Ayet:
54- KAMER SÛRESİ
54- KAMER SÛRESİ
(Mekke’de inmiştir. 55 âyettir)
Ayet: 1 - 5 #
{اقْتَرَبَتِ السَّاعَةُ وَانْشَقَّ الْقَمَرُ (1) وَإِنْ يَرَوْا آيَةً يُعْرِضُوا وَيَقُولُوا سِحْرٌ مُسْتَمِرٌّ (2) وَكَذَّبُوا وَاتَّبَعُوا أَهْوَاءَهُمْ وَكُلُّ أَمْرٍ مُسْتَقِرٌّ (3) وَلَقَدْ جَاءَهُمْ مِنَ الْأَنْبَاءِ مَا فِيهِ مُزْدَجَرٌ (4) حِكْمَةٌ بَالِغَةٌ فَمَا تُغْنِ النُّذُرُ (5)}.
1- Kıyamet yaklaştı ve ay yarıldı. 2- Ama onlar bir âyet/mucize görseler yüz çevirirler ve: “Öteden beri süregelen bir sihirdir” derler. 3- Onlar, yalanladılar ve hevâlarına uydular. Halbuki her işin kararlaştırılmış bir vadesi vardır. 4- Andolsun onlara (inkardan) alıkoyacak özellikte birçok haber gelmiştir. 5- Bu, son derece üstün bir hikmettir. Ne var ki uyarılar fayda vermiyor.
#
{1} يخبر تعالى أنَّ الساعة ـ وهي القيامة ـ اقتربت، وآن أوانُها، وحان وقتُ مجيئها، ومع هذا ؛ فهؤلاء المكذِّبون لم يزالوا مكذِّبين بها غير مستعدين لنزولها، ويريهم الله من الآيات العظيمة الدالَّة على وقوعها ما يؤمنُ على مثله البشرُ؛ فمن أعظم الآياتِ الدالَّة على صحَّة ما جاء به محمد بن عبد الله - صلى الله عليه وسلم - أنَّه لما طلب منه المكذِّبون أن يُرِيَهم من خوارق العادات ما يدلُّ على صحَّة ما جاء به وصدقه ؛ أشار - صلى الله عليه وسلم - إلى القمر، فانشقَّ بإذن الله فلقتين؛ فلقةً على جبل أبي قُبيس، وفلقةً على جبل قعيقعان، والمشركون وغيرهم يشاهدون هذه الآية العظيمة الكائنة في العالم العلويِّ، التي لا يقدر الخلقُ على التمويه بها والتخييل، فشاهدوا أمراً ما رأوا مثلَه، بل ولم يسمعوا أنَّه جرى لأحدٍ من المرسلين قبلَه نظيره، فانبهروا لذلك، ولم يدخُل الإيمانُ في قلوبهم، ولم يردِ الله بهم خيراً، ففزعوا إلى بهتهم وطغيانهم، وقالوا: سحرنا محمدٌ! ولكنَّ علامة ذلك أنكم تسألون من وَرَدَ عليكم من السفر؛ فإنَّه إن قدر على سحركم؛ لم يقدِرْ أن يسحرَ مَن ليس مشاهداً مثلكم! فسألوا كلَّ من قدم، فأخبروهم بوقوع ذلك، فقالوا: {سحرٌ مستمرٌّ}! سحرنا محمدٌ وسحر غيرنا!! وهذا من البَهْتِ الذي لا يروج إلاَّ على أسفه الخلق وأضلِّهم عن الهدى والعقل.
1-2. Yüce Allah, Kıyametin gerçekleşme zamanının yaklaşmış olduğunu, geleceği vaktin yakınlaştığını haber vermektedir. Bununla birlikte bu yalanlayıcılar, hâlâ onu yalanlamaya devam etmekte, bu Kıyamet’in kopuşuna hazırlık yapmamaktadırlar. Allah ise bu Kıyamet’in kopuşuna delil teşkil eden ve benzerini gören insanların iman etmelerini sağlayacak türden pek büyük âyetler/mucizeler göstermektedir. Abdullah’ın oğlu Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in getirdiklerinin doğruluğuna delil teşkil eden en büyük delil ve mucizelerden birisi de şudur: İnkarcılar, kendilerine getirdiklerinin doğruluğuna, kendisinin de doğru söylediğine delil teşkil edecek şekilde olağanüstü bir iş göstermesini istediklerinde Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, aya işaret etmiş, o da Allah’ın izni ile birisi Ebu Kubeys dağı üzerinde diğeri de Kuaykı’ân dağı üzerinde olmak üzere iki parçaya ayrılmış idi. İnsanların herhangi bir şekilde göz boyamakla ve olduğundan farklı göstermekle yapamayacakları ulvî âlemde gerçekleşen bu pek büyük mucizeyi müşrikler de başkaları da görmüşler, benzeri görülmedik bir olaya tanık olmuşlardır. Hatta kendisinden önceki herhangi bir peygamber tarafından benzerinin gösterildiğini işitmedikleri bir olaya şahit olmuşlardı. Bundan dolayı gözleri kamaştı, ama yine de iman kalplerine girmedi. Allah da onlar için hayır murat etmedi. Bu sefer iftiralarına ve azgınlıklarına yönelip şöyle dediler: “Muhammed bizi büyüledi. Bunun doğru olup olmadığının tek alâmeti şudur: Sizler uzak yerlerden yolculuk yapıp gelenlere soracaksınız. Çünkü o sizi büyülemiş olsa da sizin gibi burada hazır bulunmayan kimseleri büyülemiş olamaz.” Gelen herkese sordular. Gelen yolcular da onlara bu işin gerçekleştiğini haber verince bu sefer de: “Öteden beri süregelen bir sihirdir” dediler. Muhammed bizi büyülediği gibi başkalarını da büyülemiştir, dediler. Bu ise ancak insanların en akılsızlarının, hidâyetten en uzak olanlarının ve en şaşkınlarının kabul edebileceği türden bir iftiradır. Bununla onlar yalnızca bu mucizeyi inkâr etmiş olmuyorlardı. Aksine onlar kendilerine gelen her türlü âyet ve mucizeyi yalanlamakta ve hepsine ret karşılığı vermeye hazır kimselerdi. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Ama onlar bir âyet/mucize görseler yüz çevirirler.” Çünkü onların maksatları hakka ve hidâyete tabi olmak değildir. Onların maksadı hevâya uymaktır. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{3} ولهذا قال: {وكذَّبوا واتَّبعوا أهواءهم}؛ كقوله تعالى: {فإن لم يستجيبوا لك فاعْلَمْ أنَّما يتَّبِعون أهواءَهم}؛ فإنَّه لو كان قصدُهم اتِّباعَ الهدى؛ لآمنوا قطعاً واتَّبعوا محمداً - صلى الله عليه وسلم -؛ لأنه أراهم الله على يديه من البينات والبراهين والحجج القواطع ما دلَّ على جميع المطالب الإلهيَّة والمقاصد الشرعيَّة، {وكلُّ أمرٍ مستقرٍّ}؛ أي: إلى الآن لم يبلغ الأمر غايته ومنتهاه، وسيصير الأمر إلى آخره؛ فالمصدِّق يتقلَّب في جنَّات النعيم ومغفرة الله ورضوانه، والمكذِّب يتقلَّب في سخط الله وعذابِهِ خالداً مخلداً أبداً.
3. Yüce Allah’ın: “Onlar, yalanladılar ve hevâlarına uydular” buyruğu şu buyruğunu andırmaktadır: “Eğer sana cevap vermezlerse bil ki onlar, ancak hevâlarına uymaktadırlar.” (el-Kasas, 28/50) Çünkü onların maksadı, hidâyete tabi olmak olsaydı kesinlikle iman ederler, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'e uyarlardı. Zira Yüce Allah, onun vasıtası ile bütün ilâhî isteklere ve şer’î maksatlara açıkça delil teşkil eden pek açık belgeler ve son derece kesin deliller göstermiştir. "Halbuki her işin kararlaştırılmış bir vadesi vardır.” Yani şu ana kadar iş, henüz varacağı son noktaya varmış değildir. Ama o sona varacaktır. O son gelince de iman edenler, nimet dolu cennetlerde dolaşacak, Allah’ın mağfiret ve rızasına erişeceklerdir. Yalanlayanlar ise Allah’ın gazabında ve azabında ebedi kalacaklardır.
#
{4} وقال تعالى مبيِّناً أنَّهم ليس لهم قصدٌ صحيحٌ واتباعٌ للهدى: {ولقد جاءهم من الأنباءِ}؛ [أي: الأخبار السابقة واللاحقة والمعجزات الظاهرة] {ما فيه مُزْدَجَرٌ}؛ أي: زاجر يزجرهم عن غيِّهم وضلالهم.
4. Yüce Allah, onların sağlıklı bir maksatlarının bulunmadığını, hidâyete tabi olmak gibi bir isteklerinin olmadığını açıklamak üzere şöyle buyurmaktadır: “Andolsun onlara” sapıklık ve azgınlıklarından kendilerini “alıkoyacak özellikte birçok haber” geçmiş ve geleceğe dair haberler ve açık mucizeler “gelmiştir.”
