخليلُ عليه السلام للملائكة: {فما خطبكُم أيُّها المرسلون}؛ أي: ما شأنكم؟ ولأيِّ شيءٍ أرسِلْتُم؟!
57. Melekler, İbrahim’e bu müjdeyi verdikten sonra o, onların önemli bir iş için gönderilmiş olduklarını anladı ve meleklere “dedi ki: “O halde, ey elçiler, (esas) göreviniz nedir?” Ne için gönderildiniz?
#
{58} {قالوا إنَّا أرسِلْنا إلى قوم مجرِمين}؛ أي: كثر فسادُهم وعَظُم شرُّهم لنعذِّبَهم ونعاقبهم.
58. “Dediler ki: “Gerçek şu ki biz, günahkar” fesatları çok, kötülükleri büyük “bir kavme” onlara azap ve ceza indirmek üzere “gönderildik.”
#
{59 ـ 60} {إلاَّ آلَ لوطٍ}؛ أي: إلاَّ لوطاً وأهله، {إلاَّ امرأتَهُ قدَّرْنا أنَّها لَمِنَ الغابرين}؛ أي: الباقين بالعذاب، وأما لوطٌ؛ فَسَنُخْرِجَنَّه وأهله وننجِّيهم منها. فجعل إبراهيم يجادل الرسل في إهلاكهم ويراجعهم، فقيل له: {يا إبراهيمُ أعْرِضْ عن هذا إنَّه قد جاء أمُر ربِّك وإنَّهم آتيهم عذابٌ غير مردودٍ}. فذهبوا منه.
59-60. “Ancak Lût ailesi müstesnâ. Onların hepsini mutlaka kurtaracağız.” Lût ve onun aile halkı müstesnâdır ve azaptan kurtarılacaklardır. “Karısı hariç, onun” azap içerisinde “geride kalanlardan olmasını takdir ettik.” Lût ve diğer aile halkını ise bu azaptan kurtaracağız. Bunun üzerine İbrahim aleyhisselam, helâklerinin ertelenmesi hususunda elçilerle tartışmaya, bu konuda onlara karşı savunmaya koyuldu. Bunun üzerine ona: “Ey İbrahim, bundan vazgeç, çünkü Rabbinin emri gelmiştir, onlara geri çevrilemeyecek bir azap gelip çatmıştır” (Hud, 11/76) diye cevap verdiler ve yanından ayrıldılar.
#
{61 ـ 62} {فلما جاء آلَ لوطٍ المرسلونَ قال} لهم لوط: {إنَّكم قوم مُنْكَرونَ}؛ أي: لا أعرفكم، ولا أدري من أنتم.
61-62. “Nihâyet elçiler Lût ailesine geldikleri vakit” Lût onlara “Doğrusu siz tanınmayan kimselersiniz.” ben sizi tanımıyorum, kim olduğunuzu bilmiyorum, dedi.
#
{63} فَـ {قالوا بل جِئْناك بما كانوا فيه يَمْتَرون}؛ أي: جئناك بعذابهم الذي كانوا يشكُّون فيه ويكذِّبونك حين تَعِدُهم به.
63. “Dediler ki: Bilakis biz sana onların, hakkında şüphe ettikleri şeyi getirdik.” Yani biz, sana hakkında şüphe ettikleri ve onları kendisi ile tehdit ettiğin vakit seni yalanladıkları şeyi, başlarına gelecek olan o azabı getirmek için geldik.
#
{64} {وأتيناك بالحقِّ}: الذي ليس بالهزل. {وإنَّا لصادقونَ}: فيما قلنا لك.
64. “Biz sana” şaka değil “hak ile geldik ve şüphesiz biz” sana söylediğimiz bu sözlerimizle “doğru söyleyenleriz.”
#
{65} {فأسْرِ بأهلك بقِطْع من الليل}؛ أي: في أثنائه حين تنام العيون ولا يدري أحدٌ عن مَسْراك. {ولا يَلْتَفِتْ منكم أحدٌ}؛ أي: بل بادروا وأسرعوا، {وامْضوا حيثُ تُؤْمَرون}: كأنَّ معهم دليلاً يدلُّهم على أين يتوجَّهون.
65. “O nedenle gecenin bir vaktinde aile efradını yola çıkar.” Uykuya dalınacağı ve kimsenin senin yola çıkışını bilmeyeceği bir sırada onları yola çıkar. “Sen de arkalarından git ve sizden kimse arkasına dönüp bakmasın!” Yani çabucak yola koyulun ve hızlıca uzaklaşın. “Emrolunduğunuz yere gidin.” Sanki onlarla birlikte nereye yöneleceklerini gösteren bir kılavuz da var gibiydi.
#
{66} {وقضَيْنا إليه ذلك}؛ أي: أخبرناه خبراً لا مَثْنَوِيَّة فيه، {أنَّ دابرَ هؤلاء مقطوعٌ مصبحينَ}؛ أي: سيصبِّحهم العذابُ الذي يجتاحهم، ويستأصلهم.
66. “Ona şu gerçeği vahyettik:” Yani istisnası olmayan şu kat’i haberi verdik: “Sabaha karşı onların ardı arkası mutlaka kesilmiş olacaktır.” Yani onları kökten imha edecek olan azap, sabah vakti başlarına gelecektir.
