Ayet:
11- HÛD SÛRESİ
11- HÛD SÛRESİ
(Mekke’de inmiştir, 123 âyettir)
Ayet: 1 - 4 #
{الر كِتَابٌ أُحْكِمَتْ آيَاتُهُ ثُمَّ فُصِّلَتْ مِنْ لَدُنْ حَكِيمٍ خَبِيرٍ (1) أَلَّا تَعْبُدُوا إِلَّا اللَّهَ إِنَّنِي لَكُمْ مِنْهُ نَذِيرٌ وَبَشِيرٌ (2) وَأَنِ اسْتَغْفِرُوا رَبَّكُمْ ثُمَّ تُوبُوا إِلَيْهِ يُمَتِّعْكُمْ مَتَاعًا حَسَنًا إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّى وَيُؤْتِ كُلَّ ذِي فَضْلٍ فَضْلَهُ وَإِنْ تَوَلَّوْا فَإِنِّي أَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ كَبِيرٍ (3) إِلَى اللَّهِ مَرْجِعُكُمْ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (4)}.
1- Elif, Lâm, Râ. Bu, Hakîm ve Habîr olan Allah tarafından âyetleri sağlamlaştırılmış sonra da geniş geniş açıklanmış bir kitaptır. 2- Allah’tan başkasına ibadet etmeyesiniz diye (indirilmiştir). Şüphesiz ben de O’nun tarafından size (gönderilmiş) bir uyarıcı ve müjdeciyim. 3- Bir de Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra O’na tevbe edin ki O, belirli bir süreye kadar sizi güzel bir şekilde faydalandırsın ve her fazilet sahibine kendi lütfundan versin. Eğer yüz çevirirseniz ben, sizin için büyük bir günün azâbından korkarım. 4- Dönüşünüz ancak Allah’adır. O, her şeye gücü yetendir.
#
{1} يقول تعالى: هذا {كتابٌ}: عظيم ونزل كريم، {أُحْكِمَتْ آياته}؛ أي: أتقنت وأحسنت، صادقةٌ أخبارها، عادلةٌ أوامرها ونواهيها، فصيحةٌ ألفاظهُ بهيةٌ معانيه، {ثم فُصِّلَتْ}؛ أي: ميزت وبينت بياناً في أعلى أنواع البيان، {من لَدُنْ حكيم}: يضع الأشياء مواضعها، وينزلها منازلها، لا يأمر ولا ينهى إلا بما تقتضيه حكمته، {خبيرٍ}: مطَّلع على الظواهر والبواطن؛ فإذا كان إحكامه وتفصيلُه من عند الله الحكيم الخبير؛ فلا تسألْ بعد هذا عن عظمته وجلالته واشتماله على كمال الحكمة وسعة الرحمة.
1. Yüce Allah şöyle buyuruyor: Bu, “Hakîm” yani her şeyi yerli yerince koyan, olmaları gereken yerlere yerleştiren, hikmetinin gereği olmayan hiçbir emir vermeyen, hiçbir yasak koymayan “ve Habîr” yani gizli ve açık her şeyden haberdar “olan Allah tarafından ayetleri sağlamlaştırılmış” yani oldukça sağlam ve güzel, haberleri doğru, emir ve yasakları adaletli, sözleri fasih, anlamları müthiş “sonra da geniş geniş açıklanmış” yani açıklamanın en üstün seviyesinde, iyice açıklanmış, başkalarından ayırt edici özellikleri ile farklı, büyük ve oldukça şerefli “bir kitaptır.” Bu Kitabı sağlamlaştıran, onu geniş geniş açıklayan, hikmeti sonsuz ve her şeyden haberdar Allah olduğuna göre artık bu Kitabın azameti, celâli, kemal derecesindeki hikmeti ve geniş rahmeti hakkında ne söylenebilir?
#
{2} وإنما أنزل الله كتابه لأن لا تعبدوا إلاَّ اللهَ؛ أي: لأجل إخلاص الدين كلِّه لله، وأن لا يُشْرِكَ به أحدٌ من خلقه. {إنني لكم}: أيُّها الناس، {منه}؛ أي: من الله ربكم {نذيرٌ}: لمن تجرَّأ على المعاصي بعقاب الدنيا والآخرة، {وبشيرٌ}: للمطيعين لله بثواب الدُّنيا والآخرة.
2. Yüce Allah, bu Kitabı “Allah’tan başkasına ibadet etmeyesiniz diye” indirmiştir. Yani dini bütünü ile yalnızca Allah’a halis kılmanız ve yaratılmışlardan hiçbir kimseyi O’na ortak koşmamanız için indirilmiştir. Ey insanlar! “Şüphesiz ben de O’nun tarafından size (gönderilmiş) yani Rabbiniz olan Allah tarafından, günah işleme cesaretini gösterenlere, dünyadaki ve âhiretteki cezaları bildiren “bir uyarıcı ve” Allah’a itaat eden kimselere de dünya ve âhiret mükâfatını bildiren “bir müjdeciyim.”
#
{3} {وأن استغفروا ربَّكم}: عن ما صدر منكم من الذُّنوب، {ثم توبوا إليه}: فيما تستقبلون من أعماركم بالرجوع إليه بالإنابة والرجوع عما يكرهه الله إلى ما يحبُّه ويرضاه. ثم ذكر ما يترتَّب على الاستغفار والتوبة، فقال: {يمتِّعْكم متاعاً حسناً}؛ أي: يعطيكم من رزقه ما تتمتَّعون به، وتنتفعون {إلى أجل مسمّى}؛ أي: إلى وقت وفاتكم. {ويؤت}: منكم {كلَّ ذي فضل فضلَه}؛ أي: يعطي أهل الإحسان والبر من فضله وبرِّه ما هو جزاءٌ لإحسانهم من حصول ما يحبُّون ودفع ما يكرهون. {وإن تَوَلَّوا}: عن ما دعوتكم إليه، بل أعرضتُم عنه، وربَّما كذَّبتم به، {فإني أخاف عليكم عذابَ يوم كبيرٍ}: وهو يوم القيامة، الذي يجمع الله فيه الأوَّلين والآخرين.
3. “Bir de” işlemiş olduğunuz günahlardan dolayı “Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra” ömrünüzün geri kalan bölümünde de Allah’ın hoşuna gitmeyen şeylerden, O’nun hoşlanacağı ve razı olacağı şeylere dönüp yönelmek suretiyle “O’na tevbe edin ki” bu tevbe ve mağfiret dilemenin bir sonucu olarak “O, belirli bir süreye kadar” ölüm vakti gelene kadar “sizi güzel bir şekilde faydalandırsın.” Yani size faydalanacağınız rızıklar ihsan etsin “ve” aranızdan “her fazilet sahibine kendi lütfundan versin.” Yani iyilik ve ihsan sahibi kimseler için lütuf ve ihsanından o iyiliklerine bir mükâfat olmak üzere sevdikleri şeyleri gerçekleştirsin, hoşlanmadıkları şeyleri bertaraf etsin ve böylelikle bağışta bulunsun. “Eğer” sizi davet ettiğim şeyden “yüz çevirirseniz” kabul etmeyip başka tarafa yönelecek ve belki de O’nu yalanlayacak olursanız “ben sizin için büyük bir günün azâbından korkarım.” Bu, Yüce Allah’ın öncekileri de sonrakileri de bir araya getireceği Kıyamet günüdür.
#
{4} فيجازيهم بأعمالهم إن خيراً؛ فخير، وإن شرًّا؛ فشر. وفي قوله: {وهو على كلِّ شيء قديرٌ}: كالدليل على إحياء الله الموتى؛ فإنه على كلِّ شيء قديرٌ ، ومن جملة الأشياء إحياء الموتى، وقد أخبر بذلك، وهو أصدق القائلين؛ فيجب وقوع ذلك عقلاً ونقلاً.
4. Ki o günde amellerinizin karşılıklarını hayır ise hayırla, şer ise şerle vermek üzere “dönüşünüz ancak Allah’adır. O her şeye gücü yetendir.” Bu son cümle, Yüce Allah’ın ölenleri dirilteceğine bir delil niteliği taşımaktadır. Zira O, her şeye gücü yetendir ki bu şeylerden birisi de ölüleri diriltmektir. Ayrıca Yüce Allah bunu gerçekleştireceğini ve buna kâdir olduğunu haber vermektedir ki O, sözü en doğru olandır. O halde bunun, hem aklen, hem naklen meydana gelmesi kaçınılmazdır.
Ayet: 5 #
{أَلَا إِنَّهُمْ يَثْنُونَ صُدُورَهُمْ لِيَسْتَخْفُوا مِنْهُ أَلَا حِينَ يَسْتَغْشُونَ ثِيَابَهُمْ يَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَ إِنَّهُ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ (5)}
5- Bak ki; O’ndan gizlemek için göğüslerini çeviriyorlar. Bilin ki Allah, onlar (kat kat) elbiselerine büründüklerinde bile onların hem gizlediklerini hem de açığa vurduklarını bilir. Çünkü O, göğüslerin özünde olanı bilendir.
#
{5} يخبر تعالى عن جهل المشركين وشدة ضلالهم أنهم {يَثْنون صدورَهم}؛ أي: يميلونها ليستخفوا من الله، فتقع صدورهم حاجبةً لعلم الله بأحوالهم وبصره لهيئاتهم. قال تعالى مبيناً خطأهم في هذا الظنِّ: {ألا حين يَسْتَغْشون ثيابهم}؛ أي: يتغطون بها، يعلمهم في تلك الحال التي هي من أخفى الأشياء، بل {يعلم ما يُسِرُّون}: من الأقوال والأفعال، {وما يُعْلِنون}: منها، بل ما هو أبلغُ من ذلك، وهو: {إنه عليمٌ بذات الصدور}؛ أي: بما فيها من الإرادات والوساوس والأفكار التي لم ينطقوا بها سرًّا ولا جهراً؛ فكيف تخفى عليه حالكم إذا ثنيتم صدوركم لتستخفوا منه؟! ويُحتمل أنَّ المعنى في هذا: أن الله يذكر إعراض المكذِّبين للرسول، الغافلين عن دعوته، أنَّهم من شدَّة إعراضهم يَثْنون صدورهم؛ أي: يَحْدَوْدِبون حين يرون الرسول؛ لئلاَّ يراهم ويُسْمِعَهم دعوته ويعظَهم بما ينفعهم؛ فهل فوق هذا الإعراض شيء؟! ثم توعَّدهم بعلمه تعالى بجميع أحوالهم وأنهم لا يخفون عليه، وسيجازيهم بصنيعهم.
5. Yüce Allah, müşriklerin cehaletlerinin ve sapıklıklarının ne denli ileri derecede oluşunu şöylece haber vermektedir: “Bak ki; O’ndan” Yüce Allah’tan gizlemek için “göğüslerini çeviriyorlar.” Başka tarafa çeviriyorlar ve akılları sıra arkalarını dönmekle Yüce Allah’ın durumlarını bilmesine ve hallerini görmesine engel olacaklarını sanıyorlar. Yüce Allah, onların bu kanaatlerindeki yanlışlıklarını beyan ederek şöyle buyurmaktadır: “Bilin ki O, onlar elbiselerine büründüklerinde bile” yani en gizli hallerden birisi olan elbiselerine büründükleri halde bile Allah, onların her şeyini bilir, hatta “onların hem gizlediklerini” gizli söz ve fiillerini “hem de” bunlardan “açığa vurduklarını bilir.” Dahası “O, göğüslerin özünde olanı bilendir.” Kalplerdeki amacı, vesveseleri, henüz gizli ve açık hiçbir şekilde dile getirmedikleri düşünceleri bile bilir. O halde O’ndan gizlemek kastı ile göğüslerinizi başka tarafa çevirdiğiniz vakit haliniz O’na nasıl gizli kalsın ki? Bu buyruğu şöyle anlamak de mümkündür: Yüce Allah, Peygamberi yalanlayan ve onun davetinden gafil olanların yüz çevirişlerini söz konusu ederek onların bu ileri derecedeki yüz çevirişleri dolayısı ile göğüslerini çevirdiklerini yani Allah Rasûlünü gördükleri vakit kendilerini görmesin, onlara davetini işittiremesin ve kendilerine faydalı olacak şeylerle öğüt veremesin diye göğüslerini eğip saklandıklarını bildirmektedir. Bundan daha ileri bir yüz çevirme olabilir mi? Daha sonra da Yüce Allah, onların bütün hallerini bildiğini, kendisine gizli kalmadıklarını ve bu yaptıklarının cezasını onlara vereceğini belirterek onları tehdit etmektedir.
Ayet: 6 #
{وَمَا مِنْ دَابَّةٍ فِي الْأَرْضِ إِلَّا عَلَى اللَّهِ رِزْقُهَا وَيَعْلَمُ مُسْتَقَرَّهَا وَمُسْتَوْدَعَهَا كُلٌّ فِي كِتَابٍ مُبِينٍ (6)}.
6- Yeryüzünde kımıldayan hiçbir canlı yoktur ki rızkı Allah’a ait olmasın. O, onların kaldıkları yerlerini de emaneten durdukları yerlerini de bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitaptadır.
#
{6} أي: جميع ما دبَّ على وجه الأرض من آدميٍّ وحيوانٍ بَرِّيٍّ أو بحريٍّ؛ فالله تعالى قد تكفَّل بأرزاقهم وأقواتهم، فرزقُهم على الله. {ويعلم مستقرَّها ومستوْدَعَها}؛ أي: يعلم مستقرَّ هذه الدوابِّ، وهو المكان الذي تقيم فيه وتستقرُّ فيه وتأوي إليه، ومستودعُها المكانُ الذي تنتقل إليه في ذهابها ومجيئها وعوارض أحوالها. {كلٌّ}: من تفاصيل أحوالها {في كتابٍ مبينٍ}؛ أي: في اللوح المحفوظ، المحتوي على جميع الحوادث الواقعة، والتي تقع في السماوات والأرض، الجميع قد أحاط بها علم الله، وجرى بها قلمه، ونفذت فيها مشيئته ووسعها رزقه؛ فلتطمئنَّ القلوب إلى كفاية من تكفَّلَ بأرزاقها، وأحاط علماً بذواتها وصفاتها.
6. Yani Yüce Allah, ister insan, ister kara ya da deniz hayvanı olsun, yeryüzünde hareket eden her bir varlığın rızkını ve gıdasını temin etmeyi üstlenmiştir. Onların rızıklarını vermek, Allah’a aittir. “O, onların kaldıkları yerlerini de emaneten durdukları yerlerini de bilir.” Yani O, bu canlıların sürekli kaldıkları, karar kıldıkları, barındıkları yerleri de bilir, buralardan çıkıp gidiş gelişlerinde ve çeşitli durumlar sebebi ile mekan değiştirdiklerineki yerlerini de bilir. “Bunların hepsi” yani durumlarına dair her türlü tafsilat “apaçık bir kitaptadır.” Göklerde ve yerde meydana gelen ve meydana gelecek olan bütün olaylar, her şeyi ihtiva eden Levh-i Mahfuz’dadır. Yüce Allah’ın ilmi bunların hepsini kuşatmış, kader kalemi de hepsini yazmıştır. Hepsinde O’nun meşieti geçerlidir ve rızkı hepsini kuşatır. Öyleyse kalpler rızıklarını üstlenen, hem şahıs hem vasıf yönünden onları ilmi ile kuşatan O Yüce Zât’ın kendilerine yeterli geleceğinden yana emin ve mutmain olsun.
Ayet: 7 - 8 #
{وَهُوَ الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ وَكَانَ عَرْشُهُ عَلَى الْمَاءِ لِيَبْلُوَكُمْ أَيُّكُمْ أَحْسَنُ عَمَلًا وَلَئِنْ قُلْتَ إِنَّكُمْ مَبْعُوثُونَ مِنْ بَعْدِ الْمَوْتِ لَيَقُولَنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا إِنْ هَذَا إِلَّا سِحْرٌ مُبِينٌ (7) وَلَئِنْ أَخَّرْنَا عَنْهُمُ الْعَذَابَ إِلَى أُمَّةٍ مَعْدُودَةٍ لَيَقُولُنَّ مَا يَحْبِسُهُ أَلَا يَوْمَ يَأْتِيهِمْ لَيْسَ مَصْرُوفًا عَنْهُمْ وَحَاقَ بِهِمْ مَا كَانُوا بِهِ يَسْتَهْزِئُونَ (8)}.
7- Arş’ı su üzerinde iken hanginizin daha güzel amelde bulunacağını sınamak için gökleri ve yeri altı günde yaratan, O’dur. Andolsun ki: “Ölümden sonra muhakkak diriltileceksiniz” diyecek olsan, kâfirler mutlaka: “Bu, ancak apaçık bir sihirdir” derler. 8- Eğer azâbı sayılı bir vakte kadar onlardan ertelesek mutlaka: “Onu alıkoyan nedir?” derler. Bilin ki o (azap), onlara geldiği gün onlardan asla çevrilmeyecektir ve alay etmekte oldukları şey de onları çepeçevre kuşatacaktır.
#
{7} يخبر تعالى أنه {خَلَقَ السمواتِ والأرضَ في ستَّة أيام}: أولها يوم الأحد، وآخرُها يوم الجمعة. {و} حين خلق السماواتِ والأرضَ، {كان عرشُهُ على الماء}: فوق السماء السابعة؛ فبعد أن خلقَ السماوات والأرض؛ استوى على عرشه، يدبِّر الأمور ويصرِّفها كيف شاء من الأحكام القدريَّة والأحكام الشرعيَّة. ولهذا قال: {لِيَبْلُوَكم أيُّكم أحسنُ عملاً}؛ أي: ليمتَحِنَكم إذ خَلَقَ لكم ما في السماوات والأرض بأمره ونهيه، فينظر أيُّكم أحسنُ عملاً. قال الفضيل بن عِياض رحمه الله: أخلصُه وأصوبُه. قيل: يا أبا علي! ما أخلصه وأصوبه؟ فقال: إنَّ العمل إذا كان خالصاً ولم يكن صواباً؛ لم يُقْبَلْ، وإذا كان صواباً ولم يكن خالصاً؛ لم يُقْبَلْ، حتى يكون خالصاً صواباً. والخالص: أن يكون لوجه الله، والصواب: أن يكون متَّبِعاً فيه الشرع والسُّنة. وهذا كما قال تعالى: {وما خلقتُ الجِنَّ والإنس إلا ليعبدونِ}، وقال تعالى: {اللهُ الذي خلق سبع سمواتٍ ومن الأرض مثلَهُنَّ يَتَنَزَّلُ الأمر بينَهنَّ لِتَعْلموا أنَّ الله على كلِّ شيءٍ قديرٌ وأن الله قد أحاطَ بكلِّ شيءٍ علماً}: فالله تعالى خلق الخلق لعبادته ومعرفته بأسمائه وصفاته، وأمرهم بذلك؛ فمن انقاد وأدَّى ما أمِرَ به؛ فهو من المفلحين، ومن أعرض عن ذلك؛ فأولئك هم الخاسرون، ولا بدَّ أن يجمَعَهم في دار يجازيهم على ما أمرهم به ونهاهم. ولهذا ذكر الله تكذيب المشركين بالجزاء، فقال: {ولئن قلتَ إنَّكم مبعوثون من بعدِ الموت لَيقولَنَّ الذين كفروا إنْ هذا إلاَّ سحرٌ مبينٌ}؛ أي: ولئن قلتَ لهؤلاء وأخبرتَهم بالبعث بعد الموت؛ لم يصدِّقوك، بل كذَّبوك أشدَّ التكذيب ، وقدحوا فيما جئت به، وقالوا: {إنْ هذا إلا سحرٌ مُبين}: ألا وهو الحقُّ المبين.
7. Yüce Allah “gökleri ve yeri altı günde” yarattığını haber vermektedir. Bu yaratmanın birinci günü pazar, sonuncu günü de Cumadır. O, gökleri ve yeri yarattığında “Arş’ı su üzerinde” yedinci semanın üstünde idi. Gökleri ve yeri yaratmasından sonra arşın üzerine istivâ etti. İşleri istediği gibi idare etmekte, kaderî ve şer’î hükümleri ile dilediği gibi tasarrufta bulunmaktadır. Bundan dolayıdır ki “hanginizin daha güzel amelde bulunacağını sınamak için” buyurmaktadır. Yani O, sizi imtihana çekmek için böyle yapmıştır. Göklerde ve yerde bulunan her şeyi sizin için yaratmış, emir ve yasakları ile sizi sınamak istemiştir. Ta ki hanginizin daha güzel amelde bulunacağı ortaya çıksın. Fudayl b. İyad -Allah’ın rahmeti üzerine olsun- şöyle demiştir: “En güzel amel, en ihlaslı ve en doğru olan ameldir.” Ona: “En güzel ve en doğru amel ne demektir?” diye sorulunca şöyle demiştir: “Amel ihlasla yapılmakla birlikte doğru olmazsa kabul olunmaz, amel doğru olmakla birlikte ihlaslı olmazsa yine kabul olunmaz. Mutlaka hem ihlaslı, hem de doğru olması gerekir. İhlaslı amel, onun Allah rızası için yapılması demektir. Doğru amel ise yapılan amelde şeriata ve sünnete tâbi olmak demektir.[30] Bu ayet, Yüce Allah’ın şu buyruklarına benzzemektedir: “Ben cinleri de insanları da -başka bir şey için değil- sadece bana ibadet etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyât, 51/56) “Allah yedi gök ve yerden de onlar gibisini yaratandır. Buyruğu onlar arasında iner durur. Allah’ın gerçekten her şeye kadir olduğunu ve muhakkak Allah’ın ilmi ile her şeyi kuşatmış olduğunu kesinlikle bilesiniz diye.” (et-Talâk, 65/12) Yüce Allah insanları kendisine ibadet etsinler, isim ve sıfatları ile kendisini tanısınlar diye yaratmış ve onlara bu emri vermiştir. Her kim bu emre boyun eğer ve emrolunduğunu yerine getirirse şüphesiz ki o, başarı ve mutluluğa erenlerden olur. Kim de bundan yüz çevirirse işte onlar hüsrana uğrayanlardandır. Şüphesiz ki Allah, onları kendilerine vermiş olduğu emir ve yasaklar dolayısı ile sorguya çekip amellerin karşılığını vereceği âhiret yurdunda bir araya getirecektir. Bundan dolayıdır ki Yüce Allah müşriklerin yalanlamalarına karşılık vereceği cezayı şöylece söz konusu etmektedir: “Andolsun ki: “Ölümden sonra muhakkak diriltileceksiniz” diyecek olsan, kâfirler mutlaka: “Bu, ancak apaçık bir sihirdir” derler.” Yani bunlara ölümden sonra diriliş olduğunu haber verecek olsan seni doğrulamazlar. Aksine en ileri derecede yalanlarlar ve bu getirdiğini tenkit ederek: ““Bu, ancak apaçık bir sihirdir, derler.” Oysa bu, apaçık hakkın ta kendisidir.
#
{8} {ولئنْ أخَّرْنا عنهم العذابَ إلى أمَّةٍ معدودةٍ}؛ أي: إلى وقت مقدَّر فتباطؤوه، لقالوا من جهلهم وظلمهم: {ما يحبِسُه}؟! ومضمونُ هذا تكذيبُهم به؛ فإنهم يستدلُّون بعدم وقوعه بهم عاجلاً على كذب الرسول المخبر بوقوع العذاب؛ فما أبعد هذا الاستدلال. {ألا يوم يأتيهم} العذابُ {ليس مصروفاً عنهم}: فيتمكَّنون من النظر في أمرهم، {وحاق بهم}؛ أي: نزل {ما كانوا به يستهزِئون}: من العذاب حيثُ تهاونوا به، حتى جَزَموا بكذب مَنْ جاء به.
8. “Eğer azâbı sayılı bir vakte kadar onlardan ertelesek” yani belli bir süreye kadar erteleyecek olsak, onun geciktiğini ileri sürerek cahilliklerinden ve zulümlerinden “mutlaka: “Onu alıkoyan nedir?” derler.” Bu, zımnen gelecek olan azâbı yalanlamaktır. Azabın başlarına hemen gelmemesini, azâbın geleceğini haber veren peygamberin yalan söylediğine delil gösterirler. Böyle bir delillendirme, haktan ne kadar da uzaktır! “Bilin ki o (azap), onlara geldiği gün onlardan asla çevrilmeyecektir.” Durumları hakkında düşünme ve değerlendirmede bulunma imkânı dahi bulamayacaklardır. “ve alay etmekte oldukları şey de” azâp da “onları çepeçevre kuşatacaktır.” Onun gerçekleşeceğini haber verenin yalancı olduğunu kesin olarak ileri sürecek kadar ehemmiyetsiz gördükleri o azâp, onları çepeçevre kuşatacak ve tepelerine inecektir.
Ayet: 9 - 11 #
{وَلَئِنْ أَذَقْنَا الْإِنْسَانَ مِنَّا رَحْمَةً ثُمَّ نَزَعْنَاهَا مِنْهُ إِنَّهُ لَيَئُوسٌ كَفُورٌ (9) وَلَئِنْ أَذَقْنَاهُ نَعْمَاءَ بَعْدَ ضَرَّاءَ مَسَّتْهُ لَيَقُولَنَّ ذَهَبَ السَّيِّئَاتُ عَنِّي إِنَّهُ لَفَرِحٌ فَخُورٌ (10) إِلَّا الَّذِينَ صَبَرُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ أُولَئِكَ لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَأَجْرٌ كَبِيرٌ (11)}.
9- İnsana tarafımızdan bir rahmet tattırıp sonra bunu ondan alıversek mutlaka o, ümidini kesmiş bir nankör oluverir. 10- Eğer başına gelen bir sıkıntıdan sonra ona bir nimet tattırsak: “Kötülükler benden uzaklaşıp gitti” der ve şımarıp böbürlenir. 11- Ancak sabredip salih amellerde bulunanlar böyle değildirler. İşte onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.
#
{9 ـ 10} يخبر تعالى عن طبيعة الإنسان أنه جاهلٌ ظالمٌ: بأنَّ الله إذا أذاقه منه رحمةً كالصحة والرزق والأولاد ونحو ذلك، ثم نزعها منه؛ فإنَّه يستسلم لليأس وينقادُ للقنوط؛ فلا يرجو ثوابَ الله ولا يخطُرُ بباله أنَّ الله سيردُّها أو مثلها أو خيراً منها عليه، وأنَّه إذا أذاقه رحمةً من بعد ضرَّاء مسَّتْه، أنه يفرح ويَبْطَرُ ويظنُّ أنه سيدوم له ذلك الخير ويقول: {ذَهَبَ السيئاتُ عنِّي إنَّه لفرحٌ فخورٌ}؛ أي: يفرح بما أوتي مما يوافق هوى نفسه، فخورٌ بنعم الله على عباد الله، وذلك يحمله على الأشر والبطر والإعجاب بالنفس والتكبُّر على الخلق واحتقارهم وازدرائهم، وأيُّ عيبٍ أشدُّ من هذا؟!
9-10. Yüce Allah, bize insan tabiatından haber vermekte, onun cahil ve zalim olduğunu bildirmektedir. Çünkü Allah, insana kendi nezdinden sağlık, rızık, evlat ve buna benzer bir rahmet tattırıp da sonra bu rahmeti ondan çekip alacak olsa kendisini ümitsizliğe kaptırıverir ve ona teslim olur. Yüce Allah’tan bir mükâfat beklemediği gibi kendisinden aldığı bu nimeti geri vereceğini yahut onun benzerini ya da ondan daha hayırlısını ona ihsan edebileceğini hatırına getirmez. Yine Allah, başına gelen bir sıkıntıdan sonra kendisine bir rahmet tattıracak olsa bununla da sevinip şımarır. Bu iyi halin sürekli devam edeceğini sanır ve: “Kötülükler benden uzaklaşıp gitti, der ve şımarıp böbürlenir.” Yani kendisine nefsinin arzusuna uygun olarak verilenlerden dolayı sevinip şımarır ve Allah’ın nimetleri ile Allah'ın kullarına karşı böbürlenmeye koyulur. Bu da onu şımarmaya, böbürlenmeye, kendisini beğenmeye, diğer insanlara karşı büyüklenmeye, onları hakir görüp küçümsemeye iter. Bundan daha büyük kusur ve yanlış olabilir mi?
#
{11} وهذه طبيعة الإنسان من حيث هو؛ إلا مَنْ وفَّقه الله وأخرجه من هذا الخُلُق الذميم إلى ضدِّه، وهم الذين صبَّروا أنفسهم عند الضراءِ فلم ييأسوا، وعند السراء فلم يبطروا، وعملوا الصالحات من واجبات ومستحبَّات. {أولئك لهم مغفرة}؛ لذنوبهم يزول بها عنهم كل محذور، {وأجر كبير}؛ وهو الفوز بجناتِ النعيم التي فيها ما تشتهيه الأنفس، وتلذُّ الأعين.
11. İşte insanın, insan olarak tabiatı budur. Ancak Allah’ın, tevfikini ihsan edip de bu kötü huydan tam zıddı olan iyi huylara çıkardıkları müstesnâdır. Bunlar, sıkıntılı hallerde sabırdan ayrılmayıp ümitsizliğe kapılmayan, rahat ve bolluk zamanlarında da azmayıp farz ve müstehap türünden salih amelleri işleyenlerdir. “İşte onlara” günahlarına karşılık “mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.” Bu mağfiret dolayısı ile hoşlanmadıkları her bir şey üzerlerinden çekilip gider. Büyük mükâfat ise içinde canların çektiği ve gözlerin lezzet aldığı her bir şeyin bulunduğu nimet dolu cennetlere kavuşmaktır.
Ayet: 12 - 14 #
{فَلَعَلَّكَ تَارِكٌ بَعْضَ مَا يُوحَى إِلَيْكَ وَضَائِقٌ بِهِ صَدْرُكَ أَنْ يَقُولُوا لَوْلَا أُنْزِلَ عَلَيْهِ كَنْزٌ أَوْ جَاءَ مَعَهُ مَلَكٌ إِنَّمَا أَنْتَ نَذِيرٌ وَاللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ وَكِيلٌ (12) أَمْ يَقُولُونَ افْتَرَاهُ قُلْ فَأْتُوا بِعَشْرِ سُوَرٍ مِثْلِهِ مُفْتَرَيَاتٍ وَادْعُوا مَنِ اسْتَطَعْتُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ (13) فَإِلَّمْ يَسْتَجِيبُوا لَكُمْ فَاعْلَمُوا أَنَّمَا أُنْزِلَ بِعِلْمِ اللَّهِ وَأَنْ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ فَهَلْ أَنْتُمْ مُسْلِمُونَ (14)}.
12- Şimdi olur ki sen: “Ona bir hazine indirilmeli yahut onunla beraber bir melek gelmeli değil miydi?” diyorlar diye göğsün dâralarak sana vahyolunandan bir kısmını (tebliğ etmeyi) terk edecek duruma gelirsin. (Ancak şunu bil ki) sen sadece bir uyarıcısın. Allah ise her şeye vekildir. 13- Yoksa onlar: “Onu kendisi uydurdu” mu diyorlar? De ki: “O halde eğer doğru söyleyenler iseniz haydi onun benzeri uydurma on sûre getirin ve (bunun için) Allah’tan başka kimi (yardıma) çağırabilecekseniz çağırın!” 14- Eğer size (olumlu bir) karşılık vermezlerse bilin ki o, ancak Allah’ın ilmi ile indirilmiştir ve gerçekten O’ndan başka (hak) ilâh yoktur. Artık (hakka) teslim olacak mısınız?
#
{12} يقول تعالى مسلياً لنبيه محمد - صلى الله عليه وسلم - عن تكذيب المكذبين: {فلعلَّك تاركٌ بعضَ ما يوحى إليك وضائقٌ به صدرُك أن يقولوا لولا أنزِلَ عليه كنزٌ}؛ أي: لا ينبغي هذا لمثلك؛ أن قولهم يؤثِّر فيك ويصدُّك عما أنت عليه، فتترك بعضَ ما يوحى إليك، ويضيق صدرك لتعنُّتهم بقولهم: {لولا أُنزِلَ عليه كنزٌ أو جاء معه مَلَكٌ}: فإنَّ هذا القول ناشئ من تعنُّتٍ وظلم وعنادٍ وضلالٍ وجهلٍ بمواقع الحجج والأدلَّة؛ فامضِ على أمرك، ولا تصدَّك هذه الأقوالُ الركيكةُ التي لا تصدُرُ إلا من سفيهٍ، ولا يضيق لذلك صدرك؛ فهل أوردوا عليك حجَّة لا تستطيع حلَّها؟! أم قدحوا ببعض ما جئت به قدحاً يؤثِّر فيه وينقص قدره فيضيق صدرك لذلك؟! أم عليك حسابُهم ومُطَالَبٌ بهدايتهم جبراً؟! {إنما أنت نذيرٌ والله على كلِّ شيءٍ وكيلٌ}: فهو الوكيل عليهم، يحفظُ أعمالهم، ويجازيهم بها أتمَّ الجزاء.
12. Yüce Allah yalanlayanların yalanlamalarına karşılık peygamberi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i teselli ederek şöyle buyurmaktadır: “Şimdi olur ki sen: “Ona bir hazine indirilmeli yahut onunla beraber bir melek gelmeli değil miydi?” diyorlar diye göğsün dâralarak sana vahyolunandan bir kısmını (tebliğ etmeyi) terk edecek duruma gelirsin.” Yani senin gibi birisine bu hal, yakışmaz. Onların bu sözlerinden etkilenmemelisin. Bu sözler seni üzerinde gitmekte olduğun yoldan alıkoyup sana vahyolunanın bir bölümünü tebliğ etmeyii terk ettirmemeli, göğsün de bundan dolayı daralmamalıdır. Onların inat ve işi yokuşa sürme amacı taşıyan bu sözleri, seni bu duruma itmemelidir. Zira onların bu sözleri söylemelerinin tek nedeni, işi yokuşa sürmeleri, zulme sapmaları, inad etmeleri, sapıklıkları, delil ve belgelerin ortaya konulması gereken yerleri bilmeyişleridir. O halde sen yoluna devam et. Bu gibi basit sözler seni yolundan alıkoymasın. Bu gibi sözler ancak akılsızların geveledikleri türdendir. Bundan dolayı da göğsüne darlık gelmesin. Onlar sana karşı cevaplandıramayacağın türden bir delil mi ortaya koydular?! Yoksa gerçekten getirdiğin üzerinde olumsuz etki yapacak ve onun kadrini azaltacak türden bir tenkitte bulundular da göğsün bundan dolayı mı daralıyor?! Yoksa onların hesabını görmek sana mı düşüyor ya da onları zorla hidâyete iletmekten mi sorumlusun ki için daralıyor? Halbuki “Sen sadece bir uyarıcısın. Allah ise her şeye vekildir.” Onların üzerinde vekil olan O’dur; amellerini O tespit eder ve amellerinin karşılığını da en mükemmel şekilde O verecektir.
#
{13} {أم يقولون افتراه}؛ أي: افترى محمدٌ هذا القرآن، فأجابهم بقوله: {قلْ}: لهم: {فأتوا بعشر سورٍ مثله مفتريات وادعوا مَنِ استَطَعْتُم من دون الله إن كنتُم صادقين}؛ أي: إنه قد افتراه؛ فإنَّه لا فرق بينكم وبينه في الفصاحة والبلاغة، وأنتُم الأعداء حقًّا الحريصون بغاية ما يمكنكم على إبطال دعوته فإن كنتم صادقين فأتوا بعشر سورٍ مثله مفتريات!
13. “Yoksa onlar: “Onu” Bu Kur’ân-ı Kerim’i “kendisi” Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem “uydurdu, mu diyorlar?” Yüce Allah da onlara şöyle cevap vermektedir: Onlara “De ki: “O halde eğer doğru söyleyenler iseniz haydi onun benzeri uydurma on sûre getirin ve (bunun için) Allah’tan başka kimi (yardıma) çağırabilecekseniz çağırın!” Yani eğer Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in bu Kur’ân-ı Kerim’i uydurduğu şeklindeki iddianızda samimi iseniz işte meydan! Zira fesahat ve belağat açısından sizinle onun arasında herhangi bir fark yoktur. Üstelik sizler elinizdeki bütün imkânlarla onun çağrısının bâtıl olduğunu ortaya koymaya çalışmakta ve ona düşmanlık beslemektesiniz. Önünüzde hiçbir engel yok! Eğer bu iddianızda doğru söyleyen kimseler iseniz haydi onun gibi uydurulmuş on sûre getirin.
