Ayet:
44- DUHÂN SÛRESİ
44- DUHÂN SÛRESİ
(Mekke’de inmiştir. 59 âyettir)
Rahmân ve Rahîm Allah’ın adı ile.
Ayet: 1 - 16 #
{حم (1) وَالْكِتَابِ الْمُبِينِ (2) إِنَّا أَنْزَلْنَاهُ فِي لَيْلَةٍ مُبَارَكَةٍ إِنَّا كُنَّا مُنْذِرِينَ (3) فِيهَا يُفْرَقُ كُلُّ أَمْرٍ حَكِيمٍ (4) أَمْرًا مِنْ عِنْدِنَا إِنَّا كُنَّا مُرْسِلِينَ (5) رَحْمَةً مِنْ رَبِّكَ إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ (6) رَبِّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا إِنْ كُنْتُمْ مُوقِنِينَ (7) لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ يُحْيِي وَيُمِيتُ رَبُّكُمْ وَرَبُّ آبَائِكُمُ الْأَوَّلِينَ (8) بَلْ هُمْ فِي شَكٍّ يَلْعَبُونَ (9) فَارْتَقِبْ يَوْمَ تَأْتِي السَّمَاءُ بِدُخَانٍ مُبِينٍ (10) يَغْشَى النَّاسَ هَذَا عَذَابٌ أَلِيمٌ (11) رَبَّنَا اكْشِفْ عَنَّا الْعَذَابَ إِنَّا مُؤْمِنُونَ (12) أَنَّى لَهُمُ الذِّكْرَى وَقَدْ جَاءَهُمْ رَسُولٌ مُبِينٌ (13) ثُمَّ تَوَلَّوْا عَنْهُ وَقَالُوا مُعَلَّمٌ مَجْنُونٌ (14) إِنَّا كَاشِفُو الْعَذَابِ قَلِيلًا إِنَّكُمْ عَائِدُونَ (15) يَوْمَ نَبْطِشُ الْبَطْشَةَ الْكُبْرَى إِنَّا مُنْتَقِمُونَ (16)}
1- Hâ, Mîm. 2- Apaçık/açıklayıcı Kitaba yemin olsun ki, 3- Biz, onu mübarek bir gecede indirdik. Şüphesiz Biz, (insanları) uyarırız. 4- O gecede hikmetli/kesinleşmiş her bir iş, ayrılıp hükme bağlanır; 5- Tarafımızdan bir emir ile. Şüphesiz Biz rasul/elçi göndeririz. 6- Rabbinden bir rahmet olarak. Gerçekten O, her şeyi işitendir, bilendir. 7- O, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbidir; kesin olarak inanıyor iseniz. 8- O’ndan başka hiçbir (hak) ilâh yoktur. O, hayat verir ve öldürür. Sizin de Rabbinizdir, geçmiş atalarınızın da Rabbidir. 9- Ne var ki onlar, şüphe içinde oyalanmaktadırlar. 10- O halde sen, göğün aşikar bir duman getireceği günü gözle. 11- O (duman) insanları bürüyecektir. “Bu, can yakıcı bir azaptır.” 12- “Rabbimiz! Bu azabı üzerimizden kaldır. Çünkü biz iman edeceğiz.” (derler.) 13- Ama nerde onlarda düşünüp öğüt almak?! Halbuki onlara açıklayıcı bir peygamber de gelmiştir. 14- Sonra yine ondan yüz çevirdiler ve: “O, kendisine bir şeyler öğretilmiş bir delidir” dediler. 15- Biz, o azabı bir süre kaldıracağız; ama şüphesiz siz yine (eski halinize) döneceksiniz. 16- En büyük azapla yakalayacağımız gün, hiç şüphe yok ki Biz, (onlardan) intikam alacağız.
#
{1 ـ 3} هذا قسمٌ بالقرآن على القرآن، فأقسم بالكتاب المبين لكلِّ ما يحتاج إلى بيانه أنَّه أنزله {في ليلةٍ مباركةٍ}؛ أي: كثيرة الخير والبركة، وهي ليلةُ القدرِ، التي هي خيرٌ من ألف شهرٍ، فأنزل أفضلَ الكلام بأفضل الليالي والأيام على أفضل الأنام بلغة العرب الكرام؛ لينذِرَ به قوماً عمَّتهم الجهالةُ وغلبت عليهم الشَّقاوة، فيستضيئوا بنوره، ويقتبِسوا من هُداه، ويسيروا وراءه، فيحصُلُ لهم الخير الدنيويُّ والخير الأخرويُّ، ولهذا قال: {إنَّا كُنَّا منذِرينَ}.
1-3. Yüce Allah, Kur’ân ile yine Kur’ân’a yemin etmektedir. O, açıklanması gerekli olan her bir şeyi açıklayan Kitaba yemin ederek onu “mübarek bir gecede” yani hayır ve bereketi pek çok ve bin aydan daha hayırlı olan Kadir gecesinde indirdiğini açıklamaktadır. O, en faziletli buyruklarını, gün ve gecelerin en faziletlisinde, insanların en faziletlisine, üstün Arap dili ile indirmiştir. Buna sebep de cehaletin dört bir yanlarını kuşattığı, bedbahtlığın baskın hale gelmiş olduğu bir kavmi uyarmak, böylece onların onun nuru ile aydınlanmalarını, hidâyeti ile yararlanmalarını ve arkasından gitmelerini sağlamak, bu şekilde davrandıkları takdirde de dünya ve âhiret hayırlarını elde edeceklerini bildirmektir. Bundan dolayı burada: “Çünkü Biz, (insanları bu şekilde) uyarırız.” buyurmaktadır.
#
{4} {فيها}؛ أي: في تلك الليلة الفاضلة التي نَزَلَ فيها القرآن، {يُفْرَقُ كلُّ أمرٍ حكيم}؛ أي: يفصل ويميَّز ويُكتب كلُّ أمر قدريٍّ وشرعيٍّ حكم الله به. وهذه الكتابة والفرقان الذي يكون في ليلة القدر إحدى الكتابات التي تُكتب وتميَّز، فتطابق الكتابَ الأوَّلَ الذي كتبَ الله به مقاديرَ الخلائق وآجالهم وأرزاقهم وأعمالهم وأحوالهم. ثم إنَّ الله تعالى قد وَكَلَ ملائكةً تكتب ما سيجري على العبد وهو في بطن أمِّه. ثم وَكَلَهم بعد خروجه إلى الدنيا؛ وَكَلَ به كراماً كاتبين يكتبون ويحفظون عليه أعماله. ثم إنَّه تعالى يقدِّرُ في ليلة القدر ما يكونُ في السنةِ، وكلُّ هذا من تمام علمه وكمال حكمتِهِ وإتقان حفظِهِ واعتنائه تعالى بخلقه.
4. “O gecede” yani Kur’ân’ın indirildiği o faziletli gecede “hikmetli/kesinleşmiş her bir iş, ayrılıp hükme bağlanır.” Yani Yüce Allah’ın hükme bağlamış olduğu kaderî ve şer’î her bir emir, bu gecede açıklanır, ayırt edilir ve yazılır. Kadir gecesinde gerçekleşen bu yazma ve ayırma işi, Yüce Allah’ın bütün mahlukatın kaderlerini, ecellerini, rızıklarını, amellerini ve hallerini yazmış bulunduğu ilk kitaba uygun olarak yazılıp ayırt edilen yazma işlerinden sadece birisidir. Zira Yüce Allah, meleklere her bir kulun başından geçecekleri, annesinin karnında iken yazma görevini vermiştir. Yine dünyaya gelişten sonra her kul için Kiramen Kâtibîn’i görevlendirmiştir ki bunlar da onun amellerini yazıp tespit ederler. Ayrıca Yüce Allah, Kadir gecesinde sene boyunca olacak şeyleri takdir buyurur. Bütün bunlar da O’nun ilminin eksiksizliğinin, hikmetinin kemalinin, her şeyi sağlam bir şekilde tespit edip mahlukatına gereken itinayı gösterdiğinin bir delilidir.
#
{5} {أمراً من عندنا}؛ أي: هذا الأمر الحكيم أمرٌ صادرٌ من عندنا. {إنَّا كنَّا مرسلينَ}: للرسل ومنزلينَ للكتب، والرسلُ تبلِّغ أوامر المرسَل وتخبِرُ بأقدارِهِ.