#
{67 ـ 69} {وجاء أهلُ المدينة}؛ أي: المدينة التي فيها لوطٌ، {يستبشرونَ}؛ أي: يبشِّر بعضُهم بعضاً بأضياف لوطٍ وصباحةِ وجوههم واقتدارهم عليهم، وذلك لقصدِهِم فعلَ الفاحشة فيهم، فجاؤوا حتى وصلوا إلى بيت لوطٍ، فجعلوا يعالجون لوطاً على أضيافه، ولوطٌ يستعيذُ منهم ويقولُ: {إنَّ هؤلاء ضَيْفي فلا تَفْضَحونِ. واتَّقوا الله ولا تُخْزُونِ}؛ أي: راقبوا الله أول ذلك، وإن كان ليس فيكم خوفٌ من الله؛ فلا تفضحوني في أضيافي، وتنتَهكِوا منهم الأمر الشنيع.
67. “Derken” Lût kavminin içinde yaşadığı “şehir halkı (birbirlerine) müjde vererek” biri diğerine Lût’un misâfirlerinin bulunduğunu, bunların yüzlerinin güzelliğini ve bunları ellerine geçirebilecekleri müjdesini vererek “geldiler.” Çünkü onlar bu misâfirlere hayasızca işlerini yapmak istiyorlardı. 68-69. Lût’un evine varınca misâfirlerini almak için Lut’la uğraşmaya başladılar. Lût ise onlara karşı koyup şöyle dedi: “Bunlar benim misâfirlerimdir, sakın beni rezil etmeyin. Allah’tan korkun ve beni mahcup etmeyin.” Sizde Allah korkusundan eser yoksa da bir defa olsun Allah’tan korkup sakının; misâfirlerime karşı beni rezil etmeyin! O çirkin işi yapmaya kalkışarak onların saygınlıklarını ayaklar altına almayın!
#
{70} فَـ {قَالوا} له جواباً عن قوله: {ولا تخزونِ} فقط: {أولم نَنْهَكَ عن العالمين}: أن تضيِّفهم، فنحن قد أنذرناك، ومن أنذر؛ فقد أعذر.
70. Lût’un: “Sakın beni rezil etmeyin” sözüne karşı cevap olmak üzere sadece: “Biz seni birilerini misafir etmekten men etmedik mi? dediler.” Başkalarını misâfir etmeni yasaklamadık mı? Biz seni uyarmış bulunuyorduk, daha önce uyarıda bulunan mazeret kapsını kapatmış olur.
#
{71 ـ 72} فَـ {قَال} لهم لوطٌ من شدَّة الأمر الذي أصابه: {هؤلاء بناتي إن كنتُم فاعلينَ}: فلم يبالوا بقوله، ولهذا قال الله لرسوله محمدٍ - صلى الله عليه وسلم -: {لَعَمْرُك إنَّهم لفي سكرتِهِم يعمهونَ}: وهذه السكرة هي سكرة محبَّة الفاحشة التي لا يُبالون معها بعذل ولا لوم.
71. Lût, karşı karşıya kaldığı bu zorlu hâl dolayısı ile onlara: “Dedi ki: “İşte kızlarım (onlarla evlenin, bunu yapın) eğer yapacaksanız!” Ancak onlar, Lût’un sözlerine aldırmadılar bile. İşte bundan dolayı Yüce Allah, Rasûlü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e hitaben şöyle buyurmaktadır: 72. “Hayatın hakkı için (ey Muhammed) onlar gerçekten sarhoşlukları içinde bocalıyorlardı.” Bu şarhoşluk, onları herhangi bir ayıplama ve kınanmaya aldırmamaları noktasına götüren ve yaptıkları hayasızca işe duydukları sevgiden kaynaklanan bir sarhoşluktu.
#
{73} فلما بينت له الرسل حالَهم؛ زال عن لوطٍ ما كان يَجِدُه من الضيق والكرب، فامتثل أمر ربِّه، وسرى بأهله ليلاً، فنجوا. وأما أهل القرية؛ {فأخذتْهُمُ الصيحةُ مشرقينَ}؛ أي: وقت شروق الشمس؛ حين كانت العقوبة عليهم أشدّ.
73. Gelen elçiler Lût’a durumlarını açıklayınca Lût, duyduğu sıkıntı ve kederden kurtuldu. Rabbinin emrine uyarak aile halkını alıp geceleyin yola koyuldu ve kurtuldular. Kasaba halkına gelince: “Nihayet sabah güneş doğarken” azabın kendileri için daha çetin ve ağır olacağı bir vakit olan güneşin doğuşu zamanında “o çığlık onları yakalayıverdi.”
#
{74} {فجعَلْنا عالِيَها سافِلَها}؛ أي: قلبنا عليهم مدينتهم، {وأمطَرْنا عليهم حجارةً من سجِّيل}: تتبع فيها من شذَّ من البلد منهم.
74. “Oranın üstünü altına getirdik” Şehirlerini kaldırıp başlarına geçirdik “ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş taş yağdırdık.” Bu taşlar, onlardan şehrin dışında olanların da arkasına takılıp onları bulmuştu.
