Ayet:
53- NECM SÛRESİ
53- NECM SÛRESİ
(Mekke’de inmiştir. 62 âyettir)
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adı ile.
Ayet: 1 - 18 #
{وَالنَّجْمِ إِذَا هَوَى (1) مَا ضَلَّ صَاحِبُكُمْ وَمَا غَوَى (2) وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوَى (3) إِنْ هُوَ إِلَّا وَحْيٌ يُوحَى (4) عَلَّمَهُ شَدِيدُ الْقُوَى (5) ذُو مِرَّةٍ فَاسْتَوَى (6) وَهُوَ بِالْأُفُقِ الْأَعْلَى (7) ثُمَّ دَنَا فَتَدَلَّى (8) فَكَانَ قَابَ قَوْسَيْنِ أَوْ أَدْنَى (9) فَأَوْحَى إِلَى عَبْدِهِ مَا أَوْحَى (10) مَا كَذَبَ الْفُؤَادُ مَا رَأَى (11) أَفَتُمَارُونَهُ عَلَى مَا يَرَى (12) وَلَقَدْ رَآهُ نَزْلَةً أُخْرَى (13) عِنْدَ سِدْرَةِ الْمُنْتَهَى (14) عِنْدَهَا جَنَّةُ الْمَأْوَى (15) إِذْ يَغْشَى السِّدْرَةَ مَا يَغْشَى (16) مَا زَاغَ الْبَصَرُ وَمَا طَغَى (17) لَقَدْ رَأَى مِنْ آيَاتِ رَبِّهِ الْكُبْرَى (18)}.
1- Battığı zaman yıldıza andolsun ki; 2- Arkadaşınız (Muhammed) haktan sapmadı, bâtıla da yönelmedi. 3- O, kendi hevâsından konuşmaz. 4- O, bildirilen bir vahiyden başkası değildir. 5- Ona çok güçlü olan (Cebrail) öğretti. 6,7- O, üstün bir yaratılışa sahiptir. O, en yüksek ufukta iken (asli suretinde) doğruldu. 8- Sonra yaklaşıp (ona doğru) sarktı. 9- Öyle ki (aralarındaki mesafe) iki yay kadar hatta daha da yakın idi. 10- Böylece Allah, kuluna vahyedeceğini vahyetti. 11- Gözü ile gördüğünü kalbi yalanlamadı. 12- Şimdi siz gördükleri hakkında onunla tartışıyor musunuz? 13- Andolsun ki onu diğer bir inişinde de görmüştü. 14- Sidretü’l-Müntehâ yanında. 15- Cennetü’l-Me’vâ da onun yanındadır. 16- O vakit Sidre’yi bürüyen bürüyordu. 17- (Muhammed’in) gözü başka yöne kaymadı ve sınırı da aşmadı. 18- Andolsun ki o, Rabbinin en büyük âyetlerini/delillerini görmüştür.
#
{1} يقسم تعالى بالنجم عند هُوِيِّه؛ أي: سقوطه في الأفق في آخر الليل عند إدبار الليل وإقبال النهار؛ لأنَّ في ذلك من الآيات العظيمة ما أوجب أنْ أقسم به، والصحيحُ أنَّ النجم اسم جنسٍ شامل للنُّجوم كلِّها. وأقسم بالنجوم على صحَّة ما جاء به الرسول - صلى الله عليه وسلم - من الوحي الإلهيِّ؛ لأنَّ في ذلك مناسبةً عجيبةً؛ فإنَّ الله تعالى جعل النجوم زينةً للسماء؛ فكذلك الوحي وآثاره زينةٌ للأرض؛ فلولا العلم الموروث عن الأنبياء؛ لكان الناس في ظلمة أشدَّ من ظلمة الليل البهيم.
1. Yüce Allah batan yıldıza, yani gecenin bitişi ve gündüzün gelişi sırasında ufukta kaybolan yıldıza yemin etmektedir. Çünkü bunda Yüce Allah’ın yemin etmesini gerektirecek pek büyük âyetler/deliller vardır. Doğru olan buradaki yıldızın, bütün yıldızları kapsayan bir cins/tür ismi olduğudur. Yüce Allah, Rasûlü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'in getirmiş olduğu ilâhî vahyin doğruluğuna dair yıldızlarla yemin etmektedir. Çünkü bunda hayret uyandıran bir münasebet vardır. Şöyle ki Yüce Allah yıldızları semânın süsü kıldığı gibi, vahiy ve onun etkileri de yeryüzünün süsüdür. Şâyet peygamberlerden miras olarak alınan ilim olmasa idi, insanlar zifiri gecenin karanlığından daha karanlıkta olurlardı.
#
{2} والمقسم عليه تنزيه الرسول [- صلى الله عليه وسلم -] عن الضَّلال في علمه والغيِّ في قصده، ويلزم من ذلك أن يكون مهتدياً في علمه هادياً حسنَ القصدِ ناصحاً للخلق ، بعكس ما عليه أهل الضَّلال من فساد العلم وسوء القصد، وقال: {صاحبُكم}؛ لينبههم على ما يعرفونه منه من الصِّدق والهداية، وأنَّه لا يخفى عليهم أمره.
2. Hakkında yemin olunan husus ise Allah Rasûlü’nün hem bilgi hususunda sapmaktan münezzeh olduğunu hem de maksadında sapmaktan uzak olduğunu anlatmaktır. Buna bağlı olarak o, sahip olduğu bilgi sayesinde hidâyet üzeredir, güzel maksat sahibi biridir ve insanların iyiliğini isteyen, hidâyete ileten bir kişidir. Aynı zamanda onun, sapık kimselerin üzerinde bulunduğu tutarsız bilgi ve kötü maksadın tam aksi bir kişiliği vardır. Yüce Allah’ın: “Arkadaşınız” diye buyurması, onların da bildikleri üzere onun doğruluğuna, hidâyet üzere olduğuna ve onu çok iyi tanıdıklarına dikkatlerini çekmek içindir.
#
{3 ـ 4} {وما ينطِقُ عن الهوى}؛ أي: ليس نطقُه صادراً عن هوى نفسه. {إن هو إلاَّ وحيٌ يُوحى}؛ أي: لا يتَّبع إلاَّ ما أوحي إليه من الهدى والتقوى في نفسه وفي غيره. ودلَّ هذا على أنَّ السنَّة وحيٌ من الله لرسوله - صلى الله عليه وسلم -؛ كما قال تعالى: {وأنزل الله عليك الكتابَ والحكمةَ}. وأنَّه معصومٌ فيما يخبر به عن الله تعالى وعن شرعه؛ لأنَّ كلامه لا يصدُرُ عن هوى، وإنَّما يصدر عن وحي يوحى.
3. “O, kendi hevâsından konuşmaz.” Onun söyledikleri, nefsinin arzusundan kaynaklanıyor değildir. 4. “O, bildirilen bir vahiyden başkası değildir.” Yani o, gerek kendisi hakkında, gerek başkası hakkında olsun kendisine vahyedilen hidâyet ve takvâdan başkasına tâbi olmamaktadır. Bu buyruk, sünnetin de Allah tarafından Rasûlü’ne bildirilen bir vahiy olduğunu göstermektedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Allah sana Kitabı ve hikmeti indirmiştir.” (en-Nisâ, 4/113) Yine bu buyruk, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in Yüce Allah ve O’nun şeriati hakkında verdiği haberlerde masum olduğuna da delildir. Çünkü onun söylediği sözler, hevâsından değildir; ona bildirilen bir vahiydir.
#
{5} ثم ذكر المعلِّم للرسول [- صلى الله عليه وسلم -]، وهو جبريل عليه السلام، أفضل الملائكة الكرام وأقواهم وأكملهم، فقال: {علَّمه شديدُ القُوى}؛ أي: نزل بالوحي على الرسول - صلى الله عليه وسلم - جبريلُ عليه السلام، شديدُ القُوى؛ أي: شديد القوَّة الظاهرة والباطنة، قويٌّ على تنفيذ ما أمره الله بتنفيذه، قويٌّ على إيصال الوحي إلى الرسول - صلى الله عليه وسلم - ومنعه من اختلاس الشياطين له أو إدخالهم فيه ما ليس منه، وهذا من حفظ الله لوحيه؛ أنْ أرسلَه مع هذا الرسول القويِّ الأمين.
5. Daha sonra Yüce Allah, Rasûle vahyi öğreteni söz konusu etmekte ve bunun melâike-i kirâmın en faziletlisi, en güçlüsü ve en mükemmeli olan Cibrîl aleyhisselam olduğunu zikrederek şöyle buyurmaktadır: “Ona çetin güçler sahibi öğretti.” Rasûle vahyi indiren, gizli ve açık üstün güç sahibi Cibrîl aleyhisselam'dır. O, Allah’ın yerine getirilmesini emrettiklerini yerine getirmek hususunda güçlüdür. Vahyi Rasûle ulaştırmak gücüne sahip olduğu gibi şeytanların gizlice ondan bir şeyler aşırmasını yahut da ondan olmayan bir şeyleri ona sokuşturmasını önleyecek güce de sahiptir. Yüce Allah’ın böyle güçlü ve güvenilir bir elçi ile vahyini göndermiş olması, Allah’ın bu vahyi korumasının bir parçasıdır.
#
{6} {ذو مِرَّةٍ}؛ أي: قوَّةٍ وخلقٍ حسنٍ وجمال ظاهرٍ وباطنٍ، {فاستوى}: جبريلُ عليه السلام.
6-7. “O, üstün bir yaratılışa sahiptir.” Güç, güzel bir yaratılış, gizli ve açık güzellik sahibidir. “O” Cibrîl aleyhisselam “en yüksek ufukta” semânın yerden en yüksekte olan ufkunda “iken (asli suretinde) doğruldu.” Çünkü o, şeytanların kendisine asla ulaşamayacağı, ulaşma imkânı bulamayacağı, ulvî (pek yüce) ruhlardandır.
#
{8} {ثم دنا}: جبريلُ من النبيِّ - صلى الله عليه وسلم - لإيصال الوحي إليه، {فتدلَّى}: عليه من الأفق الأعلى.
8. “Sonra” Cebrail, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e vahyi ulaştırmak maksadı ile “yaklaşıp” en yüksek ufuktan onun üzerine doğru “sarktı.”
#
{9} {فكان}: في قربه منه {قابَ قوسينِ}؛ أي: قدر قوسين، والقوس معروفٌ، {أو أدنى}؛ أي: أقرب من القوسين. وهذا يدلُّ على كمال مباشرته للرسول - صلى الله عليه وسلم - بالرسالة، وأنَّه لا واسطة بينه وبين جبريل عليه السلام.
