Ayet:
12- YÛSUF SÛRESİ
12- YÛSUF SÛRESİ
(Mekke’de inmiştir, 111 âyettir)
Ayet: 1 - 3 #
{الر تِلْكَ آيَاتُ الْكِتَابِ الْمُبِينِ (1) إِنَّا أَنْزَلْنَاهُ قُرْآنًا عَرَبِيًّا لَعَلَّكُمْ تَعْقِلُونَ (2) نَحْنُ نَقُصُّ عَلَيْكَ أَحْسَنَ الْقَصَصِ بِمَا أَوْحَيْنَا إِلَيْكَ هَذَا الْقُرْآنَ وَإِنْ كُنْتَ مِنْ قَبْلِهِ لَمِنَ الْغَافِلِينَ (3)}.
1- Elif, Lâm, Râ. Bunlar, apaçık Kitabın âyetleridir. 2- Biz onu, anlayıp düşünesiniz diye Arapça bir Kur’ân olarak indirdik. 3- Biz, sana bu Kur’ân’ı vahyetmek suretiyle kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Halbuki sen, bundan önce habersiz olanlardandın.
#
{1} يخبر تعالى أن آيات القرآن هي {آياتُ الكتاب المُبين}؛ أي: البيِّن الواضحة ألفاظه ومعانيه.
1. Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’in âyetlerinin “apaçık Kitabın âyetleri” olduğunu yani sözleri ile anlamları ile apaçık olduğunu haber vermektedir.
#
{2} ومن بيانه وإيضاحه أنَّه أنزله باللسان العربيِّ، أشرف الألسنة وأبينها، المبين لكلِّ ما يحتاجه الناس من الحقائق النافعة، وكلُّ هذا الإيضاح والتبيين {لعلَّكم تعقِلون}؛ أي: لتعقلوا حدوده وأصوله وفروعه وأوامره ونواهيه؛ فإذا عَقَلْتم ذلك بإيقانكم، واتَّصفت قلوبُكم بمعرفتها؛ أثمر ذلك عمل الجوارح والانقياد إليه، و {لعلَّكم تعقلون}؛ أي: تزداد عقولكم بتكرُّر المعاني الشريفة العالية على أذهانكم، فتنتقلون من حال إلى أحوال أعلى منها وأكمل.
2. Bu Kitabın, dillerin en şereflisi ve en açık seçik olanı Arapça olarak indirilmiş olması da bu Kitabın açık ve anlaşılır oluşundandır. Bu Kitap, insanların gerek duyacağı faydalı bütün gerçekleri açıkça bildirmektedir. Bütün bu açıklık ve açıklamalar onu “anlayıp düşünesiniz diye”dir. Yani onun sınırlarını, usûl ve fürûunu, emir ve yasaklarını bilip akledesiniz diyedir. Eğer bunları kesin bir bilgi ile aklederseniz, kalpleriniz onları bilirse, azalarınızın salih amel işlemeleri ve ona itaat edip bağlanmaları sonucunu verir. “Anlayıp düşünesiniz diye” buyruğu, onun üstün ve şerefli anlamları zihinlerinizde tekrarlana tekrarlana akıllarınız artsın ve böylelikle bir halden, ondan daha üstün ve daha mükemmel olan hallere intikal edip gelişesiniz anlamını da içermektedir.
#
{3} {نحن نقصُّ عليك أحسن القصص}؛ وذلك لصدقها وسلاسة عبارتها ورَوْنق معانيها، {بما أوحَيْنا إليك هذا القرآن}؛ أي: بما اشتمل عليه هذا القرآن الذي أوحَيْناه إليك وفضَّلناك به على سائر الأنبياء، وذاك محضُ منَّة من الله وإحسان. {وإن كنتَ من قبلِهِ لمن الغافلين}؛ أي: ما كنت تدري ما الكتاب ولا الإيمان قبل أن يوحي الله إليك، ولكنْ جَعَلْناه نوراً نهدي به مَن نشاءُ مِن عبادنا. ولما مدح ما اشتمل عليه هذا القرآن من القصص وأنها أحسن القصص على الإطلاق؛ فلا يوجد من القصص في شيء من الكتب مثل هذا القرآن؛ ذكر قصة يوسف وأبيه وإخوته، القصة العجيبة الحسنة فقال:
3. “Biz, sana bu Kur’ân’ı vahyetmekle kıssaların en güzelini anlatıyoruz.” Çünkü bu kıssalar doğrudur, ibaresi akıcıdır ve anlamları pek güzeldir. Bunu da bizim sana vahyettiğimiz ve kendisi ile seni diğer peygamberlere üstün kıldığımız Kur’ân’ı vahyetmek suretiyle yapıyoruz. Bu ise Yüce Allah tarafından başlı başına bir lütuf ve bir ihsandır. “Halbuki sen, bundan önce habersiz olanlardandın.” Yani Kitabın ve imanın ne olduğunu, Allah sana vahiy göndermeden önce bilmezdin. Fakat Biz, onu kullarımız arasından kendisi ile dilediğimizi hidâyete ileteceğimiz bir nur kıldık. Yüce Allah, bu Kur’ân’ın içerdiği kıssaları övüp onların kayıtsız şartsız anlatılan kıssaların en güzeli olduğunu ve hiçbir kitapta bu kıssaların Kur’ân-ı Kerim’deki gibi benzerleri bulunmadığını belirttikten sonra Yusuf’un, babasının ve kardeşlerinin kıssası olan o hem güzel, hem hayret verici kıssayı söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 4 - 6 #
{إِذْ قَالَ يُوسُفُ لِأَبِيهِ يَاأَبَتِ إِنِّي رَأَيْتُ أَحَدَ عَشَرَ كَوْكَبًا وَالشَّمْسَ وَالْقَمَرَ رَأَيْتُهُمْ لِي سَاجِدِينَ (4) قَالَ يَابُنَيَّ لَا تَقْصُصْ رُؤْيَاكَ عَلَى إِخْوَتِكَ فَيَكِيدُوا لَكَ كَيْدًا إِنَّ الشَّيْطَانَ لِلْإِنْسَانِ عَدُوٌّ مُبِينٌ (5) وَكَذَلِكَ يَجْتَبِيكَ رَبُّكَ وَيُعَلِّمُكَ مِنْ تَأْوِيلِ الْأَحَادِيثِ وَيُتِمُّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَ وَعَلَى آلِ يَعْقُوبَ كَمَا أَتَمَّهَا عَلَى أَبَوَيْكَ مِنْ قَبْلُ إِبْرَاهِيمَ وَإِسْحَاقَ إِنَّ رَبَّكَ عَلِيمٌ حَكِيمٌ (6)}.
4- Hani Yusuf babasına şöyle demişti: “Babacığım, rüyamda on bir yıldızla güneşi ve ayı gördüm. Gördüm ki onlar bana secde ediyorlardı.” 5- Dedi ki: “Oğulcuğum, rüyanı kardeşlerine anlatma, sonra sana bir tuzak kurarlar. Çünkü şeytan, insanın apaçık bir düşmanıdır. 6- “Rabbin seni böylece seçecek, sana rüya yorumun öğretecek, nimetini daha önce ataların İbrahim ve İshâk’a tamamladığı gibi sana ve Yakub ailesine de tamamlayacaktır. Şüphesiz ki Rabbin her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
Şunu bilelim ki Yüce Allah, Rasûlüne bu Kitap’ta kıssaların en güzelini anlatacağını haber verdikten sonra bu kıssayı söz konusu ederek genişçe anlatmış, bu kıssada meydana gelen olayları zikretmiştir. Böylelikle bu kıssanın eksiksiz, mükemmel ve gerçekten güzel bir kıssa olduğunu öğrenmiş oluyoruz. O nedenle her kim senedi ve nakledeni bilinmeyen ve çoğunluğu da yalan olan İsrailiyat ile bu kıssayı tamamlamak veya güzelleştirmek isteyecek olursa bilsin ki o, Yüce Allah’ın -haşa- eksik bıraktığını tamamlamaya kalkışmakta, eksik olduğunu iddia ettiği bir şeyin eksikliğini giderme iddiasında bulunmaktadır. Çirkinliği bu sınıra ulaşan bir iş hakkında başka bir şey söylemeye de gerek yok. Ne var ki pek çok tefsir, bu sûrenin birkaç kat fazlası yekün tutan ve Yüce Allah’ın anlattığının birçoğu ile çelişen, oldukça da çirkin birtakım bilgi ve yalanlarla doldurulmuş bulunmaktadır. Kula düşen Yüce Allah’ın anlattıklarını kavramak ve Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den nakledilmeyen diğer bilgileri de bir kenara bırakmaktır.
#
{4} فقوله تعالى: {إذ قال يوسُفُ لأبيه}: يعقوب بن إسحاق بن إبراهيم الخليل عليهم الصلاة والسلام، {يا أبتِ إنِّي رأيتُ أحد عشر كوكباً والشمسَ والقمرَ رأيتُهم لي ساجدين}: فكانت هذه الرؤيا مقدِّمة لما وصل إليه يوسفُ عليه السلام من الارتفاع في الدُّنيا والآخرة، وهكذا إذا أراد الله أمراً من الأمور العظام؛ قدَّم بين يديه مقدِّمة توطئةً له وتسهيلاً لأمره، واستعداداً لما يَرِدُ على العبد من المشاق، ولطفاً بعبده وإحساناً إليه فأوَّلَها يعقوب بأن الشمسَ أمُّه والقمرَ أبوه والكواكبَ إخوتُه، وأنَّه ستنتقل به الأحوال إلى أن يصير إلى حال يخضعون له ويسجُدون له إكراماً وإعظاماً، وأن ذلك لا يكون إلا بأسباب تتقدَّمه من اجتباء الله له واصطفائه له وإتمام نعمتِهِ عليه بالعلم والعمل والتمكين في الأرض، وأن هذه النعمة ستشمل آل يعقوب الذين سجدوا له، وصاروا تَبَعاً له فيها.
4. “Hani Yusuf babasına” yani İbrahim el-Halil’in oğlu İshak’ın oğlu Yakub’a -hepsine selam olsun- “şöyle demişti: Babacığım rüyamda on bir yıldızla güneşi ve ayı gördüm. Gördüm ki onlar bana secde ediyorlardı.” Bu rüya, Yusuf aleyhisselam’ın dünya ve âhirette ulaşmış olduğu yüksek makamın bir mukaddimesi mahiyetinde idi. İşte Allah, oldukça büyük bir işi murad ettiği takdirde ondan önce ona hazırlık, onu kolaylaştırmak ve kulun, karşı karşıya kalacağı meşakkatlere bir önhazırlık, kuluna da bir lütuf ve ihsan olsun diye birtakım mukaddimeler takdir eder. Yakub, onun bu rüyasını şöylece yorumladı: Güneş annesi, ay babası, yıldızlar da onun kardeşleridir. Geçireceği değişik haller sonunda kardeşleri ona boyun eğecekler, ikram ve tazim olmak üzere ona secde edecek noktaya kadar varacaklardır. Bu ise ancak Allah’ın onu beğenip seçmesi, ona ilim, amel ve yeryüzünde iktidar vermesi suretiyle onun üzerindeki nimetini tamamlaması gibi daha önceden ortaya çıkacak birtakım sebeplerle gerçekleşebilecektir. Ayrıca bu nimet, kendisine secde edecek olan ve bu nimette ona tâbi bulunan Yakuboğullarını da kapsayacaktır. İşte bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{6} ولهذا قال: {وكذلك يَجْتبيك ربُّك}؛ أي: يصطفيك ويختارك بما منَّ به عليك من الأوصاف الجليلة والمناقب الجميلة، {ويعلِّمُكَ من تأويل الأحاديث}؛ أي: من تعبير الرؤيا وبيان ما تؤول إليه الأحاديث الصادقة كالكتب السماوية ونحوها، {ويتمُّ نعمَته عليك}: في الدنيا والآخرة؛ بأنْ يُؤتيك في الدنيا حسنةً وفي الآخرة حسنةً، {كما أتمَّها على أبويك من قبلُ إبراهيم وإسحاق}: حيث أنعم الله عليهما بنعم عظيمةٍ واسعةٍ دينيَّة ودنيويَّة. {إنَّ ربَّك عليمٌ حكيمٌ}؛ أي: عِلمه محيطٌ بالأشياء وبما احتوت عليه ضمائر العباد من البرِّ وغيره، فيعطي كلاًّ ما تقتضيه حكمته وحمده؛ فإنَّه حكيمٌ يضع الأشياء مواضعها، وينزلها منازلها.
6. “Rabbin seni böylece seçecek.” Lütuf ve ihsan edeceği üstün vasıflar ve oldukça güzel haller ile beğenip seçecek. “Sana rüya yorumunu öğretecek.” Hem rüya yorumunu, hem de semavî kitaplar ve benzerleri gibi doğru sözlerin âkıbetini açıklamayı öğretecek. “Nimetini daha önce ataların İbrahim ve İshak’a tamamladığı gibi” Zira Allah onlara pek büyük dinî ve dünyevî nimetler ihsan etmiştir, işte “sana ve Yakub ailesine de” sana dünyada da âhirette de iyilik vermek sureti ile nimetini “tamamlayacaktır. Şüphesiz ki Rabbin her şeyi bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” O’nun bilgisi her şeyi, kulların kalplerindeki iyilik ve onun dışındaki niyetleri de kuşatmıştır. Herkese hikmetinin ve hamdinin gerektirdiği şeyleri verir. O, hikmeti sonsuz olandır. Her bir şeyi yerli yerine koyar ve bulunmaları gereken yerlerinde bulundurur.
#
{5} ولما تمَّ تعبيرُها ليوسف؛ قال له أبوه: {يا بنيَّ لا تَقْصُصْ رؤياك على إخوتك فيكيدوا لك كيداً}؛ أي: حسداً من عند أنفسهم؛ بأن تكون أنت الرئيس الشريف عليهم. {إنَّ الشيطانَ للإنسان عدوٌّ مبينٌ}: لا يفتر عنه ليلاً ولا نهاراً ولا سرًّا ولا جهاراً؛ فالبعدُ عن الأسباب التي يتسلَّط بها على العبد أولى. فامتثل يوسفُ أمر أبيه، ولم يخبِرْ إخوته بذلك، بل كَتَمَها عنهم.
5. Babası, Yusuf’a rüyasının yorumunu anlatıp bitirdikten sonra şöyle dedi: “Oğulcuğum, rüyanı kardeşlerine anlatma, sonra sana bir tuzak kurarlar.” Başlarına şerefli bir önder olacağın için seni kıskanırlar. “Çünkü şeytan insanın apaçık bir düşmanıdır.” Gece gündüz, gizli açık düşmanlığına ara vermez. Öyleyse kulun, şeytanın kendisine musallat olmasını sağlayacak sebeplerden uzak durması gerekir. Yusuf da babasının emrine uyarak bu rüyayı kardeşlerine haber vermeyip gizledi.
Ayet: 7 - 9 #
{لَقَدْ كَانَ فِي يُوسُفَ وَإِخْوَتِهِ آيَاتٌ لِلسَّائِلِينَ (7) إِذْ قَالُوا لَيُوسُفُ وَأَخُوهُ أَحَبُّ إِلَى أَبِينَا مِنَّا وَنَحْنُ عُصْبَةٌ إِنَّ أَبَانَا لَفِي ضَلَالٍ مُبِينٍ (8) اقْتُلُوا يُوسُفَ أَوِ اطْرَحُوهُ أَرْضًا يَخْلُ لَكُمْ وَجْهُ أَبِيكُمْ وَتَكُونُوا مِنْ بَعْدِهِ قَوْمًا صَالِحِينَ (9)}.
7- Andolsun ki Yûsuf ve kardeşlerinde (durumlarını araştırıp) soranlar için nice ibretler vardır. 8- Hani onlar şöyle demişlerdi: “Doğrusu biz, güçlü bir topluluk olduğumuz halde babamız, Yusuf ile kardeşini bizden daha çok seviyor. Gerçekten babamız apaçık bir hata içindedir. 9- “Yusuf’u öldürün yahut onu bir yere atıverin de babanız yalnız size yönelsin. Bundan sonra da (tevbe edip) salih bir topluluk olursunuz.”
#
{7} يقول تعالى: {لقدْ كان في يوسُفَ وإخوتِهِ آياتٌ}؛ أي: عبر وأدلَّة على كثير من المطالب الحسنة، {للسائلين}؛ أي: لكلِّ من سأل عنها بلسان الحال أو بلسان المقال؛ فإنَّ السائلين هم الذين ينتفعون بالآيات والعبر، وأما المعرِضون؛ فلا ينتفعون بالآيات ولا بالقصص والبيِّنات.
7. “Andolsun ki Yûsuf ve kardeşlerinde (durumlarını araştırıp) soranlar için” gerek hâl dili ile gerek konuşma dili ile ona dair soru soran herkes için “nice ibretler” pek çok güzel sonuç ve maksatlara ulaştıran ibretli deliller “vardır.” İşte bu delil ve ibretlerden gereği gibi faydalanacaklar, soru soranlardır. Yüz çevirenler, ibretlerden de kıssalardan da apaçık delillerden de yararlanamazlar.
#
{8} {إذ قالوا}: فيما بينهم: {لَيوسُفُ وأخوه}: بنيامينُ؛ أي: شقيقه، وإلاَّ فكلُّهم إخوةٌ، {أحبُّ إلى أبينا منا ونحن عصبةٌ}؛ أي: جماعة، فكيف يفضلهما [علينا] بالمحبة والشفقة. {إنَّ أبانا لفي ضلال مبين}؛ أي: لفي خطأٍ بيِّن حيث فضَّلهما علينا من غير موجب نراه، ولا أمر نشاهده.
8. “Hani onlar” kendi aralarında “şöyle demişlerdi: Doğrusu biz güçlü bir topluluk olduğumuz halde babamız, Yusuf ile” onun anne-baba bir “kardeşi” yani Bünyamin’i -çünkü zaten hepsi (anneleri ayrı olsa bile) kardeş idiler- “bizden daha çok seviyor.” Nasıl olur da babamız, bu iki kardeşi sevgi ve şefkati bakımından bize üstün tutabilir? “Gerçekten babamız apaçık bir hata içindedir.” Çünkü o, ikisini de bize üstün tutmaktadır. Halbuki bize göre bunu gerektiren bir neden yoktur ve buna dair herhangi bir gerekçe de tespit edemiyoruz.
#
{9} {اقتُلوا يوسفَ أو اطرحوه أرضاً}؛ أي: غيِّبوه عن أبيه في أرض بعيدة لا يتمكَّن من رؤيته فيها؛ فإنكم إذا فعلتُم أحد هذين الأمرين؛ {يَخْلُ لكم وجهُ أبيكم}؛ أي: يتفرَّغ لكم، ويُقْبِلُ عليكم بالشفقة والمحبَّة؛ فإنَّه قد اشتغل قلبه بيوسف شغلاً لا يتفرَّغ لكم. {وتكونوا من بعده}؛ أي: من بعد هذا الصنيع قوماً صالحين؛ أي: تتوبون إلى الله وتستغفرونه من بعد ذنبكم، فقدَّموا العزم على التوبة قبل صدور الذنب منهم؛ تسهيلاً لفعله، وإزالةً لشناعته، وتنشيطاً من بعضهم لبعض.
9. “Yusuf’u öldürün yahut onu bir yere atıverin” Babasının onu görmesi mümkün olmayacak uzakça bir yere atarak babasından uzaklaştırın. Sizler bu iki işten birisini yapın ki “babanız yalnız size yönelsin.” Yani kendisini yalnız size versin, yalnız size şefkat ve muhabbet ile yönelsin. Çünkü onun kalbi şu anda Yusuf ile size yer ayıramayacak kadar meşguldür. “Bundan” bu işi yaptıktan “sonra da (tevbe edip) salih bir topluluk olursunuz.” İşlemiş olduğunuz bu günahtan sonra Yüce Allah’a tevbe eder ve O’ndan bağışlanma dilersiniz. Onlar, bu işi daha kolay yapabilmek, onun çirkinliğini bertaraf etmek ve birbirlerine teşvikte bulunmak maksadı ile daha bu günahı işlemeden önce tevbe etmeye karar verdiler.
Ayet: 10 #
{قَالَ قَائِلٌ مِنْهُمْ لَا تَقْتُلُوا يُوسُفَ وَأَلْقُوهُ فِي غَيَابَتِ الْجُبِّ يَلْتَقِطْهُ بَعْضُ السَّيَّارَةِ إِنْ كُنْتُمْ فَاعِلِينَ (10)}.
10- İçlerinden biri: “Yusuf’u öldürmeyin. Eğer ille de bir şey yapacaksanız onu kuyunun dibine atın da bir yolcu kafilesi onu bulup alsın” dedi.
#
{10} أي: {قال قائلٌ}: من إخوة يوسف الذين أرادوا قتله أو تبعيده: {لا تقتُلوا يوسُفَ}: فإنَّ قتله أعظمُ إثماً وأشنعُ، والمقصود يحصُلُ بتبعيده عن أبيه من غير قتل، ولكن توصَّلوا إلى تبعيده بأن تلقوه {في غَيابَةِ الجُبِّ}: وتتوعَّدوه على أنه لا يخبر بشأنكم، بل على أنَّه عبدٌ مملوك آبقٌ [منكم] لأجل أن يلتقِطَه {بعضُ السيَّارة}: الذين يريدون مكاناً بعيداً فيحتفظون فيه، وهذا القائل أحسنهم رأياً في يوسف وأبرُّهم وأتقاهم في هذه القضية؛ فإنَّ بعضَ الشرِّ أهونُ من بعض، والضرر الخفيف يُدفع به الضررُ الثقيل. فلما اتفقوا على هذا الرأي:
10. “İçlerinden” yani Yusuf’u öldürmek yahut onu uzaklaştırmak isteyen kardeşlerinden “biri: Yusuf’u öldürmeyin.” Çünkü onu öldürmek daha büyük bir günah ve daha korkunç bir vebaldir. Onu öldürmeksizin babasından uzaklaştırmakla da maksadınız gerçekleşir. O halde siz de onu uzaklaştırabilme işini gerçekleştirmek maksadı ile “eğer” bu işi “ille de yapacaksanız onu kuyunun dibine atın” ve durumunuzu haber vermemesi için ona tehditte bulunun. Aksine onun, efendisinden kaçmış bir köle olduğunu söylemesini isteyin. Böylelikle uzak yerlere giden “bir yolcu kafiles onu bulup alsın” ve gittiği yerde alıkoysun “dedi.” Bu sözü söyleyen, Yusuf hakkında görüşü en güzel, aralarında Yusuf’a karşı en iyi ve bu hususta Allah’tan en çok korkanları idi. Çünkü kimi kötülükler, kimi kötülüklerden daha hafifitir. Hafif olan zararla daha ağır zarar önlenmeye çalışılır. Nihâyet onlar bu görüşü ittifakla kabul ettiler ve:
Ayet: 11 - 14 #
{قَالُوا يَاأَبَانَا مَا لَكَ لَا تَأْمَنَّا عَلَى يُوسُفَ وَإِنَّا لَهُ لَنَاصِحُونَ (11) أَرْسِلْهُ مَعَنَا غَدًا يَرْتَعْ وَيَلْعَبْ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ (12) قَالَ إِنِّي لَيَحْزُنُنِي أَنْ تَذْهَبُوا بِهِ وَأَخَافُ أَنْ يَأْكُلَهُ الذِّئْبُ وَأَنْتُمْ عَنْهُ غَافِلُونَ (13) قَالُوا لَئِنْ أَكَلَهُ الذِّئْبُ وَنَحْنُ عُصْبَةٌ إِنَّا إِذًا لَخَاسِرُونَ (14)}.
11- Dediler ki: “Ey babamız! Sana ne oluyor da Yusuf hakkında bize güvenmiyorsun? Halbuki biz elbette onun iyiliğini isteriz. 12- “Yarın onu bizimle beraber gönder de gezip oynasın. Biz onu mutlaka koruruz.” 13- Dedi ki: “Onu götürmeniz gerçekten beni üzer. Ayrıca siz kendisinden habersizken kurdun onu yemesinden korkarım.” 14- Onlar da dediler ki: “Biz güçlü bir topluluk olduğumuz halde eğer onu kurt yiyecek olursa o zaman gerçekten biz zarara uğramış (işe yaramaz) kimseleriz demektir.”
#
{11} أي: قال إخوة يوسف متوصِّلين إلى مقصدهم لأبيهم: {يا أبانا ما لكَ لا تأمَنَّا على يوسُفَ وإنَّا له لناصحونَ}؛ أي: لأيِّ شيءٍ يَدْخُلُكَ الخوفُ منَّا على يوسف من غير سبب ولا موجب، والحال أنَّا {له لناصحونَ}؛ أي: مشفقون عليه نودُّ له ما نودُّ لأنفسنا. وهذا يدلُّ على أن يعقوب عليه السلام لا يترك يوسُفَ يذهب مع إخوته للبريَّة ونحوها.
11. “Dediler ki:” Yani Yusuf’un kardeşleri maksatlarına ulaşmak kastı ile babalarına şöyle dediler: “Ey babamız! Sana ne oluyor ki Yusuf hakkında bize güvenmiyorsun?” Herhangi bir sebep ve gerekçe yokken bizden yana Yusuf hakkında ne diye korkuyorsun? “Halbuki biz elbette onun iyiliğini isteriz.” Ona karşı şefkatimiz vardır ve kendimiz için istediğimizi onun için de isteriz. Bu ifade, Yakub aleyhisselam’ın Yusuf’un kardeşleri ile birlikte çöle ve benzeri uzak yerlere gitmesine müsaade etmediğini göstermektedir.
#
{12} فلما نَفَوا عن أنفسهم التُّهمة المانعة لعدم إرساله معهم؛ ذكروا له من مصلحة يوسف وأنسه الذي يحبُّه أبوه له ما يقتضي أن يسمح بإرساله معهم، فقالوا: {أرسِلْه معنا غداً يَرْتَعْ ويلعبْ}؛ أي: يتنزَّه في البريَّة ويستأنس، {وإنَّا له لحافظون}؛ أي: سنراعيه، ونحفظه من أذى يريده.
12. Onlar babalarının, kardeşlerini kendileri ile göndermesini engelleyen kendi haklarındaki zannının yersizliğini ifade ettikten sonra babasının Yusuf için arzulayacağı bir şeyi yani Yusuf’un faydasına olacak, ayrıca onu kendileri ile birlikte göndermeye müsaade etmesini gerektirecek bir hususu söz konusu ederek şöyle dediler: “Yarın onu bizimle beraber gönder de gezip oynasın.” Açık havada gezinsin, neşelensin ve can sıkıntısı gitsin. “Biz onu mutlaka koruruz” yani onu gözümüzden uzak tutmayacak ve ona gelebilecek her türlü eziyete karşı onu koruyacağız.
#
{13} فأجابهم بقوله: {إنِّي ليحزُنُني أن تذهبوا به}؛ أي: مجرَّد ذهابكم به يحزنني ويشقُّ عليَّ؛ لأنني لا أقدر على فراقه، ولو مدة يسيرة؛ فهذا مانع من إرساله. {و} مانعٌ ثانٍ، وهو أني {أخاف أن يأكله الذئب وأنتُم عنه غافلون}؛ أي: في حال غفلتكم عنه؛ لأنه صغيرٌ لا يمتنع من الذئب.
13. Babaları da onlara “dedi ki: Onu götürmeniz muhakkak gerçekten beni üzer” yani sadece onu alıp götürmeniz bile beni üzer ve bana ağır gelir. Çünkü ben, kısa bir süre dahi olsa ondan ayrı kalamam. Bu da benim onu sizinle birlikte göndermeme engeldir. İkinci bir engel de şudur: “Ayrıca siz kendisinden habersizken” ondan gafil olduğunuz ve fark etmediğiniz bir halde iken “kurdun onu yemesinden korkarım” çünkü o henüz küçüktür, kurda karşı kendisini koruyamaz.
#
{14} {قالوا لئنْ أكلَهُ الذئبُ ونحن عصبةٌ}؛ أي: جماعة حريصون على حفظه؛ {إنَّا إذاً لخاسرون}؛ أي: لا خير فينا ولا نفع يُرجى منَّا إن أكله الذئب وغلبنا عليه. فلما مهَّدوا لأبيهم الأسباب الداعية لإرساله وعدم الموانع؛ سَمَحَ حينئذ بإرساله معهم لأجل أنسه.
14. “Onlar da dediler ki: Biz güçlü bir topluluk olduğumuz halde” onu korumaya dikkat gösteren bir grup olduğumuz halde “eğer onu kurt yiyecek olursa o zaman gerçekten biz zarara uğramış (işe yaramaz) kimseleriz demektir.” Eğer kurt onu yer ve bu konuda bizi aciz bırakacak olursa artık bizde hayır yok, bizden hiçbir iyilik beklenmez demektir. Onlar, bu şekilde Yusuf’u beraberlerinde göndermesini sağlayacak sebepleri hazırlayıp engelleri de ortadan kaldırdıktan sonra babaları, Yusuf’un onlarla birlikte gitmesine izin verdi.
Ayet: 15 - 18 #
{فَلَمَّا ذَهَبُوا بِهِ وَأَجْمَعُوا أَنْ يَجْعَلُوهُ فِي غَيَابَتِ الْجُبِّ وَأَوْحَيْنَا إِلَيْهِ لَتُنَبِّئَنَّهُمْ بِأَمْرِهِمْ هَذَا وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ (15) وَجَاءُوا أَبَاهُمْ عِشَاءً يَبْكُونَ (16) قَالُوا يَاأَبَانَا إِنَّا ذَهَبْنَا نَسْتَبِقُ وَتَرَكْنَا يُوسُفَ عِنْدَ مَتَاعِنَا فَأَكَلَهُ الذِّئْبُ وَمَا أَنْتَ بِمُؤْمِنٍ لَنَا وَلَوْ كُنَّا صَادِقِينَ (17) وَجَاءُوا عَلَى قَمِيصِهِ بِدَمٍ كَذِبٍ قَالَ بَلْ سَوَّلَتْ لَكُمْ أَنْفُسُكُمْ أَمْرًا فَصَبْرٌ جَمِيلٌ وَاللَّهُ الْمُسْتَعَانُ عَلَى مَا تَصِفُونَ (18)}.
15- Nihâyet onu götürüp de kuyunun dibine atmayı kararlaştırdıklarında biz, ona: “Andolsun ki ilerde bu yaptıklarını kendilerine hiç farkında değillerken haber vereceksin” diye vahyettik. 16- Akşam ağlaya ağlaya babalarına geldiler. 17- “Ey babamız, biz yarış yapmaya gitmiştik ve Yusuf’u da eşyamızın yanında bırakmıştık. Onu kurt yemiş! Biz doğru söylesek bile sen bize inanmazsın” dediler. 18- Yusuf’un, üzerinde sahte kan bulunan gömleğini getir(ip göster)diler. Dedi ki: “Hayır! Nefisleriniz sizi aldatıp böyle (çirkin) bir işe sürüklemiş! Artık (bana düşen) güzel bir sabırdır. Sizin anlattıklarınıza karşı (benim için) yardımına sığınılacak olan ancak Allah’tır.”
#
{15} أي: لما ذهب إخوةُ يوسف بيوسف بعدما أذن له أبوه، وعزموا أن يجعلوه في غيابة الجبِّ كما قال قائلُهم السابقُ ذكره، وكانوا قادرين على ما أجمعوا عليه، فنفذوا فيه قدرتهم، وألقوه في الجبِّ، ثم إن الله لطف به بأن أوحى إليه وهو بتلك الحال الحرجة: {لَتُنَبِّئَنَّهُم بأمرِهِم هذا وهم لا يشعُرونَ}؛ أي: سيكون منك معاتبة لهم وإخبارٌ عن أمرهم هذا وهم لا يشعرون بذلك الأمر. ففيه بشارة له بأنه سينجو مما وقع فيه، وأن الله سيجمعه بأهله وإخوته على وجه العزِّ والتمكين له في الأرض.
15. “Nihâyet onu götürüp de…” Yani babalarının kendilerine izin vermesinden sonra kardeşleri Yusuf’u alıp gittiklerinde ve onu içlerinden az önce sözü geçen kişinin dediği gibi bir kuyuya atmayı kararlaştırdıklarında ve bu kararlarını da uygulama imkanını bulduklarında bu işi uyguladılar ve onu kuyuya attılar. Daha sonra Yüce Allah ona, o bu zorlu durumda iken ona vahyetmek sureti ile lütuf ve ihsanda bulundu ve şöyle buyurdu: “Andolsun ki ilerde bu yaptıklarını kendilerine hiç farkında değillerken haber vereceksin.” Yani sen bu hususta onlara sitem edeceksin, onlar bu işin farkında olmadıkları bir sırada onların bu durumlarını kendilerine haber vereceksin. Bu buyruk, Yusuf’a içine düştüğü bu halden kurtulacağına, Yüce Allah’ın onu, aile halkı ve kardeşleri ile birlikte yeryüzünde güçlü ve muktedir olduğu bir zamanda bir araya getireceği müjdesini de ihtiva etmektedir.
#
{16} {وجاؤوا أباهم عشاءً يبكون}: ليكون إتيانُهم متأخِّراً عن عادتهم، وبكاؤهم دليلاً لهم وقرينة على صدقهم.
16. “Akşam ağlaya ağlaya babalarına geldiler.” Normal geliş saatlerinden gecikmek ve ağlamak suretiyle bunları doğru söylediklerine dair bir delil gösterme niyetinde idiler.
#
{17} فقالوا متعذرين بعذرٍ كاذب: {يا أبانا إنَّا ذهبنا نَسْتَبِقُ}: إما على الأقدام أو بالرمي والنضال، {وتركْنا يوسف عند متاعنا}: توفيراً له وراحة، {فأكله الذئبُ}: في حال غيبتنا عنه واستباقنا. {وما أنت بمؤمنٍ لنا ولو كنَّا صادقينَ}؛ أي: تعذرنا بهذا العذر، والظاهر أنك لا تصدقنا؛ لما في قلبك من الحزن على يوسف والرقة الشديدة عليه، ولكن عدم تصديقك إيَّانا لا يمنعُنا أن نعتذر بالعذر الحقيقي. وكلُّ هذا تأكيدٌ لعذرهم.
17. Yalan bir mazeret uydurarak: “Ey babamız, biz yarış” ya koşu yarışı yahut da ok atma yarışı için “yapmaya gitmiştik. Yusuf’u da” yorulmayıp dinlensin diye “eşyamızın yanında bırakmıştık.” Biz onun yanında yokken ve yarışma yapıyorken “onu kurt yemiş! Biz doğru söylesek bile sen bize inanmazsın, dediler.” Biz, sana mazeretimizi bildirdik ancak görünen o ki Yusuf’a karşı kalbinde duyduğun üzüntü ve ona karşı ileri derecedeki şefkatin dolayısı ile bizim doğru söylediğimizi kabul etmeyeceksin. Ancak senin bizim doğru söylediğimizi kabul etmeyişin, bizim sana gerçek mazeretimizi bildirmemize engel değildir. Bütün bu sözlerle mazeretlerini pekiştirmeye çalışıyorlardı.
#
{18} {و} مما أكَّدوا به قولهم أنهم: {جاؤوا على قميصه بدم كذبٍ}: زعموا أنَّه دمُ يوسف حين أكله الذئب، فلم يصدِّقْهم أبوهم بذلك، و {قال بل سوَّلت لكم أنفسُكم أمراً}؛ أي: زينت لكم أنفسكم أمراً قبيحاً في التفريق بيني وبينه؛ لأنه رأى من القرائن والأحوال ومن رؤيا يوسف التي قصها عليه ما دلَّه على ما قال. {فصبرٌ جميلٌ والله المستعانُ على ما تصفونَ}؛ أي: أمَّا أنا؛ فوظيفتي سأحرص على القيام بها، وهي أني أصبر على هذه المحنة صبراً جميلاً سالماً من السخط والتشكي إلى الخلق، وأستعين الله على ذلك لا على حولي وقوتي، فوعد من نفسه هذا الأمر، وشكا إلى خالقه في قوله: {إنَّما أشكو بثِّي وحُزْني إلى الله}: لأنَّ الشكوى إلى الخالق لا تنافي الصبر الجميل؛ لأنَّ النبيَّ إذا وعد وفى.
18. Bu söylediklerini daha da pekiştirmek maksadı ile “Yusuf’un, üzerinde sahte kan bulunan gömleğini getir(ip göster)diler.” ve bu kanın, kurdun yemesi sonucu Yusuf’un gömleğe bulaşan kanı olduğunu iddia ettiler. Ancak babaları, onların bu sözlerini kabul etmeyip “Dedi ki: Hayır! Nefisleriniz sizi aldatıp böyle (çirkin) bir işe sürüklemiş.” Yani nefisleriniz size beni ondan ayırmak hususunda oldukça çirkin bir işi süslü göstermiş. Çünkü babası, birtakım karinelerden, hallerden ve Yusuf’un kendisine anlattığı rüyadan bu söylediğine delil teşkil edecek ipuçları çıkarmıştı. “Artık (bana düşen) güzel bir sabırdır. Sizin anlattıklarınıza karşı (benim için) yardımına sığınılacak olan ancak Allah’tır.” Ben vazifemi gereğince yerine getirmeye gayret edeceğim. O da böyle bir imtihana karşı güzel bir şekilde sabretmektir. Yani öfkeden ve insanlara şikâyetten uzak duracağım bir sabır. Bu hususta da kendi güç ve kuvvetime değil, Yüce Allah’ın yardımına güveneceğim. O kendisi hakkında böyle bir söz verdi ve şu sözleri ile şikâyetini Yaradanına arzetti: “Ben, keder ve üzüntümü ancak Allah’a şikayet ederim.” (Yusuf, 12/86) Çünkü Yaratıcıya şikâyet, güzel bir şekilde sabra aykırı değildir. Zira peygamber, söz verdi mi mutlaka sözünü yerine getirir.