#
{5} وذلك {حكمةٌ}: منه تعالى {بالغةٌ}؛ أي: لتقوم حجَّته على العالمين ، ولا يبقى لأحدٍ على الله حجَّةٌ بعد الرسل، {فما تغني النُّذُر}؛ كقوله تعالى: {ولو جاءتهم كلُّ آيةٍ لا يؤمنوا حتى يَرَوُا العذابَ الأليم}.
5. Bu, Yüce Allah tarafından gönderilmiş “en yüksek seviyede ve yeterli bir hikmettir.” Böylelikle onun bütün âlemlere karşı delili ortaya konulmuştur. Peygamberleri gönderdikten sonra hiçbir kimsenin Allah’a karşı hiçbir bahanesi kalmamıştır. “Ne var ki uyarılar fayda vermiyor.” Çünkü Allah şöyle buyurmuştur: “Doğrusu üzerlerine Rabbinin (azap) sözü hak olmuş olanlar, kendilerine her türlü âyet/mucize gelse bile acıklı azabı görmedikçe iman etmezler.” (Yûnûs, 10/96-97)
Ayet: 6 - 8 #
{فَتَوَلَّ عَنْهُمْ يَوْمَ يَدْعُ الدَّاعِ إِلَى شَيْءٍ نُكُرٍ (6) خُشَّعًا أَبْصَارُهُمْ يَخْرُجُونَ مِنَ الْأَجْدَاثِ كَأَنَّهُمْ جَرَادٌ مُنْتَشِرٌ (7) مُهْطِعِينَ إِلَى الدَّاعِ يَقُولُ الْكَافِرُونَ هَذَا يَوْمٌ عَسِرٌ (8)}.
6- O halde sen onlara aldırma. O gün çağırıcı, bilinmedik bir şeye çağırır. 7- Zilletleri gözlerinden okunur bir halde kabirlerinden çıkarlar; tıpkı (yeryüzüne) yayılmış çekirgeler gibi. 8- Davetçiye doğru hızla koşarlar. Kâfirler: “Bu, pek çetin bir gün!” derler.
#
{6} يقول تعالى لرسوله - صلى الله عليه وسلم -: قد بان أنَّ المكذِّبين لا حيلة في هداهم، فلم يبق إلاَّ الإعراضُ عنهم ، فقال: {فتولَّ عنهم}: وانتظرْ بهم يوماً عظيماً وهولاً جسيماً، وذلك حين {يَدعُ الداعِ}؛ وهو إسرافيلُ عليه السلام {إلى شيء نُكُرٍ}؛ أي: إلى أمر فظيع تنكره الخليقة، فلم تر منظراً أفظع ولا أوجع منه، فينفخُ إسرافيل نفخةً يخرج بها الأمواتُ من قبورهم لموقف القيامة.
6. Yüce Allah, Rasûlüne şöyle buyurmaktadır: Artık yalanlayıcıların hidâyet bulmalarına imkân olmadığı açıkça ortaya çıkmış bulunmaktadır. Geriye onlardan yüz çevirmekten başka bir seçenek kalmamıştır. O bakımdan ona şöyle buyurmaktadır: “O halde sen onlara aldırma” ve onları gelip bulacak pek büyük bir günü ve müthiş dehşetli azabı bekle. "O gün çağırıcı” İsrafil aleyhisselam “bilinmedik bir şeye çağırır.” Yani bütün insanların bilmedikleri son derece korkunç ve dehşetli bir şeye çağırır. İnsanlık ondan daha dehşetli, daha korkunç ve daha ızdırap verici bir şey görmemiştir. İsrafil, Sûr’a bir defa üfürdükten sonra bütün ölüler, Kıyamet’te (hesap için toplanılacak yer olan) Mevkıf’te toplanmak üzere kabirlerinden çıkacaklardır.
#
{7} {خُشَّعاً أبصارُهم}؛ أي: من الهول والفزع الذي وصل إلى قلوبهم، فخضعت وذلَّت، وخشعت لذلك أبصارهم {يخرجون من الأجْداثِ}: وهي القبورُ {كأنَّهم}: من كثرتهم ورَوَجان بعضهم ببعض {جرادٌ منتشرٌ}؛ أي: مبثوثٌ في الأرض متكاثرٌ جدًّا.
7. “Zilletleri gözlerinden okunur bir halde” yani kalplerine ulaşan dehşet ve korkudan dolayı gözleri zilletle öne eğilmiş olacaktır “kabirlerinden çıkarlar; tıpkı (yeryüzüne) yayılmış çekirgeler gibi.” Onlar çokluklarından ve dalgalar halinde iç içe gireceklerinden dolayı oldukça çok sayıda ve yeryüzünde dağılmış olan çekirgeleri andıracaklardır.
#
{8} {مهطعينَ إلى الدَّاعِ}؛ أي: مسرعين لإجابة نداء الدَّاعي، وهذا يدلُّ على أنَّ الدَّاعي يدعوهم ويأمرهم بالحضور لموقف القيامة، فيلبُّون دعوته ويسرعون إلى إجابته، {يقول الكافرون}: الذين قد حَضَرَ عذابُهم: {هذا يومٌ عَسِرٌ}؛ كما قال تعالى: {على الكافرين غيرُ يسيرٍ}: مفهوم ذلك أنَّه يسيرٌ سهلٌ على المؤمنين.
8. “Davetçiye doğru hızla koşarlar.” Davetçinin çağrısına cevap verip çabucak geleceklerdir. Bu, davetçinin onları çağıracağına, Kıyamet Mevkıf’inde hazır olmalarını kendilerine emredeceğine, onların da bu çağrıyı kabul edip bu konuda çabuk hareket edeceklerine delildir. Azapları hazırlanmış olan “kâfirler: Bu, pek çetin bir gün, derler.” Nitekim bir başka ayette şöyle buyrulmaktadır: “Kafirler için hiç de kolay değldir.” (el-Muddessir, 74/10) Ayetin mefhumundan, o günün müminler için kolay olacağı anlaşılmaktadır.
Ayet: 9 - 17 #
{كَذَّبَتْ قَبْلَهُمْ قَوْمُ نُوحٍ فَكَذَّبُوا عَبْدَنَا وَقَالُوا مَجْنُونٌ وَازْدُجِرَ (9) فَدَعَا رَبَّهُ أَنِّي مَغْلُوبٌ فَانْتَصِرْ (10) فَفَتَحْنَا أَبْوَابَ السَّمَاءِ بِمَاءٍ مُنْهَمِرٍ (11) وَفَجَّرْنَا الْأَرْضَ عُيُونًا فَالْتَقَى الْمَاءُ عَلَى أَمْرٍ قَدْ قُدِرَ (12) وَحَمَلْنَاهُ عَلَى ذَاتِ أَلْوَاحٍ وَدُسُرٍ (13) تَجْرِي بِأَعْيُنِنَا جَزَاءً لِمَنْ كَانَ كُفِرَ (14) وَلَقَدْ تَرَكْنَاهَا آيَةً فَهَلْ مِنْ مُدَّكِرٍ (15) فَكَيْفَ كَانَ عَذَابِي وَنُذُرِ (16) وَلَقَدْ يَسَّرْنَا الْقُرْآنَ لِلذِّكْرِ فَهَلْ مِنْ مُدَّكِرٍ (17)}.
9- Bunlardan önce Nûh’un kavmi de yalanlamıştı. Onlar kulumuz (Nuh’u) yalanladılar ve: “Delidir” dediler. Böylece o, (davetten) alıkonuldu. 10- Nihâyet o, Rabbine: “Ben yenik düştüm. Artık (onlara karşı bana) yardım et” diye dua etti. 11- Biz de bardaktan boşanırcasına aralıksız (yağan) bir su ile göğün kapılarını açtık. 12- Yerin (dört bir tarafından da) pınarlar fışkırttık. Böylece (her iki) su, takdir edilmiş bir işi gerçekleştirmek üzere birleşti. 13- Onu ağaç levhalardan ve çivilerden oluşan (bir gemi) üzerinde taşıdık. 14- O (gemi) gözlerimizin önünde/gözetimimiz altında akıp gidiyordu. Küfür/nankörlük ile karşılanana bir mükâfat olmak üzere. 15- Andolsun ki Biz onu bir ayet/alamet olarak bıraktık. Yok mu düşünüp öğüt alan? 16- Nasılmış Benim azabım ve uyarılarım? 17- Andolsun ki Biz Kur’ân’ı düşünüp öğüt alınması için kolaylaştırdık. Yok mu düşünüp öğüt alan?