9. Ona yakınlığı “iki yay kadar” yayın ne olduğu malumdur (ok atılan yay) “hatta” iki yaydan “daha da yakın idi.” Bu, onun Allah Rasûlü’ne risaleti getirme noktasında ne kadar mükemmel derecede yakın olduğunu ve Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile Cibrîl aleyhisselam arasında başka herhangi bir vasıta bulunmadığını göstermektedir.
#
{10} {فأوحى} اللهُ بواسطةِ جبريل عليه السلام {إلى عبدِهِ} [محمد - صلى الله عليه وسلم -] {ما أوحى}؛ أي: الذي أوحاه إليه من الشرع العظيم والنبأ المستقيم.
10. “Böylece” Allah, Cibrîl aleyhisselam vasıtası ile “kuluna” Muhammed’e sallallahu aleyhi ve sellem “vahyedeceğini vahyetti.” Yani ona vahyettiği pek büyük şeriati ve dosdoğru haberleri bildirdi.
#
{11 ـ 12} {ما كَذَبَ الفؤادُ ما رأى}؛ أي: اتَّفق فؤادُ الرسول - صلى الله عليه وسلم - ورؤيته على الوحي الذي أوحاه الله إليه، وتواطأ عليه سمعُه وبصرُه وقلبُه ، وهذا دليلٌ على كمال الوحي الذي أوحاه الله إليه، وأنَّه تلقَّاه منه تلقِّياً لا شكَّ فيه ولا شبهة ولا ريبَ، فلم يكذِبْ فؤادُه ما رأى بَصَرُه، ولم يشكَّ في ذلك. ويُحتمل أنَّ المراد بذلك ما رأى - صلى الله عليه وسلم - ليلة أسْرِيَ به من آيات الله العظيمة، وأنَّه تيقَّنه حقًّا بقلبه ورؤيته، هذا هو الصحيحُ في تأويل الآية الكريمة. وقيل: إنَّ المرادَ بذلك رؤيةُ الرسول - صلى الله عليه وسلم - لربِّه ليلة الإسراء وتكليمه إيَّاه. وهذا اختيار كثيرٍ من العلماء رحمهم الله، فأثبتوا بهذا رؤية الرسول - صلى الله عليه وسلم - لربِّه في الدنيا. ولكنَّ الصحيح القول الأول، وأنَّ المراد به جبريل عليه السلام؛ كما يدلُّ عليه السياق، وأنَّ محمداً - صلى الله عليه وسلم - رأى جبريل في صورته الأصليَّة التي هو عليها مرتين : مرةً في الأفق الأعلى تحت السماء الدُّنيا كما تقدَّم، والمرة الثانية فوق السماء السابعة ليلة أسْرِيَ برسول الله - صلى الله عليه وسلم -.
11. “Gözü ile gördüğünü kalbi yalanlamadı.” Yani Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in kalbi ile gözü Allah’ın kendisine vahyettileri noktasında ittifak etmiş; gözü, kulağı ve kalbi bu konuda birbirini desteklemiştir. Bu da Yüce Allah’ın ona bildirdiği vahyin kemâlini ve onun, bu vahyi en ufak bir şüphe ve tereddüt taşımayacak şekilde aldığını göstermektedir. Onun kalbi, gözünün gördüğünü yalanlamadığı gibi, kendisine vahyedilen hakkında hiçbir şüphesi de olmamıştır. Bu buyrukla Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in İsrâ gecesinde gördüğü, Allah’ın pek büyük âyetlerinin/mucizelerinin kastedilmiş olması ihtimal dahilindedir. Buna göre o, hem kalbi hem gözü ile görmek suretiyle buna kesin bir gerçek olarak inanmıştır. Âyet-i kerimenin tevilinde doğru olan görüş budur. Bununla Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in İsrâ gecesinde Rabbini görmesinin ve O’nunla konuşmasının kastedildiği de söylenmiştir. Birçok ilim adamının -Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun- tercih ettiği görüş de budur. Onlar, buna dayanarak Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in dünyada Rabbini gördüğünü kabul ederler. Ancak doğru olan, birinci görüştür. Zira ifadelerin akışının da delil olduğu üzere kasıt, Cibrîl aleyhisselam’dır. [12. Yani Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i yalanlıyor ve kendi gözleriyle gördüğü Rabbinin ayetleri/mucizeleri hususunda onunla tartışıyor musunuz?!]
#
{13 ـ 14} ولهذا قال: {ولقد رآه نزلةً أخرى}؛ أي: رأى محمدٌ جبريل مرةً أخرى نازلاً إليه، {عند سِدْرَةِ المُنتَهى}: وهي شجرةٌ عظيمةٌ جدًّا فوق السماء السابعة، سميت سدرةَ المنتهى؛ لأنَّه ينتهي إليها ما يعرج من الأرض، وينزل إليها ما ينزل من الله من الوحي وغيره، أو لانتهاء علم المخلوقات إليها؛ أي: لكونها فوق السماواتِ والأرض؛ فهي المنتهى في علومها، أو لغير ذلك. والله أعلم. فرأى محمد - صلى الله عليه وسلم - جبريلَ في ذلك المكان الذي هو محلُّ الأرواح العلويَّة الزاكية الجميلة التي لا يقربها شيطانٌ ولا غيره من الأرواح الخبيثة.
13. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem, Cibrîl aleyhisselam'ı aslî/gerçek suretinde iki defa görmüştür. Birincisi az önce de geçtiği gibi dünya semâsının altında en yüksek ufukta, ikincisi ise İsrâ gecesinde yedinci semânın üzerinde olmuştur. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Andolsun ki onu diğer bir inişinde de görmüştür.” Yani Muhammed, Cibrîl aleyhisselam’ı bir başka defa daha kendisine doğru iniş halinde iken görmüştür. 14. “Sidretu’l-Muntehâ yanında.” Bu, yedinci semânın üzerinde oldukça büyük bir ağaçtır. Ona Sidretü’l-Müntehâ adının veriliş sebebi, yerden yükselenlerin en son oraya varması, Allah’tan inen vahiy ve benzeri hususların da oraya inmesidir. Mahlukatın bilgisinin vardığı nihai nokta orasının olmasından dolayı bu ismi almış olması da muhtemeldir. Yani burası semâvâtın ve arzın üzerinde olduğundan dolayı, yüksekliği itibari ile en nihâi noktayı teşkil eder. Bundan başka sebepler dolayısı ile bu ismi almış olabilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır. İşte Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem, şeytanın da başka diğer kötü ruhların da kendisine asla yaklaşmadığı, pek güzel, temiz ve ulvi ruhların yeri olan o mekânda Cibrîl aleyhisselam’ı görmüştür.
#
{15} عند تلك الشجرة، {جنَّة المأوى}؛ أي: الجنة الجامعة لكلِّ نعيم؛ بحيث كانت محلًّا تنتهي إليه الأماني، وترغب فيها الإرادات، وتأوي إليها الرغبات. وهذا دليلٌ على أنَّ الجنة في أعلى الأماكن وفوق السماء السابعة.
15. “Cennetü’l-Me’vâ” yani bütün nimetleri barındıran cennet de “onun” o ağacın “yanındadır.” Öyle ki bu Me’vâ cenneti, içindeki nimetler dolayısı ile bütün temennilerin ulaşabileceği son noktadır. İstekler onu arzu eder, dilekler ona yönelir. Bu da cennetin bütün mekânların üzerinde ve yedinci kat semânın üstünde olduğuna delildir.
#
{16} {إذْ يغشى السِّدْرة ما يَغْشى}؛ أي: يغشاها من أمر الله شيءٌ عظيم لا يَعْلَمُ وصفَه إلاَّ الله عز وجل.
16. “O vakit Sidre’yi bürüyen bürüyordu.” Orayı Allah’ın emrinden olup vasfını Yüce Allah’tan başka hiç kimsenin bilmediği pek büyük bir şey bürüyordu.
#
{17} {ما زاغ البصرُ }؛ أي: ما زاغ يمنةً ولا يسرةً عن مقصوده {وما طغى}؛ أي: وما تجاوز البصر. وهذا كمال الأدب منه صلوات الله وسلامه عليه؛ أنْ قام مقاماً أقامه الله فيه، ولم يقصِّرْ عنه ولا تجاوزه ولا حاد عنه، وهذا أكمل ما يكون من الأدب العظيم، الذي فاق فيه الأوَّلين والآخرين؛ فإنَّ الإخلال يكون بأحد هذه الأمور: إمَّا أن لا يقوم العبدُ بما أُمِر به، أو يقومَ به على وجه التفريط، أو على وجه الإفراط، أو على وجه الحيدةِ يميناً وشمالاً. وهذه الأمور كلُّها منتفيةٌ عنه - صلى الله عليه وسلم -.
17. (Muhammed’in) gözü başka yöne” ne sağa, ne sola, asıl maksadından başka bir yere “kaymadı ve” yine gözü “sınırı da aşmadı.” Bu, o yüce peygamberin edebinin kemâlini göstermektedir. -Allah’ın salât ve selâmı üzerine olsun.- Allah’ın kendisini ulaştırdığı konumda durdu. Ondan geri kalmadığı gibi ileri de gitmedi, başka bir yere de sapmadı. Bu, öncekileri de sonrakileri de geride bıraktığı pek büyük edebin en mükemmel derecesidir. Çünkü verilen emri ihlal etmek, şu hususlardan birisi ile olur: Ya kul, emrolunduğunun gereğini yerine getirmez veya kusurlu olarak yerine getirir yahut aşırıya kaçarak yerine getirir ya da sağa ve sola kayarak yerine getirir. Bütün bu hususlar ise Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hakkında söz konusu değildir.
#
{18} {لقد رأى من آياتِ ربِّه الكُبرى}: من الجنَّة والنار وغير ذلك من الأمور التي رآها - صلى الله عليه وسلم - ليلة أُسْرِي به.
18. “Andolsun ki o,” cennet, cehennem vb. gibi Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e İsrâ gecesinde gösterilen “Rabbinin en büyük âyetlerinden görmüştür.”
Ayet: 19 - 25 #
{أَفَرَأَيْتُمُ اللَّاتَ وَالْعُزَّى (19) وَمَنَاةَ الثَّالِثَةَ الْأُخْرَى (20) أَلَكُمُ الذَّكَرُ وَلَهُ الْأُنْثَى (21) تِلْكَ إِذًا قِسْمَةٌ ضِيزَى (22) إِنْ هِيَ إِلَّا أَسْمَاءٌ سَمَّيْتُمُوهَا أَنْتُمْ وَآبَاؤُكُمْ مَا أَنْزَلَ اللَّهُ بِهَا مِنْ سُلْطَانٍ إِنْ يَتَّبِعُونَ إِلَّا الظَّنَّ وَمَا تَهْوَى الْأَنْفُسُ وَلَقَدْ جَاءَهُمْ مِنْ رَبِّهِمُ الْهُدَى (23) أَمْ لِلْإِنْسَانِ مَا تَمَنَّى (24) فَلِلَّهِ الْآخِرَةُ وَالْأُولَى (25)}.