Ayet: 19 - 20 #
{وَجَاءَتْ سَيَّارَةٌ فَأَرْسَلُوا وَارِدَهُمْ فَأَدْلَى دَلْوَهُ قَالَ يَابُشْرَى هَذَا غُلَامٌ وَأَسَرُّوهُ بِضَاعَةً وَاللَّهُ عَلِيمٌ بِمَا يَعْمَلُونَ (19) وَشَرَوْهُ بِثَمَنٍ بَخْسٍ دَرَاهِمَ مَعْدُودَةٍ وَكَانُوا فِيهِ مِنَ الزَّاهِدِينَ (20)}.
19- Bir yolcu kafilesi gelip sucularını yolladılar. O da kovasını (kuyuya) sarkıttı: “Müjde! İşte genç bir çocuk!” dedi. Onu bir ticaret malı gibi sakladılar. Allah ise ne yaptıklarını çok iyi biliyordu. 20- Onu düşük bir fiyata, sayılı birkaç dirheme sattılar. Zaten ona pek değer vermiyorlardı.
#
{19} أي: مكث يوسف في الجبِّ ما مكث، حتى {جاءت سيَّارةٌ}؛ أي: قافلة تريد مصر، {فأرسلوا وارِدَهم}؛ أي: فرطهم ومقدَّمهم الذي يعسُّ لهم المياه ويسبرها ويستعد لهم بتهيئة الحياض ونحو ذلك، {فأدلى}: ذلك الواردُ {دَلْوَهُ}: فتعلَّق فيه يوسف عليه السلام وخرج، فقال: {يا بُشرى هذا غلامٌ}؛ أي: استبشر وقال: هذا غلامٌ نفيسٌ، {وأسَرُّوه بضاعةً}.
19. Yani Yusuf aleyhisselam bir süre kuyuda kaldıktan sonra nihâyet Mısır’a doğru gitmekte olan “bir yolcu kafilesi gelip sucularını yolladılar.” Yani onlar için su aramak, suyun bulunduğu yeri tespit etmek, onlar için havuz gibi bir yerde su hazırlamak vb. işleri görmek üzere önden giden öncülerini gönderdiler. “O da” bu sucuları “kovasını (kuyuya) sarkıttı.” Yusuf aleyhisselam da ona tutunarak çıktı. “Müjde, işte genç bir çocuk, dedi.” Sevindi ve: Bu çok değerli bir köledir, dedi. “Onu bir ticaret malı gibi sakladılar.”
#
{20} وكان إخوته قريباً منه، فاشتراه السيارةُ منهم {بثمنٍ بخسٍ}؛ أي: قليل جدًّا، فسَّره بقوله: {دراهمَ معدودةٍ وكانوا فيه من الزَّاهدينَ}: لأنه لم يكن لهم قصدٌ إلا تغييبه وإبعاده عن أبيه، ولم يكن لهم قصدٌ في أخذ ثمنه. والمعنى في هذا أنَّ السيارة لما وجدوه؛ عزموا أن يُسِرُّوا أمره، ويجعلوه من جملة بضائعهم التي معهم، حتى جاءهم إخوته، فزعموا أنَّه عبدٌ أبق منهم، فاشتروه منهم بذلك الثمن، واستوثقوا منهم فيه لئلا يهربَ. والله أعلم.
20. Kardeşleri de o sırada yakın bir yerde bulunuyordu. Bu sefer yolcu kafilesi onu kardeşlerinden “düşük bir fiyata, sayılı birkaç dirheme” karşılık gelen oldukça düşük bir bedele “sattılar. Zaten ona pek değer vermiyorlardı.” Çünkü kardeşlerinin maksadı, sadece onun ortadan kaybolup babasından uzak olmasını sağlamaktı. Yoksa onun karşılığında para kazanmak gibi bir maksatları yoktu. Buna göre anlam şöyle olur: Kafile, Yusuf’u bulduklarında onun durumunu gizlemek ve beraberindeki ticaret eşyaları arasına onu katmak istediler. Ancak kardeşleri gelip onun, kendilerinden kaçan köleleri olduğunu iddia ettiler. Bunun üzerine kafile, belirtilen bedel karşılığında onu satın aldı ve kendilerinden kaçmaması için de kardeşlerinden teminat aldılar. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
Ayet: 21 #
{وَقَالَ الَّذِي اشْتَرَاهُ مِنْ مِصْرَ لِامْرَأَتِهِ أَكْرِمِي مَثْوَاهُ عَسَى أَنْ يَنْفَعَنَا أَوْ نَتَّخِذَهُ وَلَدًا وَكَذَلِكَ مَكَّنَّا لِيُوسُفَ فِي الْأَرْضِ وَلِنُعَلِّمَهُ مِنْ تَأْوِيلِ الْأَحَادِيثِ وَاللَّهُ غَالِبٌ عَلَى أَمْرِهِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ (21)}.
21- Onu satın alan Mısırlı adam, hanımına: “Ona değer verip iyi bak. Belki bize faydası dokunur yahut da onu evlat ediniriz” dedi. İşte biz böylece Yusuf’a o ülkede (mevki edinsin) ve ona rüya yorumunu öğretelim diye imkân hazırladık. Allah (dilediği) işini mutlaka yerine getirir. Fakat insanların çoğu bilmezler.”
#
{21} أي: لما ذهب به السيارةُ إلى مصر وباعوه بها، فاشتراه عزيزُ مصر، فلما اشتراه؛ أعجبَ به ووصَّى عليه امرأتَه وقال: {أكرِمي مثواه عسى أن يَنفَعَنا أو نتَّخِذَه ولداَ}؛ أي: إما أن ينفعنا كنفع العبيد بأنواع الخدم، وإما أن نستمتع فيه استمتاعنا بأولادنا، ولعلَّ ذلك أنَّه لم يكن لهما ولدٌ. {وكذلك مكَّنَّا ليوسفَ في الأرض}؛ أي: كما يسَّرْنا أنْ يشترِيَه عزيز مصر ويكرِمَه هذا الإكرام؛ جَعَلْنا هذا مقدمة لتمكينه في الأرض من هذا الطريق. {ولِنُعَلِّمَهُ من تأويل الأحاديث}: إذا بقي لا شغل له ولا همَّ له سوى العلم؛ صار ذلك من أسباب تعلُّمه علماً كثيراً من علم الأحكام وعلم التعبير وغير ذلك. {والله غالبٌ على أمرِهِ}؛ أي: أمره تعالى نافذٌ لا يبطله مبطلٌ ولا يغلبه مغالبٌ. {ولكنَّ أكثر الناس لا يعلمون}: فلذلك يجري منهم، ويصدُرُ ما يصدُرُ في مغالبة أحكام الله القدريَّة، وهم أعجز وأضعف من ذلك.
21. Yani bu yolcu kafilesi Mısır’a gidip orada onu sattıklarında, onu Mısır’ın Azizi satın aldı. Onu satın aldıktan sonra da onu gerçekten beğendi ve onun hakkında hanımına şöylece tavsiyede bulundu: “Ona değer verip iyi bak. Belki bize faydası dokunur yahut da onu evlat ediniriz.” Yani bu ya çeşitli hizmetlerde bulunmak sureti ile köleler gibi bize faydalı olur yahut da biz ondan çocuklarımızdan yararlandığımız gibi yararlanırız. Bunu çocukları olmadığından dolayı söylemiş olsa gerektir. “İşte biz böylece Yusuf’a o ülkede (mevki edinsin)… diye imkân hazırladık.” Mısır Azizi tarafından satın alınmasını ve ona bu derece ikram göstermesini kolaylaştırdığımız gibi aynı şekilde bunu, bu yolla yeryüzünde imkân ve iktidar sahibi olmasının bir başlangıcı yaptık. “ve ona rüya yorumunu öğretelim diye.” Çünkü onun ilim elde etmenin dışında hiçbir meşguliyeti ve tasası kalmayınca bu, ahkâma dair olsun yoruma dair olsun bunun dışında olsun pek çok ilim öğrenmesine vesile oldu. “Allah (dilediği) işini mutlaka yerine getirir.” O’nun emri mutlaka yerini bulur, hiç kimse onu engelleyemez ve hiç kimse O’nu mağlup edemez. “Fakat insanların çoğu bilmezler.” Bundan dolayı onlar, Allah’ın kaderî hükümlerine galip gelme maksadıyla birtakım işler yaparlar. Halbuki onlar, bunu gerçekleştiremeyecek kadar zayıf ve acizdirler.
Ayet: 22 #
{وَلَمَّا بَلَغَ أَشُدَّهُ آتَيْنَاهُ حُكْمًا وَعِلْمًا وَكَذَلِكَ نَجْزِي الْمُحْسِنِينَ (22)}.
22- Ergenlik çağına varınca kendisine hüküm ve ilim verdik. İşte ihsan sahiplerini biz, böyle mükâfatlandırırız.
#
{22} أي: {لما بلغ} يوسف {أشُدَّه}؛ أي: كمال قوته المعنويَّة والحسيَّة وصَلَحَ لأن يتحمَّل الأحمال الثقيلة من النبوة والرسالة؛ {آتَيْناه حكماً وعلماً}؛ أي: جعلناه نبيًّا رسولاً وعالماً ربانيًّا. {وكذلك نجزي المحسنين}: في عبادة الخالق ببذل الجهد والنُّصح فيها، وإلى عباد الله ببذل النفع والإحسان إليهم؛ نؤتيهم من جملة الجزاء على إحسانهم علماً نافعاً. ودلَّ هذا على أن يوسف وَفَّى مقام الإحسان، فأعطاه الله الحكم بين الناس والعلم الكثير والنبوة.
22. Yusuf “ergenlik çağına varınca” maddi ve manevi gücü kemal derecesine ulaşıp peygamberlik ve risalet gibi ağır yükleri yüklenebilecek çağa gelince “kendisine hüküm ve ilim verdik.” Yani biz onu rasûl bir nebi ve rabbani bir bilgin kıldık. “İşte” hem Yaratana ibadet hususunda bütün gayretini ortaya koyup onu en güzel şekilde ifa etmek sureti ile ihsana ulaşan hem de Allah’ın kullarına faydalı olup iyilikte bulunan “ihsan sahiplerini biz, böyle mükâfatlandırırız.” Onların bu iyiliklerini karşılık verdiğimiz mükafatlar arasında faydalı ilim de vardır. Bu, Yusuf aleyhisselam’ın ihsan makamına tam anlamıyla ulaştığına, buradan da Allah'ın ona insanlar arasında hüküm verme, pek çok bilgi ve nübüvveti nimetlerini lütfettiğine delildir.
Ayet: 23 - 29 #
{وَرَاوَدَتْهُ الَّتِي هُوَ فِي بَيْتِهَا عَنْ نَفْسِهِ وَغَلَّقَتِ الْأَبْوَابَ وَقَالَتْ هَيْتَ لَكَ قَالَ مَعَاذَ اللَّهِ إِنَّهُ رَبِّي أَحْسَنَ مَثْوَايَ إِنَّهُ لَا يُفْلِحُ الظَّالِمُونَ (23) وَلَقَدْ هَمَّتْ بِهِ وَهَمَّ بِهَا لَوْلَا أَنْ رَأَى بُرْهَانَ رَبِّهِ كَذَلِكَ لِنَصْرِفَ عَنْهُ السُّوءَ وَالْفَحْشَاءَ إِنَّهُ مِنْ عِبَادِنَا الْمُخْلَصِينَ (24) وَاسْتَبَقَا الْبَابَ وَقَدَّتْ قَمِيصَهُ مِنْ دُبُرٍ وَأَلْفَيَا سَيِّدَهَا لَدَى الْبَابِ قَالَتْ مَا جَزَاءُ مَنْ أَرَادَ بِأَهْلِكَ سُوءًا إِلَّا أَنْ يُسْجَنَ أَوْ عَذَابٌ أَلِيمٌ (25) قَالَ هِيَ رَاوَدَتْنِي عَنْ نَفْسِي وَشَهِدَ شَاهِدٌ مِنْ أَهْلِهَا إِنْ كَانَ قَمِيصُهُ قُدَّ مِنْ قُبُلٍ فَصَدَقَتْ وَهُوَ مِنَ الْكَاذِبِينَ (26) وَإِنْ كَانَ قَمِيصُهُ قُدَّ مِنْ دُبُرٍ فَكَذَبَتْ وَهُوَ مِنَ الصَّادِقِينَ (27) فَلَمَّا رَأَى قَمِيصَهُ قُدَّ مِنْ دُبُرٍ قَالَ إِنَّهُ مِنْ كَيْدِكُنَّ إِنَّ كَيْدَكُنَّ عَظِيمٌ (28) يُوسُفُ أَعْرِضْ عَنْ هَذَا وَاسْتَغْفِرِي لِذَنْبِكِ إِنَّكِ كُنْتِ مِنَ الْخَاطِئِينَ (29)}.
23- Evinde bulunduğu kadın, ona sahip olmak istedi. Kapıları sımsıkı kapadı ve: “Haydi gel yanıma!” dedi. O ise: “Allah’a sığınırım. Üstelik o (kocan da) benim efendimdir, bana değer verip iyi bakmıştır. Gerçek şu ki zalimler iflah olmazlar” dedi. 24- Andolsun ki kadın ona meyletmişti. O da o kadına meyletmişti. Eğer Rabbinin burhanını görmemiş olsaydı... İşte ondan kötülüğü ve hayasızlığı giderelim diye böyle yaptık. Şüphesiz o, ihlâsa erdirilmiş kullarımızdandır. 25- İkisi de kapıya doğru koştular. Kadın onun gömleğini arkadan boylu boyunca yırttı. Kapının yanında da kadının efendisine rastgeldiler. Kadın dedi ki: “Hanımına kötü bir iş yapmak isteyenin cezası zindana atılmaktan yahut da can yakıcı bir cezadan başka ne olabilir ki?” 26- Yusuf: “Asıl o bana sahip olmak istedi” dedi. Kadının yakınlarından biri şöyle şahitlik etti: “Eğer gömleği önden yırtılmışsa kadın doğru söylemiştir, o ise yalancılardandır.” 27- “Yok, eğer gömleği arkadan yırtılmışsa kadın yalan söylemiştir, o ise doğru söyleyenlerdendir” dedi. 28- Kocası, gömleğinin arkadan yırtılmış olduğunu görünce (ona): “Şüphe yok ki bu, siz (kadınların) tuzaklarındandır. Doğrusu sizin tuzağınız pek büyüktür.” dedi. 29- “Yusuf, sen bundan vazgeç! Sen de (ey kadın) günahının bağışlanmasını dile. Çünkü sen gerçekten günahkârlardan oldun.”
Bu oldukça büyük bir imtihandı ve Yusuf için, kardeşleri ile olan imtihanından ve ona sabretmesinden daha ağırdı. Ecir itibari ile de daha büyüktü. Çünkü bu, böyle bir fiilin yapılması için her türlü sebebin varlığına rağmen kendi iradesi ile tercih ettiği bir sabırdı. Zira o, Allah sevgisini bu fiili işlemekten önde tutmuştu. Kardeşleri ile olan imtihandaki sabrı ise zorunlu bir sabırdı. Tıpkı kulun kendi tercihi olmaksızın başına gelen ve ister istemez sabretmekten başka yapacak bir şey bulunmayan hastalıklar ve hoşlanılmayan olaylar karşısındaki sabır gibi.
#
{23 ـ 24} وذلك أنَّ يوسف عليه الصلاة والسلام بقي مكرَّماً في بيت العزيز، وكان له من الجمال والكمال والبهاء ما أوجب ذلك أن {راوَدَتْه التي هو في بيتها عن نفسه}؛ أي: هو غلامها وتحت تدبيرها والمسكن واحدٌ يتيسَّر إيقاع الأمر المكروه من غير شعور أحدٍ ولا إحساس بشرٍ. {و} زادتِ المصيبةُ بأن {غَلَّقَتِ الأبوابَ}: وصار المحلُّ خالياً، وهما آمنان من دخول أحدٍ عليهما بسبب تغليق الأبواب. وقد دعتْه إلى نفسها، فقالتْ: {هَيْتَ لك}؛ أي: افعل الأمر المكروه وأقبلْ إليَّ! ومع هذا؛ فهو غريبٌ لا يحتشم مثله ما يحتشمه إذا كان في وطنه وبين معارفه، وهو أسيرٌ تحت يدها، وهي سيدتُه، وفيها من الجمال ما يدعو إلى ما هنالك، وهو شابٌّ عَزَبٌ، وقد توعدته إن لم يفعل ما تأمره به بالسجن أو العذاب الأليم، فصبر عن معصية الله مع وجود الداعي القويِّ فيه؛ لأنَّه قد همَّ فيها همًّا تَرَكَهُ لله، وقدَّم مراد الله على مراد النفس الأمَّارة بالسوء، ورأى من برهان ربِّه ـ وهو ما معه من العلم والإيمان الموجب لِتَرْكِ كلِّ ما حرَّم الله ـ ما أوجب له البعد والانكفاف عن هذه المعصية الكبيرة، و {قال معاذَ الله}؛ أي: أعوذ باللَّه أن أفعل هذا الفعلَ القبيح؛ لأنَّه مما يُسْخِطُ الله ويُبْعِدُ عنه، ولأنَّه خيانةٌ في حقِّ سيِّدي الذي أكرم مثواي؛ فلا يَليقُ بي أن أقابِلَه في أهله بأقبح مقابلة، وهذا من أعظم الظُّلم، والظالم لا يفلحُ. والحاصل أنَّه جعل الموانع له من هذا الفعل: تَقْوى الله، ومراعاة حقِّ سيِّده الذي أكرمه، وصيانة نفسه عن الظُّلم الذي لا يفلح مَن تعاطاه، وكذلك ما منَّ الله عليه من برهان الإيمان الذي في قلبه يقتضي منه امتثالَ الأوامر واجتنابَ الزواجر، والجامعُ لذلك كلِّه أنَّ الله صرف عنه السوءَ والفحشاءَ؛ لأنَّه من عباده المخلصين له في عباداتهم، الذين أخلصهم الله واختارهم واختصَّهم لنفسه، وأسدى عليهم من النِّعم، وصرف عنهم من المكاره ما كانوا به من خيار خلقه.
23-24. Şöyle ki Yusuf aleyhisselam Aziz’in evinde izzet ve ikram içerisinde kaldı. Kendisi oldukça güzel, mükemmel ve alımlı bir kişilik idi. Onun bu durumu dolayısıyla “evinde bulunduğu kadın, ona sahip olmak istedi.” Yusuf, onun kölesi ve onun idaresi altında bulunuyordu. Kaldıkları mesken birdi. Böyle bir yerde hiçbir kimse fark etmeksizin, hiçbir insan duymaksızın o hoş olmayan işi yapabilme imkânı vardı. “Kapıları sımsıkı kapadı” ve musibet bir kat daha ağırlaştı. Artık bulundukları yer tenha idi ve kapılar kapalı olduğu için bulundukları yere herhangi bir kimsenin girmesi söz konusu değildi. Bu nedenle kadın, yanına gelmesini isteyerek: “Haydi gel yanıma, dedi.” O hoş olmayan işi yapmak için bana doğru gel. Yusuf yabancı bir kimse idi. Böyle bir kimse, vatanında ve kendisini tanıyanlar arasında bulunan kimsenin yapmaktan utanacağı işleri rahatlıkla yapabilirdi. Üstelik o, bu kadının idaresi altında bir esirdi. Kadın da efendisi idi. Diğer taraftan onu, bu işi yapmaya sevkedecek bir güzelliği vardı. Yusuf da genç ve bekardı. Ayrıca Azizin karısı, eğer ona emrettiği işi yapmayacak olursa hapse atmak yahut da oldukça ağır işkencelere uğratmakla onu tehdit etmişti. Ancak Yusuf, bu işi yapmasını gerektiren güçlü etkenlerin varlığına rağmen Allah’a isyan etmeyip sabretti. Çünkü o, kadına meyledip içinden böyle bir işi yapmayı geçirdiyse de Allah rızası için onu terk etti. Allah’ın isteğini kötülüğü emreden nefsinin isteğinden öne geçirdi. “Rabbinin burhanını” görmesi sayesinde, yani Rabbi tarafından, her türlü haramı terk etmesini gerektiren ilim ve iman sayesinde bu büyük masiyetten uzak durdu ve: “Allah’a sığınırım” dedi. Yani, bu çirkin işi yapmaktan Allah’a sığınırım. Çünkü bu iş, Allah’ın gazabını gerektirir ve beni Allah’tan uzaklaştırır. Diğer taraftan bu, beni güzel bir şekilde barındıran efendime de bir hainlik olur. Onun iyiliklerine, hanımı ile en çirkin bir işi işleyerek çok kötü bir karşılıkta bulunmam bana yakışmaz. Çünkü bu, zulmün en büyüğüdür: “Gerçek şu ki zalimler iflah olmazlar.” Özetle Yusuf aleyhisselam Yüce Allah’ın korkusunu/takvayı, kendisine iyilikte bulunan efendisinin hakkına riâyet etmeyi ve kendisini zulümden -ki onu işleyen iflah olmaz- korumak isteğini, bu işi işlemesinin engelleri olarak ortaya koymuştur. Aynı şekilde Allah’ın ona lütfetmiş olduğu ve ilâhi emirlere uyup yasaklardan kaçınmayı gerektiren kalbî iman burhanını da bu engeller arasında saymıştır. Bütün bunları içinde barındıransa Yüce Allah’ın “ondan kötülüğü ve hayasızlığı” uzaklaştırmış olmasıdır. Çünkü o, Yüce Allah’ın ihlasa erdirip seçtiği, kendisinin has kulları arasına kattığı, üzerlerine Allah’ın hayırlı kullarından olmasını sağlayacak nimetleri ihsan edip hoş olmayan şeyleri onlardan uzaklaştırdığı “ihlâsa erdirilmiş” kullarındandı.
#
{25} ولما امتنع من إجابة طلبها بعد المراودة الشديدة؛ ذهب ليهربَ منها ويبادِرَ إلى الخروج من الباب ليتخلَّص ويهرب من الفتنة، فبادرتْه إليه وتعلَّقت بثوبِهِ، فشقَّت قميصَه، فلمَّا وصلا إلى الباب في تلك الحال؛ ألْفَيا سيِّدَها ـ أي: زوجها ـ لدى الباب، فرأى أمراً شقَّ عليه، فبادرتْ إلى الكذب، وأن المراودة قد كانت من يوسف، وقالت: {ما جزاءُ مَنْ أراد بأهلك سوءاً}: ولم تقلْ: من فعل بأهلك سوءاً؛ تبرئةً لها وتبرئةً له أيضاً من الفعل، وإنما النِّزاع عند الإرادة والمراودة، {إلاَّ أن يُسْجَنَ أو عذابٌ أليم}؛ أي: أو يعذَّب عذاباً أليماً.
25. Yusuf, Aziz’in hanımının oldukça ileri derecedeki ısrarına rağmen isteğini kabul etmeyip ondan kaçmaya ve bu fitneden kurtulmak maksadı ile de kapıdan bir an önce çıkmaya koyuldu. Kadın da arkasından koştu ve elbisesinden yakaladı. Gömleğini arkadan yırttı. Bu halde kapıya ulaştıklarında kadının efendisine yani kocasına rastgeldiler. Kocası kendisi için ağır bir durumla karşılaştı. O nedenle kadın hemen yalana sığındı ve kendisine kötülük yapmaya kalkışanın Yusuf olduğunu iddia ederek: “Hanımına kötü bir iş yapmak isteyenin cezası zindana atılmaktan yahut da can yakıcı bir cezadan başka ne olabilir ki?” dedi. O, bu ifadesinde kendisinin de Yusuf’un da böyle bir fiili işlemediğini belirtmek kastı ile “Hanımına kötü bir iş yapmak isteyen” demiş “Hanımına kötü bir iş yapan” dememiştir. Yani cezayı gerektiren şeyin, kötülük yapma kastı ve isteği olduğuna dikkat çekip buna kalkışanın cezasının da hapse atılmaktan yahut can yakıcı bir cezaya çarptırılmaktan başka bir şey olmayacağını ifade etmişti.
#
{26} فبرَّأ نفسه مما رمته به، و {قال هي راوَدَتْني عن نفسي}: فحينئذٍ احتملتِ الحالُ صدقَ كلِّ واحد منهما، ولم يعلم أيهما، ولكنَّ الله تعالى جعل للحقِّ والصدق علاماتٍ وأماراتٍ تدلُّ عليه، قد يعلَمُها العبادُ وقد لا يعلمونَها؛ فمنَّ الله [تعالى] في هذه القضية بمعرفة الصادق منهما تبرئةً لنبيِّه وصفيِّه يوسف عليه السلام، فانبعث شاهد من أهل بيتها يشهدُ بقرينةٍ مَنْ وجدت معه فهو الصادق، فقال: {إن كان قميصُهُ قُدَّ من قُبُل فصَدَقَتْ وهو من الكاذبين}؛ لأن ذلك يدلُّ على أنه هو المقبل عليها المراوِدُ لها المعالج، وأنها أرادت أن تدفعه عنها، فشقَّت قميصه من هذا الجانب.
26. Yusuf, Azizin karısının kendisine yapmış olduğu iftiradan uzak olduğunu belirterek: “Asıl o bana sahip olmak istedi, dedi.” Bu durumda her birisinin de doğru söylemiş olma ihtimali doğdu. Ancak doğru söyleyenin hangisi olduğu belli değildi. Yüce Allah ise doğruluğun ve hakkın birtakım alametlerini, buna delil olacak emareleri takdir etmiştir. Kullar bunları kimi zaman bilebilir, kimi zaman da bilemeyebilirler. İşte Yüce Allah, bu meselede de peygamberi ve seçkin kulu Yusuf aleyhisselam’ı temize çıkarmak üzere aralarından kimin doğru söylediğini bilme imkânını lütfetmiştir. Bunun üzerine kadının aile halkı arasından belli bir karineye dayanarak tanıklık edecek kimseyi gönderdi. Bu karine kimin üzerinde ise doğru söyleyenin o olduğu ortaya çıkacaktı. Dedi ki: “Eğer gömleği önden yırtılmışsa kadın doğru söylemiştir, o ise yalancılardandır.” Çünkü bu, kadının üzerine gidenin, ona kötülük yapmak isteyenin ve buna kalkışanın o olduğuna, buna karşılık kadının da onu kendisinden uzaklaştırmak isteği ile ön taraftan gömleğini yırtmış olduğuna delildir.
#
{27} {وإن كان قميصُهُ قُدَّ مِن دُبُرٍ فكذبتْ وهو من الصادقين}: لأنَّ ذلك يدلُّ على هروبه منها؛ وأنَّها هي التي طلبتْه، فشقَّت قميصَه من هذا الجانب.
27. “Yok, eğer gömleği arkadan yırtılmışsa kadın yalan söylemiştir, o ise doğru söyleyenlerdendir.” Çünkü bu da onun kadından kaçtığına, arkasından koşanın kadın olduğuna ve gömleğini de bu şekilde arkadan yırttığına delil teşkil eder.
#
{28} {فلما رأى قميصَه قُدَّ من دُبُرٍ}: عَرَفَ بذلك صدق يوسف وبراءته وأنَّها هي الكاذبة، فقال لها سيدها: {إنَّه مِن كيدِكُنَّ إنَّ كَيْدَكُنَّ عظيمٌ}: وهل أعظم من هذا الكيد الذي برَّأت به نفسها ممَّا أرادتْ وفعلتْ ورمتْ به نبيَّ الله يوسف عليه السلام؟!
28. “Kocası gömleğinin arkasından yırtılmış olduğunu görünce” Yusuf’un doğru söylediğini ve suçsuz olduğunu, yalan söyleyenin ise kadın olduğunu anladı. O nedenle de kocası karısına: “Şüphe yok ki bu, siz (kadınların) tuzaklarındandır. Doğrusu sizin tuzağınız pek büyüktür, dedi.” Kadının bu tuzağından daha büyük tuzak olabilir mi? Zira o, kötülük yapmak isteyen kendisi olduğu halde kendisini temize çıkarmaya çalışıp suçu Allah’ın peygamberi Yusuf aleyhisselam’a atıp iftira edecek kadar ileri gitmişti.
#
{29} ثم إنَّ سيدَها لما تحقَّق الأمر؛ قال ليوسف: {يوسُفُ أعرِضْ عن هذا}؛ أي: اترك الكلام فيه وتناسَهُ ولا تذكُره لأحدٍ طلباً للستر على أهله. {واستغفِري}: أيتها المرأة، {لذنبِكِ إنَّك كنتِ من الخاطئين}: فأمر يوسف بالإعراض، وهي بالاستغفارِ والتوبة.
29. Daha sonra efendisi, işin gerçeğini anlayıca Yusuf’a ve karısına hitaben şöyle dedi: “Yusuf, sen bundan vazgeç.” Yani bu konuda bir şey söyleme ve onu unut. Kimseye bu olaydan söz etme. Bununla hanımının halini gizlemek istemişti. Ey kadın, “sen de günahının bağışlanmasını dile. Çünkü sen gerçekten günahkârlardan oldun.” Böylelikle Yusuf’a bu işi unutmasını, karısına da günahının bağışlanmasını dileyip tevbe etmesini emretti.
Ayet: 30 - 35 #
{وَقَالَ نِسْوَةٌ فِي الْمَدِينَةِ امْرَأَتُ الْعَزِيزِ تُرَاوِدُ فَتَاهَا عَنْ نَفْسِهِ قَدْ شَغَفَهَا حُبًّا إِنَّا لَنَرَاهَا فِي ضَلَالٍ مُبِينٍ (30) فَلَمَّا سَمِعَتْ بِمَكْرِهِنَّ أَرْسَلَتْ إِلَيْهِنَّ وَأَعْتَدَتْ لَهُنَّ مُتَّكَأً وَآتَتْ كُلَّ وَاحِدَةٍ مِنْهُنَّ سِكِّينًا وَقَالَتِ اخْرُجْ عَلَيْهِنَّ فَلَمَّا رَأَيْنَهُ أَكْبَرْنَهُ وَقَطَّعْنَ أَيْدِيَهُنَّ وَقُلْنَ حَاشَ لِلَّهِ مَا هَذَا بَشَرًا إِنْ هَذَا إِلَّا مَلَكٌ كَرِيمٌ (31) قَالَتْ فَذَلِكُنَّ الَّذِي لُمْتُنَّنِي فِيهِ وَلَقَدْ رَاوَدْتُهُ عَنْ نَفْسِهِ فَاسْتَعْصَمَ وَلَئِنْ لَمْ يَفْعَلْ مَا آمُرُهُ لَيُسْجَنَنَّ وَلَيَكُونًا مِنَ الصَّاغِرِينَ (32) قَالَ رَبِّ السِّجْنُ أَحَبُّ إِلَيَّ مِمَّا يَدْعُونَنِي إِلَيْهِ وَإِلَّا تَصْرِفْ عَنِّي كَيْدَهُنَّ أَصْبُ إِلَيْهِنَّ وَأَكُنْ مِنَ الْجَاهِلِينَ (33) فَاسْتَجَابَ لَهُ رَبُّهُ فَصَرَفَ عَنْهُ كَيْدَهُنَّ إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ (34) ثُمَّ بَدَا لَهُمْ مِنْ بَعْدِ مَا رَأَوُا الْآيَاتِ لَيَسْجُنُنَّهُ حَتَّى حِينٍ (35)}.
30- Şehirde birtakım kadınlar: “Azizin karısı, uşağına sahip olmak istiyormuş. Anlaşılan (Yusuf’un) sevgisi yüreğini kaplamış. Biz onu gerçekten apaçık bir şaşkınlık içinde görüyoruz” dediler. 31- (Azizin karısı) o kadınların dedikodularını işitince onlara haber gönderdi. Onlar için yaslanacakları bir yer (ve sofra) hazırladı. Onların her birine de birer bıçak verdi. (Onlar meyve soyarlarken Yusuf’a da): “Çık karşılarına!” dedi. Kadınlar onu görünce onun büyük bir güzelliğe sahip olduğunu anladılar. (Farkında olmadan) ellerini kestiler ve dediler ki: “Allah’ı tenzih ederiz! Bu, insan değil! Bu ancak çok üstün bir melektir.” 32- (Azizin karısı) dedi ki: “İşte kendisi hakkında beni kınadığınız (o uşak) bu! (Evet,) andolsun ki ben ona sahip olmak istedim, fakat o bundan şiddetle kaçındı. Şâyet kendisine emredeceğim şeyi yapmazsa andolsun zindana atılacak ve kesinlikle zillete uğrayanlardan olacaktır.” 33- (Yusuf) dedi ki: “Rabbim, ben zindanı onların beni davet edecekleri şeye tercih ederim. Eğer sen onların tuzaklarını benden savmazsan ben onlara meyleder ve cahillerden olurum.” 34- Rabbi de onun duasını kabul etti ve o kadınların tuzaklarını ondan savdı. Çünkü O, hakkı ile işitendir, bilendir. 35- Sonra bütün delilleri gördükleri halde yine de onu bir süreye kadar zindana atmak onlara uygun göründü.
#
{30} يعني: أن الخبر اشتهر وشاع في البلد، وتحدَّث به النسوة، فجعلن يَلُمْنها ويَقُلْنَ: {امرأةُ العزيز تراوِدُ فتاها عن نفسه قد شغفها حبًّا}؛ أي: هذا أمرٌ مستقبَحٌ! هي امرأةٌ كبيرةُ القدر وزوجها كبيرُ القدر ومع هذا لم تزلْ تراوِدُ فتاها الذي تحت يدها وفي خدمتها عن نفسه، ومع هذا؛ فإنَّ حبَّه قد بلغ من قلبها مبلغاً عظيماً. {قد شَغَفَها حبًّا}؛ أي: وصل حبُّه إلى شغاف قلبها، وهو باطنه وسويداؤه، وهذا أعظم ما يكون من الحب. {إنَّا لنراها في ضلال مبينٍ}: حيث وجدت منها هذه الحالة التي لا ينبغي منها، وهي حالة تحطُّ قدرها وتضعه عند الناس.
30. “Şehirde birtakım kadınlar…” Yani bu hususa dair haber şehirde yayıldı, meşhur oldu. Kadınlar bundan söz etmeye ve bundan dolayı Aziz’in karısını kınamaya ve şöyle demeye koyuldular: “Azizin karısı, uşağına sahip olmak istiyormuş. Anlaşılan (Yusuf’un) sevgisi yüreğini kaplamış.” Yani bu, çirkin bir şeydir. Zira o, oldukça yüksek mevkide bulunan bir kadındır. Kocasının da konumu büyüktür. Bununla birlikte kadın, elinin altında ve hizmetinde bulunan uşağına sahip olmaya kalkışmış. Üstelik ona karşı duyduğu sevgi de kalbinde çok büyük bir yer etmiş. Öyle ki “sevgisi yüreğini kaplamış.” Yani onun sevgisi, yüreğinin tâ içerisine kadar işlemiş. Bu ise sevginin en ileri derecesini ifade eder. “Biz, onu gerçekten apaçık bir şaşkınlık içinde görüyoruz.” Çünkü o, hiç de yapmaması gereken bir işi yapmış, böyle bir duruma düşmüştür ki bu, onun insanlar nezdindeki kadrini, kıymetini düşürür.
#
{31} وكان هذا القول منهنَّ مكراً ليس المقصودُ به مجردَ اللَّوم لها والقدح فيها، وإنَّما أرَدْنَ أن يتوصَّلْن بهذا الكلام إلى رؤية يوسف الذي فُتِنَتْ به امرأة العزيز لتَحْنَقَ امرأةُ العزيز وتريهنَّ إيَّاه ليعذِرْنها، ولهذا سمَّاه مكراً، فقال: {فلما سمعتْ بمكرِهِنَّ أرسلت إليهنَّ}: تدعوهنَّ إلى منزلها للضيافة، {وأعتدتْ لهن متَّكأ}؛ أي: محلاًّ مهيئاً بأنواع الفرش والوسائد وما يُقصد بذلك من المآكل اللَّذيذة، وكان في جملة ما أتت به وأحضرته في تلك الضيافة طعامٌ يحتاجُ إلى سكينٍ: إمَّا أُترُجٌّ أو غيره. {وآتت كلَّ واحدة منهنَّ سكِّيناً}: ليقطِّعْن فيها ذلك الطعام، {وقالتْ} ليوسفَ: {اخرجْ عليهنَّ }: في حالة جماله وبهائه، {فلما رأيْنَهُ أكْبَرْنَهُ}؛ أي: أعظمنه في صدورهنَّ ورأين منظراً فائقاً لم يشاهِدْنَ مثله؛ {وقطَّعْن}: من الدَّهَش {أيدِيَهُنَّ}: بتلك السكاكين اللاتي معهن، {وقلنَ حاش لله}؛ أي: تنزيهاً لله، {ما هذا بشراً إنْ هذا إلاَّ مَلَكٌ كريمٌ}: وذلك أن يوسف أعطي من الجمال الفائق والنور والبهاء ما كان به آيةً للناظرين وعبرةً للمتأملين.