#
{9} لما ذكر تبارك وتعالى حالَ المكذِّبين لرسوله وأنَّ الآياتِ لا تنفع فيهم ولا تُجدي عليهم شيئاً؛ أنذرهم وخوَّفهم بعقوبات الأمم الماضية المكذِّبة للرسل وكيف أهلهكم اللهُ وأحلَّ بهم عقابه، فذكر قومَ نوحٍ؛ أول رسول بعثه الله إلى قوم يعبُدون الأصنام، فدعاهم إلى توحيد الله وعبادته وحده لا شريك له، فامتنعوا من ترك الشرك، وقالوا: {لا تَذَرُنَّ آلهتكم ولا تَذَرُنَّ وَدًّا ولا سُواعاً ولا يَغوثَ ويَعوقَ ونَسْراً}، ولم يزل نوحٌ يدعوهم إلى الله ليلاً ونهاراً سرًّا وجهاراً، فلم يزدْهم ذلك إلاَّ عناداً وطغياناً وقدحاً في نبيِّهم، ولهذا قال هنا: {فكذَّبوا عبدَنا وقالوا مجنونٌ}: لزعمهم أنَّ ما هم عليه وآباؤهم من الشرك والضلال هو الذي يدلُّ عليه العقل، وأنَّ ما جاء به نوحٌ عليه السلام جهلٌ وضلالٌ لا يصدُر إلاَّ من المجانين، وكَذَبوا في ذلك، وقَلَبوا الحقائق الثابتة شرعاً وعقلاً ؛ فإنَّ ما جاء به هو الحقُّ الثابت الذي يرشد العقول النيِّرة المستقيمة إلى الهدى والنور والرُّشد، وما هم عليه جهلٌ وضلالٌ مبينٌ. وقوله: {وازْدُجِرَ}؛ أي: زجره قومه وعنَّفوه لما دعاهم إلى الله تعالى، فلم يكفِهِم قبَّحَهُمُ اللهُ عدمُ الإيمان به ولا تكذيبُهم إيَّاه، حتى أوصلوا إليه من أذيَّتهم ما قدروا عليه، وهكذا جميع أعداء الرسل هذه حالهم مع أنبيائهم.
9. Şanı yüce Allah, son Peygamberine yalanlayıcıların durumunu, âyet ve mucizelerin onlara fayda sağlamadığını, onları hiçbir şekilde etkilemediğini zikrettikten sonra onları uyarıp önceki peygamberleri yalanlayan geçmiş ümmetlerin çarptırıldıkları cezaları hatırlatarak onları korkutmakta, Allah’ın onları nasıl helâk ettiğini, cezasını onlara nasıl ulaştırdığını bildirmektedir. Bunlar içinde Yüce Allah’ın puta tapan bir kavme gönderdiği ilk rasûl olan Nûh kavmini zikretmektedir. O, kavmini Allah’ı tevhid etmeye, O’na hiçbir kimseyi ve hiçbir şeyi ortak koşmaksızın yalnızca Allah’a ibadete davet ettiği halde onlar şirk koşmaktan vazgeçmediler ve şöyle dediler: “Tanrılarınızı sakın bırakmayın. Sakın Ved, Suvâ, Yeğûs, Yeûk ve Nesri terk etmeyin.” (Nûh, 71/23) Nûh aleyhisselam onları gece-gündüz, gizli-açık davet etmeye devam etti. Ancak bu, onların inatlarını, azgınlıklarını ve peygamberlerine dil uzatmalarını artırmaktan başka hiçbir fayda sağlamadı. Bundan dolayı da Yüce Allah burada şöyle buyurmaktadır: “Onlar kulumuz (Nuh’u) yalanladılar ve: “Delidir” dediler.” Çünkü onların kanaatlerine göre atalarının izlemiş oldukları şirk ve sapıklık, aklın gösterdiği yoldur. Buna karşılık Nûh aleyhisselam’ın getirdiği yol ise cehalet ve sapıklıktır. O, ancak delilerin söyleyecekleri bir sözü söylemektedir. Ancak onların bu sözleri bir yalandır. Dinen ve aklen kabul edilmiş değişmez gerçekleri alt-üst etmişlerdir. Aksine Nuh’un getirdikleri değişmez hakkın kendisidir. Dosdoğru yol üzere bulunan aydınlık akılları hidâyete, nura ve doğruluğa iletir. Onların üzerinde bulundukları yol ise cahilliktir ve apaçık sapıklığın ta kendisidir. "Böylece o, (davetten) alıkonuldu.” O, kavmini Yüce Allah’a davet edince onlar onu engellediler ve ona sertçe çıkıştılar. Kahrolasıcalar, ona iman etmemekle ve onu yalanlamakla yetinmediler. Ellerinden geldiği kadar ona eziyet de ettiler. Bütün peygamber düşmanları da işte böyledir. Onların, peygamberlerine karşı takındıkları tutum hep bu şekildedir.
#
{10} فعند ذلك دعا نوحٌ ربَّه، فقال: {إنِّي مغلوبٌ}: لا قدرةَ لي على الانتصار منهم؛ لأنه لم يؤمن من قومه إلاَّ القليل النادر، ولا قدرة لهم على مقاومة قومهم، {فانتَصِرْ}: اللهمَّ لي منهم، وقال في الآية الأخرى: {ربِّ لا تَذَرْ على الأرضِ من الكافرين دَيَّاراً ... } الآيات.
10. Kavminin tutumu karşısında Nuh aleyhisselam Rabbine şöylece dua etti: “Ben yenik düştüm.” Onlara karşı zafer kazanacak gücüm yok. Çünkü kavminden ancak pek az kimseler iman etmişti. Bunların da kavimlerine karşı direnecek güçleri yoktu. O nedenle Allah’a: “Artık” onlardan benim intikamımı alarak bana “yardım et.” Diğer bir âyet-i kerimede de şöyle buyurulmaktadır: “Rabbim, yeryüzünde kâfirlerden dönüp dolaşan tek bir kimse bırakma!” (Nûh, 71/26)
#
{11} فأجاب الله سؤاله، فانتصر له من قومه؛ قال تعالى: {ففَتَحْنا أبوابَ السماءِ بماءٍ منهمرٍ}؛ أي: كثير جدًّا متتابع.
11. Yüce Allah da onun duasını kabul etti ve kavminden onun intikamını aldı: “Biz de bardaktan boşanırcasına” ardı arkası kesilmeyen ve pek bol “bir suyla göğün kapılarını açtık.”
#
{12} {وفجَّرْنا الأرض عُيوناً}: فجعلتِ السماءُ ينزل منها من الماء شيءٌ خارقٌ للعادة، وتفجَّرت الأرضُ كلُّها، حتى التنُّور الذي لم تَجْرِ العادةُ بوجود الماء فيه، فضلاً عن كونِهِ منبعاً للماء؛ لأنَّه موضع النار، {فالتقى الماء}؛ أي: ماء السماء والأرض، {على أمرٍ}: من الله له بذلك، {قد قُدِرَ}؛ أي: قد كتبه الله في الأزل وقضاه عقوبةً لهؤلاء الظالمين الطاغين.
12. “Yerin pınarlarını da gürül gürül akıttık.” Yağmur semadan olağanüstü şekilde akıp dururken, normalde su kaynağı olmak şöyle dursun, ateş yakılan yer olduğundan dolayı içinde su bulunması dahi söz konusu bulunmayan tandırlar da dahil olmak üzere yeryüzünün her tarafından sular fışkırıp aktı. Gökten ve yerden çıkan “su” Allah tarafından bu hususta “takdir edilmiş bir işi gerçekleştirmek üzere birleşti.” Allah bunu ezelde yazıp takdir etmiş, azgın ve zalimler için bunu bir ceza olarak tespit etmişti.
#
{13} {وحَمَلْناه على ذاتِ ألواح ودُسُرٍ}؛ أي: ونجَّينا عبدنا نوحاً على السفينة ذات الألواح والدُّسُر ؛ أي: المسامير التي قد سُمِرَتْ بها ألواحُها وشُدَّ بها أسرها.
13. Kulumuz Nûh’u levhaları ve çivileri bulunan gemi üzerinde taşıyarak kurtardık. Bu geminin tahtaları birbirine çivilerle sağlam bir şekilde bağlanmış ve sapasağlam bir bütün haline getirilmişti.
#
{14} {تجري بأعْيُنِنا}؛ أي: تجري بنوح ومَنْ آمن معه ومَنْ حمله مِن أصناف المخلوقات برعايةٍ من الله وحفظٍ منه لها عن الغرق ونظرٍ وكلاءةٍ منه تعالى، وهو نعم الحافظُ الوكيلُ، {جزاءً لِمَنْ كان كُفِرَ}؛ أي: فعلنا بنوح ما فعلنا من النَّجاة من الغرق العامِّ جزاءً له؛ حيث كذَّبه قومُه وكفروا به، فصبر على دعوتِهِم، واستمرَّ على أمر الله، فلم يردَّه عنه رادٌّ ولا صدَّه عن ذلك صادٌّ؛ كما قال تعالى في الآية الأخرى: {قيل يا نوحُ اهبطْ بسلام مِنَّا وبَرَكاتٍ عليك وعلى أمم مِمَّن معك ... } الآية. ويُحتمل أنَّ المراد أنَّا أهلَكنا قومَ نوح وفعلنا بهم ما فَعَلنا مِن العذاب والخزي جزاءً لهم على كفرِهم وعنادهم. وهذا متوجِّهٌ على قراءة من قرأها بفتح الكاف.