#
{14} {فإن لم يستجيبوا لكم}: على شيءٍ من ذلكم، {فاعلموا أنَّما أنزِلَ بعلم الله}: من عند الله ؛ لقيام الدليل والمقتضي وانتفاء المعارِض. {وأن لا إله إلا هو}؛ أي: واعلموا أنه لا إله إلا هو؛ أي: هو [وحده] المستحقُّ للألوهيَّة والعبادة. {فهل أنتم مسلمونَ}؛ أي: منقادون لألوهيته، مستسلمون لعبوديته. وفي هذه الآيات إرشادٌ إلى أنه لا ينبغي للدَّاعي إلى الله أن يصدَّه اعتراضُ المعترضين ولا قدحُ القادحين، خصوصاً إذا كان القدح لا مستندَ له ولا يقدح فيما دعا إليه، وأنه لا يضيق صدرُه، بل يطمئنُّ بذلك، ماضياً على أمره، مقبلاً على شأنه، وأنه لا يجب إجابة اقتراحات المقترحين للأدلَّة التي يختارونها، بل يكفي إقامةُ الدليل السالم عن المعارض على جميع المسائل والمطالب. وفيها: أن هذا القرآن معجِزٌ بنفسه، لا يقدر أحدٌ من البشر أن يأتي بمثله، ولا بعشر سورٍ مثله، بل ولا بسورة من مثله؛ لأنَّ الأعداء البلغاء الفصحاء تحدَّاهم الله بذلك، فلم يعارضوه؛ لعلمهم أنَّهم لا قدرة فيهم على ذلك. وفيها: أن مما يُطْلَبُ فيه العِلْمُ ولا يكفي غلبةَ الظنِّ، علمُ القرآن وعلمُ التوحيد؛ لقوله تعالى: {فاعلموا أنَّما أنزل بعلم الله وأن لا إله إلا هو}.
14. “Eğer size” bu isteklerinize karşı “(olumlu bir) karşılık vermezlerse bilin ki o, ancak Allah’ın ilmi ile” delilin ortaya konulması ve karşı çıkanların iddialarının çürütülmesi kastı ile Allah tarafından “indirilmiştir ve gerçekten” şunu da bilin ki “O’ndan başka (hak) ilâh yoktur.” Ulûhiyet ve ubûdiyete layık olan yalnız O’dur. “Artık (hakka) teslim olacak mısınız?” O’nun ulûhiyetine itaatle boyun eğip O’na kulluğa teslim olacak mısınız? Bu âyet-i kerimelerde itirazcıların itirazlarının ve tenkit edenlerin tenkitlerinin, Yüce Allah’ın yoluna davet eden kimseyi yolundan alıkoymaması gerektiği ifade edilmektedir. Özellikle de yapılan bu tenkidin herhangi bir dayanağı yoksa ve davet edilen şeye eleştiri mahiyetini arz etmiyorsa bu, böyle olmalıdır. Yine bundan dolayı davetçinin kalbinin daralmaması gerektiği, aksine huzur içerisinde kendisini işine vererek yoluna devam etmesi gerektiği de ifade edilmektedir. Diğer taraftan birtakım tekliflerde bulunan karşı tarafın delil olarak gösterilmesini istedikleri hususlarda tekliflerini olumlu karşılamamak gerektiği de belirtilmektedir. Bunun yerine bütün soru, itiraz ve istekler karşısında, karşı bir delil ortaya koymaya imkân bırakmayan sağlam delili göstermek yeterlidir. Yine bu âyet-i kerimeler, Kur’ân-ı Kerim’in bizatihi mucize olduğunu, hiçbir insanın onun benzerini, hatta on sûresinin benzerini, hatta ve hatta tek bir sûresinin dahi benzerini getirmeye gücünün yetmeyeceğini de ortaya koymaktadır. Çünkü oldukça belîğ ve fasîh olan düşmanlara karşı Yüce Allah, bu şekilde meydan okuduğu halde onlar, onun gibi bir söz söyleyememişlerdir. Çünkü onlar da buna güçlerinin yetmediğini bilmekteydiler. Yine bu âyet-i kerimelerde şu hususa da işaret vardır: Hakkında galip zannın yeterli olmadığı aksine kesin ilme sahip olunması gereken hususlar arasında Kur’ân ilmi ile Tevhîd ilmi de vardır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Bilin ki o, ancak Allah’ın ilmi ile indirilmiştir ve gerçekten O’ndan başka (hak) ilâh yoktur.”
Ayet: 15 - 16 #
{مَنْ كَانَ يُرِيدُ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا وَزِينَتَهَا نُوَفِّ إِلَيْهِمْ أَعْمَالَهُمْ فِيهَا وَهُمْ فِيهَا لَا يُبْخَسُونَ (15) أُولَئِكَ الَّذِينَ لَيْسَ لَهُمْ فِي الْآخِرَةِ إِلَّا النَّارُ وَحَبِطَ مَا صَنَعُوا فِيهَا وَبَاطِلٌ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ (16)}.
15- Kim (yalnızca) dünya hayatını ve onun süsünü isterse, onlara amellerinin karşılığını orada tastamam veririz ve onlar, bu hususta zarara uğratılmazlar. 16- İşte böylelerine âhirette ateşten başka bir şey yoktur. Dünyada işledikleri hep boşa gitmiştir, zaten yapageldikleri de hep bâtıldır.
#
{15} يقول تعالى: {من كان يريد الحياة الدُّنيا وزينتَها}؛ أي: كلُّ إرادته مقصورةٌ على الحياة الدُّنيا وعلى زينتها من النساء والبنين والقناطير المقنطرة من الذهب والفضة والخيل المسوَّمة والأنعام والحرث، قد صرف رغبته وسعيَهُ وعملَهُ في هذه الأشياء، ولم يجعلْ لدار القرار من إرادته شيئاً؛ فهذا لا يكون إلا كافراً؛ لأنَّه لو كان مؤمناً؛ لكان ما معه من الإيمان يمنعُه أن تكون جميع إرادتِهِ للدار الدُّنيا، بل نفس إيمانه وما تيسَّر له من الأعمال أثرٌ من آثار إرادتِهِ الدارَ الآخرة، ولكنْ، هذا الشقيُّ الذي كأنه خُلِقَ للدنيا وحدها، {نوفِّ إليهم أعمالهم فيها}؛ أي: نعطيهم ما قُسِمَ لهم في أمِّ الكتاب من ثواب الدُّنيا. {وهم فيها لا يُبْخَسون}؛ أي: لا يُنْقَصون شيئاً مما قُدِّرَ لهم، ولكنْ هذا منتهى نعيمهم.
15. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Kim (yalnızca) dünya hayatını ve onun süsünü isterse...” Yani bütün iradesi dünya hayatına ve onun süsü sayılan kadınlara, çocuklara, kantar kantar altın ve gümüşe, salma güzel atlara, ekinlere ve davarlara yönelik olursa; bütün arzusunu, çabasını ve çalışmalarını bu gibi şeylere hasretmiş ve ebedi yurt için iradesinin bir kısmını dahi ayırmamışsa… demektir ki böyle bir kimse, ancak kâfir olabilir. Çünkü mü’min olsaydı, bütün irade ve gayretini yalnızca dünya yurdu için harcamasını engelleyecek bir imana sahip olması gerekirdi. Hatta müminin bizzat imanı ve kendisine işlemesi kolaylaştırılan amelleri bile âhiret yurdunu istemesinin bir sonucudur. İşte adeta yalnızca dünya hayatı için yaratılmış gibi olan bu bedbaht kimselerin “amellerinin karşılığını orada tastamam veririz.” Levh-i Mahfuz’da dünya mükâfaatından kendilerine pay olarak belirlenmiş olanı veririz. “ve onlar, bu hususta zarara uğratılmazlar.” Kendilerine takdir edilmiş olandan hiçbir şey eksik verilmez. Ancak onların elde edecekleri nimetin nihai miktarı bu kadardır.
#
{16} {أولئك الذين ليس لهم في الآخرة إلاَّ النارُ}: خالدين فيها أبداً، لا يفتر عنهم العذاب، وقد حرموا جزيل الثواب. {وحَبِطَ ما صنعوا فيها}؛ أي: في الدنيا؛ أي: بطل، واضمحلَّ ما عملوه مما يكيدون به الحقَّ وأهله، وما عملوه من أعمال الخير التي لا أساس لها، ولا وجود لشرطها وهو الإيمان.
16. “İşte böylelerine âhirette ateşten başka bir şey yoktur.” O ateşte ebediyen kalacaklar ve azapları asla dindirilmeyecektir. Çok büyük bir mükâfaattan da mahrum kalmış olacaklardır. “Dünyada işledikleri hep boşa gitmiştir, zaten yapageldikleri de hep bâtıldır” Onların hem hakka ve hak ehline karşı kurdukları tuzaklar hem de işledikleri iyi ameller heder olmuştur. Çünkü hayırlı amellerin kabul edilmesi için şart olan, imandan mahrumdurlar.
Ayet: 17 #
{أَفَمَنْ كَانَ عَلَى بَيِّنَةٍ مِنْ رَبِّهِ وَيَتْلُوهُ شَاهِدٌ مِنْهُ وَمِنْ قَبْلِهِ كِتَابُ مُوسَى إِمَامًا وَرَحْمَةً أُولَئِكَ يُؤْمِنُونَ بِهِ وَمَنْ يَكْفُرْ بِهِ مِنَ الْأَحْزَابِ فَالنَّارُ مَوْعِدُهُ فَلَا تَكُ فِي مِرْيَةٍ مِنْهُ إِنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّكَ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يُؤْمِنُونَ (17)}.
17- Rabbinden apaçık bir delil üzerinde bulunan, onu da kendi katından gelen bir şahidin izlediği, öncesinde de Mûsâ’nın bir rehber ve rahmet olan Kitabı (ile doğrulanmış) bulunan kimse, hiç ötekilerle bir olur mu? İşte bunlar, ona iman ederler. Artık o gruplardan kim onu inkar ederse (bilsin ki) ona vaat edilen yer ateştir. O halde sakın o (Kur'ân’dan) yana şüpheye düşme. Çünkü o, Rabbinden gelen haktır. Fakat insanların çoğu iman etmezler.
#
{17} يذكر تعالى حال رسوله محمد - صلى الله عليه وسلم - ومن قام مقامه من ورثته القائمين بدينه. وحججه الموقنين بذلك، وأنهم لا يوصف بهم غيرهم، ولا يكون أحدٌ مثلهم، فقال: {أفمن كان على بيِّنةٍ من ربِّه}: بالوحي الذي أنزل الله فيه المسائل المهمَّة ودلائلها الظاهرة، فتيقَّن تلك البيِّنة، {ويتلوه}؛ أي: يتلو هذه البينة والبرهان برهانٌ آخرُ، {شاهدٌ منه}: وهو شاهدُ الفطرة المستقيمة والعقل الصحيح، حين شهد حقيقةَ ما أوحاه الله وشَرَعَهُ وعَلِمَ بعقله حُسْنَهُ فازداد بذلك إيماناً إلى إيمانِهِ {و} ثَمَّ شاهدٌ ثالثٌ؛ وهو {كتابُ موسى}: التوراة التي جعلها الله {إماماً} للناس {ورحمةً} لهم، يشهد لهذا القرآن بالصدق ويوافقه فيما جاء به من الحقِّ؛ أي: أفمنْ كان بهذا الوصف، قد تواردتْ عليه شواهدُ الإيمان وقامتْ لديه أدلُة اليقين؛ كمن هو في الظُّلمات والجهالات ليس بخارج منها؟ لا يستوون عند الله ولا عند عباد الله. {أولئك}؛ أي: الذين وفِّقوا لقيام الأدلَّة عندهم، يؤمنون بالقرآن حقيقة، فيثمر لهم إيمانهم كلَّ خيرٍ في الدنيا والآخرة. {ومن يكفُرْ به}؛ أي: القرآن، {من الأحزاب}؛ أي: سائر طوائف أهل الأرض المتحزِّبة على ردِّ الحق، {فالنار موعده}: لا بدَّ من وروده إليها، {فلا تكُ في مِريةٍ [منه]}؛ أي: في أدنى شكٍّ. {إنَّه الحقُّ من ربِّك ولكنَّ أكثر الناس لا يؤمنون}: إما جهلاً منهم وضلالاً، وإما ظلماً وعناداً وبغياً، وإلاَّ؛ فمن كان قصدُه حسناً وفَهْمُه مستقيماً؛ فلا بدَّ أن يؤمنَ به؛ لأنَّه يرى ما يدعوه إلى الإيمان من كلِّ وجه.
17. Yüce Allah, Rasûlü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ile onun dinini ve getirdiği delilleri kesin bir inanç ile ayakta tutan mirasçıları içinden onun yerini tutanların durumunu söz konusu etmekte, başkalarının bu şekilde nitelendirilmeyeceğini ve hiçbir kimsenin de onlar gibi olamayacağını da belirterek şöyle buyurmaktadır: “Rabbinden” Allah’ın önemli meseleler ile bunlara dair açık delilleri indirmiş olduğu vahiy aracılığı ile “apaçık bir delil üzerinde bulunan” bu apaçık delile kesin olarak inanan “onu da” yani bu apaçık delili “kendi katından gelen bir şahidin” yani ikinci bir delil olan dosdoğru fıtrat ve sağlam aklın “izlediği” böylece Allah’ın vahyinin ve şeriatının hak olduğuna tanıklık eden, akılları ile de onların güzelliğini bilen ve bu sayede imanlarına iman katan “öncesinde de” üçüncü bir delil olarak “Musa’nın” insanlara “bir rehber ve” onlara “rahmet olan” Allah’ın bu vasıfta indirmiş olduğu “Kitabı” olan Tevrat “bulunan kimse, hiç ötekilerle bir olur mu?” Yani bu Kur’ân-ı Kerim’in doğru oluşuna Tevrat da tanıklık etmekte ve onun getirdiği hakka uygun olarak hakikatleri dile getirmektedir. O halde bu vasfa sahip olan, kendisine imanın tanıklarının peşpeşe geldiği ve kesin delillere sahip olan kimse, hiç içinden çıkamayacağı karanlıklarda ve cehaletler içinde bulunan kimse gibi olur mu? Asla! Bunlar, Allah nezdinde de Allah’ın kulları nezdinde de kesinlikle bir olmazlar. “İşte bunlar” yani bu delillere sahip olma tevfikine mazhar olanlar “ona” Kur’ân-ı Kerim’e gerçekten “iman ederler.” Onların sahip oldukları bu iman da hem dünyada hem de âhirette onlara fayda verir. “Artık o gruplardan” hakkı reddetmek üzere birleşmiş olan yeryüzünün değişik kesimlerinden “kim onu” Kur'ân’ı “inkar ederse (bilsin ki) ona vaat edilen yer” varılması kaçınılmaz olan “ateştir. O halde sakın o (Kur'ân’dan) yana şüpheye düşme!” En ufak bir tereddüdün olmasın. “Çünkü o, Rabbinden gelen haktır. Fakat insanların çoğu iman etmezler.” Ya cahilliklerinden, ya sapıklıklarından yahut da zulüm, inat ve azgınlıklarından dolayı inanmazlar. Yoksa niyeti gerçekten güzel, anlayışı dosdoğru olan kimsenin ona iman etmesi kaçınılmaz bir şeydir. Çünkü o, her bakımdan kendisini iman etmeye iten sebepleri görür.
Ayet: 18 - 22 #
{وَمَنْ أَظْلَمُ مِمَّنِ افْتَرَى عَلَى اللَّهِ كَذِبًا أُولَئِكَ يُعْرَضُونَ عَلَى رَبِّهِمْ وَيَقُولُ الْأَشْهَادُ هَؤُلَاءِ الَّذِينَ كَذَبُوا عَلَى رَبِّهِمْ أَلَا لَعْنَةُ اللَّهِ عَلَى الظَّالِمِينَ (18) الَّذِينَ يَصُدُّونَ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ وَيَبْغُونَهَا عِوَجًا وَهُمْ بِالْآخِرَةِ هُمْ كَافِرُونَ (19) أُولَئِكَ لَمْ يَكُونُوا مُعْجِزِينَ فِي الْأَرْضِ وَمَا كَانَ لَهُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ مِنْ أَوْلِيَاءَ يُضَاعَفُ لَهُمُ الْعَذَابُ مَا كَانُوا يَسْتَطِيعُونَ السَّمْعَ وَمَا كَانُوا يُبْصِرُونَ (20) أُولَئِكَ الَّذِينَ خَسِرُوا أَنْفُسَهُمْ وَضَلَّ عَنْهُمْ مَا كَانُوا يَفْتَرُونَ (21) لَا جَرَمَ أَنَّهُمْ فِي الْآخِرَةِ هُمُ الْأَخْسَرُونَ (22)}.
18- Yalan düzerek Allah'a iftira edenden daha zalim kim olabilir? İşte onlar Rablerine arz edilecekler ve şahitler de: “İşte Rableri hakkında yalan söyleyenler bunlardır” diyeceklerdir. Haberiniz olsun ki Allah’ın laneti zalimlerin üzerinedir. 19- O zalimler ki Allah yolundan alıkoyarlar ve onu eğri göstermek isterler. Onlar âhireti de kesinlikle inkar ederler. 20- Onlar yeryüzünde kesinlikle (Allah'ı) âciz bırakabilecek değillerdir. Onlar için Allah’tan başka hiçbir dost da yoktur. Azapları kat kat verilecektir. Zira onlar, ne işitebiliyorlardı ne de görüyorlardı. 21- İşte bunlar kendi kendilerini zarara sokanlardır. Uydurdukları da onları terk edip gitmiştir. 22- Şüphe yok ki âhirette en çok zarara uğrayan kimseler onlardır.
#
{18} يخبر تعالى أنه لا أحد {أظلمُ ممَّن افترى على الله كذباً}: ويدخل في هذا كلُّ من كذب على الله بنسبة الشريك له، أو وَصَفَه بما لا يَليق بجلاله، أو الإخبار عنه بما لم يقلْ، أو ادعاء النبوَّة، أو غير ذلك من الكذب على الله؛ فهؤلاء أعظم الناس ظلماٌ. {أولئك يُعْرَضونَ على ربِّهم}: ليجازِيَهم بظلمهم؛ فعندما يحكُم عليهم بالعقاب الشديد؛ {يقولُ الأشهادُ}؛ أي: الذين شهدوا عليهم بافترائهم وكذبهم: {هؤلاء الذين كَذَبوا على ربِّهم ألا لعنة الله على الظالمين}؛ أي: لعنة لا تنقطع؛ لأنَّ ظلمهم صار وصفاً لهم ملازماً، لا يقبل التخفيف.
18. Yüce Allah “Yalan düzerek Allah'a iftira edenden daha zalim” kimsenin olmayacağını haber vermektedir. Bunun kapsamına Allah’a ortak nispet etmek, celaline yakışmayacek şekilde onu vasfetmek, O’nun söylemediği şeyleri söyledi diye aktarmak, peygamberlik iddiasında bulunmak vb. gibi Yüce Allah’a iftira etme kapsamına giren bütün sözler dahildir. İşte böyleleri insanların en zalim olanlarıdır. “İşte onlar Rablerine” zulümleri sebebiyle cezalandırılmak için “arz edilecekler ve” Yüce Allah bunlar hakkında çetin azaba hüküm vereceği vakit “şahitler de” onların yalan söylediklerine ve iftirada bulunduklarına dair tanıklık edecek olanlar da: “İşte Rableri hakkında yalan söyleyenler bunlardır, diyeceklerdir. Haberiniz olsun ki Allah’ın laneti zalimlerin üzerinedir.” Yani bu sürekli ve kesintisiz bir lanettir. Çünkü zulümleri, onların ayrılmaz bir nitelikleri olmuştur ve hafifletme kabul etmez.
#
{19} ثم وصف ظلمهم فقال: {الذين يصدُّون عن سبيل الله}: فصدُّوا بأنفسهم عن سبيل الله، وهي سبيل الرسل التي دعوا الناس إليها، وصدُّوا غيرَهم عنها، فصاروا أئمة يدعون إلى النار {ويبغونَها}؛ أي: سبيل الله {عوجاً}؛ أي: يجتهدون في ميلها وتشيينها وتهجينها؛ لتصير عند الناس غير مستقيمة، فيحسِّنون الباطل؛ ويقبِّحون الحقَّ؛ قبَّحهم الله. {وهم بالآخرة هم كافرون}.
19. Daha sonra Yüce Allah onların zulümlerinin niteliğini belirterek şöyle buyurmaktadır: “O zalimler ki Allah yolundan alıkoyarlar.” Allah yolundan hem kendilerini alıkoyarlar, hem de başkalarını engellerler. Allah yolu ise peygamberlerin insanları izlemeye davet ettikleri yoldur. Böylelikle onlar cehennem ateşine çağıran önderler olmuşlardır. “Ve onu” Allah yolunu “eğri göstermek isterler.” Bu yolu eğriltmek, onu kötü ve çirkin göstermek isterler ki insanlar nezdinde doğru olarak görülmesin. İnsanlar batılı güzel, hakkı da çirkin görsünler -Allah onların cezasını versin-. Ayrıca “Onlar âhireti de kesinlikle inkar ederler.”
#
{20} {أولئك لم يكونوا معجزِين في الأرض}؛ أي: ليسوا فائتين الله؛ لأنهم تحت قبضته وفي سلطانه، {وما كان لهم مِن دونِ الله من أولياء}: فيدفعون عنهم المكروهَ أو يحصِّلون لهم ما ينفعهم، بل تقطَّعت بهم الأسباب. {يضاعفُ لهم العذابُ}؛ أي: يغلَّظ ويزداد؛ لأنَّهم ضلوا بأنفسهم وأضلُّوا غيرهم. {ما كانوا يستطيعون السمع}؛ أي: من بغضهم للحقِّ ونفورهم عنه، ما كانوا يستطيعون أن يسمعوا آياتِ الله سماعاً ينتفعون به؛ {فما لهم عن التَّذْكِرَةِ معرضينَ. كأنَّهم حُمُرٌ مُسْتَنفِرَةٌ. فرَّتْ من قَسْوَرة}، {وما كانوا يبصِرون}؛ أي: ينظرون نظر عبرة وتفكُّر فيما ينفعهم، وإنما هم كالصمِّ البكم الذين لا يعقلون.
20. “Onlar yeryüzünde kesinlikle (Allah'ı) âciz bırakabilecek değillerdir.” Allah’ın azabından kaçıp kurtulamazlar. Çünkü onlar, Allah’ın egemenliği ve hükümranlığı altında bulunuyorlar. “Onlar için Allah’tan başka” hoşlanmadıkları şeyleri onlardan uzaklaştıracak yahut da faydalarına olan şeyleri gerçekleştirecek “hiçbir dost da yoktur.” Aksine aralarındaki bütün bağlar kopmuş olacaktır. “Azapları kat kat verilecektir.” Yani ağırlaştırılacak ve artırılacaktır. Çünkü onlar, kendileri saptıkları gibi başkalarını da saptırmışlardır. “Zira onlar, ne işitebiliyorlardı” Hakka olan buğz ve nefretlerinden dolayı Allah’ın âyetlerini kendisi ile yararlanabilecekleri şekilde işitemiyorlar, dinlemiyorlardı. “Ne oluyor onlara ki öğütten yüz çeviriyorlar! Sanki onlar arslandan ürküp kaçan yaban eşekleri gibiler!” (el-Müddessir, 74/49-51) “ne de görüyorlardı.” Kendilerine fayda sağlayacak şeylere ibret ve tefekkür ile bakmıyorlardı. Aksine akılları ermeyen sağır ve dilsizler gibiydiler.
#
{21} {أولئك الذين خسروا أنفسهم}: حيث فوَّتوها أعظم الثواب واستحقُّوا أشدَّ العذاب، {وضلَّ عنهم ما كانوا يفترون}؛ أي: اضمحلَّ دينُهم الذي يدعون إليه ويحسِّنونه، ولم تغنِ عنهم آلهتُهم التي يعبدون من دون الله لمَّا جاء أمرُ ربِّك.
21. “İşte bunlar” en büyük mükâfaatı kazanma imkânını ellerinin tersiyle itip de en ağır azaba müstehak olduklarından dolayı “kendi kendilerini zarara sokanlardır. Uydurdukları da onları terk edip gitmiştir.” Kendisine çağırıp durdukları ve güzel göstermeye çalıştıkları dinleri darmadağın ve yok olup gitmiştir. Allah’ın dışında tapındıkları ilahları da Rabbinin emri geldiğinde kendilerine hiçbir fayda sağlayamamıştır.
#
{22} {لا جرم}؛ أي: حقًّا وصدقاً، {أنهم في الآخرة هم الأخسرون}: حصر الخسار فيهم، بل جعل لهم منه أشدَّه؛ لشدة حسرتهم وحرمانهم وما يعانون من المشقَّة من العذاب، فنستجير بالله من حالهم.
22. “Şüphe yok ki” gerçek ve doğru olan şu ki “âhirette en çok zarara uğrayan kimseler onlardır.” Bu zarar onlara has olacaktır. Hatta onlara bu zararın en şiddetlisi verilecektir. Çünkü onlar son derece pişman olacaklar, nimetlerden mahrum kalacaklar, meşakkat ve azapla karşı karşıya kalacaklardır. Onların halinden Allah’a sığınırız.
Yüce Allah bedbaht olacakların durumunu söz konusu ettikten sonra bahtiyar olacak mutlu kimselerin niteliklerini ve Allah katındaki mükâfatlarını da söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 23 - 24 #
{إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ وَأَخْبَتُوا إِلَى رَبِّهِمْ أُولَئِكَ أَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ (23) مَثَلُ الْفَرِيقَيْنِ كَالْأَعْمَى وَالْأَصَمِّ وَالْبَصِيرِ وَالسَّمِيعِ هَلْ يَسْتَوِيَانِ مَثَلًا أَفَلَا تَذَكَّرُونَ (24)}.
23- İman edip salih ameller işleyenler ve Rablerine tevazu ile boyun eğenler, işte onlar cennetlik olanlardır ve onlar orada ebediyen kalacaklardır. 24- Bu iki zümrenin hali, kör ve sağır kimse ile gören ve işiten kimsenin haline benzer. Hiç bunların hali, eşit olur mı? Artık düşünmeyecek misiniz?
#
{23} يقول تعالى: {إنَّ الذين آمنوا}: بقلوبهم؛ أي: صدقوا واعترفوا لما أمر الله بالإيمان به من أصول الدين وقواعده، {وعملوا الصالحات}: المشتملة على أعمال القلوب والجوارح وأقوال اللسان، {وأخْبَتوا إلى ربِّهم}؛ أي: خضعوا له واستكانوا لعظمته وذلوا لسلطانه، وأنابوا إليه بمحبته وخوفه ورجائه والتضرُّع إليه. {أولئك}: الذين جمعوا تلك الصفات، {أصحابُ الجنة هم فيها خالدون}: لأنهم لم يتركوا من الخير مطلباً إلا أدركوه، ولا خيراً إلا سَبَقوا إليه.
23. “İman edip” yani kalpleri ile Allah’ın iman edilmesini emrettiği dinin esas ve kaidelerini tasdik ve itiraf edip “salih ameller işleyenler” yani hem kalbin amellerini, hem azaların amellerini, hem de dilin sözlerini kapsayan iyi ve güzel amellerde bulunanlar “ve Rablerine tevazu ile boyun eğenler” O’nun azameti önünde boyun eğen, hakimiyeti önünde zilletlerini arz eden, O’na muhabbet ile O’ndan korkarak, O’ndan umarak, O’na yalvarıp yakararak O’na yönelenler; “işte onlar” bu sıfatları taşıyanlar, “cennetlik olanlardır ve onlar orada ebediyen kalacaklardır.” Çünkü onlar, ne kadar hayır varsa hepsini yerine getirmiş ve ne kadar iyilik varsa mutlaka ona çabucak koşmuşlardır.
#
{24} {مَثَلُ الفريقين}؛ أي: فريق الأشقياء وفريق السعداء، {كالأعمى والأصمِّ}: هؤلاء الأشقياء. {والبصير والسميع}: مَثَل السعداء. {هل يستويان مثلاً}؟ لا يستوون مثلاً، بل بينهما من الفَرْق ما لا يأتي عليه الوصف. {أفلا تَذَكَّرون}: الأعمال التي تنفعكم فتفعلونها، والأعمال التي تضرُّكم فتتركونها.
24. “Bu iki zümrenin” bedbahtlar ile bahtiyarlar topluluğunun “hali, kör ve sağır kimse” bu, bedbahtların haline örnektir “ile gören ve işiten kimsenin” bu da bahtiyarların halinin örneğidir, “haline benzer. Hiç bunların hali eşit olur mu?” Hayır, eşit olmazlar. Aksine aralarında anlatılamayacak kadar büyük farklar vardır. “Artık düşünmeyecek misiniz?” Yani size faydalı olacak amelleri düşünüp de onları işlemeyecek misiniz? Size zarar verecek amelleri düşünüp de onlardan vazgeçmeyecek misiniz?
Ayet: 25 - 49 #
{وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا نُوحًا إِلَى قَوْمِهِ إِنِّي لَكُمْ نَذِيرٌ مُبِينٌ (25) أَنْ لَا تَعْبُدُوا إِلَّا اللَّهَ إِنِّي أَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ أَلِيمٍ (26) فَقَالَ الْمَلَأُ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ قَوْمِهِ مَا نَرَاكَ إِلَّا بَشَرًا مِثْلَنَا وَمَا نَرَاكَ اتَّبَعَكَ إِلَّا الَّذِينَ هُمْ أَرَاذِلُنَا بَادِيَ الرَّأْيِ وَمَا نَرَى لَكُمْ عَلَيْنَا مِنْ فَضْلٍ بَلْ نَظُنُّكُمْ كَاذِبِينَ (27) قَالَ يَاقَوْمِ أَرَأَيْتُمْ إِنْ كُنْتُ عَلَى بَيِّنَةٍ مِنْ رَبِّي وَآتَانِي رَحْمَةً مِنْ عِنْدِهِ فَعُمِّيَتْ عَلَيْكُمْ أَنُلْزِمُكُمُوهَا وَأَنْتُمْ لَهَا كَارِهُونَ (28) وَيَاقَوْمِ لَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ مَالًا إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَى اللَّهِ وَمَا أَنَا بِطَارِدِ الَّذِينَ آمَنُوا إِنَّهُمْ مُلَاقُو رَبِّهِمْ وَلَكِنِّي أَرَاكُمْ قَوْمًا تَجْهَلُونَ (29) وَيَاقَوْمِ مَنْ يَنْصُرُنِي مِنَ اللَّهِ إِنْ طَرَدْتُهُمْ أَفَلَا تَذَكَّرُونَ (30) وَلَا أَقُولُ لَكُمْ عِنْدِي خَزَائِنُ اللَّهِ وَلَا أَعْلَمُ الْغَيْبَ وَلَا أَقُولُ إِنِّي مَلَكٌ وَلَا أَقُولُ لِلَّذِينَ تَزْدَرِي أَعْيُنُكُمْ لَنْ يُؤْتِيَهُمُ اللَّهُ خَيْرًا اللَّهُ أَعْلَمُ بِمَا فِي أَنْفُسِهِمْ إِنِّي إِذًا لَمِنَ الظَّالِمِينَ (31) قَالُوا يَانُوحُ قَدْ جَادَلْتَنَا فَأَكْثَرْتَ جِدَالَنَا فَأْتِنَا بِمَا تَعِدُنَا إِنْ كُنْتَ مِنَ الصَّادِقِينَ (32) قَالَ إِنَّمَا يَأْتِيكُمْ بِهِ اللَّهُ إِنْ شَاءَ وَمَا أَنْتُمْ بِمُعْجِزِينَ (33) وَلَا يَنْفَعُكُمْ نُصْحِي إِنْ أَرَدْتُ أَنْ أَنْصَحَ لَكُمْ إِنْ كَانَ اللَّهُ يُرِيدُ أَنْ يُغْوِيَكُمْ هُوَ رَبُّكُمْ وَإِلَيْهِ {تُرْجَعُونَ (34) أَمْ يَقُولُونَ افْتَرَاهُ قُلْ إِنِ افْتَرَيْتُهُ فَعَلَيَّ إِجْرَامِي وَأَنَا بَرِيءٌ مِمَّا تُجْرِمُونَ (35) وَأُوحِيَ إِلَى نُوحٍ أَنَّهُ لَنْ يُؤْمِنَ مِنْ قَوْمِكَ إِلَّا مَنْ قَدْ آمَنَ فَلَا تَبْتَئِسْ بِمَا كَانُوا يَفْعَلُونَ (36) وَاصْنَعِ الْفُلْكَ بِأَعْيُنِنَا وَوَحْيِنَا وَلَا تُخَاطِبْنِي فِي الَّذِينَ ظَلَمُوا إِنَّهُمْ مُغْرَقُونَ (37) وَيَصْنَعُ الْفُلْكَ وَكُلَّمَا مَرَّ عَلَيْهِ مَلَأٌ مِنْ قَوْمِهِ سَخِرُوا مِنْهُ قَالَ إِنْ تَسْخَرُوا مِنَّا فَإِنَّا نَسْخَرُ مِنْكُمْ كَمَا تَسْخَرُونَ (38) فَسَوْفَ تَعْلَمُونَ مَنْ يَأْتِيهِ عَذَابٌ يُخْزِيهِ وَيَحِلُّ عَلَيْهِ عَذَابٌ مُقِيمٌ (39) حَتَّى إِذَا جَاءَ أَمْرُنَا وَفَارَ التَّنُّورُ قُلْنَا احْمِلْ فِيهَا مِنْ كُلٍّ زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ وَأَهْلَكَ إِلَّا مَنْ سَبَقَ عَلَيْهِ الْقَوْلُ وَمَنْ آمَنَ وَمَا آمَنَ مَعَهُ إِلَّا قَلِيلٌ (40) وَقَالَ ارْكَبُوا فِيهَا بِسْمِ اللَّهِ مَجْرَاهَا وَمُرْسَاهَا إِنَّ رَبِّي لَغَفُورٌ رَحِيمٌ (41) وَهِيَ تَجْرِي بِهِمْ فِي مَوْجٍ كَالْجِبَالِ وَنَادَى نُوحٌ ابْنَهُ وَكَانَ فِي مَعْزِلٍ يَابُنَيَّ ارْكَبْ مَعَنَا وَلَا تَكُنْ مَعَ الْكَافِرِينَ (42) قَالَ سَآوِي إِلَى جَبَلٍ يَعْصِمُنِي مِنَ الْمَاءِ قَالَ لَا عَاصِمَ الْيَوْمَ مِنْ أَمْرِ اللَّهِ إِلَّا مَنْ رَحِمَ وَحَالَ بَيْنَهُمَا الْمَوْجُ فَكَانَ مِنَ الْمُغْرَقِينَ (43) وَقِيلَ يَاأَرْضُ ابْلَعِي مَاءَكِ وَيَاسَمَاءُ أَقْلِعِي وَغِيضَ الْمَاءُ وَقُضِيَ الْأَمْرُ وَاسْتَوَتْ عَلَى الْجُودِيِّ وَقِيلَ بُعْدًا لِلْقَوْمِ الظَّالِمِينَ (44) وَنَادَى نُوحٌ رَبَّهُ فَقَالَ رَبِّ إِنَّ ابْنِي مِنْ أَهْلِي وَإِنَّ وَعْدَكَ الْحَقُّ وَأَنْتَ أَحْكَمُ الْحَاكِمِينَ (45) قَالَ يَانُوحُ إِنَّهُ لَيْسَ مِنْ أَهْلِكَ إِنَّهُ عَمَلٌ غَيْرُ صَالِحٍ فَلَا تَسْأَلْنِ مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ إِنِّي أَعِظُكَ أَنْ تَكُونَ مِنَ الْجَاهِلِينَ (46) قَالَ رَبِّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ أَنْ أَسْأَلَكَ مَا لَيْسَ لِي بِهِ عِلْمٌ وَإِلَّا تَغْفِرْ لِي وَتَرْحَمْنِي أَكُنْ مِنَ الْخَاسِرِينَ (47) قِيلَ يَانُوحُ اهْبِطْ بِسَلَامٍ مِنَّا وَبَرَكَاتٍ عَلَيْكَ وَعَلَى أُمَمٍ مِمَّنْ مَعَكَ وَأُمَمٌ سَنُمَتِّعُهُمْ ثُمَّ يَمَسُّهُمْ مِنَّا عَذَابٌ أَلِيمٌ (48) تِلْكَ مِنْ أَنْبَاءِ الْغَيْبِ نُوحِيهَا إِلَيْكَ مَا كُنْتَ تَعْلَمُهَا أَنْتَ وَلَا قَوْمُكَ مِنْ قَبْلِ هَذَا فَاصْبِرْ إِنَّ الْعَاقِبَةَ لِلْمُتَّقِينَ (49)}.