31. (Azizin karısı) o kadınların dedikodularını/hilelerini işitince…” Kadınların bu sözleri, hile maksatlı idi. Zira bu sözden kasıtları sadece onu kınamak ve tenkid etmek değildi. Bu sözleri ile Aziz’in karısını böyle bir sevgiye düşüren Yusuf’u görme imkanı bulmak istemişlerdi. Böylelikle Aziz’in karısı bu sözlerine öfkelensin ve bu konuda kendisini mazur görmelerini sağlamak için de bu delikanlıyı onlara göstersin, istiyorlardı. Bundan dolayı onların bu şekildeki konuşmalarından “hile” diye söz edilmiştir. İşte bu sözleri “işitince kendilerine” evine misâfirliğe gelmeleri için “haber gönderdi. Onlar için yaslanacakları bir yer (ve sofra) hazırladı.” Çeşitli döşekler, yastıklar ve lezzetli yiyecekler hazırladı. Bu ikramlar arasında bıçak kullanmayı gerektirecek ya turunç ya da benzeri türden bir meyve de koymuştu. “Onların her birine de birer bıçak verdi” ki onunla yiyeceklerini kessinler. (Onlar meyve soyarlarken Yusuf’a da):” güzel ve alımlı hali ile “Çık karşılarına, dedi.” “Kadınlar onu görünce, onun büyük bir güzelliğe sahip olduğunu anladılar.” Kalplerinde büyük bir yer etti ve benzerini görmedikleri çok üstün bir manzara ile karşılaştılar. Hayranlıklarından dolayı da ellerinde bulunan o bıçaklarla (Farkında olmadan) ellerini kestiler ve dediler ki: Allahı tenzih ederiz. Bu, insan değil! Bu ancak çok üstün bir melektir.” Çünkü Yusuf’a verilen üstün ve göz kamaştırıcı güzellik, görenler için büyük bir alamet ve dikkatle düşünenler için bir ibret olacak derecedeydi.
#
{32} فلما تقرَّر عندهنَّ جمالُ يوسف الظاهر، وأعجبهنَّ غايةً، وظهر منهنَّ من العذر لامرأة العزيز شيءٌ كثيرٌ؛ أرادت أن تُرِيَهُنَّ جماله الباطن بالعفة التامَّة، فقالت معلنة لذلك ومبيِّنة لحبِّه الشديد غير مبالية ولأن اللَّوم انقطع عنها من النسوة: {ولقد راودتُه عن نفسه فاستعصمَ}؛ أي: امتنع، وهي مقيمة على مراودته، لم تزدها مرور الأوقات إلاَّ محبَّةً وشوقاً وقلقاً لوصاله وتوقاً، ولهذا قالت له بحضرتهنَّ: {ولئن لم يفعلْ ما آمرُهُ ليسجننَّ وليكونًا من الصَّاغرينَ}: لتلجِئَه بهذا الوعيد إلى حصول مقصودها منه.
32. Bu kadınlar, Yusuf’un zahiri güzelliğini görüp son derece hayrete düşünce ve böylelikle Aziz’in karısının büyük ölçüde mazur olduğunu anladıktan sonra Aziz’in karısı, onlara Yusuf’un tam iffet sahibi olduğunu belirterek iç güzelliğini de göstermek istedi. O nedenle de hem bunu hem de ona karşı duyduğu aşırı sevgisini -artık kadınların onu kınamaları söz konusu olmayacağından dolayı söyleyeceklerine aldırmaksızın- açıklayarak ilan etti ve: “dedi ki: İşte kendisi hakkında beni kınadığınız (o uşak) bu! (Evet,) andolsun ki ben ona sahip olmak istedim, fakat o bundan şiddetle kaçındı.” Yani bu işe yaklaşmadı. Kadın ise ona istediğini yaptırmakta direniyor, geçen zaman ise onun huzursuzluğunu, sevgisini, Yusuf’a kavuşmaya duyduğu şevk ve arzusunu artırmaktan başka bir işe yaramıyordu. Bu yüzden de kadınların önünde şöyle dedi: “Eğer kendisine emredeceğim şeyi yapmazsa andolsun zindana atılacak ve kesinlikle zillete uğrayanlardan olacaktır.” Kadın bu tehdidi ile onu istediğini gerçekleştirmek zorunda bırakmak istiyordu.
#
{33} فعند ذلك اعتصم يوسف بربِّه، واستعان به على كيدهِنَّ و {قال ربِّ السجنُ أحبُّ إليَّ مما يدعونني إليه}: وهذا يدلُّ على أن النسوة جعلن يُشِرْن على يوسف في مطاوعة سيدته، وجعلن يَكِدْنَه في ذلك، فاستحبَّ السجن والعذاب الدنيويَّ على لذَّة حاضرة توجب العذاب الشديد. {وإلاَّ تصرِفْ عنِّي كيدَهُنَّ أصبُ إليهنَّ}؛ أي: أَمِل إليهنَّ؛ فإني ضعيفٌ عاجز إن لم تدفعْ عنِّي السوء؛ صبوتُ إليهنَّ، {وأكن من الجاهلينَ}: فإنَّ هذا جهلٌ؛ لأنَّه آثر لذَّة قليلة منغَّصة على لذات متتابعات وشهوات متنوعات في جنات النعيم، ومَنْ آثر هذا على هذا؛ فمن أجهلُ منه؟! فإنَّ العلم والعقل يدعو إلى تقديم أعظم المصلحتين وأعظم اللذَّتين، ويؤثِرُ ما كان محمودَ العاقبة.
33. İşte o vakit Yusuf, Rabbine sığındı ve bu kadınların hile ve tuzaklarına karşı O’ndan yardım isteyerek “dedi ki: Rabbim, ben zindanı bu kadınların beni kendisine davet ettikleri şeye tercih ederim.” Bu, kadınların Yusuf’a hanımefendisine itaat etmesi için telkinlerde bulunduklarını ve bu konuda ona tuzak kurmaya çalıştıklarını göstermektedir. Yusuf ise oldukça ağır ilâhi bir azabı gerektiren dünyevi bir lezzete karşılık hapsi, dünyevi azap ve işkenceyi tercih etti. “Eğer Sen bunların tuzaklarını benden savmazsan ben onlara meyleder” çünkü ben aciz ve zayıf bir kimseyim; eğer kadınların kötülüğünü benden uzaklaştırmayacak olursan onlara meylim olur “ve cahillerden olurum.” Çünkü bu, bir cahilliktir. Zira o takdirde geçici, az ve elemlerle karışık bir lezzeti, nimet dolu cennetlerdeki kesintisiz lezzetlere ve türlü türlü arzulara tercih etmiş olur. Böyle bir şeyi böyle bir nimete tercih edenden daha cahil kim olabilir? Şüphesiz ki ilim ve akıl, iki menfaatten ve iki lezzetten daha büyük olana öncelik tanımayı ve sonucu itibari ile güzel olanı tercih etmeyi gerektirir.
#
{34} {فاستجابَ له ربُّه}: حين دعاه، {فصرف عنه كَيْدَهُنَّ}: فلم تزلْ تراوِدُه وتستعين عليه بما تقدِرُ عليه من الوسائل حتى أيَّسَها وصَرَفَ الله عنه كيدها. {إنَّه هو السميع}: لدعاء الداعي، {العليمُ}: بنيَّته الصالحة وبنيَّته الضعيفة المقتضية لإمداده بمعونته ولطفه، فهذا ما نجَّى اللهُ به يوسفَ من هذه الفتنة الملمَّة والمحنة الشديدة.
34. “Rabbi de” kendisine dua ettiğinde “onun duasını kabul etti ve o kadınların tuzaklarını ondan savdı.” Kadın elinden gelen bütün yollarla yine onu kandırmaya ve ondan murad almaya çalışıp durdu. Nihâyet kadın, ondan ümidini kesti. Allah da kadının tuzağını ondan savdı. “Çünkü O” dua edenlerin dualarını “hakkıyla işitendir,” kulunun salih niyetini de Yüce Allah’ın yardım ve lütfuna mazhar olmayı gerektiren zayıf bünyesini de çok iyi “bilendir.” İşte Yüce Allah’ın Yusuf’u bu helak edici fitneden ve bu ağır mihnetten kurtarışı böyle oldu.
#
{35} وأما أسيادُه؛ فإنَّه لما اشتهر الخبر وبان وصار الناس فيها بين عاذرٍ ولائم وقادح، {بدا لهم}؛ أي: ظهر لهم {من بعد ما رأوا الآيات}: الدالَّة على براءته، {لَيَسْجُنُنَّه حتى حين}؛ أي: لينقطع بذلك الخبر ويتناساه الناس؛ فإنَّ الشيء إذا شاع؛ لم يزلْ يذكر، ويشاع مع وجود أسبابه؛ فإذا عدمت أسبابه؛ نُسِي، فرأوا أنَّ هذا مصلحة لهم، فأدخلوه في السجن.
35. Onun efendilerine gelince bu haber yaygınlaşıp ortaya çıkınca insanların kimi kadını mazur görürken, kimisi de kınayıp eleştirmeye koyuldu. “Sonra” Yusuf’un suçsuzluğuna delâlet eden “bütün delilleri gördükleri halde yine de onu bir süreye kadar zindana atmak onlara uygun göründü.” Böylelikle konuya dair haberlerin ardı arkası kesilsin ve insanlar onu unutsun istediler. Çünkü bir şey bir kere yaygınlık kazandı mı sebepleri var olduğu sürece anılmaya ve yaygınlaşmaya devam eder. Sebepleri ortadan kalktığında ise unutuluverir. Bu yüzden böyle bir işin maslahatlarına olduğu görüşüne sahip oldular ve bu sebeple onu hapse attılar.
Ayet: 36 - 41 #
{وَدَخَلَ مَعَهُ السِّجْنَ فَتَيَانِ قَالَ أَحَدُهُمَا إِنِّي أَرَانِي أَعْصِرُ خَمْرًا وَقَالَ الْآخَرُ إِنِّي أَرَانِي أَحْمِلُ فَوْقَ رَأْسِي خُبْزًا تَأْكُلُ الطَّيْرُ مِنْهُ نَبِّئْنَا بِتَأْوِيلِهِ إِنَّا نَرَاكَ مِنَ الْمُحْسِنِينَ (36) قَالَ لَا يَأْتِيكُمَا طَعَامٌ تُرْزَقَانِهِ إِلَّا نَبَّأْتُكُمَا بِتَأْوِيلِهِ قَبْلَ أَنْ يَأْتِيَكُمَا ذَلِكُمَا مِمَّا عَلَّمَنِي رَبِّي إِنِّي تَرَكْتُ مِلَّةَ قَوْمٍ لَا يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَهُمْ بِالْآخِرَةِ هُمْ كَافِرُونَ (37) وَاتَّبَعْتُ مِلَّةَ آبَائِي إِبْرَاهِيمَ وَإِسْحَاقَ وَيَعْقُوبَ مَا كَانَ لَنَا أَنْ نُشْرِكَ بِاللَّهِ مِنْ شَيْءٍ ذَلِكَ مِنْ فَضْلِ اللَّهِ عَلَيْنَا وَعَلَى النَّاسِ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَشْكُرُونَ (38) يَاصَاحِبَيِ السِّجْنِ أَأَرْبَابٌ مُتَفَرِّقُونَ خَيْرٌ أَمِ اللَّهُ الْوَاحِدُ الْقَهَّارُ (39) مَا تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِهِ إِلَّا أَسْمَاءً سَمَّيْتُمُوهَا أَنْتُمْ وَآبَاؤُكُمْ مَا أَنْزَلَ اللَّهُ بِهَا مِنْ سُلْطَانٍ إِنِ الْحُكْمُ إِلَّا لِلَّهِ أَمَرَ أَلَّا تَعْبُدُوا إِلَّا إِيَّاهُ ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ (40) [يَاصَاحِبَيِ السِّجْنِ أَمَّا أَحَدُكُمَا فَيَسْقِي رَبَّهُ خَمْرًا وَأَمَّا الْآخَرُ فَيُصْلَبُ فَتَأْكُلُ الطَّيْرُ مِنْ رَأْسِهِ قُضِيَ الْأَمْرُ الَّذِي فِيهِ تَسْتَفْتِيَانِ (41)] }.
36- Onunla birlikte zindana iki de delikanlı girdi. Bunlardan biri: “Ben rüyamda kendimi şarap (yapmak için üzüm) sıkarken gördüm” dedi. Diğeri de: “Ben de başımda ekmek taşıdığımı ve kuşların da ondan yediğini gördüm” dedi. “Bize bunun yorumunu bildir, çünkü biz senin iyi kimselerden olduğunu görüyoruz.” 37- Dedi ki: “Size rızıklanmanız için bir yemek gelecek ki o gelmezden evvel ben rüyanızın tabirini mutlaka size haber vereceğim. Bu, Rabbimin bana öğrettiği ilimlerdendir. Gerçek şu ki ben Allah’a iman etmeyen ve âhireti de inkâr eden bir kavmin dinini terk ettim. 38- “Ve atalarım İbrahim, İshak ve Yakub’un dinine uydum. Allah’a herhangi bir şeyi ortak koşmamız bizim için olacak şey değildir. Bu (tevhid), hem bize hem de insanlara Allah’ın bir lütfudur. Fakat insanların çoğu şükretmezler.” 39- “Ey zindan arkadaşlarım! Ayrı ayrı bir sürü rab mi hayırlıdır yoksa tek ve Kahhâr olan Allah mı? 40- “Sizin onun dışında taptıklarınız, kendinizin ve babalarınızın adlandırdığı birtakım isimlerden öte bir şey değildir. Allah bunlara dair hiçbir delil indirmemiştir. Hüküm ancak Allah’ındır. O, kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru din işte budur. Fakat insanların çoğu bilmezler. 41- “Ey zindan arkadaşlarım! Biriniz (kurtularak) efendisine şarap sunacak, diğeri ise asılacak ve kuşlar onun başından yiyecektir. Hakkında bilgi istediğiniz iş (bu şekilde) hükme bağlanmıştır.”
#
{36} أي: {و} لما دخل يوسف السجن؛ كان في جملة من {دخل معه السجنَ فتيانِ}؛ أي: شابان، فرأى كلُّ واحدٍ منهما رؤيا، فقصَّها على يوسف ليعبرها، {قال أحدُهما إني أراني أعصِرُ خمراً، وقال الآخرُ إنِّي أراني أحمل فوقَ رأسي خبزاً}: وذلك الخبز {تأكُلُ الطيرُ منه نبِّئْنا بتأويلِهِ}؛ أي: بتفسيره وما يؤول إليه أمرهما. وقولهما: {إنا نراك من المحسنين}؛ أي: من أهل الإحسان إلى الخلق؛ فأحسِنْ إلينا في تعبيرك لرؤيانا كما أحسنتَ إلى غيرنا، فتوسَّلا ليوسف بإحسانه.
36. Yusuf aleyhisselam hapishaneye girince “onunla birlikte zindana iki de delikanlı girdi.” Bu delikanlılardan her birisi bir rüya gördü ve rüyasını yorumlasın diye Yusuf’a anlattı: “Ben rüyamda kendimi şarap (yapmak için üzüm) sıkarken gördüm, dedi. Diğeri de: Ben Ben de başımda ekmek taşıdığımı ve kuşların da ondan” o ekmekten “yediğini gördüm, dedi. Bize bunun yorumunu bildir.” Bu rüyanın ne anlama geldiğini ve bunun sonunda nereye varacağını bize söyle. “Çünkü biz senin iyi kimselerden olduğunu görüyoruz.” Yani biz, seni insanlara iyilik yapan bir kimse olarak görüyoruz. O halde bizden başkasına iyilik yaptığın gibi bizim de rüyamızı yorumlayarak bize de iyilikte bulun, diyerek Yusuf’un iyilik yapan bir kimse olmasını, bu isteklerine bir gerekçe olarak gösterdiler. Yusuf da onların bu isteklerine cevap olmak üzere şöyle dedi:
#
{37} فَـ {قَالَ} لهما مجيباً لطلبهما: {لا يأتِيكما طعامٌ ترزقانِهِ إلاَّ نبأتُكما بتأويله قبلَ أن يأتيكما}؛ أي: فلتطمئنَّ قلوبُكما فإني سأبادر إلى تعبير رؤياكما، فلا يأتيكما غداؤكما أو عشاؤكما أول ما يجيء إليكما؛ إلاَّ نبأتُكما بتأويله قبل أن يأتِيكما، ولعلَّ يوسف عليه الصلاة والسلام قصد أن يدعوهما إلى الإيمان في هذه الحال التي بَدَتْ حاجتُهما إليه؛ ليكون أنجعَ لدعوته وأقبل لهما. ثم قال: {ذلِكما}: التعبير الذي سأعبره لكما، {مما علَّمني ربي}؛ أي: هذا من علم الله علَّمنيه وأحسن إليَّ به. وذلك {إنِّي تركتُ مِلَّة قوم لا يؤمنون بالله وهم بالآخرة هم كافرونَ}: والترك كما يكون للداخل في شيء ثم ينتقل عنه يكون لمن لم يدخُلْ فيه أصلاً؛ فلا يُقال: إنَّ يوسف كان من قبلُ على غير ملَّة إبراهيم.
37. “Dedi ki: Size rızıklanmanız için bir yemek gelecek ki o gelmezden evvel ben rüyanızın tabirini mutlaka size haber vereceğim.” O halde kalpleriniz mutmain olsun. Ben sizin rüyanızı yorumlayacağım. Sizin öğlen yahut akşam yemeğiniz size gelmeden önce ben size onun yorumunu bildireceğim. Herhalde Yusuf aleyhisselam onları böyle bir durumda imana davet etmek istemişti. Çünkü onların bu halde ona muhtaç oldukları ortada idi. Bu yolla da davetinin daha başarılı ve onlar tarafından daha da kabul edilebilir olmasını istediğinden şöyle dedi: “Bu” benim size yapacağım yorum “Rabbimin bana öğrettiği ilimlerdendir.” Bu, Allah’ın bana öğretmiş ve bana lütfedip ihsan ettiği bir bilgidir. Zira “ben Allah’a iman etmeyen ve âhireti inkâr eden bir kavmin dinini terk ettim.” Terk, bir şeye girip de sonradan ondan ayrılan kimse hakkında söz konusu olabildiği gibi o şeye hiç girmeyen kimse hakkında da söz konusudur. Bu sebeple Yusuf aleyhisselam daha önceden İbrahim’in dini üzerinde değildi, denilemez.
#
{38} {واتَّبعت مِلَّةَ آبائي إبراهيم وإسحاق ويعقوبَ}: ثم فسَّر تلك الملة بقوله: {ما كان لنا}؛ [أي: ما ينبغي ولا يليق بنا] {أن نُشْرِكَ بالله من شيءٍ}: بل نُفْرِدُ الله بالتوحيد ونُخْلِصُ له الدين والعبادة. {ذلك من فضل الله علينا وعلى الناس}؛ أي: هذا من أفضل [مننِه] وإحسانه وفضله علينا وعلى مَنْ هداه الله كما هدانا؛ فإنَّه لا أفضل من منَّة الله على العباد بالإسلام والدين القويم؛ فمن قبله وانقاد له؛ فهو حظُّه، وقد حصل له أكبر النعم وأجلُّ الفضائل. {ولكنَّ أكثرَ الناس لا يشكرونَ}: فلذلك تأتيهم المنَّة والإحسان فلا يقبلونَها ولا يقومون لله بحقِّه. وفي هذا من الترغيب للطريق التي هو عليها ما لا يخفى؛ فإنَّ الفتيين لما تقرَّر عنده أنهما رأياه بعين التعظيم والإجلال وأنه محسنٌ معلِّم؛ ذكر لهما أنَّ هذه الحالة التي أنا عليها كلّها من فضل الله وإحسانه، حيث منَّ عليَّ بترك الشرك وباتباع ملة آبائي ؛ فبهذا وصلتُ إلى ما رأيتما، فينبغي لكما أن تَسْلُكا ما سلكتُ.
38. “Ve atalarım İbrahim, İshak ve Yakub’un dinine uydum.” Daha sonra bu dinin mahiyetini şu sözleri ile açıklamaktadır: “Allah’a herhangi bir şeyi ortak koşmamız bizim için olacak şey değildir.” Bu bize yakışmaz, aksine biz Yüce Allah’ı tevhid ederiz. Din ve ibadeti yalnızca O’na halis kılarız. Yalnızca O’na ihlasla yöneliriz. “Bu (tevhid) hem bize hem de insanlara Allah’ın bir lütfudur.” Bu, Yüce Allah’ın hem bizlere hem de bizi hidâyete ilettiği gibi Allah’ın hidâyete iletmiş olduğu diğer kimselere de O’nun en üstün lütuf ve ihsanlarındandır. Çünkü gerçekten de Allah’ın, kulları üzerinde İslâm’dan ve dosdoğru dinden daha büyük hiçbir lütfu yoktur. Kim onu kabul ederse ve ona boyun eğerse ne şanslıdır! Zira o, en büyük nimeti ve en üstün fazileti elde etmiş olur. “Fakat insanların çoğu şükretmezler.” Bundan dolayı onlara ilâhi lütuf ve ihsan geldiği taktirde onu kabul etmezler ve Allah’ın herhangi bir hakkını yerine getirmezler. Bu ifadelerinde görüldüğü gibi Yusuf, açıkça izlemekte olduğu yolu izlemeye teşvik etmektedir. Bu iki delikanlının kendisine saygı ve tazim ile baktıklarını, onun iyilik yapan ve öğreten birisi olduğunu gördüklerini anlayınca o da onlara izlemekte olduğu bu yolun, bütünü ile Allah’ın lütuf ve ihsanından olduğunu söyledi ve adeta şöyle dedi: “Çünkü Yüce Allah, bana şirki terk edip atalarımın dinine uymayı lütfetmiş bulunuyor. Böylelikle ben sizin gördüğünüz bu hale ulaşabildim. O bakımdan sizlerin de izlediğim bu yolu izlemeniz gerekir.” Daha sonra Yusuf, onlara şu sözleri ile açıkça davette bulundu:
#
{39} ثم صرح لهما بالدعوة فقال: {يا صاحبي السجنِ أأربابٌ متفرِّقونَ خيرٌ أم الله الواحد القهار}؛ أي: أأربابٌ عاجزة ضعيفة لا تنفع ولا تضرُّ ولا تعطي ولا تمنع وهي متفرِّقة ما بين أشجار وأحجار وملائكة وأموات وغير ذلك من أنواع المعبودات التي يتَّخذها المشركون، أتلك خيرٌ أم الله الذي له صفات الكمال الواحد في ذاته وصفاته وأفعاله؟ فلا شريكَ له في شيء من ذلك، القهَّار الذي انقادت الأشياء لقهرِهِ وسلطانِهِ؛ فما شاء كان، وما لم يشأ لم يكنْ، ما من دابَّة إلاَّ هو آخذٌ بناصيتها.
39. “Ayrı ayrı bir sürü rab mi hayırlıdır yoksa tek ve Kahhâr olan Allah mı?” Yani faydası da olmayan, zararı olmayan, bir şey veremeyen, hiçbir şeyi engelleyemeyen, kimisi ağaç, kimisi taş, kimisi melek, kimisi ölü vb. gibi müşriklerin ilah diye edindikleri, çeşit çeşit mabudlar olarak kabul edilen bu tür aciz varlıklar mı hayırlıdır “yoksa tek ve Kahhâr olan Allah mı?” kemal sıfatlarına sahip olup zatı, sıfatları ve filleri ile hiçbir hususta ortağı bulunmayan, bütün her şeyin hüküm ve iradesine boyun eğdiği Allah mı? Ki O’nun dilediği olur, dilemediği de olmaz. “Hareket eden ne kadar canlı varsa hepsinin iradesi O’nun elindedir.” (Hud, 11/56) Bilindiği gibi bu kemale ve vasıflara sahip olan Allah, kemal sıfatlarına sahip bulunmayan, hiçbir şey de yapamayan aksine sadece isimlerden ibaret olan ayrı ayrı ilahlardan elbette ki daha hayırlıdır. Bu yüzden de Yusuf aleyhisselam sözlerine şöylece devam etmiştir:
#
{40} ومن المعلوم أنَّ مَن هذا شأنه ووصفه خيرٌ من الآلهة المتفرِّقة التي هي مجرَّد أسماء لا كمال لها ولا فعال لديها، ولهذا قال: {ما تعبُدون من دونِهِ إلاَّ أسماءً سمَّيْتُموها أنتم وآباؤكم}؛ أي: كسوتُموها أسماءً [و] سمَّيتموها آلهة، وهي لا شيء، ولا فيها من صفات الألوهيَّة شيء. {ما أنزل الله بها من سلطانٍ}: بل أنزل الله السلطان بالنهي عن عبادتها وبيان بطلانها، وإذا لم يُنْزِلِ الله بها سلطاناً؛ لم يكنْ طريقٌ ولا وسيلةٌ ولا دليلٌ لها. لأن الحكمَ {لله}: وحدَه؛ فهو الذي يأمُرُ وينهى ويشرِّعُ الشرائع ويسنُّ الأحكام، وهو الذي أمركم {أن لا تعبُدوا إلاَّ إيَّاه ذلك الدين القيِّمُ}؛ أي: المستقيم الموصل إلى كلِّ خير، وما سواه من الأديان؛ فإنَّها غير مستقيمة، بل معوجَّة توصل إلى كلِّ شرٍّ. {ولكنَّ أكثر الناس لا يعلمونَ}: حقائق الأشياء، وإلاَّ؛ فإنَّ الفرق بين عبادة الله وحده لا شريك له وبين الشرك به أظهر الأشياء وأبينها، ولكن لعدم العلم من أكثر الناس بذلك حَصَلَ منهم ما حصل من الشرك. فيوسف عليه السلام دعا صاحبي السجنِ لعبادة الله وحده وإخلاص الدِّين له، فيُحتمل أنهما استجابا وانقادا فتمَّت عليهما النعمة، ويُحتمل أنَّهما لم يزالا على شركهما، فقامت عليهما بذلك الحجة.
40. “Sizin onun dışında taptıklarınız, kendinizin ve babalarınızın adlandırdığı birtakım isimlerden öte bir şey değildir.” Sizler bunlara birtakım isimler taktınız ve bunlara ilah diye ad verdiniz. Oysa onlar hiçbir şeydir. Bunlarda uluhiyet sıfatı namına hiçbir şey yoktur. “Allah bunlara dair hiçbir delil indirmemiştir.” Aksine Yüce Allah, onlara ibadet etmeyi yasaklayan ve onların batıl olduğunu bildiren hükümler indirmiştir. Yüce Allah bunlara dair hiçbir delil indirmediğine göre bu uydurma ilahlara ibadet etmeye ne bir yol ne de bir delil yok demektir. Çünkü: “Hüküm ancak Allah’ındır.” Yalnız O’nundur. Emreden, yasak koyan, şeriat belirleyen, hükümleri koyan yalnızca O’dur. Ki “O kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir.” “Dosdoğru” ve her türlü hayra ulaştıran “din işte budur.” Onun dışındaki hiçbir din ise dosdoğru değildir. Aksine her türlü kötülüğe götüren eğri büğrü yollardır. “Fakat insanların çoğu” eşyanın gerçek yüzlerini “bilmezler.” Aksi taktirde, O’na hiçbir şeyi ortak koşmaksızın ibadet etmek ile O’na ortak koşmak arasındaki fark en açık ve en belirgin hususlardandır. Ama insanların çoğu, bunu bilmeyişleri dolayısı ile şirke saptılar. Yusuf aleyhisselam zindan arkadaşlarını yalnızca Allah’a ibadet etmeye ve dinlerini O’na halis kılmaya çağırdı. Onların bu çağrıyı kabul edip uymuş olmaları ve böylelikle Allah’ın nimetinin üzerlerine tamamlanmış olma ihtimali vardır. Şirkleri üzere devam etmiş olmaları ihtimali de vardır. Yusuf’un daveti ile onlara karşı delil de ortaya konulmuş oldu.
#
{41} ثم إنه عليه السلام شَرَعَ يعبر رؤياهما بعدما وعدهما ذلك، فقال: {يا صاحبي السجن أما أحَدُكُما}: وهو الذي رأى أنه يعصِرُ خمراً؛ فإنَّه يخرج من السجن، ويسقي {ربَّه خمراً}؛ أي: يسقي سيده الذي كان يخدمه خمراً، وذلك مستلزم لخروجه من السجن. {وأما الآخر}: وهو الذي رأى أنَّه يحمل فوق رأسه خبزاً تأكل الطير منه، {فيُصْلَبُ فتأكلُ الطير من رأسه}: فإنَّه عبر عن الخبز الذي تأكله الطير بلحم رأسه وشحمه وما فيه من المخِّ، وأنَّه لا يقبر ويستر عن الطيور، بل يُصلب ويُجعل في محلٍّ تتمكَّن الطيور من أكله، ثم أخبرهما بأنَّ هذا التأويل الذي تأوَّله لهما أنَّه لا بدَّ من وقوعه، فقال: {قُضِيَ الأمرُ الذي فيه تستفتيان}؛ أي: تسألان عن تعبيره وتفسيره.
41. Yusuf aleyhisselam önceden onlara vaad etmiş olduğu üzere rüyalarını tabir etmeye koyularak şöyle dedi: “Ey zindan arkadaşlarım, biriniz” yani rüyada üzüm sıktığını gören kişi hapisten çıkacak ve daha önce hizmetinde bulunduğu “efendisine şarap sunacak.” Bu ise hapisten çıkmasını gerektirir. “Diğeri” yani başının üstünde ekmek taşıdığını ve kuşların da ondan yediğini gören kimse “ise asılacak ve kuşlar başından yiyecektir.” Yusuf, kuşların yediği ekmeği delikanlının başındaki et ve beyni diye yorumlamıştır. Bunun kabre konulmayacağı ve kuşlara karşı korunmayacağı aksine asıldıktan sonra kuşların onu yiyebilecekleri bir yere konulacağı şeklinde yorumladı. Daha sonra da onlara yaptığı bu yorumun gerçekleşmesinin kaçınılmaz olduğunu belirterek: “Hakkında bilgi istediğiniz” yorumunu ve açıklamasını istediğiniz “iş (bu şekilde) hükme bağlanmıştır.” dedi.
Ayet: 42 #
{وَقَالَ لِلَّذِي ظَنَّ أَنَّهُ نَاجٍ مِنْهُمَا اذْكُرْنِي عِنْدَ رَبِّكَ فَأَنْسَاهُ الشَّيْطَانُ ذِكْرَ رَبِّهِ فَلَبِثَ فِي السِّجْنِ بِضْعَ سِنِينَ (42)}.
42- (Yusuf) o ikisinden kurtulacağını bildiği kimseye: “Efendinin yanında benden bahset.” dedi. Fakat şeytan, ona (Yusuf’u) efendisine hatırlatmasını unutturdu. Bu yüzden o, birkaç yıl daha zindanda kaldı.
#
{42} أي: {وقال} يوسفُ عليه السلام {للذي ظنَّ أنَّه ناج منهما}: وهو الذي رأى أنه يعصِرُ خمراً: {اذْكُرْني عند ربِّك}؛ أي: اذكر له شأني وقصَّتي لعله يَرقُّ لي فيخرجني مما أنا فيه، {فأنساه الشيطانُ ذِكْرَ ربِّه}؛ أي: فأنسى الشيطان ذلك الناجي ذكر الله تعالى وذكر ما يُقَرِّبُ إليه ومن جملة ذلك نسيانه ذِكْرَ يوسف الذي يستحقُّ أن يُجازى بأتمِّ الإحسان، وذلك ليتمَّ الله أمره وقضاءه. {فلَبِثَ في السجن بضعَ سنين}: والبضع من الثلاث إلى التسع، ولهذا قيل: إنه لبث سبع سنين. ولما أراد الله أن يُتِمَّ أمره ويأذن بإخراج يوسف من السجن؛ قدَّر لذلك سبباً لإخراج يوسف وارتفاع شأنه وإعلاء قَدْره وهو رؤيا الملك.
42. Yusuf aleyhisselam: “o ikisinden kurtulacağını bildiği kimseye” bu ise rüyasında üzüm sıktığını gören kişi idi “dedi ki: Efendinin yanında benden bahset” ona benim durumumu ve başımdan geçenleri hatırlat. Belki bana karşı kalbi yumuşar ve beni içinde bulunduğum bu yerden çıkartır. “Fakat şeytan, ona (Yusuf’u) efendisine hatırlatmasını unutturdu.” Yani şeytan o kurtulan kişiye Yüce Allah’ı anmayı, kendisini Allah’a yakınlaştıracak şeyleri hatırlamayı ve bu arada da en güzel şekilde kendisine karşılık verilmeye layık olan Yusuf’u anmayı da unutturdu. Bu ise Yüce Allah’ın emir ve kaderini gerçekleştirmesi, tamamlaması içindi. “Bu yüzden o, birkaç yıl daha zindanda kaldı.” Buradaki “birkaç” ifadesi üç ile dokuz arası bir sayıyı ifade eder. O nedenle Yusuf’un yedi yıl daha zindanda kaldığı söylenmiştir. Yüce Allah, onun bu durumunu sona erdirmeyi ve Yusuf’un zindandan çıkarılmasına izin vermeyi murad edince Yusuf’un çıkartılması, şanının yücelmesi ve kadrinin yükselmesi için bir sebep takdir etti ki bu da hükümdarın gördüğü rüya idi.
Ayet: 43 - 49 #
{وَقَالَ الْمَلِكُ إِنِّي أَرَى سَبْعَ بَقَرَاتٍ سِمَانٍ يَأْكُلُهُنَّ سَبْعٌ عِجَافٌ وَسَبْعَ سُنْبُلَاتٍ خُضْرٍ وَأُخَرَ يَابِسَاتٍ يَاأَيُّهَا الْمَلَأُ أَفْتُونِي فِي رُؤْيَايَ إِنْ كُنْتُمْ لِلرُّؤْيَا تَعْبُرُونَ (43) قَالُوا أَضْغَاثُ أَحْلَامٍ وَمَا نَحْنُ بِتَأْوِيلِ الْأَحْلَامِ بِعَالِمِينَ (44) وَقَالَ الَّذِي نَجَا مِنْهُمَا وَادَّكَرَ بَعْدَ أُمَّةٍ أَنَا أُنَبِّئُكُمْ بِتَأْوِيلِهِ فَأَرْسِلُونِ (45) يُوسُفُ أَيُّهَا الصِّدِّيقُ أَفْتِنَا فِي سَبْعِ بَقَرَاتٍ سِمَانٍ يَأْكُلُهُنَّ سَبْعٌ عِجَافٌ وَسَبْعِ سُنْبُلَاتٍ خُضْرٍ وَأُخَرَ يَابِسَاتٍ لَعَلِّي أَرْجِعُ إِلَى النَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَعْلَمُونَ (46) قَالَ تَزْرَعُونَ سَبْعَ سِنِينَ دَأَبًا فَمَا حَصَدْتُمْ فَذَرُوهُ فِي سُنْبُلِهِ إِلَّا قَلِيلًا مِمَّا تَأْكُلُونَ (47) ثُمَّ يَأْتِي مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ سَبْعٌ شِدَادٌ يَأْكُلْنَ مَا قَدَّمْتُمْ لَهُنَّ إِلَّا قَلِيلًا مِمَّا تُحْصِنُونَ (48) ثُمَّ يَأْتِي مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ عَامٌ فِيهِ يُغَاثُ النَّاسُ وَفِيهِ يَعْصِرُونَ (49)}.
43- (Bir gün) hükümdar dedi ki: “Rüyamda yedi semiz ineği yedi zayıf ineğin yediğini, bir de yedi yeşil başakla diğerleri kuru olan (yedi başak) gördüm. Ey ileri gelenler! Eğer rüya yorumunu biliyorsanız, şu rüyamı bana açıklayın.” 44- Dediler ki: “Karmakarışık rüyalardır (bunlar); biz böyle karışık rüyaların yorumunu bilmeyiz.” 45- O ikisinden kurtulmuş olan, uzun bir süre sonra (Yusuf’u o esnada) hatırladı ve dedi ki: “Ben size bunun yorumunu haber vereceğim, (ama önce) beni (zindana) gönderin.” 46- “Yusuf, ey doğru sözlü! Bize söyler misin, yedi semiz ineği yiyen yedi zayıf inek ile yedi yeşil başak ve diğerleri kuru olan (yedi başak) ne demektir? Ümidim o ki insanlara (isabetli yorumunla) dönerim de belki onlar da (hem tabiri hem de senin durumunu) öğrenirler.” 47- Dedi ki: “Yedi yıl âdetiniz üzere ekin. Yiyeceğiniz az bir miktarın dışındaki tüm biçtiklerinizi de başağında bırakın. 48- “Sonra bunların ardından yedi kurak yıl gelecek ve saklayacağınız az bir miktarın dışında o yıllar için önceden hazırladığınız her şeyi yiyip bitirecek. 49- “Sonra bunların ardından da bir yıl gelecek ki insanlar o yılda yağmura kavuşturulacak ve (meyve) sıkacaklar.”
Yüce Allah Yusuf’u zindandan çıkartmak isteyince hükümdara yorumu, bütün milleti ilgilendiren bu hayret verici rüyayı gösterdi. Ki böylelikle Yusuf, bu rüyayı yorumlasın da onun üstünlüğü ortaya çıksın ve onun her iki cihanda da yükselmesini sağlayacak ilmi herkesçe ayan beyan görülsün. Ne uygun bir ilâhi takdirdir ki bu rüyayı gören kimse, halkın bütün işlerini elinde bulunduran ve bütün maslahatları kendisine bağlı olan hükümdar idi. İşte bu hükümdar, kendisini dehşete düşüren böyle bir rüya gördü. Kavminin ilim adamlarını, sağlıklı görüş sahiplerini toplayıp onlara şöyle dedi:
#
{43} {إني أرى سبعَ بقراتٍ سمانٍ يأكُلُهُنَّ سبعٌ}؛ أي: سبعٌ من البقرات {عجافٌ}: وهذا من العجب أنَّ السبع العجافَ الهزيلات اللاتي سقطتْ قوَّتُهن يأكُلْنَ السبع السمان التي كنَّ نهايةً في القوة. {و} رأيتُ {سبعَ سُنْبُلاتٍ خضرٍ} يأكلهن سبعُ سنبلاتٍ يابساتٍ؛ {يا أيُّها الملأ أفتوني في رؤيايَ}: لأنَّ تعبير الجميع واحدٌ وتأويلهنَّ شيءٌ واحدٌ، {إن كنتُم للرؤيا تَعْبُرون}.