14. “O (gemi) gözlerimizin önünde/gözetimimiz altında akıp gidiyordu.” Gemi, içindeki Nûh, onunla birlikte iman edenler ve gemiye yüklediği türlü mahlukat ile birlikte Allah’ın suda boğulmaktan koruması, himayesi ve gözetimi altında akıp gidiyordu. Zaten O, en güzel koruyucu, en güzel vekildir. "Küfür/nankörlük ile karşılanana bir mükâfat olmak üzere.” Bizim Nûh’u herkesi boğan suda boğulmaktan kurtarışımız, ona bir mükâfattı. Çünkü kavmi onu yalanlamış, onu inkâr etmiş; o ise sabırla onları davet etmeyi sürdürmüş, Allah’ın emri üzere direnmişti. Kimse bundan onu geri çevirememiş, kimse bu işinden onu alıkoyamamıştı. Nitekim Yüce Allah bir başka âyet-i kerimede şöyle buyurmaktadır: “Denildi ki: Ey Nûh, katımızdan selâmetle in! Sana ve seninle beraber bulunan ümmetlere de hayır ve bereketler olsun.” (Hûd, 11/48) Burada maksadın şöyle olma ihtimali de vardır: Biz Nûh kavmini helâk edip onları böyle bir azaba ve böyle bir rüsvaylığa mahkum ettik. Bu da onların küfür ve inatlarının bir cezası idi. Ancak bu, (bu âyetin son kelimesi olan) “كُفِرَ ” kelimesinin “كًفَرَ” şeklinde okunduğu kıraate uygun bir manadır.
#
{15} {ولقد تركناها آيةً فهل من مُدَّكِرٍ}؛ أي: ولقد تركنا قصة نوح مع قومه آيةً يتذكَّر بها المتذكِّرون على أنَّ من عصى الرُّسل وعاندهم أهْلَكَه الله بعقابٍ عامٍّ شديدٍ، أو أنَّ الضمير يعود إلى السفينة وجنسها، وأنَّ أصل صنعتها تعليمٌ من الله لرسوله نوح عليه السلام، ثم أبقى الله صنعتها وجنسها بين الناس؛ ليدلَّ ذلك على رحمته بخلقه وعنايته وكمال قدرته وبديع صنعته. {فهل من مُدَّكِرٍ}؛ أي: فهل متذكِّر للآيات ملقٍ ذهنَه وفكرته لما يأتيه منها؛ فإنَّها في غاية البيان واليُسر؟
15. Andolsun Biz Nuh’un kavmi ile başından geçenlere dair kıssayı, öğüt alan kimselerin öğüt almaları için bir delil olarak bıraktık. Şöyle ki peygamberlere isyan edip onlara karşı inatla direnenleri Allah, kapsamlı ve çok çetin bir ceza ile helâk eder. Buradaki zamirin gemiye ve gemi türüne ait olma ihtimali de vardır. Zira onun asıl yapımı, Allah tarafından rasûlü Nuh aleyhisselam'a öğretmesi sonucu gerçekleşmiştir. Daha sonra Yüce Allah, bu gemi yapma sanatını ve gemi türünü insanlar arasında baki kılmıştır ki, bunun hikmeti de O’nun kullarına olan rahmetini, inâyetini, kudretinin kemâlini ve sanatının harikuladeliğini onlara göstermesidir. “Yok mu düşünüp ibret alan?” Âyetleri ibret alıp düşünen, öğüt alan, zihnini ve fikrini kendisine gelen bu ibretlere açan bir kimse yok mu? Çünkü bunlar son derece açık ve son derece kolaydırlar.
#
{16} {فكيف كان عذابي ونُذُرِ}؛ أي: فكيف رأيتَ أيها المخاطَبُ عذابَ الله الأليم وإنذاره الذي لا يبقى لأحدٍ عليه حجة.
16. Ey muhatap! Allah’ın can yakıcı azabını ve hiçbir kimseye ileri sürecek bir mazeret bırakmayan uyarılarını nasıl buluyorsun?
#
{17} {ولقد يَسَّرْنا القرآنَ للذِّكْرِ فهل من مُدَّكِرٍ}؛ أي: ولقد يسَّرْنا وسهَّلْنا هذا القرآن الكريم ألفاظه للحفظ والأداء ومعانيه للفهم والعلم؛ لأنَّه أحسن الكلام لفظاً، وأصدقُه معنىً، وأبينه تفسيراً؛ فكلُّ من أقبل عليه؛ يَسَّرَ الله عليه مطلوبه غاية التيسير، وسهَّله عليه، والذِّكر شاملٌ لكل ما يتذكَّر به العالمون من الحلال والحرام وأحكام الأمرِ والنَّهْي وأحكام الجزاء والمواعظ والعِبَرِ والعقائِد النَّافعة والأخبار الصادقة، ولهذا كان علم القرآن حفظاً وتفسيراً أسهل العلوم وأجلُّها على الإطلاق، وهو العلمُ النافعُ الذي إذا طلبه العبدُ؛ أُعِينَ عليه. قال بعضُ السَّلف عند هذه الآية: هل من طالب علم فيعان عليه. ولهذا يدعو الله عباده إلى الإقبال عليه والتذكُّر بقوله: {فهل من مُدَّكِرٍ}.
17. Yani bizler bu Kur’ân-ı Kerîm’in lafızlarını ezberlenmek ve okunmak üzere, manalarını da kavramak ve öğrenmek üzere kolaylaştırdık. Çünkü bu Kur’ân, lafız itibari ile en güzel bir sözdür, manaları en doğru, açıklamaları da en net olan bir kitaptır. Bu kitaba yönelen herkese Yüce Allah, maksadını son derece kolaylaştırır. "Düşünüp öğüt almak"; ilim sahiplerinin kendisi ile öğüt alacakları her bir şeyi kapsar: Helâl, haram, emir ve yasak hükümleri, amellerin karşılıklarına dair hükümler, öğütler, ibretler, akide, doğru haberler vb. Bundan dolayı gerek ezber gerek tefsir yönünden Kur’ân ilmi, ilimlerin en kolayı, kayıtsız ve şartsız olarak en üstünüdür. Kulun öğrenmek istemesi halinde kendisine yardımcı olunacak faydalı bilgi de işte budur. Seleften bazı kimseler bu âyet-i kerime hakkında şöyle demişlerdir: “İlim talep eden yok mu? Ona bu hususta yardım olunacaktır.” Bundan dolayı Yüce Allah “Yok mu düşünüp öğüt alan?” buyruğu ile kullarını bu Kitab’a yönelmeye ve ibret alıp düşünmeye davet etmektedir.
Ayet: 18 - 22 #
{كَذَّبَتْ عَادٌ فَكَيْفَ كَانَ عَذَابِي وَنُذُرِ (18) إِنَّا أَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِيحًا صَرْصَرًا فِي يَوْمِ نَحْسٍ مُسْتَمِرٍّ (19) تَنْزِعُ النَّاسَ كَأَنَّهُمْ أَعْجَازُ نَخْلٍ مُنْقَعِرٍ (20) فَكَيْفَ كَانَ عَذَابِي وَنُذُرِ (21) وَلَقَدْ يَسَّرْنَا الْقُرْآنَ لِلذِّكْرِ فَهَلْ مِنْ مُدَّكِرٍ (22)}.
18- Âd kavmi de yalanladı. Ama nasılmış benim azabım ve uyarılarım? 19- Biz, onların üzerine (kendileri için) uğursuzluğu sürekli olan bir günde (uğultusu ve soğuğu) şiddetli olan bir kasırga gönderdik. 20- O (kasırga) insanları kaldırıp tıpkı kökünden sökülüp devrilmiş hurma kütükleri gibi yere seriyordu. 21- Nasılmış Benim azabım ve uyarılarım? 22- Andolsun ki Biz Kur’ân’ı düşünüp öğüt alınması için kolaylaştırdık. Yok mu düşünüp öğüt alan?
#
{18 ـ 19} وعادٌ هي القبيلة المعروفة باليمن، أرسل الله إليهم هوداً عليه السلام يدعوهم إلى توحيد الله وعبادته، فكذَّبوه، فأرسل الله عليهم {ريحاً صرصراً}؛ أي: شديدة جدًّا. {في يوم نحسٍ}؛ أي: شديد العذاب والشقاء عليهم {مستمِّرٍ}: عليهم سبع ليال وثمانية أيام حسوماً.
18-19. Âd, Yemen’de bilinen bir kabilenin adıdır. Yüce Allah onlara Hûd aleyhisselam’ı Allah’ı tevhid etmeye ve yalnız O’na ibadet etmeye davet etmek üzere peygamber olarak göndermişti. Kavmi onu yalanladı. Bunun üzerine Yüce Allah üzerlerine “uğursuz sürekli olan” yani azabı çok çetin ve onları bedbaht edecek özellikte “bir günde (uğultusu ve soğuğu) şiddetli olan bir kasırga” gönderdi. Bu kasırga üzerlerinde kesintisiz olarak yedi gece sekiz gün devam etti.
#
{20} {تنزِعُ الناسَ}: من شدَّتها فترفعهم إلى جوِّ السماء، ثم تدمغهم بالأرض، فتهلكهم، فيصبحون {كأنَّهم أعجازُ نخل مُنقَعِرٍ}؛ أي: كأنَّ جثثهم بعد هلاكهم مثل جذوع النخل الخاوي الذي اقتلعتْه الريح فسقط على الأرض؛ فما أهون الخلق على الله إذا عَصَوْا أمرَه!
20. “O (kasırga) oldukça şiddetli estiğinden dolayı “insanları kaldırıp tıpkı kökünden sökülüp devrilmiş hurma kütükleri gibi yere seriyordu.” Havaya kaldırıyor sonra da onları yere fırlatıp helâk ediyordu. Helâk edilmelerinden sonra onların cesetleri, adeta rüzgarın kökünden koparıp yere serdiği hurma kütüğünü andırıyordu. Emrine karşı gelmeleri halinde insanlar, Allah nezdinde ne kadar da değersiz oluyorlar!