25- Andolsun Nûh’u kendi kavmine gönderdik. (Onlara şöyle dedi:) “Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım.” 26- “Allah’tan başkasına ibadet etmeyin. Gerçekten ben sizin için can yakıcı bir günün azabından korkuyorum.” 27- Kavminin kafir olan ileri gelenleri dediler ki: “Bize göre sen, ancak bizim gibi bir insansın. Gördüğümüz kadarıyla düşünüp taşınmadan sana tabi olan ayak takımımızdan başka sana uyan kimse de yok. Sizin bize karşı üstün bir tarafınızı da göremiyoruz. Aksine biz, sizin yalancı olduğunuzu düşünüyoruz.” 28- Nuh dedi ki: “Ey kavmim, ya ben Rabbimden açık bir delil üzerinde isem ve O, bana katından bir rahmet vermiş de bunlar size gizli kalmışsa, ne dersiniz? Şimdi onu istemediğiniz halde biz, size onu zorla mı kabul ettireceğiz?” 29- “Ey kavmim, ben bu (davetime) karşılık sizden hiçbir mal istemiyorum. Benim ecrimi vermek ancak Allah’a aittir. Ben iman edenleri kovacak da değilim. Zira onlar elbette Rablerine kavuşacaklardır. Ancak ben, sizin cahillik eden bir kavim olduğunuzu görüyorum. 30- “Ey kavmim, eğer ben onları kovarsam Allah’a karşı bana kim yardım eder?! Hiç mi düşünmezsiniz?” 31- Ben size: “Allah’ın hazineleri benim yanımdadır” demiyorum, gaybı da bilmem. “Ben bir meleğim” de demiyorum. Gözlerinizin hor gördüğü kimseler hakkında: “Allah onlara hiçbir hayır vermeyecek” de diyemem. Zira onların içlerinde olanı en iyi Allah bilir. (Eğer böyle bir şey yapacak olursam) o zaman ben zalimlerden olurum. 32- Dediler ki: “Ey Nûh, bizimle gerçekten mücadele ettin ve bizimle olan bu mücadeleni çok uzattın. Eğer doğru söyleyenlerden isen haydi bizi tehdit edip durduğun (azabı) getir.” 33- Dedi ki: “Onu size, eğer dilerse, ancak Allah getirir ve siz, (O’nu bundan) âciz bırakacek değilsiniz.” 34- “Eğer Allah sizi saptırmak isterse ben, size öğüt vermek istesem bile bu öğüdüm size fayda vermez. O, sizin Rabbinizdir ve nihâyet ancak O’na döndürüleceksiniz.” 35- Yoksa: “Onu kendisi uydurdu” mu diyorlar? De ki: “Eğer onu ben uydurdu isem günahı bana aittir ve ben, sizin işlemekte olduğunuz günahlardan uzağım.” 36- Nûh’a şöyle vahyolundu: “Kavminden daha önce iman etmiş olanlardan başkası iman etmeyecek. O nedenle onların yaptıklarından dolayı üzülme!” 37- “Gözlerimiz önünde ve vahyimiz doğrultusunda gemiyi yap! Zulmedenler hakkında da bana bir şey söyleme! Çünkü onlar boğulacaklardır.” 38- Nuh gemiyi yapıyordu. Kavminin ileri gelenleri de onun yanından her geçişlerinde onunla alay ediyorlardı. O da dedi ki: “Bizimle alay ederseniz (bilin ki) sizin alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz.” 39- “Yakında rezil edecek azabın kime gelip çatacağını ve kalıcı azabın da kimin başına ineceğini bileceksiniz.” 40- Nihâyet emrimiz gelip de tandır kaynayınca (ona) dedik ki: “Her bir (hayvandan) birer çift (al) ve aleyhlerinde (helak) sözü geçmiş olanlar hariç aile efradını ve iman edenleri gemiye bindir!” Zaten onunla birlikte ancak çok az kimse iman etmişti. 41- Dedi ki: “Binin gemiye! Onun yüzüp gitmesi de durması da Allah’ın adıyladır. Şüphesiz Rabbim Ğafûrdur, Rahîmdir.” 42- Gemi içindekilerle beraber dağlar gibi dalgalar arasında akıp gidiyordu. Nûh, uzak bir yere çekilmiş olan oğluna şöyle seslendi: “Oğlum! Gel bizimle birlikte sen de (gemiye) bin, kâfirlerle beraber olma!” 43- O ise: “Ben, beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım.” dedi. Nuh dedi ki: “Bugün, O’nun merhamet ettiği kimselerden başka, Allah’ın emrinden kurtaracak hiçbir koruyucu yoktur.” Derken aralarına bir dalga giriverdi de o da boğulanlardan oldu. 44- “Ey yeryüzü, suyunu yut! Ey gök sen de (yağmurunu) tut” denildi. Su çekildi, (takdir edilen) iş bitirildi ve gemi Cûdi üzerinde karar kıldı. “Uzak olsun o zalimler topluluğu!” denildi. 45- Nûh, Rabbine nida ederek şöyle dedi: “Ey Rabbim! Şüphesiz oğlum da benim ailemdendir. Senin vaadin de elbette haktır ve sen hakimler hakimisin.” 46- Buyurdu ki: “Ey Nûh! O, senin ailenden değildir. Çünkü o, salih olmayan bir ameldir. O nedenle bilgin olmayan bir şeyi benden isteme! Ben cahillerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum.” 47- Dedi ki: “Ey Rabbim! Bilgim olmayan bir şeyi senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen zarara uğrayanlardan olurum.” 48- Denildi ki: “Ey Nûh! Tarafımızdan hem sana hem de beraberindeki ümmetlere bir selâmet ve nice bereketlerle (gemiden) in. (Birtakım) ümmetler de vardır ki biz onları (dünyada) faydalandıracağız. Sonra da onlara tarafımızdan can yakıcı bir azap dokunacaktır. 49- İşte bunlar, sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Onları bundan önce ne sen biliyordun, ne de kavmin. O halde sabret. (Güzel) âkıbet hiç şüphesiz korkup sakınanlarındır.
#
{25} أي: {ولقد أرسلْنا نوحاً}: أول المرسلين {إلى قومه}: يدعوهم إلى الله وينهاهم عن الشرك، فقال: {إني لكم نذيرٌ مبينٌ}؛ أي: بينتُ لكم ما أنذرتكم به بياناً زال به الإشكال.
25. “Andolsun” rasûllerin ilki olan “Nûh’u kendi kavmine” Allah’a çağırmak ve şirkten vazgeçirmek üzere “gönderdik.” Şöyle demişti: “Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım.” Sizi kendisi ile korkutup uyardığım şeyleri, her türlü kapalılığı giderecek şekilde açık seçik bildirdim.
#
{26} {أن لا تعبُدوا إلاَّ الله}؛ أي: أخلصوا العبادة لله وحده، واتركوا كلَّ ما يُعبد من دون الله. {إني أخافُ عليكم عذابَ يوم أليم}: إنْ لم تقوموا بتوحيد الله وتطيعوني.
26. “Allah’tan başkasına ibadet etmeyin.” İbadetinizi yalnızca Allah’a halis kılın. Allah’tan başka taptıklarınızı da terk edin. Eğer Yüce Allah’ı tevhid etmeyecek ve bana itaat etmeyecek olursanız “gerçekten ben sizin için can yakıcı bir günün azabından korkuyorum.”
#
{27} {فقال الملأ الذين كَفَروا من قومِهِ}؛ أي: الأشراف والرؤساء رادِّين لدعوة نوح عليه السلام كما جَرَتِ العادة لأمثالهم أنَّهم أول مَن ردَّ دعوة المرسلين {ما نراك إلا بشراً مثلَنا}: وهذا مانعٌ بزعمهم عن اتِّباعه، مع أنه في نفس الأمر هو الصوابُ الذي لا ينبغي غيره؛ لأنَّ البشر يتمكَّن البشرُ أن يتلقَّوا عنه ويراجعوه في كلِّ أمرٍ؛ بخلاف الملائكة. {وما نراك اتَّبعك إلا الذين هم أراذِلُنا}؛ أي: ما نرى اتَّبعك منَّا إلا الأراذلُ والسَّفَلة ـ بزعمهم ـ وهم في الحقيقة الأشرافُ وأهل العقول، الذين انقادوا للحقِّ، ولم يكونوا كالأراذل الذين يُقال لهم: الملأ، الذين اتَّبعوا كل شيطان مَريدٍ، واتَّخذوا آلهة من الحجر والشجر يتقرَّبون إليها ويسجدون لها؛ فهل ترى أرذل من هؤلاء وأخس؟! وقولهم: {بادِيَ الرأي}؛ أي: إنما اتَّبعوك من غير تفكُّر ورويَّة، بل بمجرَّد ما دعوتهم اتَّبعوك؛ يعنون بذلك أنهم ليسوا على بصيرةٍ من أمرهم، ولم يعلموا أنَّ الحقَّ المبينَ تدعو إليه بداهةُ العقول، وبمجرَّد ما يصل إلى أولي الألباب يعرفونه ويتحقَّقونه، لا كالأمور الخفيَّة التي تحتاج إلى تأمُّل وفكر طويل. {وما نرى لكم علينا من فضل}؛ أي: لستم أفضل منا فننقادُ لكم، {بل نظنُّكم كاذبين}: وكذبوا في قولهم هذا؛ فإنَّهم رأوا من الآيات التي جعلها الله مؤيِّدة لنوح ما يوجِبُ لهم الجزم التامَّ على صدقه.
27. “Kavminin kafir olan ileri gelenleri” yani şereflileri ve liderleri Nûh aleyhisselam’ın çağrısını reddettiler. Tıpkı kendilerine benzeyenlerin âdeti olduğu gibi. Zira her zaman peygamberlerin çağrısını reddedenler, ileri gelenler olmuştur. “Dediler ki: Bize göre sen, ancak bizim gibi bir insansın.” Bu ise -batıl zanlarına göre- ona uymalarına bir engeldi. Halbuki doğru olan ve başka türlü olmaması gereken budur. Çünkü insan, ancak insandan bir şeyler alıp öğrenir ve her hususta insan olan bir elçiye başvurabilir. Melekler ise böyle değildir. “Gördüğümüz kadarıyla düşünüp taşınmadan sana tabi olan ayak takımımızdan başka sana uyan kimse de yok.” Diğer taraftan aralarından ona uyan kimseler, ancak -kendi batıl zanlarına göre- ayak takımı ve aşağılık kimselerdi. Gerçekte ise asıl şerefliler ve asıl akıl sahibi kimseler, hakka uyan o kimselerdi. Onlar kendilerine “ileri gelenler” denilen ama aslında her türlü azgın şeytana uyup ağaçtan ve taştan ilah edinen, onlara yakınlaşmaya çalışarak secde eden aşağılık kimseler gibi asla değillerdir. Acaba bu şekilde davrananlardan daha aşağılık ve bunlardan daha ileri ayak takımı bulunabilir mi? Onların: “düşünüp taşınmadan” sözlerine gelince; yani bizim bu ayak takımımız sana hiç düşünmeden, taşınmadan uydular. Sadece sen onları çağırdın, onlar da daha ilk anda sana uyuverdiler, demektir. Bu sözleri ile ona uyan kimselerin tercihlerini basiretle yapmadıklarını kastediyorlardı. Ama onlar bilemediler ki akıl, apaçık olan gerçeği kabul eder, gerçek akıl sahipleri onu görür görmez tanırlar ve hak olduğunu kavrarlar. Zira o, üzerinde dikkatle düşünmeyi ve uzun süre kafa yormayı gerektiren kapalı meselelere benzemez. “Sizin bize karşı üstün bir tarafınızı da göremiyoruz.” Sizler bizden daha faziletli değilsiniz ki biz, size boyun eğip itaat edelim. “Aksine biz, sizin yalancı olduğunuzu düşünüyoruz.” Ancak asıl onlar, bu sözlerinde yalancıydılar. Çünkü Yüce Allah’ın Nûh’u desteklemek üzere indirmiş olduğu âyet ve mucizeleri görmüşlerdi. Bunlar ise Nûh’un gerçekten doğru söylediğini kesinlikle bilmelerini gerektirecek kadar güçlü delillerdi. Bundan dolayı Nûh’un onlara şöylece cevap verdiğini görüyoruz:
#
{28} ولهذا {قال} لهم نوحٌ مجاوباً: {يا قوم أرأيتُم إن كنتُ على بيِّنةٍ من ربِّي}؛ أي: على يقين وجزم؛ يعني: وهو الرسول الكامل القدوة، الذي ينقاد له أولو الألباب، وتضمحِلُّ في جنب عقله عقول الفحول من الرجال، وهو الصادق حقًّا؛ فإذا قال: إني على بيِّنة من ربِّي؛ فحسبُك بهذا القول شهادةً له وتصديقاً. {وآتاني رحمةً من عنده}؛ أي: أوحى إليَّ وأرسلني ومنَّ عليَّ بالهداية، {فعُمِّيَتْ عليكم}؛ أي: خفيت عليكم وبها تثاقلتم، {أنُلْزِمُكموها}؛ أي: أنُكْرِهكم على ما تحقَّقناه، وشككتم أنتم فيه. وأنتم كارهونَ حتَّى حرصتُم على ردِّ ما جئتُ به، ليس ذلك ضارَّنا، وليس بقادح مِن يقيننا فيه، ولا قولكم وافتراؤكم علينا صادًّا لنا عمَّا كنَّا عليه، وإنَّما غايته أن يكون صادًّا لكم أنتم وموجباً لعدم انقيادكم للحقِّ الذي تزعمون أنَّه باطل؛ فإذا وصلت الحال إلى هذه الغاية؛ فلا نقدر على إكراهكم على ما أمر الله ولا إلزامكم ما نفرتُم عنه، ولهذا قال: {أنُلْزِمُكموها وأنتم لها كارهون}؟!
28. Nûh aleyhisselam onlara cevap vermek üzere “dedi ki: “Ey kavmim, ya ben Rabbimden açık bir delil üzerinde isem” yani bu konuda kesin ve kat’i kanaate sahip isem... Yani o, kamil ve insanlara örneklik yapacak rehber bir rasuldür, özlü akıl sahipleri kendisine itaat ederler, aklı karşısında üstün akıllıların dahi akılları eriyip gider. Yine O, gerçekten doğru sözlüdür. Öyle ki “Ben Rabbimden açık bir delil üzerindeyim” diyecek olursa bu sözü kendi lehine bir tanık ve tasdik edici bir belge olarak yeterlidir. “ve O, bana katından bir rahmet vermiş” bana vahiy göndermiş, beni elçi olarak görevlendirmiş ve bana hidâyeti lütfetmiş “de bunlar size gizli kalmışsa” siz onu fark edememiş ve onu ağırdan almış iseniz “ne dersiniz? Şimdi onu istemediğiniz halde biz, size onu zorla mı kabul ettireceğiz?” Yani bizim gerçekten doğru olduğuna inandığımız, sizin ise hakkında şüphe edip tereddüde düştüğünüz şeyi kabule sizi zorlayacak mıyız? Ki sizler o kadar nefret ediyorsunuz ki benim getirdiğimi reddetmek uğrunda bütün gayretinizi ortaya koydunuz. Ancak bunun bize zararı yok ve o, bizim bu davet hakkındaki kesin inancımızı da zedelemez. Sizin bizim aleyhimize söylediğiniz sözler ve iftiralar da izlediğimiz yoldan bizi alıkoyacak değildir. Sizin bütün bu yaptıklarınız, nihâyetinde ancak sizi doğrudan alıkoyar. Sizin batıl olduğunu haksız yere iddia ettiğiniz hakka itaat etmeyişiniz sonucunu verir. Durum bu noktaya varacak olursa biz, sizleri Allah’ın emrini kabule zorlayamayız ve O’ndan uzaklaşıp kaçtığınız sürece sizi onu kabule mecbur edemeyiz. İşte bundan dolayı Nuh aleyhisselam: “Şimdi onu istemediğiniz halde biz, size onu zorla mı kabul ettireceğiz?” demişti.
#
{29} {ويا قوم لا أسألُكم عليه}؛ أي: على دعوتي إياكم {مالاً}: فتستثقلون المغرم، {إنْ أجرِيَ إلاَّ على الله}: وكأنهم طلبوا منه طردَ المؤمنين الضعفاء، فقال لهم: {وما أنا بطاردِ الذين آمنوا}؛ أي: ما ينبغي لي ولا يَليق بي ذلك، بل أتلقَّاهم بالرُّحب والإكرام والإعزاز والإعظام، {إنَّهم ملاقو ربِّهم}: فمثيبهم على إيمانهم وتقواهم بجنات النعيم. {ولكنِّي أراكم قوماً تجهلون}: حيث تأمرونني بطرد أولياء الله وإبعادهم عنِّي، وحيث رددتُم الحقَّ لأنهم أتباعه، وحيث استدللتم على بطلان الحقِّ بقولكم: إني بشرٌ مثلكم، وإنَّه ليس لنا عليكم من فضل.
29. “Ey kavmim bu (davetime) benim sizi hakka davet etmeme “karşılık sizden hiçbir mal istemiyorum” ki kendinizi ağır bir borç yükü altında hissedesiniz. “Benim ecrimi vermek ancak Allah’a aittir.” Onlar, Nûh’tan zayıf mü’minleri kovup uzaklaştırmasını istemiş olacaklar ki o da onlara şöyle demektedir: “Ben iman edenleri kovacak da değilim.” Bana böyle bir şey yakışmaz, böyle bir şey yapamam. Aksine ben onları hoşnutlukla, güler yüzle, lütuf, ikram ve tazim ile karşılarım. “Zira onlar elbette Rablerine kavuşacaklardır.” O da onları iman ve takvalarına karşılık nimet dolu cennetlerle mükâfatlandıracaktır. “Ancak ben, sizin cahillik eden bir kavim olduğunuzu görüyorum.” Çünkü benden Allah’ın gerçek dostlarını kovup yanımdan uzaklaştırmamı istiyorsunuz. Halbuki sizler, onlar hakka tabi oldular diye hakkı reddettiniz. Sizler: “Sen de bizim gibi bir insansın” ve “Sizin bize karşı bir üstünlüğünüz yoktur” diyerek hakkı çürütmeye ve delil getirmeye kalkışırken onlar hakka tâbi oldular.
#
{30} {ويا قومِ مَن ينصُرني من الله إن طَرَدْتُهم}؛ أي: مَن يمنعني من عذابِهِ؛ فإنَّ طردهم موجب للعذاب والنَّكال الذي لا يمنعه من دون الله مانع. {أفلا تذكَّرونَ}: ما هو الأنفع لكم والأصلح وتدبَّرون الأمور؟!
30. “Ey kavmim, eğer ben onları kovarsam Allah’a karşı bana kim yardım eder?” Allah’ın azabından beni kim korur? Çünkü onları kovmak, Allah’tan başka hiçbir kimsenin engel olamayacağı büyük bir azabı ve ibretli bir cezayı gerektirir. Sizin için neyin daha faydalı neyin daha uygun olduğunu “Hiç mi düşünmezsiniz?” İşler üzerinde hiç mi kafanızı yormazsınız?
#
{31} {ولا أقول لكم عندي خزائنُ الله ولا أعلم الغيبَ ولا أقولُ إني مَلَكٌ}؛ أي: غايتي أني رسولُ الله إليكم؛ أبشِّركم وأنذركم، وما عدا ذلك؛ فليس بيدي من الأمر شيء، فليست خزائن الله عندي أدبِّرها أنا وأعطي مَنْ أشاء وأحْرُمُ مَن أشاء. {ولا أعلمُ الغيبَ}: فأخبركم بسرائِرِكم وبواطنكم، {ولا أقولُ إني مَلَك}: والمعنى أني لا أدَّعي رتبةً فوق رتبتي، ولا منزلةً سوى المنزلة التي أنزلني الله بها، ولا أحكم على الناس بظنِّي، فلا {أقول للذين تَزْدَري أعيُنكم}؛ أي: الضعفاء المؤمنين الذين يحتقرهم الملأ الذين كفروا؛ {لن يؤتيهم الله خيراً اللهُ أعلم بما في أنفسِهم}: فإن كانوا صادقينَ في إيمانهم؛ فلهم الخير الكثير، وإن كانوا غير ذلك؛ فحسابهم على الله. {إني إذاً}؛ أي: إن قلتُ لكم شيئاً ممَّا تقدَّم، {لمن الظَّالمين}: وهذا تأييس منه عليه الصلاة والسلام لقومِهِ أن ينبذَ فقراء المؤمنين أو يمقتهم، وتقنيع لقومه بالطُّرق المقنعة للمنصف.
31. “Ben size: “Allah’ın hazineleri benim yanımdadır” demiyorum.” Ben, en fazla Allah’ın size gönderdiği bir rasûlüm. Size müjde verir ve sizi uyarırım. Bunun dışında elimde bir şey yok. Allah’ın hazineleri yanımda değil. Onları çekip çeviren, idare eden ben olmadığım için dilediğime vermek, dilediğimi mahrum bırakmak da benim işim değil. “Gaybı da bilmem.” Bu yüzden sizlere içinizde gizlediklerinizi haber veremem. “Ben bir meleğim, de demiyorum.” Yani ben gerçek mertebemin üstünde bir mertebe iddiasında değilim. Allah’ın beni getirdiği konumun dışında bir konuma sahip olduğumu da iddia etmiyorum. İnsanlar hakkında da zannıma dayanarak hüküm veremem. “Gözlerinizin hor gördüğü.” kâfirler arasından ileri gelen kimselerin küçük gördüğü zayıf mü’min “kimseler hakkında: “Allah onlara hiçbir hayır vermeyecek” de diyemem. Zira onların içlerinde olanı en iyi Allah bilir.” Eğer imanlarında doğru ve samimi kimseler iseler pek çok hayır onların olacaktır. Eğer başka türlü iseler, hesaplarını görmek de Allah’a aittir. (Eğer böyle bir şey yapacak olursam) o zaman” az önce geçenlerden herhangi bir şeyi size söyleyecek olursam “ben zalimlerden olurum.” Bu sözleri ile Nûh aleyhisselam kavmine fakir mü’minleri bir kenara bırakacağı yahut onlara karşı öfkeleneceği yönünde hiçbir ümit beslememeleri gerektiğini anlatmaktadır. Diğer taraftan kavmini insaflı kimseler için ikna edici olan yollarla da ikna etmeye çalışmaktadır.
#
{32} فلما رأوه لا ينكفُّ عما كان عليه من دعوتهم ولم يدرِكوا منه مطلوبَهم؛ {قالوا يا نوحُ قد جادَلْتنا فأكثرتَ جِدالنا فأتِنا بما تَعِدُنا} [من العذابِ] {إنْ كنتَ من الصادقين}: فما أجهلهم وأضلَّهم! حيثُ قالوا هذه المقالة لنبِّيهم الناصح؛ فهلاَّ قالوا إن كانوا صادقين: يا نوحُ! قد نصحتَنا وأشفقتَ علينا ودعوتَنا إلى أمرٍ لم يتبيَّن لنا فنريدُ منك أن تبيِّنه لنا لننقادَ لك، وإلاَّ فأنت مشكورٌ في نصحك؛ لكان هذا الجواب المنصف للذي قد دُعِيَ إلى أمرٍ خفي عليه، ولكنهم في قولهم كاذبون، وعلى نبيهم متجرِّئون، ولم يردُّوا ما قاله بأدنى شبهةٍ فضلاً عن أن يردُّوه بحجَّة، ولهذا عدلوا من جهلهم وظلمهم إلى الاستعجال بالعذاب وتعجيز الله.
32. Onlar, Nûh’un kendilerini davet etmekten uzak durmadığını görüp de ondan beklentilerini elde edemeyince şöyle dediler: “Ey Nûh, bizimle gerçekten mücadele ettin ve bizimle olan bu mücadeleni çok uzattın. Eğer doğru söyleyenlerden isen haydi bizi tehdit edip durduğun (azabı) getir.” Onların iyiliğini samimi olarak isteyen o peygamberlerine bu sözleri söylemekle ne büyük bir cahillik ettiler, ne kadar da sapıttılar! Bunun yerine eğer doğru ve samimi kimseler olsalardı şöyle demeleri gerekmez miydi: “Ey Nûh, sen bize samimiyetle öğüt verdin, bize karşı şefkat gösterdin ve bizi bizim için açıklık kazanmamış bir işe çağırdın. Biz senden onu bize iyice açıklamanı istiyoruz ki sana itaat edelim. Aksi takdirde de biz sana bu öğüdün dolayısı ile teşekkür ederiz.” Böyle bir cevap vermiş olsalardı, elbetteki bu, daveti açıkça anlaşılamamış bir kimseye karşı insaflıca bir cevap olurdu. Fakat onlar, sözlerinde yalancı idiler ve peygamberlerine karşı küstahça davrandılar. Onlar, onun söylediklerini bir delile dayanarak reddetmek bir yana en küçük bir şüphe dahi ileri sürerek reddedemediler. Bundan dolayı cahillik ve zulümleri sebebi ile azabı çabucak istemeye ve akılları sıra Allah’ı âciz bırakacak bir yol tutmaya yöneldiler. Nûh aleyhisselam da onlara şöylece cevap verdi:
#
{33} ولهذا أجابهم نوحٌ عليه السلام بقوله: {إنَّما يأتيكم به الله إن شاءَ}؛ أي: إن اقتضتْ مشيئته وحكمتُه أن يُنْزِلَه بكم؛ فعل ذلك، {وما أنتم بمعجِزين}: لله، وأنا ليس بيدي من الأمر شيءٌ.
33. “Dedi ki: “Onu size, eğer dilerse, ancak Allah getirir” yani O’nun meşîet ve hikmeti bu azabı üzerinize indirmeyi gerektirirse O, bunu yapar. “ve siz” Allah’ı “âciz bırakacak değilsiniz.” Benim de elimden hiçbir şey gelmez.
#
{34} {ولا ينفعكم نُصحي إنْ أردتُ أنْ أنصَحَ لكم إن كان الله يريدُ أن يُغْوِيَكم}؛ أي: إن إرادة الله غالبةٌ؛ فإنَّه إذا أراد أن يغوِيَكم لردِّكمُ الحقَّ؛ فلو حرصتُ غاية مجهودي ونصحتُ لكم أتمَّ النُّصح ـ وهو قد فعل عليه السلام ـ؛ فليس ذلك بنافع لكم شيئاً. {هو ربُّكم}: يفعلُ بكم ما يشاء ويحكُم فيكم بما يُريدُ، {وإليه تُرْجَعون}: فيجازيكم بأعمالكم.
34. “Eğer Allah sizi saptırmak isterse ben, size öğüt vermek istesem bile bu öğüdüm size fayda vermez.” Yani üstün gelen Allah’ın iradesidir. Dolaysıyla da O, sizi hakkı reddettiğiniz için saptırmak isterse ben bütün gayretimi ortaya koysam ve size en ileri derecede öğüt versem dahi -ki o bunu zaten yapmıştı- bunun size hiçbir faydası olmayacaktır. “O, sizin Rabbinizdir” Dilediğini yapar, hakkınızda neyi dilerse o şekilde hüküm verir. “ve nihâyet ancak O’na döndürüleceksiniz.” O da size amellerinizin karşılığını verecektir.
#
{35} {أم يقولونَ افتراه}: هذا الضمير محتملٌ أن يعود إلى نوح كما كان السياق في قصتِهِ مع قومه، وأنَّ المعنى: إنَّ قومه يقولون: افترى على الله كذباً، وكَذَبَ بالوحي الذي يزعم أنَّه من الله، وأنَّ الله أمره أن يقول: {قلْ إنِ افتريتُه فعليَّ إجرامي وأنا بريء مما تُجْرِمون}؛ أي: كلٌّ عليه وزره، {ولا تَزِرُ وازرةٌ وِزْرَ أخرى}. ويُحتمل أن يكون عائداً إلى النبيِّ محمدٍ - صلى الله عليه وسلم -، وتكون هذه الآية معترضةً في أثناء قصة نوح وقومه؛ لأنَّها من الأمور التي لا يعلمها إلا الأنبياء، فلما شرع الله في قصِّها على رسوله، وكانت من جملة الآيات الدالَّة على صدقه ورسالته؛ ذكر تكذيب قومه له، مع البيان التامِّ، فقال: {أم يقولونَ افتراه}؛ أي: هذا القرآن اختلقه محمدٌ من تلقاء نفسه؛ أي: فهذا من أعجب الأقوال وأبطلها؛ فإنَّهم يعلمون أنَّه لم يقرأ ولم يكتبْ ولم يرحلْ عنهم لدراسة على أهل الكتب، فجاء بهذا الكتاب الذي تحدَّاهم أن يأتوا بسورةٍ من مثله؛ فإذا زعموا مع هذا أنَّه افتراه؛ عُلِمَ أنَّهم معاندون، ولم يبقَ فائدةٌ في حجاجهم، بل اللائق في هذه الحال الإعراضُ عنهم، ولهذا قال: {قلْ إنِ افتريتُهُ فعليَّ إجرامي}؛ أي: ذنبي وكذبي. {وأنا بريءٌ مما تجرِمون}؛ أي: فلم تستلِجُّون في تكذيبي؟
35. “Yoksa: “Onu kendisi uydurdu” mu diyorlar?” Bu buyruktaki zamirin, Nûh aleyhisselam’a ait olma ihtimali vardır, zira konu, onun, kavmi ile olan kıssasıdır. O zaman anlam şöyle olur: Kavmi: Nûh, Yüce Allah’a yalan uydurdu. Allah’tan geldiğini iddia ettiği vahyi kendisi uyduruyor, dediler. Yüce Allah da bunun üzerine ona: “Eğer onu ben uydurdu isem günahı bana aittir ve ben, sizin işlemekte olduğunuz günahlardan uzağım.” demesini emretmiştir. Yani herkes kendi günahını yüklenir. “Hiç kimse bir başkasının günahını yüklenmez.” (el-En’âm, 6/164) Bu buyruktaki zamirin Peygamberimiz Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e ait olması ve bu âyet-i kerimenin Nûh ile kavmi arasındaki kıssanın akışı içinde bir ara cümle mahiyetinde olması da muhtemeldir. Çünkü bu kıssa, peygamberlerin dışında kimsenin bilemeyeceği hususlar arasındadır. İşte Yüce Allah, bu kıssayı Rasûlüne anlatırken -ki bu kıssa onun doğruluk ve risaletine delil teşkil eden deliller arasındadır- tam ve eksiksiz açıklamaya rağmen kavminin onu yalanladığını söz konusu ederek şöyle buyurmuştur: “Yoksa: Onu” yani bu Kur’an-ı Kerim’i “kendisi uydurdu” Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem kendiliğinden uydurdu “mu diyorlar.” Böyle bir söz en şaşırtıcı ve en batıl sözlerdendir. Çünkü onlar, Muhammed’in okuma yazma bilmediğini, kitap ehlinden ders almak üzere yanlarından ayrılıp hiçbir yere gitmediğini bilirlerdi. Buna rağmen bir sure bile olsa benzerini meydana getirmeleri için kendilerine meydan okuduğu şu Kitabı getirdi. Bununla birlikte Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in bu Kitabı uydurduğunu iddia etiklerine göre onların inat ettikleri ve artık onlara karşı delil getirmenin bir faydasının kalmadığı anlaşılmış olur. Aksine böyle bir durumda uygun olan, onlardan yüz çevirmektir. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “De ki: “Eğer onu ben uydurdu isem günahı” bunun vebali ve yalanlamamın sorumluluğu “bana aittir ve ben de sizin işlemekte olduğunuz günahlardan uzağım.” O halde niçin yalanlama konusunda bu kadar ısrarlı davranıyorsunuz?
#
{36} وقوله: {وأوحي إلى نوح أنَّه لن يؤمِنَ مِن قومِكَ إلاَّ مَنْ قد آمنَ}؛ أي: قد قسوا {فلا تبتئِسْ بما كانوا يفعلون}؛ أي: فلا تحزنْ ولا تبالِ بهم وبأفعالهم؛ فإنَّ الله قد مَقَتَهم وأحقَّ عليهم عذابه الذي لا يردُّ.
36. “Kavminden daha önce iman etmiş olanlardan başkası iman etmeyecek.” Çünkü yürekleri katılaşmıştı. “O nedenle onların yaptıklarından dolayı üzülme!” Kederlenme! Onlara ve davranışlarına aldırma. Çünkü Allah onlara gazap etmiş ve artık geri çevrilmesi mümkün olmayan azabını indirmesi hak olmuştur.
#
{37} {واصنع الفُلْكَ بأعيُننا ووَحْينا}؛ أي: بحفظنا ومرأىً منَّا وعلى مرضاتنا، {ولا تخاطِبْني في الذين ظلموا}؛ أي: لا تراجِعْني في إهلاكهم، {إنَّهم مُغْرَقون}؛ أي: قد حقَّ عليهم القولُ، ونَفَذَ فيهم القدرُ.
37. “Gözlerimiz önünde ve vahyimiz doğrultusunda” yani korumamız ve gözetimimiz altında ve rızamıza uygun olarak “gemiyi yap! Zulmedenler hakkında da bana bir şey söyleme!” Onların helak edilmemesi hususunda benden bir şey isteme. “Çünkü onlar boğulacaklardır.” Artık bu konudaki azap sözümüz hak olmuştur, bu konudaki ilâhi kader geçerli olacaktır.
#
{38} فامتثلَ أمر ربِّه، وجَعَلَ يصنع الفلك، {وكلما مرَّ عليه ملأ من قومِهِ}: ورأوا ما يصنع، {سَخِروا منه قال إن تَسْخَروا منَّا}: الآن، {فإنَّا نسخَرُ منكم كما تسخَرونَ}.
38. Nûh aleyhisselam da Rabbinin emrine uyarak gemiyi yapmaya koyuldu. “Kavminin ileri gelenleri de onun yanından her geçişlerinde” ne yaptığını görüp “onunla alay ediyorlardı. O da dedi ki: Şimdi “bizimle alay ederseniz (bilin ki) sizin alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz.”
#
{39} {فسوفَ تعلمونَ مَن يأتيه عذابٌ يُخْزيه ويَحِلُّ عليه عذابٌ مقيمٌ}: نحنُ أم أنتم؟ وقد علموا ذلك حين حلَّ بهم العقاب.
39. “Yakında rezil edecek azabın kime gelip çatacağını ve kalıcı azabın da kimin başına ineceğini bileceksiniz.” Bunlar biz mi olacağız yoksa siz mi göreceksiniz. Nitekim onlar, kimin olduğunu azap başlarına geldiğinde çok iyi öğrenmiş oldular.
#
{40} {حتَّى إذا جاء أمرُنا}؛ أي: قدرُنا بوقتِ نزول العذاب بهم، {وفار التنُّور}؛ أي: أنزل الله السماء بالماء المنهمر، وفجَّر الأرض كلَّها عيوناً، حتى التنانير التي هي محلُّ النار في العادة وأبعد ما يكون عن الماء تفجَّرت، فالتقى الماءُ على أمرٍ قد قُدِرَ، {قُلْنا} لنوح: {احملْ فيها مِن كلٍّ زوجين اثنين}؛ أي: من كلِّ صنف من أصناف المخلوقات ذكر وأنثى؛ لتبقى مادَّة سائر الأجناس، وأما بقيَّة الأصناف الزائدة عن الزوجين؛ فلأنَّ السفينة لا تُطيق حملها، {وأهْلَكَ إلاَّ مَن سَبَقَ عليه القولُ}: ممَّن كان كافراً؛ كابنه الذي غرق. {ومَنْ آمن و} ـ الحال أنه ـ {ما آمَنَ معه إلا قليلٌ}.
40. “Nihâyet emrimiz gelip de” azabın ineceği vakit takdir olunca “tandır kaynayınca” yani Yüce Allah gökten şarıl şarıl akan sular indirip yerin her tarafından, hatta ateşin yakıldığı ve su bulunma ihtimali en uzak yer olan tandırlardan dahi pınarlar fışkırınca… demektir. Böylece su, önceden takdir edilmiş bir noktaya kadar geldi. Nûh’a “dedik ki: Her bir (hayvandan) birer çift” yani mahlukatın bütün türlerinden türeyecekleri köklerinin kalması için bir erkek ve bir dişi al. Bu çiftlerin dışındakileri ise geminin taşımasına imkân yoktur. “ve aleyhlerinde (helak) sözü geçmiş olanlar” suda boğulan oğlu gibi kâfir olanlar “hariç aile efradını ve iman edenleri gemiye yükle! Zaten” durum şu idi ki “onunla birlikte ancak çok az kimse iman etmişti.”
#
{41} {وقال} نوحٌ لمن أمره الله أن يحمِلَهم: {ارْكَبوا فيها بسم الله مَجْريها ومُرْساها}؛ أي: تجري على اسم الله وترسي [على اسم الله وتجري] بتسخيره وأمره. {إنَّ ربِّي لغفورٌ رحيمٌ}: حيث غَفَرَ لنا، ورَحِمنا، ونجَّانا من القوم الظالمين.
41. Nûh aleyhisselam Allah’ın kendisine gemiye yüklemesini emrettiği kimselere “dedi ki: Binin gemiye! Onun yüzüp gitmesi de durması da Allah’ın adıyladır.” Yani bu gemi Allah’ın adı ile akıp gidecek, O’nun musahhar kılması ve emri ile de demir atacakır. “Şüphesiz Rabbim Ğafûrdur, Rahîmdir.” Çünkü günahlarımızı bağışlamış, bize rahmet buyurmuş ve bizi zalimler topluluğundan kurtarmıştır.
#
{42} ثم وصف جريانَها كأنَّا نشاهدها، فقال: {وهي تجري بهم}؛ أي: بنوح ومَنْ رَكِبَ معه {في موج كالجبال}: والله حافِظُها، وحافظُ أهلها، {ونادى نوحٌ ابنَه}: لما ركب ليركبَ معه، {وكان} ابنُه {في مَعْزِل}: عنهم حين ركبوا؛ أي: مبتعداً، وأراد منه أن يقرب ليركبَ، فقال له: {يا بنيَّ اركب معنا ولا تَكُن مع الكافرين}: فيصيُبك ما يصيبهم.