5. “Tarafımızdan bir emir ile.” Yani o hikmetli/kesinleşmiş iş, tarafımızdan sadır olan bir emirdir. “Şüphesiz Biz rasul/elçi göndeririz.” ve de kitaplar indiririz. Elçiler, kendilerini elçi olarak gönderenin emirlerini tebliğ eder ve O’nun takdirlerini haber verirler.
#
{6} {رحمةً من ربِّك}؛ أي: إن إرسال الرسل وإنزال الكتب التي أفضلُها القرآن رحمةٌ من ربِّ العباد بالعباد؛ فما رحم الله عبادَه برحمةٍ أجلَّ من هدايتهم بالكتب والرسل، وكلُّ خير ينالونه في الدُّنيا والآخرة؛ فإنَّه من أجل ذلك وبسببه. {إنَّه هو السميعُ العليم}؛ أي: يسمع جميع الأصوات، ويعلم جميع الأمور الظاهرة والباطنة، وقد علم تعالى ضرورةَ العباد إلى رسله وكتبه، فرحمهم بذلك ومنَّ عليهم؛ فلله تعالى الحمدُ والمنةُ والإحسان.
6. “Rabbinden bir rahmet olarak” yani peygamberlerin gönderilmesi ve kitapların -ki onların en faziletlisi Kur’ân-ı Kerîm’dir- indirilmesi, kulların Rabbi olan Allah’ın, kullarına yönelik bir rahmetidir. Yüce Allah, kullarına, onları kitaplar ve peygamberler vasıtası ile hidâyete iletmekten daha üstün bir rahmette bulunmamıştır. Dünya ve âhirette nail oldukları bütün hayırlar, hiç şüphesiz bundan dolayı ve bu rahmet sayesindedir. “Gerçekten O, her şeyi işitendir, bilendir.” Bütün sesleri işitir, gizli ve açık her şeyi bilir. Yüce Allah, kullarının peygamberlerine ve kitaplarına zorunlu olarak ihtiyaç duyduklarını bildiğinden dolayı da bu yolla onlara rahmetini ihsan etmiş ve onlara lütufta bulunmuştur. Bundan dolayı Yüce Allah’a hamd-u senâlar olsun. Minnet duygularımız O’nadır. Bize bu lütuf ve ihsanları dolayısı ile O’na sonsuz şükürler olsun.
#
{7 ـ 8} {ربِّ السموات والأرض وما بينهما}؛ أي: خالق ذلك ومدبِّره والمتصرِّف فيه بما يشاء، {إن كنتُم موقِنين}؛ أي: عالمين بذلك علماً مفيداً لليقين؛ فاعْلموا أنَّ الربَّ للمخلوقات هو إلهها الحقُّ، ولهذا قال: {لا إله إلاَّ هو}؛ أي: لا معبود إلاَّ وجهه، {يحيي ويميتُ}؛ أي: هو المتصرِّف وحده بالإحياء والإماتة، وسيجمعكم بعد موتكم فيَجْزيكم بعَمَلِكم، إن خيراً فخيرٌ، وإن شرًّا فشرٌّ. {ربُّكم وربُّ آبائكم الأوَّلين}؛ أي: ربُّ الأوَّلين والآخرين؛ مربِّيهم بالنعم، الدافع عنهم النقم.
7. “O, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbidir.” O, bütün bunları yaratan, bütün bunları çekip çeviren ve bunlarda dilediği gibi tasarrufta bulunandır. Eğer buna “kesin olarak inanıyor iseniz” yani bu hususları kesinlik ifade eden bir bilgi ile biliyorsanız, aynı şekilde şunu da bilin ki bütün mahlukatın Rabbi olan Allah, aynı zamanda onların yegane gerçek ilâhıdır. Bundan dolayı da şöyle buyurmaktadrı: 8. “O’ndan başka hiçbir (hak) ilâh yoktur.” O’nun zatından başka hak mabud yoktur. “O, hayat verir ve öldürür.” Hayat veren, öldüren ve dirilten yalnız O’dur. Ölümden sonra da sizleri bir araya getirecek, amellerinizin karşılığını size verecektir: hayır ise hayır, şer ise şer. “Sizin de Rabbinizdir, geçmiş atalarınızın da Rabbidir.” Yani öncekileri de sonrakileri de nimetlerle besleyip gözeten, musibetleri onlardan uzaklaştıran Rab, O’dur.
#
{9} فلما قرَّر تعالى ربوبيَّته وألوهيَّته بما يوجب العلم التامَّ ويدفعُ الشكَّ؛ أخبر أنَّ الكافرين مع هذا البيان: {في شكٍّ يلعبونَ}؛ أي: منغمرون في الشُّكوك والشُّبهات، غافلون عمَّا خُلقوا له، قد اشتغلوا باللعب الباطل الذي لا يُجدي عليهم إلاَّ الضَّرر.
9. Yüce Allah, kesin bilgi hasıl edecek ve her türlü şüpheyi ortadan kaldıracak şekilde rububiyet ve uluhiyetini ortaya koyduktan sonra, bu açıklamaya rağmen kâfirlerin ne durumda olduklarını şöylece haber vermektedir: “Ne var ki onlar, şüphe içinde” Şüphe ve tereddütlere batmış bir halde “oyalanmaktadırlar.” Niçin yaratıldıklarından yana gafildirler. Kendilerine zarardan başka bir şey kazandırmayan batıl uğraşlarla meşguller.
#
{10 ـ 16} {فارتقِبْ}؛ أي: انتظر فيهم العذابَ؛ فإنَّه قد قربَ وآنَ أوانه، {يومَ تأتي السماءُ بدخانٍ مبينٍ. يغشى الناسَ}؛ أي: يعمُّهم ذلك الدخان، ويقال لهم: {هذا عذابٌ أليمٌ}. واختلف المفسِّرون في المراد بهذا الدُّخان: فقيل: إنَّه الدخان الذي يغشى الناسَ ويعمُّهم حين تقرب النار من المجرمين في يوم القيامة، وأنَّ الله توعَّدهم بعذاب يوم القيامةِ، وأمر نبيَّه أن ينتظر بهم ذلك اليوم. ويؤيد هذا المعنى أنَّ هذه الطريقة هي طريقةُ القرآن في توعُّد الكفَّار والتأنِّي بهم وترهيبهم بذلك اليوم وعذابه وتسلية الرسول والمؤمنين بالانتظار بمن آذاهم. ويؤيِّده أيضاً أنَّه قال في هذه الآية: {أنَّى لهم الذِّكْرى وقد جاءَهُم رسولٌ مبينٌ}، وهذا يُقال يومَ القيامةِ للكفار حين يطلبون الرجوعَ إلى الدُّنيا، فيقال: قد ذهب وقتُ الرجوع. وقيل: إنَّ المراد بذلك ما أصاب كفارَ قريش حين امتنعوا من الإيمان واستَكْبروا على الحقِّ، فدعا عليهم النبيُّ - صلى الله عليه وسلم -، فقال: «اللهمَّ أعِنِّي عليهم بسنينَ كَسِني يوسُفَ». فأرسل الله عليهم الجوع العظيم، حتى أكلوا الميتات والعظام، وصاروا يَرَوْنَ الذي بين السماء والأرض كهيئة الدخان، وليس به، وذلك من شدَّة الجوع، فيكون على هذا قولُه: {يوم تأتي السماءُ بدخانٍ}: أن ذلك بالنسبة إلى أبصارهم وما يشاهدون، وليس بدخانٍ حقيقةً، ولم يزالوا بهذه الحالة حتى اسْتَرْحموا رسولَ الله - صلى الله عليه وسلم -، وسألوه أن يَدْعُوَ اللهَ لهم أن يكشِفَه الله عنهم، [فَدَعا رَبَّه]؛ فكشفه الله عنهم، وعلى هذا فيكون قوله: {إنَّا كاشِفو العذابِ قليلاً إنَّكم عائدونَ}: إخبارٌ بأنَّ الله سيصرِفُه عنهم ، وتوعُّدٌ لهم أن يعودوا إلى الاستكبار والتكذيب، وإخبارٌ بوقوعه، فوقع، وأنَّ الله سيعاقِبُهم بالبطشة الكبرى، قالوا: وهي وقعةُ بدرٍ. وفي هذا القول نظرٌ ظاهرٌ. وقيل: إنَّ المراد بذلك أن ذلك من أشراط الساعة، وأنَّه يكون في آخرِ الزَّمان دخانٌ يأخذُ بأنفاس الناس ويصيبُ المؤمنين منه كهيئةِ الدُّخان. والقول هو الأول. وفي الآية احتمالُ أنَّ المراد بقوله: {فارْتَقِبْ يوم تأتي السماءُ بدُخانٍ مبينٍ. يغشى الناسَ هذا عذابٌ أليمٌ. ربَّنا اكشِفْ عنَّا العذابَ إنَّا مؤمنونَ. أنَّى لهم الذِّكرى وقد جاءهُم رسولٌ مبينٌ. ثم تولَّوا عنه وقالوا معلمٌ مجنونٌ}: أنَّ هذا كلَّه [يكون] يوم القيامةِ، وأنَّ قولَه تعالى: {إنَّا كاشفو العذابِ قليلاً إنَّكم عائدونَ. يوم نَبْطِشُ البطشةَ الكُبرى إنَّا منتقمونَ}: أنَّ هذا ما وقع لقريش كما تقدم. وإذا أنزلت هذه الآيات على هذين المعنيين؛ لم تجد في اللفظ ما يمنعُ من ذلك، بل تَجِدُها مطابقةً لهما أتمَّ المطابقة، وهذا الذي يظهر عندي ويترجَّح. والله أعلم.