#
{21} {فكيف كان عذابي ونُذُرِ}: كان والله العذاب الأليم والنِّذارة التي ما أبقت لأحدٍ عليه حجة.
21. “Nasılmış Benim azabım ve uyarılarım?” Allah’a andolsun ki azap, oldukça can yakıcı idi. Yapılan uyarılar ise kimsenin O’na karşı bir mazeret getirmesine imkân bırakmamıştı.
#
{22} {ولقد يَسَّرْنا القرآن للذِّكْر فهل من مُدَّكِرٍ}: كرَّر تعالى ذلك رحمة بعباده وعناية بهم؛ حيث دعاهم إلى ما يصلِحُ دنياهم وأخراهم.
22. Yüce Allah, kullarına bir rahmet ve onlara inâyet olmak üzere bu sözünü tekrarlamakta ve böylelikle kendilerini dünya ve âhiretlerini ıslâh edecek şeylere çağırmaktadır.
Ayet: 23 - 32 #
{كَذَّبَتْ ثَمُودُ بِالنُّذُرِ (23) فَقَالُوا أَبَشَرًا مِنَّا وَاحِدًا نَتَّبِعُهُ إِنَّا إِذًا لَفِي ضَلَالٍ وَسُعُرٍ (24) أَأُلْقِيَ الذِّكْرُ عَلَيْهِ مِنْ بَيْنِنَا بَلْ هُوَ كَذَّابٌ أَشِرٌ (25) سَيَعْلَمُونَ غَدًا مَنِ الْكَذَّابُ الْأَشِرُ (26) إِنَّا مُرْسِلُو النَّاقَةِ فِتْنَةً لَهُمْ فَارْتَقِبْهُمْ وَاصْطَبِرْ (27) وَنَبِّئْهُمْ أَنَّ الْمَاءَ قِسْمَةٌ بَيْنَهُمْ كُلُّ شِرْبٍ مُحْتَضَرٌ (28) فَنَادَوْا صَاحِبَهُمْ فَتَعَاطَى فَعَقَرَ (29) فَكَيْفَ كَانَ عَذَابِي وَنُذُرِ (30) إِنَّا أَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ صَيْحَةً وَاحِدَةً فَكَانُوا كَهَشِيمِ الْمُحْتَظِرِ (31) وَلَقَدْ يَسَّرْنَا الْقُرْآنَ لِلذِّكْرِ فَهَلْ مِنْ مُدَّكِرٍ (32)}.
23- Semûd kavmi de uyarıları yalanladı. 24- Dediler ki: “İçimizden tek bir insana mı uyacağız?! O takdirde biz, şüphesiz bir sapıklık ve çılgınlık içinde oluruz!” 25- “Vahiy aramızdan ona mı gönderilmiş?! Hayır; aksine o, çok yalancı ve şımarık biridir.” 26- Yarın kimin şımarık ve çok yalancı olduğunu bilecekler. 27- Biz onlara bir imtihan olmak üzere dişi deveyi göndereceğiz. Artık onları gözetle ve sabret! 28- Onlara suyun aralarında pay edilmiş olduğunu haber ver. Herkes kendi su içme sırasında hazır olacaktır. 29- Derken onlar arkadaşlarını çağırdılar. O da (kılıcını) aldı ve dişi deveyi kesip öldürdü. 30- Nasılmış Benim azabım ve uyarılarım? 31- Biz üzerlerine tek bir çığlık gönderdik de onlar ağıl sahibinin (ağıla koyduğu) saman gibi (çerçöp) oldular. 32- Andolsun ki Biz Kur’ân’ı düşünüp öğüt alınması için kolaylaştırdık. Yok mu düşünüp öğüt alan?
#
{23} أي: {كذَّبت ثمودُ}: وهم القبيلة المعروفة المشهورة في أرض الحِجْر نبيَّهم صالحاً عليه السلام حين دعاهم إلى عبادة الله وحده لا شريك له، وأنذرهم العقاب إنْ هم خالفوه.
23. “Semûd kavmi” Hicr topraklarında bilinen ünlü bir kabiledir. Peygamberleri Salih aleyhisselam kendilerini Allah’a, O’na hiçbir şeyi ortak koşmaksızın tek olarak ibadet etmeye davet edip de başlarına gelecek azabı haber vererek uyardığında, onlar da ona karşı çıktılar.
#
{24} فكذَّبوه واستكبروا عليه وقالوا كبراً وتيهاً: {أبشراً مِنَّا واحداً نَتَّبِعُهُ}؛ أي: كيف نتَّبع بشراً لا مَلَكاً، منَّا لا من غيرنا ممَّن هو أكبر عند الناس منَّا، ومع ذلك؛ فهو شخصٌ واحدٌ. {إنَّا إذاً}؛ أي: إن اتَّبعناه وهو في هذه الحالة {لفي ضلال وسُعُرٍ}؛ أي: [إنَّا] لضالُّون أشقياء. وهذا الكلام من ضلالهم وشقائهم؛ فإنهم أنِفوا أن يَتَّبِعوا رسولاً من البشر، ولم يأنفوا أن يكونوا عابدين للشجر والحجر والصُّوَر.
24. Onu yalanladılar, ona karşı büyüklenip şaşkın bir şekilde: “Bizden olan (sıradan) bir insana mı uyacağız?” Yani biz nasıl olur da bizim gibi, insanların nazarında bizden üstün olmayan, meleklerden de olmayan bir insana uyarız? Üstelik o, tek bir şahıstır. “O takdirde” eğer bu durumda olmasına rağmen ona uyacak olursak “biz şüphesiz bir sapıklık ve çılgınlık içinde oluruz!” Sapık ve bedbaht kimseler oluruz. Onların söyledikleri bu sözler, sapıklıklarından ve bedbahtlıklarından kaynaklanan sözlerdir. Onlar ağaca, taşa ve resimlere tapan kimseler olmayı gururlarına yedirdiler; ama insanlardan gönderilmiş bir peygambere uymayı gururlarına yediremediler.
#
{25 ـ 26} {أألقي الذِّكر عليه من بيننا}؛ أي: كيف يخصُّه الله من بيننا وينزِّل عليه الذِّكر؛ فأيُّ مزيَّةٍ خصَّه من بيننا؟! وهذا اعتراضٌ من المكذِّبين على الله لم يزالوا يُدلون به ويصولون [ويحولون] ويردُّون به دعوة الرسل، وقد أجاب الله عن هذه الشبهة بقول الرسل لأممهم: {قالتْ رسُلُهم إن نحنُ إلاَّ بشرٌ مثلُكم ولكنَّ الله يَمُنُّ على مَنْ يشاءُ من عبادِه}: فالرسل مَنَّ الله عليهم بصفاتٍ وأخلاق وكمالاتٍ بها صلحوا لرسالات ربِّهم والاختصاص بوحيه، ومن رحمته وحكمته أن كانوا من البشر؛ فلو كانوا من الملائكة؛ لم يمكن البشر أن يتلقَّوا عنهم، ولو جعلَهم من الملائكة؛ لعاجل المكذِّبين لهم بالعقاب العاجل. والمقصود من هذا الكلام الصادر من ثمود لنبيِّهم صالح تكذيبه، ولهذا حكموا عليه بهذا الحكم الجائر، فقالوا: {بل هو كذَّابٌ أشِرٌ}؛ أي: كثير الكذب والشرِّ! فقبَّحهم الله ما أسفه أحلامهم وأظلمهم وأشدَّهم مقابلةً للصادقين الناصحين بالخطاب الشنيع.
25. “Vahiy aramızdan ona mı gönderilmiş?” Nasıl olur da Allah aramızdan vahyi özellikle ona verir ve onun üzerine bu öğütleri indirir. Aramızdan özellikle onun seçilmesini gerektiren meziyeti nedir? Bu, tüm inkarcıların Yüce Allah’a karşı yaptıkları bir itirazlarıdır. Onlar bu itirazı hep yapagelmişlerdir. Sürekli olarak bunu ileri sürerek peygamberlerin çağrısını reddetmişlerdir. Yüce Allah ise onların bu şüphelerini peygamberlerin ümmetlerine söylediklerini belirttiği şu buyruğu ile cevaplandırmaktadır: “Peygamberleri onlara şöyle demişti: Biz ancak sizin gibi bir insanız. Ancak Allah kulları arasından dilediği kimselere lütfeder.” (İbrahim, 14/15) Yüce Allah, peygamberlere öyle birtakım nitelik, ahlâk ve mükemmel özellikler bahşetmiştir ki, bununla Rablerinin risâletini alabilecek ve özellikle kendilerine vahyedilmesine sebep teşkil edecek bir konuma gelmişlerdir. Onların insanlardan olmaları, Yüce Allah’ın rahmet ve hikmetinin bir tecellisidir. Şâyet onlar meleklerden olsalardı, insanların onlardan vahyi öğrenmelerine imkân bulunmazdı. Ayrıca eğer onlar melek olsalardı bu sefer onları yalanlayan kimselerin dünya hayatında derhal cezalandırılmaları gerekirdi. Semûd kavminin peygamberleri Salih aleyhisselam hakkında söyledikleri bu sözlerden maksat, onu yalanlamaktır. Bundan dolayı onlar onun aleyhinde şu zalimce hükmü verdiler: “Hayır; aksine o, çok yalancı ve şımarık biridir.” Yalanı da kötülüğü de çok olandır, dediler. Allah kahretsin onları! Ne kadar da akılsız, ne kadar da zalimdiler! Doğru sözlü, iyiliklerini samimi olarak isteyen kimselere ne kadar da çirkin sözlerle hitapta bulunarak karşılık verdiler!