42. Daha sonra Yüce Allah geminin sularda akıp gidişini gözlerimizle görüyormuşçasına şöylece anlatmaktadır: “Gemi içindekilerle” yani Nûh ve onunla birlikte gemiye binenlerle “beraber dağlar gibi dalgalar arasında akıp gidiyordu” onu ve içindekileri Allah koruyordu. “Nûh, uzak bir yere çekilmiş olan oğluna” gemiye bindiği sırada onunla birlikte binsin diye kendilerinden uzakta bulunan oğluna binmek üzere gemiye yaklaşmasını isteyerek şöyle “seslendi: Oğlum! Gel bizimle birlikte sen de (gemiye) bin, kâfirlerle beraber olma!” Yoksa onların başına gelen musibet senin de başına gelir.
#
{43} فقال ابنُه مكذِّباً لأبيهِ أنَّه لا ينجو إلاَّ مَنْ رَكِبَ [معه] السفينة: {سآوي إلى جبل يَعْصِمُني من الماء}؛ أي: سأرتقي جبلاً أمتنع به من الماء. فقال نوحٌ: {لا عاصِمَ اليوم من أمرِ الله إلاّ مَن رَحِمَ}: فلا يعصمُ أحداً جبلٌ ولا غيرُه، ولو تسبَّب بغاية ما يمكِنُه من الأسباب؛ لَمَا نجا إن لم يُنْجِهِ الله، {وحال بينَهما الموجُ فكانَ} الابنُ {من المغرَقين}.
43. “O ise” babasının, kendisiyle birlikte gemiye binenlerden başkasının kurtulamayacağına dair sözünü yalanlayarak dedi ki: “Ben, beni sudan koruyacak bir dağa sığınacağım.” O dağa çıkar ve böylelikle suya karşı kendimi korurum. Nûh ise “dedi ki: Bugün, O’nun merhamet ettiği kimselerden başka, Allah’ın emrinden kurtaracak hiçbir koruyucu yoktur.” Dağ veya başka bir şey, hiç kimseyi koruyamayacaktır. İsterse elindeki bütün imkânlarla kendisini korumaya çalışsın. Allah, o kimseyi kurtarmamışsa, o kurtulamayacaktır. “Derken aralarına bir dalga giriverdi de o” oğlu “da boğulanlardan oldu.”
#
{44} فلمَّا أغرَقَهم الله ونجَّى نوحاً ومن معه؛ و {قيل يا أرضُ ابلَعي ماءَك}: الذي خرج منك، والذي نزل إليك، ابلعي الماء الذي على وجهك، {ويا سماءُ أقلِعي}: فامتَثَلَتا لأمر الله، فابتلعتِ الأرضُ ماءها، وأقلعتِ السماء فنضب الماء من الأرض، {وقُضِيَ الأمرُ}: بهلاك المكذِّبين ونجاة المؤمنين، {واسْتَوَت} السفينةُ {على الجوديِّ}؛ أي: أرست على ذلك الجبل المعروف في أرض الموصل، {وقيلَ بُعداً للقوم الظالمين}؛ أي: أُتْبِعوا بهلاكهم لعنةً وبُعداً وسُحْقاً لا يزال معهم.
44. Yüce Allah, iman etmeyenleri suda boğup Nûh ve beraberindekileri kurtardıktan sonra “Ey yeryüzü,” senden çıkmış ve sana inmiş olan ve üzerinde bulunan “suyunu yut. Ey gök sen de (yağmurunu) tut, denildi.” Her ikisi de Allah’ın emrine uydular; yer suyunu yuttu, semâ da suyunu tuttu. “Su çekildi” yani yerden içeriye çekildi (takdir edilen) iş” yalanlayanların helâk edilmesi ve mü’minlerin de kurtarılması ile “bitirildi ve” gemi de “Cudi üzerinde karar kıldı.” Musul topraklarındaki malum dağ üzerinde demirledi. “Uzak olsun o zalimler topluluğu, denildi.” Yani helak edildikten sonra bir de yakalarını bırakmayacak bir lanetle Allah’ın rahmetinden kovulup uzaklaştırıldılar.
#
{45} {ونادى نوحٌ ربَّه فقالَ ربِّ إنَّ ابني من أهلي وإنَّ وعدَكَ الحقُّ}؛ [أي]: وقد قلتَ لي: فاحملْ فيها من كلٍّ زوجين اثنين وأهلَكَ، ولن تُخْلِفَ ما وَعَدْتَني به. لعلَّه عليه الصلاة والسلام ـ حملتْه الشفقةُ وأنَّ الله وعده بنجاة أهلِهِ ـ ظنَّ أنَّ الوعد لعمومهم؛ مَن آمن ومَن لم يؤمن؛ فلذلك دعا ربَّه بذلك الدُّعاء، ومع هذا؛ ففوَّض الأمر لحكمة الله البالغة.
45. “Nûh, Rabbine nida ederek şöyle dedi: “Ey Rabbim! Şüphesiz oğlum da benim ailemdendir. Senin vaadin de elbette haktır.” Yani sen daha önce bana: “Her bir (hayvandan) birer çift (al) ve aleyhlerinde (helak) sözü geçmiş olanlar hariç aile efradını ve iman edenleri gemiye bindir” demiştin ki sen asla bana verdiğin sözden dömezsin. Nûh aleyhisselam babalık şefkati gereği ve Yüce Allah’ın aile halkını kurtaracağına dair verdiği sözü hatırlayarak olsa gerek bu sözün, iman etsin ya da etmesin bütün aile halkı için geçerli olduğunu zannetmişti. İşte bundan dolayı Rabbine bu duada bulundu. Bununla birlikte o, bu hususu: “sen hakimler hakimisin” sözü ile Yüce Allah’ın sonsuz hikmetine havale etti.
#
{46} فقال اللهُ له: {إنَّه ليس من أهلك}: الذين وعدتُك بإنجائهم، {إنَّه عملٌ غيرُ صالح}؛ أي: هذا الدُّعاء الذي دعيتَ به لنجاة كافر لا يؤمنُ بالله ولا رسوله، {فلا تَسْألْنِ ما ليس لك به علمٌ}؛ أي: ما لا تعلم عاقبته ومآله، وهل يكون خيراً أو غير خير. {إني أعظُك أن تكونَ من الجاهلين}؛ أي: إني أعظُك وعظاً تكون به من الكاملين، وتنجو به من صفات الجاهلين.
46. Yüce Allah da ona şöyle dedi: “Ey Nûh! O, senin” benim sana kendilerini kurtaracağımı vaad ettiğim “ailenden değildir. Çünkü o” yani senin yaptığın bu dua “salih olmayan bir ameldir.” Zira bu dua, Allah’a ve peygamberine iman etmeyen kâfir bir kimsenin kurtarılması içindi. “Bilgin olmayan” sonucunu, akıbetini, hayır mı şer mi olacağını bilmediğin “bir şeyi benden isteme. Ben cahillerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum.” Ben, sana olgun ve kemale erenlerden olmanı sağlayacak ve cahillerin niteliklerinden uzak olmana vesile olacak şekilde öğüt veriyorum.
#
{47} فحينئذٍ ندمَ نوحٌ عليه السلام ندامةً شديدةً على ما صَدَرَ منه، و {قال ربِّ إنِّي أعوذُ بك أن أسألَكَ ما ليس لي به علمٌ وإلاَّ تَغْفِرْ لي وترحَمْني أكن من الخاسرينَ}: فبالمغفرة والرحمة ينجو العبدُ من أن يكون من الخاسرين. ودلَّ هذا على أنَّ نوحاً عليه السلام لم يكنْ عندَه علمٌ بأنَّ سؤاله لربِّه في نجاة ابنه محرَّمٌ داخلٌ في قوله: {ولا تخاطِبْني في الذين ظَلَموا إنَّهم مغرقونَ}، بل تعارض عندَه الأمران، وظنَّ دخوله في قوله: {وأهلَكَ}، وبعد هذا تبيَّن له أنَّه داخلٌ في المنهيِّ عن الدعاء لهم والمراجعة فيهم.
47. O vakit Nûh aleyhisselam yaptıklarından dolayı çok büyük ölçüde pişman oldu ve şöyle dedi: “Ey Rabbim! Bilgim olmayan bir şeyi senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen zarara uğrayanlardan olurum.” Kul, zarara uğrayanlardan olmaktan ancak Allah’ın mağfiret ve rahmeti ile kurtulur. Bu da Nûh aleyhisselam’ın, Rabbinden oğlunun kurtarılması için dilekte bulunmasının haram olduğuna ve böyle bir isteğin Yüce Allah’ın: “Zulmedenler hakkında da bana bir şey söyleme!” (37. âyet) buyruğunun kapsamına girdiğine dair bir bilgisinin bulunmadığına delildir. Aksine o, bu iki hüküm arasında kalmış ve oğlunun Yüce Allah’ın: “Aile efradını... bindir” buyruğunun kapsamına girdiğini sanmıştı. Böylelikle Nûh, oğlunun kendilerine dua edilmesi ve haklarında istekte bulunulması yasak kılınan kimselerden olduğunu açıkça anlamış oldu.
#
{48} {قيل يا نوحُ اهبطْ بسلام منَّا وبركاتٍ عليك وعلى أمم ممَّن معكَ}: من الآدميين وغيرهم من الأزواج التي حملها معه، فبارك الله في الجميع، حتى ملؤوا أقطار الأرض ونواحيها {وأممٌ سنمتِّعهم}: في الدُّنيا، {ثم يمسُّهم منَّا عذابٌ أليمٌ}؛ أي: هذا الإنجاء ليس بمانع لنا من أنَّ مَنْ كَفَرَ بعد ذلك؛ أحلَلْنا به العقاب، وإنْ مُتِّعوا قليلاً؛ فسيؤخذون بعد ذلك.
48. “Tarafımızdan hem sana hem de beraberindeki ümmetlere” yani gerek Âdemoğullarından olsun gerekse de gemiye aldığı çiftlerden olsun beraberindeki herkese “bir selâmet ve nice bereketlerle…” Böylelikle Yüce Allah, hepsine bereket ihsan etti de onlar, yeryüzünün dört bir tarafını doldurdular. (Birtakım) ümmetler de vardır ki biz onları” dünyada “faydalandıracağız. Sonra da onlara tarafımızdan can yakıcı bir azap dokunacaktır.” Yani bizim bu kurtarmamız, bundan sonra küfre sapan kimselere ceza vermemize engel olmayacaktır. Her ne kadar kısa bir süre faydalandırılsalar bile daha sonra azap onları yakalayacaktır.
#
{49} قال الله لنبيِّه محمد - صلى الله عليه وسلم - بعدما قصَّ عليه هذه القصة المبسوطة التي لا يعلمها إلاَّ مَنْ مَنَّ عليه برسالته: {تلك من أنباء الغيبِ نوحيها إليكَ ما كنتَ تعلمُها أنت ولا قومُك مِن قَبْلِ هذا}: فيقولوا: إنَّه كان يعلمها؛ فاحمدِ الله واشكُرْه واصبرْ على ما أنت عليه من الدِّين القويم والصِّراط المستقيم والدَّعوة إلى الله. {إنَّ العاقبةَ للمتَّقين}: الذين يتَّقون الشرك وسائر المعاصي، فستكون لك العاقبةُ على قومِكَ كما كانت لنوح على قومِهِ.
49. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e risaleti lütfeden Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceği bu ayrıntılı kıssayı anlattıktan sonra Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır: “…Onları bundan önce ne sen biliyordun, ne de kavmin.” O nedenle O, bunu daha önce biliyordu, diyemezler. Şimdi Allah’a hamd-ü senâda bulun ve O’na şükret. Bu dosdoğru din, Sırat-ı Müstakim ve Allah’a davet yolunda sabret. Çünkü “âkıbet hiç şüphesiz korkup sakınanlarındır.” Yani şirkten ve diğer günahlardan sakınanlaradır. Nasıl ki Nûh aleyhisselam sonunda kavmine üstün geldi ve kurtarıldı ise aynı şekilde kavmine karşı güzel son da senin olacaktır.
Ayet: 50 - 60 #
{وَإِلَى عَادٍ أَخَاهُمْ هُودًا قَالَ يَاقَوْمِ اعْبُدُوا اللَّهَ مَا لَكُمْ مِنْ إِلَهٍ غَيْرُهُ إِنْ أَنْتُمْ إِلَّا مُفْتَرُونَ (50) يَاقَوْمِ لَا أَسْأَلُكُمْ عَلَيْهِ أَجْرًا إِنْ أَجْرِيَ إِلَّا عَلَى الَّذِي فَطَرَنِي أَفَلَا تَعْقِلُونَ (51) وَيَاقَوْمِ اسْتَغْفِرُوا رَبَّكُمْ ثُمَّ تُوبُوا إِلَيْهِ يُرْسِلِ السَّمَاءَ عَلَيْكُمْ مِدْرَارًا وَيَزِدْكُمْ قُوَّةً إِلَى قُوَّتِكُمْ وَلَا تَتَوَلَّوْا مُجْرِمِينَ (52) قَالُوا يَاهُودُ مَا جِئْتَنَا بِبَيِّنَةٍ وَمَا نَحْنُ بِتَارِكِي آلِهَتِنَا عَنْ قَوْلِكَ وَمَا نَحْنُ لَكَ بِمُؤْمِنِينَ (53) إِنْ نَقُولُ إِلَّا اعْتَرَاكَ بَعْضُ آلِهَتِنَا بِسُوءٍ قَالَ إِنِّي أُشْهِدُ اللَّهَ وَاشْهَدُوا أَنِّي بَرِيءٌ مِمَّا تُشْرِكُونَ (54) مِنْ دُونِهِ فَكِيدُونِي جَمِيعًا ثُمَّ لَا تُنْظِرُونِ (55) إِنِّي تَوَكَّلْتُ عَلَى اللَّهِ رَبِّي وَرَبِّكُمْ مَا مِنْ دَابَّةٍ إِلَّا هُوَ آخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا إِنَّ رَبِّي عَلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ (56) فَإِنْ تَوَلَّوْا فَقَدْ أَبْلَغْتُكُمْ مَا أُرْسِلْتُ بِهِ إِلَيْكُمْ وَيَسْتَخْلِفُ رَبِّي قَوْمًا غَيْرَكُمْ وَلَا تَضُرُّونَهُ شَيْئًا إِنَّ رَبِّي عَلَى كُلِّ شَيْءٍ حَفِيظٌ (57) وَلَمَّا جَاءَ أَمْرُنَا نَجَّيْنَا هُودًا وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ بِرَحْمَةٍ مِنَّا وَنَجَّيْنَاهُمْ مِنْ عَذَابٍ غَلِيظٍ (58) وَتِلْكَ عَادٌ جَحَدُوا بِآيَاتِ رَبِّهِمْ وَعَصَوْا رُسُلَهُ وَاتَّبَعُوا أَمْرَ كُلِّ جَبَّارٍ عَنِيدٍ (59) وَأُتْبِعُوا فِي هَذِهِ الدُّنْيَا لَعْنَةً وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ أَلَا إِنَّ عَادًا كَفَرُوا رَبَّهُمْ أَلَا بُعْدًا لِعَادٍ قَوْمِ هُودٍ (60)}.
50- Âd’a da kardeşleri Hûd’u gönderdik. Dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a ibadet edin. Sizin O’ndan başka hiçbir (hak) ilahınız yok. Siz (O'ndan başkasına ibadet etmekle) sadece iftira ediyorsunuz.” 51- “Ey kavmim! Ben bu (davetime) karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ecrimi vermek ancak beni yaratana aittir. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?” 52- “Ey kavmim! Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra O’na tevbe edin ki üzerinize gökten bol bol yağmur göndersin ve gücünüze güç katsın. Günahkar bir halde yüz çevirmeyin.” 53- Dediler ki: “Ey Hûd! Sen bize açık bir delil getirmedin. Biz senin sözüne bakıp ilahlarımızı terk edecek değiliz. Sana inancak da değiliz.” 54-55- “Biz ancak şunu deriz ki: İlahlarımızdan biri seni fena çarpmış!” Hud dedi ki: “Ben Allah’ı şahit tutuyorum, siz de şahit olun ki Ben sizin Alah’ın dışında (O’na) ortak koştuklarınızın hepsinden uzağım. Artık hepiniz bana (istediğiniz) tuzağı kurun. Sonra da bir an olsun mühlet tanımayın.” 56- “Şüphesiz ki ben, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a güvenip dayandım. (Zira yeryüzünde) kımıldayan hiçbir canlı yoktur ki idaresi O’nun elinde olmasın. Benim Rabbim gerçekten dosdoğru bir yol üzeredir.” 57- “Eğer yüz çevirirseniz (bilin ki) ben, benimle size gönderilen her şeyi size tebliğ ettim. Rabbim sizin yerinize başka bir kavim getirecek ve siz de O’na hiçbir zarar veremeyeceksiniz. Şüphesiz ki Rabbim, her şeyin üstünde gözetleyicidir.” 58- (Azap) emrimiz gelince Hûd’u da beraberindeki mü’minleri de katımızdan bir rahmetle kurtuluşa erdirdik ve onları çok ağır bir azaptan kurtardık. 59- İşte Âd! Rablerinin âyetlerini bile bile inkâr ettiler, O’nun peygamberlerine asi oldular ve her inatçı zorbanın emri ardınca gittiler. 60- Hem bu dünyada lanete uğradılar hem de kıyamet gününde. Haberiniz olsun ki Âd, Rablerini inkar etti ve yine haberiniz olsun ki Hûd’un kavmi olan Âd (ilahi rahmetten) uzak düştü.
#
{50} أي: {و} أرسلنا {إلى عادٍ}: وهم القبيلة المعروفة في الأحقاف من أرض اليمن، {أخاهم}: في النسب، {هوداً}: ليتمكَّنوا من الأخذ عنه والعلم بصدقه، فقال لهم: {اعبُدوا الله ما لكم من إلهٍ غيرُه إنْ أنتُم إلاَّ مفتَرون}؛ أي: أمرهم بعبادة الله وحده، ونهاهم عمَّا هم عليه من عبادة غير الله، وأخبرهم أنَّهم قد افتَرَوا على الله الكذب في عبادتهم لغيره وتجويزهم لذلك، ووَضَّحَ لهم وجوب عبادة الله وفساد عبادة ما سواه.
50. “Âd’a da” yani Yemen topraklarında bulunan ve Ahkâf diye bilinen yerde, meşhur bir kabile olan Âd kavmine de neseb itibari ile “kardeşleri Hud’u gönderdik” ki doğru sözlülüğü dolayısı ile vahyi ve ilmi öğrenme imkânı bulabilsinler. O da onlara “dedi ki: Ey kavmim! Allah’a ibadet edin. Sizin O’ndan başka hiçbir (hak) ilahınız yok. Siz (O'ndan başkasına ibadet etmekle) sadece iftira ediyorsunuz.” Yani Hûd aleyhisselam onlara yalnızca Allah’a ibadet etmelerini emretti. Allah’tan başkasına ibadet etmekten vazgeçmelerini istedi. O’ndan başkasına ibadet etmek ve bunu caiz görmek sureti ile de Yüce Allah’a iftirada bulunduklarını bildirdi. Yalnızca Allah’a ibadet etmelerinin gerekliliğini ve O’nun dışındaki varlıklara ibadetin yanlışlığını açıkladı.
#
{51} ثم ذكر عدم المانع لهم من الانقياد، فقال: {يا قومِ لا أسألُكم عليه أجراً}؛ أي: غرامة من أموالكم على ما دعوتكم إليه فتقولوا: هذا يريدُ أن يأخذَ أموالنا، وإنما أدعوكم وأعلِّمكم مجاناً. {إن أجْرِيَ إلاَّ على الذي فطرني أفلا تعقلون}: ما أدعوكم إليه وأنَّه موجبٌ لقبوله، منتفٍ المانع عن ردِّه.
51. Sonra da emrine itaat etmelerine hiçbir engel bulunmadığını söz konusu ederek şöyle dedi: “Ey kavmim! Ben bu (davetime) karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum.” Davet etmem karşılığında mallarınızdan herhangi bir ödeme istemiyorum. Siz de: Bu, bizim mallarımızı almak istiyor, diyemezsiniz. Ben karşılıksız olarak size davette bulunuyor ve size gerçekleri öğretiyorum. “Benim ecrimi vermek ancak beni yaratana aittir. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?” Sizi davet ettiğim şeyi, onun kabul edilmesi gerektiğini ve onu redetmeyi gerektiren hiçbir hususun bulunmadığını düşünüp anlamayacak mısınız?
#
{52} {ويا قوم استغفروا ربكم}: عما مضى منكم، {ثم توبوا إليه}: فيما تستقبلونه بالتوبة النَّصوح والإنابة إلى الله تعالى؛ فإنَّكم إذا فعلتم ذلك؛ {يُرْسِل السماءَ عليكُم مِدْراراً}: بكثرة الأمطار التي تَخْصُبُ بها الأرض ويكثر خيرها، {ويَزدْكم قوةً إلى قوَّتكم}: فإنَّهم كانوا من أقوى الناس، ولهذا قالوا: {من أشدُّ مِنَّا قوَّةً}، فوعدهم أنَّهم إن آمنوا زادهم قوَّةً إلى قوَّتهم، {ولا تتولَّوا}: عنه؛ أي: عن ربكم {مجرمين}؛ أي: مستكبرين عن عبادته، متجرِّئين على محارمه.
52. “Ey kavmim” geçmişte yaptıklarınızdan ötürü “Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra” gelecekte de “O’na tevbe edin” samimi olarak tevbe edip Allah’a dönün “ki” bunu yapacak olursanız “üzerinize gökten” yerin verimli olmasını sağlayacak, bol mahsul vermesine sebep teşkil edecek “bol bol yağmur göndersin e gücünüze güç katsın.” Çünkü insanlar arasında en güçlü olanlar onlar idi. Bu yüzden: “Bizden daha güçlü kim vardır?” (Fussilet, 41/15) demişlerdi. İşte peygamberleri de eğer iman edecek olurlarsa Allah’ın güçlerine güç katacağını vaat etmişti. “Günahkar bir halde” kibirlenip O’na ibadet etmekten burun kıvırarak ve O’nun haram kıldığı şeyleri işleme cesareti göstererek Rabbinizden “yüz çevirmeyin.”
#
{53} فقالوا رادِّين لقوله: {يا هودُ ما جئتَنا ببيِّنةٍ}: إن كان قصدُهم بالبينة البينة التي يقترحونها؛ فهذه غير لازمة للحقِّ، بل اللازم أن يأتي النبيُّ بآية تدلُّ على صحة ما جاء به، وإن كان قصدُهم أنه لم يأتهم ببيِّنة تشهدُ لما قاله بالصحة؛ فقد كذبوا في ذلك؛ فإنَّه ما جاء نبيٌّ لقومه إلاَّ وبعث الله على يديه من الآيات ما يؤمن على مثله البشر، ولو لم يكن له آية إلاَّ دعوتُه إياهم لإخلاص الدين لله وحده لا شريك له، والأمر بكلِّ عمل صالح وخُلُق جميل، والنهي عن كلِّ خُلُق ذميم من الشرك بالله والفواحش والظُّلم وأنواع المنكرات، مع ما هو مشتملٌ عليه هودٌ عليه السلام من الصفات التي لا تكون إلاَّ لخيار الخلق وأصدقهم، لكفى بها آيات وأدلة على صدقه، بل أهل العقول وأولو الألباب يرون أنَّ هذه الآية أكبر من مجرَّد الخوارق التي يراها بعض الناس هي المعجزات فقط. ومن آياته وبيِّناته الدالة على صدقه أنَّه شخصٌ واحدٌ، ليس له أنصار ولا أعوان، وهو يصرخُ في قومه ويناديهم ويعجِزُهم ويقول لهم: إنِّي توكلتُ على الله ربِّي وربكم، {إنِّي أُشْهِدُ اللهَ واشْهَدوا أنِّي بريءٌ مما تشرِكونَ. من دونِهِ فكيدوني جميعاً ثم لا تُنظِرونِ}: وهم الأعداءُ الذين لهم السَّطوة والغَلَبة، ويريدون إطفاء ما معه من النور بأيِّ طريق كان، وهو غير مكترث منهم ولا مبال بهم، وهم عاجزون لا يقدرون أن ينالوه بشيءٍ من السُّوء، إنِّ في ذلك لآيات لقوم يعقلون. وقولهم: {وما نحنُ بتارِكي آلهتنا عن قولِكَ}؛ أي: لا نترك عبادةَ آلهتنا لمجرَّد قولِكَ الذي ما أقمتَ عليه بيِّنةً بزعمهم. {وما نحنُ لك بمؤمنينَ}: وهذا تأييس منهم لنبيِّهم هودٍ عليه السلام في إيمانهم، وأنهم لا يزالون في كفرهم يعمهون.
53. Hud’un söylediklerini reddetmek üzere “Ey Hûd! Sen bize açık bir delil getirmedin.” dediler. Eğer bundan kasıtları, göstermesini istedikleri mucize türünden bir şeyse bu, hakkın kabulü için gerekli değildir. Aksine gerekli olan peygamberin, getirdiğinin doğruluğunu gösteren bir delil getirmesidir. Eğer maksatları onun, kendilerine söylediklerinin doğruluğuna tanıklık edecek herhangi bir delil getirmediği ise bu iddialarında yalan söylemişlerdir. Çünkü bir peygamber kavmine gönderildi mi, mutlaka Allah ona insanların benzerini görmeleri halinde iman etmelerini gerektirecek türden deliller verir. Şâyet Hûd’un hiçbir delil ve belgesi bulunmamış olsaydı bile kavmini, dini Allah’a halis kılıp O’na hiçbir kimseyi ortak koşmamaya çağırması, salih olan her bir işi ve güzel ahlakı emredip hayasızlıklar, zulüm ve türlü kötülükleri ihtiva eden her çeşit kötü huydan uzak kalmayı yasaklaması, sahip olduğu ve ancak insanların en hayırlılarında, en doğru sözlülerinde bir arada bulunabilecek nitelikleri, işte yalnız bunlar bile onun doğruluğunu ispatlamak için tek başına yeterli bir delildir. Hatta akıl sahibi kimseler, böyle bir delili, bazı kimselerin mucize olarak sadece kendisini kabul ettikleri birtakım olağanüstü hadiselerden bile daha büyük bir mucize olarak görürler. Onun doğruluğuna delil olan apaçık belgelerinden birisi de tek başına, yardımcı ve desteği bulunmayan bir şahıs olmasına rağmen kavmine yüksek sesle seslenerek ve acizliklerini ortaya koyarak: “Şüphesiz ki ben, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah’a güvenip dayandım.” “Ben Allah’ı şahit tutuyorum, siz de şahit olun ki Ben sizin Alah’ın dışında (O’na) ortak koştuklarınızın hepsinden uzağım. Artık hepiniz bana (istediğiniz) tuzağı kurun. Sonra da bir an olsun mühlet vermeyin” demesidir. Halbuki onlar, güç ve üstünlük sahibi düşmanları idi ve onun beraberindeki nuru hangi yolla olursa olsun söndürmek istiyorlardı. O ise hiçbir şekilde onlara aldırmıyor ve tasaya düşmüyordu. Kavmi ona herhangi bir kötülük yapamayacak aciz duruma düşmüşlerdi. Şüphesiz ki bunda aklını kullanan bir topluluk için pekçok deliller vardır. “Biz senin sözüne bakıp ilahlarımızı terk edecek değiliz.” Biz -kendi kanaatlerince- senin hakkında herhangi bir delil getirmediğin sözler dolayısı ile ilahlarımıza ibadeti terk etmeyiz. “Sana inancak da değiliz.” Bu sözleri ile peygamberlerinin, kendilerinin iman edecekleri konusundaki ümidini kesmek istiyor ve küfürleri üzerinde kör ve şaşkın hallerini sürdüreceklerini ifade ediyorlardı.
#
{54} {إن نقولُ}: فيك {إلاَّ اعتراكَ بعضُ آلهتنا بسوءٍ}؛ أي: أصابتك بخبال وجنون، فصرتَ تَهْذي بما لا يُعْقَلُ؛ فسبحان من طبع على قلوب الظالمين! كيف جعلوا أصدقَ الخلق الذي جاء بأحقِّ الحقِّ بهذه المرتبة التي يستحي العاقل من حكايتها عنهم، لولا أنَّ الله حكاها عنهم؟!
54-55. “Biz” senin hakkında “ancak şunu deriz ki: İlahlarımızdan biri seni fena çarpmış” ve senin aklını oynatmana sebep olmuş. Bundan dolayı sen akıllı kimselerin söylemeyeceği türden hezeyanlar söyler oldun. Zalimlerin kalplerine mühür vuran Allah her türlü eksiklikten münezzehtir! Nasıl olur da doğrunun da doğrusunu getiren ve insanların en doğru sözlüsü olan bir kimse karşısında -eğer Yüce Allah söylediklerini nakletmemiş olsaydı- aklı başında bir kimsenin, söylediklerini nakletmekten dahi utanacağı böyle aşağılık bir seviyeye düşüyorlar? Buna karşılık Hûd aleyhisselam da kavminden olsun, onların taptıkları ilahlardan olsun kendisine hiçbir zarar gelmeyeceğinden son derece emin olarak şunları söyledi: “Artık hepiniz” imkân bulacağınız bütün yollarla bana zarar vermenin yollarını arayın; “bana (istediğiniz) tuzağı kurun. Sonra da bir an olsun mühlet tanımayın.” hiç süre vermeyin.
#
{56} {إني توكلتُ على الله}؛ أي: اعتمدت في أمري كلِّه على الله، {ربِّي وربِّكم}؛ أي: هو خالق الجميع ومدبِّرنا وإيَّاكم، وهو الذي ربَّانا. {ما من دابَّةٍ إلاَّ هو آخذٌ بناصيتها}: فلا تتحرَّك ولا تسكُن إلا بإذنِهِ؛ فلو اجتمعتُم جميعاً على الإيقاع بي، والله لم يسلِّطْكم عليَّ؛ لم تقدِروا على ذلك؛ فإن سلَّطكم فلحكمةٍ أرادَها. {إنَّ ربِّي على صراطٍ مستقيم}؛ أي: على عدل وقِسْطٍ وحكمةٍ وحمدٍ في قضائه وقَدَرِهِ و [في] شرعِهِ وأمره وفي جزائه وثوابه وعقابه، لا تخرجُ أفعالُه عن الصراط المستقيم التي يُحْمَد، ويُثنى عليه بها.
56. “Şüphesiz ki ben, benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan” yani hepimizin yaratıcısı, bizi de sizleri de çekip çeviren, ihtiyaçlarımızı karşılayan ve bizi terbiye edip besleyen “Allah’a güvenip dayandım.” Bütün işlerimde ben ona bel bağladım. (Zira yeryüzünde) kımıldayan hiçbir canlı yoktur ki idaresi O’nun elinde olmasın.” O’nun izni olmaksızın hiçbir canlı ne hareket edebilir, ne de hareketsiz kalabilir. Eğer hepiniz bana zarar vermek için bir araya gelecek olsanız dahi O, sizi bana musallat kılmadı ise sizin buna gücünüz yetmeyecektir. Eğer bu konuda size imkân verirse, bu da O’nun dilediği bir hikmet dolayısı ile olacaktır. “Benim Rabbim gerçekten dosdoğru bir yol üzeredir.” O ne yaparsa adalet ve hikmete dayalı olarak yapar. O’nun kazası da, kaderi de, şeriatı da, emri de, cezası da, mükâfatı da, cezalandırması da hikmetlidir ve bundan ötürü her türlü övgüye layık olandır. Bütün işleri de kendisine hamd ve senâ edilmesini gerektiren şekilde dosdoğru yol üzeredir.
#
{57} {فإن تولَّوا}: عما دعوتُكم إليه، {فقد أبلغتكُم ما أُرْسِلْتُ به إليكم}: فلم يبقَ عليَّ تَبِعَةٌ من شأنكم، {ويستخلِفُ ربِّي قوماً غيركم}: يقومون بعبادته ولا يشرِكون به شيئاً، {ولا تضرُّونه شيئاً}: فإنَّ ضرركم إنما يعودُ إليكم ؛ فالله لا تضرُّه معصية العاصين ولا تنفعه طاعةُ الطائعين ، مَنْ عمل صالحاً؛ فلنفسه، ومَن أساء؛ فعليها. {إنَّ ربِّي على كلِّ شيء حفيظٌ}.
57. “Eğer” benim sizi kendisine davet ettiğim yoldan “yüz çevirirseniz (bilin ki) ben, benimle size gönderilen her şeyi size tebliğ ettim.” Dolayısı ile benim size karşı herhangi bir sorumluluğum kalmamıştır. “Rabbim sizin yerinize” O’na ibadet edecek ve hiçbir şeyi O’na ortak koşmayacak “başka bir kavim getirecek ve siz de O’na hiçbir zarar veremeyeceksiniz.” Çünkü sizin zararınız ancak size döner. Hiçbir isyankârın isyanı O’na zarar vermez. İtaatkârların itaatının da O’na faydası olmaz: “Kim salih bir amel işlerse kendi lehinedir, kim de kötülük yaparsa kendi aleyhinedir.” (Fussilet, 41/46) “Şüphesiz ki Rabbim her şeyin üstünde gözetleyicidir.”
#
{58} {ولما جاء أمرُنا}؛ أي: عذابُنا بإرسال الريح العقيم التي ما تَذَرُ من شيء أتت عليه إلاَّ جَعَلَتْهُ كالرَّميم؛ {نجَّينا هوداً والذين آمنوا معه برحمةٍ منَّا ونَجَّيْناهم من عذاب غليظٍ}؛ أي: عظيم شديد أحلَّه الله بعادٍ فأصبحوا لا يُرى إلاَّ مساكنُهم.
58. “Emrimiz” yani azabımız; “o neye uğradıysa mutlaka onu ufaltıp kül gibi koyan” (ez-Zâriyât, 51/42) o kısır rüzgar “gelince Hûd’u da beraberindeki mü’minleri de katımızdan bir rahmetle kurtuluşa erdirdik ve onları çok ağır” çok büyük “bir azaptan kurtardık.” Sabah olduğunda onların meskenlerinden başka hiçbir şey görünmüyordu.
#
{59} {وتلك عادٌ}: الذين أوقع الله بهم ما أوقعَ بظُلْم منهم لأنهم {جَحَدوا بآيات ربِّهم}: ولهذا قالوا لهود: ما جئتَنا ببيِّنةٍ! فتبيَّن بهذا أنهم متيقِّنون لدعوته، وإنما عاندوا وجحدوا، {وعَصَوا رُسُلَه}؛ لأنَّ من عصى رسولاً؛ فقد عصى جميع المرسلين؛ لأنَّ دعوتهم واحدة، {واتَّبعوا أمر كلِّ جبارٍ}؛ أي: متسلِّط على عباد الله بالجبروت، {عنيدٍ}؛ أي: معاند لآيات الله، فعصَوْا كلَّ ناصح ومشفق عليهم، واتَّبعوا كلَّ غاشٍّ لهم يريد إهلاكَهم، لا جَرَمَ أهلكهم الله.
59. “İşte” Yüce Allah’ın zulmetmeleri sebebi ile başlarına bu azabı getirmiş olduğu “Âd!” Çünkü onlar, “Rablerinin âyetlerini bile bile inkâr ettiler.” Sen bize apaçık bir delil getirmedin, dediler. Böylelikle onların Hûd’un çağrısının doğruluğuna inanmakla birlikte inatlaşarak onu bile bile inkâr ettikleri açıkça ortaya çıkmaktadır. “O’nun peygamberlerine asi oldular.” Çünkü bir peygambere asi olan bir kimse bütün peygamberlere asi olmuş demektir. Zira onların davetleri birdir. Yine onlar, Allah’ın âyetlerine karşı inatlaşan “her inatçı” Allah’ın kullarına da zorbalıkla musallat olan her “zorbanın emri ardınca gittiler.” Kendilerine samimiyetle öğüt veren ve kendilerine şefkat gösteren herkese karşı isyan etmeleri yetmediği gibi bir de kendilerini helâke götürmek isteyen her bir aldatıcının arkasından gittiler. Allah da onları helâk etti.
#
{60} {وأتبعوا في هذه الدُّنيا لعنةً}: فكل وقتٍ وجيل إلا ولأنبائهم القبيحة وأخبارهم الشنيعة ذِكْرٌ يذكَرون به وذمٌّ يلحقُهم. {ويوم القيامة}: لهم أيضاً لعنةٌ، {ألا إنَّ عاداً كفروا ربَّهم}؛ أي: جحدوا مَنْ خَلَقَهم ورَزَقَهم وربَّاهم. {ألا بعداً لعادٍ قوم هود}؛ أي: أبعدهم الله عن كلِّ خير، وقرَّبهم من كلِّ شرٍّ.
60. “Hem bu dünyada lanete uğradılar hem de kıyamet gününde.” Bu kötü haberleri ve çirkin halleri dolayısı ile onlar, her zaman ve her kuşak içinde mutlaka bu kötülükleri ile anılır ve bundan dolayı arkalarından yergiler yetiştirilir. “Haberiniz olsun ki Âd kavmi Rablerini inkar etti” Kendilerini yaratanı, rızıklandıran ve besleyip büyüteni bile bile tanımayıp reddettiler. “ve yine haberiniz olsun ki Hûd’un kavmi olan Âd (ilahi rahmetten) uzak düştü.” Yüce Allah onları her türlü hayırdan uzaklaştırmakla birlikte her türlü kötülüğe de onlara yaklaştırdı.