19- Şimdi baksanıza Lât’a ve Uzzâ’ya! 20- Ve şu üçüncüleri olan Menat’a (ilah olacak neleri var)! 21- Erkekler sizin de kızlar O’nun, öyle mi? 22- O takdirde bu, insafsızca bir taksimdir. 23- Onlar ancak sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlerden ibarettir ki Allah, onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Onlar ancak zanna ve nefislerin hevâsına uyuyorlar. Halbuki Rablerinden onlara hidâyet de gelmiştir. 24- Yoksa insan her umduğuna kavuşacak mı (sanıyorlar)? 25- Halbuki dünya da âhiret de Allah’ındır.
#
{19 ـ 20} لما ذَكَرَ تعالى ما جاء به محمدٌ - صلى الله عليه وسلم - من الهدى ودين الحقِّ والأمر بعبادة الله وتوحيده؛ ذَكَرَ بطلان ما عليه المشركون من عبادة مَنْ ليس له من أوصاف الكمال شيءٌ ولا تنفع ولا تضرُّ، وإنَّما هي أسماءٌ فارغة من المعنى سمَّاها المشركون هم وآباؤهم الجهَّال الضلاَّل، ابتدعوا لها من الأسماء الباطلة التي لا تستحقُّها، فخدعوا بها أنفسهم وغيرهم من الضُّلاَّل؛ فالآلهةُ التي بهذه الحال لا تستحقُّ مثقال ذرَّة من العبادة، وهذه الأنداد التي سمَّوها بهذه الأسماء زعموا أنها مشتقَّة من أوصاف هي متَّصفة بها، فسمَّوا اللات من الإله المستحقِّ للعبادة، والعُزَّى من العزيز، ومناة من المنَّان؛ إلحاداً في أسماء الله، وتجرِّياً على الشرك به! وهذه أسماءٌ متجرِّدة من المعاني؛ فكلُّ من له أدنى مُسكةٍ من عقل يعلم بطلان هذه الأوصاف فيها.
19-20. Yüce Allah, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in getirmiş olduğu hidâyeti, hak dini, Allah’a ibadet ve O’nu tevhid etme emrini söz konusu ettikten sonra müşriklerin üzerinde bulunduğu, kemâl sıfatları namına hiçbir şeye sahip bulunmayan, fayda veremeyen, zararı önleyemeyen, sadece müşriklerin taktığı anlamsız ve boş birtakım isimlerden ibaret olan varlıklara ibadetin bâtıl olduğunu söz konusu etmektedir. Bu boş isimleri ise onlar ve onların cahil ve sapık ataları takmıştır. Bu varlıklara hak etmedikleri bu batıl isimleri onlar kendiliklerinden uydurmuşlardır. Böylelikle hem kendilerini hem de başkalarını kandırarak saptırmışlardır. Bu durumdaki putlar, zerre ağırlığı kadar ibadete layık değildirler. Kendilerine bu isimleri taktıkları ve Allah’a ortak koştukları bu varlıkların isimlerinin, onların sahip oldukları bazı sıfatlardan türetilmiş olduklarını ileri sürmüşlerdir. Şöyle ki onlar “Lât” adını ibadete layık demek olan “ilâh” adından, “Uzzâ” adını “Azîz”den, “Menât” adını da “Mennân”dan türetmişlerdir. Böylelikle onlar, Allah’ın isimlerinde haktan sapmış ve O’na ortak koşma yolunu izlemişlerdir. Ne var ki bu gibi isimler anlamsız isimlerdir. Çünkü asgari seviyede aklı bulunan herkes, bu vasıfların bu varlıklar hakkında söz konusu olmadığını çok iyi bilir.
#
{21} {ألكم الذَّكَرُ وله الأنثى}؛ أي: أتجعلون لله البنات بزعمكم ولكم البنون.
21. “Erkekler sizin de kızlar O’nun, öyle mi?” Kendi iddianıza göre siz, kız çocuklarını Allah’a, erkek çocuklarını da kendinize mi nispet ediyorsunuz?
#
{22} {تلك إذاً قسمةٌ ضيزى}؛ أي: ظالمة جائرة. وأيُّ ظلم أعظم من قسمة تقتضي تفضيل العبد المخلوق على الخالق؟! تعالى عن قولهم علوًّا كبيراً.
22. “O takdirde bu, insafsızca bir taksimdir.” Zalimce ve haksızcadır. Yaratılmış olan kulun, Yaratıcıdan üstün olmasını gerektiren bir paylaştırmadan daha büyük çapta zalimce bir taksim olabilir mi? Allah, onların bu söylediklerinden çok yüce, pek büyüktür.
#
{23} وقوله: {إنْ هي إلاَّ أسماءٌ سمَّيْتموها أنتم وآباؤكم ما أنزل الله بها من سلطانٍ}؛ أي: من حجَّة وبرهان على صحَّة مذهبكم، وكلُّ أمرٍ ما أنزل الله فيه من سلطانٍ؛ فهو باطلٌ فاسدٌ لا يُتَّخذ ديناً، وهم في أنفسهم ليسوا بمتَّبعين لبرهان يتيقَّنون به ما ذهبوا إليه، وإنَّما دلَّهم على قولهم الظنُّ الفاسد والجهل الكاسد، وما تهواه أنفسُهم من الشرك والبدع الموافقة لأهويتهم، والحالُ أنَّه لا موجب لهم يقتضي اتِّباعهم الظنَّ من فقدِ العلم والهدى، ولهذا قال تعالى: {ولقد جاءهم من ربِّهم الهدى}؛ أي: الذي يرشدهم في باب التوحيد والنبوَّة وجميع المطالب التي يحتاج إليها العباد؛ فكلُّها قد بيَّنها الله أكمل بيان وأوضحه وأدلَّه على المقصود، وأقام عليه من الأدلَّة والبراهين ما يوجب لهم ولغيرهم اتِّباعه، فلم يبق لأحدٍ حجَّة ولا عذر من بعد البيان والبرهان، وإذا كان ما هم عليه غايته اتِّباع الظنِّ ونهايته الشقاءُ الأبديُّ والعذاب السرمديُّ؛ فالبقاء على هذه الحال من أسفه السَّفه وأظلم الظلم.
23. “Onlar ancak sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlerden ibarettir ki Allah, onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir.” İzlediğiniz yolun doğruluğuna dair herhangi bir delil ve belge indirmiş değildir. Hakkında Allah’ın herhangi bir delil indirmediği her bir husus da bâtıldır, tutarsızdır, din olarak kabul edilemez. Bizzat kendileri de kabul ettikleri o yolun doğruluğuna dair herhangi bir delile tabi olmamaktadırlar. Bu sözleri söylemeye onları itense, bozuk zanları, derin cehaletleri, nefislerinin arzuladığı şirk ve hevâlarına uygun olan bid’atlerdir. Esasen onlar, zanna tabi olmalarını gerektirecek bir halde ilim ve hidâyetten yoksun da değildirler. (Zira onlara hidayet gelmiştir.) Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Halbuki Rablerinden onlara hidâyet de gelmiştir.” Yani tevhid, nübüvvet ve kulların muhtaç oldukları bütün hususlarda kendilerine doğru yolu gösterecek şeyler, Rablerinden gelmiş bulunmaktadır. Bunların hepsini Yüce Allah, en mükemmel, en açık ve maksada götüren yolu en belirgin şekliyle gösteren bir şekilde beyan etmiş, gerek kendilerinin, gerekse de başkalarının uymalarını gerektirecek şekilde ona dair delil ve belgeleri ortaya koymuştur. Bu açıklama ve delillendirmeden sonra artık kimsenin ileri sürecek herhangi bir delili ve mazereti kalmamıştır. Onların izledikleri yol, en fazla zanna uymaktan ibaret olduğuna ve sonunda da ebedi bedbahtlık ve sonsuz azaba götürdüğüne göre böyle bir hali sürdürmek, akılsızlığın en ileri derecesi ve zulmün son noktasıdır. Bununla birlikte onlar, birtakım temennilerde bulunmakta ve kendilerini aldanışa sürüklemektedirler. Bundan dolayı Yüce Allah, temenni ettiklerini elde edeceğini iddia eden ve bu hususta yalan söyleyen kimselerin bu halini reddederek şöyle buyurmaktadır:
#
{24 ـ 25} ومع ذلك يتمنَّون الأماني ويغترُّون بأنفسهم! ولهذا أنكر تعالى على من زعم أنه يحصلُ له ما تمنَّى وهو كاذبٌ في ذلك، فقال: {أم للإنسان ما تمنَّى. فللهِ الآخرةُ والأولى}: فيعطي منهما مَن يشاء ويمنع مَن يشاء؛ فليس الأمر تابعاً لأمانيِّهم ولا موافقاً لأهوائهم.
24-25. O, onlardan dilediğini dilediğine verir, dilediğini dilediği kimseden alıkoyar. Durum onların dilek ve temennilerine bağlı olmadığı gibi, onların hevâ ve isteklerine de bağlı değildir.
Ayet: 26 #
{وَكَمْ مِنْ مَلَكٍ فِي السَّمَاوَاتِ لَا تُغْنِي شَفَاعَتُهُمْ شَيْئًا إِلَّا مِنْ بَعْدِ أَنْ يَأْذَنَ اللَّهُ لِمَنْ يَشَاءُ وَيَرْضَى (26)}.
26- Göklerde nice melek var ki Allah, dilediği ve razı olduğu kimse hakkında izin vermedikçe şefaatleri hiçbir fayda sağlamaz.
#
{26} يقول تعالى منكراً على مَن عَبَدَ غيره من الملائكة وغيرهم، وزعم أنَّها تنفعه وتشفع له عند الله يوم القيامةِ: {وكم من مَلَكٍ في السمواتِ}: من الملائكة المقرَّبين وكرام الملائكة، {لا تُغْني شفاعتُهم شيئاً}؛ أي: لا تفيد من دعاها وتعلَّق بها ورجاها، {إلاَّ من بعدِ أن يأذنَ الله لمن يشاءُ ويرضى}؛ أي: لا بدَّ من اجتماع الشرطين: إذنه تعالى في الشفاعة، ورضاه عن المشفوع له. ومن المعلوم المتقرِّر أنَّه لا يقبل من العمل إلاَّ ما كان خالصاً لوجه الله، موافقاً فيه صاحبُه الشريعةَ؛ فالمشركون إذاً لا نصيبَ لهم من شفاعة الشافعين؛ [وقد] سدُّوا على أنفسهم رحمة أرحم الراحمين.