#
{27} لا جرم عاقبهم الله حين اشتدَّ طغيانُهم، فأرسل الله الناقة التي هي من أكبر النعم عليهم آية من آيات الله ونعمة؛ يحلبونَ من دَرِّها ما يكفيهم أجمعين، {فتنةً لهم}؛ أي: اختباراً منه لهم وامتحاناً، {فارتَقِبْهم واصْطَبِر}؛ أي: اصبر على دعوتك إيَّاهم وارتقبْ ما يحلُّ بهم، أو ارتقبْ هل يؤمنون أو يكفُرون.
27. Hiç şüphesiz onların azgınlıkları artınca Yüce Allah, onları cezalandırdı. Allah onlara üzerlerindeki en büyük nimetlerden birisi olan dişi deveyi, Allah’ın bir âyeti/mucizesi olarak gönderdi. Ondan hepsine yetecek kadar süt sağıyorlardı. “Biz onlara bir imtihan olmak üzere” onları denemek ve sınamak için “dişi deveyi göndereceğiz. Artık onları gözetle ve sabret!” Onları davetine sabırla devam et! Onların başına gelecekleri de gözetle! Yahut onlar iman mı edecekler yoksa inkâra mı sapacaklar, bekle!
#
{28} {ونبِّئْهم أنَّ الماءَ قسمةٌ بينهم}؛ أي: وأخبرهم أنَّ الماء؛ أي: موردهم الذي يستعذبونه، قسمةٌ بينهم وبين الناقة، لها شِرْبُ يوم ولهم شِرْبُ يوم آخر معلوم. {كلُّ شِرْبٍ مُحْتَضَرٌ}؛ أي: يحضره من كان قسمته، ويُحْظَر على من ليس بقسمة له.
28. “Onlara suyun aralarında pay edilmiş olduğunu haber ver.” Onların güzel ve tatlı olan sularının, kendileri ile dişi deve arasında pay edilmiş olduğunu bildir. Onun su içeceği belli bir günü olduğu gibi, kendilerinin de su içecekleri belli bir günleri vardır. "Herkes kendi su içme sırasında hazır olacaktır.” Su içme sırası gelen o günde hazır bulunacaktır. Çünkü o gün sudan payı olmayana su içmek yasaktır.
#
{29} {فنادوا صاحبَهم}: الذي باشر عقرها، الذي هو أشقى القبيلة، {فتعاطى}؛ أي: انقاد لما أمروه به من عقرها، {فعقر}.
29. “Derken üzerine onlar” kabilenin en bedbaht kişisi olan ve bu işe girişen “arkadaşlarını çağırdılar. O da (kılıcını) aldı” kendisine verilen kesme emrine uyup “dişi deveyi kesip öldürdü.”
#
{30 ـ 32} {فكيف كان عذابي ونُذُرِ}: كان أشدَّ عذاب، أرسل الله عليهم صيحةً ورجفةً أهلكتهم عن آخرهم، ونجَّى الله صالحاً ومَن آمن معه، {ولقد يَسَّرْنا القرآنَ للذِّكْر فهل من مُدَّكِرٍ}.
30-32. “Nasılmış Benim azabım ve uyarılarım?” Bu, çok şiddetli bir azap idi. Allah, üzerlerine hem bir çığlık, hem de bir sarsıntı göndermişti. Onlardan bir fert kalmamak üzere hepsini helâk etmişti. Allah, Salih aleyhisselam’ı ve onunla birlikte iman edenleri ise kurtarmıştı. “Andolsun ki Biz Kur’ân’ı düşünüp öğüt alınması için kolaylaştırdık. Yok mu düşünüp öğüt alan?”
Ayet: 33 - 40 #
{كَذَّبَتْ قَوْمُ لُوطٍ بِالنُّذُرِ (33) إِنَّا أَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ حَاصِبًا إِلَّا آلَ لُوطٍ نَجَّيْنَاهُمْ بِسَحَرٍ (34) نِعْمَةً مِنْ عِنْدِنَا كَذَلِكَ نَجْزِي مَنْ شَكَرَ (35) وَلَقَدْ أَنْذَرَهُمْ بَطْشَتَنَا فَتَمَارَوْا بِالنُّذُرِ (36) وَلَقَدْ رَاوَدُوهُ عَنْ ضَيْفِهِ فَطَمَسْنَا أَعْيُنَهُمْ فَذُوقُوا عَذَابِي وَنُذُرِ (37) وَلَقَدْ صَبَّحَهُمْ بُكْرَةً عَذَابٌ مُسْتَقِرٌّ (38) فَذُوقُوا عَذَابِي وَنُذُرِ (39) وَلَقَدْ يَسَّرْنَا الْقُرْآنَ لِلذِّكْرِ فَهَلْ مِنْ مُدَّكِرٍ (40)}.
33- Lût kavmi de uyarıları yalanladı. 34- Biz, üzerlerine çakıl taşı yağdıran bir rüzgâr gönderdik (de onları helak ettik). Ancak Lût’un ailesi hariç; onları seher vaktinde kurtardık. 35- Bu, katımızdan bir nimet idi. Biz şükredenleri işte böyle mükafatlandırırız. 36- Andolsun ki o (Lut), onları azabımıza karşı uyarmıştı, ama onlar uyarıları şüphe ile karşılamışlardı. 37- Ondan misâfirlerini (kötülük yapmak için kendilerine vermesini) istemişlerdi de biz, gözlerini silme kör etmiştik. “Şimdi tadın azabımı ve uyarılarımı (şüpheyle karşılamanın akıbetini)!” 38- Andolsun bir sabah vakti erkenden kalıcı bir azap onları yakaladı. 39- Tadın bakalım azabımı ve uyarılarımı (şüpheyle karşılamanın akıbetini)! 40- Andolsun ki Biz Kur’ân’ı düşünüp öğüt alınması için kolaylaştırdık. Yok mu düşünüp öğüt alan?
#
{33 ـ 40} أي: {كذَّبت قومُ لوط}: لوطاً عليه السلام حين دعاهم إلى عبادة الله وحده لا شريك له ونهاهم عن الشرك والفاحشة التي ما سبقهم بها أحدٌ من العالمين، فكذَّبوه واستمرُّوا على شركهم وقبائحهم، حتى إنَّ الملائكة الذين جاؤوه بصورة أضياف، حين سمع بهم قومُه؛ جاؤوا مسرعين يريدون إيقاع الفاحشة فيهم لعنهم الله وقبَّحهم وراودوه عنهم، فأمر الله جبريل عليه السلام، فطمس أعينهم بجناحه، وأنذرهم نبيُّهم بطشة الله وعقوبته، {فتمارَوْا بالنُّذُر}، {ولقد صبَّحهم بُكرةً عذابٌ مستقرٌّ}: قلب الله عليهم ديارهم، وجعل أسفلها أعلاها، وتتبَّعهم بحجارة من سِجِّيل منضودٍ مسوَّمة عند ربِّك للمسرفين، ونجَّى الله لوطاً وأهله من الكرب العظيم؛ جزاء لهم على شكرهم لربِّهم وعبادته وحدَه لا شريك له.
33-40. “Lût kavmi de” Lût aleyhisselam kendilerini, kimseyi ortak koşmaksızın sadece Allah’a ibadete davet edip şirkten ve âlemler arasında kendilerinden önce hiç kimsenin işlemediği o hayasızlıktan vazgeçmelerini emrettiğinde “uyarıları yalanladı.” Onu yalanlayarak şirklerini ve çirkin işlerini sürdürmeye devam ettiler. Nihâyet misafirler suretinde gelen meleklerin haberini alan kavmi, onlara hayasızlık yapmak üzere çabucak yanına geliverdiler -Allah’ın lâneti üzerlerine olsun- ve bu misafirlerini elinden almak istediler. Yüce Allah da Cibril aleyhisselam'a emretti ve o da kanadıyla gözlerini kör etti. Peygamberleri, onlara Allah’ın çetin yakalayışını ve cezasını hatırlatmakla birlikte “onlar uyarıları şüphe ile karşılamışlardı.” “Andolsun bir sabah vakti erkenden kalıcı bir azap onları yakaladı.” Allah yurtlarının altını üstüne getirdi. Arkalarından da pişirilmiş taşlar gelip onları buluyordu ki bu taşlar Rabbinin nezdinde haddiaşan o günahkârlar için işaretlenmişti. Yüce Allah, Lût aleyhisselam ile onun aile halkını Rablerine şükürlerinin ve sadece O’na hiçbir kimseyi ortak koşmaksızın ibadet etmelerinin bir mükâfatı olarak o pek büyük sıkıntıdan kurtarmıştı.