Ayet: 61 - 68 #
{وَإِلَى ثَمُودَ أَخَاهُمْ صَالِحًا قَالَ يَاقَوْمِ اعْبُدُوا اللَّهَ مَا لَكُمْ مِنْ إِلَهٍ غَيْرُهُ هُوَ أَنْشَأَكُمْ مِنَ الْأَرْضِ وَاسْتَعْمَرَكُمْ فِيهَا فَاسْتَغْفِرُوهُ ثُمَّ تُوبُوا إِلَيْهِ إِنَّ رَبِّي قَرِيبٌ مُجِيبٌ (61) قَالُوا يَاصَالِحُ قَدْ كُنْتَ فِينَا مَرْجُوًّا قَبْلَ هَذَا أَتَنْهَانَا أَنْ نَعْبُدَ مَا يَعْبُدُ آبَاؤُنَا وَإِنَّنَا لَفِي شَكٍّ مِمَّا تَدْعُونَا إِلَيْهِ مُرِيبٍ (62) قَالَ يَاقَوْمِ أَرَأَيْتُمْ إِنْ كُنْتُ عَلَى بَيِّنَةٍ مِنْ رَبِّي وَآتَانِي مِنْهُ رَحْمَةً فَمَنْ يَنْصُرُنِي مِنَ اللَّهِ إِنْ عَصَيْتُهُ فَمَا تَزِيدُونَنِي غَيْرَ تَخْسِيرٍ (63) وَيَاقَوْمِ هَذِهِ نَاقَةُ اللَّهِ لَكُمْ آيَةً فَذَرُوهَا تَأْكُلْ فِي أَرْضِ اللَّهِ وَلَا تَمَسُّوهَا بِسُوءٍ فَيَأْخُذَكُمْ عَذَابٌ قَرِيبٌ (64) فَعَقَرُوهَا فَقَالَ تَمَتَّعُوا فِي دَارِكُمْ ثَلَاثَةَ أَيَّامٍ ذَلِكَ وَعْدٌ غَيْرُ مَكْذُوبٍ (65) فَلَمَّا جَاءَ أَمْرُنَا نَجَّيْنَا صَالِحًا وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ بِرَحْمَةٍ مِنَّا وَمِنْ خِزْيِ يَوْمِئِذٍ إِنَّ رَبَّكَ هُوَ الْقَوِيُّ الْعَزِيزُ (66) وَأَخَذَ الَّذِينَ ظَلَمُوا الصَّيْحَةُ فَأَصْبَحُوا فِي دِيَارِهِمْ جَاثِمِينَ (67) كَأَنْ لَمْ يَغْنَوْا فِيهَا أَلَا إِنَّ ثَمُودَ كَفَرُوا رَبَّهُمْ أَلَا بُعْدًا لِثَمُودَ (68)}.
61- Semûd’a da kardeşleri Salih’i gönderdik. Dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a ibadet edin, sizin O’ndan başka hiçbir (hak) ilahınız yok. O, sizi yerden/topraktan yarattı ve yine orada size yaşama imkanı sağladı. O halde O’ndan mağfiret dileyin, sonra O’na tevbe edin. Şüphesiz ki Rabbim çok yakındır, duaları kabul edendir.” 62- Dediler ki: “Ey Sâlih! Sen bundan önce aramızda ümit beslenen bir kimse idin. Şimdi bizi atalarımızın taptıklarına tapmaktan engellemeye mi çalışıyorsun? Biz, senin bizi davet ettiğin konuda gerçekten büyük bir şüphe içindeyiz.” 63- Dedi ki: “Ey kavmim! Söyleyin bana; eğer ben Rabbimden apaçık bir delil üzerinde isem ve O, bana katından bir rahmet vermişse, ben de (bu durumda) O’na isyan edersem Allah’a karşı bana kim yardım edebilir? (O takdirde) siz de benim zararımı artırmaktan başka bir şey yapmış olmazsınız. 64- “Ey kavmim! İşte size bir mucize olmak üzere Allah’ın (gönderdiği) dişi devesi! Onu bırakın da Allah’ın arzında yesin. Ona herhangi bir kötülük yapmayın, yoksa sizi yakın bir azap yakalar.” 65- Derken o dişi deveyi kesip öldürdüler. Bunun üzerine dedi ki: “Yurdunuzda üç gün daha yaşayın. İşte bu, yalanı olmayan bir tehdittir.” 66- (Azap) emrimiz gelince Sâlih’i ve beraberindeki mü’minleri tarafımızdan bir rahmetle (helak olmaktan) ve o günün rüsvaylığına uğramaktan kurtardık. Şüphe yok ki çok güçlü ve Aziz olan ancak senin Rabbindir. 67- O zulmedenleri ise korkunç bir ses yakaladı da yurtlarında dizüstü çöküp kaldılar. 68- Sanki orada hiç yaşamamışlardı. Haberiniz olsun ki Semûd kavmi Rablerini inkar etti. Yine haberiniz olsun ki Semûd (ilahi rahmetten) uzak düştü.
#
{61} أي: {و} أرسلنا {إلى ثمودَ}: وهم عادٌ الثانية، المعروفون، الذين يسكنون الحِجْر ووادي القُرى، {أخاهم}: في النسب، {صالحاً}: عبد الله ورسوله - صلى الله عليه وسلم -، يدعوهم إلى عبادة الله وحده. فَـ {قَالَ يا قومِ اعبُدوا الله}؛ أي: وحِّدوه وأخلصوا له الدين، {ما لكُم من إلهٍ غيرُه}: لا من أهل السماء ولا من أهل الأرض، {هو أنشأكم من الأرض}؛ أي: خلقكم فيها، فقال: {واستعمَرَكم فيها}؛ أي: استخلفكم فيها وأنعم عليكم بالنِّعم الظاهرة والباطنة، ومكَّنكم في الأرض؛ تَبْنون وتغرسون وتزرعون وتحرثون ما شئتم وتنتفعون بمنافعها وتستغلون مصالحها؛ فكما أنَّه لا شريك له في جميع ذلك؛ فلا تشركوا به في عبادته. {فاستغفروه}: مما صَدَرَ منكم من الكفر والشِّرْك والمعاصي وأقلعوا عنها، {ثمَّ توبوا إليه}؛ أي: ارجِعوا إليه بالتوبة النصوح والإنابة. {إنَّ ربِّي قريبٌ مجيبٌ}؛ أي: قريبٌ ممَّن دعاه دعاء مسألة أو دعاء عبادة يجيبه بإعطائِهِ سؤاله وقَبول عبادتِهِ وإثابته عليها أجلَّ الثواب. واعلم أنَّ قُرْبَهُ تعالى نوعان: عامٌّ وخاصٌّ: فالقربُ العامُّ: قربُه بعلمه من جميع الخلق، وهو المذكور في قوله تعالى: {ونحنُ أقربُ إليه من حبل الوريدِ}. والقربُ الخاصُّ: قربُه من عابديه وسائليه ومحبِّيه، وهو المذكورُ في قوله تعالى: {فاسجُدْ واقْتَرِبْ}، وفي هذه الآية، وفي قوله: {وإذا سألك عبادي عنِّي فإنِّي قريبٌ أجيبُ دعوةَ الدَّاعي}، وهذا النوع قربٌ يقتضي إلطافه تعالى وإجابته لدعواتهم وتحقيقه لمراداتهم، ولهذا يقرن باسمه القريب اسمه المجيب.
61. Yani biz, Hicr ve Vâdi’l-Kura’da yerleşmiş bulunan ve ikinci Ad kavmi diye bilinen “Semûd’a da” neseben “kardeşleri” olan Allah’ın kulu ve Rasûlü “Salih’i gönderdik.” O da onları yalnızca Allah’a ibadet etmeye çağırdı ve “Dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a ibadet edin.” O’nu tevhid edin ve dini yalnız O’na halis kılın. “Sizin O’ndan başka” ne gök ehli için de ne de yeryüzü halkı içinde “hiçbir (hak) ilahınız yoktur.” “O sizi yerden/topraktan yarattı” oradan var etti “ve yine orada size yaşama imkanı sağladı.” Yeryüzünde sizi halife yaptı. Üzerinize gizli ve açık nimetler ihsan etti. Size bina yapmak, ağaç dikmek, ekin ekmek, dilediğinizi ekip biçme imkânını verdi. Böylece siz, oranın faydalı şeylerinden yararlanıyor ve işinize yarayacak şeyleri kullanabiliyorsunuz. Bütün bu hususlarda nasıl ki O’nun hiçbir ortağı yoksa siz de O’na ibadette başkasını ortak tutmayın. “O halde” işlediğiniz küfür, şirk ve masiyetlerden dolayı “O’ndan mağfiret dileyin, sonra” bunlardan büsbütün vazgeçerek “O’na tevbe edin.” Samimi bir tevbe ile O’na dönün. “Şüphesiz ki Rabbim çok yakındır, duaları kabul edendir.” Kendisinden gerek dilekte bulunma gerekse de ibadet anlamındaki duayı yapanlara çok yakındır. Onların isteğini vermek, ibadetini kabul etmek, ibadeti dolayısı ile O’na en üstün mükâfatı vermekle duasını kabul eder. Şunu belirtelim ki Yüce Allah’ın “yakın oluşu” genel ve özel olmak üzere iki türlüdür: Genel yakınlık O’nun, ilmi ile bütün yaratıklara yakın olmasıdır. Bu da Yüce Allah’ın: “Biz, ona şah damarından daha yakınız” (Kâf, 50/16) buyruğunda sözü edilen yakınlıktır. Özel yakınlık ise kendisine ibadet edenlere, kendisine dua edip istekte bulunanlara ve kendisini sevenlere yakın olmasıdır. Yüce Allah’ın: “Secde et ve yaklaş” (el-Alak, 96/19) buyruğunda, konumuz olan bu ayette ve: “Kullarım sana beni sorarlarsa, işte muhakkak ben pek yakınım. Bana dua ettiğinde dua edenlerin duasına karşılık verir, kabul ederim.” (el-Bakara, 2/186) buyruğunda sözü edilen yakınlık da budur. Bu tür yakınlık, Allah’ın lütufkârca davranmasını, onların dualarını kabul etmesini ve muradlarını gerçekleştirmesini gerektirir. O yüzden Yüce Allah, bu gibi hususları dile getirirken (“yakın” demek olan) “el-Karîb” ismi ile (“duaları kabul eden” demek olan) “el-Mucib” ismini birlikte zikreder.
#
{62} فلما أمرهم نبيُّهم صالحٌ عليه السلام ورغَّبهم في الإخلاص لله وحده؛ ردُّوا عليه دعوته، وقابلوه أشنع المقابلة. و {قالوا يا صالحُ قد كنتَ فينا مرجُوًّا قبلَ هذا}؛ أي: قد كنَّا نرجوك ونؤمِّل فيك العقل والنفع، وهذا شهادةٌ منهم لنبيِّهم صالح: أنَّه ما زال معروفاً بمكارم الأخلاق ومحاسن الشيم، وأنَّه من خيار قومه، ولكنَّه لمَّا جاءهم بهذا الأمر الذي لا يوافِقُ أهواءهم الفاسدة؛ قالوا هذه المقالة التي مضمونُها أنَّك قد كنتَ كاملاً، والآن أخلفتَ ظنَّنا فيك، وصرتَ بحالةٍ لا يُرجى منك خيرٌ، وذنبه ما قالوه عنه، [وهو قولهم]: {أتَنْهانا أن نعبُدَ ما يعبُدُ آباؤنا}: وبزعمهم أنَّ هذا من أعظم القدح في صالح؛ كيف قَدَحَ في عقولهم وعقول آبائهم الضالِّين؟! وكيف ينهاهم عن عبادة مَنْ لا ينفع ولا يضرُّ ولا يغني شيئاً من الأحجار والأشجار ونحوها، وأمرهم بإخلاص الدِّين لله ربِّهم الذي لم تزلْ نِعَمُهُ عليهم تَتْرى وإحسانُهُ عليهم دائماً ينزِلُ، الذي ما بهم من نعمةٍ إلا منه، ولا يدفع عنهم السيئات إلا هو؟! {وإنَّنا لفي شكٍّ مما تدعونا إليه مُرِيبٍ}؛ أي: ما زلنا شاكِّين فيما دعوتَنا إليه شكًّا مؤثِّراً في قلوبنا الريب.
62. Peygamberleri Sâlih aleyhisselam onlara yalnızca Yüce Allah’a ihlasla ibadet etmeyi emredip bu konuda onları teşvik edince davetini reddettiler ve ona çok çirkin bir şekilde mukabelede bulundular: “Ey Sâlih! Sen bundan önce aramızda ümit beslenen bir kimse idin.” Bizler, senin akıllı ve faydalı bir kişi olduğunu ümid ediyorduk. Bu, onların peygamberleri Salih lehine bir tanıklığıdır. Hâlâ onlar tarafından üstün ahlak ve güzel niteliklerle tanındığını, kavminin en seçkinleri arasında olduğunu göstermektedir. Ancak onların bozuk hevâlarına uymayan vahyi getirince ona şöyle söylediler: Sen önceleri olgun bir kimseydin, şimdi ise bizim senin hakkındaki kanaatimizi boşa çıkardın ve artık hayır umulmayacak bir hale geldin. Onun günahı ise: “Şimdi bizi atalarımızın taptıklarına tapmaktan engellemeye mi çalışıyorsun?” şeklindeki sözleriyle dile getirdikleri tutumudur. Kanaatlerine göre böyle bir tutum, Salih’e yöneltilecek en büyük eleştiridir. Salih, nasıl olur da onların akıllarını eleştirir ve sapık atalarının akıllarına dil uzatır? Nasıl olur da kendilerine fayda da vermeyen, zarar da veremeyen, hiçbir yararı bulunmayan taşlara, ağaçlara ve benzerlerine ibadet etmekten onları engellemeye kalkışabilir? Nasıl olur da onlara dinlerini Rableri olan Allah’a halis kılmalarını emredebilir? O Allah ki onlar üzerindeki nimetlerinin de ihsanının da ardı arkası kesilmez. Sahip oldukları her bir nimet mutlaka O’ndan gelmiştir. Onlara gelecek kötülükleri de O’ndan başkası uzaklaştıramaz. Buna rağmen onlar: “Biz, senin bizi davet ettiğin konuda gerçekten büyük bir şüphe içindeyiz.” Senin yaptığın davetten yana kalplerimizde tereddüt doğuracak şekilde bir şüphe içerisindeyiz. İddialarına göre onlar eğer Sâlih’in kendilerini davet ettiği şeyin doğru olduğunu bilselerdi, şüphesiz ona tâbi olacaklardı. Ancak bu iddilarında yalan söylüyorlardı. Nitekim yalanlarının, Yüce Allah’ın şu buyruğunda açıklandığını görüyoruz:
#
{63} وبزعمهم أنَّهم لو علموا صحَّة ما دعاهم إليه؛ لاتَّبعوه، وهم كَذَبَةٌ في ذلك، ولهذا بيَّن كذِبَهم في قوله: {قال يا قومِ أرأيتُم إن كنتُ على بيِّنةٍ من ربِّي}؛ أي: برهان ويقين منِّي، {وآتاني منه رحمةً}؛ أي: مَنَّ عليَّ برسالته ووحيه؛ أي: أفأتابعكم على ما أنتم عليه وما تدعونني إليه. {فمن ينصُرُني من الله إن عصيتُهُ فما تزيدونَني غير تخسيرٍ}؛ أي: غير خسار وتَباب وضرر.
63. “…eğer ben Rabbimden apaçık bir delil” yani kesin bir delil ve bu konuda kesin bir bilgi “üzerinde isem ve O, bana katından bir rahmet vermişse” bana risalet vermek ve vahiy indirmek ile lütufta bulunmuş ise bu durumda sizin gitmekte olduğunuz ve çağırdığınız yola uyabilir, sizin arkanızdan gelebilir miyim hiç? Böyle yapar da “Ona isyan edersem Allah’a karşı bana kim yardım edebilir? (O takdirde) siz de benim zararımı artırmaktan” beni hüsrana uğratmaktan ve ziyanımı artırmaktan “başka bir şey yapmış olmazsınız.”
#
{64} {ويا قوم هذه ناقةُ الله لكم آيةً}: لها شِرْبٌ من البئر يوماً، ثم يشربون كلُّهم مِنْ ضَرْعها، ولهم شِرْبُ يوم معلوم، {فَذَروها تأكُلْ في أرض الله}؛ أي: ليس عليكم من مؤنتها وعلفها شيءٌ، {ولا تمسُّوها بسوءٍ}؛ أي: بعقرٍ؛ {فيأخُذَكم عذابٌ قريبٌ}.
64. “Ey kavmim! İşte size bir mucize olmak üzere Allah’ın (gönderdiği) dişi devesi!” Devenin su kaynağından bir gün içme hakkı vardı. O gün onlar, onun verdiği sütü içeceklerdi ve onların da su içmek için belli bir günleri olacaktı. “Onu bırakın da Allah’ın arzında yesin.” Onun bakımı ve yemi konusunda sizin herhangi bir sorumluluğunuz olmayacaktır. “Ona herhangi bir kötülük yapmayın” onu kesmeye kalkışmayın “yoksa sizi yakın bir azap yakalar.”
#
{65} {فعقروها فقال}: لهم صالحٌ: {تمتَّعوا في دارِكُم ثلاثة أيَّام ذلك وعدٌ غير مكذوبٍ}: بل لا بدَّ من وقوعه.
65. “Derken o dişi deveyi kesip öldürdüler. Bunun üzerine” Sâlih aleyhisselam onlara “dedi ki: Yurdunuzda üç gün daha yaşayın. İşte bu, yalanı olmayan” aksine gerçekleşmesi muhakkak ve kaçınılmaz olan “bir tehdittir.”
#
{66} {فلمَّا جاء أمرُنا}: بوقوع العذاب، {نجَّيْنا صالحاً والذين آمنوا معه برحمةٍ منَّا ومِنْ خِزْي يومِئِذٍ}؛ أي: نجيناهم من العذاب والخزي والفضيحة. {إنَّ ربَّك هو القويُّ العزيز}: ومن قوَّته وعزَّته أن أهلك الأممَ الطاغيةَ ونجَّى الرسلَ وأتباعهم.
66. Azabın gerçekleşmesine dair “emrimiz gelince Sâlih’i ve beraberindeki mü’minleri tarafımızdan bir rahmetle (helak olmaktan) ve o günün rüsvaylığına uğramaktan kurtardık.” Yani biz, onları hem azaptan, hem de rezil ve rüsvay olmaktan kurtardık. “Şüphe yok ki çok güçlü ve Aziz olan ancak senin Rabbindir.” Azgınlık eden ümmetleri helâk edip peygamberleri ve onlara uyanları kurtarması da O’nun gücünün ve izzetinin bir delilidir.
#
{67} وأخذت {الذين ظلموا الصيحة}: فقطعت قلوبهم؛ {فأصبحوا في ديارهم جاثمين}؛ أي: خامدين لا حراك لهم.
67. “O zulmedenleri ise korkunç bir ses yakaladı” ve kalplerini paramparça etti. “yurtlarında dizüstü çöküp kaldılar” hareketsizce yere serildiler.
#
{68} {كأن لم يَغْنَوْا فيها}؛ أي: كأنهم لما جاءهم العذاب ما تمتَّعوا في ديارهم ولا أنسوا فيها ولا تنعَّموا بها يوماً من الدَّهر، قد فارقهم النعيمُ، وتناولهم العذابُ السرمديُّ، الذي لا ينقطع، الذي كأنه لم يزل. {ألا إنَّ ثمودَ كَفَروا ربَّهم}؛ أي: جحدوه بعد أن جاءتهم الآيةُ المبصرةُ. {ألا بُعداً لِثمودَ}: فما أشقاهم وأذلَّهم! نستجير بالله من عذاب الدُّنيا وخزيها.
68. “Sanki orada hiç yaşamamışlardı.” Azap onlara geldiğinde adeta yurtlarında hiç faydalanmamış gibi oldular. Orada hiç kalmamış gibi, bir günlük bir süre dahi orada nimetlere mazhar olmamışlar gibi oldular. Çünkü orada artık nimetler onlardan çok uzaklara düşmüştü. Asla kesilmemek üzere onları yakalayan ebedî azap sanki tâ baştan beri onların tepesinde idi. “Haberiniz olsun ki Semûd kavmi Rablerini inkar etti.” Gözlerini, basiretlerini açacak özellikteki bunca deliller ve mucizeler kendilerine geldikten sonra bile bile reddettiler, O’nu tanımadılar. “Yine haberiniz olsun ki Semud (ilahi rahmetten) uzak düştü.” Onlar ne kadar bedbaht ve ne kadar zelildirler! Dünya azabından ve horluğundan Yüce Allah’a sığınırız.
Ayet: 69 - 83 #
{وَلَقَدْ جَاءَتْ رُسُلُنَا إِبْرَاهِيمَ بِالْبُشْرَى قَالُوا سَلَامًا قَالَ سَلَامٌ فَمَا لَبِثَ أَنْ جَاءَ بِعِجْلٍ حَنِيذٍ (69) فَلَمَّا رَأَى أَيْدِيَهُمْ لَا تَصِلُ إِلَيْهِ نَكِرَهُمْ وَأَوْجَسَ مِنْهُمْ خِيفَةً قَالُوا لَا تَخَفْ إِنَّا أُرْسِلْنَا إِلَى قَوْمِ لُوطٍ (70) وَامْرَأَتُهُ قَائِمَةٌ فَضَحِكَتْ فَبَشَّرْنَاهَا بِإِسْحَاقَ وَمِنْ وَرَاءِ إِسْحَاقَ يَعْقُوبَ (71) قَالَتْ يَاوَيْلَتَى أَأَلِدُ وَأَنَا عَجُوزٌ وَهَذَا بَعْلِي شَيْخًا إِنَّ هَذَا لَشَيْءٌ عَجِيبٌ (72) قَالُوا أَتَعْجَبِينَ مِنْ أَمْرِ اللَّهِ رَحْمَتُ اللَّهِ وَبَرَكَاتُهُ عَلَيْكُمْ أَهْلَ الْبَيْتِ إِنَّهُ حَمِيدٌ مَجِيدٌ (73) فَلَمَّا ذَهَبَ عَنْ إِبْرَاهِيمَ الرَّوْعُ وَجَاءَتْهُ الْبُشْرَى يُجَادِلُنَا فِي قَوْمِ لُوطٍ (74) إِنَّ إِبْرَاهِيمَ لَحَلِيمٌ أَوَّاهٌ مُنِيبٌ (75) يَاإِبْرَاهِيمُ أَعْرِضْ عَنْ هَذَا إِنَّهُ قَدْ جَاءَ أَمْرُ رَبِّكَ وَإِنَّهُمْ آتِيهِمْ عَذَابٌ غَيْرُ مَرْدُودٍ (76) وَلَمَّا جَاءَتْ رُسُلُنَا لُوطًا سِيءَ بِهِمْ وَضَاقَ بِهِمْ ذَرْعًا وَقَالَ هَذَا يَوْمٌ عَصِيبٌ (77) وَجَاءَهُ قَوْمُهُ يُهْرَعُونَ إِلَيْهِ وَمِنْ قَبْلُ كَانُوا يَعْمَلُونَ السَّيِّئَاتِ قَالَ يَاقَوْمِ هَؤُلَاءِ بَنَاتِي هُنَّ أَطْهَرُ لَكُمْ فَاتَّقُوا اللَّهَ وَلَا تُخْزُونِ فِي ضَيْفِي أَلَيْسَ مِنْكُمْ رَجُلٌ رَشِيدٌ (78) قَالُوا لَقَدْ عَلِمْتَ مَا لَنَا فِي بَنَاتِكَ مِنْ حَقٍّ وَإِنَّكَ لَتَعْلَمُ مَا نُرِيدُ (79) قَالَ لَوْ أَنَّ لِي بِكُمْ قُوَّةً أَوْ آوِي إِلَى رُكْنٍ شَدِيدٍ (80) قَالُوا يَالُوطُ إِنَّا رُسُلُ رَبِّكَ لَنْ يَصِلُوا إِلَيْكَ فَأَسْرِ بِأَهْلِكَ بِقِطْعٍ مِنَ اللَّيْلِ وَلَا يَلْتَفِتْ مِنْكُمْ أَحَدٌ إِلَّا امْرَأَتَكَ إِنَّهُ مُصِيبُهَا مَا أَصَابَهُمْ إِنَّ مَوْعِدَهُمُ الصُّبْحُ أَلَيْسَ الصُّبْحُ بِقَرِيبٍ (81) فَلَمَّا جَاءَ أَمْرُنَا جَعَلْنَا عَالِيَهَا سَافِلَهَا وَأَمْطَرْنَا عَلَيْهَا حِجَارَةً مِنْ سِجِّيلٍ مَنْضُودٍ (82) مُسَوَّمَةً عِنْدَ رَبِّكَ وَمَا هِيَ مِنَ الظَّالِمِينَ بِبَعِيدٍ (83)}.
69- Andolsun ki İbrahim’e elçilerimiz müjde ile geldiler. “Selâm (ederiz sana) dediler. O da: (Size de) selâm” dedi ve vakit geçirmeden gidip kızarmış bir dana getirdi. 70- Ona ellerini uzatmadıklarını görünce onları yadırgadı ve içinde onlardan ötürü bir korku duydu. Dediler ki: “Korkma, biz Lût kavmine gönderildik.” 71- Hanımı, ayakta dikiliyordu da güldü. Ona İshâk’ı ve İshâk’ın ardından Yakûb’u müjdeledik. 72- Dedi ki: “Vay halime! Ben kocamış bir kadın ve şu kocam da bir ihtiyar iken çocuk mu doğuracağım? Doğrusu bu, çok şaşılacak bir şey!” 73- Dediler ki: “Allah’ın işine mi şaşıyorsun? Allah’ın rahmeti ve bereketleri üzerinizdedir, ey hane halkı! Şüphe yok ki O, Hamîddir, Mecîddir. 74- İbrahim’in korkusu geçip kendisine müjde gelince Lût’un kavmi hakkında bizimle tartışmaya koyuldu. 75- Zira İbrahim gerçekten yumuşak huylu, (Allah’a) için için yalvaran ve tamamen (O’na) yönelmiş biri idi. 76- “Ey İbrahim, bundan vazgeç. Artık Rabbinin emri gelmiştir. Şüphe yok ki onlara geri çevrilmesi imkansız bir azap gelecektir.” 77- Elçilerimiz Lût’a gelince o, onlar sebebiyle üzüldü ve içi daraldı da: “Bu, çok zor bir gün.” dedi. 78- Kavmi itişe kakışa Lut’un yanına aceleyle geldiler. Onlar zaten daha önce birçok kötülükler yapıyorlardı. Dedi ki: “Ey kavmim, işte kızlarım! Onlar sizin için daha temizdir. Allah’tan korkun ve beni misâfirlerimin yanında rezil etmeyin. İçinizde hiç mi aklı başında bir adam yok?” 79- Dediler ki: “Biliyorsun ki bizim, kızlarınla hiçbir işimiz yok. Sen bizim ne istediğimizi pekâlâ biliyorsun.” 80- Dedi ki: “Keşke size yetecek bir gücüm olsaydı yahut güçlü bir yere sığınabilseydim.” 81- (Elçiler) dedi ki: “Ey Lût! Biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana asla ilişemeyeceklerdir. Sen gecenin bir vaktinde aile efradınla yola çık ve sizden hiç kimse geriye bakmasın. Ancak karın hariç; çünkü onlara isabet edecek olan azap ona da isabet edecektir. Onlara vaadolunan (azap) vakti, sabahtır. Sabah yakın değil mi?” 82- (Azap) emrimiz geldiği zaman o (şehrin) altını üstüne getirdik ve oraya pişmiş çamurdan birbiri ardınca taşlar yağdırdık. 83- (Bu taşlar) Rabbinin katında işaretliydi. Bu (taşlar), zalimlerden uzak değildir.
#
{69} أي: {ولقد جاءتْ رُسُلُنا}: من الملائكة الكرام رسولَنا {إبراهيمَ} الخليل {بالبشرى}؛ أي: بالبشارة بالولد حين أرسلهم الله لإهلاك قوم لوط وأمَرَهم أنْ يمرُّوا على إبراهيم فيبشِّروه بإسحاق، فلما دخلوا عليه، {قالوا سلاماً قال سلامٌ}؛ أي: سلَّموا عليه وردَّ عليهم السلام. ففي هذا مشروعية السلام، وأنَّه لم يزْل من ملَّة إبراهيم عليه السلام، وأنَّ السلام قبل الكلام، وأنَّه ينبغي أن يكون الردُّ أبلغَ من الابتداء؛ لأنَّ سلامهم بالجملة الفعليَّة الدالَّة على التجدُّد، وردُّه بالجملة الاسمية الدالَّة على الثُّبوت والاستمرار، وبينهما فرقٌ كبيرٌ؛ كما هو معلومٌ في علم العربية. {فما لَبِثَ}: إبراهيمُ لما دخلوا عليه، {أن جاء بعجل حنيذ}؛ أي: بادر لبيته فاستحضر لأضيافه عجلاً مشويًّا على الرَّضْفِ سميناً، فقرَّبه إليهم فقال: ألا تأكلونَ.
69. “Andolsun ki” o şerefli meleklerden oluşan “elçilerimiz” rasûlümüz Halil “İbrahim’e müjde ile geldiler.” Yüce Allah, onları Lût kavmini helak etmek üzere göndermiş, İbrahim’e de uğramalarını emredip ona İshak’ın doğacağı müjdesini vermelerini söylemişti. Onlar, onun yanına girdiklerinde: “Selâm (ederiz sana) dediler. O da: (Size de) selâm” dedi.” Yani melekler, İbrahim’e selâm verdiler, o da onların selâmını aldı. Bu buyruk selâmın meşruiyetine ve İbrahim aleyhisselam’ın dininde de selâmlaşmanın olduğuna ve selâmın kelamdan/konuşmadan önce olduğuna, selâm alma ifadesinin de selâm verme ifadesinden daha güzel olmasının uygunluğuna delil vardır. Çünkü meleklerin verdikleri selam, süreklilik ifade etmeyen fiil cümlesi şeklinde olduğu halde onun selam alma ifadesi, devamlılığa ve kalıcılığa delil teşkil eden isim cümlesi şeklindedir. Arap dilinde -bilindiği gibi- bu iki tür cümle arasında büyük bir fark vardır. “Ve” İbrahim, melekler yanına girdiklerinde “vakit geçirmeden gidip kızarmış bir dana getirdi.” Yani hemen evine girip misâfirlerine semiz ve kızdırılmış taşlar üzerinde pişirilmiş bir dana ikram edip önlerine yaklaştırarak: Buyurmaz mısınız, dedi.
#
{70} {فلمَّا رأى أيديَهم لا تصلُ إليه}؛ أي: إلى تلك الضيافة، {نَكِرَهُم وأوجس منهم خِيفةً}: وظنَّ أنهم أتوه بشرٍّ ومَكْروه، وذلك قبلَ أن يعرِفَ أمرَهم، فقالوا: {لا تخفْ إنَّا أرْسِلْنا إلى قوم لوطٍ}؛ أي: إنَّا رسلُ الله، أرسلنا الله إلى إهلاك قوم لوطٍ.
70. “Ona” yani kendilerine ikram ettiği dana etine “ellerini uzatmadıklarını görünce onları yadırgadı ve içinde onlardan ötürü bir korku duydu.” Onların kendisine kötülük yapmak için ve hoşuna gitmeyecek bir maksat ile geldiklerini zannetti. Bu, onların gerçek durumlarını bilmeden önce olmuştu. “Dediler ki: “Korkma, biz Lût kavmine gönderildik.” Yani bizler Allah’ın elçileriyiz, Allah bizleri Lut kavmini helak etmek için gönderdi.
#
{71} وامرأة إبراهيم {قائمةٌ}: تخدُمُ أضيافَه، {فضَحِكَتْ}: حين سمعتْ بحالهم وما أرسلوا به تعجُّباً، {فبشَّرْناها بإسحاقَ ومن وراءِ إسحاق يعقوبَ}.
71. “Hanımı” yani İbrahim’in hanımı “ayakta dikiliyordu” ve misâfirlerine hizmet ediyordu. Durumlarını ve gönderiliş sebeplerini işitince hayret ederek “güldü. Ona İshak’ı ve İshâk’ın ardından Yakûb’u müjdeledik.” Bundan da hayret etti ve onun için şöyle dedi:
#
{72} فتعجَّبت من ذلك و {قالتْ يا وَيْلتا أألِدُ وأنا عجوزٌ وهذا بعلي شيخاً}: فهذان مانعان من وجود الولد. {إنَّ هذا لشيءٌ عجيبٌ}.
72. “Vay halime! Ben kocamış bir kadın ve şu kocam da bir ihtiyar iken çocuk mu doğuracağım?” Çünkü bu iki hal, çocuğun var olmasına bir engeldir. “Doğrusu bu, çok şaşılacak bir şey!”
#
{73} {قالوا أتَعْجَبين من أمرِ الله}: فإنَّ أمره لا عجب فيه؛ لنفوذ مشيئته التامَّة في كل شيءٍ؛ فلا يُستغرب على قدرته شيء، وخصوصاً فيما يدبِّره ويمضيه لأهل هذا البيت المبارك. {رحمةُ الله وبركاتُهُ} عليكم أهل البيت؛ أي: لا تزال رحمته وإحسانه وبركاته، وهي الزيادة من خيره وإحسانه وحلول الخير الإلهي على العبد. {عليكم أهلَ البيت إنَّه حميدٌ مجيدٌ}؛ أي: حميد الصفات؛ لأنَّ صفاته صفات كمال، حميدُ الأفعال؛ لأنَّ أفعاله إحسانٌ وجودٌ وبرٌّ وحكمةٌ وعدلٌ وقِسْطٌ. {مجيدٌ}: والمجد هو عظمة الصفات وسَعَتُها؛ فله صفات الكمال، وله من كلِّ صفةِ كمالٍ أكملُها وأتمُّها وأعمُّها.
73. “Allah’ın işine mi şaşıyorsun?” Çünkü O’nun işine hayret etmeyi gerektirecek bir taraf yoktur. O’nun kusursuz meşieti her şeyi kuşatmıştır. O’nun kudreti açısından bu, şaşılacak bir iş değildir. Özellikle de şu mübarek hanenin halkı olan kimseler hakkında gerçekleştireceği şeyler için bu, böyledir. “Allah’ın rahmeti ve bereketleri üzerinizdedir, ey hane halkı!” Yani Allah’ın rahmeti, ihsanı ve bereketleri üzerinizden eksik olmasın. Bereket ise Allah’ın hayır ve ihsanının bol bol olması, ilâhi hayırların onları bulması demektir. “Şüphe yok ki O, Hamîddir” sıfatları övülendir. Çünkü O’nun bütün sıfatları kemal sıfatlarıdır. Fiilleri de övülendir. Çünkü O’nun fiilleri ihsandır, cömertliktir, iyiliktir, hikmettir, adalettir. “Mecîddir.” Mecid olmak, sıfatların azametli ve kapsamlı olması demektir. Bütün kemal sıfatları yalnız O’nundur. O, bütün kemal sıfatların en mükemmeline, en eksiksiz ve en kapsamlı olanına sahiptir.
#
{74} {فلما ذَهَبَ عن إبراهيم الرَّوْعُ}: الذي أصابه من خيفة أضيافه، {وجاءتْه البُشرى}: بالولد؛ التفتَ حينئذٍ إلى مجادلة الرسل في إهلاك قوم لوطٍ، وقال لهم: {إنَّ فيها لوطاً. قالوا نحنُ أعلمُ بمَن فيها لَنُنَجِيَنَّه وأهْلَه إلاَّ امرأتَهُ}.
74. “İbrahim’in” misâfirleri dolayısı ile karşı karşıya kaldığı “korkusu geçip kendisine” çocuğu olacağına dair “müjde gelince” bu sefer Lût kavminin helâk edilmesi hususunda “bizimle” elçilerimiz ile “tartışmaya koyuldu” ve onlara: “Ama orada Lût da var, dedi. Biz, orada olanları daha iyi biliriz. Biz, onu ve -karısı dışında- aile halkını elbette kurtaracağız, dediler.” (el-Ankebût 29/32)
#
{75} {إنَّ إبراهيم لحليمٌ}؛ أي: ذو خُلُق [حسنٍ] وسعة صدر وعدم غضب عند جهل الجاهلين، {أوَّاهٌ}؛ أي: متضرِّع إلى الله في جميع الأوقات، {منيبٌ}؛ أي: رجَّاع إلى الله بمعرفته ومحبَّته والإقبال عليه والإعراض عمَّن سِواه؛ فلذلك كان يجادِلُ عن مَنْ حَتَّم الله بهلاكهم.
75. “Zira İbrahim gerçekten yumuşak huylu” yani huyu güzel, kendini bilmezlerin cahilliklerine karşılık kalbi geniş ve hemen kızmayan, (Allah’a) için için yalvaran” yani bütün vakitlerde Yüce Allah’a yalvarıp yakaran, “ve tamamen (O’na) yönelmiş” Yani Allah’ı bilmesi ve muhabbeti dolayısı ile Allah’a çokça dönen, O’na çokça yönelen ve O’nun dışındaki şeylerden yüz çeviren “biri idi.” İşte bundan dolayı Yüce Allah’ın helâk edilmelerini kesin hükme bağladığı kimseler hakkında tartışıyordu.