26. Yüce Allah, kendisi dışında meleklere ve diğer varlıklara ibadet ederek onların Kıyamet gününde Allah’ın nezdinde kendilerine fayda sağlayıp şefaatte bulunacağını iddia edenlerin kanaatlerini reddederek şöyle buyurmaktadır: “Göklerde” mukarreb ve üstün meleklerden “nice melek var ki Allah, dilediği ve razı olduğu kimse hakkında izin vermedikçe şefaatleri hiçbir fayda sağlamaz.” Yani onların şefaatleri, bu varlıklara ilâh diye dua eden ve onlara bağlanıp onlardan hayır uman kimselere fayda vermez. Şefaatin fayda vermesi ancak iki şartın bir arada bulunması halinde söz konusudur: Yüce Allah’ın şefaat için izin vermesi, bir de kendisine şefaat edilecek olandan razı olması. Bilinen ve kabul edilen husus şudur ki; sırf Allah için halis olmayan ve şeriate uygun olarak yapılmayan hiçbir ameli Allah, kabul etmeyecektir. O halde müşriklerin, şefaatçilerin şefaatinden bir pay sahibi olmaları söz konusu bile değildir. Çünkü onlar, Erhamurrahimîn’in (merhametliler merhametlisinin) rahmet kapılarını kendi yüzlerine kendileri kapatmışlardır.
Ayet: 27 - 30 #
{إِنَّ الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِالْآخِرَةِ لَيُسَمُّونَ الْمَلَائِكَةَ تَسْمِيَةَ الْأُنْثَى (27) وَمَا لَهُمْ بِهِ مِنْ عِلْمٍ إِنْ يَتَّبِعُونَ إِلَّا الظَّنَّ وَإِنَّ الظَّنَّ لَا يُغْنِي مِنَ الْحَقِّ شَيْئًا (28) فَأَعْرِضْ عَنْ مَنْ تَوَلَّى عَنْ ذِكْرِنَا وَلَمْ يُرِدْ إِلَّا الْحَيَاةَ الدُّنْيَا (29) ذَلِكَ مَبْلَغُهُمْ مِنَ الْعِلْمِ إِنَّ رَبَّكَ هُوَ أَعْلَمُ بِمَنْ ضَلَّ عَنْ سَبِيلِهِ وَهُوَ أَعْلَمُ بِمَنِ اهْتَدَى (30)}.
27- Ahirete iman etmeyenler, meleklere dişi adları takıyorlar. 28- Halbuki onların bu konuda hiçbir bilgileri yoktur. Onlar ancak zanna uyuyorlar. Zan ise haktan yana hiçbir şey ifade etmez. 29- O halde sen, Zikrimizden/Kur'ân’dan yüz çeviren ve dünya hayatından başkasını istemeyen kimselere aldırma. 30- İşte onların bilgileri ancak bu kadardır. Şüphesiz Rabbin, yolundan sapanı da pek iyi bilir, hidâyette olanı da pek iyi bilir.
#
{27} يعني: أنَّ المشركين بالله، المكذِّبين لرسله، الذين لا يؤمنون بالآخرة؛ [و] بسبب عدم إيمانهم بالآخرة؛ تجرَّؤوا على ما تجرؤوا عليه من الأقوال والأفعال المحادَّة لله ولرسوله؛ من قولهم: الملائكة بناتُ الله! فلم ينزِّهوا ربَّهم عن الولادة، ولم يكرِموا الملائكة ويُجِلُّوهم عن تسميتهم إيَّاهم إناثاً، والحال أنَّه ليس لهم بذلك علمٌ لا عن الله ولا عن رسوله ولا دلَّت على ذلك الفطر والعقول، بل العلمُ كلُّه دالٌّ على نقيض قولهم، وأنَّ الله منزَّهٌ عن الأولاد والصاحبة؛ لأنَّه الواحد الأحد، الفرد الصمد، الذي لم يلدْ ولم يولدْ، ولم يكن له كفواً أحدٌ، وأنَّ الملائكة كرامٌ مقرَّبون إلى الله قائمون بخدمته، {لا يعصون الله ما أمَرَهم ويفعلونَ ما يُؤمرون}.
27. Yani Allah’a ortak koşan ve peygamberlerini yalanlayan o âhirete iman etmeyenler, Allah’a iman etmediklerinden ötürü O’na karşı asılsız ve küstahça sözler söylediler. Allah’a ve Rasûlüne karşı gelmek demek olan işler yaptılar ki bunlardan biri de: “Melekler Allah’ın kızlarıdır”, demeleridir. Rablerini evlat sahibi olmaktan tenzih etmediler. Meleklere de dişiler adını vermekten kaçınmadılar ve bu suretle melekleri bu halden daha yüce ve şerefli kabul etmediler.
#
{28} والمشركون إنَّما يتَّبعون في ذلك القول القبيح، وهو الظنُّ الذي لا يُغني من الحقِّ شيئاً؛ فإنَّ الحقَّ لا بدَّ فيه من اليقين المستفاد من الأدلَّة [القاطعة] والبراهين الساطعة.
28. Üstelik onların bu hususta ne Allah’tan, ne de O’nun peygamberlerinden gelmiş bir ilmî dayanakları da yoktur. Fıtrat ve akıllar da böyle bir şeye delil değildir. Aksine ilim bütünü ile sözlerinin tam aksine delâlet etmekte, Allah’ın çocuk sahibi olmaktan, eşi bulunmaktan münezzeh olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü O, tek ve Sameddir. Doğmamıştır, çocuğu yoktur. Hiçbir kimse de O’na denk değildir. Melekler, üstün ve şerefli varlıklardır. Yüce Allah’a yakındırlar, O’nun emrini eksiksiz yerine getirirler. “Melekler kendilerine verdiği emirlerde Allah’a isyan etmezler. Ne emir olunurlarsa onu yaparlar.” (et-Tahrîm, 66/6) Müşrikler, bu çirkin sözleri söylerken hak namına hiçbir değer ifade etmeyen zanna uymaktadırlar. Hak ise mutlaka kat’i delil ve açık belgelerden çıkartılmış yakîn/kesin bilgi ifade eder.
#
{29} ولما كان هذا دأب هؤلاء المذكورين، أنَّهم لا غرض لهم في اتِّباع الحقِّ، وإنَّما غرضهم ومقصودهم ما تهواه نفوسُهم؛ أمر الله رسوله بالإعراض عن من تولَّى عن ذكرِهِ، الذي هو الذكرُ الحكيم والقرآنُ العظيم [والنبأ الكريم]، فأعرضَ عن العلوم النافعة، ولم يُرِدْ إلاَّ الحياة الدنيا؛ فهذا منتهى إرادتِه. ومن المعلوم أن العبد لا يعمل إلاَّ للشيء الذي يريدُه؛ فسعيُ هؤلاء مقصورٌ على الدُّنيا ولذَّاتها وشهواتها كيف حصلتْ حَصَّلوها، وبأيِّ طريق سنحت ابتدروها.
29. Sözü geçen kimselerin alışkanlıkları bu olduğundan onların hakka uymak gibi bir maksatları bulunmamaktadır. Asıl niyet ve maksatları, kendi nefislerinin arzuladığı şeyler olduğundan ötürü Yüce Allah, Rasûlü’ne Zikrinden yüz çevirenlerden yüz çevirmesini emretmektedir. Bu Zikir ise hikmeti sonsuz bir öğüt (Zikr-i Hakîm), pek yüce Kur’ân-ı Kerîm ve şerefli bir haberdir. Ondan yüz çeviren kimse faydalı ilimlerden yüz çevirmiş, dünya hayatının dışında bir şey istememiş olur. Yani onun arzusunun nihai noktası dünyadır. Bilindiği gibi kul, neyi istiyorsa ancak onun için amel eder. Böylelerinin bütün çalışıp çabalamaları da dünya hayatına, onun lezzet ve arzularına yöneliktir. Bunlar nasıl elde edilebilirse elde etmeye çalışırlar. Hangi yol karşılarına çıkarsa o yoldan hiç düşünmeden dünyalık elde etmeye gayret ederler.
#
{30} {ذلك مبلغُهم من العلم}؛ أي: هذا منتهى علمهم وغايته، وأمَّا المؤمنون بالآخرة المصدِّقون بها أولو الألباب والعقول؛ فهمتهم وإرادتهم للدار الآخرة، وعلومُهم أفضلُ العلوم وأجلُّها، وهو العلم المأخوذُ من كتاب الله وسنَّة رسوله - صلى الله عليه وسلم -، والله تعالى أعلمُ بمن يستحقُّ الهداية فيهديه ممَّن لا يستحقُّ ذلك فيكِلُه إلى نفسه ويخذُلُه فيضلُّ عن سبيل الله، ولهذا قال تعالى: {إنَّ ربَّك هو أعلمُ بمن ضلَّ عن سبيله وهو أعلم بمنِ اهتدى}: فيضع فضلَه حيث يعلم المحلَّ اللائقَ به.
30. “İşte onların bilgileri ancak bu kadardır.” Yani bilgilerinin varabildiği en son nokta, budur. Âhirete iman eden, onu tasdik eden, akıl ve fikir sahibi kimselere gelince onların hedefleri ve iradeleri âhiret yurduna yöneliktir. Onların ilimleri, ilimlerin en faziletlisi ve üstünüdür. O da Allah’ın Kitabından ve Rasûlünün sünnetinden alınmadır. Yüce Allah kimin hidâyete lâyık olduğunu bilir ve o kimselere hidâyet verir. Hidâyete layık olmayan kimseleri de bilir ve onları da kendi nefisleri ile baş başa bırakır, onlara yardım etmez ve onlar da Allah’ın yolundan saparlar. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Şüphesiz Rabbin, yolundan sapanı da pek iyi bilir, hidâyette olanı da pek iyi bilir.” Böylece O, lütfunu lâyık olan kimselere ihsan eder.
Ayet: 31 - 32 #
{وَلِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ لِيَجْزِيَ الَّذِينَ أَسَاءُوا بِمَا عَمِلُوا وَيَجْزِيَ الَّذِينَ أَحْسَنُوا بِالْحُسْنَى (31) الَّذِينَ يَجْتَنِبُونَ كَبَائِرَ الْإِثْمِ وَالْفَوَاحِشَ إِلَّا اللَّمَمَ إِنَّ رَبَّكَ وَاسِعُ الْمَغْفِرَةِ هُوَ أَعْلَمُ بِكُمْ إِذْ أَنْشَأَكُمْ مِنَ الْأَرْضِ وَإِذْ أَنْتُمْ أَجِنَّةٌ فِي بُطُونِ أُمَّهَاتِكُمْ فَلَا تُزَكُّوا أَنْفُسَكُمْ هُوَ أَعْلَمُ بِمَنِ اتَّقَى (32)}.