Ayet: 41 - 55 #
{وَلَقَدْ جَاءَ آلَ فِرْعَوْنَ النُّذُرُ (41) كَذَّبُوا بِآيَاتِنَا كُلِّهَا فَأَخَذْنَاهُمْ أَخْذَ عَزِيزٍ مُقْتَدِرٍ (42) أَكُفَّارُكُمْ خَيْرٌ مِنْ أُولَئِكُمْ أَمْ لَكُمْ بَرَاءَةٌ فِي الزُّبُرِ (43) أَمْ يَقُولُونَ نَحْنُ جَمِيعٌ مُنْتَصِرٌ (44) سَيُهْزَمُ الْجَمْعُ وَيُوَلُّونَ الدُّبُرَ (45) بَلِ السَّاعَةُ مَوْعِدُهُمْ وَالسَّاعَةُ أَدْهَى وَأَمَرُّ (46) إِنَّ الْمُجْرِمِينَ فِي ضَلَالٍ وَسُعُرٍ (47) يَوْمَ يُسْحَبُونَ فِي النَّارِ عَلَى وُجُوهِهِمْ ذُوقُوا مَسَّ سَقَرَ (48) إِنَّا كُلَّ شَيْءٍ خَلَقْنَاهُ بِقَدَرٍ (49) وَمَا أَمْرُنَا إِلَّا وَاحِدَةٌ كَلَمْحٍ بِالْبَصَرِ (50) وَلَقَدْ أَهْلَكْنَا أَشْيَاعَكُمْ فَهَلْ مِنْ مُدَّكِرٍ (51) وَكُلُّ شَيْءٍ فَعَلُوهُ فِي الزُّبُرِ (52) وَكُلُّ صَغِيرٍ وَكَبِيرٍ مُسْتَطَرٌ (53) إِنَّ الْمُتَّقِينَ فِي جَنَّاتٍ وَنَهَرٍ (54) فِي مَقْعَدِ صِدْقٍ عِنْدَ مَلِيكٍ مُقْتَدِرٍ (55)}.
41- Andolsun Firavun hanedanına da uyarılar gelmişti. 42- Ama ayetlerimizin/mucizelerimizin hepsini yalanladılar. Biz de onları yenilmez galip ve her şeye kadir olanın şanına yaraşır şekilde (azapla) yakalayıverdik. 43- Şimdi sizin kâfirleriniz bunlardan daha mı hayırlı yoksa kitaplarda sizin için bir kurtuluş senedi mi var? 44- Yoksa onlar: “Biz birbirini destekleyen, yenilmez bir topluluğuz” mu diyorlar? 45- Yakında o topluluk, yenilecek ve arkalarını dönüp kaçacaklardır. 46- Dahası onların asıl (azap) vakti, Kıyamettir ve Kıyamet, daha dehşetli ve daha acıdır. 47- Şüphesiz günahkârlar, sapıklık ve çılgın ateş içindedirler. 48- O gün yüz üstü ateşte sürüklenirler: “Cehennemin (can yakıcı) dokunuşunu tadın!” (denir). 49- Şüphesiz Biz her şeyi bir kader/ölçü ile yarattık. 50- (Dilediğimiz şey hakkında) emrimiz ancak tek bir seferdir ve bir göz kırpması gibi (hızlıdır). 51- Andolsun Biz sizin benzerlerinizi helâk ettik. Yok mu düşünüp öğüt alan? 52- Yaptıkları her şey defterlerdedir. 53- Küçük, büyük her şey satır satır yazılıdır. 54- Şüphesiz takvâ sahipleri, cennetlerde ve ırmak kenarlarındadırlar. 55- Kudret sahibi Melîk’in katında, hak meclisindedirler.
#
{41 ـ 42} أي: {ولقد جاء آلَ فرعونَ}؛ أي: فرعون وقومه، {النُّذُرُ}: فأرسل الله إليهم موسى الكليم، وأيَّده بالآيات البيِّنات والمعجزات الباهرات، وأشهدهم من العبر ما لم يشهدْ غيرهم ، فكذَّبوا بآيات الله كلِّها، فأخذهم أخذَ عزيزٍ مقتدرٍ، فأغرقه وجنوده في اليمِّ.
41-42. “Andolsun Firavun hanedanına” ona ve kavmine “uyarılar gelmişti.” Allah, onlara Kelîmullah Mûsâ’yı peygamber olarak göndermiş, apaçık âyet ve belgelerle, göz kamaştırıcı mucizelerle onu desteklemiş, onlara başkalarının tanık olmadığı pek çok ibretli durumlar göstermişti. Fakat onlar Allah’ın bütün bu âyetlerini/mucizelerini yalanladılar. O da onları “yenilmez galip ve her şeye kadir olanın şanına yaraşır şekilde” yakalayıp Firavun’u askerleri ile birlikte suda boğmuştu.
#
{43} والمراد من ذِكر هذه القصص تحذير الناس والمكذِّبين لمحمد - صلى الله عليه وسلم -، ولهذا قال: {أكفَّارُكم خيرٌ من أولئكم}؛ أي: أهؤلاء الذين كذَّبوا أفضل الرسل خيرٌ من أولئك المكذِّبين الذين ذكر الله هلاكَهم وما جرى عليهم؟ فإنْ كانوا خيراً منهم؛ أمكن أن يَنْجوا من العذاب ولم يصبهم ما أصاب أولئك الأشرار، وليس الأمر كذلك؛ فإنَّهم إن لم يكونوا شرًّا منهم؛ فليسوا بخير منهم. {أم لكم بَرَآءَةٌ في الزُّبُرِ}؛ أي: أم أعطاكم الله عهداً وميثاقاً في الكتب التي أنزلها على الأنبياء، فتعتقدون حينئذٍ أنَّكم الناجون بأخبار الله ووعده؟! وهذا غير واقع، بل غير ممكنٍ عقلاً وشرعاً أن تُكتب براءتهم في الكُتب الإلهية المتضمِّنة للعدل والحكمة؛ فليس من الحكمة نجاةُ أمثال هؤلاء المعاندين المكذِّبين لأفضل الرسل وأكرمهم على الله.
43. Buraya kadar anlatılan kıssaların hatırlatılmasından maksat, insanları ve Muhammed sallalahu aleyhi ve sellem’i yalanlayanları yaptıklarından sakındırmaktır. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Şimdi sizin kâfirleriniz bunlardan daha mı hayırlı?” Peygamberlerin en faziletlisini yalanlayan bu kimseler, Allah’ın helâklarını söz konusu ettiği ve başlarına neler geldiğini anlattığı önceki yalanlayıcılardan daha mı iyi? Eğer bunlar, onlardan daha iyi iseler azaptan kurtulmaları mümkün olabilir. Onlara isabet eden musibetler bunlara gelip çatmayabilir. Fakat durum hiç de öyle değildir. Eğer bunlar, öncekilerden daha kötü değil iseler de onlardan daha hayırlı hiç değildirler. "Yoksa kitaplarda sizin için bir kurtuluş senedi mi var?” Yani Allah, size peygamberlere indirmiş olduğu kitaplarda bir ahit ve söz vermiş de siz buna binaen Allah’ın verdiği haber ve sözler ile kurtulacağınıza mı inanmaktasınız? Halbuki böyle bir şey yoktur. Hatta adalet ve hikmeti ihtiva eden ilahi kitaplarda onların azaptan kurtulacaklarının yazılmasına aklen ve dinen imkân yoktur. Çünkü peygamberlerin en faziletlisini, Allah nezdinde en değerlilerini yalanlayarak inatla ona karşı duran bu gibi kimselerin kurtuluşa ermesi, hikmetli bir iş olamaz.
#
{44} فلم يبق إلاَّ أن يكون بهم قوَّةٌ ينتصرون بها، فأخبر تعالى أنهم يقولون: {نحن جميعٌ منتصرٌ}.
44. O halde geriye (azaptan kurtulmaları için) onların kendilerini koruyacakları bir güce sahip olmalarından başka bir seçenek kalmıyor. Bundan dolayı Yüce Allah (onların kendi aralarında söyledikleri sözlerini haber vererek) şöyle buyurmaktadır: “Yoksa onlar: “Biz birbirini destekleyen, yenilmez bir topluluğuz” mu diyorlar?”
#
{45} قال تعالى مبيناً لضعفهم وأنهم مهزومون: {سيُهْزَمُ الجمعُ ويولُّون الدُّبُرَ}: فوقع كما أخبر؛ هزم الله جمعهم الأكبر يوم بدرٍ، وقُتلت صناديدُهم وكبراؤهم، فأذلُّوا ، ونصر الله دينه ونبيَّه وحزبه المؤمنين.
45. Ancak Yüce Allah, onların güçsüzlüklerini ve yenilgiye uğratılacaklarını açıklayarak şöyle buyurmaktadır: “Yakında o topluluk yenilecek ve arkalarını dönüp kaçacaklardır.” Nitekim Yüce Allah’ın haber verdiği gibi de oldu. Allah onların en büyük topluluklarını Bedir günü bozguna uğrattı. Onların ileri gelenleri ve liderleri öldürüldü. Zelil düştüler. Allah dinine, peygamberine ve gerçek taraftarları olan mü’minlere yardım etti ve onları zafere kavuşturdu. Bunun yanı sıra onların öncekilerinin de sonrakilerinin de, dünya hayatında musibete uğrayanlarının da lezzetlerinden faydalananların da toplanıp bir araya getirilecekleri süresi belirlenmiş bir vakitleri de vardır. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{46} ومع ذلك؛ فلهم موعدٌ يجمع به أولهم وآخرهم ومن أصيب في الدُّنيا منهم ومن متع بلذاته، ولهذا قال: {بل الساعةُ موعدُهم}: الذي يجازون به ويؤخذ منهم الحقُّ بالقسط، {والساعةُ أدهى وأمرُّ}؛ أي: أعظم وأشقُّ وأكبر من كلِّ ما يتوهَّم أو يدور في الخيال.