#
{76} فقيل له: {يا إبراهيمُ أعْرِضْ عن هذا}: الجدال. {إنَّه قد جاءَ أمرُ ربِّك}: بهلاكهم، {وإنَّهم آتيهم عذابٌ غيرُ مردودٍ}: فلا فائدة في جدالك.
76. Ona şöyle denildi “Ey İbrahim, bundan” yani bu tartışmadan “vazgeç. Artık Rabbinin” onların helâk edileceklerine dair “emri gelmiştir. Şüphe yok ki onlara geri çevrilmesi imkansız bir azap gelecektir.” O nedenle senin tartışmanın bir faydası yoktur.
#
{77} {ولما جاءت رسُلُنا}؛ أي: الملائكة الذين صدروا من إبراهيم، لما أتوا {لوطاً سيء بهم}؛ أي: شقَّ عليه مجيئهم، {وضاق بهم ذَرْعاً وقال هذا يومٌ عصيبٌ}؛ أي: شديدٌ حرجٌ؛ لأنَّه علم أنَّ [قومَه] لا يتركونَهم؛ لأنَّهم في صور شباب جردٍ مردٍ في غاية الكمال والجمال.
77. “Elçilerimiz” yani İbrahim aleyhisselam’a uğrayan melekler, onun yanından ayrılıp “Lût’a gelince o, onlar sebebiyle” gelişleri sebebi ile “üzüldü” bu ona ağır geldi. “ve içi daraldı da: Bu, çok zor” zorlu ve tehlikeli “bir gün, dedi.” Çünkü Lût, kavminin onları rahat bırakmayacağını biliyordu. Zira melekler, son derece mükemmel ve güzel, tüysüz genç delikanlılar suretinde gelmişlerdi. İşte Lût’un kaygılanmasının sebebi bu idi. Nitekim korktuğu da başına geldi. Zira:
#
{78} ولهذا وَقَعَ ما خطر بباله، فجاءه {قومُهُ يُهْرَعونَ إليه}؛ أي: يسرعون ويبادرون يريدون أضيافه بالفاحشة التي كانوا يعملونها، ولهذا قال: {ومِن قَبْلُ كانوا يعملون السِّيئاتِ}؛ أي: الفاحشة التي ما سبقهم عليها أحدٌ من العالمين. {قال يا قوم هؤلاءِ بناتي هُنَّ أطهرُ لكم}: من أضيافي ـ وهذا كما عَرَضَ سليمانُ - صلى الله عليه وسلم - على المرأتين أن يَشُقَّ الولد المختصم فيه لاستخراج الحقِّ ـ ولعلمه أنَّ بناته ممتنعٌ منالهنَّ ولا حقَّ لهم فيهنَّ، والمقصود الأعظم دفعُ هذه الفاحشة الكبرى. {فاتَّقوا الله ولا تُخْزونِ في ضيفي}؛ أي: إما أن تُراعوا تقوى الله، وإما أن تراعوني في ضَيْفي ولا تخزونِي عندهم. {أليس منكم رجلٌ رشيدٌ}: فينهاكم ويزجُرُكم. وهذا دليلٌ على مروجهم وانحلالهم من الخير والمروءة.
78. “Kavmi itişe kakışa Lut’un yanına aceleyle geldiler.” Daha önce yapmakta oldukları hayasızlığı Lut’un misâfirleri ile yapmak için hızlıca koşup geldiler. “Onlar zaten daha önce birçok kötülükler yapıyorlardı.” Yani alemler arasında kendilerinden önce hiçbir kimsenin yapmadığı o hayasızlığı yapıyorlardı. “Dedi ki: Ey kavmim, işte kızlarım, onlar sizin için” benim misâfirlerimden “daha temizdir.” Bu, Süleyman’ın, yanına davacı olarak gelen ve her birisi kendisinin olduğunu iddia ettiği çocuğu -hakkı ortaya çıkarmak kastı ile- ortadan ikiye bölme teklifine benzemektedir. Çünkü Lût, kızlarına ulaşmalarının imkânsız olduğunu ve onların da kızlarıyla herhangi bir işleri olmadığını biliyordu. Bu sözdeki esas maksat, bu büyük hayasızlığı engellemekti. “Allah’tan korkun. Beni misâfirlerimin yanında rezil etmeyin.” Yani ya Allah’tan korkarak bu işten vazgeçeceksiniz, yahut da misâfirlerimin önünde beni küçük düşürmeme yoluna gideceksiniz. “İçinizde” sizi alıkoyacak ve bu işten vazgeçirecek “hiç mi aklı başında bir adam yok?, dedi.” İşte bu, onların hayır ve insanlıktan uzaklaşmış, tamamı sıyrılmış olduklarını göstermektedir.
#
{79} فـ {قَالُوا} له: {لقد علمتَ ما لنا في بناتِكَ من حقٍّ وإنَّك لتعلمُ ما نريدُ}؛ أي: لا نريد إلاَّ الرجال، ولا لنا رغبةٌ في النساء.
79. Ona: “Biliyorsun ki kızlarınla hiçbir işimiz yok. Sen, bizim ne istediğimizi pekâlâ biliyorsun, dediler.” Yani biz erkeklerden başkasını istemeyiz. Bizim kadınlara karşı bir isteğimiz yoktur.
#
{80} فاشتدَّ قلقُ لوطٍ عليه الصلاة والسلام و {قال لو أنَّ لي بكم قوَّةً أو آوي إلى ركنٍ شديدٍ}؛ كقبيلة مانعةٍ؛ لمنعتكم. وهذا بحسب الأسباب المحسوسة، وإلاَّ؛ فإنَّه يأوي إلى أقوى الأركان، وهو الله الذي لا يقوم لقوته أحدٌ.
80. Bunun üzerine Lût aleyhisselam’ın tedirginliği daha da arttı ve şöyle dedi: “Keşke size yetecek bir gücüm olsaydı yahut” beni gereği gibi koruyabilecek bir kabile gibi “güçlü bir yere sığınabilseydim.” O zaman sizi bu işten alıkoyardım. Bu, maddi sebepler göz önünde bulundurularak söylenmiştir. Yoksa Lût aleyhisselam, esasen en güçlü koruyucu olan ve gücüne karşı kimsenin duramadığı Yüce Allah’a sığınmış idi.
#
{81} ولهذا لمَّا بَلَغَ الأمرُ منتهاه واشتدَّ الكربُ؛ {قالوا} له: {إنَّا رسلُ ربِّك}؛ أي: أخبروه بحالهم ليطمئنَّ قلبُه، {لن يَصِلوا إليكَ}: بسوءٍ. ثم قال جبريل بجناحِهِ، فطمس أعينَهم، فانطلقوا يتوعَّدون لوطاً بمجيء الصبح، وأمر الملائكةُ لوطاً أن يَسْرِيَ بأهله {بِقِطْع من الليل}؛ أي: بجانب منه قبل الفجر بكثير؛ ليتمكَّنوا من البعدِ عن قريتهم، {ولا يلتفتْ منكُم أحدٌ}؛ أي: بادروا بالخروج، وليكن همُّكم النجاءَ، ولا تلتفِتوا إلى ما وراءكم، {إلاَّ امرأتَكَ إنَّه مصيبُها}: من العذاب {ما أصابهم}؛ لأنَّها تشارِكُ قومها في الإثم، فتدلُّهم على أضياف لوطٍ إذا نزل به أضيافٌ. {إنَّ موعِدَهم الصُّبحُ}: فكأنَّ لوطاً استعجلَ ذلك، فقيل له: {أليس الصبحُ بقريبٍ}.
81. İş, nihai dereceye ulaşıp sıkıntılar da artınca: (Elçiler) dedi ki: Ey Lût, biz Rabbinin elçileriyiz.” Yani kalbinin yatışması ve huzur bulması için ona kim olduklarını haber verdiler. “Onlar sana asla” kötülük için “ilişemeyeceklerdir.” Daha sonra Cibril kalkıp kanadı ile onların gözlerini silme kör etti. Bunun üzerine Lût’u sabahın gelişi ile tehdit ederek dağıldılar. Melekler de Lût’a ailesi ile birlikte “gecenin bir vaktinde” gitmesini emrettiler. Yani tan yerinin ağarmasından çok önce yola çıkmasını istediler. Böylelikle onların şehirlerinden uzaklaşma imkânını bulacaklardı. “ve sizden hiç kimse geriye bakmasın.” Yani çıkıp gitmekte elinizi çabuk tutun. Sizin bütün gayretiniz kurtulmak olsun. Arkaya dönüp bakmayın bile. “Ancak karın hariç; çünkü onlara isabet edecek olan” azap “ona da isabet edecektir.” Çünkü o da bu günahta kavmine ortaktır. Zira Lût aleyhisselam’a misâfir geldiği takdirde onları kavmine haber veriyordu. “Onlara vaadolunan (azap) vakti sabahtır.” Adeta Lût, bu azabın çabuk gelmesini istemiştir, o nedenle de: “Sabah yakın değil mi?” denilmiştir.
#
{82} {فلما جاء أمرُنا}: بنزولِ العذاب وإحلاله فيهم {جَعَلْنا}: ديارهم {عالِيَها سافِلَها}؛ أي: قلبناها عليهم، {وأمْطَرْنا عليها حجارةً من سِجِّيلٍ}؛ أي: من حجارة النار الشديدة الحرارة، {منضودٍ}؛ أي: متتابعة تتبع من شذَّ عن القرية.
82. Azabın inmesi ve onlara gelip çatmasına dair “emrimiz geldiği zaman o (şehrin) yurtlarının “altını üstüne getirdik” yani yurtlarını üzerlerine ters çevirdik “ve oraya pişmiş çamurdan” alabildiğine sıcak ateşte pişmiş taşlardan “birbiri ardınca” yani kasabanın dışında ayrı duranların da arkasından gidecek şekilde “taşlar yağdırdık.”
#
{83} {مسوَّمةً عند ربِّك}؛ أي: معلمة عليها علامة العذاب والغضب، {وما هي من الظالمينَ}: الذين يشابهون لفعل قوم لوطٍ، {ببعيد}: فليحذرِ العبادُ أن يفعلوا كفعلهم؛ لئلاَّ يصيبَهم ما أصابهم.
83. (Bu taşlar) Rabbinin katında işaretliydi.” Bu taşlar üzerinde ilâhi azap ve gazabın alâmetleri vardı. “Bu (taşlar) Lût kavminin yaptıklarına benzer işler yapan “zalimlerden uzak değildir.” Öyleyse kullar, onlara isabet edenlerin kendilerine de isabet etmemesi için onların yaptıklarını yapmaktan sakınmalıdırlar.
Ayet: 84 - 95 #
{وَإِلَى مَدْيَنَ أَخَاهُمْ شُعَيْبًا قَالَ يَاقَوْمِ اعْبُدُوا اللَّهَ مَا لَكُمْ مِنْ إِلَهٍ غَيْرُهُ وَلَا تَنْقُصُوا الْمِكْيَالَ وَالْمِيزَانَ إِنِّي أَرَاكُمْ بِخَيْرٍ وَإِنِّي أَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ مُحِيطٍ (84) وَيَاقَوْمِ أَوْفُوا الْمِكْيَالَ وَالْمِيزَانَ بِالْقِسْطِ وَلَا تَبْخَسُوا النَّاسَ أَشْيَاءَهُمْ وَلَا تَعْثَوْا فِي الْأَرْضِ مُفْسِدِينَ (85) بَقِيَّتُ اللَّهِ خَيْرٌ لَكُمْ إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ وَمَا أَنَا عَلَيْكُمْ بِحَفِيظٍ (86) قَالُوا يَاشُعَيْبُ أَصَلَاتُكَ تَأْمُرُكَ أَنْ نَتْرُكَ مَا يَعْبُدُ آبَاؤُنَا أَوْ أَنْ نَفْعَلَ فِي أَمْوَالِنَا مَا نَشَاءُ إِنَّكَ لَأَنْتَ الْحَلِيمُ الرَّشِيدُ (87) قَالَ يَاقَوْمِ أَرَأَيْتُمْ إِنْ كُنْتُ عَلَى بَيِّنَةٍ مِنْ رَبِّي وَرَزَقَنِي مِنْهُ رِزْقًا حَسَنًا وَمَا أُرِيدُ أَنْ أُخَالِفَكُمْ إِلَى مَا أَنْهَاكُمْ عَنْهُ إِنْ أُرِيدُ إِلَّا الْإِصْلَاحَ مَا اسْتَطَعْتُ وَمَا تَوْفِيقِي إِلَّا بِاللَّهِ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَإِلَيْهِ أُنِيبُ (88) وَيَاقَوْمِ لَا يَجْرِمَنَّكُمْ شِقَاقِي أَنْ يُصِيبَكُمْ مِثْلُ مَا أَصَابَ قَوْمَ نُوحٍ أَوْ قَوْمَ هُودٍ أَوْ قَوْمَ صَالِحٍ وَمَا قَوْمُ لُوطٍ مِنْكُمْ بِبَعِيدٍ (89) وَاسْتَغْفِرُوا رَبَّكُمْ ثُمَّ تُوبُوا إِلَيْهِ إِنَّ رَبِّي رَحِيمٌ وَدُودٌ (90) قَالُوا يَاشُعَيْبُ مَا نَفْقَهُ كَثِيرًا مِمَّا تَقُولُ وَإِنَّا لَنَرَاكَ فِينَا ضَعِيفًا وَلَوْلَا رَهْطُكَ لَرَجَمْنَاكَ وَمَا أَنْتَ عَلَيْنَا بِعَزِيزٍ (91) قَالَ يَاقَوْمِ أَرَهْطِي أَعَزُّ عَلَيْكُمْ مِنَ اللَّهِ وَاتَّخَذْتُمُوهُ وَرَاءَكُمْ ظِهْرِيًّا إِنَّ رَبِّي بِمَا تَعْمَلُونَ مُحِيطٌ (92) وَيَاقَوْمِ اعْمَلُوا عَلَى مَكَانَتِكُمْ إِنِّي عَامِلٌ سَوْفَ تَعْلَمُونَ مَنْ يَأْتِيهِ عَذَابٌ يُخْزِيهِ وَمَنْ هُوَ كَاذِبٌ وَارْتَقِبُوا إِنِّي مَعَكُمْ رَقِيبٌ (93) وَلَمَّا جَاءَ أَمْرُنَا نَجَّيْنَا شُعَيْبًا وَالَّذِينَ آمَنُوا مَعَهُ بِرَحْمَةٍ مِنَّا وَأَخَذَتِ الَّذِينَ ظَلَمُوا الصَّيْحَةُ فَأَصْبَحُوا فِي دِيَارِهِمْ جَاثِمِينَ (94) كَأَنْ لَمْ يَغْنَوْا فِيهَا أَلَا بُعْدًا لِمَدْيَنَ كَمَا بَعِدَتْ ثَمُودُ (95)}.
84- Medyen’e de kardeşleri Şuayb’ı gönderdik. Dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a ibadet edin, O’ndan başka hiçbir (hak) ilâhınız yok. Ölçüyü ve tartıyı eksik tutmayın. Ben sizi gerçekten hayır içinde görüyorum ve yine ben, sizin için çepeçevre kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum. 85- “Ey kavmim, ölçü ve tartıyı adaletle tastamam yerine getirin. İnsanlara ait hiçbir şeyi eksik vermeyin. Fesatçı olup da yeryüzünde bozgunculuk yapmayın. 86- “Eğer mü’min kimseler iseniz Allah’ın bıraktığı, sizin için daha hayırlıdır. Yoksa ben, üzerinizde bekçi değilim.” 87- Dediler ki: “Ey Şuayb! Atalarımızın taptıklarını terk etmemizi yahut kendi mallarımızda dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor? Sen, pek yumuşak huylu, pek akıllıymışsın!” 88- Dedi ki: “Ey kavmim! Ya ben Rabbimden gelen apaçık bir delil üzerinde isem ve O, bana tarafından güzel bir rızık ihsan etmiş ise ne dersiniz? Size yasakladığım şeylere kendim uymayarak size aykırı davranmak istemem. Ben sadece gücüm yettiğince ıslah etmek istiyorum. Benim başarım da ancak Allah'ın yardımıyladır. Ben yalnız O’na güvenip dayandım ve yalnız O’na yönelirim.” 89- “Ey kavmim, bana olan muhalefetiniz sakın Nûh kavminin veya Lût kavminin yahut Salih kavminin başlarına gelen azabın bir benzerinin başınıza gelmesine sebep olmasın. Lût kavmi de sizden uzak değildir.” 90- “Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra O’na tevbe edin. Şüphesiz ki Rabbim Rahîmdir, Vedûddur.” 91- Dediler ki: “Ey Şuayb! Senin söylediklerinden birçoğunu anlamıyoruz. Hem biz seni aramızda gerçekten güçsüz görüyoruz. Eğer senin aşiretin olmasaydı seni taşa tutardık. Sen bizim gözümüzde değerli bir kimse değilsin.” 92- Dedi ki: “Ey kavmim! Sizin gözünüzde benim aşiretim, Allah’tan daha mı değerli ki O’nu(n emrini) önemsemeyip göz ardı ettiniz? Şüphesiz Rabbim yaptıklarınızı çepeçevre kuşatmıştır. 93- “Ey kavmim! Kendi yolunuzca yapacağınızı yapın, ben de yapacağım. Yakında rüsvay edecek azabın kime geleceğini ve kimin yalancı olduğunu bileceksiniz. Gözleyin, ben de sizinle beraber gözlüyorum.” 94- (Azap) emrimiz gelince Şuayb’ı ve beraberindeki mü’minleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık. Zulmedenleri ise korkunç bir ses yakalayıverdi de yurtlarında dizüstü çöküp kaldılar. 95- Sanki orada hiç yaşamamışlardı. Haberiniz olsun ki Semûd nasıl (ilahi rahmetten) uzak olduysa Medyen de öylece uzak oldu.
#
{84} أي: {و} أرسلنا {إلى مدينَ}: القبيلة المعروفة، الذين يسكنون مَدْيَنَ، في أدنى فلسطين، {أخاهم}: في النسب، {شُعيباً}: لأنَّهم يعرفونه ويتمكَّنون من الأخذ عنه، فقال لهم: {يا قومِ اعبُدوا الله ما لكم من إلهٍ غيرُه}؛ أي: أخلصوا له العبادة؛ فإنَّهم كانوا يشرِكون [به]، وكانوا مع شركهم يَبْخَسون المكيال والميزان، ولهذا نهاهم عن ذلك، فقال: {ولا تَنقُصوا المِكْيال والميزانَ}: بل أوفوا الكيل والميزان بالقسط. {إني أراكُم بخيرٍ}؛ أي: بنعمة كثيرةٍ وصحَّة وكثرة أموال وبنين؛ فاشكُروا الله على ما أعطاكم، ولا تكفروا بنعمة الله فيزيلها عنكم. {وإنِّي أخافُ عليكم عذابَ يوم محيطٍ}؛ أي: عذاباً يحيط بكم ولا يُبقي منكم باقيةً.
84. Biz “Medyen’e” Filistin yakınlarında Medyen denilen yerde yerleşmiş bulunan ve bu isimle bilinen kabileye “de” nesep itibari ile “kardeşleri Şuayb’ı” peygamber olarak “gönderdik.” Çünkü onlar, onu tanıyordu; böylece ondan bir şeyler alıp öğrenmeleri başkalarına nispeten daha mümkündü. Onlara “Dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a ibadet edin, O’ndan başka hiçbir (hak) ilâhınız yok.” Yani yalnızca O’na ihlasla ibadet edin. Çünkü kavmi, ortak koşan, müşrik kimselerdi. Ortak koşmakla birlikte ölçü ve tartıyı da eksik yapıyorlardı. Bundan dolayı Şuayb, bu davranışlarından da vazgeçmelerini isteyerek şöyle dedi: “Ölçüyü ve tartıyı eksik tutmayın” Aksine ölçü ve tartıyı adaletli yapın. “Ben sizi gerçekten hayır” pek bol nimetler, sağlık, çokça mal ve evlat “içinde görüyorum.” Öyleyse Yüce Allah’ın size verdiklerine karşı şükredin, Allah’ın nimetine karşı nankörlük etmeyin. Aksi takdirde o nimeti sizden çekip alır. “ve yine ben, sizin için çepeçevre kuşatıcı bir günün azabından korkuyorum.” Sizi çepeçevre kuşatacak ve sizden geriye hiç kimseyi bırakmayacak bir azaptan korkuyorum.
#
{85} {ويا قوم أوفوا المكيالَ والميزان بالقِسْطِ}؛ أي: بالعدل الذي ترضَوْن أن تعطوه، {ولا تَبخَسوا الناس أشياءهم}؛ أي: لا تنقصوا من أشياء الناس، فتسرقوها بأخذها بنقص المكيال والميزان، {ولا تَعْثَوْا في الأرض مفسِدينَ}: فإنَّ الاستمرار على المعاصي يفسِدُ الأديان والعقائد والدِّين والدُّنيا ويهلِكُ الحرثَ والنسل.
85. “Ey kavmim, ölçü ve tartıyı” size verilmesi halinde razı olacağınız şekilde “adaletle tastamam yerine getirin. İnsanlara ait hiçbir şeyi eksik vermeyin.” İnsanların mallarını eksilterek, ölçü ve tartıyı eksik yapmak sureti ile haksızca alarak hırsızlık yoluna sapmayın. “Fesatçı olup da yeryüzünde bozgunculuk yapmayın.” Çünkü masiyetlere devam etmek; dini, akîdeyi, inancı, dünyayı ve âhireti ifsad eder. Ekini ve nesli bozup yok eder.
#
{86} {بقيةُ الله خيرٌ لكم}؛ أي: يكفيكم ما أبقى الله لكم من الخير وما هو لكم؛ فلا تطمَعوا في أمرٍ لكم عنه غُنيةٌ وهو ضارٌّ لكم جدًّا، {إن كنتُم مؤمنينَ}: فاعملوا بمقتضى الإيمان. {وما أنا عليكم بحفيظٍ}؛ أي: لست بحافظٍ لأعمالكم ووكيل عليها، وإنَّما الذي يحفظها الله تعالى، وأمَّا أنا فأبلِّغكم ما أرسلتُ به.
86. “Eğer mü’min kimseler iseniz” imanın gereğince amel edin, “Allah’ın bıraktığı, sizin için daha hayırlıdır.” Allah’ın size bıraktığı hayır ve size ait olan şeyler size yeter. İhtiyacınız olmayan ve gerçekten sizin için zararlı olacak şeylere göz dikmeyin. “Yoksa ben üzerinizde bekçi değilim.” Sizin amellerinizi tespit edecek ve bekçiliğini yapacak değilim. Bunları tespit edip hesabını görecek olan, Allah’tır. Bana gelince ben, sadece size benimle gönderilenleri tebliğ etmekle yükümlüyüm.
#
{87} {قالوا يا شُعيبُ أصلاتُكَ تأمُرُك أن نَتْرُكَ ما يعبدُ آباؤنا}؛ أي: قالوا ذلك على وجه التهكُّم بنبيِّهم والاستبعاد لإجابتهم له، ومعنى كلامهم: أنَّه لا موجب لنهيك لنا إلاَّ أنك تصلي لله وتتعبَّد له؛ أفإنْ كنتَ كذلك؛ أفيوجِبُ لنا أن نتركَ ما يعبدُ آباؤنا لقولٍ ليس عليه دليلٌ إلاَّ أنه موافقٌ لك؟! فكيف نتَّبعك ونترك آباءنا الأقدمين أولي العقول والألباب؟! وكذلك لا يوجِبُ قولُك لنا أن نفعلَ في أموالنا ما قلتَ لنا من وفاء الكيل والميزان وأداء الحقوق الواجبة فيها، بل لا نزالُ نفعل فيها ما شئنا؛ لأنَّها أموالُنا، فليس لك فيها تصرُّف، ولهذا قالوا في تهكُّمهم: {إنَّك لأنتَ الحليمُ الرشيدُ}؛ أي: أئنك أنت الذي الحلم والوَقارُ لك خُلُقٌ والرُّشْدُ لك سجيَّةٌ؛ فلا يصدُرُ عنك إلا رشدٌ، ولا تأمرُ إلاَّ برشدٍ، ولا تنهى إلاَّ عن غيٍّ؟! أي: ليس الأمر كذلك، وقصدُهم أنَّه موصوفٌ بعكس هذين الوصفين: بالسَّفه والغواية؛ أي: أن المعنى: كيف تكونُ أنت الحليم الرشيد، وآباؤنا هم السفهاء الغاوين؟! وهذا القول الذي أخرجوه بصيغة التهكُّم وأنَّ الأمر بعكسه ليس كما ظنُّوه، بل الأمر كما قالوه: إنَّ صلاته تأمُرُه أن ينهاهم عمَّا كان يعبدُ آباؤهم الضالُّون وأن يفعلوا في أموالهم ما يشاؤون؛ فإنَّ الصلاة تنهى عن الفحشاء والمنكر، وأيُّ فحشاء ومنكرٍ أكبر من عبادة غير الله، ومن منع حقوق عباد الله، أو سرقتها بالمكاييل والموازين، وهو عليه الصلاة والسلام الحليم الرشيد؟!
87. Onlar, bu sözleri peygamberleri ile alay etmek ve onun çağrısını kabul etmelerinin uzak bir ihtimal olduğunu anlatmak üzere söylemişlerdi. Sözlerinin anlamı şudur: “Bize bunları yasaklamanı gerektiren şey, namaz kılman, Allah’a ibadet etmendir. Sen, böyle olsan dahi acaba bu, bizim atalarımızın tapındıklarını terk etmemizi gerektirir mi? Çünkü bu isteğine dair tek delil, onun sana uygun düşmesidir. Biz nasıl olur da sana uyup akıl ve fikir sahibi geçmiş atalarımızın yolunu terk ederiz? Aynı şekilde senin bize söylediklerin, bizim mallarımızda dediğin şekilde ölçü ve tartıları eksiksiz yapmamızı, bu mallarda farz olan hakları tastamam ödememizi de gerektirmez. Aksine biz, bu mallarımızda dilediğimizi yapmaya devam edeceğiz. Çünkü o mallar bizimdir, bu mallarda senin herhangi bir tasarruf yetkin yoktur.” Bunun için de onların alay yollu sözleri arasında: “Sen, pek yumuşak huylu, pek akıllıymışsın!” dediklerini de görüyoruz. Yani yumuşak huyluluk ve vakar senin huyunmuş. Doğru yolda olmak da karakterinmiş. Senden doğruluktan başka herhangi bir şey çıkmazmış ve sen ancak doğru olanı emredermişsin. Kötü ve sapıklık olandan da alıkoymaya kalkışırsın. Yani, asla böyle değil. Asıl maksatları, Şuayb’ın bu sıfatların tam aksi olan akılsızlık ve yoldan çıkmışlık niteliklerine sahip olduğunu söylemektir. Alay yollu söyledikleri bu ifadenin anlamı şudur: Bizim atalarımız haddi aşmış ve beyinsiz kimseler ise sen nasıl yumuşak huylu ve doğru yolda birisi olabilirsin? Onların bu şekilde alay yollu söyledikleri bu sözler ve işin tam aksi olduğuna dair iddiaları hiç de sandıkları gibi değildir. Aksine durum, onların kastettikleri değil, sözlü olarak ifade ettikleri gibidir. Gerçekten de onun kıldığı namaz, ona onları sapık atalarının yaptıklarından vazgeçirmeye çalışmasını ve mallarında da dilediklerini yapmaktan onları alıkoymasını emretmektedir. Çünkü namaz, hayasızlıklardan ve kötülükten alıkoyar. Peki, Allah’tan başkasına ibadet etmekten, Allah’ın kullarının haklarını vermemekten yahut da ölçü ve tartıyı eksilterek haklarını çalmaktan daha büyük bir hayasızlık ve kötülük olabilir mi? Gerçekten de O -salât ve selâm ona olsun- pek yumuşak huylu ve çok akıllı bir kimse idi.
#
{88} {قال} لهم شعيبٌ: {يا قوم أرأيتُم إن كنتُ على بيِّنةٍ من ربِّي}؛ أي: يقين وطمأنينة في صحَّة ما جئت به، {ورَزَقَني منه رزقاً حسناً}؛ أي: أعطاني الله من أصناف المال ما أعطاني، {و} أنا لا {أريدُ أن أخالِفَكم إلى ما أنهاكم عنه}: فلستُ أريدُ أنْ أنهاكم عن البَخْس في المكيال والميزان وأفعله أنا حتى تتطرق إليَّ التُّهمة في ذلك، بل ما أنهاكم عن أمر إلا وأنا أول مبتدرٍ لتركِهِ. {إن أريدُ إلاَّ الإصلاح ما استطعتُ}؛ أي: ليس لي من المقاصد إلاَّ أن تَصْلُحَ أحوالكم وتستقيم منافعكم، وليس لي من المقاصد الخاصَّة لي وحدي شيءٌ بحسب استطاعتي. ولما كان هذا فيه نوعُ تزكيةٍ للنفس؛ دَفَعَ هذا بقوله: {وما توفيقي إلاَّ بالله}؛ أي: وما يحصل لي من التوفيق لفعل الخير و الانفكاك عن الشرِّ إلاَّ بالله تعالى، لا بحولي ولا بقوَّتي. {عليه توكلتُ}؛ أي: اعتمدتُ في أموري ووثقتُ في كفايته. {وإليه أنيبُ}: في أداء ما أمرني به من أنواع العبادات، وفي هذا التقرُّب إليه بسائر أفعال الخيرات، وبهذين الأمرين تستقيمُ أحوال العبد، وهما الاستعانةُ بربِّه والإنابة إليه؛ كما قال تعالى: {فاعبُدْه وتوكَّلْ عليه}. وقال: {إيَّاك نعبدُ وإيَّاك نستعينُ}.
88. Şuayb onlara şöyle dedi: “Ey kavmim, ya ben Rabbimden gelen apaçık bir delil üzerinde isem” benim getirdiğimin doğruluğu hususunda kesin bir bilgi ve tam bir gönül huzuruna sahipsem “ve O, bana kendisinden güzel bir rızık ihsan etmiş” Allah bana çeşitli türlerden helal mallar bağışlamış “ise ne dersiniz?” Ben “size yasakladığım şeylere kendin uymayarak size aykırı davranmak istemem.” Yani ben size ölçü ve tartıları eksik yapmayı yasaklarken kendim yasakladığım o işi yapmak istemem. O nedenle de bu konuda beni itham etme imkânı söz konusu olamaz. Aksine ben, size herhangi bir şeyi yasaklayacak olursam onu ilk terk eden mutlaka ben olurum. “Ben sadece gücüm yettiğince ıslah etmek istiyorum.” Benim, hallerinizin düzelmesi, sizin faydalanacağınız hususların dosdoğru olması dışında herhangi bir maksadım yoktur. Benim yalnızca kendi lehime güttüğüm özel bir amacım da yoktur. Elimden geldiğince ıslah etmek istiyorum. Bu ifade, bir bakıma kişinin kendi kendisini tezkiye etmesi anlamına geldiğinden dolayı böyle bir ihtimali şu sözleri ile bertaraf etmektedir: “Benim başarım da ancak Allah'ın yardımıyladır.” Ben herhangi bir hayırlı işi yapmak ve kötülükten de uzak durmak başarısını elde edersem bu, ancak Yüce Allah’ın lütfu iledir. Benim kendi güç ve imkânımla olan bir şey değildir. “Ben yalnız O’na güvenip dayandım.” İşlerimde O’na dayandım, O’nun bana yeteceğine güvendim. “Ve yalnız O’na yönelirim.” Bana emretmiş olduğu türlü ibadetleri edâ etmekte ve çeşitli hayırlı işleri yapmakta ben O’na dönerim. İşte bu iki husus ile kulun halleri doğruluk üzere olur. Bunlar ise kişinin Rabbinden yardım dilemesi ile O’na yönelmesidir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Öyleyse O’na ibadet et ve O’na güvenip dayan.” (Hûd, 11/123); “Yalnız Sana ibadet eder, yalnız Senden yardım dileriz.” (el-Fâtiha, 1/5)
#
{89} {ويا قوم لا يجرمنَّكم شِقاقي}؛ أي: لا تحملنَّكم مخالفتي ومشاقَّتي، {أن يصيبَكُم}: من العقوبات، {مثلُ ما أصاب قومَ نوحٍ أو قومَ هودٍ أو قومَ صالحٍ وما قومُ لوطٍ منكم ببعيد}: لا في الدار ولا في الزمان.
89. “Ey kavmim, bana olan muhalefetiniz” ve karşı çıkışınız “sakın Nûh kavminin veya Hûd kavminin yahut Salih kavminin başlarına gelen azabın bir benzerinin başınıza gelmesine sebep olmasın.” Sizi buralara kadar itmesin. “Lût kavmi de sizden” yurdu itibari ile de zamanı itibari ile de “uzak değildir.”
#
{90} {واستغفِروا ربَّكم}: عما اقترفتم من الذُّنوب، {ثمَّ توبوا إليه}: فيما يستقبل من أعماركم بالتوبة النَّصوح والإنابة إليه بطاعته وترك مخالفته. {إنَّ ربِّي رحيمٌ ودودٌ}: لمن تاب وأناب؛ يرحمه فيغفر له ويتقبَّل توبته ويحبُّه. ومعنى الودود من أسمائه تعالى: أنَّه يحبُّ عباده المؤمنين ويحبُّونه؛ فهو فعولٌ بمعنى فاعل ومعنى مفعول.
90. “Rabbinizden” işlemiş olduğunuz günahlar dolayısı ile “mağfiret dileyin, sonra” ömrünüzün geri kalan kısmında da samimi olarak “O’na tevbe edin.” O’na itaat ederek emirlerine aykırı davranmayı terk ederek O’na dönün. “Şüphesiz Rabbim” tevbe edip dönen kimselere “Rahîmdir,” merhamet buyurur. Onun günahlarını bağışlar, tevbesini kabul eder. “Vedûddur” onu sever. Vedûd (çok seven ve çok sevilen), Allah’ın isimlerinden birisidir. Yani O, mü’min kullarını sevdiği gibi onlar da O’nu severler. Bu kelime hem ism-i fail (seven) hem de ism-i mef’ûl (sevilen) anlamını vermektedir.
#
{91} {قالوا يا شعيبُ ما نَفْقَهُ كثيراً مما تقولُ}؛ أي: تضجَّروا من نصائحِهِ ومواعظِهِ لهم، فقالوا: ما نفقهُ كثيراً مما تقولُ، وذلك لبُغْضِهم لما يقولُ ونفرتهم عنه. {وإنَّا لنراك فينا ضعيفاً}؛ أي: في نفسك، لست من الكبار والرؤساء، بل من المستضعفين. {ولولا رهطُكَ}؛ أي: جماعتك وقبيلتك، {لَرَجَمْناك وما أنت علينا بعزيز}؛ أي: ليس لك قَدْرٌ في صدورنا ولا احترامٌ في أنفسنا، وإنما احترمنا قبيلتك بتركنا إياك.
91. Onlar, Şuayb’ın verdiği öğütlerden, yaptığı nasihatlardan usanarak: “Senin söylediklerinden birçoğunu anlamıyoruz” dediler. Bu ise söylediklerini nefretle karşılamaları ve ondan hoşlanmamalarından dolayıdır. “Hem biz seni aramızda gerçekten güçsüz görüyoruz.” Sen büyüklerden ve liderlerden değilsin. Aksine sen alt tabakadaki zayıf kimselerdensin. “Eğer senin aşiretin” cemaatin ve kabilen “olmasaydı seni taşa tutardık. Sen bizim gözümüzde değerli bir kimse değilsin.” Senin bizim kalbimizde herhangi bir kıymetin, gözümüzde herhangi bir saygınlığın yoktur. Biz sana ilişmemekle senin kabilene saygı göstermiş oluyoruz.
#
{92} {قال} لهم مترقِّقاً لهم: {يا قومِ أرَهْطي أعزُّ عليكم من الله}؛ أي: كيف تراعونني لأجل رَهْطي ولا تراعونني لله، فصار رَهْطي أعزَّ عليكم من الله. {واتَّخذتُموه وراءكم ظِهْرِيًّا}؛ أي: نبذتُم أمر الله وراء ظهوركم، ولم تُبالوا به، ولا خِفْتُم منه. {إنَّ ربِّي بما تعملون محيطٌ}: لا يخفى عليه من أعمالكم مثقالُ ذرَّة في الأرض ولا في السماء، فسيُجازيكم على ما عملتم أتمَّ الجزاء.
92. Şuayb onlara karşı yumuşaklıkla şöyle dedi: “Ey kavmim, sizin gözünüzde benim aşiretim, Allah’tan daha mı değerli” Sizler nasıl olur da aşiretimden dolayı hatırımı sayıyorsunuz da Allah için hatırımı saymıyorsunuz ve böylelikle sizin için benim aşiret ve kabilem, Allah’tan daha değerli olabiliyor “ki O’nu(n emrini) önemsemeyip göz ardı ettiniz” Allah’ın emrini arkalarınıza attınız, ona aldırmadınız ve Allah’tan da korkmadınız. “Şüphesiz Rabbim yaptıklarınızı çepeçevre kuşatmıştır.” Amellerinizden zerre ağırlığı kadar bir şey dahi -yerde olsun gökte olsun- asla O’na gizli kalmaz. O, yaptıklarınızın karşılığını en mükemmel şekli ile verecektir.