#
{75} {إن في ذلك لآيات للمتوسِّمين}؛ أي: المتأمِّلين المتفكِّرين الذين لهم فكرٌ ورويَّة وفراسةٌ يفهمون بها ما أريد بذلك مِن أنَّ من تجرّأ على معاصي الله، خصوصاً هذه الفاحشة العظيمة، وأنَّ الله سيعاقِبُهم بأشنع العقوباتِ؛ كما تجرؤوا على أشنع السيئات.
75. “Elbette bunda basiret sahibi olanlar için ibretler vardır.” Düşüncesi, tefekkürü, feraseti bulunan, dikkatle düşünen ve bununla neyin kastedildiğini anlayan kimseler için ibretler vardır. Bu ibret de şudur: Allah’a isyanı gerektiren işleri yapma cesaretini gösterenleri, özellikle de bu büyük hayasızlığı işlemeye kalkışanları Yüce Allah -en çirkin günahı işleme cesaretini göstermelerine karşılık- en ağır cezalarla cezalandıracaktır.
#
{76} {وإنَّها}؛ أي: مدينة قوم لوط {لَبسبيل مُقيم}: للسالكين، يعرفه كلُّ مَنْ تردَّد في تلك الدِّيار.
76. “Elbette o (Lut kavminin) şehri” gidip gelenler için “işlek bir yol üzerindedir.” Oralara gidip gelen herkes bunu bilmektedir.
#
{77} {إنَّ في ذلك لآيةً للمؤمنين}: وفي هذه القصة من العبر: عنايتُه تعالى بخليله إبراهيم؛ فإنَّ لوطاً عليه السلام من أتباعه وممَّن آمن به، فكأنه تلميذٌ له؛ فحين أراد الله إهلاك قوم لوطٍ حين استحقُّوا ذلك؛ أمر رسله أن يمرُّوا على إبراهيم عليه السلام كي يبشِّروه بالولد ويخبروه بما بعثوا له، حتى إنَّه جادلهم عليه السلام في إهلاكهم، حتى أقنعوه، فطابت نفسُه، وكذلك لوط عليه السلام، لما كانوا أهل وطَنِهِ؛ فربما أخذتْه الرقة عليهم والرأفة بهم؛ قدَّر الله من الأسباب ما به يشتدُّ غيظُه وحِنْقُهُ عليهم، حتَّى استبطأ إهلاكَهم لمَّا قيل له: {إنَّ موعِدَهم الصبحُ أليس الصبحُ بقريبٍ}. ومنها: أن الله تعالى إذا أراد أن يُهْلِكَ قرية ازداد شرُّهم وطغيانهم؛ فإذا انتهى؛ أوقع بهم من العقوبات ما يستحقُّونه.
77. “Elbette bunda iman edenler için bir ibret vardır.” Bu kıssadaki ibretlerin bazıları şunlardır: Şanı Yüce Allah’ın, halili İbrahim’e özel bir inâyeti vardı. Zira Lût aleyhisselam ona uyanlardan ve ona iman edenlerdendi, adeta onun bir öğrencisi gibiydi. Yüce Allah, Lût kavmini -helâki hak ettiklerinde- helâk etmeyi murat edince elçilerine oğlunu müjdelemeleri ve ne için gönderildiklerini haber vermeleri için İbrahim’e de uğramalarını emretmişti. İbrahim de elçilerle Lût kavminin helâkinin ertelenmesi hususunda tartışmıştır. Sonunda onlar, onu ikna etmişler ve gönlü tatmin olmuştur. Aynı şekilde Lût da kendi vatanını paylaşan kimseler olduklarından belki onlara şefkat edip acıyabilirdi. Yüce Allah da onun kavmine karşı daha çok öfkelenmesini gerektirecek sebepleri takdir etmişti. Hatta Lût, kendisine: “Onlara vaat edilen (azap) vakti sabahtır, sabah da yakın değil mi?” (Hûd, 11/8) denilince onların helâk edilecekleri bu vakti bile geç bulmuştu. Diğer taraftan Yüce Allah, bir ülkeyi helâk etmeyi murad etti mi o ülke halkının kötülükleri ve azgınlıkları daha da artar. Artık en ileri derecesine ulaştı mı da onlara hak ettikleri azabı gönderir.
Ayet: 78 - 79 #
{وَإِنْ كَانَ أَصْحَابُ الْأَيْكَةِ لَظَالِمِينَ (78) فَانْتَقَمْنَا مِنْهُمْ وَإِنَّهُمَا لَبِإِمَامٍ مُبِينٍ (79)}.
78- Eyke halkı da gerçekten zalim kimseler idi. 79- Onlardan da intikam aldık. Her iki (şehir) de hâlâ aşikar bir yol üzerindedir.
#
{78} وهؤلاء قوم شعيبٍ، نَعَتَهُم الله وأضافهم إلى الأيكَة، وهو البستان كثير الأشجار؛ ليذكر نعمته عليهم، وأنهم ما قاموا بها، بل جاءهم نبيُّهم شعيب، فدعاهم إلى التوحيد، وتَرْك ظُلْم الناس في المكاييل والموازين، وعالَجَهم على ذلك أشدَّ المعالجة، فاستمروا على ظلمهم في حقِّ الخالق وفي حقِّ الخلق، ولهذا وصفهم هنا بالظُّلم.