43. “Rüyamda yedi semiz ineği yedi zayıf ineğin yediğini, bir de yedi yeşil başakla diğerleri kuru olan (yedi başak) gördüm.” Oldukça zayıf düşmüş, cılızlaşmış, güçleri bitip tükenmiş yedi zayıf ineğin, oldukça güçlü yedi ineği yemesi hayret edilecek bir şeydir. Diğer taraftan yine kurumuş yedi başağın yedi yeşil başağı yediğini de görmüştü. “Ey ileri gelenler, eğer rüya yorumu biliyorsanız, şu rüyamı bana açıklayın.” Gördüklerinin hepsi tek bir rüya idi ve yorumu tek bir tane olacaktı.
#
{44} فتحيَّروا ولم يعرفوا لها وجهاً؛ {وقالوا أضغاثُ أحلام}؛ أي: أحلام لا حاصلَ لها ولا لها تأويلٌ. وهذا جزمٌ منهم بما لا يعلمون وتعذُّرٌ منهم بما ليس بعذرٍ. ثم قالوا: {وما نحنُ بتأويل الأحلام بعالِمينَ}؛ أي: لا نَعْبُرُ إلا الرؤيا وأمَّا الأحلام التي هي من الشيطان أو من حديث النفس فإنَّا لا نعبرها. فجمعوا بين الجهل والجزم بأنها أضغاث أحلام والإعجاب بالنفس بحيثُ إنَّهم لم يقولوا: لا نعلمُ تأويلها! وهذا من الأمور التي لا تنبغي لأهل الدين والحِجا. وهذا أيضاً من لطف الله بيوسف عليه السلام؛ فإنَّه لو عَبَرَها ابتداءً قبل أن يعرِضَها على الملأ من قومه وعلمائهم فيعجزوا عنها؛ لم يكنْ لها ذلك الموقع، ولكن لما عرضها عليهم، فعجزوا عن الجواب، وكان الملك مهتمًّا لها غايةً، فعبرها يوسفُ؛ وقعتْ عندهم موقعاً عظيماً. وهذا نظيرُ إظهار الله فضلَ آدم على الملائكة بالعلم بعد أن سألهم فلم يعلموا، ثم سأل آدم فعلَّمهم أسماء كلِّ شيءٍ، فحصل بذلك زيادة فضله. وكما يُظْهِرُ فضلَ أفضل خلقِهِ محمدٍ - صلى الله عليه وسلم - في القيامة أن يُلْهِمَ اللهُ الخلقَ أن يتشفَّعوا بآدم ثم بنوح ثم إبراهيم ثم موسى ثم عيسى عليهم السلام، فيعتذِرون عنها، ثم يأتون محمداً - صلى الله عليه وسلم -، فيقول: «أنا لها، أنا لها» ، فيشفع في جميع الخلق، وينال ذلك المقامَ المحمودَ الذي يغبِطُه به الأولون والآخرون؛ فسبحان من خَفِيَتْ ألطافُه ودقَّت في إيصاله البر والإحسان إلى خواصِّ أصفيائه وأوليائه.
44. Ancak hepsi de hayrete düştüler ve bunu nasıl yorumlayacaklarını bilemediler. Bunun üzerine: “Dediler ki: Karmakarışık rüyalardır” yani bu rüyaların herhangi bir sonucu veya herhangi bir yorumu olmaz. Yorumcular bilmedikleri bir şey hakkında kesin hüküm vermiş oluyorlardı. Kendileri için mazeret teşkil etmeyecek bir üslupla da mazur görülmelerini istemişlerdi. Daha sonra da: “Biz böyle karışık rüyaların yorumunu bilmeyiz” yani biz ancak yorumlanabilecek türden rüyaları yorumlarız. Şeytandan olan yahut da nefsin telkinlerinden kaynaklanan rüyaları ise yorumlayamayız, demişlerdi. Böylelikle onlar hem bilmediklerini, hem bunların yorumu yapılmayacak türden rüyalar oldukları iddiasını, hem de kendilerini beğendiklerini ortaya koymuş oluyorlardı. Çünkü onlar, biz bu rüyanın yorumunu bilmiyoruz, demediler. Bu ise dinine bağlı ve üstün akıl sahibi kimselerin göstereceği bir tavır değildir. Yine bu durum, Yüce Allah’ın Yusuf aleyhisselam’a bir lütfudur. Çünkü hükümdar, bu rüyayı kavminin ileri gelenlerine ve bilginlerine anlatıp da onların, onu yorumlamaktan aciz oldukları ortaya çıkmadan önce Yusuf, en başta onu yorumlamış olsaydı bunun, o kadar önemi ve etkisi olmazdı. Ancak hükümdar, bu rüyaya oldukça önem veriyordu. Öbürleri rüyayı yorumlamaktan acze düşüp Yusuf onu yorumlayınca bunun, onların nezdinde de çok büyük bir değeri oldu. Bu da Yüce Allah’ın, Âdem aleyhisselam’ın meleklere üstünlüğünü ilim ile ortaya çıkarmasına benzemektedir. Çünkü O, önce meleklere sormuş, onlar sorunun cevabını bilemeyince daha sonra Adem’e sormuş, Adem de onlara her şeyin ismini bildirince daha üstün ve faziletli olduğu ortaya çıkmıştı. Aynı şekilde Yüce Allah Kıyamet gününde yaratıkların en faziletlisi olan Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in faziletini de benzeri bir şekilde ortaya çıkaracaktır. Yüce Allah insanlara Adem’den kendilerine şefaatçi olmasını isteme ilhamını verecektir. Daha sonra Nuh’dan, sonra İbrahim’den, sonra Musa’dan sonra da İsa’dan bu istekte bulunacaklardır. Her birisi de bu konuda ayrı bir mazeret bildirecek ve en sonda onlar Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e gelecekler. O da: “Bu, benim işimdir, bu, benim işimdir” diyerek bütün insanlara şefaatte bulunacak ve böylelikle öncekilerin de sonrakilerin de kendisine gıpta ile bakacakları Makam-ı Mahmud’a nail olacaktır.[32] Lütufkârane takdirleri bize gizli kalan, iyilik ve ihsanı seçkin kullarına ve gerçek dostlarına ulaştırması ince hikmetlerle dolu olan Yüce Allah’ın şanı ne yücedir!
#
{45} {وقال الذي نجا منهما}؛ أي: من الفتيين، وهو الذي رأى أنَّه يعصِرُ خمراً، وهو الذي أوصاه يوسف أن يذكُرَه عند ربِّه، {وادَّكَرَ بعد أُمَّةٍ}؛ أي: وتذكَّر يوسف وما جرى له في تعبيره لرؤياهما وما وصَّاه به وعلم أنه كفيلٌ بتعبير هذه الرؤيا بعد مدَّةٍ من السنين، فقال: {أنَا أنبِّئكم بتأويلِهِ فأرسلونِ}: إلى يوسفَ لأسأله عنها.
45. “O ikisinden” hapisteki o iki delikanlıdan rüyasında şarap sıktığını gören ve Yusuf’un, efendisinin yanında kendisinden bahsetmesini istediği “kurtulmuş olan, uzun bir süre sonra” Yusuf’u, onun rüyalarını yorumlamasını ve kendisine yaptığı tavsiyeyi “hatırladı” ve Yusuf’un aradan geçen uzun yıllar sonra bu rüyayı yorumlayabilecek kişi olduğunu bildi ve: “dedi ki: Ben size bunun yorumunu haber vereceğim.” O bakımdan rüyanın yorumuna dair ona soru sorayım diye “beni” Yusuf’a “gönderin.”
#
{46} فأرسلوه، فجاء إليه، ولم يعنِّفْه يوسفُ على نسيانه، بل استمع ما يسأله عنه، وأجابه عن ذلك، فقال: {يوسفُ أيُّها الصديقُ}؛ أي: كثير الصدق في أقواله وأفعاله، {أفْتِنا في سبعِ بقراتٍ سمانٍ يأكُلُهُنَّ سبعٌ عجافٌ وسبعِ سنبلات خضرٍ وأخَرَ يابساتٍ لعلِّي أرجِعُ إلى الناس لعلَّهم يعلمونَ}: فإنَّهم متشوِّفون لتعبيرها، وقد أهمَّتْهم.
46. Bunun üzerine onu gönderdiler. O da Yusuf’un yanına geldi. Yusuf unutmasından dolayı onu azarlamadı, aksine kendisine sorduğu soruyu dinledi ve bu hususta ona cevabını verdi. Arkadaşı ona şöyle demişti: “Yusuf, ey doğru sözlü!” yani ey sözleri ve davranışları doğru kişi “bize söyler misin, yedi semiz ineği yiyen yedi zayıf inek ile yedi yeşil başak ve diğerleri kuru olan (yedi başak) ne demektir? Ümidim o ki insanlara (isabetli yorumunla) dönerim de belki onlar da (hem tabiri hem de senin durumunu) öğrenirler.” Çünkü onlar bu rüyanın yorumunu şevkle beklemektedirler. Zira bu, onları oldukça düşündürmektedir.
#
{47} فعبر يوسفُ السبعَ البقراتِ السمانَ والسبعَ السنبلاتِ الخضر بأنهنَّ سبع سنين مخصبات، والسبع البقرات العجاف والسبع السنبلات اليابساتِ بأنَّهنَّ سنين مجدباتٌ، ولعلَّ وجهَ ذلك ـ والله أعلم ـ أنَّ الخصب والجدب لما كان الحرث مبنيًّا عليه، وأنَّه إذا حصل الخصبُ؛ قويتِ الزروع والحروثُ وحَسُنَ منظرُها وكثُرت غلالها، والجدب بالعكس من ذلك، وكانت البقر هي التي تُحرث عليها الأرض وتُسقى عليها الحروث في الغالب، والسنبلاتُ هي أعظم الأقوات وأفضلها؛ عبرها بذلك لوجود المناسبة، فجمع لهم في تأويلها بين التعبير والإشارة لما يفعلونه ويستعدُّون به من التدبير في سني الخصب إلى سني الجَدْب، فقال: {تزرعونَ سبعَ سنينَ دأباً}؛ أي: متتابعاتٍ، {فما حصدتُم}: من تلك الزروع، {فذَروه}؛ أي: اتركوه {في سُنبُلِهِ}: لأنَّه أبقى له وأبعد من الالتفات إليه، {إلاَّ قليلاً مما تأكلون}؛ أي: دبِّروا [أيضًا] أكلكم في هذه السنين الخصبة، وليكن قليلاً؛ ليكثر ما تدَّخرون، ويعظُم نفعُه ووقعه.
47. Yusuf, yedi semiz inek ile yedi yeşil başağı oldukça verimli yedi yıl diye, yedi zayıf inek ile yedi kuru başağı da oldukça kurak yıllar diye yorumladı. Allah daha iyi bilir ama bu yorumun açıklaması şöyledir: Ekin, bolluk ve kuraklığa bağlı bir şeydir. Eğer bolluk olursa ziraat ve ekinler bol ve güçlü olur. Manzarası güzel olur, verimi çok olur. Kıtlık ise bunun tam aksi sonuçlar doğurur. Toprak da inekler vasıtası ile sürülür ve çoğunlukla tarlalar da onlarla sulanırdı. Başaklar ise gıda maddelerinin en önemlisi ve en değerlisidir. Aradaki bu ilişki dolayısı ile rüyayı bu şekilde yorumladı. Yusuf bir yandan rüyayı yorumlarken bir yandan da neler yapacaklarına ve böylelikle bolluk yıllarından kıtlık yılları için nasıl hazırlanacaklarına dair görüşünü de açıklayarak “Dedi ki: Yedi yıl âdetiniz üzere” peş peşe “ekin.” O ekinlerden “yiyeceğiniz az bir miktarın dışındaki tüm biçtiklerinizi başağında bırakın.” Çünkü böylesi ekinin daha uzun ömürlü olmasını sağlar ve onun tüketilme isteği de daha az olur. Yiyeceğiniz az bir miktarı bu saklayacaklarınızdan istisna edin. Ancak bu bolluk yıllarında yiyeceğiniz mümkün mertebe az olsun ki, saklayacağınız miktar daha fazla olsun ve böylelikle faydası ve etkisi de daha büyük olsun.
#
{48} {ثم يأتي من بعد ذلك}؛ أي: بعد تلك السنين السبع المخصبات، {سبعٌ شِدادٌ}؛ أي: مجدباتٌ، {يأكُلْن ما قدَّمتم لهنَّ}؛ أي: يأكلن جميع ما ادَّخرتموه ولو كان كثيراً، {إلاَّ قليلاً مما تُحْصِنونَ}؛ أي: تمنعونه من التقديم لهنَّ.
48. “Sonra bunların” bu verimli bol yedi yılın “ardından yedi kurak yıl gelecek ve saklayacağınız” yani bu yıllarda tüketmeyeceğiniz “az bir miktarın dışında o yıllar için önceden hazırladığınız her şeyi” ne kadar çok olursa olsun, bütün sakladıklarınızı “yiyip bitirecek.”
#
{49} {ثم يأتي من بعد ذلك}؛ أي: السبع الشداد {عامٌ فيه يُغاث الناس وفيه يعصِرونَ}؛ أي: فيه تكثُر الأمطار والسيول، وتكثُر الغلاتُ، وتزيد على أقواتهم حتَّى إنَّهم يعصِرون العنب ونحوه زيادةً على أكلهم، ولعلَّ استدلاله على وجودِ هذا العام الخصب مع أنه غير مصرَّح به في رؤيا الملك؛ لأنَّه فهم من [التقدير] بالسبع الشِّداد أنَّ العام الذي يليها يزولُ به شدَّتُها، ومن المعلوم أنَّه لا يزولُ الجَدْبُ المستمرُّ سبع سنين متوالياتٍ إلا بعام مُخْصِبٍ جدًّا، وإلاَّ؛ لَمَا كان للتقدير فائدة. فلما رجع الرسول إلى الملك والناس، وأخبرهم بتأويل يوسف للرؤيا؛ عجبوا من ذلك، وفرِحوا بها أشدَّ الفرح.
49. “Sonra bunların” yedi kıtlık yılının “ardından da bir yıl gelecek ki insanlar o yılda yağmura kavuşturalacak ve (meyve) sıkacaklar.” Bu yılda ise yağmurlar ve sular çoğalacak, mahsuller de artacaktır. O kadar ki gıda ihtiyaçlarından fazla fazla artacak ve onlar yediklerinin yanı sıra bir de üzüm ve benzeri meyveleri sıkacaklar. Hükümdarın rüyasında böyle bir yıldan açıkça söz edilmemekle birlikte Yusuf’un bu şekilde bir bolluk yılının geleceğini anlaması, kıtlık yıllarının yedi ile sınırlandırılmasından hareketle olması muhtemeldir. Zira o bundan, bu kıtlığın ortadan kalkacağını ve ondan sonraki yılın bolluk yılı olacağını çıkarmıştır. Bilindiği gibi peş peşe yedi yıl devam eden bir kıtlık ancak oldukça bol ve verimli bir yılın gelişi ile ortadan kalkar. Aksi takdirde bu şekildeki yedi yıllık bir süre belirlemenin herhangi bir faydası olmazdı. Elçi hükümdara ve insanların yanına dönüp de Yusuf’un rüyaya dair yorumunu onlara bildirince hayrete düştüler ve çok sevindiler. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 50 - 57 #
{وَقَالَ الْمَلِكُ ائْتُونِي بِهِ فَلَمَّا جَاءَهُ الرَّسُولُ قَالَ ارْجِعْ إِلَى رَبِّكَ فَاسْأَلْهُ مَا بَالُ النِّسْوَةِ اللَّاتِي قَطَّعْنَ أَيْدِيَهُنَّ إِنَّ رَبِّي بِكَيْدِهِنَّ عَلِيمٌ (50) قَالَ مَا خَطْبُكُنَّ إِذْ رَاوَدْتُنَّ يُوسُفَ عَنْ نَفْسِهِ قُلْنَ حَاشَ لِلَّهِ مَا عَلِمْنَا عَلَيْهِ مِنْ سُوءٍ قَالَتِ امْرَأَتُ الْعَزِيزِ الْآنَ حَصْحَصَ الْحَقُّ أَنَا رَاوَدْتُهُ عَنْ نَفْسِهِ وَإِنَّهُ لَمِنَ الصَّادِقِينَ (51) ذَلِكَ لِيَعْلَمَ أَنِّي لَمْ أَخُنْهُ بِالْغَيْبِ وَأَنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي كَيْدَ الْخَائِنِينَ (52) وَمَا أُبَرِّئُ نَفْسِي إِنَّ النَّفْسَ لَأَمَّارَةٌ بِالسُّوءِ إِلَّا مَا رَحِمَ رَبِّي إِنَّ رَبِّي غَفُورٌ رَحِيمٌ (53) وَقَالَ الْمَلِكُ ائْتُونِي بِهِ أَسْتَخْلِصْهُ لِنَفْسِي فَلَمَّا كَلَّمَهُ قَالَ إِنَّكَ الْيَوْمَ لَدَيْنَا مَكِينٌ أَمِينٌ (54) قَالَ اجْعَلْنِي عَلَى خَزَائِنِ الْأَرْضِ إِنِّي حَفِيظٌ عَلِيمٌ (55) وَكَذَلِكَ مَكَّنَّا لِيُوسُفَ فِي الْأَرْضِ يَتَبَوَّأُ مِنْهَا حَيْثُ يَشَاءُ نُصِيبُ بِرَحْمَتِنَا مَنْ نَشَاءُ وَلَا نُضِيعُ أَجْرَ الْمُحْسِنِينَ (56) وَلَأَجْرُ الْآخِرَةِ خَيْرٌ لِلَّذِينَ آمَنُوا وَكَانُوا يَتَّقُونَ (57)}.
50- Hükümdar “Onu bana getirin.” dedi. Bunun üzerine elçi yanına gelince (Yusuf) dedi ki: “Efendine dön de o ellerini kesen kadınların durumu neymiş, diye sor. Şüphe yok ki benim Rabbim o kadınların tuzaklarını çok iyi bilendir.” 51- (Hükümdar onları toplayıp) dedi ki: “Yusuf’tan murad istediğiniz zaman durumunuz ne idi?” Kadınlar: “Allah'ı tenzih ederiz! Biz onun hiçbir kötülüğünü bilmiyoruz” dediler. Aziz’in karısı da şöyle dedi: “Şimdi gerçek ortaya çıktı. Ben ona sahip olmak istemiştim. Şüphesiz ki o doğru söyleyenlerdendir.” 52- “Bu, gıyabında ona hıyanet etmediğimi ve Allah’ın hainlerin tuzağını başarıya ulaştırmayacağını bilmesi içindir.” 53- “Bununla beraber ben nefsimi de temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis, şüphesiz var gücüyle kötülüğü emreder. Ancak Rabbimin merhamet ettikleri müstesnâdır. Çünkü Rabbim çok bağışlayıcıdır, pek merhametlidir.” 54- Hükümdar: “Onu bana getirin de kendime has (danışman) kılayım” dedi. Onunla konuşunca da şöyle dedi: “Sen bugün nezdimizde önemli bir mevki sahibi ve güvenilir birisin.” 55- Dedi ki: “Beni ülkenin hazine işlerinin başına tayin et. Çünkü ben (bu konuda), oldukça titiz ve bilgiliyim.” 56- İşte böylece o ülkede Yusuf’a iktidar imkanı verdik. O, orada dilediği yerde konaklardı. Biz rahmetimizi dilediğimize veririz. İyilik sahiplerinin de ecrini zayi etmeyiz. 57- İman edip de takva üzere olanlar için âhiret mükâfatı ise elbette daha hayırlıdır.
#
{50} يقول تعالى: {وقال المَلِكُ} لمن عنده: {ائتوني به}؛ أي: بيوسف عليه السلام بأن يخرِجوه من السجن ويحضِروه إليه. فلمَّا جاء يوسفَ الرسولُ، وأمره بالحضور عند الملك؛ امتنع عن المبادرة إلى الخروج حتَّى تتبيَّن براءتُه التامَّةُ، وهذا من صبره وعقله ورأيه التامِّ، فقال للرسولِ: {ارجعْ إلى ربِّك}؛ يعني به: الملك، {فاسْألْه ما بالُ النسوةِ اللاتي قطَّعْن أيدِيَهُنَّ}؛ أي: اسأله ما شأنهن وقصتهن؛ فإنَّ أمرهن ظاهرٌ متَّضح. {إنَّ ربِّي بكيدِهِنَّ عليمٌ}.
50. “Hükümdar” yanında bulunanlara “Onu bana getirin, dedi.” Yani Yusuf aleyhisselam’ın hapishaneden çıkartılmasını ve yanına getirilmesini emretti. “Bunun üzerine elçi yanına gelince” ve ona çıkıp hükümdarın yanına gitmesini emredince Yusuf tam anlamı ile suçsuzluğu ortaya çıkmadıkça zindandan çıkmak istemedi. Bu ise onun sabrı, mükemmel akıl ve görüş sahibi oluşunun bir neticesi idi. Gelen elçiye “dedi ki: Efendine” yani hükümdara “dön de o ellerini kesen kadınlara durumu neymiş, diye sor.” Ona bu kadınların durumlarının ne olduğunu, başlarından geçen olayın mahiyetini sor. Onların durumu gâyet açık bir şekilde ortadadır. “Şüphe yok ki benim Rabbim o kadınların tuzaklarını çok iyi bilendir.”
#
{51} فأحضرهنَّ الملك وقال: {ما خطبُكُنَّ}؛ أي: شأنكُن، {إذ راودتُنَّ يوسفَ عن نفسِهِ}: فهل رأيتُن منه ما يريب؟! فبرَّأنَه و {قلن حاشَ لله ما علِمْنا عليه من سوءٍ}؛ أي: لا قليل ولا كثير؛ فحينئذ زال السببُ الذي تُبْنَى عليه التُّهمة، ولم يبقَ إلاَّ ما عند امرأة العزيز، فقالتِ {امرأة العزيز الآنَ حَصْحَصَ الحقُّ}؛ أي: تمحَّص وتبيَّن بعدما كنَّا نُدْخِل معه من السوء والتُّهمة ما أوجب السجن ليوسف ، {أنا راودتُه عن نفسِهِ وإنَّه لمن الصادقينَ}: في أقواله وبراءته.
51. Hükümdar, bunun üzerine o kadınları huzuruna getirtti: “Dedi ki: Yusuf’tan murad almak istediğiniz zaman durumunuz ne idi?” Siz onda insanı şüpheye düşürecek bir hal gördünüz mü? “Kadınlar” hep birlikte onun bu işlerden uzak olduğunu belirttiler ve: “Allah'ı tenzih ederiz; biz onun hiçbir kötülüğünü bilmiyoruz, dediler.” Az olsun, çok olsun onun bir kötülük işlediğini bilmiyoruz. Artık Yusuf’u itham etmeyi gerektiren sebep ortadan kalkmış ve geriye sadece Aziz’in karısının durumu ve onun bu konudaki kanaati kalmıştı. Bunun üzerine “Aziz’in karısı da şöyle dedi: Şimdi gerçek ortaya çıktı.” Daha önce biz onu hapse atılmasını gerektirecek şekilde itham ederken, ona kötülük isnad ederken artık gerçek açıkça ortaya çıkmış bulunuyor. “Ben ona sahip olmak istemiştim. Şüphesiz ki o” sözlerinde ve suçsuzluk iddiasında “doğru söyleyenlerdendir.”
#
{52} {ذلك}: الإقرارُ الذي أقررتُ أني راودتُ يوسفَ ، {ليعلم أني لم أخُنْهُ بالغيبِ}: يُحتمل أنَّ مرادها بذلك زوجها؛ أي: ليعلم أني حين أقررتُ أني راودتُ يوسف أنِّي لم أخُنْهُ بالغيبِ؛ أي: لم يَجْرِ منِّي إلاَّ مجرَّد المراودة، ولم أفسِدْ عليه فراشه. ويُحتمل أنَّ المراد بذلك: ليعلم يوسفُ حين أقررتُ أنِّي أنا الذي راودتُه، وأنَّه صادقٌ أني لم أخُنْه في حال غيبته عنِّي. {وأنَّ الله لا يَهْدي كيد الخائنين}: فإنَّ كلَّ خائنٍ لا بدَّ أن تعود خيانته ومكره على نفسه، ولا بدَّ أن يتبيَّن أمره.
52. “Bu” yani benim Yusuf’tan murad almak istediğime dair bu ikrarım “gıyabında ona hıyanet etmediğimi…” Bu sözleri ile kocasını kasdetmiş olma ihtimali vardır. Yani ben, bu ikrarda bulunup da Yusuf’tan murad almak istediğimi söyledim, ancak bu, onun gıyabında kendisine hıyanet etmediğimi bilsin diyedir. Yani ben sadece ondan murad almak istedim, ama onun namusuna leke sürmedim. Bu sözleri ile şunu kasdetmiş olma ihtimali de vardı: Yusuf’tan murad almak isteyenin ben olduğumu, onun da doğru sözlü olduğunu ikrar ettiğimde onun, yanımda bulunmadığı sırada ona hainlik etmediğimi Yusuf’un bilmesi içindir. “ve Allah’ın hainlerin tuzağını başarıya ulaştırmayacağını bilmesi içindir.” Çünkü hainlik eden herkesin bu hainlik ve tuzağının kendi başına dönmesi ve işinin mutlaka açığa çıkması kaçınılmaz bir şeydir.
#
{53} ثم لما كان في هذا الكلام نوعُ تزكيةٍ لنفسها وأنه لم يجر منها ذنبٌ في شأن يوسف استدركت فقالت: {وما أُبَرِّئُ نَفْسِي}؛ أي: من المراودة والهمِّ والحرص الشديد والكيد في ذلك. {إنَّ النفس لأمارةٌ بالسوءِ}؛ أي: لكثيرة الأمر لصاحبها بالسوء؛ أي: الفاحشة وسائر الذنوب؛ فإنَّها مركَبُ الشيطان، ومنها يدخُلُ على الإنسان. {إلاَّ ما رَحِمَ ربي}: فنجَّاه من نفسه الأمَّارة حتى صارت نفسُهُ مطمئنةً إلى ربِّها منقادة لداعي الهدى متعاصية عن داعي الرَّدى؛ فذلك ليس من النفس، بل من فضل الله ورحمته بعبده. {إنَّ ربِّي غفورٌ رحيم}؛ أي: هو غفور لمن تجرَّأ على الذُّنوب والمعاصي إذا تاب وأناب، رحيمٌ بقَبول توبته وتوفيقه للأعمال الصالحة. وهذا هو الصوابُ أنَّ هذا من قول امرأة العزيز لا من قول يوسُفَ؛ فإنَّ السياق في كلامها، ويوسُفُ إذ ذاك في السجن لم يحضُرْ.
53. Kadının söylediği bu ifadelerde bir bakıma kendisini temize çıkarma anlamı bulunduğundan ve Yusuf ile ilgili kendisinin herhangi bir günahı olmadığı anlaşılır gibi olduğundan, bunu telafi etmek kastı ile şunları söylemiştir: “Bununla beraber ben nefsimi” Yani ben kendimi Yusuf’tan murad almak, bunun için çalışmak, bunu şiddetle arzulamak ve bunun için de gerekli planı kurmaktan yana “temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis şüphesiz var gücüyle kötülüğü emreder.” Her nefis sahibine kötülüğü çokça emreder. Yani hayasızlığı ve diğer günahları işlemesini ister. Çünkü nefis şeytanın bineğidir. Onun vasıtası ile şeytan insanı saptırır. “Ancak Rabbimin merhamet ettikleri” Allah’ın, kötülüğü emreden nefsine karşı koruduğu, böylece nefsi Rabbine doğru huzurla giden, hidâyet davetçisine itaat eden ve helake çağırana karşı koyan kimseler “müstesnâdır.” Bu ise nefsin kendisinden değil, aksine Allah'ın kuluna olan lütuf ve rahmetindendir. “Çünkü Rabbim çok bağışlayıcıdır,” Günah işleme cesaretini gösteren kimselere tevbe edip Allah’a yöneldikleri takdirde günahlarını bağışlar; “pek merhametlidir.” tevbesini kabul etmesi ve salih amelleri işleme muvaffakiyetini vermesi sureti ile de merhamet eder. Bu ayetin tefsirinde doğru olan, bu sözlerin Yusuf’un sözleri değil de Aziz’in hanımının sözlerinden olduğudur. Çünkü ifadeler, Aziz’in hanımının sözlerinin devamı niteliğindedir. Yusuf da o vakit hapishanede bulunuyordu, henüz çıkmamıştı.
#
{54} فلما تحقق الملك والناس براءة يوسف التامَّة؛ أرسل إليه الملك، وقال: {ائتوني به أستَخْلِصْه لنفسي}؛ أي: أجعله خصيصة لي ومقرَّباً لديَّ. فأتَوه به مكرماً محترماً، {فلمَّا كلَّمه}؛ أعجبه كلامه، وزاد موقعُه عنده، فقال له: {إنَّك اليوم لدينا}؛ أي: عندنا {مكينٌ أمينٌ}؛ أي: متمكِّن أمينٌ على الأسرار.
54. Hükümdar ve insanlar, Yusuf’un tam anlamı ile masum olduğunu anlayınca hükümdar, Yusuf’a haber gönderdi: “Onu bana getirin de onu kendime has (danışman) kılayım, dedi.” Onu kendimin en has, en yakın adamlarımdan kılayım. Onlar da onu saygı ve ihtiram ile getirdiler. “Onunla konuşunca da” hükümdar onun sözlerini beğendi ve nezdindeki konumunu daha da yükselterek ona şöyle dedi: “Bugün sen bizim nezdimizde önemli bir mevki sahibi ve güvenilir birisin.” Sırlarımızı sana güvenerek teslim edebiliriz.
#
{55} فقال يوسف طلباً للمصلحة العامة: {اجعلْني على خزائن الأرض}؛ أي: على خزائن جبايات الأرض وغلالها وكيلاً حافظاً مدبِّراً. {إنِّي حفيظٌ عليمٌ}؛ أي: حفيظ للَّذي أتولاَّه؛ فلا يضيعُ منه شيءٌ في غير محلِّه، وضابطٌ للداخل والخارج، عليمٌ بكيفيَّة التدبير والإعطاء والمنع والتصرُّف في جميع أنواع التصرُّفات. وليس ذلك حرصاً من يوسف على الولاية، وإنما هو رغبةٌ منه في النفع العام، وقد عرف من نفسه من الكفاية والأمانة والحفظ ما لم يكونوا يعرفونه؛ فلذلك طلب من الملك أن يجعلَه على خزائن الأرض، فجعله الملك على خزائن الأرض وولاَّه إيَّاها.
55. Yusuf kamu menfaatine ait bir işe talip olarak “dedi ki: beni ülkenin hazine işlerinin başına tayin et.” Arazilerden toplanacak gelirlerin başına görevli bir sorumlu ve idareci olarak ata. “Çünkü ben (bu konuda) oldukça titiz ve bilgiliyim” üzerime aldığım görevi gereği gibi yerine getiririm. Ondan hiçbir şey boşa gitmez ve olması gereken yerden başkasına konmaz. Gireni, çıkanı da iyi tespit ederim. Bu işin idare ediliş şeklini verme, vermeme ve her türlü tasarruf keyfiyetini çok iyi bilenim. Yusuf’un bu talebi, kamu yönetiminin başına getirilmesi için bir hırstan kaynaklanmıyordu. Aksine kamuya faydalı olmayı arzuladığından dolayı bu talepte bulunmuştu. Ayrıca kendisinin bu konuda onların bilmediği derecede bir yeterliliğe, güvenilirliğe ve titizliğe sahip olduğunu biliyordu. Bundan dolayı hükümdardan kendisini ülkenin hazinelerinin başına getirmesini istedi. Hükümdar da onu yeryüzü hazinelerinin başına getirdi ve bu görevi ona verdi.
#
{56 ـ 57} قال تعالى: {وكذلك}؛ أي: بهذه الأسباب والمقدّمات المذكورة، {مَكَّنَّا ليوسفَ في الأرض يتبوَّأ منها حيثُ يشاء}: في عيش رغدٍ ونعمة واسعةٍ وجاه عريض، {نصيبُ برحمتنا مَن نشاءُ}؛ أي: هذا من رحمة الله بيوسف التي أصابه بها وقدَّرها له، وليست مقصورةً على نعمة الدنيا. فإن الله لا يضيعُ أجر المحسنينَ، ويوسف عليه السلام من سادات المحسنين؛ فله في الدُّنيا حسنةٌ وفي الآخرة حسنةٌ، ولهذا قال: {ولأجرُ الآخرة خيرٌ} ـ من أجر الدُّنيا ـ {للذين آمنوا وكانوا يتَّقونَ}؛ أي: لمن جمع بين التقوى والإيمان؛ فبالتَّقوى تُتْرَكُ الأمور المحرمة من كبائر الذنوب وصغائرها، وبالإيمان التامِّ يحصُلُ تصديق القلب بما أمر الله بالتصديق به وتتبعُهُ أعمال القلوب وأعمال الجوارح من الواجبات والمستحبَّات.
56. Yüce Allah devamla şöyle buyurmaktadır: “İşte böylece” yani sözü edilen bu sebepler ve mukaddimelerle “o ülkede Yusuf’a iktidar imkanı verdik. O, orada dilediği yerde konaklardı.” Rahat bir yaşayış, bol nimetler ve oldukça büyük ve yetkili bir mevkide bulunuyordu. “Biz rahmetimizi dilediğimize veririz.” Bu, Yüce Allah’ın Yusuf’a ihsan ettiği, onun için takdir ettiği bir rahmetidir. Ayrıca onun bu rahmeti dünya nimetiyle de sınırlı değildir. “İyilik sahiplerinin de ecrini zayi etmeyiz.” Yusuf aleyhisselam ise iyilik sahiplerinin efendileri arasında yer alır. Bu yüzden onun için dünyada da iyilik, âhirette de iyilik vardır. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: 57. “İman edip de takvâ üzere olanlar” yani hem takvâ hem de imanı şahsında toplayanlar “için âhiret mükâfatı ise” dünya mükâfatından “elbette daha hayırlıdır.” Çünkü takva ile büyük olsun, küçük olsun haram olan bütün işler terk edilir. Tam bir iman ile de kalp, Yüce Allah’ın tasdik edilmesini emrettiği şeyleri tasdik eder. Bunun arkasından farz ve müstehab olan kalbî ameller ve azalar ile yapılan ameller gelir.
Ayet: 58 - 68 #
{وَجَاءَ إِخْوَةُ يُوسُفَ فَدَخَلُوا عَلَيْهِ فَعَرَفَهُمْ وَهُمْ لَهُ مُنْكِرُونَ (58) وَلَمَّا جَهَّزَهُمْ بِجَهَازِهِمْ قَالَ ائْتُونِي بِأَخٍ لَكُمْ مِنْ أَبِيكُمْ أَلَا تَرَوْنَ أَنِّي أُوفِي الْكَيْلَ وَأَنَا خَيْرُ الْمُنْزِلِينَ (59) فَإِنْ لَمْ تَأْتُونِي بِهِ فَلَا كَيْلَ لَكُمْ عِنْدِي وَلَا تَقْرَبُونِ (60) قَالُوا سَنُرَاوِدُ عَنْهُ أَبَاهُ وَإِنَّا لَفَاعِلُونَ (61) وَقَالَ لِفِتْيَانِهِ اجْعَلُوا بِضَاعَتَهُمْ فِي رِحَالِهِمْ لَعَلَّهُمْ يَعْرِفُونَهَا إِذَا انْقَلَبُوا إِلَى أَهْلِهِمْ لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ (62) فَلَمَّا رَجَعُوا إِلَى أَبِيهِمْ قَالُوا يَاأَبَانَا مُنِعَ مِنَّا الْكَيْلُ فَأَرْسِلْ مَعَنَا أَخَانَا نَكْتَلْ وَإِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ (63) قَالَ هَلْ آمَنُكُمْ عَلَيْهِ إِلَّا كَمَا أَمِنْتُكُمْ عَلَى أَخِيهِ مِنْ قَبْلُ فَاللَّهُ خَيْرٌ حَافِظًا وَهُوَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ (64) وَلَمَّا فَتَحُوا مَتَاعَهُمْ وَجَدُوا بِضَاعَتَهُمْ رُدَّتْ إِلَيْهِمْ قَالُوا يَاأَبَانَا مَا نَبْغِي هَذِهِ بِضَاعَتُنَا رُدَّتْ إِلَيْنَا وَنَمِيرُ أَهْلَنَا وَنَحْفَظُ أَخَانَا وَنَزْدَادُ كَيْلَ بَعِيرٍ ذَلِكَ كَيْلٌ يَسِيرٌ (65) قَالَ لَنْ أُرْسِلَهُ مَعَكُمْ حَتَّى تُؤْتُونِ مَوْثِقًا مِنَ اللَّهِ لَتَأْتُنَّنِي بِهِ إِلَّا أَنْ يُحَاطَ بِكُمْ فَلَمَّا آتَوْهُ مَوْثِقَهُمْ قَالَ اللَّهُ عَلَى مَا نَقُولُ وَكِيلٌ (66) وَقَالَ يَابَنِيَّ لَا تَدْخُلُوا مِنْ بَابٍ وَاحِدٍ وَادْخُلُوا مِنْ أَبْوَابٍ مُتَفَرِّقَةٍ وَمَا أُغْنِي عَنْكُمْ مِنَ اللَّهِ مِنْ شَيْءٍ إِنِ الْحُكْمُ إِلَّا لِلَّهِ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَعَلَيْهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُتَوَكِّلُونَ (67) وَلَمَّا دَخَلُوا مِنْ حَيْثُ أَمَرَهُمْ أَبُوهُمْ مَا كَانَ يُغْنِي عَنْهُمْ مِنَ اللَّهِ مِنْ شَيْءٍ إِلَّا حَاجَةً فِي نَفْسِ يَعْقُوبَ قَضَاهَا وَإِنَّهُ لَذُو عِلْمٍ لِمَا عَلَّمْنَاهُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ (68)}.