#
{93} {و} لما أعيَوْه وعجز عنهم؛ قال: {يا قوم اعملوا على مكانتِكُم}؛ أي: على حالتكم ودينكم. {إنِّي عامل سوف تعلمونَ من يأتيه عذابٌ يُخزيه}: ويحلُّ عليه عذابٌ مقيمٌ، أنا أم أنتم، وقد علموا ذلك حين وقع عليهم العذابُ، {وارتقِبوا}: ما يحلُّ بي. {إنِّي معكم رقيبٌ} ما يَحِلُّ بكم.
93. Kavmi nihâyet onu iyi yorunca, o da onlara karşı bir şey yapamayacak hale gelip acze düşünce dedi ki: “Ey kavmim, kendi yolunuzca yapacağınızı yapın.” Yani siz durumunuz ve dininiz üzere amel etmeye devam edin. “ben de yapacağım. Yakında rüsvay edecek azabın kime geleceğini” kimin başına ebedî azabın ineceğini “ve kimin yalancı olduğunu” ben mi, yoksa sizler mi yalancısınız “bileceksiniz.” Onlar bunu azap başlarına indiğinde kesinlikle öğrenmiş oldular. Başıma neler geleceğini “gözleyin, ben de sizinle beraber” sizin başınıza gelecekleri “gözlüyorum.”
#
{94} {ولما جاء أمرُنا}: بإهلاك قوم شعيب، {نجَّيْنا شُعيباً والذين آمنوا معه برحمةٍ منَّا وأخذتِ الذين ظلموا الصيحةُ فأصبحوا في ديارِهم جاثمينَ}: لا تَسْمَعُ لهم صوتاً، ولا ترى منهم حركةً.
94. Şuayb kavminin helak edilmesine dair “emrimiz gelince Şuayb’ı ve beraberindeki mü’minleri tarafımızdan bir rahmetle kurtardık. Zulmedenleri ise korkunç bir ses yakalayıverdi de yurtlarında dizüstü çöküp kaldılar.” Artık onların ne bir seslerini işitebilirsin, ne de onların bir hareketlerini görebilirsin.
#
{95} {كأن لم يَغْنَوْا فيها}؛ أي: كأنهم ما أقاموا في ديارهم ولا تنَّعموا فيها حين أتاهم العذاب. {ألا بعداً لمدين}: إذْ أهلكها اللهُ وأخزاها، {كما بَعِدَتْ ثمودُ}؛ أي: قد اشتركت هاتان القبيلتان في السَّحق والبُعد والهلاك. وشعيبٌ عليه السلام كان يسمى خطيب الأنبياء؛ لحسن مراجعته لقومه. وفي قصته من الفوائد والعبر شيء كثير: منها: أن الكفار كما يعاقَبون ويخاطَبون بأصل الإسلام؛ فكذلك بشرائعه وفروعه؛ لأنَّ شعيباً دعا قومه إلى التوحيد وإلى إيفاء المكيال والميزان، وجعل الوعيد مرتباً على مجموع ذلك. ومنها: أن نقصَ المكاييل والموازين من كبائر الذُّنوب وتخشى العقوبة العاجلة على من تعاطى ذلك، وأنَّ ذلك من سرقة أموال الناس، وإذا كان سرقتهم في المكاييل والموازين موجبةً للوعيد؛ فسرِقَتُهم على وجه القهر والغلبة من باب أولى وأحرى. ومنها: أنَّ الجزاء من جنس العمل؛ فمن بَخَسَ أموال الناس يريد زيادة ماله؛ عوقِبَ بنقيض ذلك، وكان سبباً لزوال الخير الذي عنده من الرزق؛ لقوله: {إني أراكم بخيرٍ}؛ أي: فلا تتسبَّبوا إلى زواله بفعلكم. ومنها: أن على العبد أن يَقْنَعَ بما آتاه الله ويَقْنَعَ بالحلال عن الحرام وبالمكاسب المباحة عن المكاسب المحرمة، وأنَّ ذلك خيرٌ له؛ لقوله: {بقيَّةُ الله خيرٌ لكم}؛ ففي ذلك من البركة وزيادة الرزق ما ليس في التكالب على الأسباب المحرَّمة من المَحْق وضدِّ البركة. ومنها: أن ذلك من لوازم الإيمان وآثاره؛ فإنَّه رتب العمل به على وجود الإيمان، فدلَّ على أنَّه إذا لم يوجد العمل؛ فالإيمان ناقصٌ أو معدومٌ. ومنها: أنَّ الصلاة لم تزل مشروعة للأنبياء المتقدِّمين، وأنَّها من أفضل الأعمال، حتى إنه متقرِّر عند الكفار فضلها وتقديمها على سائر الأعمال، وأنها تنهى عن الفحشاء والمنكر، وهي ميزانٌ للإيمان وشرائعه؛ فبإقامتها تكمُلُ أحوال العبدِ، وبعدم إقامتها تختلُّ أحواله الدينيَّة. ومنها: أنَّ المال الذي يرزقُهُ الله الإنسان، وإنْ كان الله قد خوَّله إياه؛ فليس له أن يصنع فيه ما يشاء؛ فإنه أمانةٌ عنده، عليه أن يقيم حقَّ الله فيه بأداء ما فيه من الحقوق والامتناع من المكاسب التي حرَّمها الله ورسوله، لا كما يزعمه الكفار ومن أشبههم؛ أنَّ أموالهم لهم أن يصنعوا فيها ما يشاؤون ويختارون، سواءٌ وافقَ حكمَ الله أو خالفه. ومنها: أن من تَكْمِلَةِ دعوة الداعي وتمامها: أن يكونَ أول مبادرٍ لما يأمر غيره به وأول منتهٍ عما ينهى غيره عنه؛ كما قال شعيبٌ عليه السلام: {وما أريدُ أنْ أخالِفَكم إلى ما أنهاكم عنه}، ولقوله تعالى: {يا أيُّها الذين آمنوا لم تقولونَ ما لا تفعلونَ [كَبُرَ مقتًا عند اللهِ أن تقولوا ما لا تفعلون]}. ومنها: أن وظيفة الرسل وسنَّتهم وملَّتهم إرادةُ الإصلاح بحسب القدرة والإمكان، فيأتون بتحصيل المصالح وتكميلها أو بتحصيل ما يُقْدَرُ عليه منها، وبدفع المفاسدِ وتقليلها، ويراعون المصالح العامة على المصالح الخاصة. وحقيقة المصلحة هي التي تَصْلُح بها أحوال العباد، وتستقيم بها أمورهم الدينيَّة والدنيويَّة. ومنها: أنَّ مَن قام بما يقدِرُ عليه من الإصلاح؛ لم يكن مَلوماً ولا مَذْموماً في عدم فعله ما لا يقدِرُ عليه؛ فعلى العبدِ أن يُقيم من الإصلاح في نفسه وفي غيره ما يقدِرُ عليه. ومنها: أنَّ العبد ينبغي له أن لا يتَّكل على نفسه طرفة عين، بل لا يزال مستعيناً بربِّه، متوكِّلاً عليه، سائلاً له التوفيق، وإذا حصل له شيءٌ من التوفيق؛ فلينسبه لِموليهِ ومُسْديه ولا يُعْجَب بنفسه؛ لقوله: {وما توفيقي إلاَّ بالله عليه توكلتُ وإليه أُنيبُ}. ومنها: الترهيب بأخذات الأمم، وما جرى عليهم، وأنه ينبغي أنْ تُذْكَرَ القَصصُ التي فيها إيقاعُ العقوبات بالمجرمين في سياق الوعظ والزجر؛ كما أنه ينبغي ذِكْرُ ما أكرم الله به أهل التقوى عند الترغيب والحثِّ على التقوى. ومنها: أن التائب من الذنب كما يُسمح له عن ذنبه ويُعفى عنه؛ فإنَّ الله تعالى يحبُّه ويودُّه، ولا عبرة بقول من يقول: إنَّ التائبَ إذا تاب؛ فحسبُه أن يُغْفَرَ له ويعودَ عليه العفو، وأما عَوْدُ الودِّ والحبِّ؛ فإنه لا يعودُ؛ فإنَّ الله قال: {واستغفِروا ربَّكم ثمَّ توبوا إليه إنَّ ربي رحيمٌ ودودٌ}. ومنها: أنَّ الله يدفع عن المؤمنين بأسبابٍ كثيرةٍ قد يعلمون بعضها وقد لا يعلمون شيئاً منها، وربما دَفَعَ عنهم بسبب قبيلتهم وأهل وطنهم الكفار؛ كما دفع الله عن شعيبٍ رجمَ قومِهِ بسبب رهطِهِ. وأنَّ هذه الروابط التي يحصُلُ بها الدفع عن الإسلام والمسلمين لا بأس بالسعي فيها، بل ربَّما تعيَّن ذلك؛ لأنَّ الإصلاح مطلوبٌ على حسب القدرة والإمكان؛ فعلى هذا لو ساعد المسلمون الذين تحت ولاية الكفار، وعملوا على جعل الولاية جمهوريَّةً يتمكَّن فيها الأفرادُ والشعوبُ من حقوقهم الدينيَّة والدنيويَّة؛ لكان أولى من استسلامهم لدولةٍ تقضي على حقوقهم الدينيَّة والدنيويَّة، وتحرص على إبادتها وجعلهم عَمَلَةً وخدماً لهم. نعم؛ إنْ أمكن أن تكون الدولة للمسلمين وهم الحكام؛ فهو المتعيِّن، ولكن لعدم إمكان هذه المرتبة؛ فالمرتبة التي فيها دفعٌ ووقايةٌ للدين والدنيا مقدمة. والله أعلم.
95. “Sanki orada hiç yaşamamışlardı.” Sanki o yurtlarında hiç bulunmamışlar ve azap gelinceye kadar orada nimetlerden yararlanmamış gibi oldular. “Haberiniz olsun ki Semûd nasıl (ilahi rahmetten) uzak olduysa Medyen de” Yüce Allah o kavmi helak edip rüsvay ettiğinden dolayı “öylece uzak oldu.” Yani bu iki kavim, helak oluşta ve ilahi rahmetten uzak kalışta ortak idi. Şuayb aleyhisselam peygamberlerin hatibi diye adlandırılır. Bunun sebebi kavmi ile güzel bir şekilde diyalog kurmasıdır. Onun bu kıssasında pek çok faydalı dersler ve ibretler vardır ki bazıları şöyledir: 1. Kâfirler İslâm’ın aslı (itikad esasları) ile muhatap oldukları ve bundaki kusurlarından dolayı cezalandırıldıkları gibi İslâm’ın fer’i hükümleri ile de muhataptırlar. Çünkü Şuayb, kavmini hem tevhide hem de ölçü ve tartıları tam yapmaya davet etmiş ve bütün bunlara riâyet edilmemesine karşılık azap tehdidinde bulunmuştu. 2. Ölçü ve tartıların eksik yapılması, büyük günahlar arasındadır. Bu günahları işleyen kimseler için dünyevi cezaya çarptırılmaktan da korkulur. Böyle bir uygulama insanların mallarını çalmak demektir. Ölçü ve tartılarda çalmak, tehdidi gerektirdiğine göre zorla ve baskıyla hırsızlık yapma hakkında tehdit, öncelikli olarak söz konusudur. 3. Amelin karşılığı kendi türündendir. Malının artmasını isteyerek insanların mallarını eksilten kimse, bu isteğinin tam zıddı ile cezalandırılır ve bu uygulaması onun sahip olduğu bolluğun ve rızkın yok olmasına sebep olur. Çünkü Yüce Allah’ın şu buyruğu bunu göstermektedir: “Ben sizi gerçekten hayır içinde görüyorum.” Yani yapıp ettiklerinizle bu hayır ve bereketin yok olmasına sebep olmayın. 4. Kul, Allah’ın kendisine verdiklerine kanaat etmeli, haram kazançtansa helâle ve haram kılınmış kazanç yollarındansa mubah kazanç yollarına razı olmalıdır. Böylesi onun için daha hayırlıdır. Çünkü Yüce Allah: “Allah’ın bıraktığı sizin için daha hayırlıdır” diye buyurmaktadır. Bunda bereket ve rızık artışı vardır. Haram sebeplere saldırırcasına gitmek ise bereketin yok olmasına hatta bereketsizliğe yol açar. 5. Bu konudaki buyruklara riâyet etmek imanın gereği ve sonucudur. Çünkü bu şekilde amel etmenin imanın varlığına bağlı olduğu belirtilmektedir. O halde bu, şuna delildir: Eğer gereken amel ortaya çıkmıyor ise iman ya eksiktir yahut yoktur. 6. Namaz önceki peygamberlere de emredilmiştir ve o, amellerin en faziletlisidir. Öyle ki kâfirler bile namazın faziletinin diğer amellerden önde olduğunu, hayasızlıklardan ve kötülüklerden alıkoyduğunu kabul etmişlerdir. Namaz, imanın ve imanın gerektirdiği şer’î hükümlere riâyet etmenin ölçüsüdür. Namazın gereği gibi kılınması ile kulun halleri kemal derecesine ulaşır. Dosdoğru kılınmaması ile de kişinin dini halleri bozulur. 7. İnsanın, Allah’ın kendisine rızık olmak üzere verdiği malda -Allah onu o kimseye vermiş olsa dahi- dilediğini yapma hakkı yoktur. Çünkü mal, onun elinde bir emanettir. O, da malda Allah’ın haklarını uygulamakla yükümlüdür. Bu ise o maldaki hakları eda etmekle, Allah ve Rasûlünün haram kıldığı kazanç yollarından uzak durmakla mümkündür. Yoksa kâfirlerin ve onlara benzer durumdakilerin sandıkları gibi onlar mallarında -Allah’ın hükmüne uygun düşsün veya muhalif olsun- istediklerini yapma hakkına sahip değillerdir. 8. Davetçinin başkasına emretmiş olduğu işi ilk önce kendisinin yapması, onun davetinin tamamlayıcı bir unsurudur. Aynı şekilde başkasının vazgeçmesini istediği işten de ilk vazgeçen kişi o olmalıdır. Nitekim Şuayb aleyhisselam şöyle demiştir: “Size yasakladığım şeylere kendim uymayarak size aykırı davranmak istemem.” Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz? Yapmayacağınız şeyleri söylemeniz Allah katında büyük bir gazaba neden olur.” (es-Saf, 61/2) 9. Peygamberlerin vazifesi, sünneti ve dini, güç ve imkânları ölçüsünde ıslahı gerçekleştirmektir. Bu nedenle maslahatları tamama erdirmek yahut da güç yetirebildikleri kadarını sağlamak; kötülükleri bertaraf etmek ve azaltmak, ayrıca genel maslahatları özel maslahatlardan önde tutmak onların görevidir. Maslahatın gerçek mahiyeti ise kulların durumlarının düzelmesine, din ve dünya işlerinin dosdoğru olmasına vasıta olan şeydir. 10. Gücü yettiği kadar ıslahta bulunan kimse, gücü yetmediği şeyleri yapmamaktan dolayı kınanmaz ve yerilmez. Kula düşen, gerek nefsinde gerek başkalarında gücünün yettiği kadar ile ıslahı uygulamaktır. 11. Kulun bir göz kırpacak kadarlık bir süre dahi kendi kendisine güvenmemesi gerekir. Aksine kul sürekli olarak Rabbinden yardım dilemeli, Rabbine tevekkül etmeli ve O’ndan kendisine tevfikini ihsan etmesini dilemelidir. Herhangi bir ölçüde ilâhi tevfike mazhar olacak olursa bunu da bu tevfikin gerçek sahibine ve ihsan edicisine nispet etmeli, hiçbir zaman kendi kendisini beğenmeye kalkışmamalıdır. Çünkü Yüce Allah (bize Şuayb’ın sözlerini naklederek) şöyle buyurmaktadır: “Benim başarım ancak Allah'ın yardımıyladır. Ben yalnız O’na güvenip dayandım ve yalnız O’na dönerim.” 12. Ümmetlerin azap ile yakalanışlarının ve başlarına gelen musibetlerin anlatılması, günahkârların başına indirilen cezaların söz konusu edildiği kıssaların, vaaz ve kötülüklerden alıkoymak kastı ile yapılan konuşmalarda hatırlatılması gereğini vurgulamaktadır. Aynı şekilde takvaya teşvik esnasında da Yüce Allah’ın takva sahiplerine ihsan ettiği lütufların söz konusu edilmesi gerekmektedir. 13. Günahtan tevbe eden bir kimsenin günahı bağışlandığı ve affedildiği gibi ayrıca Yüce Allah, böyle bir kimseyi sever. O bakımdan: “Tevbe eden bir kimsenin günahının bağışlanması ve Allah’ın onu affetmesi o kimseye yeterlidir. Allah’ın sevgisinin geri kazanılması ise beklenmesin” diyenlerin sözlerine itibar edilmez. Çünkü Yüce Allah: “Rabbinizden mağfiret dileyin ve sonra O’na tevbe edin. Şüphesiz Rabbim rahmet edicidir, çok sevendir” buyurmaktadır. 14. Yüce Allah pek çok sebep aracılığıyla mü’minlerin üzerinden birtakım musibetleri def eder. Bu sebeplerin bir bölümünü bilebilirler, kimi zaman da bunların hiçbirisini bilemeyebilirler. Kimi zaman kabileleri ve onlarla aynı vatanı paylaşan kâfirler dolayısı ile onlara gelebilecek bazı kötülükleri önleyebilir. Nitekim Yüce Allah, Şuayb’ın kavmi tarafından taşlanmasını kabilesi dolayısı ile önlemiştir. İslâm’ın ve müslümanların savunulmasını sağlayan bu gibi bağlar için çalışmakta bir sakınca yoktur. Hatta bazen bu gereklidir de. Çünkü ıslâh, güç ve imkân çerçevesinde istenen bir şeydir. Buna göre kâfirlerin idaresi altında bulunan müslümanlar, yönetimin, fertlerin ve halkların dini ve dünyevi haklarının korunacağı bir cumhuriyet yönetimi haline gelmesi için çalışabilirler. Çünkü bu, onların dini ve dünyevi haklarını ortadan kaldıran, bunları yok etmeye çalışan, onları adeta bir parya ve kendilerine bir hizmetçi haline dönüştürmek isteyen devlete kendilerini teslim etmelerinden daha iyidir. Elbette ki eğer devletin müslümanlara ait olması ve asıl yöneticilerin onlar olması imkân çerçevesinde ise o takdirde yapılması gereken kesinlikle budur. Ancak bu, imkansız ise din ve dünyanın korunmasının mümkün olabileceği diğer yol öncelikli hale gelir. Allah doğrusunu en iyi bilendir.
Ayet: 96 - 101 #
{وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا مُوسَى بِآيَاتِنَا وَسُلْطَانٍ مُبِينٍ (96) إِلَى فِرْعَوْنَ وَمَلَئِهِ فَاتَّبَعُوا أَمْرَ فِرْعَوْنَ وَمَا أَمْرُ فِرْعَوْنَ بِرَشِيدٍ (97) يَقْدُمُ قَوْمَهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فَأَوْرَدَهُمُ النَّارَ وَبِئْسَ الْوِرْدُ الْمَوْرُودُ (98) وَأُتْبِعُوا فِي هَذِهِ لَعْنَةً وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ بِئْسَ الرِّفْدُ الْمَرْفُودُ (99) ذَلِكَ مِنْ أَنْبَاءِ الْقُرَى نَقُصُّهُ عَلَيْكَ مِنْهَا قَائِمٌ وَحَصِيدٌ (100) وَمَا ظَلَمْنَاهُمْ وَلَكِنْ ظَلَمُوا أَنْفُسَهُمْ فَمَا أَغْنَتْ عَنْهُمْ آلِهَتُهُمُ الَّتِي يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ مِنْ شَيْءٍ لَمَّا جَاءَ أَمْرُ رَبِّكَ وَمَا زَادُوهُمْ غَيْرَ تَتْبِيبٍ (101)}.
96- Andolsun ki Biz, Mûsâ’yı mucizelerimizle ve apaçık bir delille gönderdik… 97- Firavun’a ve ileri gelenlerine. Onlarsa Firavun’un emrine uydular. Halbuki Firavun’un emri hiç de doğru değildi. 98- O, kıyamet günü kavminin önüne düşecek ve onları ateşe sürecektir. Varacakları o yer, ne kötüdür! 99- Hem bu (dünyada) lanete uğradılar hem de Kıyamet gününde. Verilen bu destek, ne kötüdür! 100- İşte sana anlattığımız bu kıssalar, (helak edilen) şehirlerin haberlerindendir. Onlardan kiminin izleri hâlâ duruyor, kimi de silinip gitmiştir. 101- Biz onlara zulmetmedik. Fakat onlar kendi kendilerine zulmettiler. Rabbinin (azap) emri gelince Allah’ın yanı sıra yalvarıp durdukları ilâhları da onlara hiçbir fayda sağlamadı. Aksine zararlarını artırmaktan başka bir işe yaramadılar.
#
{96} يقول تعالى: {ولقد أرسلنا موسى}: ابن عمران {بآياتنا}: الدالَّة على صدق ما جاء به؛ كالعصا واليد ونحوهما من الآيات التي أجراها الله على يدي موسى عليه السلام، {وسلطانٍ مُبينٍ}؛ أي: حجة ظاهرة بيِّنة ظهرتْ ظهور الشمس.
96. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Andolsun ki Biz” İmran oğlu “Mûsâ’yı” asa, el ve buna benzer Yüce Allah’ın onun vasıtası ile göstermiş olduğu ve getirdiklerinin doğruluğuna delil teşkil eden “mucizelerimizle ve apaçık bir delille” güneş gibi açıkça ortaya çıkmış bir delil ile “gönderdik.”
#
{97} {إلى فرعونَ وملئِهِ}؛ أي: أشراف قومه؛ لأنَّهم المتبوعون، وغيرهم تَبَع لهم، فلم ينقادوا لما مع موسى من الآيات التي أراهم إيَّاها كما تقدم بسطُها في سورة الأعراف، ولكنهم {اتَّبعوا أمرَ فرعون وما أمرُ فرعونَ برشيدٍ}: بل هو ضالٌّ غاوٍ لا يأمر إلا بما هو ضررٌ محضٌ.
97-98. “Firavun’a ve ileri gelenlerine.” Kavminin şereflilerine. Çünkü bunlar kendilerine uyulan kimselerdi. Başkaları ise bunlara uyuyordu. Ancak bunlar, Mûsâ’nın kendilerine göstermiş olduğu ayet ve mucizelere -ki bunlar A’râf suresinde genişçe açıklanmıştı- boyun eğmediler. Onun yerine “Firavun’un emrine uydular. Halbuki Firavun’un emri hiç de doğru değildi.” Aksine Firavun, sapık ve azgın idi. O nedenle de ancak tamamen zararlı olan şeyleri emrederdi. Kavmi de ona tabi olduğu için o, onları da helâke sürükleyip perişan etti: “O, kıyamet günü kavminin önüne düşecek ve onları ateşe sürecektir. Varacakları o yer, ne kötüdür!”
#
{99} {وأُتْبِعوا في هذه}؛ أي: في الدنيا {لعنةً ويوم القيامةِ}؛ أي: يلعنهم الله وملائكته والناسُ أجمعون في الدنيا والآخرة. {بئس الرِّفْدُ المرفودُ}؛ أي: بئس ما اجتمع لهم، وترادَفَ عليهم من عذاب الله ولعنة الدُّنيا والآخرة.
99. “Hem bu” dünyada “lanete uğradılar hem de kıyamet gününde.” Allah, melekler ve bütün insanlar dünyada da âhirette de onlara lanet etmektedir. “Verilen bu destek, ne kötüdür!” Allah’ın azabı ile dünya ve âhirette lanete uğramak gibi aleyhlerinde birbiri ardına gelen ve kendileri için bir araya toplanan bu cezalar, ne kadar da kötüdür!
#
{100} ولما ذكر قصص هؤلاء الأمم مع رسلهم؛ قال الله تعالى لرسوله: {ذلك من أنباءِ القُرى نقصُّه عليك}: لتنذر به ويكونَ آية على رسالتك وموعظةً وذكرى للمؤمنين. {منها قائمٌ}: لم يتلفْ بل بقي من آثار ديارهم ما يدلُّ عليهم. {و} منها {حصيدٌ}: قد تهدَّمت مساكنهم، واضمحلَّت منازلهم فلم يبقَ لها أثرٌ.
100. Yüce Allah, geçmiş ümmetlerin peygamberleri ile olan kıssalarını zikrettikten sonra Rasûlüne hitaben şöyle buyurmaktadır: “İşte sana anlattığımız bu kıssalar, (helak edilen) şehirlerin haberlerindendir.” Onlarla uyarıp korkutasın, senin risaletine dair delil olsun, mü’minlere de bir öğüt ve bir hatırlatma olsun diye bu kıssaları anlattık. “Onlardan kiminin izleri hâlâ duruyor.” Yok olmamışlardır, aksine onların orada yaşamış olduklarına delil olan izleri hala durmaktadır. Onlardan “kimi de silinip gitmiştir” meskenleri yıkılmış, konakladıkları yerler yok olup gitmiş ve geriye bir iz kalmamıştır.
#
{101} {وما ظَلَمْناهم}: بأخذهم بأنواع العقوبات، {ولكن ظَلَموا أنفسَهم}: بالشرك والكفر والعناد. {فما أغنتْ عنهم آلهتُهم التي يَدْعون من دون الله من شيءٍ لمَّا جاء أمرُ ربِّك}: وهكذا كلُّ من التجأ إلى غير الله؛ لم ينفعْه ذلك عند نزول الشدائد. {وما زادوهم غير تَتْبيبٍ}؛ أي: خسار ودمار بالضدِّ مما خطر ببالهم.
101. “Biz onlara” onları çeşitli cezalara uğratmakla “zulmetmedik. Fakat onlar” şirk, küfür ve inat ile “kendi kendilerine zulmettiler. Rabbinin (azap) emri gelince Allah’ın yanı sıra yalvarıp durdukları ilâhları da onlara hiçbir fayda sağlamadı.” Allah’tan başkasına sığınan herkesin hali budur. Zorlu ve çetin azapların gelip çatması halinde onlara bu uydurma ilâhlara yalvarmalarının hiçbir faydası olmaz. “Aksine zararlarını” düşündüklerinin aksine hüsran ve yıkımlarını “artırmaktan başka bir işe yaramadılar.”
Ayet: 102 #
{وَكَذَلِكَ أَخْذُ رَبِّكَ إِذَا أَخَذَ الْقُرَى وَهِيَ ظَالِمَةٌ إِنَّ أَخْذَهُ أَلِيمٌ شَدِيدٌ (102)}.
102- İşte Rabbin, (halkı) zalim olan şehirleri yakaladığında böyle yakalar. Şüphesiz O’nun yakalayışı can yakıcı ve pek şiddetlidir.
#
{102} أي: يقصِمُهم بالعذاب، ويبيدهم، ولا ينفعهم ما كانوا يَدْعون من دون الله من شيءٍ.
102. “Şüphesiz O’nun yakalayışı can yakıcı ve pek şiddetlidir.” Yani Yüce Allah onları azap ile helak edip ortadan kaldırır. Allah’dan başka ibadet ettikleri varlıkların da onlara en ufak bir faydası olmaz.
Ayet: 103 - 108 #
{إِنَّ فِي ذَلِكَ لَآيَةً لِمَنْ خَافَ عَذَابَ الْآخِرَةِ ذَلِكَ يَوْمٌ مَجْمُوعٌ لَهُ النَّاسُ وَذَلِكَ يَوْمٌ مَشْهُودٌ (103) وَمَا نُؤَخِّرُهُ إِلَّا لِأَجَلٍ مَعْدُودٍ (104) يَوْمَ يَأْتِ لَا تَكَلَّمُ نَفْسٌ إِلَّا بِإِذْنِهِ فَمِنْهُمْ شَقِيٌّ وَسَعِيدٌ (105) فَأَمَّا الَّذِينَ شَقُوا فَفِي النَّارِ لَهُمْ فِيهَا زَفِيرٌ وَشَهِيقٌ (106) خَالِدِينَ فِيهَا مَا دَامَتِ السَّمَاوَاتُ وَالْأَرْضُ إِلَّا مَا شَاءَ رَبُّكَ إِنَّ رَبَّكَ فَعَّالٌ لِمَا يُرِيدُ (107) وَأَمَّا الَّذِينَ سُعِدُوا فَفِي الْجَنَّةِ خَالِدِينَ فِيهَا مَا دَامَتِ السَّمَاوَاتُ وَالْأَرْضُ إِلَّا مَا شَاءَ رَبُّكَ عَطَاءً غَيْرَ مَجْذُوذٍ (108)}.
103- Elbette bunda âhiret azabından korkanlar için bir ibret vardır. O, kendisinde bütün insanların toplanacakları bir gündür. O, (herkes tarafından) tanık olunacak bir gündür. 104- Biz, onu ancak sayılı bir süre(nin dolması) için ertelemekteyiz. 105- Onun geleceği gün, Allah’ın izni olmadıkça hiç kimse konuşamayacaktır. İçlerinden kimi bedbaht, kimi de bahtiyar olacaktır. 106- Bedbaht olanlara gelince onlar ateştedirler. Orada onlar, inleyerek ve hırıltılı bir şekilde nefes alıp verirler. 107- Rabbinin dilediği kadarı müstesnâ gökler ve yer durduğu müddetçe orada ebedi kalacaklardır. Şüphesiz ki Rabbin, dilediğini yapandır. 108- Bahtiyar olanlara gelince onlar da cennettedirler. Rabbinin dilediği kadarı müstesna gökler ve yer durduğu müddetçe orada ebedi kalacaklardır. Bu, kesintisi olmayan bir bağıştır.
#
{103} {إن في ذلك}: المذكور من أخذه للظالمين بأنواع العقوبات، {لآية لمَنْ خاف عذابَ الآخرة}؛ أي: لعبرةً ودليلاً على أنَّ أهل الظُّلم والإجرام لهم العقوبة الدنيويَّة والعقوبة الأخرويَّة. ثم انتقل من هذا إلى وصفِ الآخرة، فقال: {ذلك يومٌ مجموع له الناس}؛ أي: جُمِعوا لأجل ذلك اليوم للمجازاة وليظهر لهم من عظمة الله وسلطانه وعدله العظيم ما به يعرِفونه حقَّ المعرفة. {وذلك يومٌ مشهودٌ}؛ أي: يشهده الله وملائكتُه وجميعُ المخلوقين.
103. “Elbette bunda” sözü edilen zalimleri çeşitli cezalarla yakalayışında “âhiret azabından korkanlar için bir ibret” hem de zalim ve günahkâr kimselere hem dünyevî ceza hem de uhrevî cezanın olduğuna dair bir delil “vardır.” Daha sonra Yüce Allah âhiretin niteliklerine geçerek şöyle buyurmaktadır: “O kendisinde bütün insanların toplanacakları bir gündür.” Bütün insanlar, o günde amellerinin karşılıklarını görmek ve Yüce Allah’ın azametini ve yüce adaletini görüp O’nu hakkı ile tanımak üzere toplanacaklardır. “O, tanık olunacak bir gündür.” O günde Allah, melekleri ve bütün mahlukat hazır bulunacaklardır.
#
{104} {وما نؤخِّرُه}؛ أي: إتيان يوم القيامة، {إلاَّ لأجل مَعْدودٍ}: إذا انقضى أجل الدُّنيا، وما قدر الله فيها من الخلق؛ فحينئذٍ ينقلهم إلى الدار الأخرى، ويُجري عليهم أحكامه الجزائيَّة، كما أجرى عليهم في الدُّنيا أحكامه الشرعيَّة.
104. “Biz onu” kıyamet gününün gelişini “sayılı bir süre(nin dolması) için ertelemekteyiz.” Dünyanın eceli dolup Yüce Allah’ın orada takdir etmiş olduğu mahlukatın sonu geldiği zaman Allah, onları âhiret yurduna döndürecektir. Dünya hayatında onlara şer’î hükümlerini uyguladığı gibi ahirette de amellerinin karşılığı olacak cezaî hükümleri uygulayacaktır.
#
{105} {يومَ يأتِ}: ذلك اليومُ ويجتمعُ الخلق، {لا تَكَلَّمُ نفسٌ إلا بإذنِهِ}: حتى الأنبياء والملائكة الكرام لا يشفعون إلا بإذنِهِ. {فمنهم}؛ أي: الخلق {شقيٌّ وسعيدٌ}: فالأشقياء هم الذين كفروا بالله، وكذَّبوا رسله وعَصَوا أمره، والسعداء هم المؤمنون المتَّقون.
105. “Onun geleceği gün” insanların toplanacağı o gün “Allah’ın izni olmadıkça hiç kimse” peygamberler ve melaike-i kiram da dahil “konuşamayacaktır.” O’nun izni olmaksızın şefaatte de bulunamayacaklardır. “İçlerinden” Allah’ın yarattıklarından “kimi bedbaht, kimi de bahtiyar olacaktır.” Bedbaht olanlar, Allah’ı inkar edip kafir olanlar, peygamberlerini yalanlayanlar ve emrine isyan edenlerdir. Bahtiyar olanlar ise takvâ sahibi mü’minlerdir. Bunların amellerinin karşılıklarına gelince;
#
{106} وأما جزاؤهم: {فأما الذين شَقُوا}؛ أي: حصلت لهم الشقاوة والخزي والفضيحة {ففي النار}: منغمسون في عذابها مشتدٌّ عليهم عقابها. {لهم فيها}: من شدَّة ما هم فيه {زفيرٌ وشهيقٌ}: وهو أشنع الأصوات وأقبحُها.
106. “Bedbaht olanlara gelince onlar” yani bedbaht olup rezil ve rüsvay olanlar “ateştedirler.” Onun azabına daldırılmış olacaklar ve oranın cezası onlara pek ağır gelecek. “Orada onlar” içinde bulundukları azabın şiddetinden dolayı “inleyerek ve hırıltılı bir şekilde nefes alıp verirler.” Bu ise çıkartılan seslerin en çirkini ve en dehşet vericisidir.
#
{107} {خالدين فيها}؛ أي: في النار التي هذا عذابُها، {ما دامتِ السمواتُ والأرضُ إلاَّ ما شاء ربُّك}؛ أي: خالدين فيها أبداً إلاَّ المدَّة التي شاء الله أن لا يكونوا فيها، وذلك قبل دخولها؛ كما قاله جمهور المفسرين؛ فالاستثناء على هذا راجعٌ إلى ما قبل دخولها؛ فهم خالدون فيها جميع الأزمان سوى الزمن الذي قبل الدخول فيها. {إنَّ ربَّك فعَّالٌ لما يريد}: فكل ما أراد فعله واقتضته حكمتُه؛ فَعَلَه تبارك وتعالى، لا يردُّه أحدٌ عن مُراده.
107. “Rabbinin dilediği kadarı müstesna gökler ve yer durduğu müddetçe orada ebedi kalacaklardır.” Onlar, azabı böyle şiddetli olan cehennem ateşinde ebediyen kalacaklardır. Ancak Yüce Allah’ın -müfessirlerin çoğunluğunun dediği gibi- orada kalmamalarını dilediği müddet bundan müstesnadır. Buradaki istisna da onların cehenneme girişlerinden öncesiyle ilgilidir. O halde onlar -oraya girmelerinden önceki zaman müstesna- tüm zamanlar boyunca cehennemde kalacaklardır. “Şüphesiz ki Rabbin, dilediğini yapandır.” O, ne yapmak dilerse ve hikmeti neyi gerektirirse onu yapar. O’nun şanı yüce ve mübarektir. Hiç kimse O’nun, irade ettiğini yapmaktan alıkoyamaz.
#
{108} {وأما الذين سُعِدوا}؛ أي: حصلت لهم السعادة والفلاح والفوز، {ففي الجنَّة خالدين فيها ما دامت السمواتُ والأرض إلاَّ ما شاء ربُّك}: ثمَّ أكَّد ذلك بقوله: {عطاءً غير مجذودٍ}؛ أي: ما أعطاهم الله من النعيم المقيم واللَّذة العالية؛ فإنَّه دائمٌ مستمرٌّ غير منقطع بوقت من الأوقات. نسأل الله الكريم من فضله.
108. “Bahtiyar olanlara gelince” yani mutluluk ve başarıya mazhar olup umduklarına kavuşanlara gelince “onlar da cennettedirler. Rabbinin dilediği kadarı müstesna gökler ve yer durduğu müddetçe orada ebedi kalacaklardır.” Daha sonra Yüce Allah, onların cennette ebedi kalışlarını: “Bu kesintisi olmayan bir bağıştır.” buyruğu ile pekiştirmektedir. Yani Yüce Allah’ın onlara vermiş olduğu kalıcı nimetler, üstün lezzetler, süreklidir, devamlıdır. Hiçbir zaman kesintiye uğramayacaktır. Kerim olan Allah’tan lütfu ile bizleri onlardan kılmasını niyaz ederiz.