10. “O halde sen, göğün aşikar bir duman getireceği günü gözle!” Onların azaba uğramalarını bekle. Çünkü onların azap edilme vakti yaklaşmış bulunuyor. 11-16. “O, insanları” bu duman, onların hepsini “bürüyecektir.” Ve onlara: “Bu can yakıcı bir azaptır” denilecektir. Müfessirler, buradaki “duman”dan maksadın ne olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptir: 1. Bir görüşe göre bu, Kıyamet gününde cehennem ateşi günahkârlara yakınlaştırılınca insanları bürüyüp kuşatacak olan bir dumandır. Buna göre Yüce Allah, bu buyruğunda Kıyamet gününün azabı ile onları tehdit etmekte ve peygamberine de onların bu gün ile karşılaşmalarını gözetlemesini emretmektedir. Kâfirleri tehdit etmek ve onlara gelecek olan azabı acele istememek hususunda Kur’ân’ın izlediği yolun bu olması, bu manayı desteklemektedir. Zira bu tür buyruklarda o gün hatırlatılarak ve onun azabı bildirilerek kafirler korkutulmaktadır. Aynı zamanda peygamber ve mü’minlere de kendilerine eziyet verenlerin başına gelecek azap bildirilerek onlar teselli edilmektedirler. Yine bu manayı şu âyet-i kerime de desteklemektedir: “Onlarda düşünüp öğüt almak nerede? Halbuki onlara açıklayıcı bir peygamber de gelmiştir.” (13. ayet) Zira bu sözler, Kıyamet gününde kâfirlere, dünyaya döndürülmeyi isteyecekleri vakit söylenecek ve onlara: Artık geri dönüş zamanı geride kalmıştır, denilecektir. 2. Bir diğer görüşe göre bu dumandan kasıt, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in Kureyş kâfirlerine iman etmedikleri ve hakka karşı büyüklendikleri için beddua etmesi üzerine onların başına gelen bir musibettir. Peygamber, onlara yaptığı bedduasında: “Allah’ım Yusuf(un döneminde görülen kıtlık) yılları gibi yıllarla onlara karşı bana yardımcı ol!”[20] demişti. Bunun üzerine Yüce Allah da onları çok büyük bir açlığa mahkûm etmiş ve sonunda leşleri, kemikleri yeme noktasına kadar varmışlar, gök ile yer arasında hiçbir şey olmadığı halde bir duman görecek hale gelmişlerdi. Bunun sebebi ise aşırı derecedeki açlıkları idi. Buna göre Yüce Allah’ın: “O halde sen, göğün aşikar bir duman getireceği günü gözle” buyruğundaki duman, onların bakışları ve algılayışları itibariyle bir dumandı. Yoksa gerçekte duman diye bir şey yoktu. Onların bu durumları, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den merhamet dilenip de Yüce Allah’a kendileri için bu azabı üzerlerinden kaldırması için dua etmesini istedikleri ve onun da dua etmesi üzerine Allah’ın bu azabı üzerlerinden kaldırması vaktine kadar devam etmişti. Buna göre Yüce Allah’ın: “Biz, o azabı bir süre kaldıracağız; ama şüphesiz siz yine (eski halinize) döneceksiniz” buyruğu Yüce Allah’ın bu azabı üzerlerinden kaldıracağına dair bir haberdir. Ayrıca eğer tekrar büyüklenmeye ve yalanlamaya dönmesinler diye onlara bir tehdittir. Hem de ona döneceklerine dair bir haberdir ki haber verildiği gibi de gerçekleşmiştir. Yine Yüce Allah, bu şekilde hareket etmeleri halinde büyük yakalayışla onları cezalandıracağını da bildirmiştir. Müfessirlerin dediklerine göre bu, Bedir vakasıdır. Ancak bu görüşün tartışmaya çok açık bir görüş olduğu aşikardır. 3. Bir başka görüşe göre bu dumandan kasıt, Kıyamet alâmetlerinden olan dumandır ve âhir zamanda gerçekleşecektir. Bu duman, insanların nefes almalarını zorlaştıracak ve mü’minler de bir dumandan rahatsız olur gibi ondan rahatsız olacaklardır. Ancak kabul edilmeye değer olan, birinci görüştür. Burada şöyle bir ihtimal de vardır: “O halde sen, göğün aşikar bir duman getireceği günü gözle. O (duman) insanları bürüyecektir. “Bu, can yakıcı bir azaptır. “Rabbimiz! Bu azabı üzerimizden kaldır. Çünkü biz iman edeceğiz.” (derler.) Ama nerde onlarda düşünüp öğüt almak?! Halbuki onlara açıklayıcı bir peygamber de gelmiştir. Sonra yine ondan yüz çevirdiler ve: “O, kendisine bir şeyler öğretilmiş bir delidir” dediler.” buyruklarında kastedilen bütün hususlar, Kıyamet gününde gerçekleşecektir. Buna karşılık Yüce Allah’ın: “Biz, o azabı bir süre kaldıracağız; ama şüphesiz siz yine (eski halinize) döneceksiniz. En büyük azapla yakalayacağımız gün, hiç şüphe yok ki Biz, (onlardan) intikam alacağız” buyrukları ise az önce zikredildiği üzere Kureyşlilerin başından geçen musibete işaret olabilir. Bu âyet-i kerimelerin bu iki mana ve hususa dair nâzil olduğu kabul edilecek olursa, âyetlerin lafzında buna mani herhangi bir husus olmadığı görülür. Aksine bu lafızların belirttiğimiz bu iki manaya tam olarak uyduğu görülür. Kanaatimizce kuvvetli olan ve doğru olma ihtimali daha ileri olan görüş de budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
Ayet: 17 - 33 #
{وَلَقَدْ فَتَنَّا قَبْلَهُمْ قَوْمَ فِرْعَوْنَ وَجَاءَهُمْ رَسُولٌ كَرِيمٌ (17) أَنْ أَدُّوا إِلَيَّ عِبَادَ اللَّهِ إِنِّي لَكُمْ رَسُولٌ أَمِينٌ (18) وَأَنْ لَا تَعْلُوا عَلَى اللَّهِ إِنِّي آتِيكُمْ بِسُلْطَانٍ مُبِينٍ (19) وَإِنِّي عُذْتُ بِرَبِّي وَرَبِّكُمْ أَنْ تَرْجُمُونِ (20) وَإِنْ لَمْ تُؤْمِنُوا لِي فَاعْتَزِلُونِ (21) فَدَعَا رَبَّهُ أَنَّ هَؤُلَاءِ قَوْمٌ مُجْرِمُونَ (22) فَأَسْرِ بِعِبَادِي لَيْلًا إِنَّكُمْ مُتَّبَعُونَ (23) وَاتْرُكِ الْبَحْرَ رَهْوًا إِنَّهُمْ جُنْدٌ مُغْرَقُونَ (24) كَمْ تَرَكُوا مِنْ جَنَّاتٍ وَعُيُونٍ (25) وَزُرُوعٍ وَمَقَامٍ كَرِيمٍ (26) وَنَعْمَةٍ كَانُوا فِيهَا فَاكِهِينَ (27) كَذَلِكَ وَأَوْرَثْنَاهَا قَوْمًا آخَرِينَ (28) فَمَا بَكَتْ عَلَيْهِمُ السَّمَاءُ وَالْأَرْضُ وَمَا كَانُوا مُنْظَرِينَ (29) وَلَقَدْ نَجَّيْنَا بَنِي إِسْرَائِيلَ مِنَ الْعَذَابِ الْمُهِينِ (30) مِنْ فِرْعَوْنَ إِنَّهُ كَانَ عَالِيًا مِنَ الْمُسْرِفِينَ (31) وَلَقَدِ اخْتَرْنَاهُمْ عَلَى عِلْمٍ عَلَى الْعَالَمِينَ (32) وَآتَيْنَاهُمْ مِنَ الْآيَاتِ مَا فِيهِ بَلَاءٌ مُبِينٌ (33)}