58- Yusuf’un kardeşleri gelip onun huzuruna girdiler. O kendilerini tanıdığı halde onlar onu tanımadılar. 59- Yusuf (erzak) yüklerini hazırlayınca dedi ki: “Bana baba bir kardeşinizi de getirin. Görüyorsunuz ki ben ölçeği tam veriyorum ve ben misâfirperverlerin en iyisiyim.” 60- “Eğer onu bana getirmezseniz artık benden size bir ölçek bile (erzak) yok. Yanıma da yaklaşmayın.” 61- “Ne yapıp edip onu babasından almaya çalışacağız, bunu mutlaka yapacağız” dediler. 62- Yusuf uşaklarına: “Verdikleri bedelleri yüklerinin içine geri koyun, belki ailelerine dönünce farkına varırlar da dönüp yine gelirler” dedi. 63- Babalarına döndüklerinde: “Ey babamız, ölçek (ile erzak almak) bize yasaklandı. Kardeşimizi de bizimle beraber gönder de ölçek (ile erzak) alabilelim. Biz muhakkak onu koruyacağız” dediler. 64- Dedi ki: “Daha önceden kardeşi hakkında size ne kadar güvendi isem bunun hakkında da size ancak o kadar güvenebilirim. Allah en hayırlı koruyucudur. O, merhametlilerin en merhametlisidir.” 65- (Erzak) yüklerini açtıkları zaman ödedikleri bedellerin kendilerine iade edilmiş olduğunu gördüler. Dediler ki: “Ey babamız! Daha ne istiyoruz ki? İşte ödediğimiz bedeller de bize iade edilmiş! (Artık kardeşimizi bizimle gönder. Böylece) ailemize erzak getiririz, kardeşimizi koruruz ve bir deve yükü de fazla erzak alırız. Bu, az bir ölçektir.” 66- “Etrafınız kuşatılmadıkça onu bana kesin olarak geri getireceğinize dair Allah adına (yeminle) bana sağlam bir söz vermediğiniz sürece onu sizinle beraber asla göndermem!” dedi. Onlar da ona kesin söz verince şöyle dedi: “Allah söylediklerimize şahittir.” 67- “Ey oğullarım! Hepiniz tek bir kapıdan girmeyin. Ayrı ayrı kapılardan girin. Bununla beraber ben, Allah’tan size gelecek hiçbir şeyi sizden savamam. Hüküm ancak Allah’ındır. Ben yalnız O’na tevekkül ettim. Tevekkül edecekler de yalnız O’na güvenip dayansınlar” dedi. 68- Onlar da babalarının kendilerine emrettiği şekilde (ayrı kapılardan) girdiler. Bu (tedbir), Allah’tan onlara gelecek hiçbir şeyi önleyemezdi. O, sadece Yakûb’un içindeki bir dileği idi, o da bunu dile getirdi. Şüphesiz ki o, kendisine ilim öğrettiğimiz için büyük bir ilim sahibi idi. Fakat insanların çoğu bilmezler.
Yusuf aleyhisselam hazine işlerinin başına geçtikten sonra o işleri en güzel şekilde düzenledi ve yönetti. Bütün Mısır topraklarında verimli yıllar boyunca çok büyük ölçülerde ziraat yaptı ve onlar için büyük mahzenler hazırladı. Çok büyük miktarda yiyecek topladı, onları muhafaza etti ve tam anlamı ile koruma altına altı. Kıtlık yılları gelip de etrafta yaygın bir şekilde kendisini hissettirince etkileri, Yakub ve oğullarının ikamet ettiği Filistin topraklarına kadar vardı. Yakub da Mısır’dan azık getirmek üzere oğullarını oraya gönderdi.
#
{58} فجاء {إخوةُ يوسفَ فدخلوا عليه فعرفهم وهم له منكرون}؛ أي: لم يعرفوه.
58. “Yusuf’un kardeşleri gelip onun huzuruna girdiler. O kendilerini tanıdığı halde onlar onu tanımadılar.”
#
{59} {ولما جهَّزهم بجهَازهم}؛ أي: كال لهم كما كان يَكيلُ لغيرِهم، وكان من تدبيرِهِ الحسن أنَّه لا يَكيل لكلِّ واحدٍ أكثر من حِمْل بعير، وكان قد سألهم عن حالهم، فأخبروه أنَّ لهم أخاً عند أبيه، وهو بنيامين، فقال لهم: {ائتوني بأخٍ لكم من أبيكم}: ثم رغَّبهم في الإتيان به، فقال: {ألا تَرَوْنَ أنِّي أوفي الكيلَ وأنا خيرُ المنزِلين}: في الضيافة والإكرام.
59. “Yusuf (erzak) yüklerini hazırlayınca” başkalarına ölçtüğü gibi onların da azıklarını ölçüp verince... Çünkü onun bu konudaki güzel tedbirlerinden birisi de kişi başına ancak bir deve yükü ölçek vermesi idi. Onlara durumlarını sormuştu, onlar da babalarının yanında bir kardeşlerinin daha olduğunu haber verdiler ki bu da Bünyamin idi. Bunun üzerine Yusuf da onlara: “Dedi ki: Bana baba bir kardeşinizi de getirin.” Arkasından onu getirme arzularını artırmak kastı ile de sözlerini şöylece sürdürmüştü: “Görüyorsunuz ki ben ölçeği tam veriyorum ve ben” ziyafet ve ikram bakımından “misâfirperverlerin en iyisiyim.”
#
{60} ثمَّ رهَّبهم بعدم الإتيان به، فقال: {فإن لم تأتوني به فلا كَيْلَ لكُم عندي ولا تَقْرَبونِ}: وذلك لعلمه باضطرارهم إلى الإتيان إليه، وأنَّ ذلك يحملهم على الإتيان به.
60. Daha sonra onları, getirmemeleri ihtimaline karşılık korkutarak şöyle demişti: “Eğer onu bana getirmezseniz artık benden size bir ölçek bile (erzak) yok. Yanıma da yaklaşmayın.” Çünkü Yusuf onların kardeşlerini beraberlerinde getirmeye mecbur kalacaklarını ve bunun da kardeşlerini beraberlerinde alıp getirmeye iteceğini biliyordu.
#
{61} فقالوا: {سنراوِدُ عنه أباه}: دلَّ هذا على أن يعقوب عليه السلام كان مولَعاً به لا يصبِرُ عنه، وكان يتسلَّى به بعد يوسف؛ فلذلك احتاج إلى مراودةٍ في بعثه معهم، {وإنَّا لفاعلونَ}: لما أمرتنا به.
61. “Ne yapıp edip onu babasından almaya çalışacağız.” Bu, Yakub’un Bünyamin’e çok düşkün olup, on dan ayrı kalamadığına, Yusuf’tan sonra onunla teselli bulduğuna delildir. Bu yüzden Bünyamin’i onunla birlikte göndermesi için ciddi bir gayret ve ısrarı gerektirmişti. “Bunu” bize verdiğin bu emir ve isteği “mutlaka yapacağız, dediler.”
#
{62} {وقال} يوسفُ {لفتيانِهِ} الذين في خدمتِهِ: {اجعَلوا بضاعَتَهم}؛ أي: الثمن الذي اشتروا به منه الميرة، {في رحالهم لعلَّهم يعرِفونها}؛ أي: بضاعتهم إذا رأوها بعد ذلك في رحالهم؛ {لعلَّهم يرجِعون}: لأجل التحرُّج من أخذها على ما قيل. والظاهر أنَّه أراد أن يرغِّبهم في إحسانه إليهم بالكيل لهم كيلاً وافياً ثم إعادة بضاعتهم إليهم على وجه لا يحسُّون بها ولا يشعرون لما يأتي؛ فإنَّ الإحسان يوجب للإنسان تمام الوفاء للمحسن.
62. “Yusuf” hizmetini gören “uşaklarına”: Azık almak için “verdikleri bedelleri yüklerinin içine geri koyun, belki ailelerine dönünce farkına varırlar” artık bundan sonra bunu yükleri arasında görecek olurlarsa tanırlar “da dönüp yine gelirler, dedi.” Denildiği üzere onların geri dönüşleri, bu bedelleri geri almaktan razı olmamaları için olacaktı. Ancak anlaşıldığı kadarı ile Yusuf, bununla onlara tam ve eksiksiz ölçüp vermek sonra da onlara bedellerini fark edemeyecekleri bir şekilde geri vermesi suretiyle onlara yaptığı iyiliğe arzu ve şevklerini uyandırmak istemişti. Çünkü iyilik, kişinin iyilik yapana tam anlamı ile vefalı olmasını gerektirir.
#
{63} {فلمَّا رجعوا إلى أبيهم قالوا يا أبانا مُنِعَ منا الكيلُ}؛ أي: إن لم ترسلْ معنا أخانا، {فأرسِلْ معنا أخانا نَكْتَلْ}؛ أي: ليكون ذلك سبباً لكيلنا. ثم التزموا له بحفظه فقالوا: {وإنَّا له لحافظونَ}: من أن يعرض له ما يكره.
63. “Babalarına döndüklerinde: Ey babamız” eğer kardeşimizi bizimle birlikte göndermeyecek olursan “ölçek (ile erzak almak) bize yasaklandı. Kardeşimizi de bizimle beraber gönder de ölçek (ile erzak) alabilelim.” Bu, bize azık ölçülüp verilmesine imkan sağlayacak. Daha sonra da onu korumayı üstlenerek: “Biz muhakkak onu” başına hoşlanmayacağı bir işin gelmesine karşı “koruyacağız, dediler.”
#
{64} {قال} لهم يعقوبُ عليه السلام: {هل آمنُكم عليه إلاَّ كما أمِنتُكم على أخيه من قبلُ}؛ أي: قد تقدَّم منكم التزام أكثر من هذا في حفظ يوسف، ومع هذا؛ فلم تَفوا بما عقدتم من التأكيد؛ فلا أثق بالتزامكم وحفظكم، وإنما أثقُ بالله تعالى. {فالله خيرٌ حافظاً وهو أرحمُ الراحمين}؛ أي: يعلم حالي وأرجو أن يرحمني، فيحفظه ويردُّه عليَّ، وكأنَّه في هذا الكلام قد لان لإرساله معهم.
64. Yakub aleyhisselam onlara “dedi ki: Daha önceden kardeşi hakkında size ne kadar güvendi isem bunun hakkında da ancak o kadar güvenebilirim?” Yani siz bundan önce Yusuf’u korumak hususunda bundan daha ağır bir taahhüt altına girmiştiniz, bununla birlikte siz bu konudaki taahhüdünüzü yerine getirmediniz. Bu yüzden ben sizin taahhüdünüze de korumanıza da güvenmiyorum. Ben, ancak Yüce Allah’a güvenirim: “Allah en hayırlı koruyucudur. O, merhametlilerin en merhametlisidir.” Benim halimi bilir, bana merhamette bulunacağını ve onu koruyup bana geri döndüreceğini ümid ederim. Bu ifadeleri ile sanki onu kardeşleri ile birlikte gönderme hususunda yumuşamış gibi görünmektedir.
#
{65} ثم إنهم {لما فَتَحوا متاعَهم وَجَدوا بضاعتهم رُدَّتْ إليهم}: هذا دليلٌ على أنَّه قد كان معلوماً عندهم أن يوسف قد ردَّها عليهم بالقصد، وأنَّه أراد أن يملِّكهم إياها، فقالوا لأبيهم ترغيباً في إرسال أخيهم معهم: {يا أبانا ما نَبْغي}؛ أي: أيُّ شيء نطلب بعد هذا الإكرام الجميل حيثُ وفَّى لنا الكيل، وردَّ علينا بضاعتنا على [هذا] الوجه الحسن المتضمِّن للإخلاص ومكارم الأخلاق؟! {هذه بضاعتُنا رُدَّتْ إلينا ونَميرُ أهلنا}؛ أي: إذا ذهبنا بأخينا؛ صار سبباً لكَيْلِهِ لنا، فَمِرْنا أهلنا، وأتينا لهم بما هم مضطرُّون إليه من القوت، {ونحفظُ أخانا ونزدادُ كَيْلَ بعيرٍ}: بإرساله معنا؛ فإنه يكيل لكلِّ واحدٍ حِمْل بعير. {ذلك كيلٌ يسيرٌ}؛ أي: سهل لا ينالك ضررٌ؛ لأن المدة لا تطول، والمصلحة قد تبيَّنت.
65. Sonra onlar (erzak) yüklerini açtıkları zaman ödedikleri bedellerin kendilerine iade edilmiş olduğunu gördüler.” Bu, onların Yusuf’un bu bedelleri kendilerine kasten geri verdiğini ve böylelikle bu bedelleri onlara temlik etmek istediğini anladıklarına bir delildir. Bunun üzerine babalarına kardeşlerini beraberlerinde göndermesini teşvik etmek üzere: “Ey babamız, dediler. Daha ne istiyoruz ki?” Bize tam ölçek vermişken, samimiyeti ve üstün bir ahlakı gösterecek tarzda en güzel şekilde bedellerimizi bize geri vermişken, bize yapmış olduğu bu güzel ikramın ötesinde daha ne isteyebiliriz ki? “İşte ödediğimiz bedeller de bize iade edilmiş! (Artık kardeşimizi bizimle gönder. Böylece) ailemize erzak getiririz.” Yani kardeşimizle birlikte gidecek olursak bu, onun bize ölçekle erzak vermesine imkan sağlar. Böylelikle ailemize erzak getiririz, onlar için zorunlu ihtiyaç olan gıdaları da yanımıza alıp gelebiliriz. “Kardeşimizi koruruz”, onun bizimle birlikte gönderilmesi sureti ile “bir deve yükü de fazla erzak alırız.” Çünkü o, her bir kişi için bir deve yükü erzak verir. “Bu, az bir ölçektir.” Dolayısıyla senin bu işten hiçbir zararın yok. Süre de uzun değil ve bu işteki maslahat da açıkça ortadadır.
#
{66} فقال لهم يعقوب: {لن أرسِلَه معكم حتى تؤتوني مَوْثِقاً من الله}؛ أي: عهداً ثقيلاً وتحلفون بالله {لتأتُنَّني به إلاَّ أن يُحاطَ بكم}؛ أي: إلاَّ أن يأتيكم أمرٌ لا قَبِلَ لكم به ولا تقدرون دفعه، {فلمَّا آتَوْه مَوْثِقهم}: على ما قال وأراد؛ {قال: الله على ما نقولُ وكيلٌ}؛ أي: تكفينا شهادتُه علينا وحفظه وكفالته.
66. Yakub onlara: “Etrafınız kuşatılmadıkça” yani karşı koyamayacağınız ve önleyemeyeceğiniz bir durum ile karşı karşıya kalmadıkça “onu bana kesin olarak geri getireceğinize dair Allah adına (yeminle) bana sağlam bir söz” Allah adına yemin ederek oldukça sağlam bir söz ve teminat “vermediğiniz sürece, onu sizinle beraber asla göndermem, dedi. Onlar da ona” söylediği ve istediği şekilde “kesin söz verince şöyle dedi: Allah söylediklerimize şahittir.” O’nun hakkımızdaki şahitliği, O’nun vekilliği ve taahhüdümüze kefil oluşu bize yeterlidir.
#
{67} ثم لما أرسله معهم؛ وصَّاهم إذا هم قدموا مصر أن لا يَدْخلوا {من بابٍ واحد وادخُلوا من أبواب متفرِّقة}: وذلك أنه خاف عليهم العين؛ لكثرتهم وبهاء منظرهم؛ لكونهم أبناء رجل واحد، وهذا سبب، {و} إلا فَ {مَا أغني عنكم من الله}: شيئاً؛ فالمقدَّر لا بدَّ أن يكون. {إن الحكمُ إلا لله}؛ أي: القضاء قضاؤه والأمر أمره؛ فما قضاه، وحكم به لا بدَّ أن يقع. {عليه توكلتُ}؛ أي: اعتمدت على الله لا على ما وصَّيتكم به من السبب. {وعليه فليتوكَّل المتوكِّلون}: فإنَّ بالتوكُّل يحصُل كل مطلوب، ويندفع كل مرهوب.
67. Daha sonra Yakub aleyhisselam kardeşlerini onlarla beraber gönderdiğinde Mısır’a vardıkları takdirde nasıl hareket edeceklerine dair şu tavsiyede bulundu: “Ey oğullarım! Hepiniz tek bir kapıdan girmeyin. Ayrı ayrı kapılardan girin.” Çünkü hem sayıca çoklukları hem de aynı adamın evlatları oldukları için etkileyici görünümleri dolayısı ile onlara nazar değmesinden korkmuştu ki bu, ona karşı bir sebebe sarılmaktır. “Bununla beraber ben, Allah’tan size gelecek hiçbir şeyi sizden savamam.” Çünkü Allah tarafından takdir olunmuş ne ise o, mutlaka gerçekleşir. “Hüküm ancak Allah’ındır.” Hüküm O’nun hükmü, emir O’nun emridir. O’nun, hükme bağlayıp takdir etmiş olduğu bir şeyin gerçekleşmesi kaçınılmazdır. “Ben yalnız O’na tevekkül ettim.” Güvencim sadece Allah’adır, yoksa size yerine getirmenizi tavsiye ettiğim sebebe değil. “Tevekkül edecekler de yalnızca O’na güvenip dayansınlar.” Çünkü tevekkül ile her türlü istek gerçekleşir ve korkulan her bir şeyden uzak kalınabilir.
#
{68} {ولما} ذهبوا و {دَخَلوا من حيث أمرهم أبوهم ما كان}: ذلك الفعل {يُغْني عنهم من الله من شيءٍ إلاَّ حاجةً في نفس يعقوب قضاها}: وهو موجب الشفقة والمحبة للأولاد، فحصل له في ذلك نوعُ طمأنينةٍ وقضاءٍ لما في خاطره، وليس هذا قصوراً في علمه؛ فإنه من الرسل الكرام والعلماء الربانيين، ولهذا قال عنه: {وإنَّه لذو علم}؛ أي: لصاحب علم عظيم، {لما علَّمْناه}؛ أي: لتعليمنا إيَّاه، لا بحوله وقوَّته أدركه، بل بفضل الله وتعليمه. {ولكنَّ أكثر الناس لا يعلمون}: عواقب الأمور ودقائق الأشياء، وكذلك أهل العلم منهم يخفى عليهم من العلم وأحكامه ولوازمه شيء كثيرٌ.
68. Ayrılıp gidince “babalarının kendilerine emrettiği şekilde (ayrı kapılardan) girdiler. Bu (tedbir) böyle yapmaları “Allah’tan onlara gelecek hiçbir şeyi önleyemezdi. O, sadece Yakûb’un içindeki” çocuklarına karşı şefkat ve muhabbetinin gereği olan “bir dileği idi, o da bunu dile getirdi.” Bu yolla bir bakıma kalben huzura kavuştu ve içindeki arzusu gerçekleşti. Esasen bu, onun bilgisindeki bir kusurdan kaynaklanmıyordu. Çünkü o, hiç şüphesiz şerefli rasûllerden ve rabbânî alimlerden idi. Bu yüzden Yüce Allah onun hakkında şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz ki o, kendisine ilim öğrettiğimiz için” yani kendi güç ve imkânları ile elde ettiğinden dolayı değil de Allah’ın lütfu ve öğretmesi sayesinde “büyük bir ilim sahibi idi. Fakat insanların çoğu” işlerin akıbetini ve inceliklerini “bilmezler.” Aynı şekilde ilim ehli olan kimseler arasında da bazı kimselere ilmin pek çok yönleri, hükmü ve gereği gizli kalabilir.
Ayet: 69 - 79 #
{وَلَمَّا دَخَلُوا عَلَى يُوسُفَ آوَى إِلَيْهِ أَخَاهُ قَالَ إِنِّي أَنَا أَخُوكَ فَلَا تَبْتَئِسْ بِمَا كَانُوا يَعْمَلُونَ (69) فَلَمَّا جَهَّزَهُمْ بِجَهَازِهِمْ جَعَلَ السِّقَايَةَ فِي رَحْلِ أَخِيهِ ثُمَّ أَذَّنَ مُؤَذِّنٌ أَيَّتُهَا الْعِيرُ إِنَّكُمْ لَسَارِقُونَ (70) قَالُوا وَأَقْبَلُوا عَلَيْهِمْ مَاذَا تَفْقِدُونَ (71) قَالُوا نَفْقِدُ صُوَاعَ الْمَلِكِ وَلِمَنْ جَاءَ بِهِ حِمْلُ بَعِيرٍ وَأَنَا بِهِ زَعِيمٌ (72) قَالُوا تَاللَّهِ لَقَدْ عَلِمْتُمْ مَا جِئْنَا لِنُفْسِدَ فِي الْأَرْضِ وَمَا كُنَّا سَارِقِينَ (73) قَالُوا فَمَا جَزَاؤُهُ إِنْ كُنْتُمْ كَاذِبِينَ (74) قَالُوا جَزَاؤُهُ مَنْ وُجِدَ فِي رَحْلِهِ فَهُوَ جَزَاؤُهُ كَذَلِكَ نَجْزِي الظَّالِمِينَ (75) فَبَدَأَ بِأَوْعِيَتِهِمْ قَبْلَ وِعَاءِ أَخِيهِ ثُمَّ اسْتَخْرَجَهَا مِنْ وِعَاءِ أَخِيهِ كَذَلِكَ كِدْنَا لِيُوسُفَ مَا كَانَ لِيَأْخُذَ أَخَاهُ فِي دِينِ الْمَلِكِ إِلَّا أَنْ يَشَاءَ اللَّهُ نَرْفَعُ دَرَجَاتٍ مَنْ نَشَاءُ وَفَوْقَ كُلِّ ذِي عِلْمٍ عَلِيمٌ (76) قَالُوا إِنْ يَسْرِقْ فَقَدْ سَرَقَ أَخٌ لَهُ مِنْ قَبْلُ فَأَسَرَّهَا يُوسُفُ فِي نَفْسِهِ وَلَمْ يُبْدِهَا لَهُمْ قَالَ أَنْتُمْ شَرٌّ مَكَانًا وَاللَّهُ أَعْلَمُ بِمَا تَصِفُونَ (77) قَالُوا يَاأَيُّهَا الْعَزِيزُ إِنَّ لَهُ أَبًا شَيْخًا كَبِيرًا فَخُذْ أَحَدَنَا مَكَانَهُ إِنَّا نَرَاكَ مِنَ الْمُحْسِنِينَ (78) قَالَ مَعَاذَ اللَّهِ أَنْ نَأْخُذَ إِلَّا مَنْ وَجَدْنَا مَتَاعَنَا عِنْدَهُ إِنَّا إِذًا لَظَالِمُونَ (79)}.
69- Yusuf’un huzuruna girdiklerinde o, kardeşini yanına aldı. “Ben, senin kardeşinim. Artık onların yapmış olduklarından dolayı üzülme” dedi. 70- Onların (erzak) yüklerini hazırladığında bir tası kardeşinin yükünün içine koydu. Sonra bir münâdî: “Ey kafile! Siz hırsızsınız!” diye seslendi. 71- Onlara yönelerek: “Ne kaybettiniz?” dediler. 72- Dediler ki: “Hükümdarın tasını kaybettik, onu getirene bir deve yükü (erzak ödülü) var. Ben de buna kefilim.” 73- “Allah’a and olsun siz de biliyorsunuz ki biz, bu ülkeye fesat çıkarmak için gelmedik, biz hırsız da değiliz!” dediler. 74- “Eğer yalancı iseniz (size göre hırsızın) cezası nedir?” dediler. 75- “Cezası, (çalınan mal) kimin yükünde bulunursa o kişinin (çalınan mala) karşılık (esir) alınmasıdır. Biz zalimleri böylece cezalandırırız” dediler. 76- Bunun üzerine kardeşinin yükünden önce onların yüklerini aramaya başladı. Sonra da kabı kardeşinin yükü arasından çıkardı. İşte biz, Yusuf için böyle bir plan kurmuştuk. Yoksa Allah’ın dilemesi hariç, hükümdarın dinine göre kardeşini (yanında) alıkoymasına imkan yoktu. Biz, dilediğimizi derecelerle yükseltiriz. Her bilgi sahibi üstünde daha iyi bir bilen vardır. 77- “Eğer o çalmışsa şu bir gerçek ki daha önce onun bir kardeşi de çalmıştı” dediler. Yusuf bunu içinde gizleyip onlara açıklamadı ve (kendi kendine) dedi ki: “Sizin durumunuz daha kötüdür. Allah sizin anlattıklarınızın içyüzünü en iyi bilendir.” 78- “Ey Aziz, onun çok ihtiyar bir babası var. O nednele onun yerine bizden birini alıkoy. Biz senin gerçekten iyi kimselerden olduğunu görüyoruz” dediler. 79- “Eşyamızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını alıkoymaktan Allah’a sığınırız. O takdirde biz elbette zalimlerden oluruz” dedi.
#
{69} أي: لما دخل إخوة يوسف على يوسف؛ {آوى إليه أخاه}؛ أي: شقيقه، وهو بنيامين، الذي أمرهم بالإتيان به وضمَّه إليه، واختصَّه من بين إخوته، وأخبره بحقيقة الحال، و {قال إنِّي أنا أخوك؛ فلا تبتئسْ}؛ أي: لا تحزن. {بما كانوا يعملون}: فإنَّ العاقبة خيرٌ لنا، ثم خبره بما يريد أن يصنع ويتحيَّل لبقائِهِ عنده إلى أن ينتهي الأمر.
69. Yusuf’un kardeşleri, Yusuf’un huzuruna girdiklerinde “o” anne-baba bir kardeşi olan ve beraberinde getirmelerini emretmiş olduğu Bünyamin adlı “kardeşini yanına aldı.” Kardeşleri arasından onu alıp bağrına bastı ve işin gerçeğini ona haber verdi: “Ben senin kardeşinim, artık onların yapmış olduklarından dolayı üzülme, dedi.” Çünkü sonuç bizim için hayırlı olacaktır. Daha sonra yapmak istediğini ve kardeşinin iş sonuçlanıncaya kadar yanında kalması için başvurmak istediği çözüm yolunu da ona haber verdi.
#
{70} {فلما جهَّزهم بجهَازهم}؛ أي: كال لكلِّ واحدٍ من إخوته، ومن جملتهم أخوه هذا، {جعل السِّقايةَ}: وهو الإناء الذي يُشرب به ويُكال فيه {في رحل أخيه ثم}: أوعوا متاعهم، فلما انطلقوا ذاهبين؛ {أذَّن مؤذِّنٌ أيتها العيرُ إنكم لسارقون}: ولعل هذا المؤذِّن لم يعلم بحقيقة الحال.
70. “Onların (erzak) yüklerini hazırladığında” yani kardeşlerinden her birisi için ve bu arada bu öz kardeşine de paylarını verdiğinde hem su hem de ölçü kabı olarak kullanılan “bir tası kardeşinin yükü arasına koydu. Sonra” eşyalarını kapattılar. Gitmek üzere yola koyulduklarında “bir münâdî: Ey kafile, siz hırsızsınız, diye seslendi.” Bu şekilde seslenen kişi, herhalde işin gerçeğini bilmiyordu.
#
{71} {قالوا}؛ أي: إخوة يوسف، {وأقبلوا عليهم}: لإبعاد التُّهمة؛ فإنَّ السارق ليس له همٌّ إلا البعد والانطلاق عمَّن سرق منه؛ لتسلم له سرقته، وهؤلاء جاؤوا مقبلين إليهم، ليس لهم همٌّ إلا إزالة التهمة التي رُموا بها عنهم، فقالوا في هذه الحال: {ماذا تفقِدون}؟ ولم يقولوا: ما الذي سَرَقْنا؟ لجزمهم بأنهم بُرآء من السرقة.
71. “Onlara yönelerek: Ne kaybettiniz?, dediler.” Yusuf’un kardeşleri bu ithamı kendilerinden uzaklaştırmak kastı ile onlara doğru yöneldiler. Çünkü hırsızlık yapan bir kimsenin bütün maksadı o yerden uzaklaşıp gitmek, kendisinden bir şeyler çaldığı kimsenin yanından uzaklaşmaktır. Böylelikle çaldığı şeyi kurtarabilmeye çalışır. Bunlar ise bütün maksatları kendilerine yöneltilen ithamı ortadan kaldırmak olduğu ve başka bir maksatları bulunmadığı için onlara doğru geldiler ve: “Ne kaybettiniz?” dediler. “Ne çalmışız?” diye sormadılar. Çünkü hiçbir şekilde hırsızlık yapmadıklarından kesinlikle emin idiler.
#
{72} {قالوا نفقِدُ صُواعَ الملك ولمن جاء به حِمْلُ بعيرٍ}؛ أي: أجرة له على وجدانه، {وأنا به زعيمٌ}؛ أي: كفيل. وهذا يقوله المؤذِّن المتفقِّد.
72. “Dediler ki: Hükümdarın tasını kaybettik. Onu getirene” onu bulmasına karşılık bir mükâfaat olmak üzere “bir deve yükü” erzak “var. Ben de buna kefilim.” Bu sözleri, eşyaları araştıran kişi söylemişti.
#
{73} {قالوا تالله لقد علمتُم ما جئنا لِنُفْسِدَ في الأرض}: بجميع أنواع المعاصي، {وما كنَّا سارقين}: فإنَّ السرقة من أكبر أنواع الفساد في الأرض. وإنما أقسموا على علمهم أنَّهم ليسوا مفسدين ولا سارقين؛ لأنَّهم عرفوا أنهم سَبَروا من أحوالهم ما يدلُّهم على عفَّتهم وورعهم وأنَّ هذا الأمر لا يقع منهم بعلم من اتَّهموهم، وهذا أبلغ في نفي التُّهمة من أنْ لو قالوا: تاللهِ لم نُفْسِدْ في الأرض ولم نسرِقْ.
73. “Allah’a and olsun siz de biliyorsunuz ki biz, bu ülkeye” çeşitli günahlar işlemek sureti ile “fesat çıkarmak için gelmedik, biz hırsız da değiliz.” Çünkü hırsızlık yeryüzündeki fesad türlerinin en büyüğüdür. Yusuf’un kardeşleri, karşı tarafın kendilerinin yeryüzünde fesat çıkartan ve hırsızlık yapan kimseler olmadıklarını bilmelerini delil getirip buna dair yemin ettiler. Çünkü onların, kendi hallerini inceleyip iffetli ve takvalı kimseler olduklarını anladıklarını biliyorlar idi. Bununla da kendilerini itham edenlerin de bildiği gibi, böyle bir işin kendilerinden sadır olmayacağını ifade etmiş oluyorlardı. Böyle bir ifade, kendilerine yapılan ithamı reddetme hususunda mesela: “Allah’a andolsun ki biz yeryüzünde fesat çıkarmadık ve hırsızlık yapmadık” demelerinden daha uygun ve etkilidir.
#
{74} {قالوا فما جزاؤه}؛ أي: جزاء هذا الفعل، {إن كنتُم كاذبين}: بأنْ كان معكم.
74. “Eğer yalancı iseniz” tas sizin yanınızda bulunursa, bu fiilin “(size göre) cezası nedir? dediler.
#
{75} {قالوا جزاؤه مَن وُجِدَ في رحله فهو}؛ أي: الموجود في رحله، {جزاؤُهُ}: بأن يتملَّكه صاحب السرقة، وكان هذا في دينهم؛ أنَّ السارق إذا ثبتت عليه السرقة؛ كان ملكاً لصاحب المال المسروق، ولهذا قالوا: {كذلك نَجْزي الظالمين}.
75. “Cezası, (çalınan mal) tas “kimin yükünde bulunursa o kişinin (çalınan mala) karşılık” çalıntı malın sahibinin hırsızlık yapanı mülkiyeti altına alması sureti ile köle “alınmasıdır.” Onların şeriatlarında hüküm bu şekilde idi. Hırsızlık yapan kimsenin hırsızlık yaptığı sabit oldu mu o, çalınan malın sahibinin mülkiyetine girerdi. Bu yüzden onlar: “Biz zalimleri böylece cezalandırırız, dediler.”
#
{76} فبدأ المفتش بأوعيتهم قبل وعاء أخيه، وذلك لتزول الرِّيبة التي يظنُّ أنها فعلت بالقصد. فلما لم يَجِدْ في أوعيتهم شيئاً، {استَخْرَجها من وعاء أخيه}: ولم يَقُلْ: وجدها أو سرقها أخوه مراعاةً للحقيقة الواقعة؛ فحينئذٍ تمَّ ليوسف ما أراد من بقاء أخيه عنده على وجهٍ لا يشعر به إخوته. قال تعالى: {كذلك كِدْنا ليوسُفَ}؛ أي: يسَّرْنا له هذا الكيد الذي توصَّل به إلى أمرٍ غير مذموم. {ما كان لِيأخُذَ أخاه في دينِ الملكِ}: لأنَّه ليس من دينه أنْ يُتَمَلَّك السارق، وإنَّما له عندهم جزاء آخر؛ فلو رُدَّتِ الحكومة إلى دين الملك؛ لم يتمكَّنْ يوسُفُ من إبقاء أخيه عنده، ولكنَّه جعل الحكم منهم؛ ليتمَّ له ما أراد. قال تعالى: {نرفعُ درجاتٍ من نشاء}: بالعلم النافع ومعرفة الطرق الموصلة إلى مقصدها؛ كما رَفَعْنا درجاتِ يوسف. {وَفَوْقَ كُلِّ ذِي عِلْمٍ عَلِيمٌ}؛ فكل عالم فوقه من هو أعلم منه حتى ينتهي العلم إلى عالم الغيب والشهادة.
76. “Bunun üzerine” eşyaları arasında tası araştıran kişi “kardeşinin yükünden önce onların yüklerini aramaya başladı.” Böylelikle bunun kasten yapıldığı zannını uyandıracak şüphe ortadan kalkmış oluyordu. Onların eşyaları arasında herhangi bir şey bulamayınca “sonra kabı kardeşinin yükü arasından çıkardı.” Burada “yükü arasında buldu” yahut “kardeşi onu çalmıştı” denilmeyerek gerçeğe ve vakıaya uygun bir ifade kullanılmıştır. İşte bu şekilde Yusuf, kardeşlerinin fark etmeyeceği bir şekilde öz kardeşinin yanında kalması isteğini gerçekleştirmiş oluyordu. O nedenle Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “İşte biz Yusuf için böyle bir plan kurmuştuk.” Yani onun, kötü olmayan bir sonuca ulaşmasını sağlayacak böyle bir tedbiri ona kolaylaştırmış olduk. “Yoksa Allah’ın dilemesi hariç, hükümdarın dinine göre kardeşini (yanında) alıkoymasına imkan yoktu.” Çünkü hükümdarın dininde hırsızlık yapanın mülkiyet altına alınması diye bir hüküm yoktu. Onlar hırsıza başka bir ceza uyguluyorlardı. Eğer bu konuda hüküm vermek hükümdarın dinine havale edilmiş olsaydı, Yusuf kardeşini yanında alıkoyma imkânını bulamayacaktı. Ancak Yusuf, isteğinin gerçekleşmesi için konu ile ilgili onların hüküm vermelerini istemişti. “Biz” faydalı ilimle ve maksatlara ulaştıran yolların bilgisiyle “dilediğimizi derecelerle yükseltiriz.” Nitekim Yusuf’un derecelerini de böyle yükseltmiştik. “Her ilim sahibi üstünde daha iyi bir bilen vardır.” Her bilenin üstünde kendisinden daha iyi bilen birisi vardır. Sonsuz ilim sahibi ise gizliyi de açığı da bilen Yüce Allah’tır.
#
{77} فلما رأى إخوةُ يوسف ما رأوا؛ {قالوا إن يَسْرِقْ}: هذا الأخ؛ فليس هذا غريباً منه، {فقد سَرَقَ أخٌ له من قبلُ}؛ يعنون: يوسف عليه السلام، ومقصودُهم تبرئةُ أنفسهم، وأنَّ هذا وأخاه قد يصدُرُ منهم ما يصدُرُ من السرقة، وهما ليسا شقيقين لنا، وفي هذا من الغضِّ عليهما ما فيه، ولهذا {أسرَّها يوسُفُ في نفسه ولم يُبْدِها لهم}؛ أي: لم يقابِلْهم على ما قالوه بما يكرهون، بل كَظَمَ الغيظَ وأسرَّ الأمر في نفسه، و {قال} في نفسه: {أنتم شَرٌّ مكاناً}: حيث ذممتمونا بما أنتُم على أشرٍّ منه. {والله أعلم بما تصفون}: مِنَّا من وصفنا بسرقة يعلم الله أنا برآء منها.