78. Yüce Allah, Şuayb kavmini niteliklerini belirterek onları Eyke halkı olarak tanıtmaktadır. Eyke, ağaçları bol yer demektir. Bununla onlar üzerindeki nimetini hatırlatmakta, onların ise bu nimetin gereğini yerine getirmediğini, aksine peygamberleri Şuayb tevhide, insanlara ölçü ve tartılarda zulmetmeyi terke davet ederek bu konuda onlar ile en ileri derecede tartıştığında hem Allah hakkında hem de yaratıkları hakkındaki zulümlerinde direttiklerini bildirmektedir. Bundan dolayı Yüce Allah burada onları zalim olmakla nitelendirmektedir.
#
{79} {فانْتَقَمْنا منهم}: فأخذهم عذابُ يومِ الظُّلَّةِ؛ إنه كان عذاب يوم عظيم. {وإنَّهما}؛ أي: ديار قوم لوطٍ وأصحاب الأيكة، {لبإمام مُبينٍ}؛ أي: لبطريق واضح يمرُّ بهم المسافرون كلَّ وقت، فيبين من آثارهم ما هو مشاهَدٌ بالأبصار، فيعتبر بذلك أولو الألباب.
79. “Onlardan da intikam aldık.” Yani o gölge gününün azabı ile onları yakaladık ki gerçekten o, çok dehşetli bir günün azabı idi. “Her iki (şehir) de” yani Lût kavminin de Eyke halkının da yurtları “hâlâ aşikar bir yol üzerindedir.” Her zaman için yolcuların gidip geldikleri ve açıkça görülen besbelli bir yol üzerindedir. Burada onların kalıntıları, gözle görülecek ve akıl sahiplerinin ibret alacakları şekilde meydandadır.
Ayet: 80 - 84 #
{وَلَقَدْ كَذَّبَ أَصْحَابُ الْحِجْرِ الْمُرْسَلِينَ (80) وَآتَيْنَاهُمْ آيَاتِنَا فَكَانُوا عَنْهَا مُعْرِضِينَ (81) وَكَانُوا يَنْحِتُونَ مِنَ الْجِبَالِ بُيُوتًا آمِنِينَ (82) فَأَخَذَتْهُمُ الصَّيْحَةُ مُصْبِحِينَ (83) فَمَا أَغْنَى عَنْهُمْ مَا كَانُوا يَكْسِبُونَ (84)}
80- Andolsun ki Hicr halkı da peygamberleri yalanlamıştı. 81- Biz onlara âyetlerimizi/mucizelerimizi vermiştik, ama onlar, onlardan yüz çeviriyorlardı. 82- Onlar, güven içinde dağlardan evler yontuyorlardı. 83- Nihayet sabaha girerken onları o çığlık yakalayıverdi. 84- Ancak kazanmakta oldukları kendilerine hiçbir fayda vermedi.
#
{80} يخبر تعالى عن أهل الحجر، وهم قوم صالح، الذين يسكنون الحجرَ المعروف في أرض الحجاز: أنَّهم كذَّبوا المرسلين؛ أي: كذَّبوا صالحاً، ومن كذَّب رسولاً؛ فقد كذَّب سائر الرسل لاتفاق دعوتهم، وليس تكذيب بعضهم لشخصِهِ، بل لما جاء به من الحقِّ، الذي اشترك جميع الرسل بالإتيان به.
80. Yüce Allah, bize Hicr halkından haber vermektedir. Bunlar, Hicaz topraklarında bilinen bir yer olan Hicr’de meskûn bulunan, Salih’in kavmi idiler. Bunlar “peygamberleri yalanlamıştı” yani Salih’i yalanlamışlardı. Ancak peygamberlerden birisini yalanlayan diğerlerini de yalanlamış sayılır. Çünkü onların çağrıları aynıdır. Kavimlerin peygamberleri yalanlamaları şahıs olarak onu yalanlamak değildi. Aksine onlar, bütün peygamberlerin ortaklaşa getirdikleri gerçeği yalanlamışlardı.
#
{81} {وآتيناهم آياتنا}: الدالَّة على صحَّة ما جاءهم به صالح من الحق التي من جملتها تلك الناقة التي هي من آيات الله العظيمة. {فكانوا عنها معرضين}: كِبْراً وتجبُّراً على الله.
81. “Biz onlara” Salih’in kendilerine getirmiş olduğu hakkın doğruluğuna delil olan “âyetlerimizi/mucizelerimizi vermiştik” Allah’ın büyük mucizelerinden biri olan dişi deve de bunlardan birisi idi. “ama onlar” büyüklenerek ve Allah’a karşı gelerek “onlardan yüz çeviriyorlardı.”
#
{82} {وكانوا}: من كثرة إنعام الله عليهم، {يَنْحِتون من الجبال بيوتاً آمنينَ}: من المخاوف، مطمئنين في ديارهم؛ فلو شكروا النعمة وصدَّقوا نبيَّهم صالحاً عليه السلام؛ لأدرَّ الله عليهم الأرزاق، ولأكرمهم بأنواع من الثواب العاجل والآجل، ولكنَّهم لما كذَّبوا وعقروا الناقة وعتوا عن أمرِ ربِّهم وقالوا: {يا صالحُ ائتِنا بما تَعِدُنا إن كنتَ من الصَّادقين}.