46. “Dahası onların asıl (azap) vakti” kendilerine amellerinin karşılıkları verilerek adil bir şekilde kendilerinden hakkın alınacağı vakit “Kıyamettir ve Kıyamet daha dehşetli ve daha acıdır.” Pek büyüktür, pek zorlu ve sıkıntılıdır. Tasavvur olunan yahut düşünülebilen bütün musibetlerden daha büyüktür.
#
{47} {إنَّ المجرمينَ}؛ أي: الذين أكثروا من فعل الجرائم، وهي الذنوب العظيمة؛ من الشرك وغيره من المعاصي {في ضلال وسُعُرٍ}؛ أي: هم ضالُّون في الدُّنيا، ضُلاَّلٌ عن العلم وضُلاَّلٌ عن العمل الذي ينجِّيهم من العذاب، ويوم القيامةِ في العذاب الأليم والنار التي تستعر بهم وتشتعل في أجسامهم حتى تبلغ أفئدتهم.
47. “Şüphesiz” şirk ve onun dışındaki türlü masiyetlerden oluşan pek büyük günahları çokça işleyen “günahkârlar, sapıklıkta ve çılgın ateş içindedirler.” Onlar dünyada hem bilgi hem de kendilerini azaptan kurtaracak ameli işleme konusunda sapıtmış kimselerdir. Kıyamet gününde de can yakıcı bir azapta ve üzerlerinde tutuşturulacak olup cesetlerinden başlayıp ta kalplerine ulaşıncaya kadar durmadan yanacak olan bir ateş içerisinde olacaklardır.
#
{48} {يوم يُسْحَبون في النار على وجوهِهِم}: التي هي أشرف ما بهم من الأعضاء، وألمها أشدُّ من [أَلَمِ] غيرها، فيُهانون بذلك ويُخْزَون، ويقال لهم: {ذوقوا مَسَّ سَقَرَ}؛ أي: ذوقوا ألم النار وأسفها وغيظها ولهبها.
48. “O gün yüz üstü ateşte sürüklenirler.” Oysa yüz, vücut azalarının en şereflisidir. Yüzün acı ve ızdırabı, başka organlarınkinden daha fazladır. Bu şekilde azap edilerek aşağılanıp rezil edilecekler ve kendilerine: “Cehennemin (can yakıcı) dokunuşunu tadın!” denilecektir. Yani cehennem ateşinin acısını, öfkesini ve alevinin ızdırabını tadın, denilir.
#
{49} {إنَّا كلَّ شيءٍ خَلَقْناه بقدرٍ}: وهذا شاملٌ للمخلوقات والعوالم العلويَّة والسفليَّة؛ إنَّ الله تعالى وحدَه خلَقَها، لا خالق لها سواه، ولا مشارك له في خلقه ، وخلقها بقضاءٍ سبق به علمُه وجرى به قلمُه بوقتها ومقدارها، وجميع ما اشتملت عليه من الأوصاف.
49. Bu buyruk, bütün mahlukatı, ulvi ve süfli âlemin hepsini kapsamına almaktadır. Bunları yaratan sadece Yüce Allah’tır. O’nun dışında hiçbir yaratıcı yoktur. Hiç kimse yaratmada O’nunla ortak değildir. O, bütün bunları önceden bildiği, Kalemi ile vakitlerini, miktarlarını ve bütün niteliklerini tespit etmiş olduğu bir takdir dahilinde yaratmıştır. Bu ise Yüce Allah’a göre çok kolaydır. Bundan dolayı şöyle buyurmaktadır:
#
{50} وذلك على الله يسيرٌ؛ فلهذا قال: {وما أمرُنا إلاَّ واحدةٌ كلمحٍ بالبصرِ}: فإذا أراد شيئاً؛ قال له: كن فيكونُ؛ كما أراد؛ كلمح البصر؛ من غير ممانعةٍ ولا صعوبةٍ.
50. O, bir şeyi diledi mi ona “Ol” der. O da hemen O’nun dilediği gibi oluverir. Bu, tıpkı bir göz kırpması gibi hızlıdır. Herhangi bir karşı koyma veya zorluk söz konusu olmaz.
#
{51} {ولقد أهْلَكْنا أشياعَكم}: من الأمم السابقين، الذين عملوا كما عملتُم وكذَّبوا كما كذَّبتم، {فهل من مُدَّكِرٍ}؛ أي: متذكِّر يعلم أن سنَّة الله في الأولين والآخرين واحدةٌ، وأن حكمتَه كما اقتضت إهلاك أولئك الأشرار فإنَّ هؤلاء مثلهم، ولا فرق بين الفريقين.
51. “Andolsun Biz” sizin yaptığınız amellerin benzerini işleyen, yalanladığınız gibi yalanlayan önceki ümmetlerden “benzerlerinizi helâk ettik. Yok mu düşünüp öğüt alan?” Ki bu sayede şu gerçeği anlasın: Yüce Allah’ın öncekilerle sonrakiler hakkındaki sünnetinin/kanunun birdir. O’nun hikmeti, kötüleri helâk etmeyi gerektirir ki bunlar da onlar gibidir. Her iki kesim arasında hiçbir fark yoktur.
#
{52} {وكلُّ شيءٍ فعلوه في الزُّبر}؛ أي: كل ما فعلوه من خيرٍ وشرٍّ مكتوبٌ عليهم في الكتب القدريَّة.
52. “Yaptıkları her şey defterlerdedir.” Hayır olsun, şer olsun ne yaparlarsa ilahî takdirin kayıtlı olduğu kitaplarda onlar hakkında yazılmış bulunmaktadır.
#
{53} {وكلُّ صغيرٍ وكبيرٍ مُسْتَطَرٌ}؛ أي: مسطَّرٌ مكتوبٌ، وهذه حقيقة القضاء والقدر، وأنَّ جميع الأشياء كلها قد علمها الله تعالى وسطرها عنده في اللوح المحفوظ؛ فما شاء الله كان، وما لم يشأ لم يكنْ؛ فما أصاب الإنسان لم يكن ليخطِئَه، وما أخطأه لم يكن ليصيبَه.
53. “Küçük büyük her şey satır satır yazılıdır.” İşte kaza ve kaderin hakikati budur. Her şeyi Yüce Allah bilir ve nezdindeki Levh-i Mahfuz’da bunları satır satır kaydetmiştir. Allah’ın dilediği olur, dilemediği olmaz. İnsanın başına gelmiş olan bir şeyin herhangi bir şekilde ona gelmemesi söz konusu değildir. Onun başına gelmeyen herhangi bir şeyin de herhangi bir surette onun başına gelecek olması düşünülemez.
#
{54 ـ 55} {إنَّ المتَّقين}: لله بفعل أوامره وترك نواهيه، الذين اتَّقوا الشرك والكبائر والصغائر {في جناتٍ ونَهَرٍ}؛ أي: في جنات النعيم، التي فيها ما لا عين رأت ولا أذن سمعت ولا خطر على قلب بشر؛ من الأشجار اليانعة، والأنهار الجارية، والقصور الرفيعة، والمنازل الأنيقة، والمآكل والمشارب اللذيذة، والحور الحسان، والروضات البهية في الجنان، ورضا الملك الدَّيَّان والفوز بقربه، ولهذا قال: {في مقعدِ صدقٍ عند مليكٍ مقتدرٍ}؛ فلا تسأل بعد هذا عما يعطيهم ربُّهم من كرامته وجوده ويمدُّهم به من إحسانه ومنَّته! جعلنا الله منهم، ولا حرمنا خير ما عنده بشرِّ ما عندنا.
54. “Şüphesiz takvâ sahipleri” şirkten sakınan büyük ve küçük günahlardan korunan, Allah’ın emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınanlar “cennetlerde ve ırmak kenarlarındadırlar.” Hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği, hiçbir kimsenin hatırından geçirmediği pek güzel ağaçlar, akan ırmaklar, yüksek köşkler, çok güzel konaklar, lezzetli yiyecek ve içecekler, pek güzel huriler, oldukça güzel bağlar, bahçeler bulunan nimet cennetlerindedirler. Mutlak egemen ve her şeyin gerçek malikinin rızasını ve O’na yakın olma başarısına nail olacaklardır. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: 55. “Kudret sahibi Melîk’in katında, hak meclisindedirler.” Artık bundan sonra Rablerinin lütuf ve ihsanından onlara neler vereceğini, onlara neleri bağışlayacağını sorma gitsin! Allah bizleri bu mükâfatlara nail olacaklardan kılsın. Bizim kötülüklerimiz sebebi ile O’nun nezdindeki iyiliklerden bizi mahrum kılmasın.
Kamer Sûresi’nin tefsiri burada sona ermektedir. Yüce Allah’a hamd-u senâlar olsun.
***