31- Göklerde ve yerde ne varsa hepsi yalnız Allah’ındır. Böylece O, kötülük yapanları yaptıkları karşılığında cezalandıracak ve iyilikte bulunanları da en güzel olanla mükâfatlandıracaktır. 32- Onlar, ufak tefek kusurları olsa da günahların büyüklerinden ve hayâsızlıklardan uzak duran kimselerdir. Gerçekten Rabbinin mağfireti geniştir. O, sizi pek iyi bilmektedir. Sizi topraktan yarattığında da sizler analarınızın karnında cenin halinde iken de (her şeyinizden haberdardı). O nedenle kendinizi temize çıkarmayın. Zira O, kimin takvâlı olduğunu en iyi bilendir.
#
{31} يخبر تعالى أنَّه مالك الملك، المتفرِّدُ بملك الدنيا والآخرة، وأنَّ جميع ما فيهما ملكٌ لله، يتصرَّف فيهم تصرُّف الملك العظيم في عبيده ومماليكه، ينفِّذ فيهم قدره، ويجري عليهم شرعَه، ويأمرهم وينهاهم، ويجزيهم على ما أمرهم به ونهاهم عنه، فيثيب المطيع ويعاقب العاصي، {لِيَجْزِيَ الذين أساؤوا} العمل من سيئات الكفر فما دونَه من المعاصي، وبما عملوه من أعمال الشرِّ بالعقوبة الفظيعة ، {ويجزِيَ الذين أحسنوا}: في عبادة الله، وأحسنوا إلى خلق الله بأنواع المنافع {بالحُسْنى}؛ أي: بالحالة الحسنة في الدُّنيا والآخرة، وأكبر ذلك وأجلُّه رضا ربِّهم والفوزُ بالجنة وما فيها من النعيم.
31. Yüce Allah, mülkün gerçek sahibinin, dünya ve âhiret mülküne tek başına sahip olanın kendisi olduğunu, dünya ve âhirette bulunan her şeyin Allah’ın mülkü olduğunu haber vermektedir. O, bütün bunlar üzerinde, ülkeleri ve halkları üzerinde tasarrufta bulunan pek büyük ve egemen bir kral gibi tasarrufta bulunur. O’nun kaderi ve hükmü onlar hakkında geçerlidir. Üzerlerinde O’nun şer’î hükümleri cereyan eder, onlara emir verip yasaklar koyar. Onlara vermiş olduğu emir ve yasaklara uymalarına göre de amellerine karşılık verir. İtaat edeni mükâfatlandırır, isyankârı da cezalandırır. "Böylece O, kötülük yapanları yaptıkları” küfür, onun aşağısındaki masiyetler ve yaptıkları diğer kötülükler “karşılığında” feci bir ceza ile “cezalandıracak ve” hem Yüce Allah’a ibadet hususunda hem de Allah’ın yarattıklarına çeşitli şekillerde faydalar sağlamak sureti ile ihsan sahibi olup “iyilikte bulunanları da en güzel olanla” dünya ve âhirette daha güzel bir hâl ile “mükâfatlandıracaktır.” Bunun en büyük ve en değerli olanı ise Rablerinin rızasına nail olmak, cenneti ve ondaki pek büyük nimetleri elde etmektir. Daha sonra Yüce Allah bu kimselerin niteliklerini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
#
{32} ثم ذكر وصفَهم، فقال: {الذين يَجْتَنِبون كبائرَ الإثم والفواحشَ}؛ أي: يفعلون ما أمرهم اللهُ به من الواجبات، التي يكون تركُها من كبائر الذُّنوب، ويتركون المحرَّمات الكبار من الزِّنا وشرب الخمر وأكل الرِّبا والقتل ونحو ذلك من الذُّنوب العظيمة، {إلاَّ اللَّمم}: وهو الذُّنوب الصغارُ التي لا يصرُّ صاحبها عليها، أو التي يلمُّ العبدُ بها المرَّة بعد المرَّة على وجه الندرة والقلَّة؛ فهذه ليس مجرَّد الإقدام عليها مخرجاً للعبد من أن يكون من المحسنين؛ فإنَّ هذه مع الإتيان بالواجبات وترك المحرمات تدخُلُ تحت مغفرة الله التي وسعتْ كلَّ شيءٍ، ولهذا قال: {إنَّ ربَّك واسعُ المغفرةِ}: فلولا مغفرتُه؛ لهلكتِ البلادُ والعبادُ، ولولا عفوُه وحلمه؛ لسقطتِ السماء على الأرض، ولَمَا ترك على ظهرها من دابَّةٍ، ولهذا قال النبيُّ - صلى الله عليه وسلم -: «الصلوات الخمس، والجمعة إلى الجمعة، ورمضان إلى رمضان؛ مكفراتٌ لما بينهنَّ ما اجتُنِبَتِ الكبائر». وقوله: {هو أعلم بكم إذْ أنشأكُم من الأرضِ وإذْ أنتُم أجنَّةٌ في بطون أمَّهاتِكم}؛ أي: هو تعالى أعلم بأحوالكم كلِّها، وما جبلكم عليه من الضَّعف والخَوَر عن كثيرٍ مما أمركم الله به، ومن كثرة الدواعي إلى فعل المحرَّمات، وكثرة الجواذب إليها، وعدم الموانع القويَّة، والضعف موجودٌ مشاهدٌ منكم حين أخرجكم الله من الأرض، وإذ كنتم في بطونِ أمَّهاتكم، ولم يزل موجوداً فيكم، وإنْ كان الله تعالى قد أوجدَ فيكم قوَّةً على ما أمركم به. ولكنَّ الضعف لم يزلْ؛ فلعلمه تعالى بأحوالكم هذه؛ ناسبت الحكمةُ الإلهيَّة والجود الربانيُّ أن يتغمَّدكم برحمته ومغفرته وعفوه، ويغمرَكم بإحسانه، ويزيل عنكم الجرائم والمآثم، خصوصاً إذا كان العبدُ مقصودُه مرضاة ربِّه في جميع الأوقات، وسعيُه فيما يقرُبُ إليه في أكثر الآنات، وفراره من الذُّنوب التي يمقتُ بها عند مولاه، ثم تقع منه الفلتة بعد الفلتة؛ فإنَّ الله تعالى أكرم الأكرمين وأجود الأجودين، أرحم بعبادِهِ من الوالدةِ بولدِها؛ فلا بدَّ لمثل هذا أن يكون من مغفرة ربِّه قريباً، وأن يكونَ الله له في جميع أحوالِهِ مجيباً، ولهذا قال تعالى: {فلا تزكُّوا أنفسَكم}؛ أي: تخبرون الناس بطهارتها على وجه التمدُّح عندهم، {هو أعلم بمن اتَّقى}؛ فإنَّ التَّقوى محلُّها القلبُ، والله هو المطَّلع عليه، المجازي على ما فيه من برٍّ وتقوى، وأما الناسُ؛ فلا يغنون عنكم من الله شيئاً.
32. “Onlar, ufak tefek kusurları olsa da günahların büyüklerinden ve hayâsızlıklardan uzak duran kimselerdir.” Yani onlar, Allah’ın kendilerine emrettiği ve terk edilmeleri büyük günah olan farzları yerine getirirler. Zina, içki içmek, faiz yemek, adam öldürmek vb. gibi ağır günah olan büyük haram ve yasakları da terk ederler. “ufak tefek kusurlar” ise kişinin ısrarla işlemediği küçük günahlar yahut da kulun nadiren ve az sayılacak şekilde zaman zaman düştüğü hatalardır. Sırf bunları işlemekle kul, ihsan sahibi “iyilikte bulunanlar” sınıfından çıkmaz. Bu gibi küçük kusurlar, farzları işlemek ve haramları terk etmekle birlikte oldukları takdirde; her şeyi kuşatan Allah’ın mağfiretinin kapsamına girerler. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Gerçekten Rabbinin mağfireti geniştir.” O’nun mağfireti olmamış olsaydı ülkeler ve kullar helâk olur giderdi. Eğer O’nun affediciliği ve hilmi olmasaydı, gök yerin üstüne çöker ve yeryüzünde canlı tek bir varlık kalmazdı. Bundan dolayı Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de şöyle buyurmuştur: “Beş vakit namaz, cumadan cumaya (cuma namazı), Ramazan’dan Ramazan’a (tutulan oruç), büyük günahlardan uzak kalındığı sürece aralarındaki (küçük günah)lara keffârettir.” “O, sizi pek iyi bilmektedir. Sizi topraktan yarattığında da sizler analarınızın karnında cenin halinde iken de (her şeyinizden haberdardı).” Yani O, bütün hallerinizi en iyi bilendir. Mayanızda yoğurulmuş bulunan, Allah’ın size vermiş olduğu emirlerin birçoğuna karşı zaaf ve gecşeklik içerisinde olduğunuzu, haramları işlemeye çağıran ve onları yapmaya çeken hususların çokluğunu ve bunları işlemeye engel olacak hususların ise o kadar güçlü olmadığını bilir. Sizin zayıf olduğunuz hem Allah sizleri topraktan yarattığında hem de sizler annelerinizin karnında bulunuyor iken açıkça görülen bir husustur. Sizdeki bu zayıflık, daima var olacaktır. Yüce Allah sizde, size vermiş olduğu emirleri yerine getirecek gücü var etmiş olmakla birlikte bu zayıflık da varlığını sürdürür. O, sizin bu durumlarınızı bildiğinden dolayı ilâhî hikmet ve Rabbânî cömertlik, sizleri rahmetine, mağfiretine ve affına daldırmasını, ihsanına gark etmesini, suç ve günahların etkilerini üzerlerinizden silip götürmesini gerektirmiştir. Özellikle kul, Rabbinin rızasını bütün vakitlerde maksat olarak gözetiyor, çoğu zaman O’na yakınlaştıracak hususlar için çalışıp çabalıyor, Mevlâsının kendisine gazaplanmasını gerektiren günahlardan kaçınıyor ise bu böyledir. Böylesinden zaman zaman bazı yanılgılar arka arkaya görülse bile Yüce Allah, merhametliler merhametlisi ve cömertler cömerdidir. Kullarına karşı annenin evlâdına oaln merhametinden daha çok merhametlidir. İşte böyle bir kimsenin Rabbinin mağfiretine yakın olması, Yüce Allah’ın da bütün hallerinde onun dualarını kabul etmesi kaçınılmaz bir şeydir. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O nedenle kendinizi temize çıkarmayın.” Yani insanlara onlar tarafından övülmek maksadı ile nefislerinizin ak-pak olduğunu söylemeyin. "Zira O, kimin takvâlı olduğunu en iyi bilendir.” Çünkü takvânın yeri kalptir. Kalbi bilen de, ondaki iyiliklerin ve takvânın karşılığını verecek olan da O’dur. İnsanlara gelince onların Allah’a karşı size hiçbir faydaları olmaz.