17- Andolsun biz, onlardan önce de Firavun kavmini imtihandan geçirmiştik. Onlara çok şerefli bir peygamber gelmişti de (şöyle demişti:) 18- “Allah’ın kullarını bana teslim edin. Şüphesiz ben, sizin için (gönderilmiş) çok güvenilir bir peygamberim.” 19- “Allah’a karşı büyüklenip zorbalık etmeyin. Çünkü ben size apaçık bir delil getirmekteyim.” 20- “Gerçekten ben, beni taşlamanızdan benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz (olan Allah'a) sığınırım.” 21- “Eğer bana iman etmiyorsanız, bari beni kendi halime bırakın.” 22- Sonunda Rabbine: “Gerçekten bunlar günahkâr bir toplumdur” diyerek dua etti. 23- (O da buyurdu ki:) “Kullarımı geceleyin yola çıkar! Şüphesiz siz, takip edileceksiniz.” 24- “Denizi de olduğu gibi açık bırak. Çünkü onlar, boğulacak bir ordudur.” 25- Onlar, nice bahçeleri ve pınarları geride bıraktılar. 26- Nice ekinleri ve değerli konakları; 27- Zevk ve sefa sürdükleri nice nimetleri de. 28- İşte böyle... Biz, onları başka bir kavme miras verdik. 29- Gök de yer de onlar için ağlamadı ve onlara mühlet de verilmedi. 30- Andolsun Biz İsrailoğullarını o aşağılayıcı azaptan kurtardık; 31- Firavun’dan. Çünkü o, büyüklenen bir zorba ve haddi aşmış biri idi. 32- Andolsun Biz onları seçip bir bilgiye göre alemlere üstün kıldık. 33- Onlara kendilerinde apaçık bir lütuf bulunan birtakım âyetler/mucizeler de verdik.
#
{17} لما ذكر تعالى تكذيبَ من كذَّب الرسول محمداً - صلى الله عليه وسلم -؛ ذكر أن لهم سلفاً من المكذِّبين، فذكر قصَّتهم مع موسى، وما أحلَّ الله بهم؛ ليرتدعَ هؤلاء المكذِّبون عن ما هم عليه، فقال: {ولقد فتنَّا قبلهم قوم فرعون}؛ أي: ابتليناهم واختبرناهم بإرسال رسولنا موسى بن عمران إليهم، الرسول الكريم الذي فيه من الكرم ومكارم الأخلاق ما ليس في غيره.
17. Yüce Allah, Rasûlü Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’i yalanlayanları ve onların yalanlamalarını söz konusu ettikten sonra, geçmişte de bunlara benzer yalanlayıcıların gelmiş olduğunu söz konusu etmektedir. Bu yalanlayıcıların Mûsâ aleyhisselam ile birlikte başlarından geçenleri ve bu yalanlayıcıların izlemekte oldukları yoldan vazgeçmeleri için de Allah’ın Mûsâ aleyhisselam’ı yalanlayanların başına getirdiği musibetler hatırlatılarak şöyle buyrulmaktadır: “Andolsun biz, onlardan önce de Firavun kavmini imtihandan geçirmiştik.” Peygamberimiz İmran oğlu Mûsâ’yı onlara peygamber olarak göndermek sureti ile onları sınadık. O, çok şerefli bir peygamber idi. Onda bulunan üstün ahlâkî değerler başkasında yoktu.
#
{18} {أنْ أدُّوا إليَّ عبادَ الله}؛ أي: قال لفرعون وملئهِ: أدُّوا إليَّ عباد الله؛ يعني بهم: بني إسرائيل؛ أي: أرسلوهم وأطلقوهم من عذابكم وسومكم إيَّاهم سوء العذاب؛ فإنَّهم عشيرتي وأفضل العالمين في زمانهم، وأنتم قد ظلمتُموهم واستعبدتُموهم بغير حقٍّ، فأرسلوهم ليعبدوا ربَّهم. {إنِّي لكم رسولٌ أمينٌ}؛ أي: رسول من ربِّ العالمين، أمينٌ على ما أرسلني به، لا أكتُمُكم منه شيئاً، ولا أزيد فيه ولا أنقُصُ، وهذا يوجبُ تمامَ الانقياد له.
18. O, Firavun ve çevresindeki ileri gelenlere: “Allah’ın kullarını bana teslim edin.” demişti. Bu kullardan kasıt, İsrailoğullarıdır. Yani onları artık serbest bırakın. İşkencelerinizden ve onlara en kötü azapları tattırmanızdan artık vazgeçin; bırakın hürriyetlerine kavuşsunlar. Onlar, benim halkımdır ve kendi çağdaşlarının en üstünleridir. Siz ise onlara zulmettiniz ve onları haksız yere köleleştirdiniz. O nedenle Rablerine ibadet etmeleri için onları serbest bırakın. “Şüphesiz ben, sizin için (gönderilmiş) çok güvenilir bir peygamberim.” Ben size âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş ve Rabbimin bana gönderdikleri hususunda çok emin ve güvenilir bir kimseyim. Benimle gönderdiklerinden hiçbir şeyi sizden gizlemediğim gibi ona bir şey artırmıyorum ve eksiltmiyorum da. Bu özellik ise tam anlamı ile ona bağlanıp itaat etmeyi gerektirir.
#
{19} {وأن لا تَعْلوا على الله}: بالاستكبار عن عبادتِهِ والعلوِّ على عباد الله. {إنِّي آتيكُم بسلطانٍ مبينٍ}؛ أي: بحجَّة بيِّنةٍ ظاهرةٍ، وهو ما أتى به من المعجزات الباهرات والأدلَّة القاهرات.
19. “Allah’a karşı büyüklenip zorbalık etmeyin.” Kibirlenip O’na ibadetten yüz çevirerek ve kullarına karşı da zorbalık ederek üstünlük iddiasında bulunmayın. “Çünkü ben size apaçık bir delil getirmekteyim.” Bu delil, onun gösterdiği göz kamaştırıcı mucizeler ve kaçınılmaz olarak kabul edilmek zorunda kalınan delillerdir.
#
{20} فكذَّبوه وهمُّوا بقتله، فلجأ إلى الله من شرِّهم، فقال: {وإنِّي عذتُ بربِّي وربِّكم أن تَرْجُمونِ}؛ أي: تقتلوني أشرَّ القِتلاتِ بالرجم بالحجارة.
20. Ancak onlar, Mûsâ aleyhisselam’ı yalanladılar ve onu öldürmeye kalkıştılar. O da onların kötülüklerinden Allah’a sığınarak şöyle dedi: “Gerçekten ben, beni taşlamanızdan” taşa tutmak sureti ile en kötü şekilde öldürmenizden “benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz (olan Allah'a) sığınırım.”
#
{21} {وإن لم تؤمنوا لي فاْعَتِزلوِن}؛ أي: لكم ثلاث مراتب: الإيماُن بي، وهو مقصودي منكم. فإنْ لم تَحْصُل منكم هذه المرتبة؛ فاعتزلون لا عليَّ ولا لي؛ فاكفوني شرَّكم. فلم تحُصل منهم المرتبة الأولى ولا الثانية، بل لم يزالوا متمرِّدين عاتين على الله محاربين لنبيِّه موسى عليه السلام غير ممكِّنين له من قومه بني إسرائيل.