82-83. “Onlar” Allah’ın üzerlerindeki nimetlerinin çokluğundan dolayı yurtlarında korkudan yana rahat ve “güven içinde dağlardan evler yontuyorlardı.” Eğer Allah’ın nimetine şükretmiş ve peygamberleri Salih aleyhisselam’ı tasdik etmiş olsalardı Allah da onlara bol bol rızık ihsan eder, dünyevi ve uhrevi çeşitli mükâfatlarla onları ikramlara gark ederdi. Fakat onların peygamberleri yalanlamaları ve dişi deveyi de kesip Rablerinin emrine de karşı gelerek: “Ey Salih! Eğer sen gönderilmiş peygamberlerden isen bizi tehdit edip durduğun (azabı) getir” (el-Araf, 7/77) demeleri üzerine “onları o çığlık yakalayıverdi.” Bunun etkisi ile göğüslerindeki kalpleri parçalandı ve helâk olup yurtlarında diz üstü çökmüş halde kalakaldılar. Bununla birlikte bir de rezillik ve kesintisiz bir lânete de uğradılar.
#
{84} {فما أغنى عنهم ما كانوا يَكْسبونَ}: لأنَّ أمر الله إذا جاء لا يردُّه كَثْرة جنودٍ ولا قوَّة أنصار ولا غزارة أموال.
84. “Ancak kazanmakta oldukları kendilerine hiçbir fayda vermedi.” Çünkü Allah’ın emri geldiği takdirde askerlerin çokluğu, yardımcıların güçlü olması y ada malların bolluğu onu geri çeviremez.
Ayet: 85 - 86 #
{وَمَا خَلَقْنَا السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا إِلَّا بِالْحَقِّ وَإِنَّ السَّاعَةَ لَآتِيَةٌ فَاصْفَحِ الصَّفْحَ الْجَمِيلَ (85) إِنَّ رَبَّكَ هُوَ الْخَلَّاقُ الْعَلِيمُ (86)}.
85- Biz gökleri, yeri ve aralarındakileri ancak hak (bir amaç) ile yarattık. Şüphe yok ki kıyamet gelecektir. O halde sen onlara aldırmayıp güzel bir şekilde yüz çevir! 86- Şüphesiz senin Rabbin (her şeyi) yaratan ve bilendir.
#
{85} أي: ما خلقناهما عَبَثاً باطلاً كما يظنُّ ذلك أعداء الله، بل ما خلقناهما {إلاَّ بالحقِّ}: الذي منه أن يكونا بما فيهما دالَّتين على كمال خالقهما واقتداره وسعة رحمتِهِ وحكمتِهِ وعلمِهِ المحيط، وأنَّه الذي لا تنبغي العبادةُ إلا له وحدَه لا شريك له. {وإنَّ الساعة لآتيةٌ}: لا ريبَ فيها؛ لَخَلْقُ السماوات والأرض أكبرُ من خَلْق الناس. {فاصفَح الصَّفْح الجميلَ}: وهو الصفح الذي لا أذيَّة فيه، بل يقابل إساءة المسيء بالإحسان وذنبَه بالغفران؛ لتنال من ربِّك جزيل الأجر والثواب؛ فإنَّ كلَّ ما هو آتٍ فهو قريبٌ. وقد ظهر لي معنى أحسن مما ذكرتُ هنا، وهو أنَّ المأمور به هو الصفح الجميل؛ أي: الحسن الذي قد سَلِمَ من الحقد والأذيَّة القوليَّة والفعليَّة، دون الصفح الذي ليس بجميل، وهو الصفح في غير محلِّه؛ فلا يُصْفَح حيث اقتضى المقام العقوبة؛ كعقوبة المعتدين الظالمين الذين لا ينفعُ فيهم إلا العقوبة، وهذا هو المعنى.
85. Yani biz, Allah düşmanlarının zannettiği gibi gökleri ve yeri boşuna yaratmadık. Aksine her ikisini de “ancak hak (bir amaç) ile yarattık.” Bu hakkın bir gereği olarak, her ikisinde de onları yaratanın kemâline, kudretine, rahmetinin ve hikmetinin genişliğine, her şeyi kuşatan bilgisine, O’na hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ibadet etmek gerektiğine delil olacak şeyler yaptık. “Şüphe yok ki kıyamet gelecektir.” Bunda hiçbir şüphe yoktur. Çünkü göklerin ve yerin hiç yokken yaratılması elbette insanları ikinci bir defa yaratmaktan daha büyük br iştir. “O halde sen onlara aldırmayıp güzel bir şekilde yüz çevir!” bu, eziyetin söz konusu olmadığı bir yüz çevirmedir. Kötülük yapanlara sen iyilikle, günah işleyene de afla karşılık ver. Tâ ki böylece Rabbinden pek büyük ecir ve mükâfata nail olasın. Şüphesiz ki gelecek olan şey, yakın demektir. Burada sözünü ettiğim anlamdan daha güzel bir anlamı da farketmekteyim ki o da şudur: Burada emredilen, aldırış etmeyip güzelce, yani kinden, sözlü ve fiili eziyetten uzak bir şekilde yüz çevirmek, affetmektir. Yoksa güzel olmayan, yani yerli yerinde yapılmayan bir yüz çeviriş ve affediş değildir. Zira cezalandırmanın gerektiği bir yerde af söz konusu olmamalıdır. Mesela cezadan başka hiçbir şeyin faydalı olmayacağı haksız ve zalimlerin cezalandırılması bu kabildendir. İşte burada kastedilen de bu anlamdır.