77. Yusuf’un kardeşleri bu durumu görünce: “Eğer o” yani bu kardeş “çalmışsa” bu, onun için garipsenecek bir durum değildir; çünkü “daha önce onun bir kardeşi de çalmıştı, dediler.” Bununla Yusuf aleyhisselam’ı kastediyorlardı. Bundan maksatları ise kendilerini temize çıkarmak; “Bu ve kardeşi -bizim öz kardeşlerimiz olmamaları hasebi ile- bazen hırsızlık yapabilirler”, demekti. Bu ifade ile iki kardeşin değerini düşürmüş oluyorlardı. Bundan dolayı Yusuf aleyhisselam bunu içinde gizleyip “onlara açıklamadı.” Yani söylediklerine karşılık hoşlanmayacakları bir şey söylemedi. Aksine öfkesini yuttu ve içinde sakladı. Kendi kendisine de “dedi ki: Sizin durumunuz daha kötüdür.” Çünkü siz, bizi yermekle birlikte sizin yaptığınız işler bunlardan çok daha kötüdür. “Allah sizin” bizi hırsızlıkla nitelemeye dair “anlattıklarınızın içyüzünü en iyi bilendir.” Bizden de daha iyi bilir ki, biz bu işten uzağız.
#
{78} ثم سلكوا معه مسلك التملُّق لعله يسمح لهم بأخيهم، فَـ {قَالوا يا أيُّها العزيز إنَّ له أباً شيخاً كبيراً}؛ أي: وإنه لا يصبر عنه، وسيشقُّ عليه فراقه. {فَخُذْ أحدَنا مكانه إنَّا نراك من المحسنين}: فأحسنْ إلينا وإلى أبينا بذلك.
78. Daha sonra kardeşlerini kendilerine verir ümidiyle Yusuf’a dil dökerek ve ona yakınlaşma yolunu izleyerek: “Ey aziz, onun çok ihtiyar bir babası var.” Onsuz duramıyor. Ondan ayrılmak ona çok ağır gelecektir. “O nedenle onun yerine bizden birini alıkoy. Biz senin gerçekten iyi kimselerden olduğunu görüyoruz.” Böylelikle hem bize hem de babamıza bir iyilikte bulun “dediler.”
#
{79} فقال يوسُفُ: {معاذَ الله أن نأخُذَ إلاَّ مَن وجدْنا متاعنا عنده}؛ أي: هذا ظلمٌ منا لو أخذنا البريء بذنب من وَجَدْنا متاعنا عنده، ولم يقلْ: من سرق. كلُّ هذا تحرُّزٌ من الكذب. {إنَّا إذاً}؛ أي: إن أخذنا غير من وجد في رحله، {لظالمونَ}: حيثُ وَضَعْنا العقوبة في غير موضعها.
79. Yusuf dedi ki: “Eşyamızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını alıkoymaktan Allah’a sığınırız.” Çünkü şâyet bizler suçsuz bir kimseyi eşyamızı yanında bulduğumuz kimsenin suçu karşılığında alıkoyacak olursak “o takdirde biz” hakka aykırı bir şekilde cezalandırmada bulunacağımızdan “elbette zalimlerden oluruz.” Burada Yusuf’un “eşyamızı yanında bulduğumuz kimse” tabirini kullanıp da “hırsızlık yapan kimse” şeklinde bir ifade kullanmaması, yalan söylemekten kaçınmak içindir.
Ayet: 80 - 83 #
{فَلَمَّا اسْتَيْأَسُوا مِنْهُ خَلَصُوا نَجِيًّا قَالَ كَبِيرُهُمْ أَلَمْ تَعْلَمُوا أَنَّ أَبَاكُمْ قَدْ أَخَذَ عَلَيْكُمْ مَوْثِقًا مِنَ اللَّهِ وَمِنْ قَبْلُ مَا فَرَّطْتُمْ فِي يُوسُفَ فَلَنْ أَبْرَحَ الْأَرْضَ حَتَّى يَأْذَنَ لِي أَبِي أَوْ يَحْكُمَ اللَّهُ لِي وَهُوَ خَيْرُ الْحَاكِمِينَ (80) ارْجِعُوا إِلَى أَبِيكُمْ فَقُولُوا يَاأَبَانَا إِنَّ ابْنَكَ سَرَقَ وَمَا شَهِدْنَا إِلَّا بِمَا عَلِمْنَا وَمَا كُنَّا لِلْغَيْبِ حَافِظِينَ (81) وَاسْأَلِ الْقَرْيَةَ الَّتِي كُنَّا فِيهَا وَالْعِيرَ الَّتِي أَقْبَلْنَا فِيهَا وَإِنَّا لَصَادِقُونَ (82) قَالَ بَلْ سَوَّلَتْ لَكُمْ أَنْفُسُكُمْ أَمْرًا فَصَبْرٌ جَمِيلٌ عَسَى اللَّهُ أَنْ يَأْتِيَنِي بِهِمْ جَمِيعًا إِنَّهُ هُوَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ (83)}.
80- Artık ondan ümitlerini kesince (meseleyi) gizlice konuşmak üzere bir kenara çekildiler. Büyükleri dedi ki: “Babanızın sizden Allah adına (yeminle) sağlam bir söz almış olduğunu, daha önce de Yusuf hakkında işlediğimiz kusuru bilmez misiniz? O nedenle ben, ya babam izin verinceye yahut da Allah hakkımda hükmedinceye kadar bu yerden asla ayrılmayacağım. O, hükmedenlerin en hayırlısıdır.” 81- “Siz babanıza dönün ve deyin ki: Ey babamız, gerçek şu ki oğlun hırsızlık yaptı. Biz ancak kesin bildiğimize göre şahitlik ediyoruz. Biz gaybın gözcüleri değiliz ki!” 82- (İstersen) içinde bulunduğumuz şehir (halkına) ve beraber geldiğimiz kafileye de sor! Biz gerçekten doğru söylüyoruz.” 83- Dedi ki: Hayır, nefisleriniz sizi aldatıp böyle (çirkin) bir işe sürüklemiş. Artık (bana düşen) güzel bir sabırdır. Ümit ederim ki Allah, onları hep birlikte bana getirecektir. Her şeyi bilen ve hikmet sahibi olan şüphesiz ki O’dur.”
#
{80} أي: فلما استيأس إخوة يوسف من يوسف أن يسمحَ لهم بأخيهم، {خَلَصوا نَجيًّا}؛ أي: اجتمعوا وحدهم ليس معهم غيرهم، وجعلوا يَتَناجَوْن فيما بينهم، فَـ {قَالَ كبيرُهم ألم تعلموا أنَّ أباكم قد أخذ عليكم مَوْثِقاً من الله}: في حفظه وأنَّكم تأتون به إلاَّ أن يُحاط بكم، {ومِن قبلُ ما فرَّطتُم في يوسفَ}: فاجتمع عليكم الأمران: تفريطُكم في يوسفَ السابق، وعدمُ إتيانِكم بأخيه باللاحق؛ فليس لي وجهٌ أواجه به أبي. {فلنْ أبرحَ الأرضَ}؛ أي: سأقيم في هذه الأرض ولا أزال بها، {حتَّى يأذنَ لي أبي أو يحكمَ اللهُ لي}؛ أي: يقدِّرُ لي المجيء وحدي أو مع أخي، {وهو خير الحاكمين}.
80. Kardeşleri, artık Yusuf’un, kardeşleri Bünyamin’i yanlarına almalarına müsamaha edeceğinden yana “ümitlerini kesince (meseleyi) gizlice konuşmak üzere bir kenara çekildiler.” Yani başka bir kimse beraberlerinde olmaksızın yalnızca kendileri bir araya geldiler, kendi aralarında fısıldaşarak konuşmaya koyuldular. “Büyükleri dedi ki: Babanızın sizden” onu koruyacağınıza ve sizin etrafınız kuşatılmadıkça onu geri getireceğinize dair “Allah adına (yeminle) sağlam bir söz almış olduğunu, daha önce de Yusuf hakkında işlediğiniz kusuru bilmez misiniz?” Böylelikle sizler şu iki işi bir arada yapmış oldunuz: Önceden Yusuf hakkında kusurlu davranmanız ve şimdi de küçük kardeşini geri götürmeyişiniz. Benim babama bakacak yüzüm yok. “O nedenle ben, ya babam bana izin verinceye yahut da Allah hakkımda hükmedinceye” ya tek başıma yahut da kardeşimle birlikte dönüşümü takdir buyuruncaya “kadar bu yerden asla ayrılmayacağım.” Burada kalmaya devam edeceğim ve buradan başka bir yere gitmeyeceğim. “O, hükmedenlerin en hayırlısıdır.”
#
{81} ثم وصَّاهم ما يقولون لأبيهم، فقال: {ارجِعوا إلى أبيكم فقولوا يا أبانا إنَّ ابنك سرقَ}؛ أي: وأخذ بسرقته، ولم يحصل لنا أن نأتيك به مع ما بذلنا من الجهد في ذلك، والحال أنَّا ما شَهِدْنا بشيء لم نعلَمْه، وإنَّما شهِدْنا بما علمنا؛ لأنَّنا رأينا الصُّواع استُخْرِج من رحله. {وما كنَّا للغيب حافظين}؛ أي: لو كنا نعلم الغيبَ؛ لما حَرَصْنا وبذَلْنا المجهود في ذَهابه معنا، ولمَا أعطيناك عهودنا ومواثيقنا، فلم نظنَّ أن الأمر سيبلغ ما بلغ.
81. Daha sonra onlara babalarına neler söyleyeceklerini tavsiye ederek şunları söyledi: “Siz babanıza dönün ve deyin ki: Ey babamız, gerçek şu ki oğlun hırsızlık yaptı.” Yani hırsızlık yaptı ve bu nedenle alıkonuldu. Biz bu konuda bütün gayretimizi harcamamıza rağmen onu sana getiremedik. Durum da şudur: Biz bilmediğimiz bir şeye tanıklık etmiyoruz. Aksine “Biz ancak kesin bildiğimize göre şahitlik ediyoruz.” Çünkü bizler tasın, onun yükü arasından çıkartıldığını gördük. “Biz gaybın gözcüleri değiliz ki!” Yani eğer bizler gaybı bilen kimseler olsaydık elbette onu beraberimizde alıp götürmek için gayret göstermez ve sana da bu konuda söz vermezdik. Biz işin buralara kadar varacağını sanmıyorduk.
#
{82} {واسأل}: إن شككْتَ في قولنا {القريةَ التي كنَّا فيها والعير التي أقبلنا فيها} فاطَّلعوا على ما أخبرناك به، {وإنَّا لصادقونَ}: لم نكذِبْ، ولم نغيِّر، ولم نبدِّل، بل هذا الواقع.
82. Eğer bu sözlerimizde şüphe ediyor isen “içinde bulunduğumuz şehir (halkına) ve beraber geldiğimiz kafileye de sor!” Çünkü onlar da bizim sana haber verdiğimiz bu hususları bilirler. “Biz gerçekten doğru söylüyoruz.” Asla yalan söylemiyoruz, gerçekleri değiştirmiyoruz. Herhangi bir tahrifatta da bulunmuyoruz. Aksine gerçek budur.
#
{83} فلما رجعوا إلى أبيهم وأخبروه بهذا الخبر؛ اشتدَّ حزنُه وتضاعف كَمَدُهُ واتَّهمهم أيضاً في هذه القضيَّة كما اتَّهمهم في الأولى و {قال بل سوَّلَتْ لكم أنفسُكم أمراً فصبرٌ جميلٌ}؛ أي: ألجأ في ذلك إلى الصبر الجميل الذي لا يصحَبُه تسخُّط ولا جزعٌ ولا شكوى للخلق. ثم لجأ إلى حصول الفرج لما رأى أنَّ الأمر اشتدَّ والكربة انتهت، فقال: {عسى اللهُ أن يأتيني بهم جميعاً}؛ أي: يوسف وبنيامين وأخوهم الكبير الذي أقام في مصر. {إنَّه هو العليم}: الذي يعلم حالي واحتياجي إلى تفريجه ومنَّته واضطراري إلى إحسانه، {الحكيم}: الذي جعل لكلِّ شيءٍ قَدَراً، ولكلِّ أمرٍ منتهىً بحسب ما اقتضته حكمته الربانيَّة.
83. Babalarının yanına dönüp ona bu haberi bildirdiklerinde babalarının kederi daha da arttı, üzüntüsü kat kat çoğaldı. Yine birincisinde de onları itham ettiği gibi bunda da onları itham etti ve “Dedi ki: Hayır, nefisleriniz sizi aldatıp böyle (çirkin) bir işe sürüklemiş. Artık (bana düşen) güzel bir sabırdır.” Ben, bu konuda hiçbir rahatsızlık ve öfke duymadan, insanlara da şikayet etmeden güzel bir şekilde sabretmeye sığınacağım. Daha sonra da işin daha da ağırlaştığını ve sıkıntının son haddine vardığını görünce kurtuluşun gerçekleşeceği ümidiyle şöyle dedi: “Ümit ederim ki Allah, onları hep birlikte” Yusuf’u da, Bünyamin’i de Mısır’da kalan büyük kardeşlerini de “bana getirecektir. Her şeyi bilen yegane ve hikmet sahibi olan şüphesiz ki O’dur.” Benim durumumu, artık bu sıkıntımın sona ermesi için lütfuna ihtiyacımı, ihsanına olan zorunlu muhtaçlığımı bilen de O’dur, her bir şeye bir kader tayin eden ve her bir işe Rabbani hikmetinin gerektirdiği şekilde nihai bir nokta tespit eden ve hikmeti sonsuz olan da O’dur.
Ayet: 84 - 86 #
{وَتَوَلَّى عَنْهُمْ وَقَالَ يَاأَسَفَى عَلَى يُوسُفَ وَابْيَضَّتْ عَيْنَاهُ مِنَ الْحُزْنِ فَهُوَ كَظِيمٌ (84) قَالُوا تَاللَّهِ تَفْتَأُ تَذْكُرُ يُوسُفَ حَتَّى تَكُونَ حَرَضًا أَوْ تَكُونَ مِنَ الْهَالِكِينَ (85) قَالَ إِنَّمَا أَشْكُو بَثِّي وَحُزْنِي إِلَى اللَّهِ وَأَعْلَمُ مِنَ اللَّهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ (86)}.
84- Onlardan yüz çevirdi ve: “Âh Yusuf’um âh!” dedi. Kederinden gözlerine perde indi. Ancak hüznünü açıklamayıp içinde saklıyordu. 85- Dediler ki: “Hâlâ Yusuf’u anıp duruyorsun, Allah’a andolsun ki sonunda ya kederinden hastalanıp eriyeceksin yahut da ölüp gideceksin.” 86- “Ben, keder ve hüznümü ancak Allah’a şikayet ederim. Ve ben, Allah tarafından (gelen vahiyle) sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim” dedi.
#
{84} أي: وتولَّى يعقوبُ عليه الصلاة والسلام عن أولاده بعدما أخبروه هذا الخبر، واشتدَّ به الأسف والأسى، وابيضَّتْ عيناه من الحزن الذي في قلبه والكمد الذي أوجب له كثرةَ البُكاء حيث ابيضَّت عيناه من ذلك؛ {فهو كظيمٌ}؛ أي: ممتلئ القلب من الحزن الشديد، {وقال يا أسفى على يوسف}؛ أي: ظهر منه ما كَمَنَ من الهمِّ القديم والشوق المقيم، وذكَّرَتْه هذه المصيبة الخفيفة بالنسبة للأولى، المصيبةَ الأولى.
84. “Onlardan yüz çevirdi.” Yani oğulları ona bu haberi verdikten sonra Yakub aleyhisselam onlardan yüz çevirip bir kenara çekildi. Üzüntü ve kederi katmerleşti. Kalbindeki kederden dolayı da gözlerine perde indi. Çünkü kalbindeki keder dolayısı ile çokça ağlıyordu. Nihâyet gözlerine bundan dolayı ak düşmüştü. “Ancak hüznünü açıklamayıp içinde saklıyordu.” Yani kalbi oldukça ileri derecedeki kederle dolup taşıyordu. “Âh Yusuf’um âh!, dedi.” Yani onun eskiden beri saklı bulunan üzüntüsü, kederi, kalbinden ayrılmayan özlemi bir daha ortaya çıktı. Birincisine göre nispeten hafif olan bu musibet, ona birincisini hatırlattı. Oğulları ise durumundan hayrete düşerek şöyle dediler:
#
{85} فقال له أولادُه متعجِّبين من حاله: {تالله تفتأُ تَذْكُرُ يوسفَ}؛ أي: لا تزال تذكر يوسفَ في جميع أحوالك، {حتى تكون حَرَضاً}؛ أي: فانياً لا حَراك فيك ولا قدرة لك على الكلام، {أو تكونَ من الهالكين}؛ أي: لا تترك ذكره مع قدرتك على ذكره أبداً.
85. “Hâlâ Yusuf’u anıp duruyorsun.” Her halinde Yusuf’u anmaya devam ediyorsun. “Allah’a andolsun ki sonunda ya kederinden hastalanıp eriyeceksin” artık hareket edemeyecek, konuşmaya dahi gücün kalmayacaktır “yahut da ölüp gideceksin.” Yani sen onu anma imkanın olduğu sürece onu anmaktan geri durmayacaksın.
#
{86} فقال يعقوب: {إنَّما أشكو بثِّي}؛ أي: ما أبثُّ من الكلام، {وحُزْني}: الذي في قلبي. {إلى الله}: وحدَه لا إليكم ولا إلى غيركم من الخلق؛ فقولوا ما شئتم، {وأعلمُ من الله ما لا تعلمونَ}: من أنَّه سيردُّهم عليَّ ويقرُّ عيني بالاجتماع بهم.
86. Yakub onlara: “Ben keder ve hüznümü ancak Allah’a şikayet ederim.” Kalbimdeki kederi de ona dair söyleyeceğimi de ancak Allah'a açarım. Allah’tan başkasına da hiçbir şey söylemeyeceğim; ne size ne de sizin dışınızdaki herhangi bir insana. Siz istediğinizi söyleyin. “Ve ben, Allah tarafından (gelen vahiyle) sizin bilmediğiniz şeyleri” oğullarımı bana geri gtireceğini ve onlarla biraraya gelmekle gözümün aydın olacağını “bilirim, dedi.”
Ayet: 87 - 92 #
{يَابَنِيَّ اذْهَبُوا فَتَحَسَّسُوا مِنْ يُوسُفَ وَأَخِيهِ وَلَا تَيْأَسُوا مِنْ رَوْحِ اللَّهِ إِنَّهُ لَا يَيْأَسُ مِنْ رَوْحِ اللَّهِ إِلَّا الْقَوْمُ الْكَافِرُونَ (87) فَلَمَّا دَخَلُوا عَلَيْهِ قَالُوا يَاأَيُّهَا الْعَزِيزُ مَسَّنَا وَأَهْلَنَا الضُّرُّ وَجِئْنَا بِبِضَاعَةٍ مُزْجَاةٍ فَأَوْفِ لَنَا الْكَيْلَ وَتَصَدَّقْ عَلَيْنَا إِنَّ اللَّهَ يَجْزِي الْمُتَصَدِّقِينَ (88) قَالَ هَلْ عَلِمْتُمْ مَا فَعَلْتُمْ بِيُوسُفَ وَأَخِيهِ إِذْ أَنْتُمْ جَاهِلُونَ (89) قَالُوا أَإِنَّكَ لَأَنْتَ يُوسُفُ قَالَ أَنَا يُوسُفُ وَهَذَا أَخِي قَدْ مَنَّ اللَّهُ عَلَيْنَا إِنَّهُ مَنْ يَتَّقِ وَيَصْبِرْ فَإِنَّ اللَّهَ لَا يُضِيعُ أَجْرَ الْمُحْسِنِينَ (90) قَالُوا تَاللَّهِ لَقَدْ آثَرَكَ اللَّهُ عَلَيْنَا وَإِنْ كُنَّا لَخَاطِئِينَ (91) قَالَ لَا تَثْرِيبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ يَغْفِرُ اللَّهُ لَكُمْ وَهُوَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ (92)}.
87- “Oğullarım gidin de Yusuf’u ve kardeşini sorup soruşturun. Allah’ın rahmetinden de ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez.” 88- Bunun üzerine (Mısır’a gidip Yusuf’un) huzuruna vardıklarında dediler ki: “Ey Aziz! Bizi de ailemizi de darlık sardı. Pek değerli olmayan bir bedel ile geldik. Bize (yine) tam ölçek(le erzak) ver ve bize tasaddukta bulun. Çünkü Allah, sadaka verenleri mükâfatlandırır.” 89- Dedi ki: “Siz, cahiller iken Yusuf’a ve kardeşine neler yaptığınızı hatırlıyor musunuz?” 90- “Yoksa sen! Evet, sen Yusuf’sun, değil mi?” dediler. O da: “Ben Yusuf’um, bu da kardeşimdir. Allah bize lütufta bulundu. Gerçek şu ki kim korkup sakınır ve sabrederse elbette Allah iyilik edenlerin mükâfatını zayi etmez” dedi. 91- “Allah’a yemin ederiz ki, gerçekten Allah seni bizden üstün kılmıştır. Doğrusu biz kesinlikle günahkar olduk” dediler. 92- Dedi ki: “Bugün size kınama yok! Allah size mağfiret buyursun. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir.”
#
{87} أي: قال يعقوب عليه السلام لبنيه: {يا بَنِيَّ اذهبوا فتحسَّسوا من يوسف وأخيه}؛ أي: احرصوا واجتهدوا على التفتيش عنهما، {ولا تيأسوا من رَوْح الله}: فإنَّ الرجاء يوجِبُ للعبد السعي والاجتهاد فيما رجاه، والإياس يوجِبُ له التثاقل والتباطؤ، وأولى ما رجا العبادُ فضل الله وإحسانه ورحمته وروحه. {إنَّه لا ييأسُ من رَوْح الله إلاَّ القومُ الكافرون}: فإنَّهم لكفرِهم يستبعدون رحمتَه، ورحمتُه بعيدةٌ منهم؛ فلا تتشبَّهوا بالكافرين. ودلَّ هذا على أنَّه بحسب إيمان العبد يكون رجاؤه لرحمةِ الله ورَوْحه.
87. Yakub aleyhisselam oğullarına dedi ki: “Oğullarım gidin de Yusuf’u ve kardeşini sorup soruşturun.” Onları aramak hususunda bütün gayretinizi ortaya koyun. “Allah’ın rahmetinden de ümit kesmeyin.” Çünkü ümitli olmak, kulun umduğu şey doğrultusunda çalışıp gayret göstermesini gerektirir. Ümitsizlik ise tembelliği ve ağırdan almaya yol açar. Kulların öncelikle ummaları gereken şey ise Yüce Allah’ın lütfu, ihsanı, rahmeti ve bereketi olmalıdır. “Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez.” Zira onlar küfürleri sebebi ile Allah’ın rahmetini uzak görürler. Esasen onun rahmeti de kâfirlerden uzaktır. O bakımdan siz de kâfirlere benzemeyin. Bu buyruk, kulun imanı oranında Yüce Allah’ın rahmet ve lütfunu ümit edeceğine delildir.
#
{88} فذهبوا. فلما دخلوا على يوسف، {قالوا}: متضرِّعين إليه: {يا أيُّها العزيز مسَّنا وأهلَنا الضُّرُّ وجئنا ببضاعةٍ مُزْجاةٍ فأوْفِ لنا الكيلَ وتصدَّقْ علينا}؛ أي: قد اضطررنا نحنُ وأهلُنا {وجئْنا ببضاعةٍ مُزْجاةٍ}؛ أي: مدفوعة مرغوب عنها لقلَّتها وعدم وقوعها الموقع؛ {فأوفِ لنا الكيل}؛ أي: مع عدم وفاء العوض، وتصدَّقْ علينا بالزيادة عن الواجب. {إنَّ الله يَجْزي المتصدِّقين}: بثواب الدنيا والآخرة.
88. “Bunun üzerine” kalkıp gittiler. Yusuf’un “huzuruna vardıklarında” yalvarırcasına “dediler ki: Ey Aziz, bizi de ailemizi de darlık sardı.” Biz de aile halkımız da oldukça sıkıntı içerisinde bulunuyoruz. “Pek değerli olmayan” yani azlığı ve pek bir işe yaramadığı için beğenilmeyen, istenilmeyen “bir bedel ile geldik. Bize (yine) tam ölçek(le erzak) ver” Bu bedel maksada kafi gelmiyor ise de ölçeğin bize tam olsun “ve bize” gerekenden fazlasını vermek sureti ile “tasadduk bulun. Çünkü Allah, sadaka verenleri” dünya ve âhiret mükâfaatı ile “mükâfatlandırır.”
#
{89} فلما انتهى الأمر وبلغ أشدَّه؛ رقَّ لهم يوسفُ رقَّةً شديدةً، وعرَّفهم بنفسه، وعاتبهم فقال: {هل علمتْم ما فعلتُم بيوسف وأخيه}: أما يوسفُ؛ فظاهرٌ فعلُهم فيه، وأما أخوه؛ فلعلَّه ـ والله أعلم ـ قولهم: {إن يَسْرِقْ فقد سَرَقَ أخٌ له من قبلُ}، أو أن السبب الذي فرَّق بينه وبين أبيه هم السبب فيه والأصل الموجب له. {إذ أنتُم جاهلونَ}: وهذا نوع اعتذارٍ لهم بجهلهم أو توبيخ لهم إذْ فعلوا فعل الجاهلين، مع أنَّه لا ينبغي ولا يَليق منهم.
89. Durum bu dereceye varıp artık gelebileceği en ileri noktaya gelince Yusuf, onlara karşı oldukça yumuşadı ve kendisini onlara tanıtıp sitem ederek şöyle dedi: “Siz, cahiller iken Yusuf’a ve kardeşine neler yaptığınızı hatırlıyor musunuz?” Yusuf’a yaptıkları açıkça ortadadır. Kardeşine gelince -doğrusunu en iyi Allah bilir ama- bununla: “Eğer o çalmış ise gerçek şu ki daha önce onun kardeşi de çalmıştı” sözlerini yahut da kardeşini ve babasını ayırmaya sebep olan bu olayın asıl müsebbiblerinin kendileri olduğunu kastetmiş olabilir. “Siz cahiller iken” ifadesi de bir bakıma cahilliklerini onlara mazeret olarak göstermek anlamındadır. Yahut da böyle bir şeyi yapmamaları gerektiği ve bu iş onlara yakışmadığı halde cahillerin işini yaptıkları için onlara bir azardır.
#
{90} فعرفوا أن الذي خاطبهم هو يوسفُ، فقالوا: {أإنَّك لأنت يوسفُ قال أنا يوسفُ وهذا أخي قد منَّ الله علينا}: بالإيمان والتقوى والتمكين في الدُّنيا، وذلك بسبب الصبر والتقوى، فَـ {إنَّه من يتَّقِ ويَصْبِرْ}؛ أي: يتَّقي فعل ما حرَّم الله ويصبر على الآلام والمصائب وعلى الأوامر بامتثالها. {فإنَّ الله لا يُضيع أجر المحسنين}: فإنَّ هذا من الإحسان، والله لا يُضيعُ أجرَ من أحسنَ عملاً.
90. Kendilerine hitap edenin Yusuf olduğunu anlayınca: “Yoksa sen! Evet sen Yusuf’sun, değil mi? dediler. O da: “Ben Yusuf’um, bu da kardeşimdir. Allah bize” iman, takva, dünyada güç ve iktidar vermek sureti ile “lütufta bulundu.” bu da sabır ve takva sayesindedir. Zira “gerçek şu ki kim korkup sakınır ve sabrederse” Allah’ın haram kıldıklarını işlemekten korunup sakınır, acılara ve musibetlere tahammül eder, emirleri yerine getirmeye sabırla devam ederse “elbette Allah iyilik edenlerin mükâfatını zayi etmez, dedi.” Çünkü bu şekilde davranmak, bir iyilik (ihsan)dır. Allah ise güzel ve iyi amellerde bulunanların mükâfatını boşa çıkarmaz.
#
{91} {قالوا تالله لقد آثرك الله علينا}؛ أي: فضَّلك علينا بمكارم الأخلاق ومحاسن الشيم، وأسأنا إليك غاية الإساءة، وحرصْنا على إيصال الأذى إليك والتبعيد لك عن أبيك، فآثرك الله تعالى ومكَّنك مما تريد [وإن كُنّا لخاطئين، وهذا غاية الاعتراف منهم بالجرم الحاصل منهم على يوسف].
91. “Allah’a yemin ederiz ki, gerçekten Allah seni bizden üstün kılmıştır.” Güzel ahlâk ve güzel özellikler dolayısı ile Allah, seni bizden daha üstün kılmıştır. Biz sana son derece kötülük ettik. Sana eziyet etmek, seni babandan ayırmak için elimizden ne geldiyse yaptık. Yüce Allah ise seni bize üstün kıldı ve dilediği imkânları sana bahşetti. “Doğrusu biz kesinlikle günahkar olduk, dediler.” Böylece onlar, Yusuf’a karşı işledikleri suçu tamamen itiraf etmiş oldular.
#
{92} فقال لهم يوسف عليه السلام كرماً وجوداً: {لا تَثْريبَ عليكم اليومَ}؛ أي: لا أثرِّبُ عليكم ولا ألومكم، {يَغفِرُ اللهُ لَكُم وهُوَ أرحَمُ الرَّاحِمِينَ}؛ فسمح لهم سماحاً تامًّا من غير تعيير لهم على ذكر الذَّنب السابق، ودعا لهم بالمغفرةِ والرحمةِ، وهذا نهاية الإحسان الذي لا يتأتَّى إلا من خواصِّ الخلق وخيار المصطَفَيْن.
92. Yusuf aleyhisselam ise onlara alicenap bir üslupla “dedi ki: Bugün size kınama yok!” Yani sizi ayıplamayacağım ve kınamayacağım. “Allah size mağfiret buyursun. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir.” Böylelikle Yusuf, onların geçmişteki günahlarını söz konusu etmeyerek ve onları ayıplamayarak onlara tam bir müsamaha gösterdi. Onlara mağfiret ve rahmet ile dua etti. Bu ise ancak has ve seçkin kullardan beklenebilecek bir davranış olup iyilğin en ileri derecesidir.
Ayet: 93 - 98 #
{اذْهَبُوا بِقَمِيصِي هَذَا فَأَلْقُوهُ عَلَى وَجْهِ أَبِي يَأْتِ بَصِيرًا وَأْتُونِي بِأَهْلِكُمْ أَجْمَعِينَ (93) وَلَمَّا فَصَلَتِ الْعِيرُ قَالَ أَبُوهُمْ إِنِّي لَأَجِدُ رِيحَ يُوسُفَ لَوْلَا أَنْ تُفَنِّدُونِ (94) قَالُوا تَاللَّهِ إِنَّكَ لَفِي ضَلَالِكَ الْقَدِيمِ (95) فَلَمَّا أَنْ جَاءَ الْبَشِيرُ أَلْقَاهُ عَلَى وَجْهِهِ فَارْتَدَّ بَصِيرًا قَالَ أَلَمْ أَقُلْ لَكُمْ إِنِّي أَعْلَمُ مِنَ اللَّهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ (96) قَالُوا يَاأَبَانَا اسْتَغْفِرْ لَنَا ذُنُوبَنَا إِنَّا كُنَّا خَاطِئِينَ (97) قَالَ سَوْفَ أَسْتَغْفِرُ لَكُمْ رَبِّي إِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ (98)}
93- “Şu gömleğimi götürün de babamın yüzüne sürün, hemen görmeye başlayacaktır. Ayrıca bütün ailenizi de alıp bana getirin.” 94- Kafile ayrılınca babaları dedi ki: “Bana bunak demeyecekseniz, inanın ki Yusuf’un kokusunu alıyorum.” 95- Dediler ki: “Allah’a yemin ederiz ki, sen hâlâ eski şaşkınlığındasın.” 96- Müjdeci gelince gömleğini yüzüne sürdü ve Yakub tekrar görmeye başladı. Dedi ki: “Ben size; Allah tarafından (gelen vahiyle) sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim, dememiş miydim?” 97- Dediler ki: “Ey babamız, günahlarımızın bağışlanmasını dile. Biz gerçekten günahkar olduk” dediler. 98- “Sizin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim. O, çok bağışlayıcıdır, pek merhametlidir, dedi.
#
{93} أي: قال يوسف عليه السلام لإخوته: {اذهَبوا بقميصي هذا فألقوه على وجه أبي يأتِ بَصيراً}: لأنَّ كلَّ داءٍ يداوى بضدِّه؛ فهذا القميصُ لما كان فيه أثرُ ريح يوسف الذي أوْدَعَ قلبَ أبيه من الحزن والشوق ما الله به عليم؛ أراد أن يَشُمَّه فترجِعَ إليه روحه وتتراجع إليه نفسُه ويرجعَ إليه بصرُه، ولله في ذلك حِكَمٌ وأسرارٌ لا يطَّلع عليها العباد، وقد اطَّلع يوسفُ من ذلك على هذا الأمر. {وأتوني بأهلِكُم أجمعين}؛ أي: أولادكم وعشيرتكم وتوابعكم كلُّهم؛ ليحصلَ تمامُ اللقاء ويزولَ عنكم نَكَدُ المعيشة وضَنْكُ الرزقِ.
93. Daha sonra Yusuf aleyhisselam kardeşlerine şöyle dedi: “Şu gömleğimi götürün de babamın yüzüne sürün, hemen görmeye başlayacaktır.” Çünkü her bir hastalık onun zıddı ile tedavi edilir. Babasının kalbine ancak Yüce Allah’ın bildiği derecedeki üzüntü ve özlemi bırakmaya sebep olan bu gömlekte Yusuf’un kokusu bulunduğundan, babasının bu gömleği koklamasını ve böylelikle tekrar canlanmasını, kendisine gelmesini ve tekrar gözlerinin eskisi gibi görmesini istemişti. Şüphesiz bunda Yüce Allah’ın, kulların bilemeyeceği kadar çok hikmet ve sırları vardır. Yusuf aleyhisselam ise bu hususa muttali olmuştu. “Bütün ailenizi de alıp bana getirin.” Çocuklarınızı, aşiretinizi, size uyanların hepsini getirin. Böylelikle tam bir kavuşma gerçekleşsin, sizin de geçim darlığınız ve rızık sıkıntılarınız ortadan kalksın.
#
{94} {ولما فصلت العير}: عن أرض مصر مقبلةً إلى أرض فلسطين؛ شمَّ يعقوبُ ريح القميص، فقال: {إنِّي لأجِدُ ريح يوسفَ لولا أن تُفَنِّدونِ}؛ أي: تسخرون منِّي، وتزعُمون أنَّ هذا الكلام صدر منِّي من غير شعور؛ لأنَّه رأى منهم من التعجُّب من حاله ما أوجب له هذا القول.
94. “Kafile” Mısır topraklarından “ayrılınca” ve Filistin topraklarına doğru yola koyulunca Yakub gömleğin kokusunu alarak “dedi ki: Bana bunak demeyecekseniz” benimle alay etmeyecek ve benim bu sözlerimin şuursuzca söylendiğini söylemeyecekseniz “inanın ki Yusuf’un kokusunu alıyorum.” Çünkü Yakub çevresindekilerin bu sözü söylemesini gerektirecek derecede hayret ettiklerini tespit etmişti. Nitekim onlar hakkındaki kanaati gibi de oldu ve onlar şöyle dediler:
#
{95} فوقع ما ظنَّه بهم، فقالوا: {تاللهِ إنَّك لفي ضلالك القديم}؛ أي: لا تزال تائهاً في بحرٍ لُجِّيٍّ ، لا تدري ما تقول.
95. “Allah’a yemin ederiz ki, sen hâlâ eski şaşkınlığındasın, dediler.” Hâlâ sen uçsuz bucaksız bir denizdeymiş gibi şaşkın haldesin. Ne söylediğini bilmiyorsun.
#
{96} {فلمَّا أن جاء البشيرُ}: بقرب الاجتماع بيوسف وإخوته وأبيهم، {ألقاه}؛ أي: القميص {على وجهِهِ فارتدَّ بصيراً}؛ أي: رجع على حاله الأولى بصيراً بعد أن ابيضَّت عيناه من الحزن، فقال لمن حَضَرَهُ من أولاده وأهله الذين كانوا يفنِّدونَ رأيه، ويتعجَّبون منه منتصراً عليهم مُتبجحاً بنعمة الله عليه: {ألم أقُلْ لكُم إنِّي أعلم من الله ما لا تعلمون}: حيث كنتُ مترجِّياً للقاء يوسف مترقِّباً لزوال الهمِّ والغمِّ والحزن.
96. “Müjdeci” artık Yusuf’un kardeşlerinin ve babalarının bir araya gelmelerinin yakınlaştığını bildirmek üzere gelince “gömleğini yüzüne sürdü ve Yakub tekrar görmeye başladı.” Kederden gözlerine ak düşmüşken bu sefer önceki hali gibi görmeye başladı. Etrafında hazır bulunan çocuklarına ve onun bunadığını söyleyenlere ve hayret edenlere karşı zafer kazanmış ve Yüce Allah’ın üzerindeki nimetini de dile getiren bir üslupla dedi ki: “Ben size; Allah tarafından (gelen vahiyle) sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim, dememiş miydim?” Çünkü ben Yusuf’a kavuşacağımı umuyor; keder, üzüntü ve ıstırabımın son bulacağını gözleyip duruyordum.
#
{97} فأقرُّوا بذنبهم، ونجعوا بذلك و {قالوا يا أبانا استغفرْ لنا ذنوبنا إنَّا كنا خاطئينَ}: حيث فعلنا معك ما فعلنا.