21. “Eğer bana iman etmiyorsanız, bari beni kendi halime bırakın.” Yani sizin takınacağınız üç tavır söz konusudur: Bana iman etmeniz ki benim istediğim de budur. Eğer bunu yapmayacak olursanız o halde; benden uzak durun. Ne aleyhimde olun, ne lehimde. Bana kötülük yapmayın yeter. Ancak onlar, ne birinci aşamayı yerine getirdiler, ne de ikinci aşamada kaldılar. Yüce Allah’a karşı isyanlarını, peygamberi Mûsâ aleyhisselam’a karşı da savaşlarını sürdürdüler. Onun, kavmi olan İsrailoğullarının başına geçmesine imkân tanımadılar.
#
{22} {فدعا ربَّه أنَّ هؤلاء قومٌ مجرمونَ}؛ أي: قد أجرموا جرماً يوجب تعجيل العقوبةِ، فأخبر عليه السلام بحالهم، وهذا دعاء بالحال التي هي أبلغ من المقال؛ كما قال عن نفسه عليه السلام: {ربِّ إنِّي لما أنزلتَ إليَّ من خيرٍ فقيرٌ}.
22. “Sonunda Rabbine: Gerçekten bunlar günahkâr bir toplumdur” diyerek dua etti.” Bunlar dünyada iken azabı gerektirecek suçlar işlediler. Mûsâ aleyhisselam, bu sözleri ile onların durumunu dile getirerek dua etmiş oluyordu. Bu, hal diliyle yapılmış bir duadır ve sözlü duadan daha etkilidir. Nitekim o, başka bir yerde de şöyle dua etmişti: “Rabbim doğrusu bana indireceğin her hayra muhtacım.” (el-Kasas, 28/24)
#
{23} فأمره الله أن يسريَ بعباده ليلاً، وأخبره أنَّ فرعون وقومه سيتَّبِعونه.
23. Bunun üzerine Yüce Allah ona, kullarını alarak geceleyin yola çıkmasını emretti. Firavun ve kavminin de arkalarından kendilerini izleyeceklerini bildirdi.
#
{24} {واتْرُكِ البحرَ رهواً}؛ [أي: بحاله]، وذلك أنَّه لما سرى موسى ببني إسرائيل كما أمره الله، ثم تبعهم فرعونُ، فأمر الله موسى أن يضرِبَ البحر، فضربه، فصار اثني عشر طريقاً، وصار الماء من بين تلك الطرق كالجبال العظيمةِ، فسلكه موسى وقومُه، فلما خرجوا منه؛ أمره الله أن يترُكَه {رهواً}؛ أي: بحاله؛ ليسلُكَه فرعونُ وجنودُه. {إنَّهم جندٌ مغرَقون}: فلمَّا تكامل قومُ موسى خارجين منه وقومُ فرعونَ داخلينَ فيه؛ أمره الله تعالى أن يَلْتَطِمَ عليهم، فغرقوا عن آخرهم، وتركوا ما مُتِّعوا به من الحياة الدُّنيا، وأورثه الله بني إسرائيل الذين كانوا مستعبَدِين لهم.
24. “Denizi de olduğu gibi açık bırak!” Bu, şöyle olmuştu: Mûsâ aleyhisselam, Yüce Allah’ın emrettiği şekilde İsrailoğullarını geceleyin alıp götürdü. Firavun, onları takip edince Yüce Allah Mûsâ aleyhisselam’a denize asası ile vurmasını emretti. O da vurunca on iki tane yol açıldı. Bütün yollar arasında su, büyük dağlar gibi bir hal aldı ve Mûsâ aleyhisselam, kavmi ile birlikte o yollardan geçtiler. O denizden çıktıkları vakit Yüce Allah, Mûsâ aleyhisselam’a denizi olduğu halde bırakmasını emretti. Böylelikle Firavun ve askerlerinin de o yolu izlemeleri sağlanmış oldu. “Çünkü onlar boğulacak bir ordudur.” Mûsâ aleyhisselam’ın kavmi, bütünü ile denizden çıkıp Firavun ve beraberindekiler de bütünü ile denizin içine girince Yüce Allah, denize üzerlerine kapanmasını emretti. Onlardan tek bir kişi kurtulmamak üzere hepsi suda boğuldular. Dünya hayatında kendilerine verilmiş bulunan nimetleri geride bıraktılar. Allah, bunları Firavun ve kavmi tarafından köleleştirilmiş bulunan İsrailoğullarına miras olarak verdi. İşte bundan dolayı Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır:
#
{25 ـ 28} ولهذا قال: {كم تركوا من جناتٍ وعيونٍ. وزروع ومقام كريم. ونعمةٍ كانوا فيها فاكهينَ. كذلك وأوْرَثْناها}؛ أي: هذه النعمة المذكورة {قوماً آخرينَ}. وفي الآية الأخرى: {كذلك وأوْرَثْناها بني إسرائيلَ}.
25-28. “Onlar nice bahçeleri ve pınarları geride bıraktılar. Nice ekinleri ve değerli konakları, zevk ve sefa sürdükleri nice nimetleri de. İşte böyle... Biz onları” yani bu sözü edilen nimetleri “başka bir kavme miras verdik.” Bir diğer âyet-i kerimede de şöyle buyurulmaktadır: “İşte böyle... Biz onları İsrailoğullarına miras verdik.” (eş-Şuarâ, 26/59)
#
{29} {فما بكتْ عليهم السماءُ والأرضُ}؛ أي: لمَّا أتلفهم الله وأهلكهم لم تبكِ عليهم السماء والأرض؛ أي: لم يُحزنْ عليهم ولم يُؤس على فراقهم، بل كلٌّ استبشر بهلاكِهِم وتلفِهِم، حتى السماء والأرض؛ لأنَّهم ما خَلَّفوا من آثارِهم إلاَّ ما يسوِّدُ وجوهَهم ويوجبُ عليهم اللعنةَ والمقتَ من العالمين. {وما كانوا مُنظَرين}؛ أي: ممهَلين عن العقوبة، بل اصطلمتْهم في الحال.
29. “Gök de yer de onlar için ağlamadı.” Yüce Allah, onları helak ettiğinde gök ve yer onlar için ağlamadı. Yani onlar adına üzülmedi. Onlardan ayrıldığı için kederlenmedi. Aksine gökler ve yer de dahil herkes, onların helâk edilmelerine sevindi. Çünkü onlar, geride yüzlerini karartacak ve bütün âlemler tarafından kendilerine lanet okunup öfke duyulmasını gerektirecek şeylerden başka bir şey bırakmadılar. “ve onlara mühlet de verilmedi.” Cezalandırılmaları ertelenmedi, onlara süre tanınmadı. Aksine onlar derhal helâk edildiler.
#
{30 ـ 31} ثم امتنَّ تعالى على بني إسرائيلَ، فقال: {ولقد نَجَّيْنا بني إسرائيلَ من العذابِ المهينِ}: الذي كانوا فيه {من فرعونَ}: إذ يذبحُ أبناءَهم ويستحيي نساءَهم، {إنَّه كان عالياً}؛ أي: مستكبراً في الأرض بغير الحقِّ، {من المسرفين}: المتجاوزين لحدودِ الله المتجرِّئين على محارمه.
30-31. Daha sonra Yüce Allah, İsrailoğullarına lütuflarını hatırlatarak şöyle buyurmaktadır: “Andolsun Biz İsrailoğullarını” içinde bulundukları “o aşağılayıcı azaptan kurtardık. Firavun’dan.” Zira o, onların oğullarını boğazlıyor, kız çocuklarını da hayatta bırakıyordu. “Çünkü o” yeryüzünde haksız yere “büyüklenen bir zorba ve” Allah’ın sınırlarını çiğneyen, haramlarını işlemek cesaretini gösteren “haddi aşmış biri idi.”
#
{32} {ولقد اختَرْناهم}؛ أي: اصطفيناهم وانتَقَيْناهم {على علم}: منَّا بهم وباستحقاقهم لذلك الفضل {على العالَمين}؛ أي: عالمي زمانهم ومَنْ قبلهم وبعدَهم، حتى أتى اللهُ بأمة محمدٍ - صلى الله عليه وسلم - ففضَلوا العالمينَ كلَّهم، وجعلهم الله خير أمَّة أخرجت للناس، وامتنَّ عليهم بما لم يمتنَّ به على غيرهم.