Ayet: 33 - 62 #
{أَفَرَأَيْتَ الَّذِي تَوَلَّى (33) وَأَعْطَى قَلِيلًا وَأَكْدَى (34) أَعِنْدَهُ عِلْمُ الْغَيْبِ فَهُوَ يَرَى (35) أَمْ لَمْ يُنَبَّأْ بِمَا فِي صُحُفِ مُوسَى (36) وَإِبْرَاهِيمَ الَّذِي وَفَّى (37) أَلَّا تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى (38) وَأَنْ لَيْسَ لِلْإِنْسَانِ إِلَّا مَا سَعَى (39) وَأَنَّ سَعْيَهُ سَوْفَ يُرَى (40) ثُمَّ يُجْزَاهُ الْجَزَاءَ الْأَوْفَى (41) وَأَنَّ إِلَى رَبِّكَ الْمُنْتَهَى (42) وَأَنَّهُ هُوَ أَضْحَكَ وَأَبْكَى (43) وَأَنَّهُ هُوَ أَمَاتَ وَأَحْيَا (44) وَأَنَّهُ خَلَقَ الزَّوْجَيْنِ الذَّكَرَ وَالْأُنْثَى (45) مِنْ نُطْفَةٍ إِذَا تُمْنَى (46) وَأَنَّ عَلَيْهِ النَّشْأَةَ الْأُخْرَى (47) وَأَنَّهُ هُوَ أَغْنَى وَأَقْنَى (48) وَأَنَّهُ هُوَ رَبُّ الشِّعْرَى (49) وَأَنَّهُ أَهْلَكَ عَادًا الْأُولَى (50) وَثَمُودَ فَمَا أَبْقَى (51) وَقَوْمَ نُوحٍ مِنْ قَبْلُ إِنَّهُمْ كَانُوا هُمْ أَظْلَمَ وَأَطْغَى (52) وَالْمُؤْتَفِكَةَ أَهْوَى (53) فَغَشَّاهَا مَا غَشَّى (54) فَبِأَيِّ آلَاءِ رَبِّكَ تَتَمَارَى (55) هَذَا نَذِيرٌ مِنَ النُّذُرِ الْأُولَى (56) أَزِفَتِ الْآزِفَةُ (57) لَيْسَ لَهَا مِنْ دُونِ اللَّهِ كَاشِفَةٌ (58) أَفَمِنْ هَذَا الْحَدِيثِ تَعْجَبُونَ (59) وَتَضْحَكُونَ وَلَا تَبْكُونَ (60) وَأَنْتُمْ سَامِدُونَ (61) فَاسْجُدُوا لِلَّهِ وَاعْبُدُوا (62)}.
33- Gördün mü yüz çevireni? 34- Az bir şey verip de (cimrilik ederek) vazgeçeni? 35- Acaba gayb bilgisi onun yanındadır da kendisi onu mu görüyor? 36,37- Yoksa onun Mûsâ’nın ve vazifesini eksiksiz yerine getiren İbrahim’in sahifelerinde olan (gerçeklerden) haberi yok mu? 38- (Şöyle ki:) Hiçbir günahkar nefis bir başkasının günahını yüklenmez. 39- İnsan için kendi çalıştığından başkası yoktur. 40- Çalışması da muhakkak ileride görülecektir. 41- Sonra ona yaptıklarının karşılığı eksiksiz bir şekilde verilecektir. 42- Şüphesiz nihai dönüş, Rabbine olacaktır. 43- Güldüren de ağlatan da şüphesiz O’dur. 44- Öldüren de hayat veren de O’dur. 45,46- Erkek ve dişiden oluşan çifti, (rahme) atılan bir nutfeden O yaratmıştır. 47- Tekrar yaratmak da O’na aittir. 48- İhtiyaç kadarı veren de zengin kılan da şüphesiz O’dur. 49- Şi’râ yıldızının Rabbi de O’dur. 50- İlk Âd kavmini O helâk etti. 51- Semûd’u da (helak etti) ve onlardan geriye hiçbirini bırakmadı. 52- Daha önce de Nûh kavmini (helak etmişti). Çünkü onlar daha zalim ve daha azgındılar. 53- Altı üstüne gelmiş şehirleri de O (göğe kaldırıp baş aşağı) yere atmıştı. 54- Orayı ne (azaplarla) kaplayıp örtmüştü. 55- Şimdi (ey insan!) Rabbinin nimetlerinden hangisinde şüphe edebilirsin? 56- İşte bu (Peygamber) de önceki uyarıcılardan olan bir uyarıcıdır. 57- Yaklaşmakta olan (kıyamet) yaklaştı. 58- Onu Allah’tan başka engelleyecek yoktur. 59- Şimdi siz bu söze (Kur'ân’a) mı şaşıyorsunuz? 60- Gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz! 61- (Üstelik) gaflet içinde oyalanıyorsunuz. 62- Haydi artık Allah’a secde edin ve (yalnız O’na) ibadet edin.
#
{33 ـ 35} يقول تعالى: أفرأيتَ قُبْحَ حالة من أُمِرَ بعبادة ربِّه وتوحيده فتولَّى عن ذلك وأعرض عنه؟! فإنْ سمحتْ نفسُه ببعض الشيء القليل؛ فإنَّه لا يستمرُّ عليه، بل يبخل ويُكْدي ويمنعُ؛ فإنَّ الإحسان ليس سجيَّةً له وطبعاً، بل طبعه التولِّي عن الطاعة وعدم الثبوت على فعل المعروف، ومع هذا؛ فهو يزكِّي نفسه وينزلها غير منزلتها التي أنزلها الله بها. {أعنده علم الغيب فهو يرى}: الغيبَ فيخبر به؟! أم هو متقوِّلٌ على الله متجرِّئ عليه جامعٌ بين المحذورين الإساءة والتزكية؟! كما هو الواقع؛ لأنَّه قد عُلِمَ أنَّه ليس عنده علمٌ من الغيب، وأنَّه لو قدِّر أنَّه ادَّعى ذلك؛ فالإخبارات القاطعة عن علم الغيب التي على يد النبيِّ المعصوم تدلُّ على نقيض قوله، وذلك دليل على بطلانه.
33. “Gördün mü yüz çevireni?” Rabbine ibadet ve O’nu tevhid etmekle emrolunmakla birlikte bundan yan çizip yüz çevirenin durumunun ne kadar çirkin olduğunu gördün mü? 34. Böyle birisi az bir şeyler verecek olsa dahi bunu sürdüremez. Aksine fazla zaman geçmeden cimrilik edip bu verdiklerini keser ve engeller. Çünkü iyilikte bulunmak, böyle birisinin karakter ve tabiatı değildir. Aksine böyle birisinin tabiatı itaatten yüz çevirmek ve iyilik işlemekte sebat göstermemektir. 35. Bununla birlikte böyleleri kendilerini temize çıkarır, över durur ve Allah’ın kendilerini indirdiği konumdan başka bir konuma yükseltmeye çalışırlar. “Acaba gayb bilgisi onun yanındadır da kendisi onu mu” gaybı mı “görüyor” da gaybı haber veriyor? Yoksa o, Allah’a karşı yalan uydurmakta ve bu küstahlığı mı göstermektedir? Böylelikle hem kötülük, hem de kendisini temize çıkarmak gibi iki yasak işi bir arada işlemekte midir? Ki vakıa da böyledir. Çünkü böylesi, gayb ilmine sahip olmadığını kendi de bilmektedir. Böyle bir iddiaya sahip olduğu varsayılsa bile masum peygamber vasıtası ile gayb ilmine dair kat’i olarak verilen haberler, onun bu iddiasının aksini göstermektedir. Bu da onun iddiasının batıl olduğuna delildir.
#
{36 ـ 37} {أم لم يُنَبَّأْ}: هذا المدَّعي {بما في صُحُف موسى. وإبراهيم الذي وَفَّى}؛ أي: قام بجميع ما ابتلاه الله به، وأمره به من الشرائع وأصول الدين وفروعه.
36-37. “Yoksa onun” bu iddiada bulunan kimsenin “Mûsâ’nın ve vazifesini eksiksiz yerine getiren” Allah’ın kendisini sınayıp kendisine emretmiş olduğu bütün şer’î hükümleri, dinin esaslarının ve feri hükümlerinin tümünü yerine getirmiş olan “İbrahim’in sahifelerinde olan (şu gerçeklerden) haberi yok mu?” Bu sahifelerde pek çok hükümler vardır. Bunların en önemlilerini Cenab-ı Allah şu buyrukları ile zikretmiş bulunmaktadır:
#
{38 ـ 41} وفي تلك الصحف أحكامٌ كثيرةٌ، من أهمِّها ما ذكره الله بقوله: {أن لا تزِرَ وازرةٌ وِزْرَ أخرى. وأن ليس للإنسان إلاَّ ما سَعى}؛ أي: كلُّ عامل له عمله الحسن والسيئُ؛ فليس له من عمل غيره وسعيه شيء، ولا يتحمَّل أحدٌ عن أحدٍ ذنباً، {وأنَّ سعيَه سوف يُرى}: في الآخرة، فيميَّز حسنُه من سيِّئه، {ثم يُجْزاه الجزاءَ الأوفى}؛ أي: المستكمل لجميع العمل، الخالص الحسن بالحسنى، والسيئ الخالص بالسوأى، والمشوب بحسبه؛ جزاء تُقِرُّ بعدله وإحسانه الخليقة كلها، وتَحْمَدُ الله عليه، حتى إنَّ أهل النار ليدخلون النار، وإنَّ قلوبهم مملوءةٌ من حمد ربِّهم والإقرار له بكمال الحكمة ومقت أنفسهم، وأنَّهم الذين أوصلوا أنفسهم وأوردوها شرَّ الموارد. وقد استدل بقوله [تعالى]: {وأن ليس للإنسان إلاَّ ما سعى}: من يرى أنَّ القُرَب لا يجوز إهداؤها للأحياء ولا للأموات، قالوا: لأنَّ الله قال: {وأن ليس للإنسان إلاّ ما سعى}؛ فوصول سعي غيره إليه منافٍ لذلك. وفي هذا الاستدلال نظرٌ؛ فإنَّ الآية إنما تدلُّ على أنه ليس للإنسان إلا ما سعى بنفسه، وهذا حقٌّ لا خلاف فيه، وليس فيها ما يدلُّ على أنَّه لا ينتفع بسعي غيره إذا أهداه ذلك الغير إليه ؛ كما أنَّه ليس للإنسان من المال إلاَّ ما هو في ملكه وتحت يده، ولا يلزم من ذلك أن لا يملِكَ ما وَهَبَه الغير له من مالِهِ الذي يملِكُه.