#
{86} {إنَّ ربَّك هو الخلاَّق}: لكل مخلوق، {العليمُ}: بكل شيءٍ؛ فلا يعجِزُه أحدٌ من جميع ما أحاط به علمُه، وجرى عليه خلقُه، وذلك سائر الموجودات.
86. “Şüphesiz senin Rabbin” yaratılmış bulunan her şeyi “yaratan ve bilendir.” Her şeyi bilir. İlminin kuşattığı hiçbir şey ve yarattığı hiçbir varlık, O’nu aciz bırakamaz ki bunlar da Allah’ın dışındaki bütün varlıklardır.
Ayet: 87 - 99 #
{وَلَقَدْ آتَيْنَاكَ سَبْعًا مِنَ الْمَثَانِي وَالْقُرْآنَ الْعَظِيمَ (87) لَا تَمُدَّنَّ عَيْنَيْكَ إِلَى مَا مَتَّعْنَا بِهِ أَزْوَاجًا مِنْهُمْ وَلَا تَحْزَنْ عَلَيْهِمْ وَاخْفِضْ جَنَاحَكَ لِلْمُؤْمِنِينَ (88) وَقُلْ إِنِّي أَنَا النَّذِيرُ الْمُبِينُ (89) كَمَا أَنْزَلْنَا عَلَى الْمُقْتَسِمِينَ (90) الَّذِينَ جَعَلُوا الْقُرْآنَ عِضِينَ (91) فَوَرَبِّكَ لَنَسْأَلَنَّهُمْ أَجْمَعِينَ (92) عَمَّا كَانُوا يَعْمَلُونَ (93) [فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ وَأَعْرِضْ عَنِ الْمُشْرِكِينَ (94) إِنَّا كَفَيْنَاكَ الْمُسْتَهْزِئِينَ (95) الَّذِينَ يَجْعَلُونَ مَعَ اللَّهِ إِلَهًا آخَرَ فَسَوْفَ يَعْلَمُونَ (96) وَلَقَدْ نَعْلَمُ أَنَّكَ يَضِيقُ صَدْرُكَ بِمَا يَقُولُونَ (97) فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَكُنْ مِنَ السَّاجِدِينَ (98) وَاعْبُدْ رَبَّكَ حَتَّى يَأْتِيَكَ الْيَقِينُ (99)] }.
87- Andolsun ki biz sana tekrarlanan yediyi ve Kur’an-ı Azîm’i verdik. 88- Sakın onlardan bazı grupları faydalandırdığımız şeylere gözlerini dikme ve onlar için üzülme. Müminlere de kanadını ger. 89- Ve de ki: “Şüphesiz ben, evet ben (azaba karşı) açık bir uyarıcıyım.” 90- Tıpkı yemin edenlere indirdiğimiz (azap) gibi! 91- O, Kur’an’ı parça parça ayıranlara! 92- Rabbine andolsun ki onların hepsine elbette soracağız; 93- Yapmakta oldukları şeyleri. 94- O halde emrolunduğunu açıkça bildir ve müşriklerden yüz çevir! 95- O alay edip duranlara karşı muhakkak ki biz sana yeteriz. 96- Onlar ki Allah ile beraber başka bir ilâh tanırlar. Ama ilerde bilecekler! 97- Biz elbette biliyoruz ki onların söylediklerinden dolayı göğsün daralıyor. 98- O halde Rabbini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol! 99- Ve sana yakîn gelinceye kadar Rabbine ibadet et!
#
{87} يقول تعالى ممتنًّا على رسوله: {ولقد آتيناك سبعاً من المثاني}: وهنَّ على الصحيح السور السبع الطوال: البقرة وآل عمران والنساء والمائدة والأنعام والأعراف والأنفال مع التوبة. أو أنَّها فاتحة الكتاب؛ لأنها سبع آيات. فيكون عطف {القرآن العظيم} على ذلك من باب عطف العامِّ على الخاصِّ؛ لكثرة ما في المثاني من التوحيد وعلوم الغيب والأحكام الجليلة وتثنيتها فيها. وعلى القول بأن الفاتحة هي السبع المثاني معناها أنَّها سبعُ آياتٍ تُثنى في كلِّ ركعة.