97. Günahlarını itiraf ettiler ve: “Ey babamız, günahlarımızın bağışlanmasını dile. Biz gerçekten” sana karşı bu yaptıklarımız dolayısı ile “günahkar olduk, dediler.”
#
{98} فَـ {قَالَ} مجيباً لطلبتهم ومسرعاً لإجابتهم: {سوفَ أستغفِرُ لكم ربِّي إنَّه هو الغفور الرحيم}: ورجائي به أن يغفرَ لكم ويرحمكم ويتغمَّدكم برحمته. وقد قيل: إنه أخَّر الاستغفار لهم إلى وقت السحر الفاضل؛ ليكونَ أتمَّ للاستغفار وأقرب للإجابة.
98. O da onların bu isteklerine cevap vermek ve isteklerini çabucak kabul ettiğini bildirmek üzere: “Sizin için Rabbimden mağfiret dileyeceğim. O, çok bağışlayıcıdır, pek merhametlidir, dedi.” O’nun sizi mağfiret edeceğini, size merhamet buyurup sizi rahmeti ile kuşatacağını ümit ederim. Denildiğine göre Yakub aleyhisselam onlara mağfiret dilemeyi faziletli olan seher vaktine ertelemişti ki mağfiret dilemesi, daha mükemmel ve kabul edilme ihtimali daha yüksek olsun.
Ayet: 99 - 100 #
{فَلَمَّا دَخَلُوا عَلَى يُوسُفَ آوَى إِلَيْهِ أَبَوَيْهِ وَقَالَ ادْخُلُوا مِصْرَ إِنْ شَاءَ اللَّهُ آمِنِينَ (99) وَرَفَعَ أَبَوَيْهِ عَلَى الْعَرْشِ وَخَرُّوا لَهُ سُجَّدًا وَقَالَ يَاأَبَتِ هَذَا تَأْوِيلُ رُؤْيَايَ مِنْ قَبْلُ قَدْ جَعَلَهَا رَبِّي حَقًّا وَقَدْ أَحْسَنَ بِي إِذْ أَخْرَجَنِي مِنَ السِّجْنِ وَجَاءَ بِكُمْ مِنَ الْبَدْوِ مِنْ بَعْدِ أَنْ نَزَغَ الشَّيْطَانُ بَيْنِي وَبَيْنَ إِخْوَتِي إِنَّ رَبِّي لَطِيفٌ لِمَا يَشَاءُ إِنَّهُ هُوَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ (100)}
99- Onlar Yusuf’un huzuruna vardıklarında o, babasını ve annesini bağrına bastı ve: “Allah’ın iradesi ile hepiniz güven içinde Mısır’a girin” dedi. 100- Babasını ve annesini tahtın üzerine çıkartıp oturttu. Hepsi de onun için secde ettiler. O zaman dedi ki: “Babacığım! İşte bu, önceleri gördüğüm rüyanın yorumudur. Rabbim onu doğru çıkardı. O, bana iyilikte bulundu. Çünkü beni zindandan çıkardı ve şeytan, kardeşlerimle aramı bozmuşken sizi çölden getirdi. Şüphesiz Rabbim, dilediğini lütfeder. Gerçekten O, her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.”
#
{99} أي: {فلمَّا} تجهَّز يعقوب وأولاده وأهلهم أجمعون وارتحلوا من بلادهم قاصدين الوصول إلى يوسف في مصر وسُكْناها، فلمَّا وصلوا إليه و {دخلوا على يوسفَ آوى إليه أبويهِ}؛ أي: ضمَّهما إليه واختصَّهما بقربه وأبدى لهما من البرِّ والإحسان والتبجيل والإعظام شيئاً عظيماً. {وقال} لجميع أهله: {ادخُلوا مصر إن شاء الله آمنين}: من جميع المكاره والمخاوف. فدخلوا في هذه الحال السارَّة، وزال عنهم النَّصَبُ ونكد المعيشة وحَصَلَ السرور والبهجة.
99. Yakub, çocukları ve onların aileleri hep birlikte hazırlanıp kendi beldelerinden yola çıkarak Mısır’a Yusuf’un yanına doğru yola koyuldular. Onun yanına ulaşıp da “Yusuf’un huzuruna vardıklarında o, babasını ve annesini bağrına bastı.” Onları kucakladı, onları kendisine yaklaştırdı. Açık bir şekilde onlara iyi davrandı ve en güzel şekilde davrandı. Onları çok ileri derecede tazim etti. Bütün yakınlarına da: “Allah’ın iradesi ile hepiniz güven içinde Mısır’a girin, dedi.” Her türlü hoşlanılmayan ve korkulacak şeylerden yana güvenlik içinde girin. Onlar da bu sevindirici halde girdiler. Artık hayatın zorluğundan ve geçim darlığından kurtulmuş, sevince gark olmuşlardı.
#
{100} {ورفع أبويه على العرشِ}؛ أي: على سرير الملك ومجلس العزيز، {وخرُّوا له سجَّداً}؛ أي: أبوه وأمه وإخوته سجوداً على وجه التعظيم والتبجيل والإكرام. {وقال} لمَّا رأى هذه الحال ورأى سجودهم له: {يا أبتِ هذا تأويلُ رؤيايَ من قبلُ}: حين رأى أحد عشر كوكباً والشمس والقمر له ساجدين؛ فهذا وقوعُها الذي آلتْ إليه ووصلت. {قد جَعَلها ربِّي حقًّا}: فلم يَجْعَلْها أضغاثَ أحلام. {وقد أحسنَ بي}: إحساناً جسيماً، {إذْ أخْرَجَني من السجن وجاء بكم من البَدْو}: وهذا من لطفه وحسنِ خطابه عليه السلام؛ حيث ذَكَرَ حاله في السجن، ولم يَذْكُرْ حاله في الجبِّ؛ لتمام عفوِهِ عن إخوته، وأنَّه لا يذكر ذلك الذنب، وأنَّ إتيانكم من البادية من إحسان الله إليَّ، فلم يقل جاء بكم من الجوع والنصب، ولا قال: أحسنَ بكم، بل قال: أحسن بي، جعل الإحسان عائداً إليه؛ فتبارك من يختصُّ برحمتِهِ من يشاءُ من عبادِهِ ويَهَبُ لهم من لدنه رحمةً إنه هو الوهاب، {من بعدِ أن نَزَغَ الشيطان بيني وبينَ إخوتي}: فلم يقل: نَزَغَ الشيطانُ إخوتي، بل كأنَّ الذنب والجهل صدر من الطرفين؛ فالحمد لله الذي أخزى الشيطان ودَحَرَهُ وجَمَعَنا بعد تلك الفرقة الشاقة. {إنَّ ربِّي لطيفٌ لما يشاء}: يوصِلُ برَّه وإحسانه إلى العبد من حيث لا يشعر ويوصِلُه إلى المنازل الرفيعة من أمور يكرهها. {إنَّه هو العليمُ}: الذي يعلم ظواهر الأمور وبواطِنَها وسرائر العباد وضمائرهم. {الحكيم}: في وضعه الأشياء مواضعها وسَوْقِهِ الأمور إلى أوقاتها المقدَّرة لها.
100. “Babasını ve annesini tahtın üzerine” hükümdarlık tahtına ve Aziz’in makamına “çıkartıp oturttu. Hepsi de onun için secde ettiler.” Babası, annesi ve kardeşleri onu tazim, saygı ve ikram olmak üzere secdeye kapandılar. Bu durumu ve onların kendisine secde ettiklerini gören Yusuf “dedi ki: Babacığım, işte bu önceleri gördüğüm rüyanın yorumudur.” Daha önce on bir yıldız ile güneşin ve ayın bana secde ettiklerini görmüştüm. İşte bu rüyanın yorumu ve gerçekleşip ulaştığı nokta budur. “Rabbim onu doğru çıkardı.” Bunu gerçekle ilgisi olmayan karmakarışık rüyalardan biri kılmadı. “O, bana” tam anlamı ile “iyilikte bulundu. Çünkü beni zindandan çıkardı ve şeytan, kardeşlerimle aramı bozmuş iken sizi çölden getirdi.” Bu, Yusuf’un inceliğinin ve güzel hitabının bir göstergesidir. Çünkü o, zindandaki halini söz konusu etmekle birlikte kardeşlerini tam anlamı ile affetmiş olduğundan kuyudaki durumunu ağzına bile almamış ve bu günahı söz konusu dahi etmemiştir. Yine “Sizin çölden gelişiniz, Allah’ın bana bir lütuf ve ihsanıdır.” demiş, bunu bu şekilde ifade etmekle birlikte “O, açlıktan ve yorgunluktan sonra sizi buraya getirdi” demediği gibi “Size iyilikte bulundu” da dememiş, aksine “bana iyilikte bulundu” demiş ve bu iyiliğin kendisine yapılmış olduğunu ifade etmiştir. Rahmeti ile kullarından dilediğine lütuf ve ihsanda bulunan, onlara kendi nezdinden rahmet bağışlayan Allah’ın şanı ne yücedir! Gerçekten O, büyük bağış sahibidir. Diğer taraftan Yusuf: “Şeytan kardeşlerimle aramı bozmuş iken” demiş “şeytan kardeşlerimi saptırmışken” dememiştir. Aksine o günah ve cahilliğin her iki kesimden de sadır olduğunu hissettirecek ilk ifadeyi kullanmış, ve “Şeytanı rezil ve rüsvay ederek uzaklaştıran ve bu zorlu ayrılıktan sonra bizi bir araya getiren Allah’a hamd olsun.” demiştir. “Şüphesiz Rabbim, dilediğini lütfeder.” O, lütuf ve ihsanını kuluna fark edemeyeceği bir şekilde ulaştırır. Yine kulunu hoşuna gitmeyecek yollarla oldukça üstün mevkilere kavuşturur. “O, her şeyi” bütün işlerin açık kısımlarını da gizliliklerini de, kulların gizlediklerini de kalplerindekini de “bilendir”; her şeyi yerli yerine koyması ve işleri onlar için takdir etmiş olduğu vakitlerine götürüp ulaştıran “hikmet sahibidir.”
Ayet: 101 #
{رَبِّ قَدْ آتَيْتَنِي مِنَ الْمُلْكِ وَعَلَّمْتَنِي مِنْ تَأْوِيلِ الْأَحَادِيثِ فَاطِرَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ أَنْتَ وَلِيِّي فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ تَوَفَّنِي مُسْلِمًا وَأَلْحِقْنِي بِالصَّالِحِينَ (101)}
101- “Ey Rabbim, sen bana hükümranlık verdin ve bana rüya yorumunu öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da âhirette de benim dost ve yardımcımsın. Benim canımı müslüman olarak al ve beni salihlere kat.”
#
{101} لما أتمَّ الله ليوسف ما أتمَّ من التمكين في الأرض والملك وأقرَّ عينه بأبويه وإخوته وبعد العلم العظيم الذي أعطاه الله إيَّاه، فقال مقرًّا بنعمة الله شاكراً لها داعياً بالثبات على الإسلام: {ربِّ قد آتيتني من الملك}: وذلك أنَّه كان على خزائن الأرض وتدبيرها ووزيراً كبيراً للملك، {وعلَّمْتَني من تأويل الأحاديث}؛ أي: من تأويل أحاديث الكتب المنزَلَة وتأويل الرؤيا وغير ذلك من العلم. {فاطر السمواتِ والأرضِ ... توفَّني مسلماً}؛ أي: أدمْ عليَّ الإسلام وثبِّتْني عليه حتى توفَّاني عليه، ولم يكن هذا دعاءً باستعجال الموت. {وألحِقْني بالصَّالحين}: من الأنبياء الأبرار والأصفياء الأخيار.
101. Yüce Allah Yusuf’a yeryüzünde verdiği imkânları ve hükümdarlığı kemal noktasına ulaştırıp annesi, babası ve kardeşleri ile gözünü aydın ettikten, ona oldukça büyük bir ilmi lütfettikten sonra o, Yüce Allah’ın nimetini ikrar ederek, bu nimete şükrederek ve İslâm üzere sebat için dua ederek dedi ki: “Ey Rabbim, sen bana hükümranlık verdin.” Çünkü Yusuf, hazine işlerinin başında idi. Onların idaresinden sorumluydu ve hükümdarın pek büyük bir veziri idi. “Ve bana rüya yorumunu.” Hem indirmiş olduğun kitapların yorumunu hem rüya yorumunu hem de başka çeşitli bilgileri “öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da âhirette de benim dost ve yardımcımsın. Benim canımı müslüman olarak al” Yani müslümanlığımı sürekli kıl ve müslüman olarak canımı alıncaya kadar İslâm üzere bana sebat ver. Bu, Yusuf’un erken ölmek için yaptığı bir dua değildir. “ve beni” üstün peygamberler ve seçkin kulların oluşturduğu “salihlere kat!”
Ayet: 102 #
{ذَلِكَ مِنْ أَنْبَاءِ الْغَيْبِ نُوحِيهِ إِلَيْكَ وَمَا كُنْتَ لَدَيْهِمْ إِذْ أَجْمَعُوا أَمْرَهُمْ وَهُمْ يَمْكُرُونَ (102)}
102- İşte bu, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Yoksa onlar, tuzak kurup işlerini kararlaştırdıkları zaman sen onların yanlarında değildin.
#
{102} لما قصَّ الله هذه القصة على محمدٍ - صلى الله عليه وسلم -؛ قال الله له: {ذلك}: [الإنباء] الذي أخبرناك به {من أنباءِ الغيبِ}: الذي لولا إيحاؤُنا إليك؛ لما وصل إليك هذا الخبر الجليل، فإنك لم تكن حاضراً {لديهم إذ أجمعوا أمْرَهم}؛ أي: إخوة يوسف. {وهم يمكُرون}: به حين تعاقدوا على التفريق بينه وبين أبيه في حالةٍ لا يطَّلع عليها إلا الله تعالى ولا يمكِّنُ أحداً أن يصل إلى علمها إلا بتعليم الله له إيَّاها؛ كما قال تعالى لما قصَّ قصةَ موسى وما جرى له؛ ذَكَرَ الحال التي لا سبيل للخلق إلى علمها إلاَّ بوحيه، فقال: {وما كنتَ بجانبِ الغربيِّ إذْ قَضَيْنا إلى موسى الأمرَ وما كنت من الشاهدين ... } الآيات؛ فهذا أدلُّ دليل على أنَّ مَن جاء بها رسول الله حقًّا.
102. Yüce Allah, bu kıssayı Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e anlattıktan sonra ona şöyle hitap etmektedir: “İşte bu” sana bildirdiğimiz haber “sana vahy ettiğimiz gayb haberlerindendir.” Eğer bizim sana vahyimiz olmasaydı bu, oldukça üstün haber sana ulaşmazdı. “Yoksa onlar” Yusuf’un kardeşleri ona “tuzak kurup işlerini kararlaştırdıkları zaman sen onların yanlarında değildin.” Orada hazır bulunmuyordun. Onlar, Yusuf’u babasından ayırmak üzere karar verdiklerinde buna Yüce Allah’tan başka hiç kimse muttali değildi. Allah, buna dair bilgiyi öğretmedikçe hiçbir kimsenin bunu bilmesine imkân yoktur. Nitekim Yüce Allah Musa’nın kıssasını ve onun başından geçenleri de anlattıktan sonra O’nun vahyi olmaksızın insanların bilmeleri imkân dahilinde olmayan bu durumu söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: “Biz Musa’ya o buyruğu vahyettiğimizde sen batı tarafında değildin. Sen (orada) bulunanlardan da değildin.” (el-Kasas, 28/44) İşte bu, Allah Rasûlünün getirdiklerinin doğru ve gerçek olduğunun en açık delilidir.
Ayet: 103 - 107 #
{وَمَا أَكْثَرُ النَّاسِ وَلَوْ حَرَصْتَ بِمُؤْمِنِينَ (103) وَمَا تَسْأَلُهُمْ عَلَيْهِ مِنْ أَجْرٍ إِنْ هُوَ إِلَّا ذِكْرٌ لِلْعَالَمِينَ (104) وَكَأَيِّنْ مِنْ آيَةٍ فِي السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ يَمُرُّونَ عَلَيْهَا وَهُمْ عَنْهَا مُعْرِضُونَ (105) وَمَا يُؤْمِنُ أَكْثَرُهُمْ بِاللَّهِ إِلَّا وَهُمْ مُشْرِكُونَ (106) أَفَأَمِنُوا أَنْ تَأْتِيَهُمْ غَاشِيَةٌ مِنْ عَذَابِ اللَّهِ أَوْ تَأْتِيَهُمُ السَّاعَةُ بَغْتَةً وَهُمْ لَا يَشْعُرُونَ (107)}
103- Sen ne kadar arzulasan da insanların çoğu iman etmezler. 104- Halbuki sen, bu (Kur'ân’a) karşılık onlardan hiçbir ücret de istemiyorsun. O, ancak âlemlere bir öğüttür. 105- Göklerde ve yerde nice âyetler vardır ki onlar, bunların yanından yüz çevirerek geçer giderler. 106- Onların çoğu Allah'a ancak şirk koşarak iman ederler. 107- Onlar, Allah’ın kuşatıcı bir azabının kendilerine gelip çatmasından veya onlar farkında olmadan kıyametin ansızın başlarına kopuvermesinden kendilerini güvende mi gördüler?
#
{103} يقول تعالى لنبيه محمد - صلى الله عليه وسلم -: {وما أكثرُ الناس ولو حرصتَ}: على إيمانهم {بمؤمنينَ}: فإنَّ مداركهم ومقاصِدَهم قد أصبحت فاسدةً؛ فلا ينفعهم حرصُ الناصحين عليهم، ولو عدمت الموانع؛ بأنْ كانوا يعلِّمونهم ويدعونهم إلى ما فيه الخير لهم ودفع الشرِّ عنهم من غير أجرٍ ولا عوض، ولو أقاموا لهم من الشواهد والآيات الدالاَّتِ على صدقِهِم ما أقاموا.
103. Yüce Allah peygamberi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e hitaben şöyle buyurmaktadır: “Sen” insanların iman etmelerini için “ne kadar arzulasan da insanların çoğu iman etmezler.” Çünkü onların elde etmek istedikleri şeyler de maksatları da bozuktur. Onlara karşı gerçekten samimi olup iyiliklerini isteyenlerin bu konudaki gayretlerinin onlara faydası olmaz. İsterse bunlar, onları kendilerinin hayrına olan şeylere çağırsınlar, onlara öğretsinler, onlardan kötülükleri uzaklaştırmak istesinler, herhangi bir ücret ve karşılık beklemeksizin bütün bunları yapsınlar ve doğruluklarına delil olacak bunca âyet, belge ve delili ortaya koysunlar ve böylelikle iman etmelerine engel olan her şey ortadan kalkmış olsun; fark etmez, yine de durum değişmez. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmakdadır:
#
{104} ولهذا قال: {وما تسألُهم عليه من أجرٍ إنْ هو إلاَّ ذِكْرٌ للعالمينَ}: يتذكَّرون به ما ينفعُهم لِيفعلوه، وما يضرُّهم ليترُكوه.
104. “Halbuki sen bu (Kur'ân’a) karşılık onlardan hiçbir ücret de istemiyorsun. O, ancak alemlere bir öğüttür.” Ondan kendilerine faydalı olacak öğütler alırlar. Ki bu, faydalı şeyleri yapsınlar ve zararlarına olacak şeyleri de terk etsinler diyedir.
#
{105} {وكأيِّنْ}؛ أي: وكم {من آيةٍ في السمواتِ والأرض يمرُّون عليها}: دالَّة لهم على توحيد الله، {وهم عنها معرضونَ}.
105-106. “Göklerde ve yerde” Yüce Allah’ın birliğine delil teşkil eden “nice âyetler vardır ki, onlar bunların yanından yüz çevirerek” hiç düşünmeden, tefekkür etmeden “geçer giderler.” Bununla birlikte kısmen imana sahip olsalar da “onların çoğu Allah'a ancak şirk koşarak iman ederler.” Bunlar Yüce Allah’ın Rab, yaratan, rızık veren, bütün işleri çekip çeviren olduğunu itiraf etseler dahi Allah’ın ulûhiyetinde ve rubûbiyetinde O’na şirk koşarlar. İşte bu duruma gelenler için artık geriye ilâhi azabın gelip çatmasından ve onlar kendilerini emniyet içinde hissettikleri bir sırada azabın ansızın onları bulmasından başka bir seçenek kalmaz. O bakımdan Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{107} فهؤلاء الذين وصلوا إلى هذه الحال لم يبقَ عليهم إلا أنْ يَحِلَّ بهم العذاب ويفجأهم العقابُ وهم آمنون، ولهذا قال: {أفأمِنوا}؛ أي: الفاعلون لتلك الأفعال، المعرضون عن آيات الله، {أن تأتِيَهُم غاشيةٌ من عذاب الله}؛ أي: عذابٌ يغشاهم ويَعُمُّهم ويستأصِلُهم، {أو تأتيهمُ الساعةُ بغتةً}؛ أي: فجأة، {وهم لا يشعُرونَ}؛ أي: فإنَّهم قد استوجبوا لذلك؛ فَلْيتوبوا إلى الله، ويَتْرُكوا ما يكون سبباً في عقابهم.
107. “Onlar” bu işleri yapan ve Allah’ın âyetlerinden yüz çeviren bu kimseler “Allah’ın kuşatıcı bir azabının” onların hepsini kuşatacak ve onları kökten imha edecek bir azabın “kendilerine gelip çatmasından veya onlar farkında olmadan kıyametin ansızın başlarına kopuvermesinden kendilerini güvende mi gördüler?” Halbuki onların yaptıkları, başlarına bunların gelmesini gerektirmektedir. O halde Allah’a tevbe etsinler ve cezalandırılmalarına sebep olacak şeyleri terk etsinler.
Ayet: 108 - 109 #
{قُلْ هَذِهِ سَبِيلِي أَدْعُو إِلَى اللَّهِ عَلَى بَصِيرَةٍ أَنَا وَمَنِ اتَّبَعَنِي وَسُبْحَانَ اللَّهِ وَمَا أَنَا مِنَ الْمُشْرِكِينَ (108) وَمَا أَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ إِلَّا رِجَالًا نُوحِي إِلَيْهِمْ مِنْ أَهْلِ الْقُرَى أَفَلَمْ يَسِيرُوا فِي الْأَرْضِ فَيَنْظُرُوا كَيْفَ كَانَ عَاقِبَةُ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ وَلَدَارُ الْآخِرَةِ خَيْرٌ لِلَّذِينَ اتَّقَوْا أَفَلَا تَعْقِلُونَ (109)}
108- De ki: “İşte bu, benim yolumdur. Ben basiret üzere Allah’a davet ederim. Ben de bana uyanlar da. Allah’ı tenzih ederim. Ben müşriklerden de değilim.” 109- Senden önce (peygamber olarak) gönderdiklerimiz de şehir halkından kendilerine vahyettiğimiz birtakım erkeklerden başkası değildi. Hiç yeryüzünde dolaşıp da kendilerinden öncekilerin nasıl bir âkıbete uğradığına bakmadılar mı? Âhiret yurdu takva sahipleri için elbette daha hayırlıdır. Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?
#
{108} يقول تعالى لنبيِّه محمدٍ - صلى الله عليه وسلم -: {قل} للناس: {هذه سبيلي}؛ أي: طريقي التي أدعو إليها، وهي السبيل الموصلة إلى الله وإلى دار كرامته، المتضمنة للعلم بالحقِّ والعمل به وإيثاره، وإخلاص الدين لله وحده لا شريك له. {أدعو إلى الله}؛ أي: أحثُّ الخلق والعباد إلى الوصول إلى ربهم وأرغِّبهم في ذلك وأرهِّبهم مما يُبْعِدُهم عنه، ومع هذا؛ فأنا {على بصيرةٍ}: من ديني؛ أي: على علم ويقين من غير شكٍّ ولا امتراء ولا مِرْية. وكذلك {مَنِ اتَّبعني}: يدعو إلى الله كما أدعو على بصيرةٍ من أمره. {وسبحان الله}: عما نُسبَ إليه مما لا يليق بجلاله أو ينافي كماله. {وما أنا من المشركين}: في جميع أموري، بل أعبد الله مخلصاً له الدين.
108. Yüce Allah peygamberi Muhammed’e sallallahu aleyhi ve sellem hitaben şöyle buyurmaktadır: İnsanlara “de ki: İşte bu, benim yolumdur.” Benim kendisine davet ettiğim yol işte budur. Bu, Allah’a, O’nun lütuf ve ihsan yurduna ulaştıran, hakkı bilip gereğince amel etmeyi, onu başkalarına tercih etmeyi, dini yalnızca Allah’a, O’na hiçbir kimseyi ortak koşmaksızın, halis kılmayı içeren bir yoldur. “Ben basiret üzere Allah’a davet ederim.” İnsanları, Rablerine ulaşmaya teşvik ediyorum. Onları bundan uzaklaştıracak şeylerden de sakındırıyorum. Bununla birlikte ben, dinimden yana bir basiret üzereyim. Yani bu konuda herhangi bir şüphe ve tereddüt olmaksızın kesin bir bilgiye sahibim. “Ben de” böyleyim “bana uyanlar da.” Ben basiret üzere davet ettiğim gibi onlar da basiret üzere Allah’ın yoluna davet ederler. “Allah’ı” O’nun celâline yakışmadığı yahut da kemaline aykırı düştüğü halde O’na nispet edilen her şeyden “tenzih ederim. Ben” hiçbir amelimde şirk koşan “müşriklerden değilim.” Aksine dini yalnızca O’na halis kılarak ibadet ederim. Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{109} ثم قال تعالى: {وما أرسلنا من قبلِكَ إلاَّ رجالاً}؛ أي: لم نرسل ملائكةً ولا غيرهم من أصناف الخلق؛ فلأيِّ شيءٍ يَسْتَغْرِبُ قومك رسالتك، ويزعُمون أنه ليس لك عليهم فضلٌ، فلك فيمَنْ قبلك من المرسلين أسوةٌ حسنةٌ. {نوحي إليهم من أهل القُرى}؛ أي: لا من البادية، بل من أهل القرى، الذين هم أكمل عقولاً وأصحُّ آراء، وليتبيَّن أمرهم ويتَّضح شأنهم. {أفلم يسيروا في الأرض}: إذا لم يصدِّقوا لقولك، {فينظروا كيفَ كان عاقبةُ الذين من قبلهم}: كيف أهلكهم اللهُ بتكذيبهم؛ فاحذروا أن تُقيموا على ما قاموا عليه، فيصيبكم ما أصابهم. {ولَدارُ الآخرة}؛ أي: الجنة وما فيها من النعيم المقيم، {خيرٌ للذين اتَّقَوْا}: الله في امتثال أوامره واجتناب نواهيه؛ فإنَّ نعيم الدُّنيا منغَّصٌ منكَّدٌ منقطعٌ، ونعيم الآخرة تامٌّ كامل لا يفنى أبداً، بل هو على الدوام في تزايدٍ وتواصل. عطاءً غير مجذوذ. {أفلا تعقلون}؛ أي: أفلا يكون لكم عقولٌ تؤثر الذي هو خير على الأدنى؟
109. “Senden önce (peygamber olarak) gönderdiklerimiz de şehir halkından kendilerine vahyettiğimiz birtakım erkeklerden başkası değildi.” Yani biz senden önce peygamber olarak melekleri göndermediğimiz gibi insan dışında değişik varlıkları da göndermedik. O halde senin kavmin ne diye senin peygamberliğini garip karşılıyor ve senin kendilerinden üstün bir tarafının olmadığı iddiasında bulunuyor? Hiç şüphesiz bu konuda senden önceki peygamberler senin için güzel bir örnektir. Bunlar “şehir halkından” idiler, çölde yaşayanlardan değildiler. Aksine onlar, akılları daha olgun, görüşleri daha sağlıklı şehir ahalisindendiler. Bu da onların durumları açık seçik bir şekilde ortaya çıksın ve halleri belirgin bir şekilde anlaşılsın diyedir. Bunlar, madem senin sözlerini doğrulamıyorlar o zaman “hiç yeryüzünde dolaşıp da kendilerinden öncekilerin nasıl bir âkıbete uğradığına” yalanlamaları sebebi ile Allah’ın onları nasıl helak ettiğine “bakmadılar mı?” O halde siz de onların yaptıklarını yapmaktan sakının. Yoksa onlara isabet eden size de isabet edecektir. “Âhiret yurdu” yani cennet ve içindeki ebedî nimetler, Allah’ın emirlerini yerine getirmek, yasaklarından kaçınmak sureti ile takvalı hareket eden “takva sahipleri için elbette daha hayırlıdır.” Çünkü dünya nimetleri insanın hevesini kursağında bırakır, eksiktir ve tükenir. Âhiret nimeti ise tam ve kâmildir. Ebediyyen son bulmaz. Aksine kesintisiz bir artış içerisindedir, süreklidir. O “ardı arkası kesilmeyen bir bağıştır.” (Hûd, 11/108) “Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?” Hayırlı ve üstün olanı, daha aşağı ve değersiz olana tercih etmenizi sağlayacak akıllarınız yok mu?
Ayet: 110 - 111 #
{حَتَّى إِذَا اسْتَيْأَسَ الرُّسُلُ وَظَنُّوا أَنَّهُمْ قَدْ كُذِبُوا جَاءَهُمْ نَصْرُنَا فَنُجِّيَ مَنْ نَشَاءُ وَلَا يُرَدُّ بَأْسُنَا عَنِ الْقَوْمِ الْمُجْرِمِينَ (110) لَقَدْ كَانَ فِي قَصَصِهِمْ عِبْرَةٌ لِأُولِي الْأَلْبَابِ مَا كَانَ حَدِيثًا يُفْتَرَى وَلَكِنْ تَصْدِيقَ الَّذِي بَيْنَ يَدَيْهِ وَتَفْصِيلَ كُلِّ شَيْءٍ وَهُدًى وَرَحْمَةً لِقَوْمٍ يُؤْمِنُونَ (111)}.
110- Nihâyet o peygamberler ümitlerini kesip de (kâfirler) onların yalan söylediklerinin ortaya çıktığını sandıkları bir sırada onlara yardımımız gelmiş ve dilediğimiz kimseler kurtuluşa erdirilmişti. Kâfirler topluluğundan azabımız geri çevrilmez. 111- Andolsun ki onların kıssalarında olgun akıl sahipleri için bir ibret vardır. O (Kur'ân) uydurulan bir söz değildir. Aksine kendisinden önce olan (kitapları) doğrulayan, (insanlara gerekli) her şeyi açıklayan, iman eden bir topluluk için de hidâyet ve rahmet (olan bir kitaptır).
#
{110} يخبر تعالى أنه يرسل الرسل الكرام، فيكذِّبهم القوم المجرمون اللئام، وأن الله تعالى يمهلهم ليرجعوا إلى الحقِّ، ولا يزال الله يمهلهم حتى إنَّه تصلُ الحال إلى غاية الشدَّة منهم على الرسل، حتى إنَّ الرسل على كمال يقينهم وشدَّة تصديقهم بوعد الله ووعيده ربَّما أنه يخطُرُ بقلوبهم نوعٌ من الإياس ونوعٌ من ضعف العلم والتصديق؛ فإذا بلغ الأمر هذه الحال؛ {جاءهُم نصرُنا فنُجِّي مَن نشاء}: وهم الرسل وأتباعهم، {ولا يُرَدُّ بأسُنا عن القوم المجرمين}؛ أي: ولا يُرَدُّ عذابنا عمن اجترم وتجرأ على الله؛ فما لهم من قوَّةٍ ولا ناصر.
110. Yüce Allah, şerefli peygamberler gönderdiğini, günahkâr ve aşağılık kavimlerinin de onları yalanladıklarını bize haber vermektedir. Yüce Allah, hakka dönsünler diye onlara mühlet verir. Allah onlara verdiği mühletini o kadar sürdürür ki nihayet peygamberlere olan baskıları en ileri dereceye ulaşır. Peygamberler kesin inançlarının kemaline, Allah’ın vaadine ve tehditlerine olan nihai tasdiklerine rağmen kalplerinden bir tür ümitsizlik hali geçer ve ilim ve tasdikleri zayıflar gibi olur. İşte iş bu noktaya gelince “onlara yardımımız gelmiş ve dilediğimiz kimseler kurtuluşa erdirilmişti.” Kurtuluşa erdirilenler ise peygamberler ve onlara tâbi olanlardır. “Kâfirler topluluğundan azabımız geri çevrilmez.” Yani bizim azabımız, Allah’a karşı günah işleyen ve küstahlık edenlerden geri çevrilmez. Azap geldiği zaman artık onların ne gücü ne de yardımcıları olur.
#
{111} {لقد كان في قصصهم}؛ أي: قصص الأنبياء والرسل مع قومهم {عبرةٌ لأولي الألباب}؛ أي: يعتبرون بها أهل الخير وأهل الشر، وأنَّ مَن فعل مثلَ فعلهم؛ ناله ما نالهم من كرامة أو إهانة، ويعتبرون بها أيضاً ما لله من صفات الكمال والحكمة العظيمة، وأنَّه الله الذي لا تنبغي العبادة إلاَّ له وحده لا شريك له. وقوله: {ما كان حديثاً يُفْتَرى}؛ أي: ما كان هذا القرآن الذي قصَّ الله به عليكم من أنباء الغيب ما قصَّ من الأحاديث المُفْتَراة المختَلَقَة. {ولكنْ}: كان {تصديقَ الذي بين يديه}: من الكتب السابقة؛ يوافقها ويشهدُ لها بالصحة، {وتفصيلَ كلِّ شيءٍ}: يحتاجُ إليه العباد من أصول الدين وفروعه ومن الأدلَّة والبراهين. {وهدىً ورحمةً لقوم يؤمنون}: فإنَّهم بسبب ما يحصُلُ لهم به من العلم بالحقِّ وإيثاره يحصُلُ لهم الهدى، وبما يحصُلُ لهم من الثواب العاجل والآجل تحصُلُ لهم الرحمة.
111. “Andolsun ki onların” yani peygamberlerin, kavimleri ile olan “kıssalarında olgun akıl sahipleri için bir ibret vardır.” Hayır ehli de şer ehli de bunlardan ibret alırlar. Onların yaptıklarını yapanlar, onlar gibi ya lütfa nail olur veya alçaltılırlar. Yine onlardan Allah’ın kemal sıfatlarını ve büyük hikmetini ibretle kavrarlar. Yüce Allah’tan başkasına ibadet etmemek ve O’na hiçbir kimseyi ortak koşmamak gerektiğini de anlarlar. “O (Kur'ân) uydurulan bir söz değildir.” Yüce Allah’ın, muhtevası arasında sizlere anlatmış olduğu gayba dair haberlerin bulunduğu bu Kur’an-ı Kerim, uydurulmuş sözlerden değildir. “Aksine kendisinden önce olan (kitapları) kendisinden önce indirilmiş kitapları “doğrulayan” onlara uygun ve doğruluklarına tanıklık eden, kulların gerek duyacakları dinin itikadî hükümlerini, fer’î hükümlerini ve pek çok delilleri “açıklayan, iman eden bir topluluk için de hidâyet ve rahmet (olan bir kitaptır).” Onlar hakka dair bilgiyi ve onun tercih edilmesi gerektiğini kabul ettiklerinden dolayı hidâyete ererler. Nail oldukları dünyevi ve uhrevi sevap dolayısı ile de ilahî rahmete mazhar olurlar.