Ayet: 109 #
{فَلَا تَكُ فِي مِرْيَةٍ مِمَّا يَعْبُدُ هَؤُلَاءِ مَا يَعْبُدُونَ إِلَّا كَمَا يَعْبُدُ آبَاؤُهُمْ مِنْ قَبْلُ وَإِنَّا لَمُوَفُّوهُمْ نَصِيبَهُمْ غَيْرَ مَنْقُوصٍ (109)}.
109- O halde şunların (putlara) tapınmalarından yana hiçbir şüphen olmasın. Onlar ancak evvelce babalarının tapındıkları gibi tapınıyorlar. Biz de onların paylarını muhakkak eksiksiz vereceğiz.
#
{109} يقول الله تعالى لرسوله محمدٍ - صلى الله عليه وسلم -: {فلا تكُ في مِرْيَةٍ ممَّا يعبدُ هؤلاء}: المشركون؛ أي: لا تشكَّ في حالهم، وأنَّ ما هم عليه باطلٌ؛ فليس لهم دليلٌ شرعيٌّ ولا عقليٌّ، وإنما دليلُهم وشبهتهم أنهم يعبُدون كما يعبُدُ آباؤهم من قبلُ، ومن المعلوم أن هذا ليس بشبهةٍ فضلاً عن أن يكون دليلاً؛ لأنَّ أقوال ما عدا الأنبياء يحتجُّ لها لا يحتج بها، خصوصاً أمثال هؤلاء الضالين، الذين كثر خطؤهم وفساد أقوالهم في أصول الدين؛ فإنَّ أقوالهم وإن اتَّفقوا عليها؛ فإنَّها خطأ وضلال {وإنَّا لَمُوفُّوهم نصيبَهم غير منقوص}؛ أي: لا بدَّ أن ينالهم نصيبُهم من الدُّنيا مما كتب لهم، وإن كَثُر ذلك النصيب أو راق في عينك؛ فإنَّه لا يدلُّ على صلاح حالهم؛ فإنَّ الله يعطي الدُّنيا من يحبُّ ومن لا يحبُّ، ولا يعطي الإيمان والدين الصحيح إلاَّ من يُحِبُّ. والحاصلُ أنَّه لا يُغترُّ باتفاق الضالين على قول الضالين من آبائهم الأقدمين، ولا على ما خوَّلهم الله، وآتاهم من الدنيا.
109. Yüce Allah, Rasûlü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e hitaben şöyle buyurmaktadır: “O halde şunların” müşriklerin (putlara) tapınmalarından yana hiçbir şüphen olmasın.” Bunların hallerinde ve izledikleri yolun batıl olduğunda en ufak bir şüpheye düşme. Onların ne aklî ne de dini bir delilleri vardır. Onların delilleri ve bu konudaki şüphelerinin kaynağı sadece “evvelce babalarının tapındıkları gibi tapınıyor” olmalarıdır. Bilindiği gibi bu, delil olması şöyle dursun şüphe dahi olamaz. Çünkü peygamberlerin dışında kalanların sözleri asla delil olarak gösterilemez, aksine onlara karşı delil getirilir. Hele de bu sapık kimseler gibilerinin sözleri. Onların dinin esaslarına dair söz ve görüşlerindeki yanlışlıkları ve tutarsızlıkları pek çok olup -kendileri ittifak ile kabul etseler de- hepsi yanlıştır ve sapıklıktır. “Biz de onların paylarını muhakkak eksiksiz vereceğiz.” Bu dünyada onlar için takdir edilmiş bulunan payları kendilerine ulaşacaktır. Bu pay çok olsa bile yahut senin gözünde fazla görünse bile bu durum, onların hallerinin doğruluğuna delil teşkil etmez. Çünkü Yüce Allah, dünyayı sevdiğine de sevmediğine de verir. Fakat imanı ve doğru dini sevdiğinden başkasına vermez. Özetle hiçbir zaman zalim kimselerin sapık olan önceki atalarının sözlerini ittifakla kabul etmelerine kanmamak ve Allah’ın onlara verdiklerine ve bağışladığı dünyalığa da aldanmamak gerekir.
Ayet: 110 - 113 #
{وَلَقَدْ آتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ فَاخْتُلِفَ فِيهِ وَلَوْلَا كَلِمَةٌ سَبَقَتْ مِنْ رَبِّكَ لَقُضِيَ بَيْنَهُمْ وَإِنَّهُمْ لَفِي شَكٍّ مِنْهُ مُرِيبٍ (110) وَإِنَّ كُلًّا لَمَّا لَيُوَفِّيَنَّهُمْ رَبُّكَ أَعْمَالَهُمْ إِنَّهُ بِمَا يَعْمَلُونَ خَبِيرٌ (111) فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ وَمَنْ تَابَ مَعَكَ وَلَا تَطْغَوْا إِنَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ (112) وَلَا تَرْكَنُوا إِلَى الَّذِينَ ظَلَمُوا فَتَمَسَّكُمُ النَّارُ وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ مِنْ أَوْلِيَاءَ ثُمَّ لَا تُنْصَرُونَ (113)}.
110- Andolsun Mûsâ’ya Kitabı verdik de onun hakkında ayrılığa düşüldü. Eğer Rabbinden bir söz sadır olmamış olsaydı elbette aralarında hüküm verilmiş olurdu. Doğrusu onlar, bu (Kitaptan) yana büyük bir şüphe içindedirler. 111- Şüphesiz Rabbin, hepsine amellerinin karşılığını tam olarak verecektir. Çünkü O, onların yaptıklarından haberdardır. 112- Artık hem sen, emrolunduğun gibi dosdoğru ol hem de beraberindeki tevbe edenler. Aşırı da gitmeyin. Şüphesiz O, bütün yaptıklarınızı görendir. 113- Bir de zulmedenlere meyletmeyin, sonra size ateş dokunur. (O zaman) sizin Allah’ın dışında hiçbir dostunuz olmaz, hem size yardım da edilmez.
#
{110} يخبر تعالى أنه آتى موسى الكتاب الذي هو التوراة، الموجب للاتفاق على أوامره ونواهيه والاجتماع، ولكن مع هذا؛ فإنَّ المنتسبين إليه اختلفوا فيه اختلافاً أضرَّ بعقائدهم وبجامعتهم الدينيَّة. {ولولا كلمةٌ سبقتْ من ربِّك}: بتأخيرهم وعدم معاجلتهم بالعذاب، {لَقُضِيَ بينَهم}: بإحلال العقوبة بالظَّالم، ولكنَّه تعالى اقتضت حكمته أن أخَّر القضاء بينَهم إلى يوم القيامة، وبَقوا في شكٍّ مريبٍ. وإذا كانت هذه حالُهم مع كتابهم؛ فمع القرآن الذي أوحاه الله إليك غير مستغربٍ من طائفة اليهود أن لا يؤمنوا به، وأن يكونوا في شكٍّ منه مريب.
110. Yüce Allah, Mûsâ’ya emir ve yasakları üzerinde ittifak edilmesi, etrafında toplanılması gereken ve Tevrat diye bilinen kitabı verdiğini, ancak buna rağmen ona müntesip olanların Tevrat hakkında inançlarına ve dini birliklerine zarar verecek şekilde anlaşmazlığa düştüklerini haber vermektedir. “Eğer Rabbinden” mühlet verme ve hemen azap etmemeye dair “bir söz sadır olmamış olsaydı elbette aralarında” zalimlerin cezalandırılması sureti ile “hüküm verilmiş olurdu.” Ancak Yüce Allah’ın hikmeti, onlar arasında hüküm vermeyi Kıyamet gününe ertelemeyi gerektirdiğinden onlar, tereddüde düşüren bir kuşku içinde kalmaya devam edegeldiler. Kendi Kitapları karşısındaki durumları bu olan Yahudilerin, Allah’ın sana vahyetmiş olduğu bu Kur’ân-ı Kerim’e iman etmeyişleri ve ondan yana rahatsız edici bir kuşku içinde bulunmaları garip karşılanmaz.
#
{111} {وإن كُلاًّ لَمَّا لَيُوَفِّيَنَّهُم ربُّك أعمالَهم}؛ أي: لا بدَّ أن يقضي الله بينهم يوم القيامة بحكمه العدل، فيجازي كلاًّ بما يستحقُّه. {إنه بما يعملون}: من خير وشرٍّ، {خبيرٌ}: فلا يَخْفى عليه شيء من أعمالهم؛ دقيقِها وجليلِها.
111. “Şüphesiz Rabbin, hepsine amellerinin karşılığını tam olarak verecektir.” Kıyamet gününde Allah’ın adaletli hükmü ile aralarında hüküm vermesi mutlaka gerçekleşecektir ve O, herkese hak ettiği şekilde amelinin karşılığını verecektir. “Çünkü O, onların” hayır ya da şer her “yaptıklarından haberdardır.” Onların amellerinden -küçük olsun, büyük olsun- hiçbir şey O’na gizli kalmaz.
#
{112} ثم لما أخبر بعدم استقامتهم التي أوجبتِ اختلافَهم وافتراقَهم؛ أمر نبيَّه محمداً - صلى الله عليه وسلم - ومَنْ معه من المؤمنين أن يستقيموا كما أمِروا، فيسلكوا ما شرعه الله من الشرائع، ويعتقِدوا ما أخبر الله به من العقائد الصحيحة، ولا يَزيغوا عن ذلك يمنةً ولا يسرةً، ويدوموا على ذلك، ولا يَطْغَوْا بأنْ يتجاوزوا ما حدَّه الله لهم من الاستقامة، وقوله: {إنَّه بما تعملون بصيرٌ}؛ أي: لا يخفى عليه من أعمالكم شيء، وسيجازيكم عليها. ففيه ترغيبٌ لسلوك الاستقامة وترهيبٌ من ضدِّها.
112. Yüce Allah, Yahudilerin dosdoğru yol üzerinde yürümemelerini, bunun da anlaşmazlığa ve ayrılığa düşmeleri sonucunu doğurduğunu haber verdikten sonra Peygamberi Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’e ve onunla birlikte bulunan mü’minlere şu emri vermektedir: “Artık hem sen, emrolunduğun gibi dosdoğru ol hem de beraberindeki tevbe edenler.” Yüce Allah, peygambere de beraberindeki mü’minlere de emrolundukları gibi dosdoğru olmalarını, Allah’ın teşrî’ buyurduğu şer’î hükümlerinin yolundan gitmelerini, Allah’ın indirdiği doğru itikadı kabul etmelerini, ondan sağa ve sola sapmamalarını, bu doğru yol üzere devam edip Allah’ın çizmiş olduğu istikamet sınırını aşarak aşırılığa düşmemelerini emretmektedir. “Şüphesiz O, bütün yaptıklarınızı görendir.” Amellerinizden hiçbir şey O’na gizli kalmaz ve size amellerinizin karşılığını verecektir. Bu buyrukta dosdoğru yolu izlemek teşvik edilmekte, onun zıddını yapmak da yasaklanmaktadır.
#
{113} ولهذا حذَّرهم عن الميل إلى من تعدَّى الاستقامة، فقال: {ولا تَرْكَنوا}؛ [أي: لا تميلوا] {إلى الذين ظلموا}: فإنَّكم إذا ملتم إليهم وافقتموهم على ظلمهم أو رضيتم ما هم عليه من الظُّلم؛ {فَتَمَسَّكُم النارُ}: إن فعلتُم ذلك. {وما لكم من دون الله من أولياء}: يمنعونكم من عذاب الله، ولا يحصِّلون لكم شيئاً من ثواب الله. {ثم لا تُنصرون}؛ أي: لا يدفع عنكم العذابُ إذا مسَّكم. ففي هذه الآية التحذير من الركون إلى كلِّ ظالم، والمرادُ بالرُّكون: الميل والانضمام إليه بظلمه وموافقته على ذلك والرضا بما هو عليه من الظلم، وإذا كان هذا الوعيد في الركون إلى الظلمة؛ فكيف حال الظلمة بأنفسهم؟! نسأل الله العافية من الظلم.
113. Bundan dolayı Yüce Allah, bu dosdoğru yolun sınırlarını aşan kimselere meyletmekten sakındırarak şöyle buyurmaktadır: “Bir de zulmedenlere meyletmeyin” Çünkü onlara meyledip zulümlerine muvafakat edecek yahut izlemekte oldukları zulme rıza gösterecek olursanız “size ateş dokunur. (O zaman) sizin Allah’ın dışında” Allah’ın azabına karşı sizi koruyacak ve Allah’ın mükâfaatından size birşeyler sağlayacak “hiçbir dostunuz olmaz. Hem size yardım da edilmez.” Azap size gelecek olursa onu sizden uzaklaştıracak kimse de bulunmaz. Bu âyet-i kerimede her tür zalime meyletmekten sakındırılmaktadır. Onlara meyletmekten kasıt ise zulümlerine katılmak, bu zulmü uygun bulmak ve izlemekte olduğu zulme rıza göstermektir. Zalimlere meyletmek ile ilgili tehdit bu olunca peki ya zalimlerin hali ne olur?! Yüce Allah’tan, bizi zulümden uzak tutumasını niyaz ederiz.
Ayet: 114 - 115 #
{وَأَقِمِ الصَّلَاةَ طَرَفَيِ النَّهَارِ وَزُلَفًا مِنَ اللَّيْلِ إِنَّ الْحَسَنَاتِ يُذْهِبْنَ السَّيِّئَاتِ ذَلِكَ ذِكْرَى لِلذَّاكِرِينَ (114) وَاصْبِرْ فَإِنَّ اللَّهَ لَا يُضِيعُ أَجْرَ الْمُحْسِنِينَ (115)}.
114- Gündüzün iki tarafında, gecenin de (gündüze) yakın saatlerinde namazı dosdoğru kıl. Çünkü iyilikler, kötülükleri giderir. Bu, öğüt alacaklar için bir öğüttür. 115- Sabret, çünkü Allah ihsan sahiplerinin ecrini zayi etmez.
#
{114} يأمر تعالى بإقامة الصلاة كاملة {طَرَفي النهار}؛ أي: أوله وآخره، ويدخل في هذا صلاة الفجر وصلاتا الظهر والعصر، {وزُلَفاً من الليل}: ويدخل في ذلك صلاة المغرب والعشاء، ويتناول ذلك قيام الليل؛ فإنَّها مما تُزْلِفُ العبد وتقرِّبه إلى الله تعالى. {إنَّ الحسنات يُذْهِبْنَ السيِّئاتِ}؛ أي: فهذه الصلوات الخمس وما ألحق بها من التطوُّعات من أكبر الحسنات، وهي مع أنها حسنات تقرِّب إلى الله وتوجِبُ الثواب؛ فإنَّها تُذْهِبُ السيِّئات وتمحوها، والمرادُ بذلك الصغائر؛ كما قيَّدتها الأحاديث الصحيحة عن النبيِّ - صلى الله عليه وسلم -؛ مثل قوله: «الصلوات الخمس، والجمعة إلى الجمعة، ورمضان إلى رمضان؛ مكفراتٌ لما بينهنَّ ما اجتُنِبَتِ الكبائر» ، بل كما قيَّدتها الآية التي في سورة النساء، وهي قوله عزَّ وجلَّ: {إن تَجْتَنِبوا كبائِرَ ما تُنْهَوْنَ عنه نكفِّر عنكم سيئاتِكم وندخِلْكم مُدْخلاً كريماً}. {ذلك}: لعل الإشارة لكلِّ ما تقدَّم؛ من لزوم الاستقامة على الصراط المستقيم، وعدم مجاوزته وتعدِّيه، وعدم الرُّكون إلى الذين ظلموا، والأمر بإقامة الصلاة، وبيان أنَّ الحسنات يُذْهِبْنَ السيئات؛ الجميع {ذكرى للذاكرينَ}: يفهمون بها ما أمرهم الله به ونهاهم، ويمتثلون لتلك الأوامر الحسنة المثمِرَة للخيرات الدَّافعة للشُّرور والسيئات.
114. Yüce Allah “gündüzün iki tarafında” yani başında ve sonunda namazın dosdoğru kılınmasını emretmektedir. Bunun kapsamına sabah namazı ile öğle ve ikindi namazları girmektedir. “Gecenin de (gündüze) yakın saatlerinde” ifadesine de akşam ve yatsı namazları girer. Aynı zamanda bu, gece namazını da kapsar. Çünkü gece namazı, kulun Yüce Allah’a yakınlaştığı önemli ibadetler arasında yer alır. “Çünkü iyilikler kötülükleri giderir.” Yani bu beş vakit namaz ile bunlara katılan diğer nafile namazlar, iyiliklerin en büyükleri arasında yer alır. İyilikler de kişiyi Allah’a yakınlaştırmanın ve mükâfat sağlamanın yanı sıra kötülükleri de giderip silerler. Bu kötülüklerden kasıt ise Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’den gelmiş sahih hadislerin de kayıtladığı gibi küçük günahlardır. Nitekim şu hadis bu kabildendir: “Beş vakit namaz, cumadan cumaya (kılınan cuma namazı), ramazandan ramazana (tutulan oruç), -büyük günahlardan uzak kalınması şartı ile- aralarında işlenen günahlara keffarettir.”[31] Hatta Nisa sûresindeki âyet-i kerime de bu kaydı ifade etmektedir ki o da Yüce Allah’ın şu buyruğudur: “Size yasaklanan büyük günahlardan kaçınırsanız sizin (küçük) günahlarınızı örteriz ve sizi şerefli bir mekâna sokarız.” (en-Nisâ, 4/31) “Bu” buradaki işaretin daha önce sözü geçen dosdoğru yol üzere istikameti sürdürmek, onu aşmamak, sınırlarını çiğneyip geçmemek, zalimlere meyletmemek, namazı dosdoğru kılmak ve iyiliklerin kötülükleri gidermesi hakkında daha önce geçen bütün açıklamaları kapsaması muhtemeldir. İşte bütün bunlar, “öğüt alacaklar için bir öğüttür.” Bu yolla onlar, Allah’ın kendilerine vermiş olduğu emirleri ve yasakları kavrarlar. Hayırlı sonuçlar veren, türlü şer ve kötülükleri önleyen bu güzel emirlere uyarlar. Ancak bu emirlere uymak için nefse karşı mücadele vermeye ve bunlara riâyet hususunda sabır göstermeye ihtiyaç vardır. Bundan dolayı Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{115} ولكن تلك الأمور تحتاج إلى مجاهدة النفس والصبر عليها، ولهذا قال: {واصبِرْ}؛ أي: احبس نفسك على طاعة اللَّه وعن معصيته وإلزامها لذلك واستمرَّ ولا تضجر. {فإنَّ اللَّه لا يُضيعُ أجْرَ المحسنينَ}: بل يتقبَّل اللَّه عنهم أحسن الذي عملوا ويَجْزيهم أجْرَهم بأحسن ما كانوا يعملون. وفي هذا ترغيبٌ عظيمٌ للزوم الصبر بتشويق النفس الضعيفة إلى ثواب الله كلَّما وَنَتْ وَفَتَرَتْ.
115. “Sabret” yani nefsini Allah’a itaat üzere tut, O’na isyan etmekten alıkoy, bu yola bağlılığını sürdür ve bundan usanıp sıkılma. “Çünkü Allah, ihsan sahiplerinin ecrini zayi etmez.” Aksine Allah, yaptıklarının en güzellerini kabul eder ve onların mükâfatını da bu en güzellere göre verir. Bu da zayıf olan nefsi, gevşediği ve gaflete düştüğü her seferinde Yüce Allah’ın mükâfatlarına teşvik etmek suretiyle sabırdan ayrılmamasını sağlamak için büyük bir teşvik içermektedir.
Ayet: 116 #
{فَلَوْلَا كَانَ مِنَ الْقُرُونِ مِنْ قَبْلِكُمْ أُولُو بَقِيَّةٍ يَنْهَوْنَ عَنِ الْفَسَادِ فِي الْأَرْضِ إِلَّا قَلِيلًا مِمَّنْ أَنْجَيْنَا مِنْهُمْ وَاتَّبَعَ الَّذِينَ ظَلَمُوا مَا أُتْرِفُوا فِيهِ وَكَانُوا مُجْرِمِينَ (116)}.
116- Sizden önceki nesiller içinde yeryüzünde fesadı engelleyecek fazilet sahibi kimseler bulunmalı değil miydi? Ancak içlerinden kurtardığımız pek az kimse hariç (bunu yapan olmadı). Zalimlerse kendilerine verilen refahın ardına düştüler ve günahkâr oldular.
#
{116} لمَّا ذكر تعالى إهلاك الأمم المكذِّبة للرسل، وأنَّ أكثرهم منحرفون عن أهل الكتب الإلهية، وذلك كلُّه يقضي على الأديان بالذَّهاب والاضمحلال؛ ذكر أنَّه لولا أنه جعل في القرون الماضية بقايا من أهل الخير، يدعون إلى الهدى وينهون عن الفساد والرَّدى، فحصل من نفعهم، وأبقيت به الأديان، ولكنَّهم قليلون جدًّا ، وغاية الأمر أنَّهم نجوا باتِّباعهم المرسلين، وقيامهم بما قاموا به من دينهم، وبكون حجَّة الله أجراها على أيديهم؛ ليهلك من هَلَكَ عن بيِّنة ويحيا من حَيَّ عن بيَّنة {و} لكن {اتَّبع الذين ظلموا ما أُتْرِفوا فيه}؛ أي: اتَّبعوا ما هم فيه من النعيم والترف، ولم يبغوا به بدلاً. {وكانوا مجرمين}؛ أي: ظالمين باتِّباعهم ما أترِفوا فيه، فلذلك حقَّ عليهم العقابُ واستأصلهم العذابُ. وفي هذا حثٌّ لهذه الأمة أن يكون فيهم بقايا؛ مصلحون لما أفسد الناس، قائمون بدين الله، يدعون من ضلَّ إلى الهدى، ويصبرون منهم على الأذى، ويبصِّرونهم من العمى، وهذه الحالة أعلى حالة يرغب فيها الراغبون، وصاحبها يكون إماماً في الدين؛ إذا جعل عمله خالصاً لربِّ العالمين.
116. Yüce Allah, daha önce peygamberleri yalanlayan ümmetlerin helâk edildiğini ve birçoğunun hatta kitap ehlinin bile saptıklarını bildirmişti ki bu, dinlerin ortadan kalkıp yok olmalarını gerektiren bir husustur. Burada da Allah, geçmiş nesiller arasında hidâyete davet eden, fesada ve helâke götüren şeylerden alıkoyan, bu çalışmaları sonucunda da birtakım faydalar sağlayan ve bu sayede dinlerin varlıklarını sürdürme imkanı bulduğu hayır ehli birtakım kimselerin bulunması gerektiğini ama ne var ki öyle olmadığını, böyle kimselerin sayıca çok az olduklarını bildirmektedir. Az sayıdaki bu kimseler de peygamlere tâbi olmaları, onların dinlerini ayakta tutmaları ve Allah’ın onlar vasıtası ile delili ortaya koymasını sonucu kurtulmuşlardır. Bu da helâk olan apaçık bir delile dayanarak helâk olsun, hayatta kalan da apaçık bir delile dayanarak hayatta kalsın diyedir. Ama “zalimlerse kendilerine verilen refahın ardına düştüler.” İçinde bulundukları nimete, refaha uydular ve bunun yerine başka bir şey arayışına girmediler “ve günahkâr oldular.” İçinde bulundukları refaha uymakla zalim kimseler oldular. Bundan dolayı onlara azap hak oldu ve azap onları kökten imha etti. Bu buyrukta bu ümmet arasında insanların bozduklarını düzelten, Allah’ın dinini uygulayan, sapanları hidâyete davet eden, eziyetlerine sabreden, körlüklerinden kurtarıp basiretlerinin açılmasını sağlamaya çalışan akıl sahibi ıslah edicilerin olmasına teşvik vardır. Böyle bir konum da rağbet edenlerin arzulayacakları en üstün konumdur. Bu konumda olan bir kimse, dinde -amelini yalnızca alemlerin Rabbine halis kılması şartı ile- imam/önder olur.
Ayet: 117 #
{وَمَا كَانَ رَبُّكَ لِيُهْلِكَ الْقُرَى بِظُلْمٍ وَأَهْلُهَا مُصْلِحُونَ (117)}.
117- Rabbin, halkı ıslaha çalışırken ülkeleri haksız yere helâk edecek değildir.
#
{117} أي: وما كان الله ليهلك القرى بظُلم منه لهم والحالُ أنَّهم {مصلحون}؛ أي: مقيمون على الصلاح مستمرون عليه؛ فما كان الله ليهلكهم إلا إذا ظلموا، وقامت عليهم حجَّة الله. ويُحتمل أنَّ المعنى: وما كان ربُّك لِيُهْلِكَ القرى بظلمهم السابق إذا رجعوا وأصلحوا عملهم؛ فإنَّ الله يعفو عنهم، ويمحو ما تقدَّم من ظلمهم.
117. “Rabbin, halkı ıslaha çalışırken ülkeleri haksız yere helâk edecek değildir.” Yani onlar ıslah ediciler oldukları halde, salah üzere olup ıslah ederlerken Allah, onlara zulmederek o ülke ahalisini helâk etmez. Zulmetmedikleri ve onlara karşı da Allah’ın delili ortaya konmadığı sürece Allah onları helâk etmez. Bu buyruğun şu anlama gelme ihtimali de vardır: Rabbin, o ülkeler ahalisini geri dönüp de amellerini ıslah etmeleri halinde önceki zulümleri sebebi ile helâk etmez. Çünkü Yüce Allah, bu durumda onları affeder, onların geçmişteki zulümlerini de siler.
Ayet: 118 - 119 #
{وَلَوْ شَاءَ رَبُّكَ لَجَعَلَ النَّاسَ أُمَّةً وَاحِدَةً وَلَا يَزَالُونَ مُخْتَلِفِينَ (118) إِلَّا مَنْ رَحِمَ رَبُّكَ وَلِذَلِكَ خَلَقَهُمْ وَتَمَّتْ كَلِمَةُ رَبِّكَ لَأَمْلَأَنَّ جَهَنَّمَ مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ أَجْمَعِينَ (119)}
118- Eğer Rabbin dileseydi bütün insanları tek bir ümmet yapardı. Ne var ki onlar, hâlâ ihtilaf edip durmaktalar. 119- Ancak Rabbinin rahmet ettikleri müstesnâdır. Zaten O, onları bunun için yaratmıştır. Böylece Rabbinin: “Andolsun ki ben, cehennemi cin ve insanlarla dolduracağım” sözü de tam olarak gerçekleşecektir.
#
{118} يخبر تعالى أنه لو شاء لجعل الناس أمَّة واحدة على الدين الإسلامي؛ فإنَّ مشيئته غير قاصرة، ولا يمتنعُ عليه شيءٌ،، ولكنَّه اقتضت حكمته أن لا يزالون مختلفين، مخالفين للصراط المستقيم، متَّبعين السبل الموصلة إلى النار، كلٌّ يرى الحقَّ فيما قاله والضَّلال في قول غيره.
118. “Eğer Rabbin dileseydi bütün insanları tek bir ümmet yapardı.” Yüce Allah, eğer dilemiş olsaydı bütün insanları İslâm dini üzere tek bir ümmet haline getirebileceğini haber vermektedir. Çünkü O’nun meşîeti sınır tanımaz ve hiçbir şey O’nun için imkânsız değildir. Ancak O’nun hikmeti gereği onlar ihtilafı sürdürürler. Sırat-ı Müstakîme muhalefet ederler, cehenneme ulaştıran yollara uyarlar. Herkes, kendi söylediğinin hak olduğu ve başkasının sözlerinin ise sapıklık olduğu görüşünde ısrar ederler.
#
{119} {إلاَّ مَن رَحِمَ ربُّك}: فهداهم إلى العلم بالحقِّ والعمل به والاتفاق عليه؛ فهؤلاء سبقت لهم سابقةُ السعادة وتداركتْهم العنايةُ الربَّانية والتوفيق الإلهيُّ، وأما من عداهم؛ فهم مخذولون مَوْكولون إلى أنفسهم. وقوله: {ولذلك خَلَقَهم}؛ أي: اقتضت حكمته أنَّه خلقهم ليكون منهم السعداء والأشقياء والمتفقون والمختلفون والفريق الذي هدى الله والفريق الذي حقت عليهم الضلالة؛ ليتبيَّن للعباد عدلُه وحكمتُه، وليُظْهِر ما كمن في الطباع البشرية من الخير والشرِّ، وليقوم سوقُ الجهاد والعبادات التي لا تتمُّ ولا تستقيم إلا بالامتحان والابتلاء، {و} لأنَّه {تمَّتْ كلمةُ ربِّك لأملأنَّ جهنَّم من الجِنَّة والناس أجمعينَ}: فلا بدَّ أن ييسِّر للنار أهلاً يعملون بأعمالها الموصلة إليها.
119. “Ancak Rabbinin rahmet ettikleri” kendilerine rahmetinin eseri olarak hak ilmin izinden gitmeyi ve onun gereğince amel etmeyi ihsan ettiği ve onun üzerinde ittifak etmelerini sağlayarak hidâyet verdiği kimseler bundan “müstesnadır.” İşte bunların mutlu ve bahtiyar kimseler olmaları takdir edilmiş, Rabbânî inâyet onlara yetişmiş, ilâhi tevfik de onlara ulaşmıştır. Onların dışında kalanlar ise ilâhi yardıma mazhar olamamış ve kendi hallerine bırakılmış kimselerdir. “Zaten onları bunun için yaratmıştır.” Yani O’nun hikmeti, onların; mutlu olanlar, bedbaht olanlar, ittifak edenler, ayrılığa düşenler, Allah’ın hidâyet verdikleri, üzerlerine sapıklık hak olanlar olmak üzere farklı gruplara ayrılmalarını gerektirmiştir. Ta ki kullar, O’nun adaletini ve hikmetini açıkça görebilsinler, insanların tabiatlarında gizli bulunan hayır ve şer ortaya çıksın, imtihan ve sınama olmaksızın yerine gelmesi ve tamama ermesi mümkün olmayan cihad ve ibadet pazarları kurulsun. Diğer taraftan “Rabbinin: Andolsun ki ben cehennemi cin ve insanlarla dolduracağım, sözü de tam olarak gerçekleşecektir.” O bakımdan cehenneme layık olacak kimselerin ortaya çıkması ve cehenneme götürecek amelleri işlemeleri kaçınılmaz bir şeydir.
Ayet: 120 - 123 #
{وَكُلًّا نَقُصُّ عَلَيْكَ مِنْ أَنْبَاءِ الرُّسُلِ مَا نُثَبِّتُ بِهِ فُؤَادَكَ وَجَاءَكَ فِي هَذِهِ الْحَقُّ وَمَوْعِظَةٌ وَذِكْرَى لِلْمُؤْمِنِينَ (120) وَقُلْ لِلَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ اعْمَلُوا عَلَى مَكَانَتِكُمْ إِنَّا عَامِلُونَ (121) وَانْتَظِرُوا إِنَّا مُنْتَظِرُونَ (122) وَلِلَّهِ غَيْبُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَإِلَيْهِ يُرْجَعُ الْأَمْرُ كُلُّهُ فَاعْبُدْهُ وَتَوَكَّلْ عَلَيْهِ وَمَا رَبُّكَ بِغَافِلٍ عَمَّا تَعْمَلُونَ (123)}.
120- Peygamberlerin haberlerinden kendisi ile kalbine sebat vereceğimiz her bir kıssayı sana anlatıyoruz. Burada da sana hak, mü’minlere de bir öğüt ve bir hatırlatma gelmiştir. 121- İman etmeyenlere de ki: “Kendi yolunuzca yapacağınızı yapın, biz de yapıyoruz.” 122- “Bekleyin, biz de bekliyoruz.” 123- Göklerin ve yerin gaybı Allah’a aittir. İşlerin hepsi O’na döndürülür. Öyleyse O’na ibadet et ve O’na güvenip dayan. Rabbin, yaptıklarınızdan asla habersiz değildir.
#
{120} لما ذكر في هذه السورة من أخبار الأنبياء ما ذَكَرَ؛ ذَكَرَ الحكمة في ذِكْر ذلك، فقال: {وكلًّا نَقُصُّ عليك من أنباء الرُّسل ما نثبِّتُ به فؤادك}؛ أي: قلبك؛ ليطمئن، ويثبت، ويصبر كما صبر أولو العزم من الرسل؛ فإنَّ النفوس تأنَس بالاقتداء وتنشَط على الأعمال، وتريد المنافسة لغيرها، ويتأيَّد الحقُّ بذِكْر شواهده وكثرة من قام به. {وجاءك في هذه}: السورة {الحقُّ}: اليقينُ فلا شكَّ فيه بوجهٍ من الوجوه؛ فالعلم بذلك من العلم بالحقِّ الذي هو أكبر فضائل النفوس. {وموعظةٌ وذِكرى للمؤمنينَ}؛ أي: يتَّعظون به فيرتدعون عن الأمور المكروهة ويتذكَّرون الأمور المحبوبة لله فيفعلونها.
120. Bu sûrede birtakım peygamberlerin haberleri söz konusu edildiğinden dolayı Yüce Allah, bunun hikmetini belirterek şöyle buyurmaktadır: “Peygamberlerin haberlerinden kendisi ile kalbine sebat vereceğimiz her bir kıssayı sana anlatıyoruz.” Kalbin mutmain olsun, sebat bulsun ve sen de peygamberler arasından azim sahibi olanların sabrettiği gibi sabredesin, diye anlatıyoruz. Çünkü insanlar, başkalarını örnek almakla ünsiyet bulur, amellerde bulunmak için gayrete gelir ve başkaları ile yarışmak ister. Hak da tanıkları zikredilerek ve onu yerine getirenlerin çokluğu hatırlatılarak güçlenip destek bulur. “Burada da” bu sûrede de “sana hak” hiçbir şekilde hakkında şüphenin söz konusu olmayacağı kesin bilgi ki bu bilgi, nefislerin sahip olduğu faziletlerin en büyüğü olan hakka dair bilgidir. “mü’minlere de bir öğüt ve bir hatırlatma gelmiştir.” Mü’minler, onunla öğüt alırlar ve hoşlanılmayan işlerden uzak dururlar, Yüce Allah’ın sevdiği hususları da hatırlayıp onları işlerler. İman ehli olmayan kimselere gelince, öğütlerin ve hatırlatmaların onlara hiçbir faydası olmaz. Onun için Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{121} وأما من ليس من أهل الإيمان؛ فلا تنفعُهم المواعظُ وأنواع التذكير، ولهذا قال: {وقلْ للذينَ لا يؤمنون}: بعدما قامت عليهم الآيات: {اعْمَلوا على مكانتِكُم}؛ أي: حالتكم التي أنتم عليها، {إنَّا عاملونَ}: على ما كنَّا عليه.
121. “İman etmeyenlere” onlara karşı bunca deliller ortaya konduktan sonra “de ki: Kendi yolunuzca” içinde bulunduğunuz durum üzere “yapacağınızı yapın. Biz de” bulunduğumuz hâl üzere “yapıyoruz.”
#
{122} {وانتظروا}: ما يحِلُّ بنا، {إنا منتظرون}: ما يحلُّ بكم.
122. Başınıza gelecekleri “bekleyin, biz de” başınıza gelecekleri “bekliyoruz.” Yüce Allah, her iki kesimin arasını ayırmış, mü’min kullarına yardımcı olduğunu ve Allah’ın yalanlayıcı düşmanlarını da imha ettiğini göstermiştir.
#
{123} وقد فصَل الله بين الفريقين، وأرى عبادَه نَصْرَه لعبادِه المؤمنين، وقَمْعَه لأعداء الله المكذبين. {ولله غيبُ السمواتِ والأرض}؛ أي: ما غاب فيهما من الخفايا والأمور الغيبيَّة، {وإليه يُرْجَعُ الأمرُ كلُّه}: من الأعمال والعمال، فيميز الخبيثُ من الطيِّب، {فاعبُدْه وتوكَّلْ عليه}؛ أي: قم بعبادته، وهي جميع ما أمر الله به مما تقدر عليه. {وتوكَّلْ على الله}: في ذلك. {وما ربُّك بغافل عما تعملون}: من الخير والشرِّ، بل قد أحاط علمُه بذلك، وجرى به قلمه، وسيجري عليه حكمه وجزاؤه.
123. “Göklerin ve yerin gaybı” onlarda görünmeyen gizli-saklı şeyler ile gaybî bütün hususlar “Allah’a aittir.” Ameller ve amelde bulunanlara ait “işlerin hepsi O’na döndürülür.” O da hem amellerin hem de amelde bulunanların iyi olanlarını murdar olanlarından ayırt eder. “Öyleyse O’na ibadet et!” O’nun ibadetini gereği gibi ifa et! İbadet, Allah’ın emirleri arasından gücünün yettiklerinin tümünü yerine getirmektir. “ve O’na güvenip dayan” bu hususta da Allah’a tevekkül et. “Rabbin” hayır ve şer “yaptıklarınızdan asla habersiz değildir.” Aksine O’nun ilmi bunların hepsini kuşatmış, Kalemi de bunları tespit etmiştir. Bu ameller hakkındaki hükmünü de karşılıklarını da verecektir.
Hûd sûresinin tefsiri burada sona ermektedir. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd, Rasûlü Muhammed’e de salât ve selâm olsun. Bu bölümün yazımı 21 Rabiulahir 1347 Cumartesi günü tamamlanmıştır.bu cümle Arapça el yazma nüshaya ait bir not, bence gerekli değil??????????????????????
***