87. Yüce Allah Rasûlüne olan lütfunu dile getirerek: “Andolsun ki biz sana tekrarlanan yedi (ayeti) ve Kur’an-ı Azîm’i verdik” buyurmaktadır. “Tekrarlanan yedi” sahih görüşe göre ya yedi uzun sureyi teşkil eden Bakara, Âl-i İmrân, Nisâ, Mâide, En’âm, A’râf ve Enfâl ile birlikte Tevbe sûreleridir yahut da yedi âyet olması dolayısı ile Fatiha suresidir. Bu durumda “Kur’an-ı Azîm”in atfı, genelin özele atfı kabilinden olur. Çünkü bu tekrarlanan yedide; tevhid, gaybî bilgiler, yüce hükümler çokça geçmekte ve sıkça tekrarlanmaktadır. Tekrarlanan yedinin Fatiha olduğu görüşüne göre de anlam şöyle olur: Bu sûre, namazda her bir rekatte tekrarlanan yedi âyetten oluşmaktadır. Yüce Allah, tekrarlanan yedi ile birlikte Kur’an-ı Azîm’i Peygamber’e verdiğine göre yarışacak kimselerin yarışabilecekleri en üstün şeyleri vermiş, müminlerin sevinmelerine sebep olacak en büyük ihsanı lütfetmiş demektir. “De ki: Allah’ın lütfu ve rahmeti ile, işte bunlarla sevinsinler. Bu, onların topladıklarından daha hayırlıdır.” (Yunus, 10/58) Bundan dolayı bir sonraki âyet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır:
#
{88} وإذ كان اللهُ قد أعطاه القرآن العظيم مع السبع المثاني؛ كان قد أعطاه أفضلَ ما يتنافسُ فيه المتنافسون وأعظمَ ما فرح به المؤمنون، {قُلْ بفضل اللهِ وبرحمتِهِ فبذلك فَلْيَفْرحوا هو خيرٌ مما يجمعونَ}، ولذلك قال بعده: {لا تمدَّنَّ عينيك إلى ما متَّعنا به أزواجاً منهم}؛ أي: لا تعجب إعجاباً يحمِلُك على إشغال فكرك بشهوات الدُّنيا التي تمتَّع بها المترفون واغترَّ بها الجاهلون، واستغْنِ بما آتاك الله من المثاني والقرآن العظيم. {ولا تحزَنْ عليهم}: فإنَّهم لا خير فيهم يُرجى، ولا نفع يُرتَقَب؛ فلك في المؤمنين عنهم أحسنُ البدل وأفضل العوض. {واخفِضْ جناحك للمؤمنين}؛ أي: ألِنْ لهم جانبك وحسِّنْ لهم خُلُقَك محبةً وإكراماً وتودُّداً.
88. “Sakın onlardan bazı grupları faydalandırdığımız şeylere gözlerini dikme!” Yani bu lüks içerisinde bulunanların faydalandığı ve cahillerin de aldandığı o dünya zevklerine düşünceni meşgul edecek şekilde beğeni ile bakma! Allah’ın sana vermiş olduğu tekrarlanan yedi ve Kur’an-ı Azim ile bunlara muhtaç olmadığını bil, onlarla yetin. “Onlar için üzülme.” Çünkü onlardan hayır umulmaz, bir fayda gelmesi de beklenmez. Onlar yerine mü’minler senin için en güzel karşılık ve en üstün bir bedeldir. “Müminlere de kanadını ger!” Onlara yumuşak davran, onlara karşı huyun güzel olsun, onlara sevgi, ikram ve muhabbetle davran.
#
{89} {وقل إني أنا النذير المبين}؛ أي: قم بما عليك من النذارة وأداء الرسالة والتبليغ للقريب والبعيد والعدوِّ والصديق؛ فإنَّك إذا فعلت ذلك؛ فليس عليك من حسابهم من شيء، وما من حسابك عليهم من شيء.
89. “Ve de ki: Şüphesiz ben, evet ben (azaba karşı) açık bir uyarıcıyım.” Yani uyarıcılık görevini yerine getir ve risaleti eda et. Uzağa da yakına da, dosta da düşmana da tebliğ yap. Sen bunu yapacak olursan onların hesabından sana bir şey düşmez, senin hesabından da onlara bir şey düşmez.
#
{90} وقوله: {كما أنزلنا على المقتسمين}؛ أي: كما أنزلنا العقوبة على المقتسمين على بطلان ما جئتَ به، الساعين لصدِّ الناس عن سبيل الله.
90. “Tıpkı” insanları Allah’ın yolundan alıkoymak için çalışan ve senin getirdiklerinin batıl olduğu hususunda “yemin edenlere” bir ceza olarak “indirdiğimiz (azap) gibi!”
#
{91} {الذين جَعلوا القرآنَ عِضِين}؛ أي: أصنافاً وأعضاءً وأجزاءً يصرِّفونه بحسب ما يهوونه؛ فمنهم من يقولُ: سحرٌ، ومنهم من يقول: كهانةٌ، ومنهم من يقول: مفترىً ... إلى غير ذلك من أقوال الكفرة المكذِّبين به، الذين جعلوا قدحَهم فيه؛ ليصدُّوا الناس عن الهدى.
91. “O, Kur’an’ı parça parça ayıranlara.” Kendi hevalarına ve arzularına göre onu kısımlara ve bölümlere ayırıp parçalayanlara… Zira onlardan kimisi: Bu bir büyüdür, derken kimisi: Bu bir kehanettir, diyordu. Kimisi ise: Bu uydurulmuştur, diyor ve buna benzer şekillerde Kur’an-ı Kerim’i insanları hidâyetten alıkoymak için tenkide koyuluyor, onu yalanlıyor, kâfirlerin söyledikleri diğer sözlerle onu niteliyorlardı.
#
{92 ـ 93} {فوربِّك لنسألنَّهم أجمعين}؛ أي: جميع من قدح فيه وعابه وحرَّفه وبدله، {عمَّا كانوا يعملون}: وفي هذا أعظم ترهيب وزجر لهم عن الإقامة على ما كانوا يعملون.
92. “Rabbine andolsun ki onların hepsine” Yani Kur’an-ı Kerim’e dil uzatan, onu ayıplayan, onu değişikliğe uğratmaya ve başka sözlerle değiştirmeye çalışanların hepsine “elbette soracağız.” 93. “Yapmakta oldukları şeyleri” onlara soracağız. Bu ifadede onların yaptıklarını sürdürmekten vazgeçmeleri için oldukça büyük bir uyarı vardır.