[Bu Kıssanın İhtiva Ettiği Bazı İbretler ve Faydalı Bilgiler] Yüce Allah, bu kıssanın baş tarafında: “Biz sana bu Kur’an’ı vahyetmekle kıssaların en güzelini sana anlatıyoruz” buyurduğu gibi yine bu kıssanın baş taraflarında: “Andolsun ki Yusuf ve kardeşlerinde soranlar için nice ibretler vardır” buyurmaktadır. Surenin son taraflarında da: “Andolsun ki onların kıssalarında olgun akıl sahipleri için bir ibret vardır” buyurmaktadır. Kıssada, daha önce çeşitli yerlerinde ifade edilenlerin dışında daha pek çok faydalı hususlar vardır. İşte bu önemli kıssanın ihtiva ettiği ibretlerin ve faydalı hususların bazıları: 1. Bu kıssa, kıssaların en güzellerinden, en açık ve seçiklerindendir. Zira bu kıssada halden hale türlü geçişler söz konusudur: imtihandan imtihana, sıkıntıdan sıkıntıya, sıkıntıdan mükâfata ve lütfa, güçsüzlükten izzete, kölelikten hükümdarlığa, dağınıklık ve ayrılıktan bir araya gelişe ve kaynaşmaya, hüzünden sevince, bolluktan kıtlığa, kıtlıktan bolluğa, darlıktan genişliğe, huzursuzluktan huzur ve sükûna, inkardan ikrara geçişler vardır. Bunu bize en güzel şekilde anlatıp geniş geniş açıklayanın şanı ne yücedir! 2. Bu kıssada rüya tabirinin asli dayanakları vardır. Rüya tabiri ilmi Yüce Allah’ın kullarından dilediği kimselere vermiş olduğu önemli ilimlerdendir. Rüya yorumu ilminin temeli, çoğunlukla isim ve niteliklerdeki ilişkiler ve benzerlikler üzerine kuruludur. Şöyle ki: Yusuf’un güneşi, ayı ve on bir yıldızı kendilerine secde eder halde gördüğü rüyadaki ilişki yönü şudur: Bu aydınlık saçan cisimler semanın süsü ve güzelliğidir. Bunların birtakım faydaları vardır. Peygamberler ve ilimler de aynı şekilde yeryüzünün süsü ve güzelliğidirler. Nasıl ki bu aydınlık saçan cisimlerle karanlıklarda yol bulunuyor ise peygambeler ve ilim adamları ile de karanlıklardan çıkıp hidâyete yol bulunur. Diğer taraftan Yusuf’un babası ve annesi asıl, onun kardeşleri ise bu asıldan gelen kollardır. O halde aslın, nurunun da cisminin de kollara göre daha büyük olması uygun düşmektedir. Bundan dolayı Yusuf’un annesi güneş, babası ay, kardeşleri de yıldızlardır. Yine bu konudaki ilişkilerden birisi de şudur: “Güneş” lafzının (Arapçada) müennes/dişil olması dolayısıyla annesine, ay ve yıldızlar ise müzekker/eril olduklarından dolayı babasına ve kardeşlerine işarettir. Yine rüyadaki ilişki yönlerinden birisi de şudur: Secde eden kişi, secde ettiği kimseyi ta’zim eder, ona ihtiram gösterir. Kendisine secde edilen kişi ise ta’zim edilen ve saygı duyulan kişidir. Bundan dolayı bu, Yusuf’un, babası ve kardeşleri tarafından ta’zim edilecek ve saygı duyulacak birisi olacağına delildi. Buna bağlı olarak ta’zim edilen, saygı duyulan kişi bu ta’zim ve saygıyı gerektirecek şekilde ilim ve faziletçe üstün kılınmış ve seçkin bir kimse olmasını gerektirir. O bakımdan babasının ona: “Rabbin böylece seni seçecek ve sana rüya yorumunu öğretecek...” (6. âyet) dediğini görüyoruz. Rüya ile yorumu arasındaki ilişki yönlerine bir örnek de hapisteki delikanlıların gördükleri rüyada tespit edilebilir. Efendisine şarap için üzüm sıktığını gören birinci rüya sahibini ele alalım. Genelde şarap sıkan kimse başkasına hizmet eden bir kimsedir ve sıkma işini başkası için yapar. O bakımdan Yusuf, bu rüyayı varacağı sonucu nazarı itibara alarak yorumlamış ve onun, efendisine şarap sıkacağını söylemiştir. Bu ise hapisten çıkmasını da ihtiva eder. Diğerinin yani başının üzerinde ekmek taşıyan ve kuşların o ekmekten yediğini gören kimsenin rüyasını da şöylece yorumlamıştır: Onun başının eti ve derisi ile başındaki beyni, taşınan şey yani ekmek yerindedir ve bu, kuşların başından yemeleri mümkün olacak bir yerde bulunacaktır. O bakımdan onun rüyasını öldürüleceği, ölümünden sonra asılacağı ve kuşların göreceği bri yerde kalarak kuşların onun başından yiyeceği şeklinde yorumlamıştır. Bu ise öldürülmekten sonra asılmak halinde söz konusu olur. Yusuf aleyhisselam hükümdarın rüyasında gördüğü inekleri ve başakları da verimli yıllarla kıtlık yılları şeklinde yorumlamıştır. Aradaki ilişkiye gelince; halkın halleri ve maslahatları hükümdar ile yakından ilişkilidir. Hükümdarın düzelmesi ile onların işleri düzelir, bozulması ile bozulur. Halkın halleri ve geçimlerinin uygun şekilde devam etmesi de aynı şekilde kuraklık ve verimlilik açısından yılların durumuna bağlıdır. İneklere gelince onlar, vasıtası ile tarlalar sürülür ve sulama yapılır. Bolluk ve verimli yıllarda inekler semiz olur, kuraklık olduğu takdirde de zayıflar, cılızlaşırlar. Başaklar da böyledir. Verimli yıllarda çoğalır ve yemyeşil olurlar. Kıtlık yıllarında ise azalır ve kururlar. Ayrıca buğday başakları, yerden alınan mahsullerin en değerlileridir. 3. Bu kıssada Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in peygamberliğinin doğruluğuna dair deliller de vardır. Çünkü Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bu uzunca kıssayı kavmine anlatmıştı. Halbuki o, öncekilerin kitaplarını okumadığı gibi kimseden de ders almış değildir. Kavmi onu sabah akşam kendi aralarında görüyordu, yani ders almak için bir yere seyahat etmemişti. Ayrıca o ümmi idi, ne yazı yazar ne de okurdu. Ayrıca bu kıssa, önceki kitaplarda bulunan bilgilere de büyük oranda uygun düşmektedir. Ancak Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem Yusuf’un kardeşleri, planlarını kurup kararlarını verdiklerinde onların yanlarında değildi. 4. Kötülüğün sebeplerinden uzak kalmak ve açıklanmasının zarar vereceğinden korkulan şeylerin gizlenmesi gerekir. Çünkü Yakub’un, Yusuf’a: “Rüyanı kardeşlerine anlatma, sonra sana bir tuzak kurarlar.” (5. âyet) dediğini görüyoruz. 5. İnsanın hoş olmayan birtakım şeyleri başkasına nasihat olmak üzere söz konusu etmesi caizdir. Çünkü Yakub’un, oğluna: “Sonra sana bir tuzak kurarlar” dediğini görüyoruz. 6. Yüce Allah’ın bir kulu üzerindeki nimeti, aynı zamanda onunla ilişkisi bulunan aile halkı, akrabası ve arkadaşlarına da bir nimet sayılır. Bazen bu nimet, onları da kapsar ve kişinin o nimeti sebebi ile onlar da bu nimetten istifade ederler. Nitekim Yakub, Yusuf’un rüyasını yorumlarken şöyle demektedir: “Rabbin seni böylece seçecek, sana rüya yorumunu öğretecek, nimetini daha önce ataların İbrahim ve İshak’a tamamladığı gibi sana ve Yakub ailesine de tamamlayacaktır.” (6. âyet) Yusuf’un üzerindeki nimet tamamlanınca Yakub’un ailesi de yeryüzünde güç, imkân ve iktidara, sevinç ve üstün özelliklere nail oldular. Bunlar ise Yusuf’un elde ettiği nimetler sebebi ile gerçekleşmişti. 7. Adalet, yalnızca yönetimin, halkına karşı davranışında ve bundan daha alt durumlarda değil, bütün işlerde istenen bir şeydir. Hatta babanın çocuklarına sevgi gösterme, birini diğerine üstün tutma vb. diğer hususlardaki muamelesinde de geçerlidir. Bunun ihlal edilmesi ile işler bozulur, durumlar çığırından çıkar. Bundan dolayıdır ki Yakub aleyhisselam sevgide Yusuf’a öncelik tanıyıp onu diğer kardeşlerine tercih edince, onlar hem kendileri aleyhine, hem de babaları ve kardeşleri aleyhine cereyan eden bunca olumsuz işlere baş vurmuşlardır. 8. Günahların uğursuzluğundan çekinmek gerekir. Çünkü bir tek günah, daha pek çok günahı arkasından getirebilir ve kişinin bir günahı işlemesi, pek çok suçu da işlemesini gerektirebilir. Nitekim Yusuf’un kardeşleri onu babasından ayırmak isteyince çeşitli hilelere başvurdular, defalarca yalan söylediler, ona yalandan kanlı bir gömlek gönderdiler. Akşam vakti babalarına ağlayarak gitmeleri de yalandandı. Yusuf’un bu süre zarfında çokça arandığı da uzak bir ihtimal olarak görülmemelidir. Hatta belki de bu durumda Yusuf’a kadar ulaştıkları da olmuştur. Ancak araştırma yapıldığı her seferinde yeni birtakım yalan ve iftiralar da ortaya çıkmış olabilir. İşte bütün bunlar, bir günahın uğursuzluğu ve sonrasında ona bağlı olarak ortaya çıkan olumsuz etkileridir. 9. Kulun durumu konusunda göz önünde bulundurulması gereken, başlangıç dönemlerindeki eksikliği değil, sonundaki kemalidir. Yakub aleyhisselam’ın çocukları, işin başında yaptıkları o kötü işleri yaptılar ki bunlar, eksikliği ve kınanmayı gerektiren sebeplerin en büyükleri arasında yer alır. Fakat sonunda samimi olarak tevbe ettiler, Yusuf ve babaları onları tam anlamıyla bağışladı ve onlara mağfiret ve rahmet ile dua ettiler. Kul, kendi hakkını affedip bağışlayacak olursa şüphesiz ki Allah da merhamet edenlerin en hayırlısıdır. Bundan dolayı konu ile ilgili en doğru görüşe göre onlar, peygamber olmuşlardır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a ve Esbat’a... vahyettik.” (en-Nisa, 4/163) “Esbat”, Yakub aleyhisselam’ın on iki oğlu ve onların zürriyetleridir. Buna delil olan hususlardan birisi de Yusuf’un, rüyasında onları aydınlık saçan yıldızlar olarak görmesidir. Yıldızlarda ise nur ve hidâyet vardır. Bu ise peygamberlerin sıfatlarındandır. Onlar peygamber olmasalar bile en azından hidâyete ileten ilim adamları idiler. 10. Sûrede Yüce Allah’ın Yusuf aleyhisselam’a lutfettiği ilim, hilm, üstün ahlâkî değerler, Allah’a davet, hata işleyen kardeşlerini çabucak affetmesi ve bunu onları kınayıp ayıplamadan yapması, diğer taraftan anne babasına karşı çok iyi davranması, kardeşlerine hatta bütün insanlara karşı iyi davranması dile getirilmektedir ki bunlar, Allah'ın ona olan lütuflarıdır. 11. Kimi kötülükler, kimi kötülüklerden daha hafiftir. İki zarardan daha hafif olanını işlemek, onların büyük olanını işlemekten daha uygundur. Yusuf’un kardeşleri, Yusuf’u öldürmeye veya onu uzakça bir yere atmaya ittifakla karar verdiklerinde aralarından bir tanesi: “Yusuf’u öldürmeyin, eğer ille de yapacaksanız onu kuyunun dibine atın.” (10. âyet) demişti. Onun bu teklifi, ötekilerinkinden daha iyi ve daha az zararlı idi. Bundan dolayı da kardeşleri, büyük bir günah işelmekten kurtulmuşlardı. 12. Herhangi bir şey elden ele dolaşıp da mal durumuna düşer, ancak onun işin başında şer’î olmayan bir yolla bu hale geldiği bilinmeyecek olursa onu alan, satan yahut hizmet ve benzeri herhangi bir yolla ondan yararlanan kimse bundan dolayı günahkâr olmaz. Nitekim Yusuf aleyhisselam’ı kardeşleri haram ve caiz olmayan bir şekilde sattılar. Daha sonra yolcu kafilesi onu alıp Mısır’a götürdü ve onu orada sattı. Yusuf, efendisinin yanında köle olarak kaldı ve Yüce Allah da o alan kişiden “efendi” diye söz etti. Yusuf da onların yanında kendisine iyi davranılan, ikramda bulunulan bir köle durumunda idi. 13. Fitnelerinden korkulan kadınlar ile halvette kalmaktan ve yine zararlı olacağından korkulan sevgiden kaçınmak gerekir. Zira Aziz’in hanımı, yaptıklarını Yusuf ile tek başına kalmasından ve onu ileri derecede sevmesinden dolayı yaptı. Onun Yusuf’a karşı duyduğu sevgi, kendisini böyle bir tuzak hazırlama noktasına kadar götürmüştü. Arkasından da ona iftirada bulundu ve bundan dolayı o, uzunca bir süre zindanda kaldı. 14. Yusuf’un kadına karşı duyduğu ve sonradan Allah için terk ettiği meyil, onu Yüce Allah’a doğru daha da yakınlaştıran davranışlarından biridir. Çünkü böyle bir meyil, kötülüğü emreden nefsin istekleri arasında yer alır. Ve bu, insanların tabiatında olan doğal bir şeydir. O, bu meyil ile Yüce Allah’ın sevgisi ve korkusu arasında bir karşılaştırma yapınca Allah’a olan sevgisi ve korkusu, nefsin ve hevânın arzusuna daha baskın geldi. Bu yüzden Yusuf: “Rabbinin huzuruna varmaktan korkup nefsini hevâdan alıkoyan” (en-Nâziât, 79/40) kimselerdendi. Aynı şekilde o, Yüce Allah’ın, Arş’ının gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı bir günde gölgesinde barındıracağı yedi sınıf insandan birisidir. Çünkü bu yedi kişiden biri, mevki sahibi ve güzel bir kadının kendisini zinaya davet etmesine karşın: “Ben Allah’tan korkarım” diyerek bu çağrıyı kabul etmeyen kişidir.[33] Kulun kınanmasını gerektiren meyil ise onun kalbinde yerleşip karar haline gelen hatta fiile dökülen meyildir. 15. Kalbine iman giren ve bütün işlerinde Yüce Allah’a ihlasla bağlanan bir kimseyi şüphesiz Yüce Allah, imanının burhânı, ihlâsının samimiyeti sayesinde çeşitli kötülüklerden, hayasızlıklardan ve masiyete ulaştıran sebeplerden korur ve bu, onun için iman ve ihlasının bir mükâfaatıdır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Andolsun ki o kadın ona meyletmişti. O da o kadına meyletmişti. Eğer Rabbinin burhanını görmemiş olsaydı... Ondan fenalığı ve fuhşu giderelim diye böyle yaptık. Çünkü o, ihlasa erdirilmiş kullarımızdandı.” (24. âyet) İşte bu, Yüce Allah’ın Yusuf’u kurtarması ve ihlâsa erdirmesinden dolayıdır. Aynı zamanda bu, bizatihi Yusuf’un ihlaslı olmasını da içerir. Zira o, amelini ihlasla Allah için yaptığından ötürü Allah da onu ihlasa erdirmiş, kötülüklerden ve hayasızlıktan kurtarmıştır. 16. Kul, herhangi bir fitne veya masiyet sebeplerinin bulunduğu bir yeri görecek olursa oradan elinden gelen bütün imkânlarla uzaklaşıp kaçmaya çalışmalıdır ki o masiyetten kurtulma imkânını bulabilsin. Çünkü Yusuf aleyhisselam evinde bulunduğu kadın, kendisiyle olmak isteyince onun kötülüğünden kurtulabilmek için kapıya doğru koşup kaçmıştı. 17. Durumun şüpheli olması halinde karineler gereğince uygulama yapılır. Bir koca ve hanımı evin kap kacağından, eşyalarından herhangi birisi hususunda anlaşmazlığa düşecek olurlarsa erkek için elverişli olan eşya erkeğe, kadın için elverişli olan eşyada kadına ait kabul edilir. Tabi bu, herhangi bir delil bulunmadığı takdirde böyledir. Aynı şekilde bir marangoz ve bir demirci kendi mesleklerinde kullandıkları bir alet hususunda anlaşmazlığa düşüp de bu konuda herhangi bir delilleri yoksa yine karine ile amel edilir. Benzerlikler ve izler hususundaki kıyafet ilmi (kimin kimin nesebinden olduğunu tespite dair eski bir ilim) de bu kabildendir. Yusuf’un hakkında şahitlikte bulunan kişi de karineye dayanarak şahitlikte bulunmuş ve gömlekteki karineye göre hüküm vererek gömleğin arka tarafından yırtılmış olmasını Yusuf’un doğruluğuna, kadının da yalancılığına delil göstermiştir. Bu kaidenin kullanılabileceğine delil olabilecek hususlardan birisi de şudur: Yusuf, Aziz’in tasının kardeşinin eşyaları arasında bulunmasını, onun herhangi bir delil, ikrar ve şahitlik olmaksızın hırsızlık yaptığına dair hüküm verebilmek için yeterli bir delil kabul etmiştir. Buna göre çalınan bir mal, hırsızın elinde -özellikle de hırsızlık yapmakla tanınan bir kimse ise- bulunacak olursa, onun hırsızlık yaptığına hükmedilir. Bu da şahitlikten daha ileri bir delildir. Aynı şekilde bir kimsenin şarap içmekten dolayı kustuğu yahut da kocası da efendisi de bulunmayan bir kadının hamile olduğu ortaya çıkarsa -buna mani herhangi bir durum bulunmadığı takdirde- ona had uygulanır. Bundan dolayı Yüce Allah böyle bir durumda hüküm vermeyi “şahitlik” diye adlandırarak: “Kadının yakınlarından biri de şöyle şahitlik etti…” (26. âyet) buyurmuştur. 18. Yusuf aleyhisselam’ın dış ve iç güzelliği de bu kıssadan anlaşılan hususlar arasındadır. Onun görünürdeki güzelliği, evinde bulunduğu kadının yaptıklarını yapmasına sebep olmuştu. Aynı şekilde yaptığı dolayısı ile kendisini kınayan kadınları topladığında onların ellerini kesmesi ve: “Allah’ı tenzih ederiz, bu insan değil, bu ancak çok üstün bir melektir.” (31. âyet) demesi de bunu ortaya koymaktadır. Onun iç güzelliği ise böyle bir günahı işlemeye çağıran pek çok sebebin varlığına rağmen bu günaha karşı gösterdiği son derece büyük iffetinden, yine Aziz’in karısı ile diğer kadınların daha sonraları onun günahsızlığına tanıklık etmelerinden anlaşılmaktadır. Bundan dolayı Aziz’in karısı: “Evet, andolsun ben ona sahip olmak istedim. Fakat o şiddetle sakındı.” (32. âyet) dediği gibi daha sonraları da: “Şimdi gerçek ortaya çıktı. Ben ona sahip olmak istemiştim. Şüphesiz o doğru söyleyenlerdendir.” (51. âyet) demiş, diğer kadınlar ise: “Allah'ı tenzih ederiz; biz onun hiçbir kötülüğünü bilmiyoruz.” (51. âyet) demişlerdi. 19. Yusuf, zindana atılmayı günah işlemeye tercih etmiştir. İşte Allah’ın gerçek kulu, bir günah işlemek ile dünyevî herhangi bir cezaya maruz bırakılma arasında kalacak olursa dünyevi cezayı, dünya ve âhirette ağır bir cezayı gerektiren günahı işlemeye tercih etmelidir. İşte bundan dolayı kulun, Yüce Allah tarafından küfürden kurtarıldıktan sonra tekrar küfre dönmeyi, cehenneme atılmak gibi çirkin görmesi, imanın alametleri arasında sayılmıştır.[34] 20. Günah işlemeye iten sebeplerin var olması halinde kulun, Yüce Allah’a sığınması, O’nun himayesine girmesi ve kendi öz gücüne dayanıp güvenmemesi gerekir. Çünkü Yusuf aleyhisselam: “Eğer Sen bunların tuzaklarını benden savmazsan onlara meyleder ve cahillerden olurum.” (33. âyet) demiştir. 21. İlim ve akıl, kişiyi hayra çağırır ve onu kötülükten alıkoyar. Cahillik ise kişiyi nefsin hevâsına uygun hareket etmeye çağırır. İsterse bu, kişiye zarar veren bir günah olsun. 22. Kul, rahatlık zamanlarında Allah’a kulluk ile yükümlü olduğu gibi zorluk ve darlık zamanında da Allah’a kullukla yükümlüdür. O nedenle Yusuf aleyhisselam Yüce Allah’ın yoluna daveti hiç bırakmamıştır. Zindana girdiği vakit de bu tutumunu sürdürmüş, rüyalarını yorumladığı iki delikanlıyı tevhidi kabule davet etmiş ve şirkten uzak durmalarını söylemiştir. Yusuf aleyhisselam oldukça kavrayışlı biri olmasının bir sonucu olarak bu delikanlıların kendisi hakkında hüsnü zanda bulunup “Biz senin iyi kimselerden olduğunu görüyoruz” demeleri ve gördükleri rüyayı yorumlaması için yanına gelmeleri üzeriğne davetini kabul etme kabiliyetini onlarda görüp rüyalarının yorumlanması için bir şevklerinin olduğunu anlayınca bunu bir fırsat bilip değerlendirdi ve rüyalarını yorumlamadan önce onları Yüce Allah’ın yoluna davet etti. Çünkü bu, maksadını gerçekleştirmesi açısından daha başarılı, isteğini elde etme açısından da daha elverişli idi. Yusuf onlara, kendisinde gördükleri kemal ve ilim seviyesine kendisini ulaştıran şeyin, sahip olduğu iman, tevhid ve Allah’a ve âhiret gününe iman etmeyenlerin dinlerini terk etmesi olduğunu söylemişti. Bu ise hal dili ile onları davet etmektir. Daha sonra sözlü olarak da onları davet edip şirkin tutarsızlığını açıklayarak buna dair delil göstermiş, tevhidin de gerçek mahiyetini açıklayıp bunun delilini ortaya koymuştur. 23. Davete daha önemli olandan başlamak gerekir. Müftüye bir soru sorulur da o, soru soran kişinin sorduğu konudan başka bir şeye daha çok ihtiyacı olduğunu görürse o kimseye sorusunun cevabını vermeden önce muhtaç olduğu şeyi öğretmesi gerekir. Bu, başkasına öğretmek durumunda olan kimsenin gerçekten samimi olduğuna, meseleleri iyi kavradığına, güzel bir şekilde irşad ve öğretimde bulunduğuna bir alamettir. Yusuf da genç delikanlıların kendisine rüyaları hakkında soru sormaları üzerine rüyalarını yorumlamadan önce onları Yüce Allah’a, yalnızca O’na ibadet etmeye ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamaya davet etti. 24. Hoşlanmadığı bir duruma veya bir sıkıntıya düşen kimsenin, kendisini kurtarabilme gücü olan yahut da durumunu bildirebilme imkânına sahip kimselerin yardımını istemesinde bir mahzur yoktur. Böyle bir davranış da hiçbir zaman Allah yerine mahluka şikâyet etmek olmaz. Çünkü bu, örfen insanların birbirleri ile yardımlaştıkları normal işlerdendir. Bundan dolayı Yusuf, delikanlılar arasından kurtulacağını anladığı kimseye “Efendinin yanında benden bahset!” (42. âyet) demişti. 25. Öğretme konumunda olan bir kimsenin, öğretiminde tam ihlaslı davranması, öğretimini başka bir kimseden mal, mevki yahut çıkar gibi herhangi bir karşılık almaya vesile olarak kullanmaması gerekir. Ayrıca eğer öğreten kimse, soru soranın yerine getirmesini istediği şeyi yapmadığını görürse ona tekrar öğretmekten veya bu konuda ona samimiyetle öğüt vermekten uzak durmamalıdır. Çünkü Yusuf, delikanlılardan birisine tavsiyede bulunarak kendisini efendisinin yanında anmasını söylediği halde o, bunu unutmuştu. Yusuf’a soru sorma ihtiyaçları ortaya çıkınca da bu genç delikanlıyı gönderdiler, o da Yusuf’a o rüya hakkında görüşünü öğrenmek üzere geldi. Yusuf da kendisini anmasını terk etmesi ve unutması dolayısı ile o delikanlıyı azarlamamış, her açıdan mükemmel bir şekilde sorduğu sorunun cevabını vermişti. 26. Kendisine soru sorulan kimse, soru sorana sorusu ile ilgili kendisine faydalı olacak şeyleri de göstermeli, din ve dünyasında kendisinden yararlanacağı yolu öğretmelidir. Bu, onun nasihatının da kavrayışının da mükemmel ve yol göstermesinin de güzel olduğuna delildir. Zira Yusuf aleyhisselam hükümdarın rüyasını yorumlamakla kalmamış, ayrıca onlara verimli yıllarda çok ekin ekip biriktirmelerini de tavsiye etmişti. 27. Kişi, maruz kaldığı ithamı bertaraf etmek için çalışmaktan ve bu ithamdan kurtulmayı istemekten dolayı kınanmaz. Aksine bundan dolayı övülmesi dahi söz konusudur. Nitekim Yusuf aleyhisselam, ellerini kesen kadınların durumunun açığa çıkması sureti ile kendisinin de günahsızlığı açıkça ortaya çıkmadıkça zindandan çıkmayı kabul etmemişti. 28. Bu kıssadan ilmin fazileti de anlaşılmakdadır. Hem ahkâma ve şeriata dair ilmin, hem rüya tabiri ilminin, hem idare ve eğitim ilminin üstünlüğünü anlıyoruz. Aynı şekilde ilmin, Yusuf’un güzelliği derecesine ulaşacak olsa dahi maddi görünüşten daha üstün olduğu da anlaşılmaktadır. Çünkü Yusuf’un karşı karşıya kaldığı imtihan ve zindana atılma musibeti, güzelliğinden dolayı idi. İlmi sayesinde ise izzet, üstünlük ve yeryüzünde imkân ve iktidar sahibi olma derecesine ulaştı. Eğer dünya ve âhirette hayır namına bir şey varsa bu, hep ilmin etkilerinden ve onun sonuçlarındandır. 29. Rüya yorumu ilmi, dini ilimler arasında yer alır ve kişi, bu ilmi öğrenip öğretmek karşılığında da ecir alır. Yine rüya yorumu, fetva çerçevesine girmektedir. Çünkü Yusuf, rüyalarının tabir edilmesini isteyen delikanlılara: “İşte hakkında sorduğunuz (fetvasını istediğiniz) iş böylece hükme bağlanmıştır.” (42. âyet) dediği gibi, hükümdar da: “Şu rüyamı bana açıklayın (hakkında bana fetva verin) (43. âyet) demiştir. Yusuf’a hükümdarın gördüğü rüyanın yorumunu öğrenmek üzere gelen delikanlı da: “Yedi semiz ineği yiyen... ne demektir (bunun fetvası nedir?) (46. âyet) demiştir. O halde bilgi sahibi olmaksızın rüya yorumuna kalkışmak caiz değildir. 30. Eğer bir maslahat bulunursa ve riyakârlık ya da yalan söyleme söz konusu olmazsa kişinin, sahip olduğu ilim veya amel türünden üstün niteliklerini bildirmesinde bir mahzur yoktur. Çünkü Yusuf: “Beni ülkenin hazine işlerine tayin et. Çünkü ben bu konuda oldukça titiz ve bilgiliyim.” (55. âyet) demişti. Aynı şekilde bir görev başına getirilen kimse, Allah’ın haklarını ve kulların haklarını yerine getirme gücüne sahipse bu görevi üstlenmesi, kötü bir şey değildir. Yine kendisi bu konuda başkalarına göre daha yeterli ise böyle bir görevi istemesinde de bir mahzur yoktur. Bu konuda yerilense, kişinin yeterli olmaması yahut ona denk ya da ondan daha üstün birinin bulunması yahut da bu görevi istemekle Allah’ın emrini uygulamayı amaçlamasıdır. İşte bu gibi sebepler dolayısı ile yönetimle ilgili bir göreve talip olmak yasak kılınmıştır. 31. Yüce Allah’ın lütfu ve ihsanı oldukça geniştir. O, kullarına dünya ve âhiret hayırlarını cömertçe ihsan eder. Âhiret hayrının ise iki sebebi vardır: İman ve takvâ. Bu hayır ise dünya mükâfatından ve dünya mülkünden hayırlıdır. Kulun nefsini Allah’ın mükâfatına çağırması ve buna teşvik etmesi gerekir. Dünya ehlinin zinet ve lezzetlerini gördüğü vakit -onlara sahip olma imkanı yoksa- nefsini üzüntüye gark etmemeli, aksine Allah’ın uhrevî mükâfatları ve pek büyük lütuf ve ihsanı ile kendisini teselli etmelidir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “İman edip de takva üzere olanlar için âhiret mükâfatı ise elbette daha hayırlıdır.” (57. âyet) 32. İnsanların rahatı için ve onlara zarar vermemek şartı ile erzak toplamakta mahzur yoktur. Çünkü Yusuf, kıtlık yıllarına hazırlık olmak üzere verimli yıllarda erzak ve yiyecek toplayıp biriktirmeyi onlara emretmiş idi. Bu, Yüce Allah’a tevekküle de aykırı değildir. Çünkü tevekkül, kulun, din ve dünyasında kendisine yararlı olacak sebepleri yapmakla birlikte Allah’a güvenmesidir. 33. Yusuf aleyhisselam yeryüzü hazinelerinin başına getirildikten sonra çok güzel bir idare ortaya koymuştu. Bunun sonucunda ellerindeki mahsüller çoğaldı ve sonunda çevre ülkelerden insanlar oradan erzak almak için Mısır’a gelmeye başladılar. Çünkü orada erzakın çok olduğunu biliyorlardı. Yine o, herkese ancak kendi ihtiyacı miktarı yahut ondan daha azını ölçüyor ve gelen hiçbir kimseye de bir deve yükünden fazla vermiyordu. 34. Misâfir ağırlamak meşrûdur ve bu, peygamberlerin sünnetlerindendir. Nitekim Yusuf’un da kardeşlerine: “Görüyorsunuz ki ben ölçeği tam veriyorum ve ben misâfirperverlerin en iyisiyim.” (59. âyet) dediğini görüyoruz. 35. Karineler söz konusu olduğunda su-i zan (kötü zanda bulunmak) yasak ya da haram değildir. Çünkü Yakub aleyhisselam çocukları ile birlikte Yusuf’u göndermek istememişti. Ancak onlar, bu konuda oldukça ısrar ettiler. Daha sonra yanına dönüp de onu kurdun yediğini söyledikleri vakit onlara: “Hayır, nefisleriniz sizi aldatıp böyle (çirkin) bir işe sürüklemiş.” (18. âyet) demişti. Diğer kardeşleri hakkında da: “Daha önce kardeşi hakkında size ne kadar güvendi isem bunun hakkında da ancak size o kadar güvenebilirim!” (64. âyet) demişti. Daha sonra Yusuf kardeşini alıkoyduğunda kardeşleri, babalarına gelip mazeret sununca da onlara: “Hayır, nefisleriniz sizi aldatıp böyle (çirkin) bir işe sürüklemiş.” (83. âyet) demişti. Üçüncü seferinde kardeşleri, her ne kadar kusurlu hareket etmemiş iseler de daha önceden onların yaptıkları, babalarının bu sözleri söylemesine sebep olmuştu. İşte bunda herhangi bir günah veya bir vebal söz konusu değildir. 36. Nazar değmesini ve buna benzer hoş olmayan şeyleri def etmek için birtakım sebeplere başvurmak yahut da bunların gerçekleşmesinden sonra onları ortadan kaldıracak yollara başvurmak yasak değildir. Aksine caizdir. Her şey kaza ve kader dahilinde meydana geliyor olsa da bu, böyledir. Çünkü sebepler de kaza ve kaderin bir parçasıdır. Nitekim Yakub aleyhisselam da oğullarına: “Ey oğullarım, hepiniz tek bir kapıdan girmeyin, ayrı ayrı kapılardan girin” (67. âyet) demişti. 37. Hakkını almak için kişinin plan yapması caizdir. Kulun, maksatlara ulaştırıcı ve başkalarının bilmediği birtakım gizli yolları bilmesi de övülmesini gerektiren hususlardandır. Yasak kılınan şey ise bunu, herhangi bir farzı ortadan kaldırmak yahut haram bir fiili işlemek için yapmak, hileye başvurmaktır. 38. Bir kimse, başkasının haberdar olmasını istemediği herhangi bir hususta onun başka bir kanaate sahip olmasını istiyor ise yalana götürmeyen, sözlü ya da fiilî birtakım üstü kapalı yollar kullanması gerekir. Nitekim Yusuf da tası kardeşinin yükü arasına bırakmış sonra da onun hırsızlık yaptığı izlenimini uyandıracak şekilde tası yine kardeşinin yükü arasından çıkarmıştı. Böyle bir fiilde sadece kardeşlerine böyle bir durumu vehmettirici bir karineden başka bir şey yoktur. Daha sonra ise Yusuf: “Eşyamızı yanında bulduğumuz kimseden başkasını alıkoymaktan Allah’a sığınırız” (79. âyet) demiş; “eşyamızı çalan” ifadesini kullanmadığı gibi “Biz eşyamızı onun yanında bulduk” da dememiştir. Aksine hem buna hem başka bir manaya elverişli olabilecek türden genel bir ifade kullanmıştır. Bunda ise bir sakınca yoktur. Bunda sadece bir maksadın gerçekleşmesi için kardeşinin hırsızlık yaptığı izlenimini uyandırmak ve böylelikle onun, yanında kalmasını sağlama amacı vardı. Daha sonra ise durumun açıklığa kavuşması ile kardeşi hakkındaki bu yanlış izlenim de kaybolmuştu. 39. Kişinin ya müşahade yoluyla ya da güvendiği ve söylediklerinden emin olunan kimselerin haberi ile kesin olarak bildiği ve gönlü tatmin olduğu hususlardan başkası hakkında şahitlikte bulunması caiz değildir. Nitekim Yusuf’un kardeşleri de: “Biz ancak kesin bildiğimize göre şahitlik ediyoruz.” (81. âyet) demişlerdi. 40. Yüce Allah’ın peygamberi ve seçkin kulu Yakub aleyhisselam’ı kendisi ile imtihan ettiği mihnet gerçekten büyüktür. Çünkü Allah, onu oğlu Yusuf’tan ayırmaya hükmetmişti. Halbuki Yakub, bir an dahi oğlundan ayrılamıyordu. Ondan ayrı kalmak onu son derece kedere boğuyordu. Otuz yıldan aşağı olmayan uzunca bir sürelik ayrılığı boyunca Yakub’un kalbinden keder de asla ayrılmadı ve “Kederinden gözlerine perde indi. Ama o, hüznünü açıklamayıp içinde saklıyordu.” (84. âyet) Daha sonra ikinci oğlu, Yusuf’un anne-baba bir kardeşinden de ayrılınca imtihanı daha da ağırlaştı. O yine de Yüce Allah’ın emrine sabırla tahammül gösteriyor ve ecrini Allah’tan bekliyordu. O, kendi kendisine güzel bir şekilde sabredeceğine söz vermişti. Hiç şüphesiz bu verdiği sözde de durmuştu. Ancak onun “Ben keder ve hüznümü ancak Allah’a şikayet ederim.” (86. âyet) demesi buna aykırı değildir. Çünkü Yüce Allah’a şikâyet etmek, sabra aykırı değildir. Sabra aykırı olan, yaratılmışlara şikâyette bulunmaktır. 41. Hiç şüphesiz kurtuluş, sıkıntılarla beraberdir ve hiç şüphesiz kolaylık da zorlukla beraberdir. Yakub’un üzüntü ve kederi uzayıp kederi düşünülebilecek en ileri dereceye ulaşınca ayrıca Yakub’un çocuklarının ailelerinin de darlığa düşüp muhtaç düşmeleri üzerine Yüce Allah, kurtuluşlarına izin verdi. Böylelikle kavuşmaları, en çok muhtaç olunan bir zamanda gerçekleşti. Böylelikle hem ecir tamam oldu, hem de sevinç gerçekleşti. İşte bundan şunu da anlıyoruz: Yüce Allah, gerçek dostlarını hem sıkıntılarla, hem rahatlıkla, hem zorlukla, hem kolaylıkla imtihan eder. Böylelikle hem sabırlarını, hem de şükürlerini ortaya çıkartır ve bu yolla da imanları, yakin ve irfanları daha da artar. 42. İnsan, içinde bulunduğu durumu ve karşı karşıya bulunduğu hastalık, fakirlik ve benzeri hallerini -bu işlerden dolayı kızdığını belirtmek suretinde olmamak şartı ile- haber verebilir. Çünkü Yusuf’un kardeşleri: “Ey Aziz, bizi de ailemizi de darlık sardı.” (88. âyet) demişler, Yusuf da böyle demelerine karşı çıkmamıştı. 43. Takvânın ve sabrın üstün bir fazileti vardır. Dünya ve âhiretteki bütün hayırlar takva ve sabrın bir sonucudur. Takvâlı ve sabırlı olanların akıbeti ise âkıbetlerin en güzelidir. Çünkü Allah, şöyle buyurmaktadır: “Gerçek şu ki kim korkup sakınır ve sabrederse elbette Allah iyilik edenlerin mükâfatını zayi etmez.” (90. âyet) 44. Allah’ın zorluk, sıkıntı, fakirlik ve kötü halden sonra kendisine nimet ihsan ettiği bir kimsenin, Allah’ın onun üzerindeki bu nimeti itiraf etmesi ve ilk halini hatırından çıkarmaması gerekir ki bu sayede o halini hatırladıkça Allah’a yeniden şükretme imkânını bulsun. Çünkü Yusuf aleyhisselam’ın şöyle dediğini görüyoruz: “Çünkü beni zindandan çıkardı ve şeytan kardeşlerimle aramı bozmuşken sizi çölden getirdi.” (100. âyet) 45. Yüce Allah’ın Yusuf’u bu hallerden geçirmesi, onu en ileri noktaya ve en yüksek dereceye ulaştırmak için türlü sıkıntı ve mihnetlerle karşı karşıya bırakması, Allah’ın Yusuf’a büyük bir lütuf ve ihsanıdır. 46. Kulun her zaman için Yüce Allah’a imanına sebat vermesi için niyazda bulunması, bunun için gerekli sebepleri yerine getirmesi ve Allah’tan güzel bir ölüm ile üzerindeki nimetin tamamlanmasını dilemesi gerekir. Çünkü Yusuf’un şöyle dua ettiğini görüyoruz: “Ey Rabbim, sen bana hükümranlık verdin ve bana rüya yorumunu öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da âhirette de benim dost ve yardımcımsın. Benim canımı müslüman olarak al ve beni salihlere kat!” (101. âyet) İşte bunlar, bu mübarek kıssada Allah’ın bize aktarmayı müyesser kıldığı birtakım faydalı hususlar ve ibretlerdir. Elbetteki bu kıssa üzerinde düşünen ve tefekkür eden kimselerin daha başka hususları tesbit etmesi mümkündür. Yüce Allah’dan faydalı ilim ve kabul olunan amel dileriz. Şüphesiz ki O, lütufkârdır ve ihsanı bol olandır. Yusuf Sûresinin tefsiri burada sona ermektedir. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun.
***