32. “Andolsun Biz onları bir bilgiye” böyle bir üstünlüğe layık oldukları bilgisine “alemlere üstün kıldık.” Onları seçtik. Âlemlerden kasıt, hem kendi çağdaşları, hem kendilerinden öncekiler hem de kendilerinden sonraki- Yüce Allah, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ümmetini getirinceye kadarki- kimselerdir. Ancak Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem ümmeti bütün âlemlerden üstündür. Yüce Allah, onları insanların faydasına çıkartılmış en hayırlı ümmet kılmış ve başkalarına vermediği pek çok lütufları onlara ihsan etmiştir.
#
{33} {وآتَيْناهم}؛ أي: بني إسرائيل {من الآياتِ}: الباهرة والمعجزات الظاهرةِ {ما فيه بلاءٌ مبينٌ}؛ أي: إحسانٌ كثيرٌ ظاهرٌ منَّا عليهم وحجَّة عليهم على صحَّة ما جاءهم به نبيُّهم موسى عليه السلام.
33. “Onlara” İsrailoğullarına “kendilerinde apaçık bir lütuf bulunan” Bizim tarafımızdan kendilerine açıkça görülen pek çok ihsan ve peygamberleri Mûsâ aleyhisselam’ın kendilerine getirdiklerinin doğruluğunu ortaya koyan açık bir delil ihtiva eden “birtakım” göz kamaştırıcı “ayetler” açıkça görülen mucizeler “verdik.”
Ayet: 34 - 37 #
{إِنَّ هَؤُلَاءِ لَيَقُولُونَ (34) إِنْ هِيَ إِلَّا مَوْتَتُنَا الْأُولَى وَمَا نَحْنُ بِمُنْشَرِينَ (35) فَأْتُوا بِآبَائِنَا إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ (36) أَهُمْ خَيْرٌ أَمْ قَوْمُ تُبَّعٍ وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ أَهْلَكْنَاهُمْ إِنَّهُمْ كَانُوا مُجْرِمِينَ (37)}
34- Şüphesiz bunlar şöyle diyorlar: 35- “Her şey ilk ölümümüzden ibarettir ve bizler diriltilecek değiliz.” 36- “Eğer doğru söylüyorsanız, haydi atalarımızı getirin (de görelim)!” 37- Onlar mı hayırlı yoksa (Himyerli) Tubba’ kavmi ve onlardan öncekiler mi? Biz onları bile helâk ettik. Çünkü onlar günahkâr idiler.
#
{34 ـ 35} يخبر تعالى {إنَّ هؤلاء}: المكذِّبين، يقولون: مستبعِدين للبعث والنُّشور: {إنْ هي إلاَّ موتَتُنا الأولى وما نحنُ بمُنشَرينَ}؛ أي: ما هي إلاَّ الحياة الدُّنيا؛ فلا بعثَ ولا نشورَ، ولا جنةَ ولا نارَ.
34-35. “Şüphesiz bunlar” bu yalanlayıcılar, öldükten sonra dirilişi ve insanların sorgulanmalarını uzak bir ihtimal görerek “şöyle diyorlar: Her şey ilk ölümümüzden ibarettir ve bizler diriltilecek değiliz.” Yani varsa yoksa bu dünya hayatıdır ve öldükten sonra ne diriliş, ne kabirlerden kalkış, ne cennet, ne de cehennem vardır.
#
{36} ثم قالوا متجرِّئين على ربِّهم معجزين له: {فأتوا بآبائِنا إن كنتُم صادقينَ}: وهذا من اقتراح الجَهَلَةِ المعانِدين في مكان سحيقٍ؛ فأيُّ ملازمة بين صدق الرسول - صلى الله عليه وسلم - وأنَّه متوقِّف على الإتيان بآبائهم؛ فإنَّ الآيات قد قامت على صدِق ما جاءهم به وتواترتْ تواتراً عظيماً من كلِّ وجه؟!
36. Daha sonra Rablerine karşı küstahlık edip O’nun âciz bırakmaya çalışırcasına şöyle demişlerdir: “Eğer doğru söylüyorsanız, haydi atalarımızı getirin.” Bu ise haktan alabildiğine uzak bir yere düşmüş, oldukça inatçı cahillerin yaptıkları bir tekliften ibarettir. Allah Rasûlü’nün doğruluğu ile bunun ölmüş atalarını geri getirmesi şartına bağlı olması arasında ne ilgi vardır? Çünkü mucizeler, onun, kendilerine getirdiklerinin doğruluğunu ortaya koymuştur ve bunlar, her bakımdan çok büyük bir sayıya ulaşıp kesin bilgi ifade etmiştir.
#
{37} قال تعالى: {أهم خيرٌ}؛ أي: هؤلاء المخاطبون، {أم قومُ تُبَّع والذين من قبلِهِم أهْلَكْناهم إنَّهم كانوا مجرمين}؟ فإنَّهم ليسوا خيراً منهم، وقد اشتركوا في الإجرام؛ فليتوقَّعوا من الهلاك ما أصاب إخوانهم المجرمين.
37. “Onlar” bu muhataplar “mı hayırlı yoksa Tubba’ kavmi ve onlardan öncekiler mi? Biz onları bile helâk ettik. Çünkü onlar günahkâr idiler.” Bu muhataplar ise onlardan hayırlı değildirler. Çünkü suç işlemekte onlarla ortaktırlar. O halde kendilerinden önceki günahkâr kardeşlerinin başına gelen musibetlerin benzeri helâk edici musibetleri bunlar da beklesinler.
Ayet: 38 - 42 #
{وَمَا خَلَقْنَا السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا لَاعِبِينَ (38) مَا خَلَقْنَاهُمَا إِلَّا بِالْحَقِّ وَلَكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ (39) إِنَّ يَوْمَ الْفَصْلِ مِيقَاتُهُمْ أَجْمَعِينَ (40) يَوْمَ لَا يُغْنِي مَوْلًى عَنْ مَوْلًى شَيْئًا وَلَا هُمْ يُنْصَرُونَ (41) إِلَّا مَنْ رَحِمَ اللَّهُ إِنَّهُ هُوَ الْعَزِيزُ الرَّحِيمُ (42)}.
38- Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık. 39- Biz, onları ancak hak (bir amaç) ile yarattık. Fakat onların çoğu bilmezler. 40- Şüphesiz ayrım/hüküm günü onların hepsi için tayin edilmiş bir vakittir. 41- O gün dostun dosta hiçbir faydası olmaz. Onlara yardım da edilmez. 42- Ancak Allah’ın merhamet ettikleri hariç. Şüphesiz O, Azizdir, Rahimdir.
#
{38 ـ 39} يخبر تعالى عن كمال قدرتِهِ وتمام حكمتِهِ، وأنَّه ما خَلَقَ السماواتِ والأرض لاعباً، ولا لهواً، وسدىً من غير فائدة، وأنَّه ما خلقهما {إلاَّ بالحقِّ}؛ أي: نفسُ خلقهما بالحقِّ، وخلقُهما مشتملٌ على الحقِّ، وأنه أوجدهما لِيَعبدوه وحدَه لا شريك له، وليأمر العبادَ وينهاهم ويثيبَهم ويعاقِبَهم. {ولكنَّ أكثرَهم لا يعلمونَ}؛ فلذلك لم يتفكَّروا في خَلْقِ السماواتِ والأرض.
38-39. Yüce Allah, kudretinin kemalini ve hikmetinin eksiksizliğini haber vermekte; gökleri ve yeri oyun olsun diye boş yere ve amaçsız yaratmadığını, aksine gökleri de yeri de ancak hak bir amaç ile yarattığını bildirmektedir. Hem onların yaratılışları hak iledir, hem de yaratılışlarının kapsamında hak vardır. O, bunları hiçbir şeyi ortak koşmaksızın yalnızca kendisine ibadet etsinler, O da kullara emir verip yasaklar koysun ve onları mükâfatlandırıp cezalandırsın diye yaratmıştır. “Fakat onların çoğu bilmezler.” Bundan dolayı da göklerle yerin yaratılışı üzerinde hiç düşünmezler.