38-39. Amelde bulunan herkesin iyi ameli de kötü ameli de kendisinindir. Başkasının amelinden, çalışmasından ona ait bir şey olmayacaktır. Kimse kimsenin bir günahını yüklenmeyecektir. 40. “Çalışması da muhakkak ileride” âhirette “görülecektir.” İyisi kötüsünden ayırt edilecektir. 41. “Sonra ona yaptıklarının karşılığı eksiksiz bir şekilde verilecektir.” Bütün amellerin karşılığı en mükemmel şekilde verilecektir. Katıksız iyilik olan amelin karşılığı iyilik (cennet) olacaktır, katıksız kötülüğün karşılığı da kötülük (cehennem) olacaktır. İyi kötü karışık olan da karışıklık oranına göre karşılık görecektir. Verilen bu karşılıkların adaletli olacağını ve Allah’ın ihsanını ortaya koyacağını bütün mahlukat itiraf edip kabul edecek ve bundan dolayı Yüce Allah’a hamdedecektir. Hatta cehennemlikler dahi cehenneme gireceklerinde kalpleri Rablerine karşı hamd ile, O’nun hikmetinin kemâlini ikrar ile dolu olacaktır. Kendi kendilerine gazaplanacak, öfkelenecek, kendilerini bu hale kendilerinin getirdiklerini ve o en kötü yerlere kendi kendilerini soktuklarını kabul edeceklerdir. Yüce Allah’ın: “İnsan için kendi çalıştığından başkası yoktur” buyruğu, yapılan ibadetlerin sevabının diri ya da ölü bir başkasına hediye edilmesinin caiz olmadığına delil gösterilmiştir. Bu görüş sahipleri şöyle demiştir: “Allah “İnsan için kendi çalıştığından başkası yoktur” buyurmaktadır. Buna göre bir kimsenin çalışmasının başka birine ulaşması buna aykırıdır.” Ancak bu ayeti bu görüşe delil gösterme tartışılır. Çünkü âyet-i kerime, insanın bizzat kendisinin yaptığından başkasının kendi lehine olmayacağına delildir. Bu doğrudur ve bunda bir görüş ayrılığı da yoktur. Ancak bu âyet-i kerimede bir kimsenin eğer başkası kendisine hediye yolu ile bir şey bağışlayacak olursa o kimsenin, başkasının çalışması olan o hediyeden fayda görmeyeceğine dair bir delil yoktur. Bu tıpkı şunun gibidir: Bir kimse ancak kendi mülkiyeti ve eli altında bulunan mala sahiptir. Ancak bu, başkasının sahip olduğu maldan ona hibe ettiği takdirde onun o mala sahip olamayacağı anlamına gelmez.
#
{42} وقوله: {وأنَّ إلى ربِّك المنتهى}؛ أي: إليه تنتهي الأمور، وإليه تصير الأشياء والخلائقُ بالبعث والنُّشور، وإلى الله المنتهى في كلِّ حال؛ فإليه ينتهي العلم والحكم والرحمة وسائر الكمالات.
42. Sonunda bütün işler O’na varacaktır. Bütün her şey ve bütün mahlukat, öldükten sonra diriliş ve kabirlerden kalkış ile O’na dönecektir. Bütün hallerde varılacak yer, Allah’ın huzurudur. İlim, hikmet, rahmet ve tüm mükemmelliklerin nihai derecesi de hep O’na aittir.
#
{43} {وأنَّه هو أضحكَ وأبكى}؛ أي: هو الذي أوجد أسباب الضحك والبكاء، وهو الخير والشرُّ والفرح والسرور والهمُّ والحزن، وهو سبحانه له الحكمة البالغةُ في ذلك.
43. Gülüp ağlamanın sebeplerini yaratan O’dur. Bu sebepler de hayır, şer, sevinç, mutluluk, üzüntü ve kederdir. Bütün bunlarda sonsuz hikmet, o her türlü kusurdan münezzeh olana aittir.
#
{44} {وأنَّه هو أماتَ وأحيا}؛ أي: هو المنفرد بالإيجاد والإعدام، والذي أوجد الخلق وأمرهم ونهاهم، سيعيدُهم بعد موتهم، ويجازيهم بتلك الأعمال التي عملوها في دار الدُّنيا.
44. Var eden ve yok eden yalnız O’dur. Bütün insanları yaratan, onlara emir veren, yasaklar koyan, ölümlerinden sonra onları tekrar diriltecek ve dünya yurdunda işledikleri bu amellerin karşılığını onlara verecek olan O’dur.
#
{45 ـ 46} {وأنَّه خَلَقَ الزوجين}: فسَّرهما بقوله: {الذَّكَر والأنثى}: وهذا اسمُ جنس شامل لجميع الحيوانات ناطقها وبهيمها؛ فهو المنفرد بخلقها {من نُطفةٍ إذا تُمنى}: وهذا من أعظم الأدلَّة على كمال قدرته وانفراده بالعزَّة العظيمة؛ حيث أوجد تلك الحيوانات صغيرها وكبيرها من نطفةٍ ضعيفةٍ من ماءٍ مَهينٍ، ثم نمَّاها وكمَّلها حتى بلغت ما بلغتْ، ثم صار الآدميُّ منها إمَّا إلى أرفع المقامات في أعلى عليين، وإمَّا إلى أدنى الحالات في أسفل سافلين.
45-46. Buradaki çift tabiri cins/tür ismi olup konuşanıyla konuşmayanıyla bütün canlıları kapsamaktadır. Bütün canlıları tek başına yaratan O’dur ve O, bunları bir nutfeden yaratmıştır. Bu, O’nun kudretinin kemâlinin en büyük delillerindendir. En büyük güç ve izzete yalnız başına sahip olduğunu göstermektedir. Çünkü O, küçüğü ile büyüğü ile bütün bu canlıları zayıf bir nutfeden, oldukça değersiz bir sudan yaratmıştır. Sonra onu geliştirip kemâle erdirmiş ve varması mukadder olan noktalara vardırmıştır. Sonra da insanoğlu, bu nutfeden “a’lây-ı illiyyîn”deki en yüksek makamlara yükselmiş yahut da “esfel-i safiline”, aşağıların en aşağısına düşmüştür. Bundan dolayı Yüce Allah, ilk yaratmayı tekrar yaratmaya (dirilişe) delil göstererek şöyle buyurmaktadır:
#
{47} ولهذا استدلَّ بالبداءة على الإعادة، فقال: {وأنَّ عليه النشأةَ الأخرى}: فيعيد العباد من الأجداث، ويجمعهم ليوم الميقات، ويجازيهم على الحسنات والسيئات.
47. Kulları tekrar yaratıp kabirlerden kaldırır ve vakti belli olan o günde onları toplayıp bir araya getirir. İyilik ve kötülüklerinin karşılıklarını onlara verir.
#
{48} {وأنَّه هو أغنى وأقنى}؛ أي: أغنى العباد بتيسير أمر معاشهم من التِّجارات وأنواع المكاسب من الحِرَف وغيرها، {وأقنى}؛ أي: أفاد عباده من الأموال بجميع أنواعها ما يصيرون به مقتنين لها ومالكين لكثيرٍ من الأعيان، وهذا من نعمه تعالى؛ أنْ أخبرهم أنَّ جميع النعم منه، وهذا يوجب للعبادِ أنْ يشكُروه ويعبدُوه وحدَه لا شريك له.
48. Ticaret, çeşitli kazanç yolları olan meslekler ve diğer işler gibi maîşet yollarını kolaylaştırmak sureti ile kulları başkalarına muhtaç olmaktan kurtardığı ettiği gibi, bütün mal çeşitleri ile onları faydalandıran, böylece onlara o malların pek çoğuna sahip olma ve onları biriktirme imkanı veren de O’dur. Yüce Allah’ın kullarına bütün nimetlerin kendisinden olduğunu haber vermesi de O’nun nimetleri arasındadır. Bu da kulların O’na şükretmelerini, O’na hiçbir kimseyi ortak koşmaksızın tek olarak sadece O’na ibadet etmelerini gerektirir.
#
{49} {وأنَّه هو ربُّ الشِّعرى}: وهو النجم المعروف بالشِّعْرى العبور، المسماة بالمرزم، وخصَّها الله بالذِّكر وإن كان هو ربُّ كلِّ شيء؛ لأنَّ هذا النجم مما عُبد في الجاهلية، فأخبر تعالى أنَّ جنس ما يعبد المشركون مربوبٌ مدبَّرٌ مخلوقٌ؛ فكيف يُتَّخَذُ مع الله آلهة؟!
49. Şi’râ, bu isimle bilinen bir yıldızdır (Sirius/Akyıldız). Yüce Allah'ın, her şeyin Rabbi olmakla birlikte özellikle onu anması, bu yıldızın cahiliye döneminde tapınılan bir yıldız oluşundan dolayıdır. Böylece O, müşriklerin ibadet ettikleri şeylerin, Rabbi bulunan, idare edilen ve yaratılmış varlıklar olduğunu haber vermektedir. O halde bunlar nasıl olur da Allah ile birlikte ilâh edinilirler?
#
{50} {وأنَّه أهلك عاداً الأولى}: وهم قوم هودٍ عليه السلام حين كذَّبوا هوداً، فأهلكهم الله بريح صرصرٍ عاتيةٍ.
50. Bunlar Hûd aleyhisselam’ın kavmidir. Hûd aleyhisselam’ı yalanlamaları üzerine Yüce Allah onları oldukça çetin ve ıslıklı bir kasırga ile helâk etmişti.
#
{51} {وثمودَ}: قومُ صالح عليه السلام؛ أرسله الله إلى ثمود، فكذَّبوه، فبعث الله إليهم الناقة آية، فعقروها وكذَّبوه، فأهلكهم الله [تعالى]، {فما أبقى}: منهم أحداً، بل أبادهم عن آخرهم.
51. “Semûd” Salih aleyhisselam’ın kavmidir. Allah onu Semûd kavmine göndermiş, onlar da onu yalanlamışlardı. Bunun üzerine Yüce Allah, onlara bir mucize olmak üzere bir dişi deve göndermiş, ama onlar onu kesmişlerdi. Salih aleyhisselam’ı da yalanladıklarından ötürü Allah onları helâk etmişti. Onlardan geriye de hiçbir kimse “bırakmadı.” Aksine tek bir kişi kalmamak üzere hepsini imha etti.
#
{52} {وقومَ نوح من قبلُ إنَّهم كانوا هم أظلمَ وأطْغى}: من هؤلاء الأمم، فأهلكهم الله وأغرقهم.