#
{94} ثم أمر الله رسوله أن لا يبالي بهم ولا بغيرهم، وأن يَصْدَعَ بما أمر الله ويعلنَ بذلك لكلِّ أحدٍ ولا يعوقنَّه عن أمره عائقٌ ولا تصدُّه أقوال المتهوِّكين. {وأعرض عن المشركينَ}: أي؛ لا تبال بهم، واتركْ مشاتَمَتَهم ومسابَّتهم مقبلاً على شأنك.
94. “O halde emrolunduğunu açıkça bildir” Yüce Allah, onlara da başkalarına da aldırmamasını, Allah’ın emrini açıkça söyleyerek herkese bunu ilan etmesini, hiçbir engel tanımamasını ve bu gibi iftiracıların sözlerinin onu görevini yerine getirmekten alıkoymamasını emretmektedir. “ve müşriklerden de yüz çevir!” Onlara aldırma! Onların hakaretlerine kulak asma ve görevini yerine getirmeye bak!
#
{95} {إنَّا كفيناك المستهزئين}: بك وبما جئت به. وهذا وعدٌ من الله لرسوله أن لا يضرُّه المستهزئون، وأن يكفيه الله إيَّاهم بما شاء من أنواع العقوبة، وقد فعل تعالى: فإنَّه ما تظاهر أحدٌ بالاستهزاء برسول الله - صلى الله عليه وسلم - وبما جاء به؛ إلا أهلَكَه الله وقَتَلَهُ شرَّ قِتْلَةٍ.
95. “O” seninle ve getirdiklerinle “alay edip duranlara karşı muhakkak ki biz sana yeteriz.” Bu, Allah tarafından Rasûlüne, alay edenlerin ona hiçbir şekilde zarar veremeyeceklerine ve Allah’ın, dilediği çeşitli azaplarla onların hakkından geleceğine dair bir vaadidir. Nitekim Allah, verdiği bu sözü yerine getirmiştir. Bir kimse, Allah Rasûlü ile ve onun getirdikleri ile açıkça alay etmişse mutlaka Allah, onu helâk etmiş ve en kötü bir şekilde canını almıştır.
#
{96} ثم ذكر وصفهم، وأنهم كما يؤذونك يا رسول الله؛ فإنَّهم أيضاً يؤذون الله، {الذين يجعلون مع الله إلهاً آخر}: وهو ربُّهم وخالقهم ومدبرهم. {فسوف يعلمون}: غِبَّ أفعالهم إذا وردوا القيامة.
96. Daha sonra Allah, bu alaycı kâfirlerin niteliklerini zikretmekte, Allah Rasûlüne eziyet ettikleri gibi Allah’a da şöylece eziyet ettiklerini bildirmektedir: “Onlar ki” rableri ve yaratıcıları olan ve onlara her türlü iyiliği ihsan eden “Allah ile beraber başka bir ilâh tanırlar. Ama ilerde” Kıyamette yaptıklarının kötü bir aldanıştan başka bir şey olmadığını “bilecekler!”
#
{97} {ولقد نعلمُ أنك يضيقُ صدرُكَ بما يقولون}: لك من التكذيب والاستهزاء؛ فنحن قادرون على استئصالهم بالعذاب والتَّعجيل لهم بما يستحقُّونه، ولكنَّ الله يمهِلُهم، ولا يهملُهم.
97. “Biz elbette biliyoruz ki onların söylediklerinden dolayı” seni yalanlayıp alay etmeleri yüzünden “göğsün daralıyor.” Biz, onları azap ile toptan imha edip köklerini kurutmaya, hak ettikleri azabı derhal vermeye kadiriz. Allah mühlet verir, ama ihmal etmez.
#
{98} فأنت يا محمدُ، {سبِّحْ بحمد ربِّك وكن من الساجدين}؛ أي: أكثر من ذكر الله وتسبيحه وتحميده والصلاة؛ فإنَّ ذلك يوسع الصدر ويشرَحُه ويُعينك على أمورك.
98. “O halde” ey Muhammed “Rabbini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol!” Allah’ı çokça an, çokça tesbih et, O’na çokça hamd et, bol bol namaz kıl. Çünkü bu ameller, kalbe genişlik ve ferahlık verir, görevini ifa etmek için sana yardımcı olur.
#
{99} {واعبُدْ ربَّك حتى يأتِيَكَ اليقينُ}؛ أي: الموت؛ أي: استمرَّ في جميع الأوقات على التقرُّب إلى الله بأنواع العبادات. فامتثل - صلى الله عليه وسلم - أمر ربِّه، فلم يزل دائباً في العبادة حتى أتاه اليقين من ربِّه، - صلى الله عليه وسلم - تسليماً كثيراً.
99. “Ve sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et!” Yani çeşitli ibadetlerle Allah’a bütün vakitlerinde yakınlaşmayı sürdür. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de Rabbinin bu emrine riâyet etmişti. Rabbinden ölüm kendisine gelinceye kadar ibadetini sürekli yapmış ve hiçbir şekilde aksatmamıştır.
Hicr Sûresi’nin tefsiri burada sona ermektedir. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun. Âmin.
***