#
{40} {إنَّ يوم الفصل}: وهو يوم القيامة، الذي يفصِلُ الله به بين الأولين والآخرين وبين كل مختلفين، {ميقاتُهم}؛ أي: الخلائق {أجمعين}: كلُّهم سيجمعُهم الله فيه، ويحضِرُهم ويحضِرُ أعمالهم، ويكون الجزاء عليها.
40. “Şüphesiz ayrım/hüküm günü” Yüce Allah’ın öncekilerle sonrakiler ve ayrılığa düşmüş olan herkes arasında ayırt edici hükmünü vereceği gün olan Kıyamet günü “onların hepsi” yani bütün mahlukat “için tayin edilmiş bir vakittir.” Allah, o günde hepsini bir araya getirecek, amelleri ile birlikte onların huzuruna toplayacak ve amellerinin karşılıklarını verecektir.
#
{41} لا ينفع {مولى عن مولى شيئاً}: لا قريب عن قريبه، ولا صديق عن صديقه، {ولا هم يُنصَرونَ}؛ أي: يمنعون من عذاب الله عزَّ وجلَّ؛ لأنَّ أحداً من الخلق لا يملك من الأمر شيئاً.
41. “O gün dostun dosta hiçbir faydası olmaz.” Yakının yakınına, arkadaşın arkadaşına faydası olmayacağı gibi; “onlara yardım da edilmez.” Allah’ın azabına karşı kimse tarafından korunamazlar. Çünkü o gün hiçbir varlık, hiçbir şeye sahip olmayacaktır.
#
{42} {إلاَّ مَن رَحِمَ اللهُ إنَّه هو العزيزُ الرحيمُ}: فإنَّه هو الذي ينتفع ويرتفع برحمةِ الله تعالى التي تسبَّب إليها، وسعى لها سعيها في الدنيا. ثم قال تعالى:
42. “Ancak Allah’ın merhamet ettikleri hariç.” İşte onlar, Allah’ın rahmeti ile yücelecek ve faydalanacak, O’nun rahmetine mazhar olacak kimselerdir ki onlar, bu rahmete ulaşmanın yollarını izlemiş ve dünya hayatında iken bunun için çalışmışlardı. Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
Ayet: 43 - 50 #
{إِنَّ شَجَرَتَ الزَّقُّومِ (43) طَعَامُ الْأَثِيمِ (44) كَالْمُهْلِ يَغْلِي فِي الْبُطُونِ (45) كَغَلْيِ الْحَمِيمِ (46) خُذُوهُ فَاعْتِلُوهُ إِلَى سَوَاءِ الْجَحِيمِ (47) ثُمَّ صُبُّوا فَوْقَ رَأْسِهِ مِنْ عَذَابِ الْحَمِيمِ (48) ذُقْ إِنَّكَ أَنْتَ الْعَزِيزُ الْكَرِيمُ (49) إِنَّ هَذَا مَا كُنْتُمْ بِهِ تَمْتَرُونَ (50)}.
43- Şüphesiz ki Zakkûm ağacı, 44- Günahkârların yiyeceğidir. 45- Erimiş maden gibidir; karınlarda kaynar; 46- Tıpkı kaynar suyun kaynaması gibi. 47- “Tutun onu ve sürükleyerek götürün cehennemin ortasına!” 48- “Sonra da başından aşağı o kaynar azap suyundan dökün!” 49- “Tat bakalım. Çünkü sen güçlü ve değerli imişsin!” 50- “İşte bu, sizin (dünyadayken) şüphe ettiğiniz (azaptır)!”
#
{43 ـ 50} لما ذَكَرَ يوم القيامة، وأنه يفصِلُ بين عباده فيه؛ ذَكَرَ افتراقهم إلى فريقين: فريقٍ في الجنة، وفريقٍ في السعير، وهم الآثمون بعمل الكفر والمعاصي، وأنَّ طعامهم {شجرة الزَّقُّوم}: شرُّ الأشجار وأفظعُها، وأنَّ طعامها {كالمهل}؛ أي: كالصديد المنتن خبيث الريح والطعم شديد الحرارة، {يَغْلي في} بطونهم {كغَلْي الحميم}، ويُقال للمعذَّب: {ذُقْ}: هذا العذاب الأليم والعقاب الوخيم، {إنَّك أنتَ العزيزُ الكريمُ}؛ أي: بزعمك أنك عزيزٌ ستمتنع من عذاب الله، وأنك كريم على الله لا يصيبُك بعذابٍ؛ فاليوم تبيَّن لك أنَّك أنت الذَّليل المهان الخسيس. {إنَّ هذا} العذاب العظيم، {ما كنتُم به تمترونَ}؛ أي: تشكُّون؛ فالآن صار عندكم حقَّ اليقين.
43-44. Yüce Allah, Kıyamet gününü ve o günde kulları arasında ayırt edici hükmü vereceğini söz konusu ettikten sonra, onların iki gruba ayrılacaklarını, bir grubun cennette olacağını, diğer grubun ise cehennem ateşi içerisinde olacağını belirtti. Bu sonuncu grup, küfür ve masiyetler işleyerek günahkâr olanlardır. Bunların yiyecekleri, ağaçların en kötüsü ve en fecisi olan “Zakkûm ağacı”dır. 45-50. Bu ağacın tadı ise “erimiş maden gibidir.” Yahut oldukça kötü kokan, tadı da kötü, kokusu da kötü, son derece sıcak bir irin gibidir. “Karınlarda kaynar, tıpkı kaynar suyun kaynaması gibi.” Azap edilecek olana şöyle denilecektir: Haydi bu can yakıcı azabı ve bu vahim cezayı “tat bakalım! Çünkü sen güçlü ve değerli imişsin!” Kendi kanaatine göre sen, Allah’ın azabına karşı kendini koruyacak güçlü bir kimse olduğunu zannediyordun. Allah nezdinde de değerli olduğunu ve sana hiçbir şekilde azap etmeyeceğini ileri sürüyordun. İşte bu gün, sen zillete düşürülen, tahkir edilen, son derece değersiz bir kişi olduğunu açıkça görüyorsun. “İşte bu” pek büyük olan bu azab, “sizin (dünyadayken) şüphe ettiğiniz (azaptır).” Ama artık sizin için son derece kesin bir bilgidir.
Ayet: 51 - 59 #
{إِنَّ الْمُتَّقِينَ فِي مَقَامٍ أَمِينٍ (51) فِي جَنَّاتٍ وَعُيُونٍ (52) يَلْبَسُونَ مِنْ سُنْدُسٍ وَإِسْتَبْرَقٍ مُتَقَابِلِينَ (53) كَذَلِكَ وَزَوَّجْنَاهُمْ بِحُورٍ عِينٍ (54) يَدْعُونَ فِيهَا بِكُلِّ فَاكِهَةٍ آمِنِينَ (55) لَا يَذُوقُونَ فِيهَا الْمَوْتَ إِلَّا الْمَوْتَةَ الْأُولَى وَوَقَاهُمْ عَذَابَ الْجَحِيمِ (56) فَضْلًا مِنْ رَبِّكَ ذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ (57) فَإِنَّمَا يَسَّرْنَاهُ بِلِسَانِكَ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ (58) فَارْتَقِبْ إِنَّهُمْ مُرْتَقِبُونَ (59)}
51- Takvâ sahipleri ise güvenli bir yerdedirler. 52- Cennetlerde ve pınarbaşlarında. 53- İnce ve kalın ipeklerden giyer, karşılıklı otururlar. 54- İşte böyle. Hem biz onları güzel gözlü hurilerle evlendiririz. 55- Onlar orada güven içinde her türlü meyveden isterler. 56- Onlar orada ilk ölümden başka ölümü tatmazlar. Allah, onları cehennem azabından da korumuştur. 57- Bu, Rabbinden bir lütuftur. İşte en büyük kurtuluş budur. 58- Şüphesiz Biz, onu düşünüp öğüt alırlar diye senin dilinle indirip kolaylaştırdık. 59- O halde gözetle! Çünkü onlar da gözetlemektedirler.