52. “Daha önce de Nûh kavmini(helak etmişti). Çünkü onlar” bu sözü edilen ümmetlerden “daha zalim ve daha azgındılar.” Allah da onları helâk edip suda boğmuştu.
#
{53 ـ 54} {والمؤتفكةَ}: وهم قومُ لوطٍ عليه السلام، {أهوى}؛ أي: أصابهم الله بعذابٍ ما عذَّب به أحداً من العالمين، قلب أسفل ديارهم أعلاها، وأمطر عليهم حجارة من سجِّيل، ولهذا قال: {فغشَّاها ما غَشَّى}؛ أي: غشيها من العذاب الأليم الوخيم ما غشي؛ أي: شيءٌ عظيمٌ لا يمكن وصفه.
53. “Altı üstüne gelmiş şehirler”den kasıt Lût kavmidir. Onları “O (göğe kaldırıp baş aşağı) yere atmıştı.” Yüce Allah, âlemlerden kimseye göndermediği bir azap ile onları helâk etti. Yurtlarının altlarını üstlerine geçirdi ve onlara pişirilmiş çamurdan taş yağdırdı. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: 54. Yani son derece can yakıcı ve vahim azaptan bir parça onları örttü. Bu, anlatılması mümkün olmayacak derecede pek büyük bir azaptı.
#
{55} {فبأيِّ آلاءِ ربِّك تتمارى}؛ أي: فبأيِّ نعم الله وفضله تشكُّ أيُّها الإنسان؛ فإنَّ نعم الله ظاهرةٌ لا تقبل الشكَّ بوجه من الوجوه؛ فما بالعباد من نعمةٍ إلاَّ منه تعالى، ولا يدفع النِّقَم إلاَّ هو.
55. Allah’ın hangi nimet ve lütfu hakkında şüphe edersin, ey insan? Çünkü Allah’ın nimetleri apaçık ortadadır. Hiçbir şekilde şüphe ve tereddüde kabil değildir. Zira kulların sahip olduğu ne kadar nimet varsa, hepsi O’ndandır. Başlarındaki musibetleri ve belâları da O’ndan başkası gidermez.
#
{56} {هذا نذيرٌ من النُّذُر الأولى}؛ أي: هذا الرسول القرشيُّ الهاشميُّ محمد بن عبد الله ليس ببدع من الرسل، بل قد تقدَّمه من الرسل السابقين، ودعوا إلى ما دعا إليه؛ فلأيِّ شيءٍ تنكر رسالته؟! وبأيِّ حجَّة تبطل دعوته؟! أليست أخلاقه أعلى أخلاق الرسل الكرام؟! أليس يدعو إلى كلِّ خير وينهى عن كل شرٍّ ؟! ألم يأت بالقرآن الكريم الذي لا يأتيه الباطلُ من بين يديهِ ولا من خلفه تنزيلٌ من حكيمٍ حميدٍ؟! ألم يُهلك الله مَن كَذَّب مَن قبله من الرسل الكرام؟! فما الذي يمنع العذابَ عن المكذِّبين لمحمد سيِّد المرسلين وإمام المتَّقين وقائد الغرِّ المحجَّلين؟!
56. “İşte bu da” şu Kureyşli, Haşimî, Allah’ın Rasûlü, Abdullah’ın oğlu Muhammed de “uyarıcılardan olan bir uyarıcıdır.” Daha önce benzeri görülmedik bir peygamber değildir. Ondan önce pek çok peygamber gelip geçmiş ve onun davet ettiği şeylere onlar da davet etmiştir. O halde onun risaleti ne diye inkâr edilir? Hangi delil ile onun çağrısı çürütülmeye çalışılır? Onun ahlâkı, o şerefli peygamberlerin ahlâkının en üstünü değil midir? O, her türlü hayıra çağıran ve her türlü kötülükten alıkoyan değil midir? O, önünden de arkasından da bâtılın kendisine asla ulaşamadığı, hikmeti sonsuz ve her türlü hamde layık tarafından indirilmiş bulunan Kur’ân-ı Kerîm’i getirmedi mi? Allah kendisinden önceki şerefli peygamberleri yalanlayanları helâk etmedi mi? O halde rasûllerin efendisi, takvâ sahiplerinin önderi ve “el-Ğurr el-Muhaccelîn”in (Kıyamet gününde abdest azaları nur ile parıldayacak ümmetin) lideri olan Muhammed’i yalanlayanların azaba uğramalarını engelleyecek olan nedir?
#
{57} {أزِفَتِ الآزفةُ}؛ أي: قربت القيامة ودنا وقتُها وبانت علاماتها، {ليس لها من دونِ الله كاشفةٌ}؛ أي: إذا أتت القيامة وجاءهم العذابُ الموعود به.
57. “Yaklaşmakta olan” Kıyamet “yaklaştı.” Artık vakti oldukça yaklaştı, alâmetleri de açıkça ortaya çıktı.
#
{58} ثم توعَّد المنكرين لرسالة الرسول محمدٍ - صلى الله عليه وسلم -، المكذِّبين لما جاء به من القرآن الكريم، فقال:
58. “Onu Allah’tan başka engelleyecek yoktur.” Yani Kıyamet gelip de kendisi ile tehdit olundukları azap başlarına geldiği vakit onu Allah’tan başka kimse gideremez.
#
{59} {أفمِنْ هذا الحديث تعجبونَ}؛ أي: أفمن هذا الحديث الذي هو خير الكلام وأفضله وأشرفه تتعجبون، وتجعلونه من الأمور المخالفة للعادة، الخارقة للأمور والحقائق المعروفة؟! هذا من جهلهم وضلالهم وعنادهم، وإلاَّ؛ فهو الحديث الذي إذا حَدَّث صَدَق، وإذا قال قولاً فهو القول الفصل، ليس بالهزل، وهو القرآن العظيم، الذي لو أُنْزِل على جبل لرأيتَه خاشعاً متصدعاً من خشية الله، الذي يزيد ذوي الأحلام رأياً وعقلاً وتسديداً وثباتاً وإيقاناً وإيماناً، بل الذي ينبغي العَجَبُ من عقل من تعجَّب منه وسفهه وضلاله.
59. Yüce Allah, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in risaletini inkâr edenleri ve onun getirdiği Kur’ân-ı Kerîm’i yalanlayanları tehdit ederek şöyle buyurmaktadır: “Şimdi siz” sözlerin en hayırlısı, en faziletlisi, en şereflisi olan “bu söze mi şaşıyorsunuz?” Onu geleneklere aykırı, bilinen gerçeklerin ve işlerin dışında bir şey olarak mı görüyorsunuz? Bu, onların cehaletleri, sapıklıkları ve inatlarından dolayıdır. Yoksa bu, öyle bir sözdür ki bir şeyden bahsetti mi doğru söyler, bir söz söyledi mi hakkı batıldan ayırt eder. O, bir şaka ve oyun değildir. O, pek yüce olan Kur’ân’dır. Eğer bir dağın tepesine indirilmiş olsaydı o dağ, Allah korkusundan dolayı boyun eğer, paramparça olurdu. Bu Kitap salih kimselerin, sağlam görüşlülerin akıllarını artırır. Onları daha da doğrultur. Doğruluk üzerinde onlara sebat verir, yakîn ve imanlarını artırır. O nedenle asıl böyle bir Kitaba hayret eden kimselerin akıllarına, sapıklıklarına ve cehaletlerine şaşılır!
#
{60} {وتضحكون ولا تبكونَ}؛ أي: تستعجلون الضَّحك والاستهزاء به، مع أنه الذي ينبغي أن تتأثَّر منه النفوس وتلين له القلوب وتبكي له العيون؛ سماعاً لأمره ونهيه، وإصغاءً لوعده ووعيده، والتفاتاً لأخباره الصادقة الحسنة.
60. Bu Kitabın emir ve yasaklarına kulak vermek, onun vaat ve tehditlerini dikkatle dinlemek, güzel ve doğru haberlerini bellemek suretiyle ruhların ondan etkilenmesi, kalplerin ona karşı yumuşaması ve gözlerin de ondan dolayı ağlaması gerekirken sizler onunla alay etmekte ve ondan dolayı gülmektesiniz.
#
{61} {وأنتُم سامدونَ}؛ أي: غافلون لاهون عنه وعن تدبُّره ، وهذا من قلَّة عقولكم وأديانكم؛ فلو عبدتم الله وطلبتم رضاه في جميع الأحوال؛ لما كنتُم بهذه المثابة التي يأنف منها أولو الألباب.
61. “Oynayıp eğlenirsiniz.” Gaflet içerisindesiniz. Ona iltifat etmiyor, onun üzerinde düşünmüyorsunuz. Bu, akıllarınızın kıtlığından, dinlerinizin gülünçlüğünden kaynaklanır. Sizler, Allah’a ibadet edip bütün hallerde O’nun rızasını arayan kimseler olsaydınız, akıllı kimselerin kendilerine yakıştıramadıkları böyle bir konumda olmazdınız. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
#
{62} ولهذا قال تعالى: {فاسجُدوا لله واعبدوا}: الأمر بالسجود لله خصوصاً يدلُّ على فضله، وأنَّه سرُّ العبادة ولبُّها؛ فإنَّ روحها الخشوع لله والخضوع له، والسجود [هو] أعظم حالة يخضع بها [العبد] ؛ فإنَّه يخضع قلبه وبدنه، ويجعل أشرف أعضائه على الأرض المهينة موضع وطء الأقدام. ثم أمر بالعبادة عموماً الشاملة لجميع ما يحبُّه الله ويرضاه من الأعمال والأقوال الظاهرة والباطنة.
62. “Haydi artık Allah’a secde edin.” Özellikle Allah’a secde etme emrinin verilmesi, secdenin faziletine ve ibadetin sırrı ve özü olduğuna delildir. İbadetin ruhu da huşû’ ve Allah’ın önünde zilletle boyun eğmektir. Secde ise kulun zilletle eğildiği en ileri derecedir. Çünkü o esnada onun kalbi de bedeni de boyun eğer. En değerli azasını (yüzünü) değersiz, ayakların çiğneyip geçtiği yere koyar. Sonra Yüce Allah “ve ibadet edin” buyruğu ile kendisinin sevdiği ve razı olduğu, açık ve gizli her türlü ameli ve sözü kapsayan ibadeti genel olarak emretmektedir.
Necm Sûresi’nin tefsiri burada sona ermektedir. Yüce Allah’a hamd-u senâlar olsun. Biz O’nu hakkıyla övemeyiz. Aksine O, kendini nasıl övmüşse öyledir. Kullarının O’na yaptığı övgülerden de daha yücedir. Allah'ın salat ve selamı Muhammed’in üzerine olsun.
***