#
{51 ـ 53} هذا جزاءُ المتَّقين لله، الذي اتَّقوا سَخَطه وعذابه بتركهم المعاصي وفعلهم الطاعات، فلمَّا انتفى السخط عنهم والعذابُ؛ ثبت لهم الرِّضا من الله والثواب العظيم في ظلٍّ ظليل من كثرة الأشجار والفواكه، وعيونٍ سارحةٍ تجري من تحتهم الأنهار يفجِّرونها تفجيراً، في جنات النعيم، فأضاف الجناتِ إلى النعيم؛ لأن كُلَّ ما اشتملت عليه، كله نعيمٌ وسرورٌ كامل من كلِّ وجهٍ، ما فيه منغصٌ ولا مكدرٌ بوجه من الوجوه، ولباسُهم من الحرير الأخضر من السندس والإستبرق؛ أي: غليظ الحرير ورقيقه ممَّا تشتهيهُ أنفسُهم، {متقابلين}: في قلوبهم ووجوههم في كمال الراحة والطمأنينة والمحبَّة والعشرة الحسنة والآداب المستحسنة.
51-52. Bu buyruklarda günahları terk etmek ve itaatleri işlemek sureti ile Allah’ı gazaplandıran ve azabına sebep olan işlerden sakınan takvâ sahiplerinin mükâfatı dile getirilmektedir. Allah’ın gazabı ve azabı, onlar hakkında söz konusu olmadığından Allah, onlardan razı olacak ve çok sayıdaki ağaçların koyu gölgeleri içerisinde, pek çok meyvelere, pınarlara, nimet ve mükâfatlara mazhar olacaklardır. Altlarından ırmaklar akacaktır. Onlar, bu ırmakları Naîm cennetlerinde akıtacaklardır. Yüce Allah’ın, cennetleri Naîme (nimetlere) izafe etmesinin sebebi, bu cennetlerin ihtiva ettiği her şeyin her bakımdan mükemmel nimetler ve sevindirici şeyler oluşundan dolayıdır. Orada bunları gölgelendirecek, lezzetlerini olumsuz yönde etkileyecek hiçbir şey olmayacaktır. 53. Oradaki elbiseleri ise canlarının istediği şekilde ince ve kalın yeşil ipekten olacaktır. Üstelik onlar “karşılıklı otururlar.” Kalpleri de yüzleri de birbirine dönüktür. Tam bir rahat, huzur, karşılıklı sevgi, güzel muamele ve adaba riâyet onların özellikleridir.
#
{54} {كذلك}: النعيم التام والسرور الكامل، {وزوَّجْناهم بحورٍ} ؛ أي: نساء جميلات من جمالهنَّ وحسنهنَّ أنَّه يَحارُ الطرفُ في حسنهنَّ، وينبهر العقل بجمالهنَّ وينخلبُ اللبُّ لكمالهن، {عينٍ}؛ أي: ضخام الأعين حسانها.
54. “İşte böyle.” Eksiksiz mükemmel nimetler ve mükemmel sevinçler... “Hem biz onları güzel gözlü hurilerle evlendiririz.” Yani güzellikleri dolayısı ile bakanların hayrete düştüğü, aklın adeta baştan gittiği, kemalleri dolayısı ile zihnin kendisini kaybettiği çok güzel hanımları onlara eş yaparız ki onların gözleri iri ve güzeldir.
#
{55} {يَدْعون فيها}: أي: الجنة {بكلِّ فاكهةٍ}: مما له اسمٌ في الدُّنيا ومما لا يوجدُ له اسمٌ ولا نظير في الدنيا؛ فمهما طلبوه من أنواع الفاكهة وأجناسها؛ أحضر لهم في الحال من غير تعبٍ ولا كلفةٍ، آمنين من انقطاع ذلك، وآمنين من مضرَّته، وآمنين من كلِّ مكدِّر، وآمنين من الخروج منها والموت.
55. “Onlar orada” cennette “güven içinde her türlü meyveden isterler” onların bitmesinden yana güvende oldukları gibi ayrıca kendilerine zarar görmekten, kederlendirici ve üzücü hiçbir şeyle karşılaşmaktan, oradan çıkarılmaktan ve ölmekten yana da güven içindedirler. Hem dünyada ismen bilinen meyvelerden hem de dünyada eşi benzeri olmayan meyvelerden isterler. Hangi tür ve çeşitten meyve isterlerse derhal, herhangi bir yorgunluk ve külfete katlanmaksızın huzurlarına getirilir. İşte her şeyden özellikle de ölmekten yana güven içinde olacaklarından dolayı devamla şöyle buyrulmaktadır:
#
{56} ولهذا قال: {لا يذوقون فيها الموتَ إلاَّ الموتةَ الأولى}؛ أي: ليس فيها موتٌ بالكلِّية، ولو كان فيها موتٌ يُستثنى؛ لم يستثنِ الموتةَ الأولى التي هي الموتة في الدنيا، فتمَّ لهم كلُّ محبوب مطلوب، {ووقاهم عذابَ الجحيم}.
56. “Onlar orada ilk ölümden başka ölümü tatmazlar.” Orada kesinlikle ölüm yoktur. Eğer orada istisnâ edilecek türden bir ölüm bulunmuş olsa idi, dünyadaki ölüm olan ilk ölüm istisnâ edilmezdi. Böylelikle onlar, bütün sevdiklerini ve bütün istediklerini elde etmiş olacaklar. Zira “Allah, onları cehennem azabından da korumuştur.”
#
{57} {فضلاً من ربِّك}؛ أي: حصول النعيم واندفاع العذاب عنهم من فضل الله عليهم وكرمِهِ؛ فإنَّه تعالى هو الذي وفَّقهم للأعمال الصالحة، التي بها نالوا خير الآخرة وأعطاهم أيضاً ما لمْ تبلُغْه أعمالُهم. {ذلك هو الفوزُ العظيمُ}: وأيُّ فوزٍ أعظمُ من نيل رضوان الله وجنَّته والسلامة من عذابه وسخطِهِ.
57. “Bu, Rabbinden bir lütuftur.” Bunca nimetlerin elde edilmesi ve azabın onlardan uzaklaştırılması, Allah’ın onlar üzerindeki lütuf ve keremindendir. Onların âhiret hayırlarına ulaşmalarını sağlayan, onları salih amellere muvaffak kılan ve amellerinin kendilerini ulaştırması söz konusu olmayan bunca nimetleri onlara veren Yüce Allah’tır. “İşte en büyük kurtuluş budur.” Allah’ın rızasına nail olmak, O’nun cennetine yerleşmek, O’nun azap ve gazabından yana da esenlikte bulunmaktan daha büyük bir kurtuluş olabilir mi?
#
{58} {فإنما يَسَّرْناه}؛ أي: القرآن {بلسانِكَ}؛ أي: سهَّلْناه بلسانك الذي هو أفصحُ الألسنةِ على الإطلاق وأجلُّها، فتيسر به لفظه، وتيسر به معناه، {لعلَّهم يتذكَّرون}: ما فيه نفعُهم فيفعلونَه، وما فيه ضررُهم فيترُكونه.
58. “Şüphesiz Biz onu” Kur’ân-ı Kerîm’i “düşünüp öğüt alırlar” kendilerine faydalı olacak şeyleri hatırlayıp onu işlerler, kendilerine zararlı olacak şeylerden de kaçınırlar “diye” dillerin kayıtsız ve şartsız olarak en fasihi ve en üstünü olan “senin dilinle kolaylaştırdık.” Böylelikle bu dil sayesinde hem lafzı kolaylaşmış, hem de manası kolaylaşmıştır.
#
{59} {فارتَقِبْ}؛ أي: انتظرْ ما وعدك ربُّك من الخير والنصر. {إنَّهم مرتقبونَ}: ما يحلُّ بهم من العذاب، وفرقٌ بين الارتقابين: رسول الله وأتباعه يرتقبون الخير في الدُّنيا والآخرة، وضدُّهم يرتقبون الشرَّ في الدُّنيا والآخرة.
59. “O halde” Rabbinin sana vaat etmiş olduğu hayır ve zaferi “gözetle! Çünkü onlar da” başlarına gelecek olan azabı “gözetlemektedirler.” Her iki gözetleme arasında ise büyük bir fark vardır. Allah Rasûlü ve ona uyanlar, dünya ve âhirette hayırlı şeyleri gözetlerken, onların karşıtları dünya ve âhirette şerden başkasını gözetlememektedirler.
Duhân Sûresi’nin tefsiri burada sona ermektedir. Yüce Allah’a hamdolsun. Minnet duygularımız yalnız O’nadır.
***